Bizi Takip Edin

SÖYLEŞİ

‘ABD’nin Gazze’de İsrail’in savaşını desteklemek dışında bir politikası ve barış planı yok’

Yayınlanma

ABD Dışişleri Bakanlığı eski danışmanlarından Vali Nasr, Harici’ye konuştu. Washington’ın Gazze konusunda bir politikasının olmadığını söyleyen Nasr, “ABD’nin bir barış planı yok, bir ateşkes planı yok, bölgeye yönelik uzun vadeli bir istikrar planı yok” dedi.

Johns Hopkins Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler ve Orta Doğu Çalışmaları alanında profesör olan Nasr, özellikle İslam dünyasındaki politik gelişmeler üzerine yoğunlaşmaktadır. İran kökenli bir Amerikalı olan Nasr, ABD-İran ilişkileri ve ABD’nin Orta Doğu politikaları konusunda fikirlerine danışılan ve bu alanda öne çıkan isimlerden biridir.

Bir dönem ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Dış İlişkiler Politikası Kurulu üyesi olan Nasr, 2009-2011 yılları arasında ise ABD’nin Afganistan ve Pakistan Özel Temsilcisi Büyükelçi Richard Holbrooke’un Kıdemli Danışmanı olarak görev yapmıştır.

ABD dış politikasında etkili kuruluşlar olan Atlantik Konseyi’nin ve Dış İlişkiler Konseyi CFR’nin kıdemli araştırmacısı Nasr, The Dispensable Nation: American Foreign Policy in Retreat, The Shia Revival ve How Sanctions Work: Iran and the Impact of Economic Warfare kitaplarının yazarıdır.

Vali Nasr, Gazze’deki çatışmada Biden yönetiminin konumu, ABD’nin Orta Doğu politikası, İran ve Suudi Arabistan’ın rolü ve Gazze’nin geleceği üzerine gazeteci Esra Karahindiba’nın sorularını yanıtladı.

‘İran ve ABD arasındaki gerilim artarsa Tahran agresif bir nükleer politikaya geri dönecektir’ 

Gazze savaşından önce İran ile ABD arasında resmi olmayan bir nükleer anlaşma yapıldığına dair haberler vardı. Bu anlaşma hâlâ geçerli mi, yoksa İran, Gazze savaşı nedeniyle nükleer çalışmalarını hızlandırdı mı?

Gazze Savaşı’nın İran’daki politika değişikliği üzerinde henüz doğrudan bir etkisinin olduğunu düşünmüyorum. Ancak Gazze savaşı, ABD ile İran arasındaki gerilimi tırmandırdı. Gazze Savaşı olur olmaz Amerika Birleşik Devletleri, İran’daki Amerikalı mahkumların serbest bırakılması karşılığında Güney Kore’den İran’a giden 6 milyar dolarlık parayı dondurdu. Ve böylece, her iki ülke de aralarındaki gerilimin arttığını görüyor. İran destekli güçlerin Suriye ve Irak’ta Amerikan mevzilerine saldırıları oldu. Ve aynı hedefleri Amerika bombaladı. İran, Rusya’ya gelişmiş balistik füzeler satabileceğini söyledi. Yani İran ile ABD arasındaki gerilimin kademeli olarak arttığını görüyoruz. Eğer bu tırmanış gerçekleşirse, bu kaçınılmaz olarak İran’ın daha agresif bir nükleer politikaya geri dönmesi anlamına gelecektir.

‘Savaşın yayılmasını istemese de, gelişmelerden en çok faydalanan İran’

Her ne kadar İran, savaşın yayılmasından yana olmasa da Husiler ve İran destekli milisler bölgedeki ABD güçlerine saldırmaya devam ediyor. Gazze savaşından sonra İran’ın bölgedeki nüfuzunu artıracağını düşünüyor musunuz? Bu durum ABD’nin bölgedeki politikasını nasıl etkileyecek?

Burada üç şey var: Birincisi, evet, İran’ın, Hizbullah’ın ya da bölgedeki herhangi bir gücün savaşın genişlemesini istediğini düşünmüyorum ama aynı zamanda İran’ı, Irak’taki ve Suriye’deki Hizbullah milislerini ve de Husiler ile Hamas’ı da içeren direnişle Filistinlilere destek göstermek istiyorlar. Ve diğer birçok Arap ülkesi şu anda askerî açıdan hiçbir şey yapmazken, onlar bir şeyler yaptıklarını göstermek istiyorlar. Diplomatik olarak bazı şeyler yapıyor olabilirler ama askerî olarak yapmıyorlar. Yani kısmen bu saldırıları Hamas’a destek göstermenin bir yolu olarak yapıyorlar. Ama aynı zamanda ABD’ye yönelik uyarı atışları olduğunu da düşünüyorum. ABD’ye, İsrail’in herhangi bir kısıtlama olmaksızın saldırması, Hamas ve Gazze’nin işini tamamen bitirmeye çalışması, çok fazla Filistinlinin ölmesi halinde ve eğer nüfus sınır dışı edilirse, İsrail’in yok olacağını ABD’ye söylemek istediklerini düşünüyorum. O zaman ABD bölgede çok daha geniş bir savaşla karşı karşıya kalacak. Sanırım her iki tarafın da sinyal gönderdiği aşamadayız. Amerikalılar, karşı saldırıya hazır olduklarını göstermek için bölgedeki İran veya milis mevzilerini vuruyor. Ama Irak’taki Husiler ve Hizbullah milislerinin de kendi sinyallerini verdiğini düşünüyorum.

İkinci olarak, bana kalırsa İran’ın pozisyonu güçleniyor çünkü Filistin meselesi bölge insanları için ön planda ve merkez haline geldiğinde bu, İran’ın her zaman dayanak olarak gördüğü ve her zaman savunduğu bir konu haline geliyor. Sanırım bölgedeki diğer ülkeler, İsrail’le gizli ya da açık ilişkiler kurularak çıkarlarına en iyi şekilde hizmet edildiğini gördüler. Abraham Anlaşmaları, Suudi-İsrail ilişkilerinin normalleşmesi, Türkiye-İsrail ilişkileri… Bunların hepsi artık tehlikeye girdi. Dolayısıyla bu değişimden en çok fayda sağlayan ülke aslında İran’dır. Kısa vadede İsrail de İran’la meşgul olmak yerine Gazze’yle meşgul. ABD de artık Filistin meselesiyle uğraşıyorken ki 6 Ekim’e kadar Filistin meselesinin bittiğini düşünüyordu. Belki Sünni dünyasında, Arap dünyasında insanların Suriye’deki Esad rejimine verdiği destek nedeniyle İran’a öfkesi vardı. Bütün bunların unutulduğunu düşünüyorum. Artık herkes Filistinliler için üzülüp ağlarken, İran ya da Hizbullah onlar için doğru tarafta görünüyor. Yani bu İran için büyük bir başarı. Şimdi, bunun İran için uzun vadeli bir faydaya dönüşüp dönüşmeyeceği tamamen duruma göre değişir. Bundan emin değilim. Ayrıca bölgedeki İran ilişkilerinin geleceği de bence bu savaşın nasıl biteceğine, ABD’nin savaşın nihayete ermesi konusunda nasıl bir vizyona sahip olduğuna ve bu savaştan sonra ne olacağına bağlı. Eğer bu savaştan sonra İran ile ABD arasındaki nükleer meselenin daha da tırmandığını görürsek, İran ile İsrail arasındaki gerilimin arttığını, saldırılar, yarı saldırılar vb. olaylar görürsek, o zaman bölgenin uzun bir istikrarsızlık dönemine girebileceğini düşünüyorum.

‘ABD’nin Gazze’deki tek politikası, İsrail’in savaş yapmasına izin vermek’

ABD’nin Orta Doğu’daki müttefikleri, ABD’yi Ukrayna konusunda desteklemedi. OPEC ülkeleri petrol fiyatlarını düşürmeye devam ediyor. Artık ABD’nin İsrail’e verdiği sınırsız destek, bölgede güvenilirliğin daha da kaybolmasına yol açtı. Ukrayna ve İsrail krizlerinden sonra Washington’un Orta Doğu’daki siyasi ağırlığını kaybetmeye başladığını fikrine ne dersiniz?

Ukrayna’nın hiçbir zaman Orta Doğu için temel bir konu olmadığını düşünüyorum. Uzaklarda, bir yerde bir savaş… Yani Orta Doğu’daki insanların bu konuda görüşleri olabilir ama ortalama bir Arap için hiçbir zaman önemli olmadı, belki Türkler için daha önemliydi çünkü Türkler Karadeniz’de varlar ve belki onlar için daha önemli. Ama şunu söyleyebilirim ki, Mısır’da, Ürdün’de veya Basra Körfezi bölgesindeki insanlar ne Ukrayna’yı düşünerek uykusuz kalıyor ne de sabah uyandıklarında akıllarına geliyor. Hükümetler temelde kendi çıkarlarının ne olduğuna bakıyorlar. Suudi Arabistan’ın Rusya ile petrol çıkarları var. Türkiye’nin dengeleyici bir ilişkisi var, Rusya’yla ilişkileri var, Avrupa’yla da ilişkileri var. Yani Orta Doğu’nun Ukrayna’ya temelde Amerika’nın ne istediğine göre değil, kendi çıkarlarını nasıl koruyacaklarına, temelde Avrupa’yı nasıl destekleyeceklerine ve aynı zamanda Rusya’ya nasıl destek vereceklerine göre tepki verdiğini düşünüyorum. Sanırım kimse doğrudan Ukrayna savaşının içine çekilmek istemedi.

Gazze’nin farklı olduğunu düşünüyorum. Evet, ABD’nin temelde İsrail politikasını tüm kalbiyle desteklemesi ve Gazze’de ölen insan sayısı konusunda eleştirel olmaması nedeniyle Amerika’nın Filistin meselesindeki ahlaki duruşuna yönelik büyük bir öfke var. Ancak bence asıl mesele ABD’nin ahlaki güvenilirliği değil çünkü bunun Orta Doğu’da çok güçlü olduğunu hiçbir zaman düşünmedim. Orta Doğu halkı her zaman ABD’nin İsrail konusunda yanlı olduğunu düşündü. Her zaman ABD’nin İslamofobik olduğunu düşündüler. Irak Savaşı’na öfkeliydiler. Orta Doğuluların ABD’nin Orta Doğu’daki çifte standartlarına öfke duymasının birçok nedeni vardı. Önem arz eden güvenilirlik meselesinin bir ABD politikasının eksikliği olduğunu düşünüyorum, çünkü ABD’nin ahlaki duruşları nedeniyle pek sevilmediği zamanlarda bile ne yapmak istediği ve neyi başarabileceği konusunda çok net bir anlayışı vardı. Aslında ABD’nin Gazze konusunda bir politikasının olmadığını görüyoruz. Tek politikası, arkalarına yaslanıp İsrail’in bu savaşı kendi amaçları doğrultusunda ve savaşı nasıl yürütmek istiyorsa yürütmesine izin vermek. ABD’nin bir barış planı yok, bir ateşkes planı yok, bölgeye yönelik uzun vadeli bir istikrar planı yok. Güvenilirlik sorunu da burada çünkü bir süper gücün güvenilirliği, ahlaki konumundan gelmez. Politika oluşturma ve politika uygulama yeteneğinden gelir. Sanırım bunlar şu anda şüpheli konular; eğer herhangi bir ülkeye sorarsanız, sokaktaki insanları kastetmiyorum ama bölgedeki herhangi bir hükümete, bu savaşın nasıl sona erdirileceğini, savaşın başlamaması ve bölgeye istikrarın yeniden getirilmesi için işlerin nasıl daha iyi hale getirilebileceğini, bu savaşın nasıl sonlandırılacağına ilişkin Amerikan politikasının ne olduğunu sorarsanız, bu sorulara cevap verebileceklerini sanmıyorum.

‘Arap liderlerin Pekin ziyareti, Çin’i Orta Doğu meselesine buyur edeceğiz, anlamına geliyor’

Arap ülkelerinin bakanlarının Gazze’ye çözüm bulmak amacıyla yaptıkları gezide ilk durak olarak Çin’i ziyaret etmelerinin nedeni nedir? Sizce bu ne anlama geliyor? ABD, Orta Doğu’da Çin’i dengeleme politikasında başarısız mı oldu?

Bence önemliydi. Bence daha önemli olan konu, Suudi Arabistan’ın tüm İslam ve Arap ülkelerinin liderlerini bir araya davet etmeye karar vermesi ve böylece ilk kez birbirleriyle genellikle konuşmayan ülkelerin liderlerinin,  mesela İran ile Mısır, Esad ile Erdoğan sanki hepsi bir aradaymış gibi aynı fotoğrafta bir araya gelmesi oldu. Bu çok anlamlıydı. Yani bölge ilk kez temelde “Biliyor musunuz, Amerika’nın bir politikası yok, bir araya gelip bunu nasıl çözebileceğimize bakacağız” dedi. Bence bu, ABD’nin gittiği yerden (politika) memnun olmadıklarının en önemli açıklamasıydı. Şimdi Güvenlik Konseyi’nin beş üyesinin tamamının başkentlerini ziyaret etme kararı aldılar. Ancak önemli olan, Pekin’in son durak değil, ilk rota olmasıydı. Yani önemli olanın bu olduğunu düşünüyorum. Çin’in çözüm getirebileceğini düşündüklerini düşünmüyorum, ancak temelde “Çin’le sadece bağları kesmeyeceğiz, biz aslında Çin’i Orta Doğu meselesine buyur etmeye çalışacağız” sinyali verdiler.

‘Arabuluculuk için doğru aday Suudi Arabistan’

 Foreign Affairs dergisindeki yazınızda ABD’nin Orta Doğu’daki ilişkilerini Riyad üzerinden yürütebileceğini, böylece bölgedeki sorumluluğunun hafifletilebileceğini yazmıştınız. Önerdiğiniz model, çok taraflı kazan-kazan yaklaşımına dayanan mevcut Suudi dış politika perspektifiyle uyumlu mu? BRICS’e katılan bir ülkeyi tekrar ABD odaklı bir modele dönmeye nasıl ikna edersiniz? 

Suudilerin elmayla armut arasında seçim yapmak zorunda kalacağını düşünmüyorum. Aslında BRICS’i seçmişler. İran’la ilişkilerinin olması, Çin’le ilişkilerinin olması, Suudi Arabistan’ı tam da doğru bir aday yapıyor çünkü yalnızca ABD’ye çok yakın olan bir ülke, Türkiye ve İran’ı sürecin içine çekemez. Orta Doğu’nun istikrarı açısından çok önemli olan diğer aktörlerin de tabloya dahil olması lazım. Suudi Arabistan’ın Amerika’yla giderek artan yakın ilişkileri var, ama aynı zamanda Çin’le de yakın ilişkileri var, Rusya’yla da yakın bağları var, uzun yıllardır soğuk ve donuk olan ilişkilerinin ardından şimdi Türkiye ile ilişkiler kurdu, İran’la ilişkilerini yeniden kurdu. Katar’la ilişkilerini onardı vs. Ayrıca İsrail üzerinde de bir nüfuzu var çünkü İsrailliler hâlâ Suudi Arabistan’la normalleşmeyi istiyor ve eğer ABD bu rolü desteklemeye istekliyse ve ABD’nin en büyük nüfuza sahip olduğu yer İsrail olduğuna göre bu nüfuzu uygulamaya geçirmek için doğru konumdalar. Bölgeye istikrar getirecek bir anlaşmaya varmak istediğinizde bölgedeki her aktörün bunu kabul etmesi gerekiyor. Amerikalılar şu anda İranlılarla konuşmuyor, dolayısıyla bu konuyu İran’la tartışamazlar. Çinliler İranlılarla konuşuyor. Ve Suudiler İranlılarla konuşuyor. Çinliler ile Suudiler aynı zamanda birbirlerine bağımlılar. Ruslar bunu desteklemeli, baltalamamalı. Tahran ve Ankara şu anda Rusya’yı harekete geçirme konusunda en iyi ilişkiye sahip. Amerikalılar İsraillilerle en iyi ilişkiye sahip. Sonuç olarak ABD’nin şu andaki politikası yalnızca İsrail savaşını desteklemek. Ancak bölgede gerçekten istikrar istiyorsanız istikrar sadece İsrail’in savaşı yürütmesine destek olmakla sağlanmaz. İstikrar, herkesin kabul etmesi ve kabul etmesi gereken daha geniş kapsamlı bir bölgesel güvenlik anlaşmasının desteklenmesiyle gelecektir. Temelde herkesle konuşan ve aynı zamanda İsraillilerle de nüfuz sahibi olan tek bir aktör yok. Ve Suudiler bu rolü oynayabilir.

‘Nihai çözüm anlaşması olmadan hiçbir bölge ülkesi Gazze’nin yeniden inşasında yer almak istemez’ 

Biden yönetimi, savaş sonrası Gazze’yi yeniden canlandırılmış bir Filistin Yönetimi’nin yönetmesini istiyor ancak Netanyahu bunu kabul etmeyeceklerini söyledi. “Savaştan sonra Gazze, İsrail’in sorumluluğu altında askerden arındırılmalıdır” dedi. Bu ne anlama gelir? Sizce savaş sonrasında Gazze’yi nasıl bir siyasi durum bekliyor? Bölge ülkeleri Gazze’nin yeniden inşasında etkili bir rol oynayabilir mi?

Her şey büyük oranda savaşın nasıl ve ne zaman biteceğine bağlı. Ukrayna’yı düşünürsek, Ruslar Ukrayna’ya girdiğinde Ukrayna’nın tamamını alacaklarını sandılar. Sonra Ukraynalılar savaşı kendilerinin kazanacaklarını ve Rusya’yı Ukrayna’nın dışına iteceklerini düşündüler. Şu anda bulunduğumuz nokta, iki tarafın da kazanamaması. Bu yeni bir gerçeklik. Şu anda İsrail’in her şeye sahip olabileceğini düşündüğü bir savaşın ortasındayız. Hamas’ı yok edebilir, Gazze’nin büyük bölümünü ele geçirebilir. Yani her şey amacına ulaşıp ulaşmayacağına ya da savaşın başka bir yerde durup durmayacağına bağlı. Yani her şey bu savaşın ne zaman ve nasıl duracağına bağlı. Bittiğinde? Bu, İsrail’in topyekûn zaferiyle mi sonuçlanacak yoksa İsrail, bir noktada tam zafer kazanamadan savaşı durdurmak zorunda mı kalacak? Savaş sona erdiğinde, savaş sonrası için müzakere edilebilecek düzenin ne olduğu sorusu ortaya çıkar. Sanırım bu noktada durumun ne olacağını bilmiyoruz. Bölge ülkelerinin Gazze’nin gelecekteki güvenliğinin yanı sıra Gazze’nin yeniden inşasında da rollerinin olduğunu düşünüyorum. Ancak yine de onların Gazze sürecine dahil olması Gazze’deki nihai senaryonun ne olduğuna bağlı olacaktır. Kimsenin felaket bir bölgeye gitmek isteyeceğini sanmıyorum. Herkes ABD, İsrail, Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün, Türkiye, hatta uzaktan uzağa İran’ın bile aralarında bir anlaşma yapıldığına inanmak istiyor. O zaman “tamam, bunu destekleyebiliriz” deyin. Ancak Gazze konusunda uluslararası alanda mutabakata varılmış bir durum yoksa, o zaman hiçbir Arap ülkesinin veya Türkiye’nin, uluslararası veya bölgesel desteğin var olmadığı bir sahaya gitmek isteyeceğini düşünmüyorum. Bu bir felaket reçetesi. Suriye’deki duruma benzer. Çünkü Suriye’deki savaşın nihai olarak sona ermesi konusunda bir anlaşma yok. Suriye’de ülkeler temelde kendi askeri mevzilerini koruyor ancak yeniden yapılanma konusunda bir anlaşma yok. Bu nedenle, öncelikle savaş sona erdiğinde Gazze’ye ne olacağı konusunda siyasi bir anlaşmaya varılması gerektiğini düşünüyorum. Bu, savaşın nasıl durdurulacağına bağlı. Daha sonra bölgedeki ülkeler Gazze’de nihai çözümü desteklemek için devreye gireceklerdir. Gazze’de nihai çözüme ilişkin bir anlaşmaya varılmadan oraya gidemeyecekler.

‘YPG’de Suriyelilerden daha fazla Amerikalılar var’

Türkiye’nin Suriye’ye yönelik “dondurulmuş” normalleşme girişimini de yorumlayabilir misiniz? Bir buçuk yıldır Beşar Esad ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın buluşup buluşmayacağı, normalleşmenin tam olarak uygulanıp uygulanmayacağı konusunu çok tartışıyorduk. Ama artık bu girişimlerin donmuş olduğunu görüyoruz.

İlişkilerin onarılması zaman alacak çünkü bu ikisi savaşın karşıt taraflarındaydı ve savaş henüz tam olarak sonuçlanmadı. Yine Gazze konusunda tartıştığımız gibi farklı hususlar var, Suriye’deki savaş için uluslararası kabul görmüş başka bir nihai çözüm yok. Temelde sahada fiili bir durum var. “Yani çatışmalar durdu”, “Esad burayı kontrol ediyor”, “Türk askeri orada”, “Bu kısmı Amerikalılar kontrol ediyor”, “Şurayı İranlılar kontrol ediyor” gibi şeyler var. Ancak geleceğe dair herhangi bir anlaşma yok. Türkiye’nin masada çok önemli sorunları olduğunu düşünüyorum. Biri İdlib’in geleceği, diğeri ise aslında Suriyelilerden çok Amerikalıları barındıran YPG grubunun geleceği. Esad elbette Türk birliklerinin Suriye topraklarından çıkmasını ister. Yani herhangi bir Arap ülkesinin lideri de aynı şeyi söyler. Ama öte yandan Türkiye artık mültecilerin Türkiye’ye gelmemesini de istiyor. Yani İdlib’i terk ederlerse biliyorsunuz Suriye birlikleri İdlib’e gider ve bir milyon Suriyeli daha Suriye’ye itilir. Bu bir sorun. Öte yandan aslında Esad’ın Türkiye’deki pek çok Suriyeli mültecinin evlerine dönmesine olanak sağlayacak güvenlik garantileri vermesini istiyorlar. O halde soru aynı zamanda Kuzeydoğu Suriye’deki Kürt hareketi, askeri kabiliyetleri vb. ile ilgili. Yani bu konularda çok uzakta olduğumuzu düşünüyorum.

Diğer konu ise Gazze Savaşı’nın dikkatleri Suriye meselesinden uzaklaştırmasıydı. Sanırım farklı bir Orta Doğu ortamında, farklı bir Amerika’nın Orta Doğu’yla ilişkilerinde, bırakın Türkiye ve Suriye’yi, Amerikalıların bile Suriye hakkında farklı düşünebileceği bir siyasi alan olduğunu hayal etmenin mümkün olduğu bir noktaya ulaşıyorduk. Böylece Arap dünyasının Esad’ı Arap Birliği’ne kabul etme anlamında ona doğru adım attığını gördük. Ama yine de  geri dönüş meselesi, açısından Esad’ın mültecilerin geri dönüşünü, ekonomik yaptırımların kaldırılıp geri gelen insanlara gerçekten bakabilecek duruma gelinceye kadar kabul etmeyecektir. Yaptırımlar da kaldırılmayacak çünkü ABD yaptırımları kaldırmayacak. Yani her şey bir şekilde birbirine bağlı. İşler az da olsa ilerleyebilir, ancak kısa vadede bunu çözmenin çok zor olacağını düşünüyorum.

‘Ukraynalılar destek aldığı müddetçe Batı’nın niye destek verdiğini umursamıyor’

Size İngiltere Dışişleri Bakanı David Cameron’un açıklamalarını sormak istiyorum. Washington’daydı ve şöyle dedi: “Savunma bütçenizin yüzde 10’unu fazladan harcıyorsunuz ve Ukraynalıların cesaretiyle, Rusya’nın savaş öncesi savunma teçhizatının ve halkının yüzde 50’sini yok ediyorsunuz. Hem de Amerikalılar ve İngilizler hayatını kaybetmeden. Bu harika bir yatırım.” Bu, Ukrayna topraklarında olup bitenlerin yarı-vekalet savaşı olduğunun itirafı mı?

Ukraynalılar için bunun gerçek bir savaş olduğunu düşünüyorum. Bu onların bölgesiyle ilgili. Onlar için bu, 1921’de ülkelerinin bölünüp farklı Avrupalı güçlere verildiği, Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’ni birleştirmek için Türk ordusunu harekete geçirdiği Türkler için olduğundan farklı değil. Onlara göre bu bir milliyetçilik eylemidir. Ama ne yazık ki David Cameron’un söylediklerinin tam olarak Putin’in düşündüğü gibi olduğunu sanıyorum. Ukrayna savaşının aslında Batı’nın vekalet savaşı olduğunu düşünüyor. Sanırım David Cameron’un demek istediği, Rusya’yı zayıf tutmak ve Ukrayna’da meşgul ederek büyük bir güç olmasını engellemek için ödenecek çok küçük bir bedel olduğunu söyleyerek ABD Kongresi’ni savaşı desteklemeye devam etmeye teşvik etmekti. Ancak Ukrayna savaşının bir vekalet savaşı olduğu anlamında yanlış okunacak. Gerçeğin bu olduğunu düşünmüyorum. Ukraynalılar için savaşın gerçek olduğunu düşünüyorum. Kendi bölgelerini savunuyorlar. Batı’nın desteğine ihtiyaçları var. Destek aldıkları sürece Ukraynalıların Batı’yı neyin motive ettiğini umursadıklarını düşünmüyorum. Demek istediğim, Ukraynalıların savaşı algılama biçimi, Londra’da, Madrid’de, Amsterdam’da ya da Washington’da oturan birinin savaşı algılamasından çok farklı. Onlara göre mesele Rusya’yı zayıf tutmak olabilir. Ancak Ukraynalılar için mesele ülkelerini korumak.

SÖYLEŞİ

“Alman sermayesinin mevcut çıkarları CDU-SPD koalisyonu ile örtüşüyor”

Yayınlanma

Yazar

Almanya’da uzun süredir sallanan SPD-Yeşiller-FDP koalisyon hükümeti (“trafik lambası”) çöktü. Çöküş, FDP’nin bütçe ve anayasal borç freni üzerine koalisyon ortaklarına bayrak açmasıyla başlamış görünüyor. Fakat Alman ekonomisinin Ukrayna savaşı ve Rusya karşıtı yaptırımların öncesinde başlayan sorunları yüksek enflasyon, enerji maliyetleri ve Çin’deki ihracat pazarındaki gerileme ile birleşince Avrupa’nın en büyük ekonomisi bir kez daha “hasta adam” olarak nitelenmeye başlandı.

Almanya’da günlük olarak yayınına devam eden sol gazete Junge Welt’in yayın kurulu üyesi Arnold Schölzel, Almanya’nın büyümesinin, Ukrayna savaşının ve sosyal harcamaların aynı anda finanse edilmesinin sonuna gelindiğini, FDP’nin keskin sosyal kesinti talebinin aslında bir sonraki federal hükümetin de programı olduğunu savunuyor.

Anayasal borç freni söz konusu olduğunda bu frenin gevşetilmesine karşı çıkar görünen CDU/CSU’nun, olası bir yeni hükümette bundan geri adım atmaya hazırlandığına işaret eden Schölzel, burada hâlâ partiler arasında nüanslar olduğunu ve bunun önümüzdeki seçim kampanyasının konularından biri olacağını düşünüyor.

Alman sermayesinin Doğu Avrupa ve Ukrayna’da çıkarları bulunduğunu kaydeden gazeteci, özellikle Doğu Avrupa’nın Alman sanayisi için bir “ucuz işgücü rezervi” olduğunu hatırlatıyor ve sermayenin savaş yanlısı politikaları desteklediğinin altını çiziyor. Dolayısıyla, Alman ekonomisinin bundan sonra toplumun militarizasyonu ile birlikte ilerlemesi kuvvetle muhtemel.

Almanya için Alternatif’i (AfD) “CDU/CSU’nun devamı” olarak gören Schölzel, Alman sermayesinin çıkarlarının bir CDU-SPD koalisyonunda yattığını düşündüğünü belirtiyor.

‘FDP BİR SONRAKİ HÜKÜMETİN PROGRAMINI İLAN ETTİ’

Anlaşıldığı üzere, Almanya’daki trafik ışığı koalisyonunun çöküşü aslında çok gecikmişti. Ukrayna savaşı ve Rusya karşıtı yaptırımların “icat ettiği” ekonomik kriz ve bu yılki Avrupa Parlamentosu ve Doğu Almanya eyalet seçimlerindeki yenilgiler, hükümetin zamanının geldiğini göstermişti. Çöküş sadece FDP ile SPD-Yeşiller arasındaki ekonomik program farklılığından mı kaynaklanıyor? Parlamentodaki partiler Almanya’daki ekonomik ve siyasi krize yönelik çözüm önerilerinde ne kadar farklılar?

Bu hükümet başından beri bir savaş hükümetiydi. ABD’nin Ukrayna’daki vekalet savaşına önemli mali kaynaklarla katıldı ve Rusya’ya karşı iktisadi bir savaş yürüttü; bu Rusya için değil ama Alman sanayii için yıkıcı sonuçlar doğurdu. Kuzey Akım 2 Baltık Denizi boru hattının muhtemelen ABD hükümeti tarafından havaya uçurulmasını kabul etti. Sonuç olarak Alman ekonomisi iki yıldır durgunluk içinde ve sanayileşmiş ülkeler arasında büyüme açısından listenin en sonunda yer alıyor. Bu durum devlet bütçesinin sınırlarını zorladı. Büyüme dürtülerinin, savaşın ve sosyal yardımların aynı anda finanse edilmesi artık mümkün değil. FDP keskin sosyal kesintiler istedi. Bunu yaparken de bir sonraki federal hükümetin politikalarını ilan ediyordu.

‘DOĞU AVRUPA ÜLKELERİ ALMAN SANAYİSİ İÇİN UCUZ İŞGÜCÜ REZERVİ’

Şansölye Scholz ve hükümetine Alman iş dünyasından gelen tepkiler de dikkat çekici. Başta sanayiciler olmak üzere sermayenin tüm sözcüleri CDU/CSU’nun yanında yer alıyor ve Donald Trump’ın dönüşünü ve Ukrayna Savaşı’nı gerekçe göstererek derhal seçimlere gidilmesini talep ediyor. Ancak konu anayasal borç freni tartışmasına geldiğinde, birlik yok gibi görünüyor. Borç freni gerçekten bu kadar önemli mi? Ukrayna’yı desteklemek, Trump’ın olası gümrük vergilerine karşı mücadele etmek ve aynı zamanda Alman ulusal borcunu azaltmak mümkün mü?

Alman sermayesi Scholz’un savaş rotasıyla hemfikirdi ve şimdi de hemfikir. Rusya ile iktisadi bağları keskin bir şekilde azalttı ve daha temkinli de olsa Çin’e karşı düşmanca bir politikayı destekliyor. Hem sanayi hem de CDU/CSU şimdi borç freninde reform yapmaya istekli olduklarını açıkladılar. Sanayi için sübvansiyonlar ve Ukrayna’ya silah sevkiyatı talep ediyorlar. Alman ekonomisinin tüm Doğu Avrupa’da olduğu gibi burada [Ukrayna] da uzun vadeli çıkarları var. Doğu Avrupa ülkeleri Alman sanayisi için bir tezgah ve ucuz işgücü için bir rezerv görevi görüyor. Alman sanayisi burayı Almanya’nın arka bahçesi olarak görüyor. Sosyal kesintilerin ne kadar derin olması gerektiği konusunda hâlâ farklılıklar var. Bu konu muhtemelen seçim kampanyasının odak noktası olacaktır.

Alman devleti ekonomik yeniden yapılanma programı ile devletin, ekonominin ve toplumun militarizasyonunu bir ve aynı şey olarak mı görüyor? Yeni askerlik yasası, zorunlu askerlik tartışmaları ve Bundeswehr’in modernizasyonu krizden çıkış yolu olarak propaganda ediliyor gibi görünüyor. Parlamentonun Silahlı Kuvvetlerden Sorumlu Üyesi Eva Högl geçtiğimiz yaz yaptığı açıklamada gençlerin Bundeswehr’de “yapıyı, yoldaşlığı ve görev bilincini” öğrendiklerini, “tüm bu niteliklerden ekonominin de yararlandığını” söyledi. Ekonomiyi militarize edecek bir planla mı karşı karşıyayız?

Evet, iktidardakiler toplumun bir bütün olarak militarize edilmesinden yanalar. Bunu oldukça açık bir şekilde söylüyorlar: Bundeswehr okullarda reklam yapmalı; Bavyera’da bunun için yeni bir yasa var. Sağlık sistemi çok sayıda yaralıyı tedavi etmek için hazırlanıyor. Alman Savaş Bakanı Boris Pistorius (SPD) bunu “savaş kabiliyeti” terimiyle özetledi. Bunun dört ila beş yıl içinde yaratılması gerekecek çünkü Rusya o zaman muhtemelen NATO’ya saldıracak. Genel olarak bu, her şeyden önce sivil hakların kısıtlandığı devletin gerici-militarist bir yeniden yapılandırılmasıdır.

‘ALMANYA’DA FAŞİZM UKRAYNA SAVAŞI İLE REHABİLİTE EDİLDİ’

İsrail’in Gazze’ye saldırısı söz konusu olduğunda AfD ve Yeşiller aynı parlamento tasarısını destekliyor. Benzer şekilde, “düzensiz göçle mücadele” söz konusu olduğunda CDU/CSU neredeyse AfD ile eşleşiyor. Tüm partiler AfD ile işbirliği yapmayı reddetse de, AfD politikalarının Alman siyasetinde “ana akım” haline geldiğini söylemek mümkün mü? Her halükarda AfD’nin Almanya’nın geleceğinde bir rol oynaması muhtemel görünüyor.

AfD, CDU/CSU siyasetinin bir devamı. Aradaki fark: Parti içinde açık faşistlere izin veriyor. CDU ve CSU 40 yıldır göçmenlere ve sığınmacılara karşı ırkçı kışkırtmalar yoluyla mücadele ediyor. AfD bunu devraldı ve genişletti: ırkçılığı artırdı ve bilinçli olarak şiddeti teşvik etti. AfD, Müslümanlara yönelik baskı ve cinayetler nedeniyle her zaman İsrail’in yanında yer almıştır. Bu durum Gazze’deki mevcut soykırımla birlikte daha da artmıştır. Yeşiller bugün en kavgacı Alman partisidir. Ukrayna savaşında Rusya’ya karşı ırkçı klişeler kullanıyorlar ve Netanyahu hükümetinin ırkçı tutumuna tamamen katılıyorlar. Yeşiller, İsrail’in politikalarına yönelik her türlü eleştiriyi antisemitizm olarak suçluyor ve bunda da başarılı oluyor. AfD’deki faşistler nedeniyle, federal düzeydeki diğer partiler arasında AfD ile çalışma konusunda hâlâ çekinceler var. Eyalet düzeyinde durum farklı; işbirliği belediyelerde işe yarıyor. Almanya’da faşizm, özellikle Ukrayna’daki savaşla birlikte rehabilite edildiğinden, AfD’nin birkaç yıl içinde federal düzeyde de kabul görmesi mümkün olabilir. Rusya ile barış için çaba gösteriyormuş gibi davrandığı sürece bu pek olası değil.

‘ALMAN EMPERYALİZMİ İÇİN DAHA FAZLA BAĞIMSIZLIĞIN KOŞULLARI YARATILIYOR’

Yukarıdaki soruyla da ilişkilendirilebilir: Egemen sınıfın içinden yükselen sesler arasında “güçlü ve kararlı bir hükümet” çığlığı önemli bir yer tutuyor. Anketler olası bir federal erken seçimde CDU/CSU’nun birinci parti olacağını gösteriyor. CDU/CSU tek başına bu “güçlü ve istikrarlı hükümet” talebini karşılayabilir mi? Alman siyaseti “siyaset dışı” aktörlere ya da kurumlara yönelmek zorunda kalacak mı?

Bir sonraki federal seçimin tarihi CDU/CSU ve SPD arasında müzakere edildi. Bu semptomatik bir durum: tüm retoriğe rağmen iletişim halindeler. Şu anki duruma göre ancak her iki partinin koalisyonu bir sonraki hükümeti kurabilir. Bence bu aynı zamanda Alman sermayesinin mevcut çıkarlarıyla da örtüşüyor. Egemen sınıf henüz içeride otoriter bir rejime kararlı değil, fakat bunun koşullarını hazırlıyor. Dış politika açısından ise henüz ABD’den kopamıyor ama AB’de ve belki de NATO’da daha güçlü bir liderlik rolü için çabalıyor. Bu aynı zamanda Alman emperyalizmi için gelecekte daha fazla bağımsızlığın koşullarını yaratmaktadır.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

‘Türk dünyası ekonomik entegrasyona hazırlanıyor’

Yayınlanma

Türk dünyasının ilk uluslararası finans kurumu Türk Yatırım Fonu, 1 Ocak 2025’te politika belgesini açıklamaya hazırlanıyor. Türk Yatırım Fonu Başkanı Büyükelçi Baghdad Amreyev’e merak edilenleri sorduk.

Finansal uluslararası işbirliği kurumu olarak oldukça yenisiniz. Ve ilk Yönetim Kurulu toplantınızı mayıs ayında yaptınız. O toplantının sonuçları ve toplantıda tartışılan stratejilerin ve kararların uygulanması için oluşturulan yol haritası hakkında bilgi verir misiniz?

Bildiğiniz gibi, Türk Yatırım Fonu’nun kurulması kararı, Türk dünyasının liderleri tarafından 2022’de Semerkant’taki zirvede alındı. Kasım 2022’de, Türk dünyasının ilk finansal mekanizması ve kurumu olan Türk Yatırım Fonu’nun kurulması için özel bir anlaşma imzalandı. Orada ben de kurucu başkan olarak atandım.

Daha sonra kuruluş anlaşmasını hazırlamaya başladık ve çok kısa bir sürede anlaşmayı ortaya çıkardık. 16 Mart 2023’te, Ankara’da Türk dünyası liderlerinin olağanüstü zirvesinde, ülkelerimizin maliye ve ekonomi bakanları, liderlerimizin huzurunda bu kuruluş anlaşmasını imzaladılar. Gerçekten tarihi bir andı.

2023 yılı sonunda parlamentolarımızda onay süreci tamamlandı ve anlaşmaya göre Fon 24 Şubat 2024’te resmen yürürlüğe girdi. Bu, bizim Fonun “doğum günü” olarak kabul ettiğimiz gündür.

O tarihten bu yana çok sayıda organizasyon tamamlandı. 18 Mayıs’ta Türk Yatırım Fonu Başkanı olarak Fonun en yüksek yönetim organı olan Guvernörler Kurulu’nun ilk toplantısını düzenledim.

Türkiye Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz da o toplantıya katıldı, değil mi?

Evet, Türkiye Cumhurbaşkanı Yardımcısı Sayın Cevdet Yılmaz da bu toplantıya katıldı ve toplantıya başkanlık etti. Bizim için büyük bir onurdu.

Toplantı oldukça başarılı geçti ve Guvernörler, Fonun kurumsallaşmasının tamamlanması da dahil olmak üzere birkaç önemli karar aldılar. Ayrıca Yönetim Kurulu’nu kurdular ve onlara temel prosedür belgelerini ve diğer gerekli eylemleri hazırlamaları için talimat verdiler. O zamandan beri, Haziran ve Ağustos aylarında, iki toplantı düzenledim ve bu toplantılarda Fonun operasyonel faaliyetlerinin başlaması için önemli kararlar aldık. Operasyonel yapının oluşturulması ve yatırım politikasının hazırlanması devam eden süreçler arasında

Yatırım politikası belgemiz hala taslak aşamasında.

Yatırım politikası hazırlanması hala devam ediyor yani.

Evet, hala devam ediyor. Bu, Fonun önceliklerini ana hatlarıyla belirleyeceği, hangi projelere odaklanacağımızı ve rolümüzün ne olacağını belirteceği için önemli bir belge.

Guvernörler Kurulu’nun ilk toplantısında Azerbaycan’dan Sayın Ramil Babayev, Fonun operasyonlarını yönetmekten sorumlu Türk Yatırım Fonu Genel Müdürü olarak atandı.

Yatırım politikası kesinleştirildiğinde ve yönetim yapısı tamamen yerleştiğinde, operasyonel faaliyetlere başlamaya hazır olacağız. 

Politika hazırlıklarınızın hala devam ettiğini anlıyorum, ancak Türk Yatırım Fonu’nun hangi temel sektörleri veya endüstrileri destekleyeceği konusunda bize bir fikir verebilir misiniz? 

Evet, önceliklerimiz oldukça açık ve bunlardan birçok kez bahsettim. Her şeyden önce, Türk Yatırım Fonu’nun birden fazla amaca hizmet ettiğini belirtmek önemli. Sadece kendi ülkelerimiz içindeki projeleri finanse etmemiz gerekseydi, yeni bir fon kurmaya gerek kalmazdı. Bunun için zaten çok sayıda fon ve bankamız var.

Ancak, Türk Yatırım Fonu sadece ülkelerimiz içindeki projeleri finanse etmek için değil, aynı zamanda uluslarımızın ekonomik entegrasyonuna katkıda bulunmak için kuruldu. Fonun temel odak noktası, ülkelerimiz arasındaki entegrasyonu ve işbirliğini teşvik eden ortak projeleri finanse etmek olacak. Bu, Türk dünyasının birliği ve ekonomik gücü için hayati önem taşıyor.

Türk dünyası için ekonomik entegrasyon kavramını biraz açabilir misiniz?

Herhangi bir siyasi veya ekonomik bloğun nihai amaçları vardır. Amacımız, Türk dünyasına hizmet etme potansiyelini birleştirmek için ekonomilerimizi bir araya getirmek. Ekonomik entegrasyon, ekonomilerimizi güçlendirmek ve ekonomik potansiyelimizi birleştirmek için birlikte çalışmak anlamına geliyor. Biz yedi ülkeyiz. Ticareti teşvik ederek, yatırımları kolaylaştırarak ve altyapı, enerji ve ulaşım gibi alanlarda ortak girişimleri destekleyerek daha güçlü ve daha birleşik bir Türk dünyası inşa etmeyi amaçlıyoruz.

“Ekonomik entegrasyon” derken tam olarak neyi kastediyorsunuz? Bu entegrasyonun bir parçası olarak ortak bir Türk para birimi veya finans altyapısından mı bahsediyorsunuz?

Ekonomik entegrasyon, en azından başlangıçta, tek bir para birimi veya birleşik bir altyapıya sahip olmak anlamına gelmez. Daha çok, özellikle enerji, ulaştırma ve KOBİ’ler gibi kilit sektörlerde, ortak projeler aracılığıyla birbirimizin ekonomilerine daha derin bir şekilde dahil olmakla ilgili.

Amacımız, Avrupa Birliği veya diğer bölgesel gruplar gibi ortak hedefler doğrultusunda çalışabilen ekonomik ve politik bir blok oluşturmak. Birbirimizin ekonomilerini desteklemeli ve tüm ülkelerimize fayda sağlayacak ortak projeler üzerinde işbirliği yapmalıyız. Bu, Türk dünyasının birliği için önemli bir koşuldur.

Fon’un Türk dünyasının eksik parçası olduğunu anlıyorum. Şimdi, bu boşluğu doldurdunuz mu?

 Türk birliği halen çok taze. Türk Devletleri Teşkilatı ve diğer ilgili işbirliği örgütleri sadece 10-15 yıl önce kuruldu. Çok kısa bir süre. Elbette zamana ihtiyacımız var. Türk Yatırım Fonu’nun bu süreci hızlandıracağından eminim.

Ekonomilerimizi daha rekabetçi ve dayanıklı hale getirmek için birlikte çalışmamız gerekiyor. Zamanla Türk Yatırım Fonu, Türk dünyasında ekonomik entegrasyonu teşvik etmek için birincil finansal araç olmayı hedefliyor.

Fonun temel önceliklerinden biri, ülkelerimize yabancı yatırım çekmektir. Bunu yapmanın iki yolu vardır: Birincisi, ulusal projeleri destekleyerek ve yabancı ortakları katılmaya teşvik etmek ikincisi ise Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası, Asya Kalkınma Bankası ve İslam Kalkınma Bankası gibi diğer uluslararası finans kuruluşlarıyla işbirliği yapmak.

Elbette, büyük projeler için kendimizi finanse edemiyoruz ancak bu finans kuruluşları projelerimize katkıda bulunmak için çok istekli.

Büyükelçi Amreyev, hem kurumlar hem de ülkeler açısından Asya’daki diğer güçlere ilişkin olumlu bir işbirliği perspektifine sahip olduğunuzu anlıyorum. Ancak aynı zamanda, bu bir tür jeopolitik zorluğu da beraberinde getiriyor. Çin, Rusya, diğer bazı komşu Avrupa ülkeleri… Türk Yatırım Fonu bu jeopolitik zorluklarla nasıl başa çıkacak? Bunu takiben, bir başka soru şu olabilir: Eğer küresel bir güç olarak yükselen Türk bloğundan söz ediyorsak ve Türk Yatırım Fonu finans sektöründe aktif bir oyuncu olmak istiyorsa, bu gerçekler göz önüne alındığında stratejinizi nasıl sürdüreceksiniz?

Yatırım fonu bir siyasi örgüt değil, bir finans kuruluşudur. Bu nedenle Türk Yatırım Fonu, günümüzün sorunlu dünyasının jeopolitik rekabetine veya zorluklarına dahil olmak durumunda değil. Evet, küresel toplumun karşı karşıya olduğu dramatik zorlukları kabul ediyoruz, ancak bunlarla başa çıkmak politikacıların işidir. Finansörler olarak rolümüz rekabetten ziyade işbirliğine katkıda bulunmaktır. İşbirliğine odaklanarak, bu küresel zorlukların bazılarını hafifletmeye ve uluslararası rekabetin yoğunluğunu azaltmaya yardımcı olabiliriz.

Bu nedenle olumlu bir rolümüz var, diğer ekonomik ve finansal kurumlarla birlikte çalışıyoruz. Yapıcı işbirliği ve ortak projeler aracılığıyla, karmaşık dünyamızdaki işbirlikçi çabaları desteklemeyi ve teşvik etmeyi amaçlıyoruz.

Öte yandan, küreselleşmenin dünya çapında rekabeti önemli ölçüde artırdığını da kabul ediyoruz. Sonuç olarak, ülkelerimiz yatırım çekmede zorluklarla karşı karşıya. Bu rekabet gerçek ve hedefimiz, ülkelerimizin bu zorlukların üstesinden gelmelerine ve daha rekabetçi olmalarına yardımcı olmak. Ekonomilerimizin büyümesini başarıyla destekleyerek, uluslarımızın rekabet gücünü artırmada önemli bir rol oynayabiliriz. Şu anda altı ülke Türk Yatırım Fonu’nun tam üyesidir: Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Macaristan. Ayrıca Türkmenistan’ın yakında yedinci tam üye olarak katılmasını bekliyoruz. Ayrıca, Türk Yatırım Fonu üye olmayan kuruluşlarla işbirliğine açık. Kuruluş anlaşmamız, gerekli koşulları karşılamaları ve şartları kabul etmeleri halinde diğer ülkelerin de katılmasına olanak tanıyor. Bu, dış ortaklarla da yapıcı işbirliğine imkan sağlıyor.

Uluslararası finans kuruluşlarıyla ilgili olarak, hepsiyle çalışmaya açığız. Zaten müzakerelerdeyiz ve çeşitli finans kuruluşlarının bizimle işbirliği yapma konusunda artan bir ilgi gösterdiğini gözlemliyoruz. Büyük finans fonları, bankalar ve kuruluşlarla çalışarak, üye ülkelerimiz içinde önemli kalkınma ve altyapı projelerine katılabiliriz.

Bu büyük finans kuruluşları işbirliğine olan ihtiyacı kabul ediyorsunuz ve bu da büyük altyapı projelerine önemli yatırımlar yapılacağı anlamına geliyor. Örneğin, özellikle Rusya-Ukrayna savaşı ışığında, Kazakistan ve Türkmenistan’da enerji altyapısını genişletmeye yönelik artan bir ilgi var ve bu da Türk dünyasının Avrupa için önemini artırıyor. Avrupa Birliği’nin Türk bölgesindeki enerji projelerine milyarlarca avro yatırım yapmayı planladığını biliyoruz. Projeler hakkında daha fazla bilgi verebilir misiniz?

Büyük altyapı projeleri maliyetlidir ve birden fazla finans kuruluşunun katılımını gerektirir. Bahsettiğim gibi, Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası ve birkaç Asya bankası bu tür bir işbirliğinin kurulması konusunda istekli. Finanse edilecek özellikle enerji sektöründe olmak üzere halihazırda boru hattında birkaç projemiz var. Kazakistan, Türkmenistan ve Azerbaycan petrol ve gaz üreticisi olsa da, şu anda bu kaynakları verimli bir şekilde taşımak için boru hatları ve elektrik hatları gibi daha fazla sınır ötesi enerji altyapısına ihtiyacımız var.

Ulaşım ağının inşası sadece üretim için değil, aynı zamanda tüketiciler için de önemli. Bu nedenle diğer uluslararası finans kuruluşlarından giderek artan bir ilgi görüyoruz. Ulusal hükümetlerimizin planları var ve Kazakistan, Türkmenistan ve Azerbaycan’ın Türkmenistan’dan Azerbaycan, Türkiye ve Avrupa’ya gaz boru hatları inşa etme girişimlerinde yer aldığını biliyorum. Ülkelerimiz ve Avrupalı ortaklarımız bu projelere büyük ilgi gösteriyor.

Türk dünyasında başka enerji projeleri de var. Örneğin, Kırgızistan’da Özbekistan ve Kazakistan’a hizmet edecek bir enerji santrali inşa etme konusunda büyük planlar var. Bu devasa altyapı projeleri halihazırda çeşitli finans kuruluşları tarafından inceleniyor ve işbirliği yapılabilecek çok sayıda alan var. Elbette, hükümetlerimizle yakından çalışıyoruz, önceliklerini, planlarını ve programlarını izliyoruz. Ayrıca, ulusal hükümetler tarafından ve zirvelerimizde ve hükümetler arası komisyonlarda alınan kararları da dikkate alarak, paydaşlarımız olan üye devletlerimizin öncelikleriyle uyumlu olduğumuzdan emin oluyoruz.

Macaristan’ın, özellikle AB başkanlığı sırasında, katkılarından dolayı Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) tarafından çok takdir edildiğini biliyoruz. Macaristan’ın Avrupa ve Türk dünyasını birbirine bağlamadaki rolü çok önemli kabul ediliyor. Aynı zamanda Macaristan, Türk Yatırım Fonu’na önemli miktarda parasal katkıda bulunduğunu resmen açıkladı. Bu konuda daha fazla bilgi paylaşır mısınız?

Evet, bu bir sır değil. Fon başlangıçta beş üye ülke tarafından kuruldu ve ardından Macaristan eşit payla katıldı. Her ülke 100 milyon dolar katkıda bulundu ve fonun başlangıç ​​sermayesi 600 milyon dolar oldu. Daha önce de belirttiğim gibi, bu başlangıç ​​sermayesi önümüzdeki yıllarda fonu diğer uluslararası finans kuruluşlarıyla işbirliği için daha rekabetçi ve çekici hale getirmek için önemli ölçüde artırılacak.

Fondaki paylar her zaman eşit olarak kalacak mı?

Şart değil. Başlangıç ​​sermayesine eşit paylarla katkıda bulunuldu, ancak ek sermaye daha sonra kararlaştırılabilir ve şüphesiz aynı dağılımı takip etmeyecektir. Macaristan’a gelince, diğer üyelerle aynı payla tam üye olarak katıldı. Macaristan’ın 2018’de Türk Devletleri Örgütü’ne katılmasından bu yana Türk işbirliğinde çok yapıcı bir rol oynadığını söylemeliyim. Macaristan, diğer TDT üye devletleriyle birlikte tüm işbirliği mekanizmalarına aktif olarak katılıyor. Yakın zamanda, Macaristan’ın fona katılımını kesinleştirdiğimiz ve onları tam üye yaptığımız Budapeşte’deydim. Macaristan, Türk dünyasını Avrupa’ya ve Avrupa Birliği ile Türk Devletleri Teşkilatı arasında bağlamada gerçekten vazgeçilmez bir rol oynuyor. Macaristan’ın rolünü takdir ediyoruz ve gelecekte büyümeye devam edeceğine, yalnızca Türk dünyasının entegrasyonuna değil, aynı zamanda AB ile daha yakın işbirliği yoluyla küresel entegrasyonuna da katkıda bulunacağına inanıyorum.

Fona katkıları açıklığa kavuşturmak için soruyorum, her ülke ne kadar ödeyecek? Örneğin, Türkiye’de, Türkiye’nin Kazakistan ve Türkmenistan’daki enerji altyapısı ve boru hatları gibi projeler için devlet fonu sağlayıp sağlamadığı tartışılıyor. İnsanlar, başka ülkelerdeki projeler için hazineden ne kadar rakam ödeneceğini merak ediyor.

Herhangi bir uluslararası finans kuruluşunda olduğu gibi, proje finansmanı ve önceliklendirmeyle ilgili tüm kararlar Yönetim Kurulu tarafından verilecek. Her ülkenin çıkarları ve katkıları dikkate alınacak ve burada “kaybeden” olmayacak, sadece “kazanan” olacak. 

Bu önemli röportaj için çok teşekkür ederim, Sayın Büyükelçi. Hala birçok sürecin devam ettiği anlaşılıyor, ancak şimdilik bize bir manşet verebilir misiniz? Yakın gelecekte dünyanın hangi bölgesinin Türk Yatırım Fonuyla büyük ölçekli projelerde işbirliği yapma olasılığı en yüksek? Avrupa, Asya, Rusya veya Körfez ülkeleri mi olacak? Türk Yatırım Fonu işbirliklerinde en büyük sürpriz ne olacak?

Öncelikle Türk Yatırım Fonu yeni kurulmuş bir finans kuruluşudur ve 1 Ocak 2025’te operasyonel faaliyetlerimize başlayacağız. Avrupa, Asya, İslam dünyası ve Arap dünyasındaki finans kuruluşlarıyla yakın temas ve müzakereler içindeyiz. Onlar tarafından güçlü bir ilgi görüyoruz ve onlarla ilişkilerimizi geliştirmek için eşit derecede istekliyiz.

Bence en büyük sürpriz, üye devletlerimiz içinde Türk bölgesinde elde edeceğimiz başarı olacak. Ülkelerimizin ekonomik kalkınmasına katkıda bulunmaya ve ortak projeler üzerinde birlikte çalışan girişimcileri desteklemeye ciddi şekilde kararlıyız. Onları desteklemek ve Türk ülkeleri ve şirketleri arasında daha fazla ortak girişim teşvik etmek için buradayız.

Söylediğim gibi, nihai hedef, daha birleşmiş bir Türk dünyasının temeli olacak Türk ülkeleri arasında daha fazla ekonomik entegrasyona katkıda bulunmaktır. Bu bizim temel amacımız.

Büyükelçi Bağdat Amreyev, bu diplomatik röportaj için teşekkür ediyorum. Türk Yatırım Fonu’nun politikaları, yatırımları ve projeleri resmi olarak başlatıldığında 1 Ocak’tan sonra daha fazlasını duymayı dört gözle bekliyoruz.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

Uzmanlara BRICS’i sorduk – 3: Üye ülkelerin karşı karşıya olduğu zorluklar neler?

Yayınlanma

Rusya Federasyonu’na bağlı Tataristan Cumhuriyeti’nin Başkenti Kazan’da gerçekleştirilen BRICS Zirvesi’nin yankıları devam ederken; gündemle ilgili soruları BRICS & Şanghay İşbirliği Örgütü İnovatif Diplomasi Merkezi Direktörü Dr. Nina Ladıgina-Glazunova’ya sorduk.

İlber Vasfi Sel: Nina Hanım, Kazan’daki zirveye siz de katılım sağladınız. Zaten direktörü olduğunuz kurumda “Bricsolog” olarak çalışmalarınıza devam ediyorsunuz. Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin için zirve hem sembolik hem de pratik açıdan önemli görülüyor. Siz ne düşünüyorsunuz? Bu zirvenin Rusya için önemini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu zirve Rusya’nın küresel ajandasını nasıl etkiler? Ek olarak; BRICS içerisinde rekabet halinde olan ülkeler de var. Üye ülkeler arasındaki rekabet ve çatışmaları değerlendirdiğinizde BRICS’in çeşitli alanlardaki işbirliğini derinleştirme hedefini nasıl görüyorsunuz?

Nina Ladıgina-Glazunova: Kazan’da yapılan BRICS Zirvesi’nin Rusya açısından önemi, esas olarak Batı’nın Rusya’yı tecrit etme politikasının tamamen başarısızlığa uğramasında ve genel gerginliklere rağmen Rusya’nın dünya sahnesindeki öneminin devam ettiğinin kabul edilmesinde yatmaktadır. Kazan’daki BRICS Zirvesi’nin yüzyılın olayı haline geldiğini; Azerbaycan, Ermenistan, Bahreyn, Bangladeş, Belarus, Bolivya, Kongo, Küba, Endonezya, Kazakistan, Kırgızistan, Laos, Malezya, Moritanya, Moğolistan, Nikaragua, Filistin, Sırbistan, Sri Lanka, Tacikistan, Tayland, Türkiye, Türkmenistan, Özbekistan, Venezuela, Vietnam ve Sırp Cumhuriyeti’nden (Bosna-Hersek’e bağlı bir birim) oluşan heyet başkanlarını bir araya getirdiğini görüyoruz. Bunlardan 23’ü devlet başkanları düzeyinde, sadece BRICS üye ülkelerinden (Rusya, Brezilya, BAE, Çin, Mısır, Etiyopya, Hindistan, İran, Güney Afrika ve davetli ülke olarak Suudi Arabistan) değil, aynı zamanda zirveye büyük ilgi gösteren Küresel Güney ülkeleriyle birlikte Birleşmiş Milletler (Genel Sekreter – Antonio Guterres), Avrasya Ekonomik Komisyonu (Yönetim Kurulu Başkanı – Bakıtcan Abdirulı Sağıntayev), Birleşmiş Devletler Topluluğu (Genel Sekreter – Sergey Lebedev), Rusya ve Belarus Birliği Devleti (Devlet Sekreteri – Dmitriy Mezentsev), Şanghay İşbirliği Örgütü (Genel Sekreter – Zhang Ming) ve Yeni Kalkınma Bankası BRICS (Banka Başkanı – Dilma Rousseff) gibi beş uluslararası örgütün başkanları da vardı.

Uzmanlara BRICS’i sorduk – 1: Bağımsız BRICS ödeme sistemi başarıya ulaşabilir mi?

23 Ekim’de heyetler ve BRICS ülkelerinin delegasyon başkanlarının toplantılarının ardından yayınlanan bildiride, BRICS’in kurumsal gelişimini teşvik etme yolu mutabakatla kabul edildi ve tarihte ilk kez, birliğe dahil olan ülkeler bildirgenin ilk paragrafında listelenmiyor.

Bu ne anlama geliyor?

Bunun başlıca nedeninin, bu yıl çoğu formatta eşit düzeyde yer almasına rağmen, hala tam üye statüsünü kabul etme sürecinde olan Suudi Arabistan’ın belirsiz statüsü olduğu varsayılabilir. Bu da yüksek ve uzmanlaşmış bir düzeyde temsil anlamına geliyordu. Ayrıca yazılı, görsel ve sosyal medyada sahte haber tehlikesine ve ülkelerimiz hakkında doğrulanmış bilgilerin yayılmasına da özel dikkat gösterildi.

Zirve ve tüm horizontal formatlar yelpazesi sayesinde Rusya, BRICS’teki başkanlığı sırasında yeni pazarlara girme yeteneklerini genişletebildi, bu kesinlikle olumlu bir andır ve ülke en başından, kurulduğu andan itibaren, bu yönelime bağlı kalmalı ve yalnızca Batı ülkelerine ana yönelim olarak bakmamalıydı. Şimdi yapbozu bir araya getirmek gibi düşünürsek; ekonomiyi çeşitlendirme ve yalnızca yurtdışından gelen bileşenlere odaklanan üretimden uzaklaşma süreci başlatıldı ve yabancı bileşen üreticilerinin üzerimizdeki nüfuzu giderek azaldı. Rusya, kapsamlı bir stratejik ortaklık anlaşması imzalamak konusunda İran ile anlaştı.

Bugün emin bir şekilde söyleyebiliriz ki en güçlü BRICS ülkeleri; Rusya, Çin, Hindistan ve İran’dır. Yani, tek kutuplu Batı dünyasının antipodu haline gelen ülkeler… Parametrelerinde G7’yi aşan küresel bir ülkeler birliğinden bahsedebiliriz ve bu gezegenimizin ekonomik geleceğiyle ilgilidir. Ortak hedeflerine ve çok kutuplu bir dünyaya odaklanmalarına ve kendi kimliklerini korumalarına rağmen; BRICS ülkeleri, özellikle komşularıyla çeşitli rekabet biçimleri ve toprak zorluklarıyla karşı karşıyadır.

Her ikisi de büyük gelişmekte olan ekonomiler olan Çin ve Hindistan, küresel pazarlarda ve gelişmekte olan ülkelerde nüfuz için rekabet ediyor ve birbirleriyle toprak anlaşmazlıkları var. Rusya ve Güney Afrika arasında jeopolitik gerginlikler Özel Askeri Operasyonun başlangıcından bu yana ortaya çıkmıştır. Rusya ve Çin her alanda yakın ortaklardır, ancak her iki ülkenin bireysel siyasi gündemlerinde, Kazakistan gibi Orta Asya ülkeleri gibi, çatışabilecekleri alanlar vardır. Aynı zamanda Hindistan ve Çin, Rusya’nın diplomatik çabalarının da yardımıyla uzun süredir devam eden sınır sorunlarını çözmede ilerleme kaydettiklerini duyurdular ve bu zirvede önemli bir başarıydı.

BRICS ülkeleri ve gelecekteki ortakları, Filistin’e desteklerini ilan ederken; dünyanın dört bir yanındaki yaklaşık iki milyar Müslüman Kazan’daki olayları izledi. Zirve sırasında, birçok delegasyon başkanı Filistin’e, Orta Doğu’ya, hızlıca barışçıl şekilde bir arada yaşamayı ve BM sözleşmelerine uyumu gerektiren çok hassas ve kırılgan bir bölge olarak büyük vurgu yaptı. Bu doğrultuda zirvede Filistin meselesinin dünya Müslüman toplumu için önemini vurgulayan güçlü bir sonuç bildirgesi kabul edildi.

Brezilya, Venezuela’nın BRICS ile yakınlaşmasından pek memnun değil ve bu durum, onu Pakistan gibi “Ortak Ülkeler” listesinde göremememizin başlıca nedenlerinden birisidir (13 ülke BRICS ortak ülke statüsü aldı. Bunlar Türkiye, Kazakistan, Özbekistan, Cezayir, Belarus, Bolivya, Küba, Endonezya, Malezya, Nijerya, Tayland, Uganda ve Vietnam’dı). Ek olarak BRICS’te farklı ülkelerin ve medeniyetlerin dünya düzenine ilişkin farklı fikirleri olması nedeniyle G7 ile çatışma platformu olmayacak.

Öte yandan politikasını dünyadaki tüm çatışmaların çözümü üzerine kuran; ancak Pakistan ile ilgili konulara nadiren değinen Narendra Modi var… Çünkü aralarında uzun yıllardır bir çatışma var ve aynı zamanda Çin ile Rusya, Pakistan’ı BRICS ortağı olarak tanıtıyorlar.

Bu nedenle, BRICS’in ticaret cirosunu artırma, karşılıklı yatırımlar (çatışmaları önlemek için, belirli bölgelerdeki etki alanlarının sınırlandırılması konularını “kıyıda” çözmek gerekir), sosyo-insani değişimlerin birbirimizi daha iyi tanımamızı ve belki de bazı ülkeler söz konusu olduğunda “baltayı gömmemizi” ve ayrıca Türkiye Cumhuriyeti’nin “yumuşak güç” yoluyla yaptığı kültürel genişlemeye yönelik olası müdahaleleri düzenlememizi sağlayacağı gibi karşılıklı olarak faydalı işbirliği alanlarını teşvik etmesi gerektiğine inanıyorum.

Öte yandan Güney Amerika, sosyal, politik, ekonomik olarak her anlamda çok istikrarsız ve ABD’nin güçlü etkisi altında. BRICS platformuna geldiğinizde tüm bunları unutmanız gerektiğini; çünkü büyük resmi ve küresel gündemi düşünmeniz gerektiğini hatırlamak önemlidir. Ve gerçekten barışçıl olarak adlandırılabilecek olan Kazan Zirvesi, BRICS+ formatındaki bazı katılımcıları, örneğin Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan ve Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’i, barış antlaşması, sınır belirleme ve diğer karşılıklı ilgi konular da dahil olmak üzere ikili barış gündemini ilerletmeyi tartışmak üzere bir araya getiren bir toplantı oldu ve daha önce duraklamış olan karşılıklı sorunları çözmek için müzakere etmeye teşvik etti.

Bugün, bildirge halihazırda ulusal para birimlerindeki koşullu rezervler için mevcut mekanizmalarını da açıklıyor. Bunlar: IMF ve Dünya Bankası gibi mevcut kurumlar kadar büyük ve kapsamlı olmasa da; onlar için ciddi bir tehdit oluşturuyor. BRICS Pay mekanizması da başlatıldı: Çin’in CIPS (Sınır Ötesi Bankalararası Ödeme Sistemi) sistemine ve uluslararası SWIFT sistemine benzer bir ödeme sistemi projesi olan BRICS Pay, uluslararası ödeme kartları Visa ve Mastercard veya Rusya’nın MIR, RuPay’i ile Çin’in UnionPay gibi ulusal banka kartlarıyla birlikte çalışabilir ve BRICS+ ülkelerinde kullanabilecek halde olacak.

Gelişmekte olan ülkelerin katılımıyla kolektif çözümler bulmanın doğrudan, açık ve etkili bir yolu, ulusal para birimlerinin giderek yaygınlaşan kullanımıyla de-dolarizasyondur ve bizim için yeni bir rezerv para birimi dediğimiz şeye ihtiyacımız var. Çok sayıda medeniyet ve kültürün temsilcilerinin, bilinçaltında kendi ülkelerinin refahı için kendi gündemlerini tanıtmak istedikleri birleşmeleri, yalnızca Küresel Güney ülkeleri için açık olan konularda; örneğin BM Güvenlik Konseyi reformu veya iklim değişikliği (Burada Vladimir Putin de yeşil gündemi topluma zarar vermek için kullanma konusundaki açıklamasında dikkatlice ima ettiğini hatırlatalım) birleşik bir şeye yönelik kararlar almayı zorlaştırıyor.

BRICS’in rolünün artacağı ve BRICS ülkelerinin halihazırda küresel ekonomik büyümenin itici güçleri olduğu, jeopolitik manzarayı Avrasya’ya ve bir bütün olarak Güney’e doğru kaydırdığı oldukça açık. Mevcut yılın sonuçlarına göre, BRICS’teki ortalama ekonomik büyüme oranı %4 olarak tahmin ediliyor. Bu, G7 ülkelerindeki, sadece %1.7’lik orandan daha yüksek. Ekonomik büyüme oranlarındaki bu kadar farkla, öngörülebilir gelecekte küresel GSYİH’daki ana artış BRICS’te üretilecek. OPEC Plus’da aslında BRICS ülkelerinin bir parçası ve Rusya ve Suudi Arabistan aslında oradaki liderler. Dünya çapında petrol fiyatlarını onlar belirliyor. Ancak çoğu ticaret platformunun bununla mücadele etmek için çıkarlarını lobi yapan Batılı şirketlere ait olduğunu hatırlamakta fayda var ve birleşmek gerekiyor.

BRICS, BM’nin aksine, herkesin aynı masada oturması ve üye devletlerin daha adil bir şekilde temsil edilmesiyle eşit bir sese sahip olması bakımından farklı. Belki de BRICS, gelecekte tüm BRICS ülkeleri tarafından savunulan reformu gerçekleştirerek, BM’ye bir alternatif olabilir. Ancak bu uzun bir süreç olacaktır.

Sorunlarını ve toprak anlaşmazlıklarını kabul eden BRICS ülkeleri, küresel işbirliğinin ortak gündemine odaklanmayı hedefliyor. 1 Ocak 2024’ten itibaren birliğe yeni ülkelerin de dahil olmasıyla, ortak bir hedef adına güçlü bağlar ve diyalog kurulmalı, sadece ‘a priori’ değil, böyle bir format olmamalı, Birlik’in çeşitli alanlardaki işbirliğinin önceliği ile Anglo-Sakson ideolojisine dayalı bir birlik olarak temellendirilmemelidir. Birliğin ortak çıkarları teşvik etme ve eşitlik ve saygıya dayalı çok kutuplu küresel yönetişimi teşvik etme konusunda muazzam bir potansiyeli var.

Zirvede imzalanan mutabakat aynı zamanda herhangi bir katılımcının ulusal çıkarlarının garanti altına alınmasının da bir garantisidir.

İlber Vasfi Sel: Nina Hanım, oldukça geniş ve bilgilendirici cevaplarınız için Harici olarak teşekkür ederiz.

Uzmanlara BRICS’i sorduk – 2: Türkiye BRICS’e üye olabilir mi?

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English