AVRUPA
AMB Başkanı Lagarde: Trump’a ABD LNG’si almayı önerebiliriz
Yayınlanma
Yazar
Harici.com.trAvrupa Merkez Bankası (AMB) Başkanı Christine Lagarde, Donald Trump’ın Beyaz Saray’a dönüşü ve olası ticaret savaşları hakkında Financial Times’a (FT) kapsamlı açıklamalarda bulundu.
Lagarde, Trump’ın “Çin için yüzde 60, dünyanın geri kalanı için yüzde 10 ila 20” gümrük tarifesi belirleme ihtimalini “ilginç” bulduğunu, Avrupa malları için yüzde 10 ila 20 gümrük tarifesi belirlemenin, “Trump’ın sıklıkla benimsediği iddia edilen ve pazarlık yapmayı içeren yaklaşımın bir göstergesi” olduğunu savundu.
“Bir aralık ortaya koymanız, tartışmaya açık olduğunuz anlamına gelir,” diyen AMB Başkanı, kurumunun daha çok “çek defteri stratejisi” adını verdiği bir strateji izlediğini belirtti: Lagarde’a göre bu, ABD’den belirli şeyleri satın almayı teklif etmek ve masaya oturup birlikte nasıl çalışabileceklerini görmeye hazır olduğunun sinyalini vermek anlamına geliyor.
Eğer genel anlamda bir ticaret savaşı söz konusu olursa, bunun sadece ABD’nin gümrük vergilerinin hedefi olan ülkeler için değil, herkes için net olarak olumsuz olacağını savunan eski IMF Başkanı, Trump’ın ilk döneminde Avrupa’ya yönelik gümrük vergisi tehdidi olduğunda Avrupa Komisyonu’nun yaklaşımının “misilleme yapmak değil, müzakere etmek” olduğunu hatırlattı.
Trump’ın sloganına gönderme yaparak, “Küresel talep düşerken Amerika’yı nasıl yeniden büyük yaparsınız?” diye soran Lagarde, Avrupa’nın Trump’ın tehditlerine karşılık olarak ABD’den daha fazla sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) satın almayı önererek karşılık verebileceğini savundu.
Lagarde, buna ek olarak, bazılarını Avrupa’da üretemedikleri ve “üye devletler tarafından uyumlu bir AB yaklaşımıyla” satın alınabilecek savunma malları kategorisine dikkat çekti.
Olası gümrük vergilerinin AMB ve “enflasyonla mücadele” programı üzerindeki etkisi sorulduğunda Lagarde, henüz birçok belirsizlik olduğunu ama kısa vadede sonuçlarının “net enflasyonist” olacağını savundu.
Yine de Lagarde, bunun tarifelerin ne olduğuna, neye ve hangi süre boyunca uygulandığına bağlı olacağını ekledi.
Lagarde, ABD ile Çin arasındaki bir ticaret savaşı sonucunda, ABD pazarında “daha az rekabetçi” olacak Çin menşeli ürünlerin Avrupa’ya “yeniden yönlenme” ihtimali olduğunu kabul etti ve “Bu durum sadece Avrupa’yı değil, ABD dışındaki tüm potansiyel alıcıları da ilgilendirecektir,” dedi.
Avrupa’nın bu durumda kendi pazarlarını Çin mallarına karşı koruyucu gümrük vergileriyle koruma gerekliliği hakkında da konuşan AMB lideri şu cevabı verdi: “Çin ile serbest ticaret, karşılıklı ve her iki taraf için de faydalı olduğu takdirde daha caziptir. Aksi takdirde, elektrikli araçlarda olduğu gibi Avrupa’nın gümrük vergilerini arttırması riski ortaya çıkar. Bu bir ara aşamada gerçekleşebilir. Fakat ben bunu bir risk olarak görüyorum çünkü tarifeleri artırmak ne nihai ne de optimal bir çözümdür.”
Avrupa Merkez Bankası Başkanı Lagarde: İktisadi modellerimiz krizlere yeterince adapte olamadı
AB ve ABD’de Çin’den “ayrışmaya çalışma” (decoupling) sürecinin, bunun yerine riskten uzaklaşmaya (de-risking) evrilip evrilmediği yönündeki bir soruya ise Lagarde, ayrıştırmanın muhtemelen yeni Trump hükümetinin niyeti olduğunu, ama asıl meselenin “Bu düzenli bir ayrışma mı yoksa düzensiz bir ayrışma mı olacak?” sorusunda düğümlendiğini savundu.
Lagarde, Avrupa Komisyonu’nun ve mevcut Biden yönetiminin niyetinin “riski azaltmak” olduğunu söyledi.
Ocak ayında Trump’ı “Avrupa için bir tehdit” olarak nitelendiren Lagarde, bugün bu sözü hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, “İleri görüşlüydü,” cevabını verdi.
Bununla birlikte, şimdilerde fikirlerinin “biraz değiştiğini” kabul eden AMB Başkanı, “Bu tehdit yaklaşımımızı, yanıt vermemiz gereken bir meydan okumaya dönüştürmek artık bize, Avrupalılara, düşüyor,” dedi.
Bu kapsamda sermaye piyasaları birliğini savunmaya devam edeceğini kaydeden Lagarde, Trump’ın vaat ettiği politikaları Avrupa’da ihtiyaç duydukları “yeniden yapılanmayı hızlandırıcı bir unsur” olarak gördüğünü vurguladı.
Lagarde ayrıca, AB içinde oybirliği yerine “nitelikli çoğunluk” ile işlerin yürümesi çağrısı yaptı ve “tartışmalı olduğunu” bilse de, Avrupa Menkul Kıymetler ve Piyasalar Otoritesini gerçekten dönüştürerek ve ABD’deki Menkul Kıymetler ve Borsa Komisyonu gibi çalışmasını sağlamak gerektiğini savundu.
Lagarde, “27 sermaye piyasası denetim otoritesine sahip olmak yerine tek bir denetim otoritesine sahip olmalıyız,” dedi.
Üye ülkelerdeki mevcut 27 denetleyiciyi nasıl entegre edeceklerinin “tanımlanması gereken bir konu” olduğunu kabul eden Lagarde, tek bir denetim mekanizmasının parçası olup bunların yerel maliye bakanlığına değil, merkezi denetim otoritesine atıfta bulunabileceklerini kaydetti.
Mario Draghi tarafından hazırlanan “rekabetçilik” raporuna genel hatlarıyla katıldığını belirten Lagarde, Draghi raporunda medyanın da odaklandığı “ortak borçlanma” meselesinin ikincil olduğunu savunarak, “Hiç kimse, toplam yatırımın %80’inin özel sektör, %20’sinin ise kamu tarafından finanse edilmesini önerdiğini ve işlerin gerçekleşmesi için bu ikisinin bir karışımına ihtiyacımız olduğunu fark etmedi,” dedi.
Mevcut durumun bir “Avrupa krizi” olduğunu düşünmediğini ileri süren Lagarde, “Bence bu bir uyanış. Büyük bir uyanış,” iddiasında bulundu.
Mario Draghi’den AB için kritik konuşma: Radikal bir değişime ihtiyacımız var
AB ile ABD arasındaki farkın gitgide açıldığının hatırlatılması üzerine Lagarde, bunu kabul etti ama “30 yıldır krizde olduğumuzu iddia edebilirsiniz ki bence durum böyle değil. İlk bilişim devriminin dönüştürücü etkisini kaçırdık. Amerika Birleşik Devletleri 1990’larda bu devrime ayak uydurdu ve bu alanda rekabet gücümüzü kaybettik,” ifadelerini kullandı.
Dijital devrim söz konusu olduğunda ABD ve Çin’in yanında “Avrupa’dan da vazgeçilmeyeceğini” savunan AMB Başkanı, AB’de bu konuda geride kalsalar da öndeki ikiliyi yakalayabileceklerini öne sürdü.
Avrupalı şirketlerin önündeki zorlukları sıralayan Lagarde, “Onları finanse etmeye, onlara yardım etmeye ve yenilik yapmaları ve kendi alanlarında şampiyon olmaya devam etmeleri için onlara özgürlük ve alan sağlamaya devam edebilir miyiz?” diye sordu.
Lagarde Birleşik Krallık’ta, Fransa’da ve diğer yerlerde nitelikli insanlara sahip olduklarını belirtti ve meselenin “sadece burada daha uzun süre kalmalarını, finansmanlarını buradan almalarını ve daha sonra burada büyümelerini” sağlamak olduğunu vurguladı.
Jackson Hole notları: Enflasyonun sürdüğü bir ekonomiye geçiş çağrısı
ABD ve Çin’e kıyasla “daha açık bir ekonomi” olduğunu savunduğu Avrupa’nın “sonuç olarak daha kırılgan olduğu” fikrine de değinen Lagarde, “Avrupa’nın dünyanın üçüncü büyük ekonomisi olduğu ve kendi içinde oldukça fazla ticaret yaptığı da bir gerçek. Bu açıdan özel bir döviz kuru riskine maruz kalmıyor,” dedi.
AB’nin “uzun süredir sahip olduğu dengenin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini” savunan Lagarde, “Düzenli olarak görüştüğümüz ve dinlediğimiz CEO’lara ve işadamlarına inanacak olursam, bürokrasi, aşırı düzenleme ve evrak işleri, dijital formda veya başka türlü, onlar için gerçekten bir yük,” ifadelerini kullandı.
İşletmelerin fayda sağladığı yerlerde “bir dereceye kadar regülasyon” olduğunu ve bunu meşru kabul ettiğini vurgulayan AMB Başkanı, Avrupa kurumlarının düzenli olarak yaptığı gibi, bunun ötesine geçilmesi durumunun ele alınması gerektiğini kabul etti.
“Avrupa’nın resetlenmesini hızlandırmaktan” kastının bu olduğuna dikkat çeken Lagarde, “Avrupa sadece regülasyon üreten bir makine değil, kilit aktörlerinin sıfırlanmasıyla inovasyonun teşvik edildiği bir ortam olabilir mi?” diye sordu.
İlginizi Çekebilir
-
Polonya’nın AB Dönem Başkanlığı Başlıyor: ‘Güvenlik ve Savunma’
-
Popülizm yılı
-
ABD Kongresindeki finans komitesi Silikon Vadisinin egemenliğine girdi
-
Zelenskiy’in danışmanı: Rusya, yeterince bedel ödemedi
-
Bloomberg: Britanya sağı, Trump’ın ekibini Musk konusunda uyardı
-
Alman radar üreticisi Hensoldt’tan AB’ye yerel silah tedariki çağrısı
AVRUPA
Polonya’nın AB Dönem Başkanlığı Başlıyor: ‘Güvenlik ve Savunma’
Yayınlanma
8 saat önce04/01/2025
Yazar
Harici.com.trAhmetcan Uzlaşık, Brüksel
Polonya, 3 Ocak 2025 tarihinde Avrupa Birliği Konseyi dönem başkanlığını ikinci kez resmi olarak üstlendi ve oldukça siyasi bir gündemi var. Varşova, altı aylık dönem boyunca 24 şehirde 300’den fazla resmi toplantıya ev sahipliği yapmayı ve bu toplantıların 30 Haziran’da sona ermesini planlıyor. Güvenlik merkezli iddialı bir programa sahip olan dönem başkanlığı, AB’nin politika yönünü şekillendirirken tırmanan jeopolitik zorlukları ele almayı amaçlıyor.
Polonya Dönem Başkanlığı, Avrupa güvenliğinin dış, iç, bilgi, ekonomi, enerji, gıda ve sağlık sektörleri de dâhil olmak üzere birçok boyutta güçlendirilmesine öncelik vermiştir. Bu liderlik döneminde, AB’nin mevcut küresel gerilimlere karşı direncini artırmak için önemli çabalar gösterilmesi beklenmektedir. Wroclaw Üniversitesi’nde Yardımcı Doçent ve Orta Avrupa Enstitüsü’nde Kıdemli Analist Jakub Bornio, Polonya’nın AB Dönem Başkanlığı ve bunun bölgesel ve küresel siyaset için ne anlama geldiği hakkında Harici’ye konuştu.
Macaristan’ın Tartışmalı Döneminin Ardından Bir Rahatlama
Polonya’nın Konsey Başkanlığı, Macaristan’ın Başbakan Viktor Orbán’ın Avrupa şüpheci yaklaşımı ve tartışmalı ziyaretleriyle karakterize olan tartışmalı görev süresinin ardından AB için çok önemli bir zamanda geldi. AB liderleri, NATO ve AB yanlısı kararlı bir lider olan Donald Tusk yönetimindeki Polonya ile çalışmaya geçerken rahatladıklarını ifade ediyorlar.
Polonya Dönem Başkanlığı’nın programında öncelikleri şöyle özetleniyor: “Rusya’nın Ukrayna’daki saldırganlığı ve diğer güvenlik tehditleri ışığında, 2025’in ilk yarısında Dışişleri Konseyi’nin çalışmaları Ukrayna’ya siyasi, askeri ve ekonomik düzeyde desteğin azami düzeye çıkarılmasına, Rusya ve Belarus’a yönelik mevcut politikaların sürdürülmesine ve AB ile ortaklarının güvenlik ve dayanıklılığının güçlendirilmesine odaklanacaktır.”
Ayrıca transatlantik işbirliğine olan bağlılık da vurgulanmaktadır: “Başkanlık, transatlantik ilişkilerin derinleştirilmesini destekleyecektir. Özellikle Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırganlığı karşısında AB-ABD koordinasyonuna ve Doğu Komşuluk Bölgesi, Çin ve Hint-Pasifik bölgesi, enerji politikası, yeni teknolojiler ve Bağlanabilirlik Gündemi dahil olmak üzere küresel konularda diyaloğa bağlıyız.”
Polonya liderliği bu önceliklerle AB’nin kritik jeopolitik güçlükler karşısındaki ortak duruşunu teyit etmeyi amaçlıyor. Ancak Polonya’nın Ukrayna ve NATO’ya ilişkin tutumunun seçilmiş Başkan Donald Trump’ın göreve başlamasından sonra nasıl etkileneceğine dair soru işaretleri devam ediyor.
Polonya Diplomatik Gerginliğin Ortasında Macaristan Büyükelçisini Dışladı
Polonya, Polonya’daki yolsuzluk suçlamalarından kaçan ve aralık ayında Macaristan tarafından siyasi sığınma hakkı tanınan eski Polonya Adalet Bakan Yardımcısı Marcin Romanowski ile ilgili diplomatik bir anlaşmazlığı gerekçe göstererek Macaristan’ın büyükelçisini AB dönem başkanlığının açılış galasından men etti. Macaristan Dışişleri Bakanı Péter Szijjártó bu hareketi “acınası ve çocukça ” olarak nitelendirerek iki ülke arasındaki gerilimi tırmandırdı.
Polonya Dışişleri Bakanı Radosław Sikorski, Macaristan’ın sığınma hakkı verme kararını “düşmanca bir hareket ” olarak değerlendirdi ve Macaristan Büyükelçisi István Íjgyártó’ya Polonya Başbakanı Donald Tusk ve Avrupa Konseyi Başkanı Antonio Costa’nın ev sahipliğinde 3 Ocak’ta düzenlenen galada hoş karşılanmadığını bildirdi.
Tusk “Avrupa Hayatta Kalmanın Ötesine Geçerek Siyasi Saldırıya Geçmeli” dedi
Polonya’nın görevdeki Başbakanı ve Avrupa Konseyi eski Başkanı Donald Tusk, 4 Aralık 2024 tarihinde yaptığı açıklamada Avrupa Birliği’nin “hayatta kalma” durumundan “siyasi atağa” geçmesi gerektiğini vurguladı. Polonya’nın son dönem başkanlığından bu yana geçen 13 yılı değerlendiren Tusk, mevcut zamanlamanın öneminin altını çizdi ve askeri, ekonomik, enerji ve sağlık güvenliğinin yanı sıra dezenformasyonla mücadele ihtiyacı da dahil olmak üzere rutin olmayan bazı önceliklere değindi.
“Sınırımızın doğusunda savaş ve barış konusunda belki de bizi bekleyen atılımlar var” diyen Tusk, Avrupa’nın önceliklerinde “derin bir düzeltme ” yapılması çağrısında bulundu.
“Polonya’nın Dönem Başkanlığı Güvenlik ve Yaptırımlara Öncelik Veriyor”
Polonya’nın AB Konseyi Dönem Başkanlığı, Rusya’nın 2014 yılında Kırım’ı ilhak etmesinden bu yana süregelen yaklaşımını devam ettirerek güvenlik ve savunmaya vurgu yapacak. Wrocław Üniversitesi’nde Yardımcı Doçent ve Orta Avrupa Enstitüsü’nde Kıdemli Analist olan Jakub Bornio,“Polonya’nın önceliği Rusya’ya yönelik yaptırımları sürdürmek ve bir dereceye kadar genişletmek olacak ” diyor. Borneo, Polonya’nın ayrıca Ukrayna’ya askeri destek sağlayan AB üyesi ülkelere Avrupa Barış Fonu’ndan yararlanarak mali yardım sağlamaya odaklanacağını söyledi.
Ancak Macaristan’ın kritik mali tedbirleri veto etmesi bir sorun teşkil etmeye devam ediyor. Bornio, “ABD’den güçlü sinyaller gelmeden Polonya’nın Macaristan’ı tutumunu yumuşatmaya ikna etmesinin kolay olup olmayacağından emin değilim” uyarısında bulunuyor. Polonya’nın 2025 yılına kadar GSYH’sinin %4.7’sini savunmaya ayırmayı planladığı düşünüldüğünde, savunma harcamalarının AB bütçe açığı hesaplamalarının dışında tutulması için savunuculuk yapmak da bir diğer kilit odak noktası olacak.
Bornio ayrıca daha geniş güvenlik kaygılarının da altını çiziyor: “Polonya’nın öncelikleri arasında yasadışı göç ve göçün silah haline getirilmesiyle mücadelenin yanı sıra Belarus ve Rusya tarafından organize edilen hibrid tehditlerle mücadele de yer alıyor.” Ayrıca Polonya, NATO üyesi ülkelerin GSYİH’lerinin en az %3’ünü askeri harcamalara ayırmaları için baskı yapacak ve AB’nin mali kurallar konusunda işbirliği yapmasını talep edecektir.
“Hem Polonya hem de ABD birbirine bağımlı”
“En azından bölgedeki güvenlik söz konusu olduğunda büyük değişiklikler olacağını düşünmüyorum. Hem Polonya hem de ABD birbirine bağımlı “ diyor Jakub Bornio, Trump’ın yeniden seçilmesini de göz önünde bulundurarak. Polonya’nın bu ittifakta küçük ortak statüsünde olduğunu kabul etmekle birlikte, ülkenin hala ABD’nin değer verdiği varlık ve kabiliyetlere sahip olduğunun altını çiziyor. Sonuç olarak, ABD-Polonya ilişkilerinin güvenlik konularında güçlü kalmaya devam etmesi bekleniyor.
Ancak Bornio kişisel ilişkilerde potansiyel gerginlikler öngörüyor. “Bu kişisel ilişkilerin biraz sert olması muhtemel ve bu da Polonya’nın ABD ile ilişkilerini etkileme kabiliyetini etkileyebilir. Polonya başbakanının kampı ile Trump’ın kampı arasında bazı düşmanlıklar olduğu bir sır değil” diyor. Bu gerilim, Bornio’nun Trump’ın ikinci yönetiminde çalkantılı olacağını öngördüğü Polonya’nın ABD-Almanya ilişkilerini yönlendirme becerisine de yansıyabilir.
Bornio, bu zorluklara rağmen Polonya’nın ABD ile güçlü bağlarını sürdürme kararlılığını vurguluyor: “Trump’ın önceki yönetiminden öğrendiğimiz şey, onun da çok taraflı platformlardan ziyade ikili bağları tercih edeceğidir.”
“Polonya’daki Seçimler Güvenlik ya da AB Taahhüdünü Değiştirmeyecek”
Jakub Bornio, Polonya’da 2025’te yapılacak seçimlerle ilgili olarak“Dış politika ve güvenlik politikasında pek bir değişiklik olmayacak ” diyor. Hem Sivil Koalisyon hem de Hukuk ve Adalet Partisi güvenlik, savunma ve Polonya’nın AB üyeliğinin devamı konusunda güçlü taahhütlere sahip.
“Her iki aday da Polonya’nın AB üyesi olması ve güvenliğe öncelik verilmesi gerektiğine inanıyor ” diyen Bornio, bu kilit konularda fikir birliği olduğunu belirtiyor.
Ancak Bornio potansiyel zorluklara da işaret ediyor: “Şu anda muhalefette olan Hukuk ve Adalet kampında, adaylarının Trump ve kabinesi tarafından bir şekilde destekleneceğine dair büyük umutlar var.” Ayrıca mevcut Polonyalı elitler ile Trump yönetimi arasındaki gerilimin de altını çiziyor.
“Polonya Bu Dönem Türkiye’ye Öncelik Vermeyecek”
Polonya Dönem Başkanlığı programının iki bölümünde Türkiye’den bahsedilmektedir. Dışişleri Konseyi’nin altında yer alan belgede “Batı Balkanlar ve Türkiye’nin, devam eden siyasi diyaloğun sürdürülmesi de dâhil olmak üzere, Ortak Dış ve Güvenlik Politikası (ODGP) kapsamında AB ile yakın işbirliği yörüngesinde tutulmasına” yönelik çabalar vurgulanıyor . Ayrıca, Genel İşler Konseyi’nin genişleme paragrafı kapsamında, Polonya Dönem Başkanlığı “aday ülke statüsünü dikkate alarak ve Avrupa Konseyi kararları doğrultusunda Türkiye ile yapıcı bir diyalog sürdürmeyi” taahhüt etmektedir.
Jakub Bornio Polonya’nın AB genişlemesine yaklaşımını ele aldı ve Polonya’nın uzun süredir AB’nin genişlemesini savunduğunu belirterek, “AB-Türkiye ilişkilerinin bu yarı yılda çok fazla değiştiğini görmüyorum” dedi . Polonya Batı Balkanlar, Moldova ve Ukrayna ile bağlarını güçlendirmeye odaklanacak. Bornio, kısa vadede önemli bir değişiklik beklenmediğini vurgularken, “Özellikle Batı Balkan ülkeleri söz konusu olduğunda, AB ile ortaklık oldukça mümkündür ve Polonya dönem başkanlığı tarafından vurgulanacaktır ” diye ekliyor. Bornio ayrıca AB’nin Moldova’yı desteklemede önemli bir rol oynayacağını öngörüyor ve Gürcistan’a daha dengeli bir yaklaşım hedefliyor.
Bornio ayrıca Polonya’nın Türkiye konusundaki temkinli duruşunun da altını çizdi. Polonya’nın Türkiye’nin NATO’nun Doğu Kanadındaki varlığını desteklediğini ve şu ana kadar sadece küçük bir birliğin konuşlandırıldığını açıkladı. Bununla birlikte, Bayraktar anlaşmalarıyla örneklenen güvenlik konularında daha güçlü işbirliği umutlarının gerçekleşmediğini ve Türkiye’nin eylemleriyle bağlantılı bir endişe olan göçün silahlandırılmasının Varşova’da daha soğuk karşılanmasına yol açtığını belirtti. “Bu durum Varşova tarafından pek hoş karşılanmadı, dolayısıyla Polonya’nın açıklamaları ne olursa olsun bu dönemde Türkiye’ye öncelik vereceğini sanmıyorum.”
Lizbon Antlaşması’ndan bu yana Üçlü Başkanlık Sistemi
AB Konseyi başkanlığı altı ayda bir üye ülkeler arasında dönüşümlü olarak yapılır. Dönem başkanlığını yürüten her ülke toplantılara başkanlık ederek yasama sürecinin yönetilmesine yardımcı olur. Başkanlık sistemi ayrıca, birbirini izleyen üç üye devletin uzun vadeli hedefler belirlemek ve ortak bir gündem hazırlamak için 18 aylık bir süre boyunca yakın işbirliği yaptığı “üçlü” olarak da çalışır. Konsey Başkanlığı herhangi bir yürütme gücüne sahip olmasa da, liderlik ve gündem belirleme bağlamında hala önemlidir.
Lizbon Antlaşması ile 2009 yılında getirilen bu sistem, her ülkenin daha geniş bir bağlam içerisinde belirli önceliklere odaklanmasına imkan tanımaktadır. Mevcut üçlü Polonya, Danimarka ve Kıbrıs’tan oluşmaktadır. Her bir dönem başkanlığı AB mevzuatını ileriye götürmek, Konsey’de sorunsuz işleyişi sağlamak ve Avrupa Komisyonu ve Parlamentosu da dahil olmak üzere diğer AB kurumlarıyla ilişkilerinde Konsey’i temsil etmekle görevlidir.
Editörün notu: 2024 yılı, Avrupa’da popülizmin kalıcı bir güç olarak kendini gösterdiği bir dönem oldu. Belçika, Fransa, Hollanda ve Almanya’da çiftçi protestoları ve Avrupa Parlamentosu seçimleri, popülizmin kıta genelinde önemli bir etki yarattığını gözler önüne serdi. Özellikle sağ popülist partiler güç kazanırken, geleneksel merkez sol ve sağ partilerin düşüşü hızlandı. 2024 seçimlerinde Avrupa Parlamentosu’nda 60 popülist parti temsil hakkı kazandı ve bu partiler toplam sandalyelerin yüzde 36’sını elde etti. Ancak popülizmin asıl başarısı, kültürel kutuplaşma ve otorite krizinden beslenen bir karşı-kültür hareketi yaratabilmesiydi. Bununla birlikte, popülist partilerin küreselci baskılar karşısında ulusal egemenliği savunacak somut politikalar geliştirme zorunluluğu devam ediyor. Dolayısıyla popülizm yalnızca geçici bir moda olmadığını kanıtladı ve Avrupa’daki siyasi düzeni kökten sarsmaya devam edecek gibi görünüyor.
Popülizm yılı
Frank Furedi, Compact Mag
2024 yılının ilk aylarında Belçika, Fransa, Hollanda ve Almanya’daki çiftçi protestolarını izlerken, Wordsworth’un şu sözleri aklıma geldi: “O şafağa şahit olmak bir mutluluktu!” Şubat ayında traktörüyle Brüksel’e giderek önerilen çevre yasalarını protesto eden Flaman çiftçi Tom, medyanın hareketini aşırı sağcı ve popülist olarak nitelendirerek halkı desteklemekten caydırmaya çalıştığını söyledi. Gülümseyerek, “Bana popülist diyorlar, tamam, bunu kabul ediyorum!” dedi.
Tom hiçbir zaman siyasetle ilgilenmemiş, yüz binlerce insan gibi o da sesinin duyulmasını istemişti. 2024 yılı boyunca popülizm, güçlü bir kalıcılığa sahip olduğunu gösterdi. Avrupa Birliği’nde popülist partiler, siyasi kuruluşu savunmaya çekilmeye zorladı. Amerika Birleşik Devletleri’nde ise Donald Trump’ın zaferinden sorumlu olan, eski Cumhuriyetçi kuruluş değil, geniş kapsamlı MAGA (Yeniden Büyük Amerika) hareketiydi.
Ancak 2024’ün popülist momenti uzun zamandır geliyordu. Etkisi, yüzyılın başından beri Avrupa’da büyüyordu. Güvenlik şirketi Solace Global için 100’den fazla siyaset bilimci tarafından yapılan 2022 tarihli çalışmaya göre, Avrupalıların yaklaşık yüzde 32’si düzen karşıtı partilere oy vermişti. Bu, 2000’lerin başında yüzde 20 ve 1990’ların başında yüzde 12 olan oranlara kıyasla önemli bir artıştı. Bu çalışmanın yayımlanmasından bu yana popülizmin etkisi genişlemeye devam etti ve bu yıl etkileyici bir yükselişe yol açtı.
Haziran 2024’teki Avrupa Parlamentosu seçimleri, popülizmin kıtada güçlü bir varlık oluşturduğunu gösterdi. Bu seçimin sonucunda, 26 Avrupa Birliği üye devletinden 60 popülist parti Avrupa Parlamentosu’nda temsil kazandı. Bu partiler, 720 sandalyenin 263’ünü (yaklaşık yüzde 36’sını) kazandı. Fransa, İtalya, Avusturya, Almanya ve Hollanda’daki sağ popülist partiler özellikle iyi performans gösterirken, sol popülist partiler daha az destek aldı.
Bugüne kadar ana akım yorumcular sıklıkla popülizmin geçici bir moda olduğu umudunu ifade ediyor. 2019’da Politico’da bir yorumcu, “Avrupa popülizmin zirvesine ulaştı mı?” diye sordu ve “milliyetçi sağa karşı gelgit dönmüş olabilir” açıklamasında bulundu. Beş yıl sonra —özellikle Donald Trump’ın yeniden seçilmesinin ardından— popülizmin önemli bir ileri momentumu olduğu açıkça görülüyor.
Pek çok analist, popülizmin direncini hafife aldı, zira ana itici gücünü kavrayamadılar. Popülizmin büyümesini sürekli olarak bağnazlık ve ırkçılıkla ilişkilendiriyorlar. Ancak bu şekilde nitelendirdikleri şey, insanların ulusal topluluklarının değersizleştirilmesi konusundaki endişelerinden kaynaklanan kültürel güvensizlik duygusudur.
Sol görüşlü yorumcular, popülizmin yükselişinden neoliberal politikaları sorumlu tutuyor. Ekonomik eşitsizlik ve yoksulluk, genelde popülizmin yeşerdiği zemin olarak algılanıyor. Bu nedenle Almanya’daki Kiel Dünya Ekonomisi Enstitüsü, kamu yatırımının popülizme karşı panzehir olduğunu savunuyor. Enstitü, 2024 raporunda, finansal destek alan bölgelerde sağ popülist oyların yüzde 15 ila 20 düştüğünü belirterek yatırımın ileriye giden yol olduğu sonucuna vardı. Ancak popülist partilerin büyümesinin ekonomik kriz ve durgunluktan bağımsız olarak gerçekleştiğine dair ciddi kanıtlar var. Serbest piyasa yanlısı düşünce kuruluşu Timbro’nun yakın tarihli raporunda da bu noktaya değiniliyor: “Popülist partilere destek, ekonomik krizler veya büyümeden bir ölçüde bağımsız olarak arttı.”
Avrupa’da popülizmin yükselişi, 1940’ların sonlarından beri kıtaya hâkim olan merkez sol ve merkez sağ partilerin çöküşüyle yakından bağlantılı. Eskiden siyasi manzaraya hâkim olan partiler —sosyal demokratlar, Hristiyan demokratlar, sosyalistler ve komünistler— artık neredeyse yok. Avusturya, Fransa, Hollanda, İtalya ve Almanya’da popülist partiler, sosyalistlerden daha fazla seçim desteği alıyor ve genellikle merkez sağı geride bırakıyor.
Yaşanan şey, sadece ana akım siyasi kuruluşa olan güvenin kaybı değil, aynı zamanda yukarıdan dayatılan değerlerin sorgulandığı yeni bir kültürel kutuplaşma düzeyidir. Otorite krizi ile kültürel çatışmanın patlak vermesinin kesişimi, popülizmin yeşermesi için uygun koşulları yarattı. Konvansiyonel medyada, kutuplaşmanın nedenini semptomuyla karıştırma eğilimi var. Avrupa’nın siyasi düzeninin, değerler üzerine her yere yayılan bir kültürel çatışmayı kışkırtma sorumluluğu göz ardı ediliyor. Popülist dalga, toplumun kutuplaşmasından sürekli olarak sorumlu tutuluyor. Ancak popülist hareket, giderek daha fazla güven kaybeden bir seçkinlerin, Avrupa’daki milyonlarca insanın gelenekleri ve bakış açısına yabancı bir yaşam tarzını dayatma girişimine bir yanıt olarak ortaya çıktı.
Çoğu analist, bir ses talep eden bu kültürel gerilimin derinliğini kavrayamıyor. Elbette, 2008 mali krizi, pandemi ve mülteci krizi gibi olaylar, popülist seferberlik için önemli fırsatlar yarattı. Fakat bu olaylardan bağımsız olarak, kitlesel göç, çok kültürlülük ve geleneksel kültürel normları tehdit eden LGBTQ+ ideallerinin kutlanması gibi politikaların yarattığı sorunlara popülist cevaplar talep ediliyor.
Siyaset teorisyeni Margaret Canovan’ın belirttiği üzere, sözde sosyal hareketlerin aksine popülizm, sadece iktidar sahibine değil, aynı zamanda “seçkinlerin değerlerine” de meydan okuyor. Bu nedenle, düşmanlığı “kanaat önderleri ve medyaya” da yöneliyor. Buna göre, medyanın popülist siyasetin dinamiklerini kavramakta gerçek bir sorunu var. Bu sorun sadece yüzeysel analizlerinin kusuru değil. Bir kurum olarak medya, çalışan insanların hayatlarından giderek daha fazla uzaklaştı ve kültürel bakış açısını paylaşmayanlara karşı yoğun bir şüphe duyuyor.
Avrupa’nın siyasi düzeni, popülizmi varoluşsal bir tehdit olarak görüyor ve anti-popülist propagandanın teşvikine büyük yatırım yapıyor. Haziran 2024’te Avrupa Komisyonu’nun etik grubu, “Otoriter Popülizme Direniş” başlıklı bir bildiri yayımladı. Çok sayıdaki öneri arasında, “toprak, ulus, etnisite veya din” ile bağlantılı kimliklerin “çoğulcu” federalist kimliklerle sorgulanması gerektiğini savunuyor.
Avrupa Parlamentosu’ndaki ana akım siyasi partiler de bu bakış açısını yansıtıyor ve popülist partileri karantinaya almak için bir cordon sanitaire (güvenlik kordonu) uygulamaya çalışıyor. Ancak popülist hareketler güç kazanmaya devam ediyor ve kurumsal etki elde etmeleri an meselesi.
Şu anda popülizm, kendi yaratmadığı bir dünyaya bir tepki oluşturuyor. Giorgia Meloni’nin İtalya’nın Kardeşleri hükümetinin keşfettiği gibi, popülizmin manevra alanı, ulusal çıkarı koruma kabiliyetini sınırlayan mali ve iktisadi baskılarla kısıtlanıyor. Popülist hareketlerin karşı karşıya olduğu zorluk, küreselci kurumların hâkim olduğu bir dünyada ulusal ve halk egemenliği talebini karşılayacak politikaların gerçekleştirilmesine yönelik destekçilerinin idealizmini nasıl harekete geçireceğine dair programatik bir netlik geliştirmektir.
Hedeflerini ilerletmek için popülistler, ülkenin çıkarı doğrultusunda piyasayı harekete geçiren bir iktisadi program ortaya koymalı. Ayrıca kültürel, iktisadi ve sosyal konularda popülist politikaları savunabilecek medya platformları inşa etmeliler. Bu çabalarla birlikte popülistler, eğitim ve kültür kurumları üzerindeki etkilerini artırmalı. Bilinçli bir şekilde geliştirilmiş bir karşı-kültür hareketi olmadan, 2024’ün etkileyici kazanımlarının heba edilmemesi sağlanamaz.
Geçen hafta Tom bana mücadelenin henüz bitmediğini ve çiftçilerin 2025’in başlarında Brüksel sokaklarına geri döneceğini söylemişti. Gelişmeleri takip edin.
AVRUPA
Alman radar üreticisi Hensoldt’tan AB’ye yerel silah tedariki çağrısı
Yayınlanma
1 gün önce03/01/2025
Yazar
Harici.com.trÖnde gelen bir Alman savunma şirketi, Avrupa’nın, bölgenin savunma altyapısını güçlendirmeye yardımcı olmak için askeri teçhizatın daha fazla yerel tedarikini zorlayarak ABD’yi taklit etmesi gerektiğini söyledi.
Financial Times’ta (FT) yer alan habere göre radar ve sensör üreticisi Hensoldt’un CEO’su Oliver Dörre, ABD’deki yabancı savunma şirketlerinin Donald Trump’ın seçim zaferinden bu yana yerel tedarik konusunda artan bir baskıyla karşılaştıklarını ve bunun da onları Amerikalı rakipleriyle ortaklık yapmaya ittiğini söyledi.
Geçen yıl Bavyeralı silah şirketinin başına geçen Dörre, “Trump’ın seçilmesine doğrudan bir yanıt, ABD’de yerel içerik çağrısının güçlenmesidir,” dedi.
Bunun sonucunda Alman savunma gruplarının ABD’li şirketlerle güçlü ortaklıklar geliştirdiğini ve bunun hem ABD’de hem de Avrupa’da satışları artırmaya yardımcı olacağını sözlerine ekleyen Dörre, Avrupa hükümetlerinin Avrupalı tedarikçileri desteklemek için AB kurallarını daha iyi kullanarak yanıt vermesi gerektiğini söyledi.
Alman ordusu ve savunma bakanlığı için uzun yıllar çalışan CEO, “Yerel içerik çağrısında bulunmalıyız,” diyerek bunun kıtayı ABD ile aynı hizaya getireceğini ve bölgenin savunma kabiliyetlerine ivme kazandıracağını savundu.
Dörre, AB yasalarının üye devletlerin savunma ve güvenlikle ilgili bazı durumlarda bloğun serbest ticaret kurallarını bypass etmelerine zaten izin verdiğini de sözlerine ekledi.
Avrupa’nın silah siparişleri ABD’li şirketlere gidiyor
Fransız Uluslararası ve Stratejik İlişkiler Enstitüsüne göre, Ukrayna savaşının başlamasından sonraki 15 ay içinde Avrupa hükümetleri tarafından açıklanan yaklaşık 100 milyar avro değerindeki savunma sözleşmelerinin dörtte birinden azı yerel şirketlerle imzalandı. AB dışı alımların yüzde 80’i ABD’ye aktı.
Hava savunma radarları üreten Hensoldt, 2022 yılında Şansölye Olaf Scholz tarafından ilan edilen ve Avrupa’nın en büyük ekonomisinin Ukrayna savaşına yanıt olarak ordusunu gençleştirmek için 100 milyar avroluk özel bir askeri fon oluşturma sözü verdiği “Zeitenwende”, yani “dönüm noktası” siyasetinden faydalandı.
Berlin destekli şirketin hisseleri 2022’nin başından bu yana neredeyse üç katına çıktı ve 2024’ün ilk dokuz ayında 6,5 milyar avroluk rekor bir sipariş birikimi elde etti.
Silah şirketi CEO’su, Ukrayna’da barışın kârlarını etkilemeyeceğini düşünüyor
NATO üyelerinin, kısmen Trump’ın ABD başkanı olarak döneceği beklentisiyle, ittifakın savunma harcamaları hedefini GSYİH’nin yüzde 2’sinden yüzde 3’üne çıkarması için lobicilerin artan baskısı altında kalması nedeniyle bölgedeki savunma gruplarının da bundan faydalanması bekleniyor.
Dörre, Ukrayna’da barış olasılığını orta vadede gelir ve kâr artışı için bir tehdit olarak görmediğini ve şirketin satışlarının sadece yüzde 6’sının Ukrayna’ya gittiğini söyledi.
“Ukrayna’da barış olsun ya da olmasın, önümüzde kesinlikle en az on yıllık bir savunma harcaması dönemi görüyorum,” diyen Dörre, Rusya’nın askeri yeteneklerinin daha geniş çaplı büyümesini frenleyen çatışmanın kısa sürede sona ermesi halinde bile, “bunun Avrupa ve NATO’nun cephaneliğini artırmasını gerektireceğini” sözlerine ekledi.
Venezuela’da ‘Turuncu Devrim’ senaryosu
Polonya’nın AB Dönem Başkanlığı Başlıyor: ‘Güvenlik ve Savunma’
Popülizm yılı
ABD Kongresindeki finans komitesi Silikon Vadisinin egemenliğine girdi
Afganistan-Pakistan arasında çatışmalar devam ediyor
Çok Okunanlar
-
DÜNYA BASINI5 gün önce
Birbiri ardına yaşanan uçak kazaları: Neler oldu?
-
SÖYLEŞİ1 hafta önce
‘Trump ABD’yi Suriye’den çıkarmak istiyor’
-
ASYA2 hafta önce
Bakü’den Grozni’ye giden bir yolcu uçağı Kazakistan’da düştü
-
ORTADOĞU1 hafta önce
HTŞ’nin Şam Valisi Mervan: İsrail ile sorunumuz yok, belki korktukları için Suriye’yi biraz bombalamışlardır
-
ORTADOĞU1 hafta önce
FT, “İsrail öncülüğünde Orta Doğu’nun yeniden şekillendirilmesini” yazdı
-
AMERİKA1 hafta önce
Morgan Stanley’in Kasım 2024 raporundan: Türkiye’de asgari ücrete %30 zam bekliyoruz
-
AMERİKA1 hafta önce
BYD, “zorla çalıştırma” iddialarının ardından Brezilya’daki taşeronu kovdu
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
İran’ın Suriye’deki yeni stratejisi: Kürt gruplarla yeni bir dönem mi?