Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Bangladeş seçimlerinde Hindistan-ABD gerilimi

Yayınlanma

Hindistan’ın komşularıyla ilişkisi o ülkelerin hükümetlerine bağlıdır. Yani yakın bölgesiyle ilişkileri pamuk ipliğindedir. Bölge ülkelerinde hükümet değişikliklerinin yaşanması genellikle Hindistan’ın o ülkelere yönelik politikalarında da bir değişim gerekliliği doğuruyor ve yakın bölgesine yönelik istikrarlı yaklaşımını veya politika planlamasını zorlaştırıyor.

Yeni Delhi’nin bu bağlamda kurumsal mekanizmaları olsa da üst düzey ziyaret alışverişleri ve ekonomik bağımlılıklarla -eğer ki söz konusu oluyor ise- politik farklılıkları aşmaya çalışması ekstra efor, risk ve belirsizlik demek. Ancak politik farklılıkları bulunmayan, iyi anlaştığı hükümetler söz konusu ise bu, Hindistan’ın bölgede kafasının rahat olacağı anlamına geliyor. Bu bağlamda, “Yakın Komşuluk” konsepti ile izlediği “Önce Komşuluk” politikası, Hindistan’ın neredeyse tüm politik liderlerinin barışçıl ve istikrarlı bir çevre vurgusuyla yönlendiriliyor. Ancak bu aralar Hindistan için işler pek yolunda gitmiyor gibi görünüyor. Yakın çevresinde kaygılanacağı çok gelişme yaşanıyor.

Ashraf Ghani hükümetinin sıkı destekçisiyken Afganistan politikasına Taliban’ın sahip olması Yeni Delhi için uzun yıllar yoğun yatırım yaptığı komşusuna karşı yeni yaklaşımlar geliştirmeye yönelik ağır bir yük doğurdu. Maldivler’in cumhurbaşkanlığı seçimlerini “Önce Hindistan” politikasını izleyen iktidardaki Cumhurbaşkanı İbrahim Mohamed Solih’in yeniden seçilememesi üzerine muhalefetteki Çin yanlısı Mohamed Muizzu’nun kazanması, Yeni Delhi için büyük zorluklar doğuracak. Bugün güvenlik garantörü olduğu en sadık dostu Bhutan’ın Çin’le sınır müzakerelerinde çözüme hiç olmadığı kadar yakın görünmesi ile Yeni Delhi’ye dinamik bir dış politika istediğine yönelik verdiği güçlü sinyalleri Hindistan’ın iyi yönetmesi gerekiyor. Krediler ve altyapı projelerine para akıtması nedeniyle Nepal, Sri Lanka ve Bangladeş gibi dostane ilişkilerinin bulunduğu diğer komşularında Pekin’in artan stratejik ayak izi, Yeni Delhi’yi kaygılandırıyor.

Bu arka planda, Amerikan müdahalesi Hindistan’ın önemli bir ortağını tehdit ediyor. Bangladeş 7 Ocak 2024’te sandık başına gidecek. Hindistan’ın yakın ortaklarından biri olan Başbakan Sheikh Hasina yeniden seçilmek isteyecek. Hasina ve onun Awami Birliği 2009’dan beri iktidarda. Ancak Hasina hükümeti otoriterlik ve seçimlere hile karıştırmakla suçlanıyor.

İşte ABD’nin olaya dâhil olduğu kısım da burası. Washington açıkça Hasina hükümetine “özgür seçimleri garantileme” çağrısında bulundu. Son yıllarda ABD ile Hasina hükümeti arasında “insan hakları kaygıları” gerekçesiyle gerilim arttı. Washington’ın rolü Bangladeş politikasında önemli bir konu hâline geldi.

Yeni Delhi, Washington’ı Hasina’ya çok fazla baskı uygulamaktan kaçınması konusunda uyarıyor. Hasina, Yeni Delhi’nin kendi bölgesindeki en önemli müttefiklerinden biri. Hindistan’ın, Hasina’nın rakipleriyle zor bir ilişkisi var ve Hasina bu seçimi kaybederse Hindistan’ın komşuluk politikası sorun yaşayabilir.

Peki neden?

Bunun için Bangladeş’in iki büyük siyasi partisini anlamamız gerekiyor. İktidardaki Awami Birliği, Sheikh Hasina tarafından yönetiliyor. Parti laiklik, Bengal milliyetçiliği ve Yeni Delhi’ye karşı dostane bir duruşla ilişkilendiriliyor.

Hasina, Bangladeş’in ilk Cumhurbaşkanı Sheikh Mujib’in kızıdır. Mujib, Bangladeş’i 1971’de bağımsızlığa kavuşturdu ve açık bir Hindistan yanlısı duruş sergiledi. Bunun nedeni Hindistan’ın 1971 savaşındaki Bangladeş’in kurulmasına yol açan rolüydü. Awami Birliği ülkeyi 1975’e kadar yönetti.

Mujib, 1975’te bir grup subay tarafından öldürüldü. Mujib’in ülkeyi Hindistan’a sattığını iddia ettiler. Kısa süreli istikrarsızlıktan sonra Ziaur Rahman adında bir subay kontrolü ele aldı. Sheikh Mujib suikastında Ziaur Rahman’ın rolü olduğu iddia ediliyor.

Ziaur Rahman, bugün ana muhalefet partisi olan Bangladeş Ulusal Partisi’ni (BNP) kurdu. Hindistan karşıtı duyarlılık Mujib’in devrilmesinde kilit faktör olduğundan Rahman, Hindistan’dan algılanan tehdidi dengelemek için Pakistan ve Çin ile yakın ilişkiler kurdu.

Görevde olduğu süre boyunca Hindistan-Bangladeş ilişkisine güvensizlik ve gerginlik hâkim oldu. BNP muhalefeti, Hindistan karşıtı duyguları teşvik etme ve Hindistan’ın kırılgan ve uzak Kuzeydoğu bölgesinde sınır ötesi terör saldırılarını teşvik etme konusunda uzun bir geçmişe sahip.

Ziaur Rahman 1981’de suikasta kurban gitti. BNP bugün dul eşi Khaleda Zia tarafından yönetiliyor. Khaleda Zia, iki dönem  (1991-96, 2001-2006) Başbakanlık yaptı ve partisinin kuşkucu Hindistan politikasını sürdürdü.

Buna karşın Sheikh Hasina’nın görev süresi (1996-2001, 2006-günümüz) Hindistan’la güçlü bağlara sahip oldu. Bu güçlü bağların ekonomi, güvenlik ve iç politika gibi çok yönlü boyutları var.

Ekonomi bağlamında, Yeni Delhi 2022 itibarıyla yaklaşık 16 milyar dolara ulaşan ikili ticareti daha da geliştirmek için Bangladeş ile bağlantıyı artırmakla ilgileniyor. Hasina, eski demiryolu hatlarının, otobüs seferlerinin ve su yolu yollarının yeniden kurulmasına yardımcı oldu. Bir zamanlar hassas bir konu olan Hindistan’la artan bağlantı artık norm haline geldi. Her iki ülke de serbest ticaret anlaşması müzakere ediyor. Yıllardır Dhaka’nın en önemli talebi olan Hindistan, Nepal ve Bangladeş ile üçlü enerji ticareti anlaşması üzerinde çalışmalar sürüyor.

Güvenlik bağlamında Sheikh Hasina, militan grupların Hindistan’a karşı isyanlar için Bangladeş topraklarını kullanmasına izin vermeyeceğini açıkça belirtti. Hasina hükümeti, Kuzeydoğu Hindistan Assam’da faaliyet gösteren silahlı ayrılıkçı örgüt Asom Birleşik Kurtuluş Cephesi gibi grupların militan liderlerini Hindistan’a iade etti. Buna karşılık Khaleda Zia’nın hükümeti bu konuda eylemsiz kalmasıyla dikkat çekti.

İç politika bağlamında, Hasina ve Awami Birliği, azınlıklar ve kadın hakları gibi önemli konularda daha laik ve ilerici bir pozisyon aldı. Aşırılıkçı gruplara karşı sıkı önlemler aldı. Hasina hükümeti aynı zamanda ülkenin ekonomik dönüşümünde de itibar kazandı. Görev süresi boyunca Bangladeş dünyanın en hızlı büyüyen ekonomilerinden biri hâline geldi. Ülkedeki aşırı yoksulluğun azaltılmasına yardımcı oldu. Sosyal meseleler (ve azınlıklara karşı şiddet) konusundaki geçmişi mükemmel olmasa da ilerleme kaydedildi.

Bu faktörler Hindistan-Bangladeş ilişkilerine olan güvenin artmasına neden oldu. 2015 yılında zorlu Arazi Sınır Anlaşması üzerinde çalışıldı. Su paylaşımı anlaşmaları konusunda da bazı ilerlemeler kaydedildi. Bu nedenlerden dolayı Hindistan, Hasina’nın Başbakan olarak devam etmesini istiyor.

Bu bizi 7 Ocak 2024 seçimlerine getiriyor. Hasina, 15 yıl görev yaptıktan sonra yeniden seçilmek istiyor. Bazı anketler, Bangladeşlilerin Hasina’ya yüksek puan verirken ülkenin ekonomik beklentileri veya demokrasinin sağlığı konusunda daha az iyimser olduklarını gösteriyor.

Nominal olarak Khaleda Zia liderliğindeki BNP muhalefeti, seçimi boykot etme tehdidinde bulunuyor. BNP muhalefeti, 1996, 2008, 2013 ve 2018’de Başbakan olarak seçilen Hasina’yı seçimlere hile karıştırmakla suçluyor ve “özgür ve adil” bir süreç istiyor. Anketler, adil olmayan seçim algısının birçok kişi tarafından paylaşıldığını gösteriyor. Bangladeş’te de isyan ve protestolara tanıklık edildi.

İşte burada ABD devreye giriyor. Hasina’nın muhaliflere ve muhalefete yönelik baskıları Washington’ın sürekli eleştirisi ve incelemesine maruz kaldı. “İnsan hakları ihlalleri” nedeniyle Bangladeş güvenlik güçlerinin suçla ve terörle mücadele birimi olan Hızlı Eylem Taburu’na 2021’de yaptırım uygulayan ABD, Eylül 2023’te Bangladeş’teki “seçim sürecini baltalayan” herkese yaptırım uygulamaya başladı. Washington, Hasina’ya “özgür ve adil bir seçim süreci” sağlama çağrısında bulunuyor. Bangladeş’in iç politikasına yapılan bu müdahaleler son derece tartışmalı bir konu hâline geldi.

Muhalefetteki BNP, Washington’ın müdahalesini kendi bakış açısına desteğin bir ifadesi olarak değerlendirdi. Sheikh Hasina ABD’nin politikasına öfkeyle tepki gösterdi. Hindistan’ın olaya dâhil olduğu ve ABD’den Hasina üzerindeki baskıyı azaltmasını istediği bildirildi.

Hasina seçimi kaybederse Yeni Delhi, aşırılıkçı grupların Bangladeş’te daha fazla güç kazanabileceğinden korkuyor. Ayrıca ABD’ye Hasina’yı zorlamanın Dhaka’yı Çin’e itebileceğini söylüyor. Pekin, Dhaka’nın en büyük ticaret ortağı ve en büyük savunma ekipmanı kaynakları arasında yer alıyor.

Çin faktörü

Pekin, Washington’ın Bangladeş politikasına müdahalesini aktif bir şekilde kınadı. Washington aynı zamanda kendisinin Dhaka ile daha yakın ilişkiler kurma çabalarını da tehlikeye atıyor olabilir. ABD, Bangladeş’in ihracatında en önemli destinasyon ve ülkenin askeri modernizasyonuna yardım teklifinde bulunuyor.

ABD, Bangladeş’in “Herkesle Dostluk, Hiç Kimseye Kötülük” politikasını, Dhaka’nın en büyük savunma tedarikçisi hâline gelen ve 2016’dan bu yana yatırımlarını 38 milyar dolar artıran Çin’in yararına olarak algılıyor. Bu nedenle Çin’e bir alternatif sunmaya çalışıyor. Ancak eş zamanlı olarak Bangladeş demokrasisini irdeleme çabaları bu ilginin kapsamını ve kalitesini sınırlıyor. Daha da önemlisi, muhalefetin ve aşırılık yanlısı örgütlerin hükümetin politikalarına ve demokratik baskılara karşı protesto ve miting yapmalarına olanak sağlarken sert Amerikan karşıtı söylemi ve Çin’e yönelik ilgiyi de tetikliyor.

Tam da bu noktada Dhaka’yı demokratik konularda zorlayabileceğine inanan Washington, Hindistan’ın dengenin korunmasına yardımcı olabileceğini umuyor, çünkü Yeni Delhi doğal olarak ülkeyi Pekin’e yaklaşmaktan caydıracak bir faktör olarak görülüyor. Bu düşünce, Hindistan’ın yaratmadığı karmaşık bir durumu yönetme konusunda Hindistan’a yersiz bir yük bindiriyor.

Çin’e karşı mücadelede Amerikan ve Hint çıkarları ortak olsa da Hindistan ve ABD’nin Bangladeş seçimlerine yönelik farklı yaklaşımlarından da anlaşılacağı üzere stratejik önceliklerini gerçekleştirme araçları farklılık gösteriyor, çünkü görevdeki hükümete ilişkin farklı algılara sahipler. Washington, Hasina hükümetini Çin’e yaklaşan, giderek “otokratik bir rejim” olarak görürken Yeni Delhi aynı şeyi, aşırılık yanlılarına baskı uygulayarak ve ordu personelini kışlalarıyla sınırlandırarak demokrasiyi yeniden tesis eden, bölgesel istikrara öncülük eden ve bazı demokratik kusurlara karşın Pekin’in ülkedeki aşırı nüfuzunu sınırlayan bir varlık olarak görüyor ve Çin’e yönelik dostane politikasına karşın Hasina’nın Yeni Delhi’nin çıkarlarına ve kaygılarına duyarlı olduğuna inanmaya devam ediyor.

İki ülkenin hükümet algılarındaki bu farklılık, ortaklığın rolleri konusunda belirsizlik doğuruyor. Çin, Hindistan’ın Güney Asya’daki güvenliğine ve statüsüne meydan okurken ABD kendisini tamamlayıcı bir oyuncu olarak konumlandırdı ve Hindistan’ın bölgede liderliğini teşvik etmeye büyük ilgi gösterdi. Washington’ın Hasina hükümetine karşı artan eylemleriyle birlikte Hindistan’da Washington’ın Bangladeş’te tamamlayıcı olmak yerine öncü bir rol üstlendiği yönünde kaygılar var. Bu, Yeni Delhi’nin Washington’la olan işbirliğinin söylenmemiş temel şartlarını ihlâl edecektir: Hindistan’ın güvenliğine ve Güney Asya’daki lider güç statüsüne saygı duymak.

Yeni Delhi bölgede Washington ile çalışmaya istekli olsa da bu, ABD’nin Hindistan’ın stratejik arka bahçesinde destekleyici bir rol oynama konusundaki isteksizliğinin önemli bir örneği. Bangladeş’te artan Amerikan baskısı ve muhalefetin artan ivmesi Yeni Delhi için ideal bir senaryo anlamına gelmiyor. Sağlam bir Hindistan ortağının etkisini azaltmak ve Çin’in konumunu güçlendirmek, Hindistan’ın Bangladeş’te zorlukla elde ettiği kazanımları tersine çevirme tehlikesi yaratıyor. Yeni Delhi buna karşın ABD’ye düşmanlık yapmamak için ABD’nin Bangladeş’e yönelik eylemlerine karşı kamuoyunda sessizliğini koruyor ve seçimler yaklaştıkça Bangladeş’in sivil toplumu ve yönetimiyle etkileşimini azaltıyor.

GÖRÜŞ

NATO zirvesi öncesinde kolektif Batı’nın üç köşesinden yansıyan kriz hali

Yayınlanma

Yazar

Kolektif Batı, NATO’nun 9-11 Temmuz’da Washington’da düzenlenecek 75’inci yıl zirvesine, üzerlerinde toplanan kara bulutlarla gidiyor. Rusya Federasyonu’nu stratejik yenilgiye uğratma hedefli ‘Proje Ukrayna’; askeri, diplomatik ve ekonomik cepheleriyle çökerken, Gazze Şeridi’ndeki insani ve siyasi dram meşhur ‘değerler makyajını’ akıtmış durumda. Çin Halk Cumhuriyeti’ni dizginlemek için Asya’nın sularını ısıtmaya mecalin kalıp kalmayacağı meçhul. Ve asıl Batı’nın kendi içinde neoliberal modelinin sıkışmışlığı görünür hale geliyor.

AB’nin iki sac ayağından Fransa’da Macronizm çatırdarken, 20 senedir ‘aşırı sağ’ diye formüle edilen denklem ciddiye biniyor. Almanya’da Başbakan Olaf Scholz, komşusunu kaygıyla izliyor. Hristiyan Demokratlar’ın da ötesinde Almanya için Alternatif ile yeni şekillenen sol ensesinde.

‘Demokrasi beşiği’ Britanya’nın etnik kökeniyle cilalanan başbakanı Rishi Sunak, 14 yıllık Muhafazakar iktidarı uçurumdan atarken, neoliberal nizamın temsilciliği İşçi Partisi’ne devroluyor.

Asıl önemlisi dört yıllık başkanlığında dünyayı ‘demokrasi ve müstesna Amerikan liderliği’ altında toplama iddiasını ortaya koyan Joe Biden’ın bizzat kendisi ‘yitip gidiyor’. Amerikan siyaset makinasının dişlileri gıcırdıyor.

Fransa’dan başlayalım…

KÜÇÜK NAPOLYON’UN BÜYÜK KUMARI

Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, çok değil, birkaç ay öncesine kadar kibirli bir edayla Rusya ile savaşmak için Ukrayna’ya asker gönderme gündemini canlı tutuyordu. Moskova’dan tarihsel anımsatmalar eşliğinde sert yanıt alınca, Ukrayna çatışması öncesinde Rusya lideri Putin ile telefon görüşmesi kayıtlarını tekrardan ‘ifşa ederek’ intikama kalkıştı. Gizlice aldığı kayıtlarda Putin’in BM onaylı Minsk anlaşmasını uygulamak için Donbass’taki halk cumhuriyetleriyle müzakere çabalarını anlatmasından öte bir şey de yoktu. Asıl dikkati çeken Macron ekibinin gülüşüp dalga geçmeleriydi.

Macron’un neşesi uzun sürmedi. Fransa’da Avrupa Parlamentosu için 9 Mayıs’ta düzenlenen seçimler suratında patladı. Kötü şöhretli nazi babası ile göbek bağını çoktan kesip merkez sağa konumlanmış Marine Le Pen’in partisi Ulusal Birlik (RN-Rassemblement Nationale) 31,4 ile sandığı salladı. Macron’un Rönesans partisi yüzde 14,6’yla ağır hezimet yaşadı. Macron, ‘aşırı sol’ diye etiketlediği yüzde 13,8’lük ‘sosyalistleri’ kılpayı geçebildi.

‘Baskın basanındır’ diyerek parlamentoyu fesh etti, ilk turu 30 Haziran, ikinci turu 7 Temmuz’da erken seçim ilan etti. Fransız halkının önüne son 20 yılın bildik denklemini koydu: ‘biz gidersek aşırı sağcı Le Pen gelir’.

Ne ki bu kez 30 Haziran’daki ilk tur seçim de faciaya döndü. Ulusal Birlik tek başına oyların yüzde 29,5’una ulaşırken, müttefikleriyle yüzde 33’e tutundu. Macron’u destekleyen merkez bloğun (Rönesans ile ortakları Demokrasi hareketi MoDem ve Ufuklar Partisi) ‘Birlikte’ ittifakı ancak yüzde 20,4’e çıkabildi. Baş başa kalsalar birbirlerini yiyecek Sosyalist Parti, Boyun Eğmeyen Fransa (LFI), Yeşiller ve Komünist Parti ‘aşırı sağ’ kaygısıyla Yeni Halk Cephesi’nde birleşip yüzde 27,9’a ulaşmayı başardı. Ulusal Birlik’e göz kırpan Éric Ciotti’nin Cumhuriyetçileri (LR) yüzde 6,56 ile dördüncü geldi.

İkinci tur 7 Temmuz’da. Ulusal Birlik’e karşı seçim bölgelerinde adaylar şansı daha yüksek rakipleri lehine çekiliyor. Fransız medyasına göre yükü çeken solcular. Yeni Halk Cephesi adayları ‘Birlikte’ lehine çekilirken, Macron’un adayları güçsüz oldukları yerlerde bile kampanyaya devam ediyor. Sol yine neoliberal nizama payandalıkla meşgul.

‘TOPAL ÖRDEK’

Macron, karmaşık seçim sisteminin de yardımıyla ikinci turda durumunu bir nebze düzeltebilir. Ancak rahat yönetme şansı görünmüyor. Fransız siyasi sisteminin alamet-i farikası ‘Kohabitasyon’un işlemesi zor. Le Pen ve yoksul göçmen kesimden devşirdiği 28 yaşındaki başbakan adayı Jordan Bardella, parlamentoda mutlak çoğunluk olmadan iktidarı istemiyor.

İlk tur Fransızların beşte dördünün Macron’a karşı olduğunu sergiledi. Ülkenin kredi notu düşer ve bütçe krizi tartışılırken, Macron sola veya teknokrat hükümete yıkabileceği bir siyasi belirsizliğe oynayabilir. Ama 7 Temmuz’da ‘20 yıllık bildik denklem’ işe yaramazsa, görev süresinin sonu olan 2027’yi bile görmeyebilir.

Polis şiddetiyle ezdiği Sarı Yelekler, emeklilik reformu, ağırlaşan göçmen krizi ve Fransız sömürgelerinin insanlarıyla kimlik ve dini ayrımlar üzerinden bitmeyen gerilimler, militarist Ukrayna politikalarının etkisiyle katlanan gıda ve enerji fiyatları eşliğinde Macronizmin sonu görünüyor. Zaman Le Pen’in lehine işliyor.

Velhasıl Macron, Washington’daki NATO zirvesine her halükarda ‘topal ördek’ olarak gidiyor.

DEMOKRASİNİN BEŞİĞİNDE BURUK ZAFER

Brexit’le ‘eğreti durduğu’ AB’den ayrılan Anglo-Amerikan ittifakının küçük ortağı Birleşik Krallık’ta Fransa’daki gibi bir trajedi yok. Ama epeydir, Boris Johnson, Liz Truss gibi isimler eşliğinde zaten temsili demokrasi kör topal işlerken, şimdi üstüne alternatifsizlik hakim.  

Beklendiği üzere, Muhafazakar Parti’nin 14 yıllık iktidarı Hint asıllı seçilmemiş varlıklı Başbakan Rishi Sunak’ın gözetiminde çöktü. 4 Temmuz seçiminde kesin olmayan sonuçlara göre, Muhafazakarlar 365 sandalyeden 121’e düştü. Yüzde 23.7 oranında oyla tam 250 milletvekilliği kaybettiler. Şahin Savunma Bakanı Grant Shapps, bir ay kadar süren başbakanlığı ‘marul ömrüyle’ anılan Lizz Truss Avam Kamarası’na seçilemediler.

Parlamentoda mutlak çoğunluk için 326 yeterliyken İşçi Partisi tam 412 sandalyeyi kaptı. Oylarını hepi topu yüzde 1,6 oranında yükseltmişken, seçim sistemi sayesinde yüzde 33,7 oranında oyla 221 fazladan vekil çıkardılar. Liberal Demokratlar 71 sandalye alırken, asıl sürprizi ‘aşırı sağcı’ Reform UK yaptı. Nigel Farage liderliğindeki Reform UK, oylarını yüzde 12,3 oranında yükselterek yüzde 14,3’e çıkardı ve 4 vekillik kazandı. Kalanı Yeşiller, Bağımsızlar, İskoçya, Kuzey İrlanda ve Galler’den partilere gitti.

Birleşik Krallık’ın yeni Başbakanı İşçi Partisi lideri Keir Starmer.

Ancak ‘zafer’ buruk. 2019’daki yüzde 64,9’luk katılım oranının 8 puan düşerek yüzde 56,9’a gerilemesi ‘ezici zaferin’ coşkusunu söndürüyor.

KENDİ SEÇİM BÖLGESİNDE OY KAYBEDEN LİDER 

Daha utanç verici olan katakulli ile partiden attığı selefi Jeremy Corbyn’in İşçi Partisi’nin lideri olduğu 2019’da kendi seçim bölgesinden 36.641 oy almış olan Starmer’ın, şimdi partinin lideri olarak aldığı oyların 18.884’e düşmesi. Corbyn bağımsız milletvekili seçilmeyi başardı. İşçi Partili rakibi Paul Waugh da öyle. Fark Waugh’ın geçen sene Rishi Sunak’a ‘yetkin başbakan’ diyerek övgü düzmüşlüğü. İngiliz İşçi Partisi’nin halleri nereden baksak acınası.

Aslında seçim öncesi YouGov anketi, İşçi Partisi’ne oy vereceklerin ana motivasyonunun yüzde 48 ile Muhafazakarlardan kurtulmak olduğunu ortaya sermişti. Starmer’ın emekçiler için çalıştığını düşünen yahut ona liderliği için oy vereceğini söyleyenlerin oranı yüzde 1, sağlık sistemini düzeltme olasılığına oy verenler yüzde 4 görünüyordu.

Nitekim Amerika’nın çokuluslu yatırım devi BlackRock’ın multi milyarder patronu Larry Fink’in ‘umut’ görüp desteklediği Keir Starmer, iç siyasette asgari ücret artışı, sağlık randevuları ile ilgili vaatlerini tutabilir mi bilinmez. Özetle, ülkeyi yeniden AB’ye sokma arzusunda, Gazze’de İsrail yandaşı, ‘Proje Ukrayna’nın destekçisi… Yani Rishi Sunak kampanyasının ‘dünya kötü, güvenlik için orduyu güçlendirmeliyiz’ söylemine kimsenin prim vermemiş olması bir şey değiştirmiyor.

ASIL SÜRPRİZ SİYASETTEN SİLEMEDİKLERİ FARAGE

Asıl sürprizi yapan Reform UK’ye gelince… Parti 4 sandalye kazanırken tartışmalı lideri Nigel Farage ilk kez Avam Kamarası’na girmeyi başardı. Ülkenin aşırı göçmen akını yüzünden kültürel yarılma yaşadığını söyleyen Farage “Biz misafirperver bir ülkeyiz ama milyonlar alamayız” diyor. “Dünyanın her yerinden, her dinden gelebilirsiniz, eğer bizim değerlerimizi paylaşıyorsanız birlikte mutlu ve barış içinde yaşayabiliriz” dese de ülkenin Hıristiyan köklerine atıfta bulunuyor. ‘Okullardan zehirli üçüncü cins ideolojisini yasaklamayı’ vaad eden Farage, son dönemde Rusya’nın AB ve NATO tarafından kışkırtıldığını söyleyerek şimşekleri çekti. Nihayetinde, Brexit sonrası siyasetten silineceğini iddia edenleri haksız çıkardı.

Velhasıl Keir Starmer, ABD’nin Bağımsızlık Günü’ne denk gelen 4 Temmuz seçiminin ardından Macron’un aksine Washington’a ‘muzaffer’ gidiyor.  

Tesadüf o ki, büyük ortak ABD’deki başkanlık seçimi de 5 Kasım ‘Guy Fawkes Günü’ne denk geliyor. 17’inci yüzyılda Katoliklerin Kral 1. James’in zulmüne karşı Westminster’ı havaya uçurma komplosunun kutlandığı tarihe… Ve Atlantik’in ötesinde, Beyaz Saray’da da Capitol Hill’de de sinirler gergin.

‘UYKUCU JOE’ İLE ‘BÜYÜK DON’

Amerikan ana akım medyasının yardımıyla üzeri örtülmeye çalışılan 81 yaşındaki Joe Biden’ın ‘bunama’ sorunları, Demokratik Parti ve müesses nizamın başına büyük dertler açtı. Hem de Donald Trump’a karşı ‘Amerikan demokrasisi için’ ikinci kez göğüslerini siper etmeye çalışırken…

ABD önseçimleri rekabetsiz ve renksiz geçerken, 27 Haziran’daki ilk başkanlık münazarasında kızılca kıyamet koptu. ‘Uykucu Joe’ ile ‘Büyük Don’un kapışmaları tarihi nitelikteydi. Camp David’de bir hafta kampa sokulmuş Biden cümleleri ağzında geveleyip anlaşılmaz kılmakla kalmayıp arada uyuklarken, doğrusu Trump rakibine çok da yüklenmeme taktiği izledi. 90 dakika boyunca ABD ve dünyaya dair üst perdeden atıp tutarken birbirlerine hakaretler yağdıran iki aday, geçkin yaşlarını ‘en iyi kim golf oynuyor’ üzerinden yarıştırarak Amerikan siyasetinin entelektüel düzeyini iyice sığlaştırdı.

‘JOE MUHTEŞEM BİR İŞ YAPTIN! HER SORUYU CEVAPLADIN!’

‘Uykucu Joe’ da ‘Büyük Don’ da ‘münazara zaferi’ ilan etti. Bilhassa First Lady Jill Biden’ın Demokrat taraftarlar önünde adeta 5 yaşında çocukla konuşur gibi “Joe, muhteşem bir iş yaptın! Her soruyu cevapladın” diyerek yaptığı sunum şoke ediciydi!

Demokratik liderlik ve bağışçıların büyük paniği gizlenecek gibi değil. New York Times, The Atlantic gibi yayınlar açıkça Biden’a adaylıktan çekilme çağrıları yaptı. Damardan Biden’cı İngiliz medyası Atlantik ötesinden ses verirken, The Economist Amerikan başkanlık armasını yürüteçle kapağına taşıdı.

Biden ekibi münazaradaki halini haziran ortasına kadar Avrupa’ya seyahatler ve grip olmasına bağlamaya çalışarak herkesi güldürüyor. ‘Kral çıplak’! Anketler seçmenlerin yüzde 70’ten fazlasının Biden’ın zihin sağlığının başkanlığa elvermediğini düşündüğünü gösteriyor. Son olarak Biden’ın Philedelphia’da bir radyoya “Siyah bir başkanla birlikte görev yapan ilk siyah kadın başkan yardımcısı olmaktan gurur duyduğunu” söylemesi karşısında dehşete düşen Amerikalılar “Bu adamda nükleer kodlar var” diye söyleniyorlar.

Şu ana kadar çabalar önseçimleri rakipsiz almış Biden’ı çekilmeye ikna edemiyor. Hatta yasadışı silah bulundurmaktan hükümlü, eski uyuşturucu müptelası oğlunu resmi toplantılara katarak aile meclisi eşliğinde kenetlenmiş görünüyor.

Demokratlar biçare. Bu haliyle Trump’ı yenebilecek iki isim öne çıkarılıyor. Mütevazı ve entelektüel eski First Lady Michele Obama ile tuhaf ve anlaşılmaz cümleleri ve yapmacık tavırlarıyla pek iyi sınav vermemiş başkan yardımcısı Kamala Harris. Michele Obama’nın görevi istemediği söyleniyor. Hevesli Kamala’nın heyecanını gizleyemediği açık fakat parti içinde kendisinden çok da hazzedilmediği anlaşılıyor.

Demokratların ağustos ayındaki kurultayına kadar ne olacağı meçhul. Biden’ı çekilmeye zorlamak için ‘tüm adaylara açık, beş haftalık hızlı bir önseçim ve kurultay’ yahut yasal mekanizmalara başvurmak dahil bin bir tartışma dönüyor.

En derin korku Trump’ın bu kez kazanırsa Amerikan devlet bürokrasisine Obama döneminden bu yana daha da nüfuz etmiş Demokratları koltuklarından etmesi. Münazara sonrası Yüksek Mahkeme’nin 6 Ocak 2021 Kongre baskını dahil Trump’a resmi görevindeki icraatlarından ötürü ‘kısmi muafiyet’ sunması kaygıları artırdı. Trump’a açılan davalarla ilgili ‘yasal gerekçeler’ geçerli olsa dahi, Adalet Bakanlığı destekli kovuşturmaların onu ekarte etmeye yönelik ve siyasi nitelikte olduğu izlenimi silinemiyor.

ABD’de hayat pahalılığı, kronikleşen göç, sokakları saran fentanil ile çöken altyapının yenilenmesi gereğine konuşulurken ve kamu borcu üç ayda bir 1 trilyon dolar artarken, Biden’ı yeniden seçtirme sancısı içindeki Demokratların sıkıntısı büyük.

TESELLİCİ DEMOKRATLAR, AI MÜHENDİSLİĞİ PEŞİNDE KOŞANLAR

Kimi Demokrat teselliyi ‘felçli Woodrow Wilson, FDR veya Ronald Reagan’a atıfla ‘Biden’ın durumu benzersiz değil’ demekte buluyor. Associated Press’in Perşembe günkü haberinin başlığı ‘Biden 81 yaşında: Zeki ve odaklanmış ama bazen kafası karışık ve unutkan’ oldu.

Kimisi de uzmanı oldukları ‘toplum mühendisliğine’ hevesleniyor. En acayip fikir Huffington Post’un ‘görüşler’ bölümüne konan ‘Biden Kampanyasının Yapay Zekayı Kucaklamasının Zamanı Geldi’ başlıklı makaleyle geldi. Makalede açıkça Demokrat kampanyanın ‘yapay zeka kullanarak Amerikan halkını Joe Biden’ın sağlıklı ve enerji dolu olduğuna inandırması gerektiği’ teması işlendi! Amerikan halkının ahmak yerine konmasını içeren böylesine bir öneri herhalde dünyada bir tek ABD’de yapılabilir.

Biden’ın ‘yitip giden’ liderliği, Avrupalı müttefiklerin halleri, necon’ların Batı’nın ekonomik ve siyasi hegemonyasını devam ettirmek için çizdikleri stratejinin de gelip dayandığı yeri gösteriyor. Biden ev sahipliğinde yapılacak NATO’nun 75’inci yıl zirvesi öncesi durum hiç parlak değil. Esasında Rusya ve Çin liderlerinin yinelenen mesajları, kolektif Batı’ya bir büyük kapışmadan dönmek için rasyonel yollar sunuyor. Ne ki, Batı’nın siyasi elitlerinin bu yolları görebilmeleri uzak bir ihtimal.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Suriye ile acil barış ve uzlaşma

Yayınlanma

Yazar

Siz belki okumaktan bıktınız; ama ben yazmaktan bıkmadım, çünkü mesele olağanüstü önemde. Suriye ile barış konusunda Harici’de yazdığım bir önceki yazı ‘Et Tekraru Ahsen, Velevkane Yüz Seksen’ başlığını taşıyordu. Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye ile uzlaşma konusundaki açıklamaları beni tekrardan ümitlendirdi.

Erdoğan’ın açıklamalarından bu defa daha fazla umutlu olmama sebep önce Rusya’nın Suriye Özel Temsilcisi Lavrentyev ile görüşen Suriye Devlet Başkanı Beşar Esat’ın Türkiye ile bir uzlaşma sürecine ülkesinin bütün toprakları üzerinde etkili egemenlik kurması çerçevesinde olumlu baktığını açıklamış olmasıydı. Erdoğan ise bu açıklamalara ilişkin bir soruya gayet olumlu ve yerinde cümlelerle karşılık cevap verince bu işin bu defa ilerleyeceğine dair ümidim arttı. En az bu açıklamalar kadar önemli olanı ise MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin artık Suriye ile uzlaşarak/anlaşarak teröre karşı ortak mücadele edilmesine vurgu yapan konuşmalarıydı. Kabul etmek gerekir ki, çoğu zaman Bahçeli’nin bu tarz konuşmaları hükümetin/devletin yeni politikalarının deklarasyonu gibi oluyor.

İÇERİK ÇOK UYGUN

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye Devlet Başkanı Esat’ın açıklamasına verdiği cevabın muhteva analizinde birkaç husus hemen fark edilebiliyor. Örneğin Erdoğan’ın sözlerinde zehirli hiçbir unsur bulunmaması ilk bakışta dikkati çekiyor. Örneğin rejim kelimesinin kullanılmamış olması tek başına çok önemli bir fark. Yakın zamana kadar Türk yetkililerin sürekli kullandığı bu ifadenin karşı tarafta çok büyük olumsuzluklar barındırdığını söylemeye bile gerek yok. Yıllar önce Yunanistan ile Gayriresmi Diplomasi toplantıları yaptığımızda onların Kıbrıs konusunda Türk işgali vb. sözlerine biz, Kıbrıs Barış Harekâtı sözlerine de onlar itiraz ederlerdi.

Rejim kelimesi ile başlayan açıklamalar da Suriye tarafı için uzlaşmamak adına yapılan yaralayıcı ve eleştiri sözleri ve bunu gerek Harici’de gerekse sosyal medya hesabımda (@hasanunal1920) sürekli dile getire geldim. Örneğin Erdoğan Suriye konusunda ilk defa 2022 yılının ağustos ayı başlarında Soçi’de Rusya Devlet Başkanı Putin ile yaptığı görüşmenin ardından, Putin’in kendisine PKK/PYD’ye karşı askeri operasyon konusunda hep Suriye ile ortak hareket etmeyi tavsiye ettiğini, kendisinin de artık aynı kanaatte olduğunu, devletler arasında sürekli husumet olmayacağını ve kendisinin Esat ile el sıkışabileceğini söylemesine ve benzeri açıklamaları sonraki günlerde sürdürmesine rağmen o zamanki bürokrasi ısrarla rejim vb. açıklamalar yaparak sürece ivme kazandırmak yerine adeta baltalamıştı.

Bu defa Erdoğan’ın konuşmasında bu türden hiçbir unsur olmadığı gibi, Esat’a ilişkin olarak Suriye Devlet Başkanı ifadesini tercih etmesi ayrıca ümit verici; çünkü 2022 yılı ağustos ayı başlarında Erdoğan’ın yaptığı açıklamalara rağmen o zamanki bürokrasi kullandığı ifadelerle hala Esat’ı ve hükümetini meşru görmediğimizi ima ediyordu. Bu defa Erdoğan’ın ısrarla Suriye Devlet Başkanı demesi sanırım ve ümit ederim ki, bütün soru işaretlerini ortadan kaldırıyordur.

Erdoğan’ın konuşmasında yer alan önemli vurgulardan birisi de Suriye’nin iç işlerine karışma niyetimizin olmadığının belirtilmesiydi. Erdoğan’ın Putin’le Soçi görüşmesi sonrası yaptığı açıklamanın ardından Türk yetkililer özellikle de o zamanki dışişleri bakanı rejim diye başlayan cümlelerle Suriye’ye yeni bir anayasa yapılması gerektiğinden söz ediyor ve ısrarla muhaliflerden bahsederek onların yönetime nasıl katılacaklarını sorguluyorlardı. Aslında yaptıkları şey Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Soçi’de ve sonraki günlerde yaptığı uzlaşma/anlaşma açıklamalarını görmezden gelmekle eş anlamlı gibiydi. Türkiye’nin 2013-2015 döneminde belirlediği ve ulusal çıkarlarımızla uzaktan yakında alakası olmayan bir politika söz konusuydu.

Özetle söylemek gerekirse, önce çatışmasızlık olacak, o arada yeni bir anayasa yazılarak Suriye’ye dayatılacak, Esat çekilerek yeni ve geçici bir hükümet kurulması sağlanacak ve bu hükümette muhalifler yer alacak (Esat’ın yer alıp almayacağı bile Türkiye açısından bir soru işaretiydi, Ankara bu konuda belki ifadesine daha yatkındı), sonra uluslararası gözlemcilerin sıkı denetimi altında seçimler yapılacak ve sonuçlarına göre de yeni yönetim oluşacaktı. Bu politikanın Türkiye’nin ulusal çıkarı ile uzaktan yakından bir alakası yoktu/olamazdı; çünkü Suriye gibi milli ve üniter yapıdaki bir devlete yeni anayasa dayatmak bu ülkeyi federasyona sürüklemek veya adı konulmamış bir federal yapıya zorlamak anlamına geliyordu. Böyle bir yapıda PKK/PYD’nin de federe ünitelerden birisi olacağı açıktı.

Oysa biz PKK/PYD’nin böyle bir kukla ünite/devletçik haline gelmemesi için mücadele ediyorduk; ancak bu örnekte olduğu gibi üzerinde tam olarak düşünülmemiş politikaların bir tarafında ulusal çıkarları korumak adına silahlı mücadele edersiniz öbür ayağında ise silahla karşı koyduğunuz yapının istediklerini elde etmesine dolaylı olarak yardımcı olursunuz. Böyle bir politikaya görevdeki bazı profesyonel diplomatların bu taleplerin BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararını gerekçe göstererek sahiplenmeleri ise oldukça garip bir durumdu; çünkü BM Güvenlik Konseyi’nin Kıbrıs meselesiyle ilgili bir dizi kararını biz de haklı olarak uygulamazken (İsrail’in BM kararlarını hiçe saydığını ayrıca not ederek) bu kararı tanrı buyruğu gibi değerlendirmek aslında Erdoğan’ın ‘Suriye ile uzlaşın’ talimatını sulandırmaktan başka bir şey değildi. Aslında o politikaya göre ülkemizde ve Suriye’de baktığımız yaklaşık on milyon Suriyeli ile PKK/PYD’nin Amerikan güçleri ile birlikte Fırat’ın doğusundaki nüfus ve İdlib bölgesinde yaşayanlarla birlikte Esat’tın seçilmesi engellenecekti; çünkü bu üç büyük nüfus grubu Suriye hükümetinin kontrolünde yaşayanlardan daha fazlaydı.

Erdoğan’ın Suriye’nin iç işlerine karışma niyetinde olmadığımızı söylemesi hem ulusal çıkarlarımıza uygun hem de yeni bir politika önerisine benziyor. Başka bir ifadeyle Suriye için yeni anayasa fantezisinden vazgeçmiş oluyoruz ki, aramızdaki en önemli engellerden birisi ortadan kalkmış oluyor. Bu, ayrıca Suriye’nin milli ve üniter anayasal yapısının korunmasının Türkiye’nin çıkarlarıyla ne kadar uyumlu olduğunun anlaşılması anlamına geliyor olsa gerektir; çünkü federal bir yapıya zorlanan ve içinde PKK/PYD’nin federe ünite olarak yer alacağı bir Suriye’nin parçalanma ve Türkiye’nin ulusal bütünlüğünü tehdit etme riski hiç de azımsanamaz.

İLERİYE BAKMAK

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu açıklaması kesin bir politika dönüşümü anlamına geliyorsa bunun bürokraside sulandırılmasına izin vermemek gerekir. Erdoğan ‘vaktiyle ailece de görüşüyorduk, yine görüşürüz’ dediğine göre, Suriye ile sıradan ve soğuk bir barıştan söz etmiyor olsa gerektir. İki devlet arasında önce barışın tesisi için sığınmacıların gönderilmesi ve terör örgütlerine karşı ortak mücadele konularında ayrı ayrı mutabakat imzalanması gerekecektir. Her iki alanda da çok kapsamlı sorunların olduğuna şüphe yok. Dolayısıyla mutabakat metinlerine ilaveten çalışma grupları hazırlanarak hızla ilerleme sağlamak lazım gelecektir.

Bu noktada en önemli sorun hükümete destek veren Siyasal İslamcılar, medya ile resmi sıfatlı veya gayriresmi Amerikancı gruplar olacaktır. Örneğin ‘Esat Suriye topraklarından çekilmemizi istiyor’ feveranını epeydir ediyorlar ve etmeye devam edeceklerdir. Oysa Şam hükümetinin kontrolümüzdeki toprakları boşaltmamızı istemesi gayet normal bir talep. Ne yani, Suriye hükümeti topraklarını bize bırakacak değildi herhalde?

Vaktiyle Suriye’ye fethe gidiliyormuş havası yaratılması, hükümetin kendi medyasının bu gerçek dışı havayı yıllarca pompalaması uzlaşmanın önündeki en büyük sorunlardan birisi gibi düşünülebilir. Fakat buradaki en büyük avantajımız Erdoğan’ın kararları ve tavırları karşısında bu grupların hızla pozisyon değiştirebilmeleri. Gerek kurumlar içerisindeki gerekse gayriresmi kişilikli Amerikancılar ise çok kutupluluk yerleştikçe etkilerini kaybediyorlar. Bu defaki yakınlaşmanın avantajlarından birisi de bu olsa gerek. Ayrıca yakınlaşma konusu bu defa bürokrasiye bırakılarak yavaşlatılma/sulandırılma riskine karşı doğrudan liderler diplomasisi yoluyla yönetilebilir ve uzlaşma/anlaşma bürokrasiye talimat olarak verilebilir.

PKK/PYD’NİN SONU

Türkiye-Suriye ilişkilerinin normalleşmesi PKK/PYD’nin sonu demektir. Amerika’nın bu terör örgütlerine açık destek veriyor olması bu gerçeği değiştirmez. Özellikle çok kutuplu dünyada Amerika’nın bu örgütler yoluyla Orta Doğu’da bir kukla devlet kurmaya çalışması, sınırları doğrudan veya dolaylı değiştirme girişimleri çok kutuplu bir dünyada sürdürülemez. Ankara-Şam uzlaşması Fırat’ın doğusunda hem de Amerikan birliklerinin desteği ile büyük çaplı etnik temizlik yaparak tutunmaya çalışan PKK/PYD ve Vaşington üzerinde psikolojik açıdan şok etkisi yaratacaktır; çünkü bugüne kadar bu kirli ikili Ankara’nın siyasal İslamcı politikalardan vaz geçmeyeceği dolayısıyla Esat dedikleri Suriye ile uzlaşmayacağı varsayımı üzerinden hareket etmekteydiler. Türkiye, Suriye ile uzlaştığı anda bu varsayım gecekondu temeli üzerine inşa edilmiş bir gökdelen gibi çatırdamaya başlayacak ve hızla göçecektir. Suriye ile uzlaşma bu terör örgütüne karşı yapılacak operasyonları ya Şam ile koordine etme veya hiç operasyon yapmadan karşı tarafın göçmesine sebep olacak bir stratejik sabır politikasıyla sonuç alınmasını sağlama fırsatlarını beraberinde getirecektir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Round 1: Galip Trump

Yayınlanma

2024 ABD seçimlerinin ilk münazarası geride kaldı. Dört yıl aradan sonra neredeyse hiç yaşlanmamış bir Trump ve çok yaşlanmış bir Biden izledik. Hem de çok yaşlanmış… 2020’de kendi sağlığıyla ilgili çekinceler sıkça gündeme gelmişti. Ancak münazarada nispeten daha diri kalmayı başarmış, Trump’ın saldırgan üslubuna karşı “ton ton Joe amca” imajını güzelce inşa etmişti. Aradan geçen dört yıl ise Joe amcaya iyi davranmadı… Oğlu Hunter’ın video arşivini görmüşçesine iğrenme dolu bakışları, kısık sesi ve münazaranın başında 7-8 saniyeyi bulan duraksaması Demokratların umutlarını tamamen söndürdü. Oysa devamı o kadar kötü değildi. Yine dediği birçok şey anlaşılmıyordu ama en azından benzer bir duraklama yaşanmamıştı. Hatta duraksamadığı anlarda normalden bile hızlı konuşuyordu, belki de ilaçların etkisiyle…

Hiçbir soruya cevap verme ve kazan

Trump’ın stratejisi ise biraz daha ilginç oldu. Münazara öncesi yazımda Trump’ın İsrail konusuna girmek istemeyeceğini söylemiştim. Trump, Biden’a tepkili solcuları tekrar ona itmekten çekinecekti. Tam da öyle oldu. Ama Trump, sadece İsrail sorusuna değil, hiçbir soruya yanıt vermedi. Moderatörler ve Trump arasındaki diyaloglardan şöyle bir örnek vereyim;

“6 ocak olaylarından ötürü Demokratik haklarının elinden alınacağından korkan vatandaşlara ne söylemek istersiniz?”

“Joe’nun ekonomi politikaları ABD’yi bitirdi. Kimse bize saygı duymuyor!”

Münazaranın büyük kısmı bu şekilde geçti. Trump, hem Biden’ı hem de moderatörleri kafasında sessize almış, kendi anlatacağı şeyleri anlatmaya çıkmış. Cumhuriyetçi lider, neredeyse hiçbir soruya yanıt vermeden münazarayı tamamladı. Tabii beklediğim üzere yeni münazara kuralları Trump’ın işine geldi. Biden konuşurken kendi mikrofonunun kapanması sayesinde rakibinin sözünü hiç kesemedi. Böylece 2020’nin aksine “söz kesmeyen beyefendi adam” izlenimi ortaya çıktı.

İçerik açısından şaşırtıcı bir tartışma yaşanmadı. Trump doğal olarak ekonomiden, Ukrayna’ya verilen devasa yardım paketlerinden, Biden altında yaşanan göçmen krizinden dem vurdu. Konu siyahlara geldiğinde “sınır öyle delik deşik oldu ki siyah ve latinolar hem güvenlik sorunu yaşıyor hem de işlerini göçmenlere kaybediyor” dedi. Dahası Trump, Biden’ın siyahlar için 90’larda sapkınlar grubu ifadesini kullandığını hatırlattı. Biden, bu sefer ırkçılık meselesinden uzak kalmayı tercih etti çünkü Trump son ankete göre ülkedeki tüm siyah oyların yüzde 30’unu alıyor. Bu, rakibi tarafından beyaz üstünlükçülükle suçlanan bir Cumhuriyetçi aday için inanılmaz bir sayı. Trump, anketlerin doğru çıkması halinde girdiği her seçimde azınlıklardaki oyunu arttırmış olacak.

Sonra bir Ukrayna meselesi açıldı ki evlere şenlik… Biden Trump’ın malum davalarına dem vurunca konu bir anda Ukrayna’ya geldi. Trump, “Sen de suçlusun. Bireysel işlerin için ABD’nin gücünü kullanarak Ukrayna’ya baskı yapmadın mı? Binlerce insanı hala öldürmeye devam ediyorsun. Bu arada söyleyeyim; Ukrayna’daki ölü sayıları doğru değil. Verilenleri ikiyle, hatta üçle çarpın. Ukrayna savaşı kaybedecek, insanları kalmadı” ifadelerini kullandı.

İsrail konusuna dönersek dediğim gibi Trump çok fazla konu hakkında konuşmak istemedi. Bunun da bir ilk olduğunu söylemek gerekir, İsrail desteğini yinelemek artık iki aday için de çok tercih edilen bir durum değil. Biden zaten bu yüzden oy kaybediyor. Ancak Evanjelist olmayan muhafazakârlar arasında İsrail’e koşulsuz destek iyice popülaritesini kaybetti. Bu nedenle Trump sadece tek bir cümle kurdu. “Joe sen kötü bir Filistinlisin, onlar bile seni sevmiyor” diyerek konuyu kapattı.

Şimdi ne olacak?

Münazaranın kalanı karşılıklı kişisel saldırılar ve Trump’ın 98 kere “Herkes bizimle dalga geçiyor” demesi ile geçti. Ancak asıl soru şu; şimdi ne olacak? Biden sahneden bile inmeden Demokratlarda benzeri görülmemiş bir tepki ortaya çıktı. Sadece Demokratların ağırlıkta olduğu sosyal medya gruplarında değil, aynı zamanda Demokrat fikir önderlerinde de bir “kral çıplak” anı yaşandı;

Biden bu şekilde seçime girerse kaybedecekti.

Peki ne yapılabilir? Önceden kısık sesle dile getirilen “Biden çekilsin” tartışması şimdi daha yüksek sesle konuşuluyor. Ancak bunun bürokratik temelleri işi epey zorlaştırıyor. Mevcut görevdeki başkanın karşısına aday olarak çıkmak geleneksel olarak sık karşılaşılan bir durum değildir. Bu yüzden, Hem yardımcısı Kamala Harris’in hem de Demokratların en popüler ismi olan California Valisi Gavin Newsom’ın adı çokça geçmesine rağmen aday olmaktan kaçındılar. Bunun için önemli bir son tarih Mart ayında yapılan, 15 eyaletin önseçimlerinin tamamlandığı “Süper Salı” idi. Şunu belirtmek gerekir, Biden 4000 kadar delegenin 3900’unu almayı başardı. Biden’ın isteğine karşı onu adaylıktan indirebilecek bir güç yok.

Ancak Biden çekilirse o zaman yeni aday tartışmaları başlar. Gavin Newsom, dünkü münazara sonrası “hiç bu kadar Biden’ın arkasında kenetlenmemiştik” dese de partisindeki aykırı görüşler giderek güçleniyor. Biden bugün çekilirse artık ön seçim söz konusu olamaz. Ancak delegeler yeni bir aday ve başkan yardımcısı adayı üzerinde anlaşabilir. Demokrat Parti’nin tüm uzmanları böylesi bir durumda parti içinde büyük kavgaların çıkacağını söylüyor. Biden, çekildiği takdirde kendisine destek veren delegelere kimi desteklediğini söyleyebilir ancak delegeler buna uymak zorunda değiller.  Tabii böyle bir niyet varsa seçime yaklaşılan her gün parti için daha güçlü bir bürokratik kargaşa anlamına gelir. Son ay içinde olması durumunda oy pusulalarının değiştirilmesi bile söz konusu olur.

Biden çekilirse ortaya çıkan iki potansiyel aday dediğim gibi Newsom ve Michigan valisi Gretchen Whitmer olur. Ancak bu isimler şu an için Biden’ın arkasındalar. Mevcut durumda, birçoklarının da söylediği gibi Trump’ın umutları epey yüksek. Ancak seçime kadar hala çok zaman var. Bu yüzden anketleri ve ezber yorumları bir kenara bırakmakta fayda var. Her şekilde, Demokrat Parti’yi epey sancılı bir seçim süreci bekliyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English