Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Giden yıl, gelen yıl – 3: İktidar

Yayınlanma

Putin

Putin’le ilgili Rusya halkında hep akılda kalan, üç video görüntüsünde saklı üç moment vardır.

Birincisi, 2001’de Kursk faciasının ardından ailelerin karşısında yaptığı konuşmadır. Bu konuşma o günlerde genellikle Putin’in siyasi güçsüzlüğüne yorulmuştu; ancak bence tam tersine, Putin’in bir lider olarak potansiyel gücüne tanıklık ediyordu, zira hamaset yerine hesap vermeyi tercih ediyordu. Bu, onun aileler ve halk nezdinde itibarını artırmıştır. Ancak bundan da önemlisi şudur: iktidarın Kursk faciasına gösterdiği tepki, başta Gusinskiy, Bezerovskiy ve Hodorkovskiy olmak üzere bir grup oligarka savaş ilanından farksızdır. Putin’in bu toplantıdaki sözleriyle:

“Televizyonlarda herkesten çok bağıran, ama on yıldır bugün insanların ölüp gittiği ordu ve donanmayı yerle bir etmiş insanlar var. On yıldır çala çırpa para bırakmadılar, şimdi de herkesi ve her şeyi satın alıyorlar. … Medyaya gelince, onların mantığı çok basit. Çok basit. Kamuoyuna etki etmek ve böylelikle ülkenin askeri yönetimine, siyasi yönetimine, onlara muhtaç olduğumuzu, onların oltasına takıldığımızı, onlardan korkmamız, itaat etmemiz ve bundan sonra da ülkeyi, orduyu ve donanmayı soyup soğana çevirmelerini kabul etmemiz gerektiğini göstermek.” “Ya kanunlar?” diye sormuştu salondan biri. Putin: “Kanunları da böyleleri yaptılar. Kanunları değiştireceğiz.”

Bu hesap verişte iki vaat önemlidir: 1) oligarkları arzularını siyasi iktidara dikte ettirir güç odakları olmaktan çıkarmak ve siyasi yönetimin bağımsızlığını sağlamak; 2) ordunun prestijini tesis etmek.

İkinci moment 2009’da Pikalyova’da yaşandı. Deripaska şehri ayakta tutan üç fabrikayı kapatmış ve şehir sokaklara dökülmüştü. Putin şehre geldi, grevci ve gösterici aileleriyle görüştü, Deripaska’yı çağırdı, kapatılan işletmelerin açılması için bir sözleşme uzattı; oligark tereddüt eder görününce (“düşünecek ve yakın zamanda karar vereceğiz,” demişti oligark) eliyle çağırdı, tükenmezkalemini masanın üzerine fırlattı, “işte sözleşme…” dedi ve imzalattı. Deripaska kalemi cebine atmaya kalkarken tekrar işaret etti ve “Kalemi geri verin,” dedi.

Bu sahne ve temsil ettiği şey (bir oligarkın dize getirilmesi) kamuoyu bilincine öylesine derinden işlemiştir ki, “kalemimi geri verin” deyim haline gelmiştir.

Üçüncü moment 2019’da bir televizyon programı sırasındaki birkaç saniyedir. Yoksul ve harap bir beldeye gittikleri sırada yaşlı bir kadının ortaya çıkıp “anlaşılmaz bir şeyler söylediğini, ansızın dizlerinin üzerine çöktüğünü” ve kendisine bir pusula verdiğini anlatır: “Muhakkak bakacağımı söyledim. Aldım, yardımcılarıma verdim. Ve pusulayı kaybettik. Bunu asla unutmayacağım.” Anlattığı olaydan çok yüz ifadesi özellikle taşrada Putin’in itibarının hemen hiç azalmamasının nedenlerinden biridir; poker suratıyla ünlü Putin neredeyse ağlamaklı bir ifade takınmıştır.

Bu sahnedeki yüz ifadesi Putin’in itibarını pekiştirmiştir.

Giden yıl, gelen yıl – 2: Toplum

Genellikle Putin’in imajının baştan beri tasarlandığı ileri sürülür. Ben, bu imajın bugün bilinçli bir çabayla korunduğunu düşünüyor olsam bile, onun daha en baştan tasarlanmış olduğuna katılmıyorum. Putin gerçekten de ideolojik eğilimleri belirsiz hatta zaman zaman şekilsiz bir dögolcü devlet adamı olarak ortaya çıkmıştır ve tam da bu niteliği bugünkü Putin’i yaratmıştır: belli bir takım oligark gruplarının, belli bir takım siyasi baskı veya lobi gruplarının, belli bir takım nüfuz ve servet gruplarının kendi kararlarını veya arzularını iktidara dikte ettirmesine izin vermeyen; siyasi ve iktisadi tercihi kapitalist sermaye gruplarını önceleyen ancak bu grupların bir bölüğünün baskısını kabul etmeyen ve kapitalist kalkınmayı devletin güçlenmesiyle paralel kılan, sonuç odaklı,  en yüksek değer olarak devleti gören bir devlet adamı.

Bunlar zamanla ortaya çıkmış nitelikler değil, Putin ve onu iktidara getiren güçlerin bir önceki dönemin antitezi niteliğindeki programatik yaklaşımının sonucudur. Daha 2000’de ilk başkanlık konuşmasında afaki görünen şu vaat az çok hayata geçtiği ölçüde iktidar da konsolide olmuştur:

“[1990’larda] İktidarın kendisi iç çelişkilerle paralize etmesi sonucu belki de en özgür toplumu elde ettik — ne yazık ki kanunda, düzenden ve ahlaktan bile özgür. Bu çoklarını memnun etti — çünkü kârlıydı. ‘Tatlı hayatın’ bittiği ve düzenle ilgili konuşmalarda düzenin kendisini kurmaya geçtiğimiz bugün eleştiriler yankılanmaya başladı — efendim, bu hürriyete tehdit, demokrasiye tehdit!”

Özellikle ilk dönem bu siyaset bütün gücüyle uygulanmıştır: Yeltsin’in kızı ve damadının iktidar üzerindeki nüfuzuna son verilmiştir; Hodorkovskiy, Berezovskiy ve Gusinskiy bütünüyle tasfiye edilmiştir; oligark gruplarının iktidara siyasi etkide bulunma imkânları törpülenmiş, tersine, iktidarın bunları kendi siyasi ve iktisadi programına göre yönlendirmesinin yolları açılmıştır; her biri belli bir grup oligarkı temsil etmekle kalmayıp bu grupların ta kendisi olan hizipler dağıtılmış, iktidar organlarının kendi yetki alanlarında özerkliği korunmakla birlikte aralarında çatışmalar engellenmiştir; özerklik ve hatta bağımsızlık eğilimleri güçlenen federal bölge yöneticilerinin seçimle gelmesine neredeyse tamamen son verilmiştir, federal çevreler oluşturularak bölge yönetimlerinin yetkisi sınırlanmıştır. Öncelik devletin istikrarıdır; Rusya’ya artık yeni bir devrim gerekmediği düşüncesinin sonucudur ve (çok yazdım bunun üzerine) halkta doğrudan karşılık bulur, çünkü devrimlerin ve karşıdevrimlerin farkı halk nezdinde belirsizleşmiştir. Sarsıntı değil istikrar, belirsizlik değil güvence, zayıflık değil güçlülük.

24 Şubat 2022’ye kadar pek çok gelgitleri olan bu siyaset, o tarihten sonra daha güçlü şekilde devam ediyor. Bunun sosyal temeli, bir önceki yazımda belirttiğim gibi, yeni ve konsolide bir küçük ve orta burjuvaziye dayanıyor ve daha da çok dayanacaktır. Putin’in doktora tezinin de konusu olan ekonomide devletin stratejik planlaması güçlenecektir; bununla birlikte doğal kaynaklara dayalı bağımlı büyüme stratejisi yerine iç pazarın doyurulması ve yatırım yetersizliğinin ortadan kaldırılması öne çıkacaktır. Rusya’dan ayrılan yabancı şirketlerin bir kısmının devletleştirilmesi, bir kısmının kayyım aracılığıyla devlet kontrolüne geçmesi, bir kısmının da yerli sermayeye devri, bu yeni stratejinin parçasıdır.

İktisat alanındaki stratejik yenilenme idare alanında da gözleniyor. Federal bölgelerde ve iktidarın her kademesinde, özellikle de orta ve alt kademelerinde yapılan, siyasi özerklik eğilimlerini boğmaya yönelik yeni düzenlemeler miadını doldurmuş görünüyor. Şundan dolayı: 1) askeri özerklik, ve 2) hukuki özerklik daima siyasi özerklik eğilimlerini doğurur. Vagner faciası siyasi sadakat karşılığı askeri özerklik ihsanının, siyasi sadakatin sigortası olamayacağını gösterdi. Çatışmanın başında ve hatta bu yılın ilk aylarına kadar ordu yönetiminin bütün amatörlükleri, sevk ve idareden başka lojistikte de ortaya çıkan sayısız problem karşısında Vagner’in son derece profesyonel, askeri hedef odaklı, savaş alanında sınanmış ve tahkim edilmiş sevk ve idare yapısı, doğrudan doğruya iç savaş tehdidi olarak temayüz etti. Bu tehdidin bir günü bile aşmadan bertaraf edilmesi, Kremlin’in (ve hakkını teslim etmek gerek: Lukaşenko’nun da) siyasi yeteneğine yorulabilir; ancak sorunun ortaya çıkmış olması, tehlikenin büyüklüğünü gösteriyor.

Putin’in Savunma Bakanlığı kolezyumu toplantısında da dile getirdiği, savaş alanında sınanmış kadroların yönetim kademelerine atanması süreci derinleşecektir;

İdeoloji

Yıl boyunca yazılarımda “ideoloji” meselesi üzerinde ısrarla durdum. Rusya anayasası bir devlet ideolojisini yasaklar; ancak bu mesele mayıs ayında Rusya Soruşturma Komitesi başkanı Bastrıkin tarafından ilk defa gündeme getirilmiş ve “Rusya’da her zaman bir ideoloji bulunduğunu ve bugün de bulunmak zorunda olduğunu” söylemişti. Bastrıkin kasım ayında da aynı görüşü tekrar ederek Rusya’da devlet ideolojisinin anayasada tespit edilmesi gerektiğini söyledi. Ondan kısa bir süre sonra Medvedev, ima yoluyla Bastrıkin’i destekledi, ancak anayasa değişikliği için biraz daha beklemek gerektiğini söyledi.Putin de bu tartışmanın dışında kalmadı; bu ayın başında nedense gözden kaçan kısa bir beyanatla Kiev rejimini şu sözlerle eleştirdi: “Her şeyleri kuruyor, kendi temelleri yok. Kendi temelleri olmadığında, kendi ideolojisi olmadığında, kendi sanayisi, parası olmadığında, kendine ait hiçbir şey olmadığında gelecek de olmaz. Ama bizim var.”

İdeoloji, kuşkusuz, anayasa metninde bulunsun yahut bulunmasın, egemen biçimiyle bütün toplumlarda vardır, zira ancak ideoloji vasıtasıyla rıza mekanizmaları kurulabilir. “Kendi temeli, ideolojisi, sanayisi, parası”  gerçekten de bir bütündür ve ideoloji halkasının işlevselliği rızanın sağlanması için zaruridir.

Putin’in kişisel önemi, iktidarın kurumsal yapısının ve devlet ideolojisinin onun kişiliğinde cisimleşmesidir. Putin iktidar içindeki eğilimleri dengelemekle kalmıyor, varlığı Rusya halkının büyük çoğunluğu açısından bizatihi bu devlet ideolojisini temsil ediyor. En önemlisi, bunu toplumun belli bir kültürel, sınıfsal, dini, siyasi vb. kesimini başka bir kesimine karşı düşmanlaştırarak değil bütün bu kesimleri azami seviyede ortak rıza üretimine katarak yapıyor; bu da onun etkisini genişletiyor, pekiştiriyor.

Toplumun büyük kesimini kapsayan rıza üretiminde özgüven arttıkça başka bir görüngü daha ortaya çıkıyor.

Putin’in yıl sonu “Doğrudan Hat” toplantısında üç grup soru vardı: doğrudan salondan alınan sorular; federal bölgelerden video bağlantısıyla alınan sorular; salondaki dev ekrana yansıtılan, SMS’le gönderilen yazılı sorular. Daha önceki toplantılarda da sert sorulara rastlanırdı; ama bu yıl özellikle ekrana yansıtılan sorular, konsolidasyon artarken eleştirilerin sertleşmesine izin verildiğini de gösteriyor. Buna ilk olarak A. Sezer dikkat çekmişti. Sorulardan birkaçı şunlardır: “Salatalığın kilosu 900 ruble, domates 950 ruble, salata 1.500 rubleyi geçti, meyveden hiç bahsetmiyorum. Fiyatları normalleştirin!” “Rusya vatandaşları ne zaman siyah havyar yiyebilecek?” “Her şeyin fiyatının artmasına ne zaman son verilecek?” “Çubays’ın yurtdışına kaçmasına neden izin verildi? Bu uygulamaya ne zaman son verilecek?” “Yeni bir dönem için seçimlere girmeyin. Gençlere yol açın.” “Enflasyon rakamlarında daha ne kadar hile yapacaksınız?” “Rusya MB ne zaman millileştirilecek?” “Birinci Kanal’da anlatılan Rusya’ya nasıl taşınabiliriz?” “Gerçek Rusya ne zaman televizyondaki Rusya’yla aynı olacak?” “Sizin gerçekliğiniz bizim gerçeğimizden neden farklı?” “Gazprom’daki yolsuzluğa daha ne kadar tahammül edilecek?”

Bu soruların sorulabileceği bir siyasi ortamın bilinçli olarak hazırlandığı anlaşılıyor. Kuşkusuz bunun bir çerçevesi var; eğer iktidarla halk arasında beklenen rıza ilişkileri kurulduysa bu ilişkileri tahrip etmeyen her tür eleştiri caiz kabul edilir. Gene de sistemi kişiselleştiren bir figürün kimi düpedüz alaycı sorularla karşı karşıya kalması kurulu özgüveni de gösterir.

Siyaset

VTsİOM’un saha araştırmalarına göre Putin’in genellikle yüzde 65-70 aralığında olan görev onayı 2020’den sonra sadece 2021 yazında yüzde 60’a kadar düşmüştü. Ancak Ukrayna harekâtı kararının ardından muazzam bir sıçrama oldu: 20 Şubat’ta yüzde 67,2’den 3 Nisan’da 81,6’ya tırmandı. Bu tarihten sonra en düşük oran bu yılın 13 Ağustos’unda yüzde 76,7’ydi; şu anda da yüzde 80’e yakın. Komünist Partisi’ne yakın FOM’un saha araştırmaları da neredeyse aynı sonuçları veriyor: görev onayı geçen yılın 16 Ekim’inden beri yüzde 75’le 83 arasında değişiyor, şu anda da yüzde 80 civarında. Liberal çevrelere yakın (Adalet Bakanlığı tarafından yabancı acentası kabul edilen) Levada da aynı verileri elde ediyor. Ancak Levada’nın verileri daha uzun dönemli. Buna göre Yeltsin tarafından atanmış başbakan olduğu 1999 ağustosunda görev onayı yüzde 31’di; ertesi yılın ocak ayında (Çeçenistan’ın dize getirilmesi) 84’e yükselmişti. Bundan sonra en düşük oran 2020 nisanında yüzde 59’du, 2015 haziranında ise yüzde 89’a kadar tırmandı. Levada, geçen ay itibariyle yüzde 85 görev onayı tespit etmişti.

Bu sadece Putin’le ilgili değildir. Levada verilerine göre Başbakan Mişustin’in görev onayı Putin’in başbakanlık dönemi istisna edilirse çağdaş Rusya tarihinde görülmemiş ölçüde yüksektir; 2020’den beri istikrarlı, 24 Şubat 2022’de ise sıçramalı bir şekilde artarak yüzde 48’den 72’ye çıkmıştır. Hükümetin görev onayı da 24 Şubat’tan sonra yüzde 50’den 70’e çıkmış ve o tarihten bu yana az çok istikrarlıdır. Valilerin görev onayı tablosu da hükümetle neredeyse aynı. FOM ve VTsİOM da aşağı yukarı aynı ölçümleri yapar.

Tabloların dikkat çekici bir yanı da 24 Şubat’tan sonra siyasetçilere güvenin genel olarak yükselmiş, güvensizliğin de düşmüş olmasıdır. Eğriler neredeyse aynıdır; bunun tek istisnası Zyuganov ve Medvedev’dir. Komünist Partisi liderine güven duyanların oranı 24 Şubat’tan önce yüzde 25’ten yüzde 30-40 aralığına kadar yükselmiş, güvensizlik ise 60’lardan 45-50 aralığına düşmüştür. Zyuganov’a güven duymayanların oranı, Medvedev’e güvenmeyenlerin oranıyla neredeyse aynıdır; ama bu ikincisine güven duyanların oranı 24 Şubat’tan önce Zyuganov’un üç puan altındayken 24 Şubat’tan sonra 3-7 puan üzerine çıkmıştır.

Güven (görev onayı) potansiyel seçmenin oranını göstermesi açısından önemlidir; demek ki Komünist Partisi’nin oy oranı düşmesine rağmen itibarında yükselme gözleniyor. Medvedev ise Ukrayna çatışmasının başlamasından bu yana sert çıkışları sayesinde itibarını belki de siyasi geçmişinde görülmemiş ölçüde artırmıştır.

Seçime doğru

Mart ayındaki başkanlık seçimleri yaklaşırken Putin’den başka adaylar da var. 23 Aralık itibariyle bunların sayısı 29’du. Bağımsız aday olmak için en az 300-315 bin imza toplamak gerekiyor; üstelik tek bir bölgeden 7.500’den fazla imza kabul edilmiyor. Partili aday olmak içinse 100-105 bin imza ve her federal bölgeden en çok 2.500 imza gerekli. Dolayısıyla, nihai aday sayısının herhalde bir elin parmaklarını aşmayacağı anlaşılıyor.

Liberal Demokrat Parti’nin lideri Jirinovskiy’in ölümünün ardından partinin başına geçen Leonid Slutskiy, Putin’in ardından adaylığını açıkladı. Slutskiy’in görev onayı yüzde 20’ye yakın, güvensizlik oranı ise yüzde 30 civarında.

Komünist Partisi Merkez Komitesi Plenumu partinin Nikolay Haritonov’u aday olarak çıkarmasını önerdi. Haritonov 2004 başkanlık seçimlerine de RFKP’nin adayı olarak katılmış ve yüzde 13,7 oy almıştı. Putin o seçimleri yüzde 71,3 ile kazanmıştı.

Yeni İnsanlar da birleşmeye hazırlandığı Yükseliş Partisi ile birlikte parlamento grup başkanvekili Vladislav Davankov’u aday gösterdiğini açıkladı. Yeni İnsanlar’ın lideri Aleksey Neçayev’in görev onayı yüzde 7, güvensizler yüzde 18.

Yabloko kurucusu Grigoriy Yavlinskiy seçimlere katılmayacağını söylemişti gerçi, ama parti onun için 1,3 milyon imza topladığını açıkladı. Yavlinskiy daha önce de 10 milyon imza toplanırsa aday olabileceğini söylemişti.

Bu adaylardan hiçbirinin kazanması mümkün değil. Dolayısıyla başkanlık seçimleri kimin kazanacağıyla ilgili değil, Putin’in ne kadar oyla kazanacağıyla ilgili. Putin’in 2004’te yüzde 80 görev onayıyla yüzde 71 oy aldığı düşünülürse, bu seçimlerde de yüzde 70’in üzerinde çıkması beklenmeli. Bununla birlikte yüzde 80 ve üzerindeki her oran, bugünkü görünen konsolidasyonun çok ötesinde bir sosyal ve siyasi konsolidasyona işaret edecektir.

Giden yıl, gelen yıl – 1: Ukrayna’da çatışma

GÖRÜŞ

Trump’ın Gazze planının ardındaki gerçekler ve daha derin motivasyonlar

Yayınlanma

Yazar

7 Şubat’ta, ABD Başkanı Trump Gazze’nin yeniden inşasıyla ilgili en son açıklamasını yaparak, ABD’nin Gazze’de bir yatırımcı olacağını ancak harekete geçmek için acele etmeyeceğini ve önceliğinin Ukrayna Devlet Başkanı Zelensky ile görüşmek olduğunu belirtti. Bu açıklama, Trump’ın daha önce dile getirdiği “Gazze’yi boşaltma” ve “Gazze’yi devralma” duruşlarına bir ek olarak düşünülebilir. Trump’ın Gazze’nin geleceğine yönelik vizyonu rastgele ya da sistemsiz bir planlamadan kaynaklanmıyor gibi görünüyor. İlk amacı Gazze’deki insani felaketi kapsamlı bir şekilde ele almak olabilir, ancak bu vizyon esasen İsrail’in aşırı sağ güçlerinin tutumunu yansıtmakta ve İsrail’in çıkarlarına ve ABD-İsrail özel ilişkisine gösterdiği olağanüstü önemi vurgulamaktadır. Bu durum, Trump’ın ilk dönemindeki politikalarının bir devamı niteliğindedir.

Trump, 25 Ocak’tan itibaren, Beyaz Saray’a dönüşünden itibaren, farklı zaman ve mekanlarda Gazze’nin geleceğiyle ilgili bir dizi “yeni fikir” ortaya attı. O gün, Las Vegas’tan Miami’ye giderken, Air Force One uçağında gazetecilere, “Gazze’yi boşaltma” planını resmi olarak önereceğini ve Gazze’yi “bir yıkım alanı” olarak tanımladığını söyledi. 30 Ocak’ta, Trump bir kez daha Mısır ve Ürdün’ün Gazze’den göç eden kişileri kabul edeceğini belirtti.

4 Şubat’ta İsrail Başbakanı Netanyahu ile yaptığı görüşmeden sonra Trump, ABD’nin Gazze’yi “devralacağını” ve bu bölgede çalışacağını medyaya açıkladı. “Gazze’yi sahiplenip oradaki tüm tehlikeli patlamamış bombaları ve diğer silahları temizleyeceğiz, hasar görmüş evleri yıkacağız ve bölge halkına sınırsız istihdam ve konut sağlayacak bir ekonomik kalkınma projesi yaratacağız,” dedi.

Trump, Gazze’nin on yıllardır “ölüm ve yıkımın simgesi” haline geldiğini ve ölüm ve acı çeken Filistinliler tarafından yeniden inşa edilmemesi gerektiğini söyledi. Gazze’deki Filistinlilerin, “insani değerlere sahip diğer ülkelere” taşınması gerektiğini savundu. ABD’nin Gazze’ye asker göndermeye hazır olup olmadığı sorulduğunda, Trump bu olasılığı dışlamadı ve ABD’nin Gazze’yi “uzun süre sahiplenebileceğini” ifade etti.

Netanyahu, Trump’ın önerisini büyük bir coşkuyla övdü ve bunu “alışılmadık düşünme biçimlerini kırmaya ve taze fikirler sunmaya istekli” olarak tanımladı. Ayrıca, bunun “duyduğu ilk iyi fikir” olduğunu söyledi ve “araştırmaya, uygulamaya ve tamamlamaya değer olduğunu” belirtti. Netanyahu, “Gazze’yi boşaltmanın” ABD askerlerini gerektirmediğini de ekledi. 6 Şubat’ta, İsrail’in Channel 14 kanalı, Netanyahu’nun ABD ziyareti sırasında açık bir şekilde, “Suudi Arabistan’da bir Filistin devleti kurulabilir; orada çok fazla toprakları var,” dediğini aktardı.

Aynı gün, İsrail’in aşırı sağ figürlerinden Savunma Bakanı Katz, Gazze’deki halkın, kendilerini kabul etmek isteyen herhangi bir ülkeye göç etmelerine izin verecek bir plan hazırlaması için İsrail Savunma Kuvvetleri’ne talimat verdiğini açıkladı. Bu planın deniz, kara ve hava çıkış noktalarını kapsadığı bildirildi. Katz, Gazze halkının özgürce göç etme hakkına sahip olması gerektiğini ve bunun tüm dünyada yaygın bir uygulama olduğunu savundu.

Gözlemciler, Trump’ın seçim kampanyası sırasında Filistinlilere “sempati duyan” bir yaklaşımla “Gazze’yi boşaltma” önerisini dile getirdiğini belirtti. Trump, Gazze’yi “adeta bir yıkım alanı, neredeyse her şey yok edilmiş, insanlar ölüyor” şeklinde tanımlamıştı. Bu nedenle, ABD’nin bazı Arap ülkeleriyle işbirliği yaparak, bu insanları yerleştirecek konutlar inşa etmeyi ve onların barış içinde yaşamalarını sağlamayı umduğunu söylemişti.

ABD medyasına göre, bu girişimin arkasındaki kişi, George Washington Üniversitesi’nde ekonomi ve uluslararası ilişkiler profesörü olan Joseph Pelzman. Trump’ın talebi üzerine Pelzman, Temmuz 2024’te Trump ekibine sunulan bir Gazze yeniden inşa planı hazırladı. Bu planın özü, Gazze’nin nüfusunun tamamen yer değiştirilmesi, bölgenin temizlenmesi ve sıfırdan yeniden inşa edilmesiydi. Ancak, bu ekonomik plan yalnızca Gazze’nin ekonomik ve sosyal iyileşmesine odaklanıyormuş gibi görünse de, uluslararası siyaset ve jeopolitik çatışma bağlamında, bu öneri masum bir girişim olmaktan uzaktır. Aksine, bu plan, Gazze’nin geleceği ve Filistin sorununun çözümü konusundaki karmaşık bir oyunun parçasıdır. Aynı zamanda, İsrail’in aşırı sağ güçlerinin, iki devletli çözümü reddeden ve Filistin sorununu sıfır toplamlı ve tek taraflı bir şekilde çözmeye yönelik tarihsel hesapları ve mevcut önerileriyle uyumludur.

Trump, Beyaz Saray’a döndükten sonra, “Gazze’yi boşaltma” veya “Gazze’yi devralma” planlarını hızla gündeme getirdi ve bu planlar İsrail yetkilileri tarafından coşkuyla desteklendi. Bu durum, Trump’ın Gazze’deki 2 milyondan fazla Filistinlinin trajik durumuna sempati duyuyor gibi görünmesine rağmen, aslında İsrail’in aşırı sağ güçlerinin desteklediği “Büyük İsrail” planını teşvik ettiğini göstermektedir. Sonuç olarak, bu girişim dünya kamuoyundan büyük bir kınama dalgasıyla karşılaştı.

Trump’ın önerisi, yalnızca Birleşmiş Milletler Şartı’nı, uluslararası hukuku ve insancıl hukuk ilkelerini ihlal etmekle kalmayıp, Filistinli yerlilerin sürekli ikamet, yaşam ve kalkınma haklarını ciddi şekilde ihlal etmektedir. Dahası, Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan gibi BM üyesi ülkelerin egemenliğini açıkça çiğnemektedir. Bu durum, masumların çıkarlarını feda ederek bencil çıkarları tatmin eden bir haydut mantığını yansıtmaktadır.

Görünürde, bir yıldan fazla süren acımasız savaştan sonra Gazze Şeridi insan yaşamı için gerçekten de elverişsiz: Yaklaşık 50.000 Filistinli öldü, 100.000’den fazla kişi yaralandı veya sakat kaldı, halkın %90’ı yerinden edildi, evlerin %92’si savaş nedeniyle zarar gördü, 36 hastanenin hiçbiri tam anlamıyla çalışamaz durumda, çoğu bölge harabeye dönüştü ve altyapının büyük bir kısmı yok edildi. BM’nin ilgili kurumlarına göre, savaş enkazı yaklaşık 50 milyon ton olup, tamamen temizlenmesi 25 yıl sürebilir. Gazze’nin yeniden inşası için 40 ila 50 milyar dolar, hatta 80 yıl gerekebilir.

Ancak, “yeryüzündeki cehennem” olan Gazze’nin nasıl yeniden inşa edileceği, ABD veya İsrail tarafından değil, Filistinliler tarafından BM çerçevesinde belirlenmeli ve uluslararası toplumun kolektif istişaresiyle kararlaştırılmalıdır. Gazze’nin yeniden inşası, “Gazze’yi boşaltma” veya Gazze’nin Filistinli olmayanlar tarafından kontrol edilmesi fikrine dayanmamalıdır. Bu süreç, komşu Arap ülkelerinin egemenliğini ve toprak bütünlüğünü feda etme pahasına olmamalı ve İsrail-Filistin çatışmasını “iki devletli çözümü” gömen bir alternatife dönüştürmemelidir.

Trump’ın sözde yeni önerileri, yalnızca Siyonizmin eski ürünlerinden ibarettir ve “Büyük İsrail” savunucularına destek sağlar. Uzun süredir Siyonistler, “İsrailliler toprağı olmayan bir halktır, Filistin ise halkı olmayan bir toprak” gibi saçma tezleri savunarak Filistinli yerli halkı ata topraklarından çıkarmaya çalışmaktadır.

Bu planlar, Filistin meselesini bir “mülteci sorunu” olarak görerek, Filistin halkını çevredeki Arap ülkelerine empoze etmeyi amaçlamaktadır. Bunun nihai amacı, İsrail halkının huzur içinde yaşamasını sağlamak ve Avrupa’nın Yahudilere yönelik tarihsel baskı ve soykırımlarından kaynaklanan suçluluğunu telafi etmektir. Ancak bu süreç, Filistinlilerin doğal haklarını ve refahlarını feda ederek İsrail’in çıkarlarını önceliklendirir.

Filistinli yerliler için bu durum, yalnızca bir nankörlükle karşılaşmak değil, aynı zamanda başkalarının tarihsel borçlarının bedelini ödemek anlamına gelir.

İsrail’in aşırı sağcı güçleri uzun süredir özellikle Batı Şeria’da Filistin topraklarını zorla ele geçirip, çeşitli bahanelerle yasa dışı yerleşim yerleri kurmaktadır. Bu süreçte yaklaşık 6.000 kilometrekarelik arazi, birbirinden kopuk “leopar desenli” bir duruma getirilmiş, bu da Filistinlilerin yaşam alanlarını ciddi şekilde kötüleştirmiştir. Bunun amacı, Filistinlilerin yaşam koşullarını sürekli kötüleştirerek, onları “kendi isteğiyle” topraklarını terk etmeye ve dünyanın dört bir yanına dağılmaya zorlamaktır. Nihai hedef, tüm Filistin topraklarında İsrail’in tam kontrolünü sağlamaktır.

2023 yılının Ekim ayı ortalarında, İsrail’in eski Dışişleri Bakan Yardımcısı Ayalon, Al Jazeera’ya verdiği bir röportajda, Gazze halkının Mısır’ın Sina Çölü’ne yerleştirilebileceğini söyledi. “Orada sonsuz alan var,” diyerek, “İsrail ve uluslararası toplum, gıda ve temiz suya sahip 10 şehir hazırlayabilir,” ifadelerini kullandı. Associated Press’in haberine göre, İsrail istihbarat ajansları “savaş zamanı önerisi” adı altında buna ilişkin planlar hazırlamıştır. İsrail Başbakanlık Ofisi, bu iddiaları ne doğruladı ne de yalanladı, ancak bu planları “varsayıma dayalı bir kavramsal belge” olarak nitelendirdi.

2024 yılı Ağustos ayında, İsrail’in aşırı sağcı Maliye Bakanı Smotrich, Gazze’deki 2 milyondan fazla insanı aç bırakmanın “makul ve ahlaki” olabileceğini ilan etti. Kasım ayında ise, İsrail’in 2025 yılına kadar egemenliğini Batı Şeria’ya genişletmesini umduğunu ifade etti. Başka bir ortamda, Gazze’deki Filistin nüfusunun iki buçuk yıl içinde yarıdan fazlasının azaltılmasını ve bölgenin İsrail kontrolünde “başka bir dünya” haline gelmesini istediğini söyledi.

Uzun süredir İsrail işgali altında, ayrım duvarlarının arkasında ve mülteci kamplarında yaşayan Filistinliler, evlerinin ellerinden alınmasının getirdiği uzun acıyı çekiyorlar. Şimdi ise, temel yaşam haklarının başkaları tarafından tasarlanıp yönlendirildiği tehlikeli bir gelecekle karşı karşıyalar. İyi niyetli insanlar, İsrail’in aşırı sağcı politikacılarının söylemlerini, Yahudileri yok etmeye yönelik Nazi sloganlarıyla kıyaslamak istemiyor. Ancak, bu ifadelerin Nazilerin Yahudilere yönelik “Nihai Çözüm” planına ne kadar da benzediği dikkat çekiyor!

Trump tarafından temsil edilen Amerikan Evanjelikleri, her zaman inatla Tanrı’nın “Tepedeki Şehir” olan Amerika’yı dünyayı kurtarmak için yarattığına inanmışlardır. Aksi takdirde, Amerika’nın kuruluşundan sonra çok sayıda misyonerin dünya çapında İncil’i yaymaya gitmesini anlamak zor olurdu. Amerikan Evanjelikleri ayrıca, İsrail’in Orta Doğu’da kurulmasını ve yeniden dirilmesini, Tanrı’nın “seçilmiş halkını” Kudüs’teki kutsal topraklara geri döndürmek için gerçekleştirdiği bir “mucize” olarak görmüşlerdir. İsrail’i savunmanın, yalnızca Amerika’nın dünyevi çıkarları açısından değil, aynı zamanda ruhsal yenilenmesi açısından da hayati önemde olduğuna inanırlar. Aksi takdirde, Amerika’da 1000’den fazla kasabanın İncil’deki yer adlarıyla adlandırılmasını veya Amerika’nın İsrail tarafından “rehin alınmayı” göze alıp tüm dünyayla karşı karşıya gelmesini açıklamak zor olurdu.

Trump, ilk döneminde, olağanüstü bir şekilde İsrail yanlısı ve Yahudi dostu bir değerler dizisi sergiledi: İlk yurtdışı ziyaret onurunu İsrail’e verdi, iki partili hükümetlerin yıllardır süren tabusunu kırarak Kudüs’ü tek taraflı olarak İsrail’in başkenti olarak tanıdı; Filistinlilere yönelik baskılar uyguladı ve ekonomik ile insani yardımları kesti; İsrail’in Suriye’deki Golan Tepeleri üzerindeki sözde “kalıcı egemenlik” iddialarını tanıdı; Filistin ulusal çıkarlarına zarar veren “Yüzyılın Anlaşması”nı ortaya koydu; bazı Arap ülkelerini “barış karşılığında toprak” ilkesini terk etmeye ve İsrail ile ilişkileri normalleştirmeye zorladı ya da teşvik etti; ve İsrail’i egemen bir devlet olarak tanımayan İran’a yönelik “maksimum baskı” politikası uyguladı.

Şimdi, Trump’ın “zaferle dönüşüyle,” iki suikast girişiminden sağ kurtulmuş olmasının verdiği “seçilmiş kişi” havası ve ışıltısıyla, daha da tek taraflı İsrail yanlısı politikalar benimsemesi kaçınılmazdır. “Gazze’yi yeniden inşa etme” adı altında, Trump, İsrail’in Filistinlileri zorla yerinden etme politikasını açıkça destekliyor. Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICC) tarafından “savaş suçları” nedeniyle aranan Netanyahu ile yüksek profilli görüşmeler yaptı, savaşın askeri-endüstriyel tedarik zincirini simgeleyen altın kaplama çağrı cihazını kabul etti, İsrail askeri ve siyasi liderleri için tutuklama emri çıkaran ICC’ye yaptırımlar uyguladı ve İsrail’e 7 milyar dolardan fazla askeri yardım sağladı.

Bütün bunlar, Trump 2.0’ın Orta Doğu politikasının henüz tamamen açıklanmamış olmasına rağmen, temeli ve başlangıç noktası olarak, İsrail’e sınırsız, koşulsuz ve sonuçları dikkate almaksızın destek vermeye dayandığını gösteriyor. “Gazze’yi boşaltma” veya “Gazze’yi kontrol etme” önerileri abartılı bir retorik veya Filistin’e ve Arap dünyasına baskı yapmaya yönelik bir söylem olabilir ve bunlar temelde gerçekçi değildir. Ancak Trump’ın, önceki ABD yönetimlerinin önerdiği “iki devletli çözümü” desteklemesini beklemek, tamamen hayalci bir düşüncedir.

Muhtemelen Trump 2.0 döneminde İsrail-Filistin çatışması geçici olarak durabilir ve kısmen azalabilir, ancak çatışmanın sistematik bir çözümü hala uzak bir umut olarak kalacaktır. Trump, Arap devletlerinin İsrail ile ilişkilerini normalleştirmeleri  için İbrahim Anlaşmaları listesini artırma konusunda tehdit ve teşviklerini yoğunlaştıracaktır. Ayrıca İsrail’in aşırı sağcı güçlerini daha da güçlendirecek, Arap dünyasındaki yatıştırma eğilimlerini ödüllendirecek ve hatta İsrail’in İran’ın nükleer tesislerine büyük çaplı bir saldırı başlatmasını teşvik etme ihtimali bile vardır. Bu, Tahran liderliğindeki “Direniş Ekseni”ni ve “Şii Hilali”ni tamamen felç etmeyi hedeflerken, Filistin sorununu daha da marjinalleştirecektir.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Hint toplumunda Hindu-Müslüman ayrışması -1

Yayınlanma

Çeşitliliğin Birliğinden Hindu(tva) Birliğine

Mohandas Karamchand Gandhi (1869-1948), namıdiğer Mahatma (Yüce Ruh) Gandhi, Hinduizm adına uyguladığı kapsayıcılığı ritüel ile değil, eylem ile yapan belki de ilk “üst kast” Hindu’ydu. Gelecek kuşakların kasttan arınmış olması için kastlar arası evliliği güçlü bir şekilde savundu. Ve İngiliz sömürgecileri tarafından titizlik ile beslenen Hindu-Müslüman ayrımına köprü olma davası uğrunda şehit oldu.

Bhimrao Ramji Ambedkar (1891-1956), namıdiğer Babasaheb (Saygın Baba) Ambedkar, “kast dışı” Dalit (Dokunulmaz/Dışlanmış) olarak doğup ayrımcılığa maruz kalmış, eğitime karşı tabuları yıkarak yurtdışında doktora yapmış ve eşitlikçi bir dünya için mücadeleye liderlik etmek üzere Hindistan’a dönmüş, Hindistan Anayasası’nın taslağının hazırlanmasına öncülük ederek bağımsız Hindistan’ın ilk Hukuk Bakanı olmuş ve daha sonra binlerce takipçisi ile birlikte kast sistemine inanmayan bir inanca, Budizm’e geçmiştir.

1932’de Gandhi ve Ambedkar arasında Planlanmış Kastlar ve Planlanmış Kabileler (alt kastların resmi söylemi) için devlette rezervasyonlar sağlayan bir anlaşmanın ardından Gandhi’ye karşı “üst kast” komplosu başlayacaktı. Bu dönemde tapınaklar ve köy kuyuları Dalitlere açılmış ve Hindistan’da geçici olarak bir Rönesans umutları yeşermişti. Buna öfkelenen üst kastlı bir çete, Gandhi’ye bir dizi suikast girişimi başlattı ve altı başarısız girişimden sonra yedincisi 1948’de amacına ulaştı. “En üst kast” Brahmin (rahip kastı) bir aileden doğan Vinayak Damodar Savarkar “fikir babası” olarak adlandırıldı, ancak destekleyici kanıt eksikliğinden beraat etti. Savarkar 1966’da öldükten sonra kanıtlar Kapoor Komisyonu Raporu’nda ortaya çıkacaktı.

V.D. Savarkar (1883-1966), Hindistan’ı bir Hindu devleti olarak kökten yeniden yapılandırma projesi Hindutva’nın (1923) teorisyeniydi. 1923’te “Essentials Of Hindutva – Hindutva’nın Temelleri” (Bombay: Veer Savarkar Prakashan, 1. basım 1923) adlı eseri, 1928’de “Hindutva: Who Is a Hindu? – Hindutva: Hindu Kimdir?” adı ile yeniden yayınlandı. Bu eser, birçok bakımdan Hindu milliyetçi inancının temel metnidir. Savarkar, Hindu milliyetçiliğinin kendi inşası Hindutva’nın, Hinduların gerçek dini Hinduizm’den daha büyük olduğunu ilan etti.

Hindutva terimi, yani sözcüğün tam anlamı ile “Hinduluk” kavramı 20. yüzyılda icat edildi ve Savarkar tarafından aynı isimli kitabında popüler hale getirildi. 1923’te yayınlanan kitabın orjinal ismi Hinduizm’di ancak başlığı Hindutva sözcüğü yazılı bir kağıt etiket ile örtüldü. Kitap tarih dışı, mantıksız ve çelişkili iddialarda bulunuyor ve Savarkar’ın takipçileri için dahi kafa karıştırıcı olmuş olmalı ki 80 yıl sonra, Hindistan’ın şu anki iktidar partisi Bharatiya Janata Partisi’nin (BJP, Hindistan Halk Partisi) Savarkar’ı yüceltmeye başladığı 2003 yılına kadar yalnızca yedi baskı yayınlandı. Savarkar, Hinduizm için en derin antik çağa sahip olduğunu iddia etti; Hindu teriminin Yunanlar, Persler ve Araplardan geldiğini kabul ederken antik Hint destanı Ramayana’yı gerçek tarih olarak ele aldı. Oysa gerçekte Hindu terimi Vedalar, Upanishadlar, Bhagvad Gita veya Smritiler ve Puranalar gibi kutsal metinlerde bulunamaz.

Savarkar, etnik, kültürel ve politik açıdan “Hindu olma niteliğini” tanımlamak için “Hindutva” terimini seçti. Bir Hindunun, Hindistan’ı anavatanı (matrbhumi), atalarının toprağı (pitrbhumi) ve kutsal toprağı (punya bhumi) olarak gören kişi olduğunu savundu. Savarkar’a göre Hindistan, Hinduların toprağıdır çünkü etnik kökenleri Hinttir ve Hindu inancı Hindistan’da ortaya çıkmıştır. Hindistan’da doğan Sihizm, Budizm ve Jainizm gibi diğer inançlar da Savarkar’ın terimleri ile aynı üç kriteri yerine getirdikleri için Hinduizmin varyantları olarak nitelendirildi; ancak Hindistan dışında doğan İslam ve Hristiyanlık değil.

“Peki Hinduizm’i Hindutva’dan nasıl ayırt edeceğiz?”

“Müslüman ve hatta Dalit Hintlere yönelik ötekileştirme ve şiddetin yanı sıra, hepsi Hindu olarak doğan rasyonalist Hintlere yönelik ötekileştirme ve şiddet nasıl açıklanabilir peki?”

Bunu üç nokta ile özetleyelim:

“İlk nokta; Hinduizm hem yerli hem de geçmişten gelen kültürel uygulamaların dinamik bir bileşimidir:”

Hinduizm’in taşa kazınmış veya tanrının eli ile yazılmış bir din olmaktan çok, yerli halkların, bazıları geçici olarak gelen ve diğerleri kalıcı olarak kalan sonsuz bir ziyaretçi akışı ile temas kurması sırasında zamanla evrimleşen kültürlerin bir bileşimi olmasıdır. Senkretizm o kadar karmaşık bir şekilde evrimleşmiştir ki yalnızca bir sömürgeci güç veya böl ve yönet ile ilgilenen bir yönetici elit, akışları deneyebilir ve ayırabilirdi.

“İkinci nokta; Sanatan, Aryan, Vedik, Hindutva ise Brahmanik bir üstünlük projesidir:”

Bu, böl ve yönet fenomenini, diğer ismi ile “kast sistemini” anlatıyor. Sanatan (sözcüğün tam anlamı ile “ebedi” anlamına gelir), Aryan, Vedik, Hindutva, hepsi antik çağ iddialarıdır. Brahminler kast hiyerarşisinin tepesindedir ve 1915’te kurulan siyasi parti Hindu Mahasabha’ya (Hindu Büyük Meclisi) 1930’larda başkanlık eden Savarkar veya Rashtriya Swayamsevak Sangh’a (RSS, Ulusal Gönüllü Organizasyonu) başkanlık eden Keshav Baliram Hedgewar ve Madhav Sadashivrao Golwalkar gibi insanların Brahmin olması kesinlikle tesadüf değildir. Ayrıca Hindu Mahasabha, RSS ve Müslüman Birliği’nin hepsinin 1942 yılında, tam da Hindistan’ın özgürlük mücadelesi zirveye ulaştığı sırada İngilizler ile işbirliği yaparak hükümetler kurduğu da tarihi bir gerçektir.

“Üçüncü nokta; Kast seçkinleri tarafından kontrol edilen bilgi, güçsüzleri hayali şeytanlara karşı bitmeyen bir savaşa dahil eder:”

Brahminler tarihsel olarak kendilerini ve üst kast müttefiklerini iktidarda tutmak için bilgiyi kontrol ederken çalışan çoğunluğun “kirli işleri” yapmasını sağladılar. Bağımsızlık mücadelesi ve laik demokrasinin idealleri bir dereceye kadar iktidar üzerindeki kontrollerini gevşetti, sonrasında ortak bir düşman yaratma hilesi ile kast üstünlüğünü yeniden iddia etme girişimi baş gösterdi. Hindutva düşmanlarını Müslümanlar, Hristiyanlar ve Komünistler olarak sıraladı. Hitler’in “ulusal” gururunu alkışladı ve azınlıklarla başa çıkma konusunda Nazi modelini öne sürdü. Hitler gibi Hindutva da “ırk üstünlüğüne” inandı ve dünya hakimiyeti hayal etti. Söz ile ifade etmeseler de 1948 yılında Gandhi suikastı, listeye yeni bir düşman daha ekledi: Hindutva projesine karşı çıkan Hindular.

Savarkar, zamanın ırk doktrinlerine uygun olarak, Hindutva’yı Hindu “ırkında” bulunan ve doğrudan Hinduizmin belirli ilkeleri ile özdeşleştirilemeyen tanımlanamaz bir nitelik olarak tasarladı. Ancak elbette Hindutva kavramı, Hinduizm inancı ile ilişkili olarak açıklanmadığı sürece hiçbir anlam ifade etmeyecekti. Bu yüzden Savarkar, Hinduizm’in Hindutva’nın yalnızca bir türevi, bir parçası olduğunu iddia etti. Ona göre, din bu yüzden onunla eşanlamlı olmaktan çok, politik fikrin bir alt kümesiydi. Yani Hindutva Hindu dininden daha fazlasıdır ve bir politik felsefe olarak kendini Hindu inancının taraftarları ile sınırlamaz.

Savarkar ayrıca bir Müslümanın veya bir Hristiyanın, Hindistan’da doğmuş olsa dahi, Hindutva’nın üç esasına bağlılık iddia edemeyeceğini savundu: “Ortak bir ulus” (rashtra), “ortak bir ırk” (jati) ve “ortak bir uygarlık” (sanskriti). Hindular, böyle tanımlandıklarında, antik çağlardan beri var olan Hint ulusunu oluşturuyorlardı. Savarkar’ın Hindutva vizyonu, Hindistan’ı, tüm Hint altkıtasına yayılmış ve bölünmemiş Hindistan’da (Akhand Bharat) kök salmış bir “Hindu Rashtra”nın (Hindu Ulusu) canlandırıcı ilkesi olarak görüyordu; bu, Chandragupta ve Ashoka yönetiminde altkıtanın çoğunu kendi toprak kontrolleri altında birleştirmeyi başaran Mauryalar (MÖ 320-MÖ 180) gibi antik hanedanların toprak özlemlerine karşılık geliyordu.

Savarkar için “Hinduluk”, doğru bir şekilde anlaşıldığında, “Hintlik” ile eş anlamlıydı. Savarkar’ın Hindutva fikri, Hindu “ırkının” tüm Varlığını kapsar. Dolayısıyla Hindu “ırkı” ulus fikrine ayrılmaz bir şekilde bağlıydı. Tanımı gereği, onun Hindutva fikri ataları başka yerlerden gelenleri veya toprakları Hindistan dışında olanları dışladı; böylece Hindistan’ın en önemli iki azınlığı Müslümanları ve Hristiyanları referans çerçevesinden çıkardı. Savarkar’ın Hindu Rashtra’sındaki yerlerinin ne olacağı açıkça belirtilmemişti, ancak umut edebilecekleri en iyi şey, Hindistan’da yalnızca müsamaha ile yaşayabilecekleri bir tür ikinci sınıf vatandaşlıktı.

Savarkar, 1939’da kendisine Savitri Devi adını veren Nazi sempatizanı ve Avrupa doğumlu Hindu vaizinin bir kitabına önsöz yazdı. Yunan, Fransız ve İngiliz karışımı bir ebeveynden Maximiani Portas olarak doğan Savitri Devi (1905-1982), diğer kendine özgü inançlarının yanı sıra Adolf Hitler’i Hindu tanrısı Vishnu’nun bir avatarı olarak gören dikkate değer bir figürdü. Kehanetvari bir şekilde “A Warning to the Hindus” (Hindulara Bir Uyarı) başlıklı kitabında Savitri Devi, “Hinduizm Hindistan’ın ulusal dinidir ve Hindu Hindistan’dan başka gerçek bir Hindistan yoktur” iddiasında bulundu. Savarkar, yazara katılarak, “hayatın her alanında, uzun süredir Hindular, onları Moksha (Hindu inancında doğum, ölüm ve yeniden doğuş döngüsü Samsara’dan kurtuluş, özgürlük; ruhun Karma döngüsünden, Reenkarnasyon’dan kurtularak ruhsal arayışın nihai hedefi olan bireysel ruh ve İlahi Ruh Brahman bütünleşmesi) dışında hayattaki herhangi bir amaç için hareket etmekten alıkoyan, eylemsizlik üreten düşünceler ile beslendiler” iddiasında bulundu. Ve bu, O’na göre, Hindu Rashtra’nın yüzyıllardır sürekli köleleştirilmesinin nedenlerinden biridir. Advaita felsefesinin (Hindu inancında içsel Benlik, bireysel ruh -Atman- ile mutlak gerçeklik, İlahi Ruh -Brahman- özdeşliği) anlaşılması güç metafiziği Savarkar için değildi; onun ve Savitri Devi’nin ilgilendiği şey, politik güçtü. Savitri Devi için, “örgütlü askeri güç ile yasanın gücü” olarak tanımlanan siyasi güç, dünyadaki her şeydi …

(1. Bölüm sonu)

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Abhazya’da seçimler ne getirecek? – 1

Yayınlanma

Yazar

Abhazya’nın nüfusu 250 bin. Ekonomisi yok. Muazzam bir turizm coğrafyası, ancak turizm gelirleri neredeyse sadece, sahilde evi olanların yazın Rusya’dan gelen turistlere kiralamasıyla sınırlı. Dış ticaret Rusya’ya mandalina satışından ibaret. Gene de 1993’te Gürcü savaşından bu yana bağımsız bir devlet olarak ayakta kalmayı başaran, Kafkasya ölçülerine göre bile fazlasıyla dirençli bir halkı var. Bütçesi 2023’te 12,5 milyar ruble; bunun 5,1 milyar rublesi Rusya tarafından karşılandı. Duma BDT komitesi başkan yardımcısı Konstantin Zatulin kasım ayındaki olayların durulmasının ardından şöyle demişti: “Orada Rusya’nın kendilerini beslemek ve savunmakla yükümlü olduğunu düşünüyorlar. Bunda hem iktidar hem muhalefet hemfikir. … Her isteyen Abhaz Rusya vatandaşı pasaportuna, Rusya vatandaşlarının bütün haklarına sahip. Oysa Abhazya’da Ruslar yabancı sayılıyor ve hiçbir hakları yok.”

Çalkantılı iktidar değişiklikleri zincirinde yeni halka

15 Şubat’ta Abhazya’da devlet başkanlığı seçimleri yapılacak. Seçimlerde 5 aday var: bir Badra Gunma, Adgur Ardzinba, Robert Arşba, Oleg Bartsits, Adgur Hurhumal. Seçimler, birinci turda hiçbir adayın yüzde 50 oy alamaması durumunda en çok oy alan iki aday arasında ikinci tura kalacak. VTsİOM’un son araştırmasına göre seçimlere katılımın yüzde 65 olması bekleniyor; Gunba yüzde 42,3, Ardzinba ise 27,3 alacak. Diğer adaylar yüzde 11,2, 9,6 ve 4,4 olarak sıralanmış. (VTsİOM’un bir önceki araştırmasında Gunma yüzde 32, Ardzinba 15 görünüyordu ve bu anket, sonuçları ve yapılış tarzıyla Abhazya’da özellikle Ardzinba’nın ekibi tarafından Rusya’nın seçimlere müdahalesi olarak değerlendirildi.) İNSOMAR’ın anketi de benzer sonuçlar ortaya koydu.

Dolayısıyla, seçimler büyük ihtimal ikinci tura kalacak; bu durumda yarış Gunma ve Ardzinba arasında geçecek.

Bir erken seçim bu. Onu tetikleyen de kasım ayındaki protestolar oldu. Göstericiler, önceki başkan Aslan Bjaniya yönetiminin Kremlin ile imzaladığı ve onay için parlamentoya gönderdiği yatırım anlaşmasının iptalini istiyorlardı. Öyle de oldu: anlaşma 3 Aralık’ta parlamentoda iptal edildi. Başlıca iddia, bu anlaşmanın Abhazya’nın küçük girişimcisiyle Rusya’nın büyük sermaye gruplarını aynı kefeye koyduğu şeklindeydi. Bu doğru. Rusya başbakan yardımcısı Novak’ın geçtiğimiz hafta anlaşmanın değiştirileceğini açıklaması Rusya’nın bu konuda uzlaşmacı olduğunu gösteriyor. Ancak mesele tamamen bundan ibaret de değil. Aşiret sistemine dayanan bir devlet idaresinde feodalizmi hatırlatan mikro-ekonomiler ve haraç daha işlevseldir; başkası geldiğinde kurallar konacak, denetim artacak, gölge güç odakları işlevsiz kalacak; oysa bugün sahilde 100-150 bin rubleye yazlık kiralanıyor ve bunun karşılığında herkes nasipleniyorsa fazla kurcalamaya ne gerek var?

İktidar yanlıları gösterilerin USAID tarafından fonlandığını ileri sürdüler; kimilerine göre ülkedeki aşiret sistemi olayların derinleşmesine yol açmıştı. Bunu söyleyenler de iktidarla ilişkileri bakımından iki gruba ayrılabilir: bir grup, Bjaniya yönetiminin bütün kilit devlet görevlerine kendi aşiretinin adamlarını geçirdiğini iddia ediyordu, bunlara göre olaylar bu aşiret kayırmacılığının sonucuydu. Diğer bir grup ise özellikle Kan Kvarçiya’nın kendi aşiretini olayları yaygınlaştırmak için kullandığı görüşündeydi; Kvarçiya Rusya yanlıları tarafından özellikle şiddete kayan olaylarla (Sohum’daki hükümet binalarının ele geçirilmesi, Gumista ırmağının üzerindeki ünlü köprünün bloke edilmesi, vb.) ilişkilendirildi. Buna ayrıca, taraflar açıkça ifade etmiyor olsalar bile, ayrılığın biraz da Türkiye’yle ilişkiler üzerinde döndüğünü eklemek gerek.

USAID fonlarıyla ilgili somut bir belge yok; ancak Abhazya’nın sadece Rusya tarafından tanınan bir Karadeniz ülkesi olması, USAID’in kuruluş ve işleyiş mantığı açısından iştah açıcı bir provokasyon alanı olarak görülmüş olabilir; yani bu iddiayı yabana atmamak gerek. Aşiret sisteminin ve Kvarçiya’nın önemine ise az sonra geleceğim.

19 Kasım’da Bjaniya istifasını verdi. Böylece başkan yardımcısı Badra Gunma geçici olarak başkanlık görevini üstlendi, ta ki ocak başında erken başkanlık seçimleri ilan edilip de Gunma da adaylığını koyuncaya kadar. Bunun üzerine, 20 Kasım’da geçici olarak başbakanlığa getirilen Valeriy Branba 10 Ocak’ta bir de geçici devlet başkanlığına atandı. Bu, Branba’nın kariyerindeki ikinci geçici devlet başkanlığı — 2020’de bir önceki büyük krizde de 4 ay geçici devlet başkanlığı yapmıştı.

Abhazya çalkantılı iktidar değişikliklerine alışkın; ancak epey zamandır ilk defa bu değişiklik sadece içeride aşiretler kavgasından değil Rusya ile ilişkilerden de kaynaklanmıştı ve bu durum Rusya’da dikkatlerin Sohum’a çevrilmesine neden oldu. Kimi ölçüsünü şaşırmış tepkiler Sohum’da en olağan şeylerin bile Rusya’ya yorulmasına yol açtı. Mesela aralık başında mandalina yüklü bir kamyon (yüzlerce kamyondan biri) Abhazya çıkışındaki kontrollerde Kaliforniya zararlısı tespit edilerek Rusya’ya sokulmadı; bu olay birkaç gün boyunca Rusya’nın Abhazya’dan mandalina almayı kestiği şeklinde yorumlandı. Aralık ortasında Abhazya hükümeti, muhalefetin başvurusu üzerine, bütçe harcamalarının ortak yapılmasına yönelik Rusya hükümetine yaptıkları başvuruya henüz cevap alamadıklarını açıkladı ve muhalefet bundan da Rusya’nın Abhazya’yı “cezalandırmak” istediği sonucunu çıkardı; oysa uygulama aslında Rusya tarafından olaylardan ve yatırım anlaşması tartışmalarından çok önce, eylül ayında durdurulmuştu. 11 Aralık’ta ilkin bütün ülkede elektriğin kesilmesi, ardından durumu kontrol altına almak için aralıklarla elektrik verilmeye başlanması da Rusya’nın elektrik vermemesine yoruldu. Ancak hükümet 22 Aralık’ta Rusya hükümetinden insani amaçlı elektrik yardımı istedi ve ertesi gün elektrik verilmeye başlandı. “Muhalefet” bunu da Abhazya’nın Rusya açısından vazgeçilmezliğine yordu ve zafer olarak sundu.

Ülkenin enerji sistemi çökmüş durumda. Oysa Kafkasların en büyük hidroelektrik santrali Gürcistan sınırında İnguri ırmağının üzerinde ve bu barajda kapasite olarak yıllık 4430 milyon kilovatsaat elektrik üretiliyor. 1993 mutabakatına göre bunun yüzde 40 Abhazya ve 60 Gürcistan olarak paylaştırılması gerekiyordu, ancak 2016’da Abhazya yüzde 60’ına yakınını çekmeye başlamıştı bile. 2021’in ilk 10 ayında 250 bin nüfuslu Abhazya’nın elektrik tüketimi 3 milyar kilovatsaatti; aynı dönemde 1 milyon 300 bin nüfuslu Tiflis’in elektrik tüketimi bundan 100 milyon kilovatsaat daha azdı. Tüketimin esas nedeni kripto “madenciliği” çiftlikleriydi ve dahası, bu sırada madencilik sözümona yasaklanmıştı. 2022’de barajda üretilen elektriğin yüzde 80’ini Abhazya çekiyordu ve barajda pek çok teknolojik sorun ortaya çıkmıştı.

Adayların seçim vaatleri

Seçim vaatlerinin kalem kalem önemli şeyler olduğunu düşünmüyorum; ancak gene de bu kalemlere bakmak gerek ki adayın pozisyonu daha iyi kavranabilsin. Ardzinba’nın vaatleri üç gruba ayrılmış: devlet idaresi, sosyal siyaset, iktisat siyaseti. İlk grupta kayda değer bir şey yok; ikinci grupta emekli ve Büyük Anavatan Savaşı gazilerine yıllık asgari (sırasıyla yüzde 10 ve 25) zam, başarılı öğrencilere para ödülü, çok çocuklu ailelere bir defalık ödeme gibi vaatler var; benim en çok dikkatimi çeken, genç ailelere ipotek kredisi sözü. Bu, ailelere destek vaadi gibi sunulmuş, oysa belli ki tek amaç, dar gelirli aileler üzerinden bankalara kaynak oluşturmak. Ekonomik vaatler arasında şeffaf bütçe, gereksiz bütçe harcamalarının azaltılması, doğal kaynaklardan elde edilen gelirin yönetilmesi için varlık fonu kurulması, adil vergilendirme gibi genel vaatlerden başka küçük ölçekli işletmelerin teşvikine yönelik maddeler de var; ancak benim en çok dikkatimi çeken, seçim konuşmalarında üç-dört yıl daha sabır isterken seçim vaatlerinde elektrik fiyatlarının yıl sonuna kadar düşürüleceğini ve üç yıllığına sabitleneceğini söylemesi. Bu vaat, ünlü filmin unutulmaz repliğini hatırlatıyor: “Baba, akü komple yok!” Olmayan elektriğin fiyatına dair vaatte bulunmak inanılmaz.

Ardzinba ısrarla enerji krizini Rusya’ya ödemelerin yapılamamış olmasına, bunu da bütçenin boşalmasına bağlıyor. Ancak zaten bütçenin yüzde 40’ını Rusya karşılıyor; 7,5-8 milyon kilovatsaat elektrik ihtiyacının 6 milyonu da Rusya’dan gönderiliyor. Bununla birlikte madencilik meselesini anmaktan kaçınıyor.

Bunba’nın vaatlerinde de sosyal meseleler, küçük ölçekli işletmelerin geliştirilmesi, israfa son verilmesi vb. geniş yer tutuyor; ama iki kilit nokta var: kripto işinin tamamen önlenmesi ve ülke yönetiminde aşiret sistemine son verilmesi. Her ikisinde de bıçakla keser gibi başarı sağlayacağını sanmıyorum. İlki aşiretler arası mücadeleyle ilgili ve sert polisiye tedbirler gerektiriyor artır; ikincisi ise kendisinin de parçası olduğu bu sistemin ürünü. Gene de, Ardzinba ile karşılaştırıldığında çok daha aklıselim bir noktada duruyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English