Bizi Takip Edin

SÖYLEŞİ

‘Batı merkezli BM artık işlemiyor, çatışmaları çözemiyor, reform şart’

Yayınlanma

Birleşmiş Milletler eski Genel Sekreter Yardımcısı Hans von Sponeck, Harici’ye konuştu. BM’nin Batı merkezli olduğunu ve bugünün ihtiyaçlarını karşılamadığını değerlendiren Sponeck, siyasi açıdan Gazze’de “sorumsuzlar” dedi. 

Hans Von Sponeck, 20. ve 21. yüzyıldaki büyük acılara yakından tanıklık etmiş bir isim. Babası Hans Emil Otto Graf Sponeck, Birinci Dünya Savaşı sırasında Alman ordusunda subaydı. İkinci Dünya Savaşı’nda ise general idi. Hitler’e yönelik suikast girişimine katıldığı şüphesi üzerine 1944’te idam edildi.

Birleşmiş Milletler (BM) kariyerinde çatışma ve savaş bölgelerinde görevler yapan Hans Von Sponeck, kuruluşun yapısına sert eleştiriler yöneltiyor. 1998’de Irak İnsani Yardım Koordinatörü olarak atanan Sponeck, Irak’taki tüm BM operasyonlarının başına geçerek Gıda Karşılığı Petrol Programının Irak operasyonlarını yönetti. Şubat 2000’de Sponeck BM’nin Irak yaptırım politikasını protesto etmek için istifa etti.

Sponeck ayrıca, Almanya Başbakanı Olaf Scholz’a yönelik Ukrayna’ya daha fazla silah yardımı yapılmaması çağrısını içeren bir açık mektup yayımlayan 18 kişilik grubun içerisinde yer aldı.

Hans Von Sponeck, BM’nin uluslararası düzendeki rolü ve reform çağrıları, Gazze ve Ukrayna çatışmaları ve ABD-Almanya ilişkisine dair gazeteci Esra Karahindiba’nın sorularını yanıtladı.

‘BM: Churchill, Rosevelt ve Stalin’in rüyası kabusa dönüştü’

Çok kutupluluk tartışmaları ve yeni uluslararası düzen arayışları yaygınlaşırken, BMGK’nın rolü ve meşruiyeti tartışılıyor. Ayrıca BM’nin dar bir grup ülkenin çıkarlarını temsil ettiği söylenerek reform çağrıları yapılıyor. BM’nin rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz? Nasıl bir yeniden yapılanmaya ihtiyaç var?

Birleşmiş Milletler’de 30 yıldan fazla çalışmış biri olarak bana göre Güvenlik Konseyi açısından mevcut durumla ilgili cevap çok açık. Açık olan şu ki, BM’nin 78 yıllık varlığı boyunca, bir şey her geçen yıl daha da netleşiyor. Yani 1945 yılında BM adı verilen bu yeni kurumun başlangıcından bu yana, oldukça Batı Merkezli bir kurum yaratılmasına olanak sağladık. Bunun ne anlama geldiğini geriye dönüp bakarsanız görürsünüz: siyasi, mali, coğrafi olarak; BM Batı’da bulunmaktadır. BM’nin siyasi merkezi New York’ta. Ticari, mali ve ekonomik BM, iki BM kurumunda toplanmış. Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası Washington’da. Uzmanlaşmış kuruluşlar, BM’nin operasyonel fonları ve programları, BM yürütmesi yakın zamana kadar yalnızca Avrupa ve Kuzey Amerika’da bulunuyordu. Yani tüm yapı Batı’ya bağlı. Ve eğer bunun yeni bir şey olmadığını, yani BM’de son derece tek taraflı bir güç yapısına sahip olduğumuzu biliyorsanız, o zaman neden 21. yüzyılda bunun artık mevcut durumla, jeopolitik dünya düzeniyle uyumlu olmadığı bir duruma ulaştığımızı anlayabilirsiniz. Günümüzün dünya düzeni çok daha çeşitli, ne yazık ki çok daha kutuplaşmış halde. Dünkü sömürgeler bugün “bir dakika, biz varız, sesimiz var, sesimizi yükselteceğiz ve çıkarımıza en uygun olduğunu düşündüğümüz şeyi yapacağız” diyen olgun bağımsız ülkeler haline geldi. Bu durum bir bütün olarak BM sisteminde, özellikle de BM Güvenlik Konseyi’nde çok karmaşık bir dinamik yarattı. Peki, 1945’te üç yaşlı adam, Churchill, Rosevelt ve Stalin Kırım’da Yalta’da buluştuğunda bir hayali vardı. Hayalleri, bir ekip olarak dünya düzeninin Doğu ve Batı’nın payı olacak şekilde yönetilmesini sağlamaktı. Ancak bu hayal çok uzun sürmedi. Ve dün hayal olan bugün bir kabusa dönüştü.

‘BM reforme edilmezse dünyanın ihtiyacını karşılayamaz’

Tekrar ediyorum, çatışmaları ve savaşları çözemeyen, önleyemeyen veya yönetemeyen, tamamen işlemeyen bir Güvenlik Konseyimiz var. Spesifik olayım. Irak: Hayır, çözüm yoktu. Aslında hukuka aykırı bir işgal söz konusuydu. Ukrayna: Hayır. Afganistan: Hayır. Libya: Hayır. Yani orada şimdinin siyasetçileri olan insanlar, bu yeni Sivil toplum, Birleşmiş Milletler’in var olmaya değer olup olmadığını sorguluyor. Durum böyleyse buna cevabım çok açık: Siyasi Birleşmiş Milletler’in, yani Güvenlik Konseyi’nin, Genel Kurul’un bugün ciddi bir reforma ihtiyacı var. Eğer reforme edilmezlerse dünyanın ihtiyacı olan rolü oynayamazlar. Ancak BM siyasi bir BM’den daha fazlasıdır. Ayrıca operasyonel bir BM var, uzman kuruluşlar var… Ukrayna’dan bahsediyorsunuz, Gazze’den bahsediyorsunuz… Şu anda orada kim var? Büyük tehlike altında olan BM kuruluşları insani yardım konusunda da görev alıyor. Bu Birleşmiş Milletler’in bir başka yüzü. Sonra Uluslararası Adalet Divanı var; çok da etkili değil çünkü hem Genel Kurul’un hem de Uluslararası Adalet Divanı’nın karar alma yetkisi olmadığı çok açık. Onlar yalnızca uluslararası Adalet Divanı’na Ukrayna’daki savaş hakkında tavsiye niteliğinde görüş verebilecek durumdalar. Genel Kurul Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik işgalinin meşruluğuna oy verebilir ancak karar veremez. Dolayısıyla, bu etkisizlikler en aza indirilmedikçe bir şey değişmez; bir fark yaratmak için iki küçük yetki düzeyinin değiştirilmesi gerekir.

‘BM’nin Batı merkezli yönelimi hiçbir işe yaramıyor’

Bu reformların nasıl yapılabileceğini tanımlayabilir misiniz?

Bazı çok kolay cevaplar var. Cevaplardan biri şu: 2023’te 1945’in jeopolitik gerçekliğine dayalı bir Güvenlik Konseyi’niz olamaz. Beş üyeniz var, Güvenlik Konseyi’nde beş daimi üyeniz var, üçü Batı’dan. Afrika daimi ülkeler grubunda hiç temsil edilmiyor. Latin Amerika bu grupta hiçbir şekilde temsil edilmiyor. Dünya nüfusunun yüzde 50’sinden fazlasını barındıran Asya, Çin’le tek sandalyeye sahip. Yani, başta söylediğim şeye geri dönüyorum, BM’nin dünkü Batı Merkezli yönelimi, bugün yaşadığımız dünyada artık hiçbir işe yaramıyor.

O halde siz de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “dünya beşten büyüktür” sözüne katılıyor musunuz?

Dünya beşten büyüktür. Ama bir adım daha ileri giderdim. Dünya beş hükümetten daha büyüktür. Ama dünya, sivil toplumun, sivil toplum kuruluşlarının dün oynayamadıkları rolün bugün oynamasıyla daha da büyüdü.

‘Bugün Başkan Putin’le konuşamıyorsanız yarın deneyin’

Olaf Scholz’a gönderilen ve Ukrayna’ya artık silah yardımı yapılmaması çağrısında bulunan açık mektubun imzacılarından birisiniz. Bugün gelinen noktada Ukrayna’ya yönelik yardım paketleri ABD Senatosu’nda bile reddediliyor. The Economist gibi medya kuruluşları bu durumu eleştirerek, “Batılı müttefiklerin kararsızlığı, Rusya’nın Ukrayna’daki savaşı kazanma olasılığını güçlendiriyor” diye yazdı. Son durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Ukrayna’ya yapılan yardımın faydası oldu mu? Batı Ukrayna yenilgiye doğru giderken Rusya ile masaya oturmaya direnebilecek mi?

Bana bir savaşın savaş alanında barışa yol açtığı bir örnek verebilirseniz, silahların işe yaramadığını, bir fark yaratabileceğini iddia etmekte zorluk çekerim. Birleşmiş Milletler geçmişi olan biri olarak, sahip olduğum tüm güçle, sahip olduğum azıcık kişisel güçle, “savaş alanında insanları öldürme fırsatını artırmayı bırakın demek” gerektiğini savunanlardanım. İster Gazze’de olsun ister Ukrayna’da olsun ve barışın yuvarlak masada diplomasi yoluyla yapıldığını hatırlamaya başlayın. Eşitliğin olduğu ancak tek taraflı bağımsız liderliğin olmadığı bir yuvarlak masa olmalı. Demek istediğim, savaş alanına daha fazla silah göndermek, size daha fazla borç garantisi verir, askeri çatışmanın uzamasını garanti eder, ancak bu bir çözüm değil, kesinlikle çatışan taraflar arasında çok önemli bir barışa yol açacak bir çözüm değil. Ve şimdi Ukrayna’da olup bitenler giderek artıyor. Belki de sahip olduğumuz tek şans bu: Her iki tarafın da bunun, hiçbir tarafın kazanamayacağı, hiç bitmeyen bir çatışma olacağını anladığı bir savaşı bırakma hali. O halde neden şimdi durup ateşkes çağrısında bulunan BM Genel Sekreteri ve diğerlerinin dediğini yapmayasınız ki?

Buğday, darı ve diğer tarım ürünlerinin ihracatına izin vermek amacıyla savaşan taraflar arasında insani koridorların kurulmasında Türk liderliğinin bulunduğunu hatırlamak, başlangıç için iyi bir fırsat olur. Ya da mahkumların değişimi ya da çocukların geri dönüşü, olması gereken ve olabilecek diğer örneklerin, insani koridordan acil durum anına geçme fırsatını teşvik etmede Türkiye’ye aktif bir ortak olarak bakıyoruz. Silahların kullanılmadığı bir ateşkes ve barışçıl bir çözümün gerçekleşmesi için bir anlaşmaya varılması için müzakereler yürütme konusunda da… Başkan Putin gibi biriyle konuşulmaz diyenlere kesinlikle katılmıyorum. Bugün Başkan Putin ile konuşamıyorsanız, yarın ve belki de ertesi günü deneyin. Nihayetinde doğu, batı, kuzey veya güney, nerede olursa olsun herkes biliyor ki, birbiriyle savaşan iki ülkenin barışa dönüşü, konferans odasında olacak; çözüm, Ukrayna bataklıklarında, çamurunda, karında değil, konferans salonunda elde edilecek.

‘Rusya’ya yaptırımlar en çok Almanları cezalandırıyor’

Rusya’ya yönelik yaptırımlar hakkında ne düşünüyorsunuz? Almanya için bumerang etkisi olduğu söyleniyor. Katılıyor musunuz?

Tabi ki doğru. Enerji maliyeti nedeniyle Almanlar muhtemelen herkesten daha fazla cezalandırılıyor. Ancak diplomatik yola gitmediğiniz sürece bunu bitirmenin hiçbir yolu olmadığını söyleyebilirim. Diğer insanların farklı görüşlere sahip olduğunu kabul etmeliyiz ve onlarla müzakere masasına oturmanız, onlarla aynı fikirde olduğunuz anlamına gelmez. Karşı tarafın motivasyonunu anlamaya çalıştığınız, onları dinlemeye istekli olduğunuz anlamına gelir. Ve eğer bunu yaparsanız, çözüme bir adım daha yaklaşmış olursunuz.

‘ABD’nin fikrine katılmadığınızı söyleme cesaretiniz olmalı’

Almanya’nın çıkarlarının her zaman ABD’nin çıkarlarıyla örtüşmediği, Washington’u sorgulamadan takip etmenin en çok Almanya’ya zarar verdiği yönünde eleştiriler var. Ne düşünüyorsunuz?

Yani bir kulübe üyeyseniz o kulüpteki çoğunluk ile tutarlı bir görüşe sahip olmanız gerektiğini düşünüyorsunuz. Bir yere kadar “evet” derdim. İlkeler söz konusu olduğunda, ulusal veya bu durumda AB’ye bağlı kalarak yasalara bağlılık çıkarlarınız varsa, sorumlu politika aynı fikirde olmadığınızı dile getirmeniz anlamına gelir ve eğer karşı taraf gerçekten bir müttefikse, örneğin Batı bağlamında, eğer şimdi Amerikalılar Almanya’nın, bizim dostumuz olduğunu anlarsa, yani bir ülke olarak, fikrimize katılmama hakkına sahip olmalılar. Ve cesaretiniz olmalı çünkü bizi ulusal ve uluslararası düzeyde yöneten yasaların ilkelerine inanıyorsunuz. Yani mutlaka Amerika Birleşik Devletleri’nin gitmek istediği yöne gitmek zorunda değilsiniz.

‘Kuzey Akım-2 sabotajı Almanya’nın egemenliğine zarar verdi’

 Aslında bu eleştiri özellikle Kuzey Akım-2 sabotajından hemen sonra geldi. Bu eleştiriyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Berlin Washington’dan bağımsız bir politika izleyebilir mi? Bunu nasıl görüyorsunuz?

Almanya’da, Nordstream-2’den Alman yaklaşımına yönelik pek çok eleştiri var. Alternatif gerçekler olarak kullanılan birçok alıntı var, ancak alternatif gerçekler diye bir şey yoktur. Sadece gerçekler vardır. Ve kamuoyu önünde bir kişi olarak, bizim elimizdeki kanıtlar, Almanya’nın burada mağdur olduğunu, hayli maliyetli olan Nordstream-2 boru hattına yaptığımız yatırımların yok edildiğini gösteriyor. Bu söylenebilecek tek şey. Ama belki daha da önemlisi bu olay sonucunda egemenliğin, Alman egemenliğinin zarar görmesi. Arkasında kim var? Birileri spekülasyon yapabilir. Kesinlikle Rusya olmadığını savunuyorum. Rusya kendi ayağına ateş edecek kadar aptal olmaz. Yani diğer taraflar o halde. Kim bu diğer taraflar? Bunun birçok cevabı var. Ama bir cevap vermek istemiyorum. Ancak bu gelişmeyi son derece eleştiren ve tüm bunlara neden olan kişileri açıklamak için, daha pek çok şeyin kamuoyuna açıklanması gerektiğini bilmek beni tatmin ediyor. Süreç hala devam ediyor. Görmek lazım, beklemek lazım.

‘Avrupa medyasında Ukrayna’dan ihraç edilen tahılın güzergahına ilişkin araştırmacı gazetecilik yok’

Size Birleşmiş Milletler ve Türkiye’nin başlattığı ve Rusya ve Ukrayna tarafından kabul edilen tahıl anlaşmasını da sormak istiyorum. Ukrayna’dan dünyanın farklı yerlerine 33 milyon tonun üzerinde tahıl ihraç edildiğini biliyoruz. Ancak başlangıçta bu anlaşmanın Afrika’daki ve farklı ülkelerdeki yoksul insanlar için olduğu vaadi verilmişti. Ancak günün sonunda, bugün Dünya Gıda Programı’na göre fakir ülkelere 1 milyon tondan az tahıl gönderildiğini biliyoruz. Başkan Putin anlaşmayı bir sonraki dönem için yenilemeye istekli değil. Bu tahıl anlaşmasının sonucunu nasıl görüyorsunuz?

Ben şunu söyleyebilirim ki, Türkiye’ye de dahil siyasi liderler artık bize kanıt sunarak kamuoyuna açıklamalı. Söyledikleriniz benim bildiğim şeyler. Ve bu, yetersiz miktarın gitmesi gereken yere, yani Mağrip’in güneyindeki, iklim değişikliği nedeniyle ciddi şekilde ihtiyaç sahibi olan Sahel ülkelerine gitmesi, Ukrayna’dan gereken desteğin basit bir dille açıklanması ve ardından da bu desteğin sağlanması için açıklama yapılmalıdır. Ki bu, örneğin Birleşmiş Milletler’in oynayabileceği bir roldür, Dünya Gıda Programı kamuoyuna açıklanmalı ve şöyle demelidir: “Bunlar, rakamlar bunlar ve ihtiyaç olan da bu. Tahıl, darı, mısır ve her ne ise ona ihtiyaç duyan ülkelere değil de ancak hayatta kalmak için ihtiyaç duymayan yerlere ihracat politikası tersine çevrilmeli, insanların hayatta kalması için ihtiyaç duyulan yere gitmeli.” Ve bu eksik. En azından medya, Avrupa’daki medya bunu açıkça ortaya koymak için yeterince araştırmacı gazetecilik yapmaya çalışmıyor. “Olan şey bu.” “Neden oldu?” “Peki siz, nerede olursa olsun parlamentolara seçtiğimiz siyasetçi olarak bu konuda ne yapacaksınız?” Bu sorular eksik. Kamuoyunun güvenilir bilgilere dayanarak pozisyon almasına, Türkiye’nin müzakere ettiği şeylerden faydalanması gereken kişilerin çıkarları doğrultusunda tepki verme fırsatına olanak tanıyacak şekilde kamuoyuna yeterli bilgi akışı sağlanmıyor. Bunu yapmak bölgemizde var olan gerilimin hafifletilmesi adına da önemli bir katkı olacaktır.

‘Diplomasiye bir şans verin’

Bu arada Çin, Ukrayna ile Rusya arasında barışın tesisi için 9 maddelik bir belge hazırlayarak Moskova’ya sundu. Rusya da “barışın parçası olmak isteyen her ülkeyi takdir ederiz” dedi. Ancak gerçekçi olmak gerekirse, Ukrayna ile Rusya arasındaki müzakerelerde Çin’in ve küresel güneyin rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

İster küresel güney, ister Çin ya da başka biri olsun, kendilerine teklifte bulunanlara, müzakere ve işbirliği yolunu takip etme fırsatı her zaman verilmelidir. Diplomasiye bir şans verin. Bir çatışmayla uğraşırken en başından itibaren uzlaşmayı başaramayan durumda olmayın. Bütün bu çatışma çözümü uygulamalarındaki anahtar kelimenin uzlaşma yeteneği olduğunu düşünüyorum. Uzlaşma sonucu olmadığını bildiğim hiçbir anlaşma yok. O halde oturup uzlaşmaya varalım ve bir kazan-kazan durumu yaratmak için ne yapılması gerektiği konusunda anlaşalım. Mümkün ama yapılmıyor. Burada yine muazzam bir jeopolitik oyun oynanıyor.

‘Bizim yaşadıklarımız Gazze halkının yaşadıklarının yarısı kadar bile acı değil’

BM, Filistin meselesinde uygulanabilir, İsrail’in uyacağı bir şeyi asla üretemiyor. İsrail-Gazze çatışmasını yorumlayabilir misiniz? İsrail’in hava saldırılarında veya kara operasyonlarında şu anda neredeyse 20.000 sivil öldürüldü. Bunların çoğunluğu Gazze Şeridi’nde. Gazze Şeridi’nin geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz, zira Netanyahu hükümeti oraya yerleşip Gazze’yi kontrol etmek istiyor? ABD ise savaştan sonra Gazze’nin kontrolünün Filistin Yönetimi’ne verilmesi gerektiğini düşünüyor. İsrail’in BM’nin hiçbir kararını dinlemediğini düşünürsek Gazze’nin geleceği hakkında ne dersiniz?

Gazze’nin bir geleceği var mı? Televizyon ekranlarında gördüğümüz Gazze’nin geleceği var mı? Gazze’nin yeniden yaşanabilir hale gelmesi, insanların orada onurlu ve güvenli bir şekilde yaşayabilmesi onlarca yıl alacak. Gelecek diye bir şey yok. İkinci Dünya Savaşı’nı gören bir ülkeden geliyorum ve görmüş yaştayım. Savaşın nasıl bir şey olduğunu biliyorum. Savaşın ne kadar acı verici olduğunu biliyorum. Babam idam edildi. Annem bir kamptaydı. Büyükbabam esir kampına giderken yolda öldü. Üvey ağabeyim savaşta vuruldu. Yani savaşın ne olduğunu biliyorum. Ailemin yaşadıklarımızı sindirmesinin ne kadar zaman aldığını biliyorum. Bizim yaşadıklarımız Gazze halkının yaşadıklarının yarısı kadar bile acı değil. Dolayısıyla Gazze’nin mental ve fiziksel olarak yeniden kendi ayakları üzerinde durabilmesi uzun zaman alacak.

Bu, yarından ziyade bugün daha iyi anlaşılması gereken bir trajedidir. Çünkü eğer bunu yarın fark ederseniz, o zaman bu arada çok daha fazla insan ölmüş olacak. Yani aciliyet var. İnsani taraftaki Birleşmiş Milletler de bunu çok iyi anlıyor. Anlıyorlar. Siyasi açıdan sorumsuzlar. Bunu bitirmek için gerekli adımları atmak istemiyorlar. ABD, İsrail’e silah tedarikini durdurarak bunu durdurmak için her türlü fırsata sahip. Bu gerçekleşmiyor ve bu, bir bakıma Amerika Birleşik Devletleri’ni, aynı zamanda misilleme yapmak zorunda olduğunuz iddiasıyla her gün masum sivilleri katlettiğiniz en yüksek orandaki suça taraf haline getiriyor. Hamas’ın işlediği suç. Ama bu duruma sadece bugün bağlamında bakmanız kabul edilebilir değil. Hamas’ın neden var olduğu sorusunu sorun. Hamas neden var? 1948’de BM’nin iki devlet kurma kararı her iki taraf için de, İsrailliler ve Araplar için uygulansaydı Hamas var olur muydu? Bugün Hamas olmazdı. Tartışmalarda bu çok sık unutuluyor.

‘Irak’ta ABD’nin işgalinden önce bir düzen vardı, bugün yok’

Irak’ta görev yaptınız. Irak seçimlere hazırlanırken karşıt gruplar arasındaki gerilim yeniden yükseldi. İşgalin üzerinden 20 yıl geçmesine rağmen ülke hâlâ kırılgan durumda. Devlet yapısı zayıf, siyaset kurumsallaşamadı, altyapı oluşturulamadı. Görev yaptığınız dönemde Irak nasıldı? Peki ya şimdi nasıl? İşgal geride nasıl bir ülke bıraktı?

Irak’ın tamamen dış insani yardıma bağımlı olduğu bir dönemde Irak’taydım. BM Gıda Programı olmasaydı insanlar hayatta kalamazdı. Ama Irak’ta da bir o kadar zor, bir o kadar da karmaşık olsa da bir düzen vardı. Bağdat ile Kürt bölgeleri arasında bir düzen vardı, düzenli bir ilişki vardı. İşbirliği vardı. Sadece bir sınır ve sınırın gerisinde başka bir şey yok gibi bir vaziyet değildi. Bağdat ile Kürt bölgeleri Erbil ve Süleymaniye arasında her gün temas vardı. Yani benim Bağdat’ta bulunduğum dönemde 23 milyon insanın lehine işleyen bir düzen vardı. Şimdi Irak’ta halk, parçalanmanın, ya Sünnilerle bağlantılı, ya Şii ya da Kürtlerle bağlantılı olan milislerin olduğu, inanılmaz bir kargaşayla boğuşuyor. Bu, insanların yine hayatlarından ve geleceklerinden korktukları tamamen açık, öngörülemez bir durum gerçekliğidir. Bağdat’ta mı, Musul’da mı, Süleymaniye’de mi genç olmak istiyorsunuz? Nasıl bir geleceğin var? Bilmiyorsun. Belki iyi, belki kötü. Bağdat’ta bulunduğum dönemde mevcut olmayan bir belirsizlik unsuru bugün var.

SÖYLEŞİ

“Alman sermayesinin mevcut çıkarları CDU-SPD koalisyonu ile örtüşüyor”

Yayınlanma

Yazar

Almanya’da uzun süredir sallanan SPD-Yeşiller-FDP koalisyon hükümeti (“trafik lambası”) çöktü. Çöküş, FDP’nin bütçe ve anayasal borç freni üzerine koalisyon ortaklarına bayrak açmasıyla başlamış görünüyor. Fakat Alman ekonomisinin Ukrayna savaşı ve Rusya karşıtı yaptırımların öncesinde başlayan sorunları yüksek enflasyon, enerji maliyetleri ve Çin’deki ihracat pazarındaki gerileme ile birleşince Avrupa’nın en büyük ekonomisi bir kez daha “hasta adam” olarak nitelenmeye başlandı.

Almanya’da günlük olarak yayınına devam eden sol gazete Junge Welt’in yayın kurulu üyesi Arnold Schölzel, Almanya’nın büyümesinin, Ukrayna savaşının ve sosyal harcamaların aynı anda finanse edilmesinin sonuna gelindiğini, FDP’nin keskin sosyal kesinti talebinin aslında bir sonraki federal hükümetin de programı olduğunu savunuyor.

Anayasal borç freni söz konusu olduğunda bu frenin gevşetilmesine karşı çıkar görünen CDU/CSU’nun, olası bir yeni hükümette bundan geri adım atmaya hazırlandığına işaret eden Schölzel, burada hâlâ partiler arasında nüanslar olduğunu ve bunun önümüzdeki seçim kampanyasının konularından biri olacağını düşünüyor.

Alman sermayesinin Doğu Avrupa ve Ukrayna’da çıkarları bulunduğunu kaydeden gazeteci, özellikle Doğu Avrupa’nın Alman sanayisi için bir “ucuz işgücü rezervi” olduğunu hatırlatıyor ve sermayenin savaş yanlısı politikaları desteklediğinin altını çiziyor. Dolayısıyla, Alman ekonomisinin bundan sonra toplumun militarizasyonu ile birlikte ilerlemesi kuvvetle muhtemel.

Almanya için Alternatif’i (AfD) “CDU/CSU’nun devamı” olarak gören Schölzel, Alman sermayesinin çıkarlarının bir CDU-SPD koalisyonunda yattığını düşündüğünü belirtiyor.

‘FDP BİR SONRAKİ HÜKÜMETİN PROGRAMINI İLAN ETTİ’

Anlaşıldığı üzere, Almanya’daki trafik ışığı koalisyonunun çöküşü aslında çok gecikmişti. Ukrayna savaşı ve Rusya karşıtı yaptırımların “icat ettiği” ekonomik kriz ve bu yılki Avrupa Parlamentosu ve Doğu Almanya eyalet seçimlerindeki yenilgiler, hükümetin zamanının geldiğini göstermişti. Çöküş sadece FDP ile SPD-Yeşiller arasındaki ekonomik program farklılığından mı kaynaklanıyor? Parlamentodaki partiler Almanya’daki ekonomik ve siyasi krize yönelik çözüm önerilerinde ne kadar farklılar?

Bu hükümet başından beri bir savaş hükümetiydi. ABD’nin Ukrayna’daki vekalet savaşına önemli mali kaynaklarla katıldı ve Rusya’ya karşı iktisadi bir savaş yürüttü; bu Rusya için değil ama Alman sanayii için yıkıcı sonuçlar doğurdu. Kuzey Akım 2 Baltık Denizi boru hattının muhtemelen ABD hükümeti tarafından havaya uçurulmasını kabul etti. Sonuç olarak Alman ekonomisi iki yıldır durgunluk içinde ve sanayileşmiş ülkeler arasında büyüme açısından listenin en sonunda yer alıyor. Bu durum devlet bütçesinin sınırlarını zorladı. Büyüme dürtülerinin, savaşın ve sosyal yardımların aynı anda finanse edilmesi artık mümkün değil. FDP keskin sosyal kesintiler istedi. Bunu yaparken de bir sonraki federal hükümetin politikalarını ilan ediyordu.

‘DOĞU AVRUPA ÜLKELERİ ALMAN SANAYİSİ İÇİN UCUZ İŞGÜCÜ REZERVİ’

Şansölye Scholz ve hükümetine Alman iş dünyasından gelen tepkiler de dikkat çekici. Başta sanayiciler olmak üzere sermayenin tüm sözcüleri CDU/CSU’nun yanında yer alıyor ve Donald Trump’ın dönüşünü ve Ukrayna Savaşı’nı gerekçe göstererek derhal seçimlere gidilmesini talep ediyor. Ancak konu anayasal borç freni tartışmasına geldiğinde, birlik yok gibi görünüyor. Borç freni gerçekten bu kadar önemli mi? Ukrayna’yı desteklemek, Trump’ın olası gümrük vergilerine karşı mücadele etmek ve aynı zamanda Alman ulusal borcunu azaltmak mümkün mü?

Alman sermayesi Scholz’un savaş rotasıyla hemfikirdi ve şimdi de hemfikir. Rusya ile iktisadi bağları keskin bir şekilde azalttı ve daha temkinli de olsa Çin’e karşı düşmanca bir politikayı destekliyor. Hem sanayi hem de CDU/CSU şimdi borç freninde reform yapmaya istekli olduklarını açıkladılar. Sanayi için sübvansiyonlar ve Ukrayna’ya silah sevkiyatı talep ediyorlar. Alman ekonomisinin tüm Doğu Avrupa’da olduğu gibi burada [Ukrayna] da uzun vadeli çıkarları var. Doğu Avrupa ülkeleri Alman sanayisi için bir tezgah ve ucuz işgücü için bir rezerv görevi görüyor. Alman sanayisi burayı Almanya’nın arka bahçesi olarak görüyor. Sosyal kesintilerin ne kadar derin olması gerektiği konusunda hâlâ farklılıklar var. Bu konu muhtemelen seçim kampanyasının odak noktası olacaktır.

Alman devleti ekonomik yeniden yapılanma programı ile devletin, ekonominin ve toplumun militarizasyonunu bir ve aynı şey olarak mı görüyor? Yeni askerlik yasası, zorunlu askerlik tartışmaları ve Bundeswehr’in modernizasyonu krizden çıkış yolu olarak propaganda ediliyor gibi görünüyor. Parlamentonun Silahlı Kuvvetlerden Sorumlu Üyesi Eva Högl geçtiğimiz yaz yaptığı açıklamada gençlerin Bundeswehr’de “yapıyı, yoldaşlığı ve görev bilincini” öğrendiklerini, “tüm bu niteliklerden ekonominin de yararlandığını” söyledi. Ekonomiyi militarize edecek bir planla mı karşı karşıyayız?

Evet, iktidardakiler toplumun bir bütün olarak militarize edilmesinden yanalar. Bunu oldukça açık bir şekilde söylüyorlar: Bundeswehr okullarda reklam yapmalı; Bavyera’da bunun için yeni bir yasa var. Sağlık sistemi çok sayıda yaralıyı tedavi etmek için hazırlanıyor. Alman Savaş Bakanı Boris Pistorius (SPD) bunu “savaş kabiliyeti” terimiyle özetledi. Bunun dört ila beş yıl içinde yaratılması gerekecek çünkü Rusya o zaman muhtemelen NATO’ya saldıracak. Genel olarak bu, her şeyden önce sivil hakların kısıtlandığı devletin gerici-militarist bir yeniden yapılandırılmasıdır.

‘ALMANYA’DA FAŞİZM UKRAYNA SAVAŞI İLE REHABİLİTE EDİLDİ’

İsrail’in Gazze’ye saldırısı söz konusu olduğunda AfD ve Yeşiller aynı parlamento tasarısını destekliyor. Benzer şekilde, “düzensiz göçle mücadele” söz konusu olduğunda CDU/CSU neredeyse AfD ile eşleşiyor. Tüm partiler AfD ile işbirliği yapmayı reddetse de, AfD politikalarının Alman siyasetinde “ana akım” haline geldiğini söylemek mümkün mü? Her halükarda AfD’nin Almanya’nın geleceğinde bir rol oynaması muhtemel görünüyor.

AfD, CDU/CSU siyasetinin bir devamı. Aradaki fark: Parti içinde açık faşistlere izin veriyor. CDU ve CSU 40 yıldır göçmenlere ve sığınmacılara karşı ırkçı kışkırtmalar yoluyla mücadele ediyor. AfD bunu devraldı ve genişletti: ırkçılığı artırdı ve bilinçli olarak şiddeti teşvik etti. AfD, Müslümanlara yönelik baskı ve cinayetler nedeniyle her zaman İsrail’in yanında yer almıştır. Bu durum Gazze’deki mevcut soykırımla birlikte daha da artmıştır. Yeşiller bugün en kavgacı Alman partisidir. Ukrayna savaşında Rusya’ya karşı ırkçı klişeler kullanıyorlar ve Netanyahu hükümetinin ırkçı tutumuna tamamen katılıyorlar. Yeşiller, İsrail’in politikalarına yönelik her türlü eleştiriyi antisemitizm olarak suçluyor ve bunda da başarılı oluyor. AfD’deki faşistler nedeniyle, federal düzeydeki diğer partiler arasında AfD ile çalışma konusunda hâlâ çekinceler var. Eyalet düzeyinde durum farklı; işbirliği belediyelerde işe yarıyor. Almanya’da faşizm, özellikle Ukrayna’daki savaşla birlikte rehabilite edildiğinden, AfD’nin birkaç yıl içinde federal düzeyde de kabul görmesi mümkün olabilir. Rusya ile barış için çaba gösteriyormuş gibi davrandığı sürece bu pek olası değil.

‘ALMAN EMPERYALİZMİ İÇİN DAHA FAZLA BAĞIMSIZLIĞIN KOŞULLARI YARATILIYOR’

Yukarıdaki soruyla da ilişkilendirilebilir: Egemen sınıfın içinden yükselen sesler arasında “güçlü ve kararlı bir hükümet” çığlığı önemli bir yer tutuyor. Anketler olası bir federal erken seçimde CDU/CSU’nun birinci parti olacağını gösteriyor. CDU/CSU tek başına bu “güçlü ve istikrarlı hükümet” talebini karşılayabilir mi? Alman siyaseti “siyaset dışı” aktörlere ya da kurumlara yönelmek zorunda kalacak mı?

Bir sonraki federal seçimin tarihi CDU/CSU ve SPD arasında müzakere edildi. Bu semptomatik bir durum: tüm retoriğe rağmen iletişim halindeler. Şu anki duruma göre ancak her iki partinin koalisyonu bir sonraki hükümeti kurabilir. Bence bu aynı zamanda Alman sermayesinin mevcut çıkarlarıyla da örtüşüyor. Egemen sınıf henüz içeride otoriter bir rejime kararlı değil, fakat bunun koşullarını hazırlıyor. Dış politika açısından ise henüz ABD’den kopamıyor ama AB’de ve belki de NATO’da daha güçlü bir liderlik rolü için çabalıyor. Bu aynı zamanda Alman emperyalizmi için gelecekte daha fazla bağımsızlığın koşullarını yaratmaktadır.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

‘Türk dünyası ekonomik entegrasyona hazırlanıyor’

Yayınlanma

Türk dünyasının ilk uluslararası finans kurumu Türk Yatırım Fonu, 1 Ocak 2025’te politika belgesini açıklamaya hazırlanıyor. Türk Yatırım Fonu Başkanı Büyükelçi Baghdad Amreyev’e merak edilenleri sorduk.

Finansal uluslararası işbirliği kurumu olarak oldukça yenisiniz. Ve ilk Yönetim Kurulu toplantınızı mayıs ayında yaptınız. O toplantının sonuçları ve toplantıda tartışılan stratejilerin ve kararların uygulanması için oluşturulan yol haritası hakkında bilgi verir misiniz?

Bildiğiniz gibi, Türk Yatırım Fonu’nun kurulması kararı, Türk dünyasının liderleri tarafından 2022’de Semerkant’taki zirvede alındı. Kasım 2022’de, Türk dünyasının ilk finansal mekanizması ve kurumu olan Türk Yatırım Fonu’nun kurulması için özel bir anlaşma imzalandı. Orada ben de kurucu başkan olarak atandım.

Daha sonra kuruluş anlaşmasını hazırlamaya başladık ve çok kısa bir sürede anlaşmayı ortaya çıkardık. 16 Mart 2023’te, Ankara’da Türk dünyası liderlerinin olağanüstü zirvesinde, ülkelerimizin maliye ve ekonomi bakanları, liderlerimizin huzurunda bu kuruluş anlaşmasını imzaladılar. Gerçekten tarihi bir andı.

2023 yılı sonunda parlamentolarımızda onay süreci tamamlandı ve anlaşmaya göre Fon 24 Şubat 2024’te resmen yürürlüğe girdi. Bu, bizim Fonun “doğum günü” olarak kabul ettiğimiz gündür.

O tarihten bu yana çok sayıda organizasyon tamamlandı. 18 Mayıs’ta Türk Yatırım Fonu Başkanı olarak Fonun en yüksek yönetim organı olan Guvernörler Kurulu’nun ilk toplantısını düzenledim.

Türkiye Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz da o toplantıya katıldı, değil mi?

Evet, Türkiye Cumhurbaşkanı Yardımcısı Sayın Cevdet Yılmaz da bu toplantıya katıldı ve toplantıya başkanlık etti. Bizim için büyük bir onurdu.

Toplantı oldukça başarılı geçti ve Guvernörler, Fonun kurumsallaşmasının tamamlanması da dahil olmak üzere birkaç önemli karar aldılar. Ayrıca Yönetim Kurulu’nu kurdular ve onlara temel prosedür belgelerini ve diğer gerekli eylemleri hazırlamaları için talimat verdiler. O zamandan beri, Haziran ve Ağustos aylarında, iki toplantı düzenledim ve bu toplantılarda Fonun operasyonel faaliyetlerinin başlaması için önemli kararlar aldık. Operasyonel yapının oluşturulması ve yatırım politikasının hazırlanması devam eden süreçler arasında

Yatırım politikası belgemiz hala taslak aşamasında.

Yatırım politikası hazırlanması hala devam ediyor yani.

Evet, hala devam ediyor. Bu, Fonun önceliklerini ana hatlarıyla belirleyeceği, hangi projelere odaklanacağımızı ve rolümüzün ne olacağını belirteceği için önemli bir belge.

Guvernörler Kurulu’nun ilk toplantısında Azerbaycan’dan Sayın Ramil Babayev, Fonun operasyonlarını yönetmekten sorumlu Türk Yatırım Fonu Genel Müdürü olarak atandı.

Yatırım politikası kesinleştirildiğinde ve yönetim yapısı tamamen yerleştiğinde, operasyonel faaliyetlere başlamaya hazır olacağız. 

Politika hazırlıklarınızın hala devam ettiğini anlıyorum, ancak Türk Yatırım Fonu’nun hangi temel sektörleri veya endüstrileri destekleyeceği konusunda bize bir fikir verebilir misiniz? 

Evet, önceliklerimiz oldukça açık ve bunlardan birçok kez bahsettim. Her şeyden önce, Türk Yatırım Fonu’nun birden fazla amaca hizmet ettiğini belirtmek önemli. Sadece kendi ülkelerimiz içindeki projeleri finanse etmemiz gerekseydi, yeni bir fon kurmaya gerek kalmazdı. Bunun için zaten çok sayıda fon ve bankamız var.

Ancak, Türk Yatırım Fonu sadece ülkelerimiz içindeki projeleri finanse etmek için değil, aynı zamanda uluslarımızın ekonomik entegrasyonuna katkıda bulunmak için kuruldu. Fonun temel odak noktası, ülkelerimiz arasındaki entegrasyonu ve işbirliğini teşvik eden ortak projeleri finanse etmek olacak. Bu, Türk dünyasının birliği ve ekonomik gücü için hayati önem taşıyor.

Türk dünyası için ekonomik entegrasyon kavramını biraz açabilir misiniz?

Herhangi bir siyasi veya ekonomik bloğun nihai amaçları vardır. Amacımız, Türk dünyasına hizmet etme potansiyelini birleştirmek için ekonomilerimizi bir araya getirmek. Ekonomik entegrasyon, ekonomilerimizi güçlendirmek ve ekonomik potansiyelimizi birleştirmek için birlikte çalışmak anlamına geliyor. Biz yedi ülkeyiz. Ticareti teşvik ederek, yatırımları kolaylaştırarak ve altyapı, enerji ve ulaşım gibi alanlarda ortak girişimleri destekleyerek daha güçlü ve daha birleşik bir Türk dünyası inşa etmeyi amaçlıyoruz.

“Ekonomik entegrasyon” derken tam olarak neyi kastediyorsunuz? Bu entegrasyonun bir parçası olarak ortak bir Türk para birimi veya finans altyapısından mı bahsediyorsunuz?

Ekonomik entegrasyon, en azından başlangıçta, tek bir para birimi veya birleşik bir altyapıya sahip olmak anlamına gelmez. Daha çok, özellikle enerji, ulaştırma ve KOBİ’ler gibi kilit sektörlerde, ortak projeler aracılığıyla birbirimizin ekonomilerine daha derin bir şekilde dahil olmakla ilgili.

Amacımız, Avrupa Birliği veya diğer bölgesel gruplar gibi ortak hedefler doğrultusunda çalışabilen ekonomik ve politik bir blok oluşturmak. Birbirimizin ekonomilerini desteklemeli ve tüm ülkelerimize fayda sağlayacak ortak projeler üzerinde işbirliği yapmalıyız. Bu, Türk dünyasının birliği için önemli bir koşuldur.

Fon’un Türk dünyasının eksik parçası olduğunu anlıyorum. Şimdi, bu boşluğu doldurdunuz mu?

 Türk birliği halen çok taze. Türk Devletleri Teşkilatı ve diğer ilgili işbirliği örgütleri sadece 10-15 yıl önce kuruldu. Çok kısa bir süre. Elbette zamana ihtiyacımız var. Türk Yatırım Fonu’nun bu süreci hızlandıracağından eminim.

Ekonomilerimizi daha rekabetçi ve dayanıklı hale getirmek için birlikte çalışmamız gerekiyor. Zamanla Türk Yatırım Fonu, Türk dünyasında ekonomik entegrasyonu teşvik etmek için birincil finansal araç olmayı hedefliyor.

Fonun temel önceliklerinden biri, ülkelerimize yabancı yatırım çekmektir. Bunu yapmanın iki yolu vardır: Birincisi, ulusal projeleri destekleyerek ve yabancı ortakları katılmaya teşvik etmek ikincisi ise Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası, Asya Kalkınma Bankası ve İslam Kalkınma Bankası gibi diğer uluslararası finans kuruluşlarıyla işbirliği yapmak.

Elbette, büyük projeler için kendimizi finanse edemiyoruz ancak bu finans kuruluşları projelerimize katkıda bulunmak için çok istekli.

Büyükelçi Amreyev, hem kurumlar hem de ülkeler açısından Asya’daki diğer güçlere ilişkin olumlu bir işbirliği perspektifine sahip olduğunuzu anlıyorum. Ancak aynı zamanda, bu bir tür jeopolitik zorluğu da beraberinde getiriyor. Çin, Rusya, diğer bazı komşu Avrupa ülkeleri… Türk Yatırım Fonu bu jeopolitik zorluklarla nasıl başa çıkacak? Bunu takiben, bir başka soru şu olabilir: Eğer küresel bir güç olarak yükselen Türk bloğundan söz ediyorsak ve Türk Yatırım Fonu finans sektöründe aktif bir oyuncu olmak istiyorsa, bu gerçekler göz önüne alındığında stratejinizi nasıl sürdüreceksiniz?

Yatırım fonu bir siyasi örgüt değil, bir finans kuruluşudur. Bu nedenle Türk Yatırım Fonu, günümüzün sorunlu dünyasının jeopolitik rekabetine veya zorluklarına dahil olmak durumunda değil. Evet, küresel toplumun karşı karşıya olduğu dramatik zorlukları kabul ediyoruz, ancak bunlarla başa çıkmak politikacıların işidir. Finansörler olarak rolümüz rekabetten ziyade işbirliğine katkıda bulunmaktır. İşbirliğine odaklanarak, bu küresel zorlukların bazılarını hafifletmeye ve uluslararası rekabetin yoğunluğunu azaltmaya yardımcı olabiliriz.

Bu nedenle olumlu bir rolümüz var, diğer ekonomik ve finansal kurumlarla birlikte çalışıyoruz. Yapıcı işbirliği ve ortak projeler aracılığıyla, karmaşık dünyamızdaki işbirlikçi çabaları desteklemeyi ve teşvik etmeyi amaçlıyoruz.

Öte yandan, küreselleşmenin dünya çapında rekabeti önemli ölçüde artırdığını da kabul ediyoruz. Sonuç olarak, ülkelerimiz yatırım çekmede zorluklarla karşı karşıya. Bu rekabet gerçek ve hedefimiz, ülkelerimizin bu zorlukların üstesinden gelmelerine ve daha rekabetçi olmalarına yardımcı olmak. Ekonomilerimizin büyümesini başarıyla destekleyerek, uluslarımızın rekabet gücünü artırmada önemli bir rol oynayabiliriz. Şu anda altı ülke Türk Yatırım Fonu’nun tam üyesidir: Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Macaristan. Ayrıca Türkmenistan’ın yakında yedinci tam üye olarak katılmasını bekliyoruz. Ayrıca, Türk Yatırım Fonu üye olmayan kuruluşlarla işbirliğine açık. Kuruluş anlaşmamız, gerekli koşulları karşılamaları ve şartları kabul etmeleri halinde diğer ülkelerin de katılmasına olanak tanıyor. Bu, dış ortaklarla da yapıcı işbirliğine imkan sağlıyor.

Uluslararası finans kuruluşlarıyla ilgili olarak, hepsiyle çalışmaya açığız. Zaten müzakerelerdeyiz ve çeşitli finans kuruluşlarının bizimle işbirliği yapma konusunda artan bir ilgi gösterdiğini gözlemliyoruz. Büyük finans fonları, bankalar ve kuruluşlarla çalışarak, üye ülkelerimiz içinde önemli kalkınma ve altyapı projelerine katılabiliriz.

Bu büyük finans kuruluşları işbirliğine olan ihtiyacı kabul ediyorsunuz ve bu da büyük altyapı projelerine önemli yatırımlar yapılacağı anlamına geliyor. Örneğin, özellikle Rusya-Ukrayna savaşı ışığında, Kazakistan ve Türkmenistan’da enerji altyapısını genişletmeye yönelik artan bir ilgi var ve bu da Türk dünyasının Avrupa için önemini artırıyor. Avrupa Birliği’nin Türk bölgesindeki enerji projelerine milyarlarca avro yatırım yapmayı planladığını biliyoruz. Projeler hakkında daha fazla bilgi verebilir misiniz?

Büyük altyapı projeleri maliyetlidir ve birden fazla finans kuruluşunun katılımını gerektirir. Bahsettiğim gibi, Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası ve birkaç Asya bankası bu tür bir işbirliğinin kurulması konusunda istekli. Finanse edilecek özellikle enerji sektöründe olmak üzere halihazırda boru hattında birkaç projemiz var. Kazakistan, Türkmenistan ve Azerbaycan petrol ve gaz üreticisi olsa da, şu anda bu kaynakları verimli bir şekilde taşımak için boru hatları ve elektrik hatları gibi daha fazla sınır ötesi enerji altyapısına ihtiyacımız var.

Ulaşım ağının inşası sadece üretim için değil, aynı zamanda tüketiciler için de önemli. Bu nedenle diğer uluslararası finans kuruluşlarından giderek artan bir ilgi görüyoruz. Ulusal hükümetlerimizin planları var ve Kazakistan, Türkmenistan ve Azerbaycan’ın Türkmenistan’dan Azerbaycan, Türkiye ve Avrupa’ya gaz boru hatları inşa etme girişimlerinde yer aldığını biliyorum. Ülkelerimiz ve Avrupalı ortaklarımız bu projelere büyük ilgi gösteriyor.

Türk dünyasında başka enerji projeleri de var. Örneğin, Kırgızistan’da Özbekistan ve Kazakistan’a hizmet edecek bir enerji santrali inşa etme konusunda büyük planlar var. Bu devasa altyapı projeleri halihazırda çeşitli finans kuruluşları tarafından inceleniyor ve işbirliği yapılabilecek çok sayıda alan var. Elbette, hükümetlerimizle yakından çalışıyoruz, önceliklerini, planlarını ve programlarını izliyoruz. Ayrıca, ulusal hükümetler tarafından ve zirvelerimizde ve hükümetler arası komisyonlarda alınan kararları da dikkate alarak, paydaşlarımız olan üye devletlerimizin öncelikleriyle uyumlu olduğumuzdan emin oluyoruz.

Macaristan’ın, özellikle AB başkanlığı sırasında, katkılarından dolayı Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) tarafından çok takdir edildiğini biliyoruz. Macaristan’ın Avrupa ve Türk dünyasını birbirine bağlamadaki rolü çok önemli kabul ediliyor. Aynı zamanda Macaristan, Türk Yatırım Fonu’na önemli miktarda parasal katkıda bulunduğunu resmen açıkladı. Bu konuda daha fazla bilgi paylaşır mısınız?

Evet, bu bir sır değil. Fon başlangıçta beş üye ülke tarafından kuruldu ve ardından Macaristan eşit payla katıldı. Her ülke 100 milyon dolar katkıda bulundu ve fonun başlangıç ​​sermayesi 600 milyon dolar oldu. Daha önce de belirttiğim gibi, bu başlangıç ​​sermayesi önümüzdeki yıllarda fonu diğer uluslararası finans kuruluşlarıyla işbirliği için daha rekabetçi ve çekici hale getirmek için önemli ölçüde artırılacak.

Fondaki paylar her zaman eşit olarak kalacak mı?

Şart değil. Başlangıç ​​sermayesine eşit paylarla katkıda bulunuldu, ancak ek sermaye daha sonra kararlaştırılabilir ve şüphesiz aynı dağılımı takip etmeyecektir. Macaristan’a gelince, diğer üyelerle aynı payla tam üye olarak katıldı. Macaristan’ın 2018’de Türk Devletleri Örgütü’ne katılmasından bu yana Türk işbirliğinde çok yapıcı bir rol oynadığını söylemeliyim. Macaristan, diğer TDT üye devletleriyle birlikte tüm işbirliği mekanizmalarına aktif olarak katılıyor. Yakın zamanda, Macaristan’ın fona katılımını kesinleştirdiğimiz ve onları tam üye yaptığımız Budapeşte’deydim. Macaristan, Türk dünyasını Avrupa’ya ve Avrupa Birliği ile Türk Devletleri Teşkilatı arasında bağlamada gerçekten vazgeçilmez bir rol oynuyor. Macaristan’ın rolünü takdir ediyoruz ve gelecekte büyümeye devam edeceğine, yalnızca Türk dünyasının entegrasyonuna değil, aynı zamanda AB ile daha yakın işbirliği yoluyla küresel entegrasyonuna da katkıda bulunacağına inanıyorum.

Fona katkıları açıklığa kavuşturmak için soruyorum, her ülke ne kadar ödeyecek? Örneğin, Türkiye’de, Türkiye’nin Kazakistan ve Türkmenistan’daki enerji altyapısı ve boru hatları gibi projeler için devlet fonu sağlayıp sağlamadığı tartışılıyor. İnsanlar, başka ülkelerdeki projeler için hazineden ne kadar rakam ödeneceğini merak ediyor.

Herhangi bir uluslararası finans kuruluşunda olduğu gibi, proje finansmanı ve önceliklendirmeyle ilgili tüm kararlar Yönetim Kurulu tarafından verilecek. Her ülkenin çıkarları ve katkıları dikkate alınacak ve burada “kaybeden” olmayacak, sadece “kazanan” olacak. 

Bu önemli röportaj için çok teşekkür ederim, Sayın Büyükelçi. Hala birçok sürecin devam ettiği anlaşılıyor, ancak şimdilik bize bir manşet verebilir misiniz? Yakın gelecekte dünyanın hangi bölgesinin Türk Yatırım Fonuyla büyük ölçekli projelerde işbirliği yapma olasılığı en yüksek? Avrupa, Asya, Rusya veya Körfez ülkeleri mi olacak? Türk Yatırım Fonu işbirliklerinde en büyük sürpriz ne olacak?

Öncelikle Türk Yatırım Fonu yeni kurulmuş bir finans kuruluşudur ve 1 Ocak 2025’te operasyonel faaliyetlerimize başlayacağız. Avrupa, Asya, İslam dünyası ve Arap dünyasındaki finans kuruluşlarıyla yakın temas ve müzakereler içindeyiz. Onlar tarafından güçlü bir ilgi görüyoruz ve onlarla ilişkilerimizi geliştirmek için eşit derecede istekliyiz.

Bence en büyük sürpriz, üye devletlerimiz içinde Türk bölgesinde elde edeceğimiz başarı olacak. Ülkelerimizin ekonomik kalkınmasına katkıda bulunmaya ve ortak projeler üzerinde birlikte çalışan girişimcileri desteklemeye ciddi şekilde kararlıyız. Onları desteklemek ve Türk ülkeleri ve şirketleri arasında daha fazla ortak girişim teşvik etmek için buradayız.

Söylediğim gibi, nihai hedef, daha birleşmiş bir Türk dünyasının temeli olacak Türk ülkeleri arasında daha fazla ekonomik entegrasyona katkıda bulunmaktır. Bu bizim temel amacımız.

Büyükelçi Bağdat Amreyev, bu diplomatik röportaj için teşekkür ediyorum. Türk Yatırım Fonu’nun politikaları, yatırımları ve projeleri resmi olarak başlatıldığında 1 Ocak’tan sonra daha fazlasını duymayı dört gözle bekliyoruz.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

Uzmanlara BRICS’i sorduk – 3: Üye ülkelerin karşı karşıya olduğu zorluklar neler?

Yayınlanma

Rusya Federasyonu’na bağlı Tataristan Cumhuriyeti’nin Başkenti Kazan’da gerçekleştirilen BRICS Zirvesi’nin yankıları devam ederken; gündemle ilgili soruları BRICS & Şanghay İşbirliği Örgütü İnovatif Diplomasi Merkezi Direktörü Dr. Nina Ladıgina-Glazunova’ya sorduk.

İlber Vasfi Sel: Nina Hanım, Kazan’daki zirveye siz de katılım sağladınız. Zaten direktörü olduğunuz kurumda “Bricsolog” olarak çalışmalarınıza devam ediyorsunuz. Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin için zirve hem sembolik hem de pratik açıdan önemli görülüyor. Siz ne düşünüyorsunuz? Bu zirvenin Rusya için önemini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu zirve Rusya’nın küresel ajandasını nasıl etkiler? Ek olarak; BRICS içerisinde rekabet halinde olan ülkeler de var. Üye ülkeler arasındaki rekabet ve çatışmaları değerlendirdiğinizde BRICS’in çeşitli alanlardaki işbirliğini derinleştirme hedefini nasıl görüyorsunuz?

Nina Ladıgina-Glazunova: Kazan’da yapılan BRICS Zirvesi’nin Rusya açısından önemi, esas olarak Batı’nın Rusya’yı tecrit etme politikasının tamamen başarısızlığa uğramasında ve genel gerginliklere rağmen Rusya’nın dünya sahnesindeki öneminin devam ettiğinin kabul edilmesinde yatmaktadır. Kazan’daki BRICS Zirvesi’nin yüzyılın olayı haline geldiğini; Azerbaycan, Ermenistan, Bahreyn, Bangladeş, Belarus, Bolivya, Kongo, Küba, Endonezya, Kazakistan, Kırgızistan, Laos, Malezya, Moritanya, Moğolistan, Nikaragua, Filistin, Sırbistan, Sri Lanka, Tacikistan, Tayland, Türkiye, Türkmenistan, Özbekistan, Venezuela, Vietnam ve Sırp Cumhuriyeti’nden (Bosna-Hersek’e bağlı bir birim) oluşan heyet başkanlarını bir araya getirdiğini görüyoruz. Bunlardan 23’ü devlet başkanları düzeyinde, sadece BRICS üye ülkelerinden (Rusya, Brezilya, BAE, Çin, Mısır, Etiyopya, Hindistan, İran, Güney Afrika ve davetli ülke olarak Suudi Arabistan) değil, aynı zamanda zirveye büyük ilgi gösteren Küresel Güney ülkeleriyle birlikte Birleşmiş Milletler (Genel Sekreter – Antonio Guterres), Avrasya Ekonomik Komisyonu (Yönetim Kurulu Başkanı – Bakıtcan Abdirulı Sağıntayev), Birleşmiş Devletler Topluluğu (Genel Sekreter – Sergey Lebedev), Rusya ve Belarus Birliği Devleti (Devlet Sekreteri – Dmitriy Mezentsev), Şanghay İşbirliği Örgütü (Genel Sekreter – Zhang Ming) ve Yeni Kalkınma Bankası BRICS (Banka Başkanı – Dilma Rousseff) gibi beş uluslararası örgütün başkanları da vardı.

Uzmanlara BRICS’i sorduk – 1: Bağımsız BRICS ödeme sistemi başarıya ulaşabilir mi?

23 Ekim’de heyetler ve BRICS ülkelerinin delegasyon başkanlarının toplantılarının ardından yayınlanan bildiride, BRICS’in kurumsal gelişimini teşvik etme yolu mutabakatla kabul edildi ve tarihte ilk kez, birliğe dahil olan ülkeler bildirgenin ilk paragrafında listelenmiyor.

Bu ne anlama geliyor?

Bunun başlıca nedeninin, bu yıl çoğu formatta eşit düzeyde yer almasına rağmen, hala tam üye statüsünü kabul etme sürecinde olan Suudi Arabistan’ın belirsiz statüsü olduğu varsayılabilir. Bu da yüksek ve uzmanlaşmış bir düzeyde temsil anlamına geliyordu. Ayrıca yazılı, görsel ve sosyal medyada sahte haber tehlikesine ve ülkelerimiz hakkında doğrulanmış bilgilerin yayılmasına da özel dikkat gösterildi.

Zirve ve tüm horizontal formatlar yelpazesi sayesinde Rusya, BRICS’teki başkanlığı sırasında yeni pazarlara girme yeteneklerini genişletebildi, bu kesinlikle olumlu bir andır ve ülke en başından, kurulduğu andan itibaren, bu yönelime bağlı kalmalı ve yalnızca Batı ülkelerine ana yönelim olarak bakmamalıydı. Şimdi yapbozu bir araya getirmek gibi düşünürsek; ekonomiyi çeşitlendirme ve yalnızca yurtdışından gelen bileşenlere odaklanan üretimden uzaklaşma süreci başlatıldı ve yabancı bileşen üreticilerinin üzerimizdeki nüfuzu giderek azaldı. Rusya, kapsamlı bir stratejik ortaklık anlaşması imzalamak konusunda İran ile anlaştı.

Bugün emin bir şekilde söyleyebiliriz ki en güçlü BRICS ülkeleri; Rusya, Çin, Hindistan ve İran’dır. Yani, tek kutuplu Batı dünyasının antipodu haline gelen ülkeler… Parametrelerinde G7’yi aşan küresel bir ülkeler birliğinden bahsedebiliriz ve bu gezegenimizin ekonomik geleceğiyle ilgilidir. Ortak hedeflerine ve çok kutuplu bir dünyaya odaklanmalarına ve kendi kimliklerini korumalarına rağmen; BRICS ülkeleri, özellikle komşularıyla çeşitli rekabet biçimleri ve toprak zorluklarıyla karşı karşıyadır.

Her ikisi de büyük gelişmekte olan ekonomiler olan Çin ve Hindistan, küresel pazarlarda ve gelişmekte olan ülkelerde nüfuz için rekabet ediyor ve birbirleriyle toprak anlaşmazlıkları var. Rusya ve Güney Afrika arasında jeopolitik gerginlikler Özel Askeri Operasyonun başlangıcından bu yana ortaya çıkmıştır. Rusya ve Çin her alanda yakın ortaklardır, ancak her iki ülkenin bireysel siyasi gündemlerinde, Kazakistan gibi Orta Asya ülkeleri gibi, çatışabilecekleri alanlar vardır. Aynı zamanda Hindistan ve Çin, Rusya’nın diplomatik çabalarının da yardımıyla uzun süredir devam eden sınır sorunlarını çözmede ilerleme kaydettiklerini duyurdular ve bu zirvede önemli bir başarıydı.

BRICS ülkeleri ve gelecekteki ortakları, Filistin’e desteklerini ilan ederken; dünyanın dört bir yanındaki yaklaşık iki milyar Müslüman Kazan’daki olayları izledi. Zirve sırasında, birçok delegasyon başkanı Filistin’e, Orta Doğu’ya, hızlıca barışçıl şekilde bir arada yaşamayı ve BM sözleşmelerine uyumu gerektiren çok hassas ve kırılgan bir bölge olarak büyük vurgu yaptı. Bu doğrultuda zirvede Filistin meselesinin dünya Müslüman toplumu için önemini vurgulayan güçlü bir sonuç bildirgesi kabul edildi.

Brezilya, Venezuela’nın BRICS ile yakınlaşmasından pek memnun değil ve bu durum, onu Pakistan gibi “Ortak Ülkeler” listesinde göremememizin başlıca nedenlerinden birisidir (13 ülke BRICS ortak ülke statüsü aldı. Bunlar Türkiye, Kazakistan, Özbekistan, Cezayir, Belarus, Bolivya, Küba, Endonezya, Malezya, Nijerya, Tayland, Uganda ve Vietnam’dı). Ek olarak BRICS’te farklı ülkelerin ve medeniyetlerin dünya düzenine ilişkin farklı fikirleri olması nedeniyle G7 ile çatışma platformu olmayacak.

Öte yandan politikasını dünyadaki tüm çatışmaların çözümü üzerine kuran; ancak Pakistan ile ilgili konulara nadiren değinen Narendra Modi var… Çünkü aralarında uzun yıllardır bir çatışma var ve aynı zamanda Çin ile Rusya, Pakistan’ı BRICS ortağı olarak tanıtıyorlar.

Bu nedenle, BRICS’in ticaret cirosunu artırma, karşılıklı yatırımlar (çatışmaları önlemek için, belirli bölgelerdeki etki alanlarının sınırlandırılması konularını “kıyıda” çözmek gerekir), sosyo-insani değişimlerin birbirimizi daha iyi tanımamızı ve belki de bazı ülkeler söz konusu olduğunda “baltayı gömmemizi” ve ayrıca Türkiye Cumhuriyeti’nin “yumuşak güç” yoluyla yaptığı kültürel genişlemeye yönelik olası müdahaleleri düzenlememizi sağlayacağı gibi karşılıklı olarak faydalı işbirliği alanlarını teşvik etmesi gerektiğine inanıyorum.

Öte yandan Güney Amerika, sosyal, politik, ekonomik olarak her anlamda çok istikrarsız ve ABD’nin güçlü etkisi altında. BRICS platformuna geldiğinizde tüm bunları unutmanız gerektiğini; çünkü büyük resmi ve küresel gündemi düşünmeniz gerektiğini hatırlamak önemlidir. Ve gerçekten barışçıl olarak adlandırılabilecek olan Kazan Zirvesi, BRICS+ formatındaki bazı katılımcıları, örneğin Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan ve Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’i, barış antlaşması, sınır belirleme ve diğer karşılıklı ilgi konular da dahil olmak üzere ikili barış gündemini ilerletmeyi tartışmak üzere bir araya getiren bir toplantı oldu ve daha önce duraklamış olan karşılıklı sorunları çözmek için müzakere etmeye teşvik etti.

Bugün, bildirge halihazırda ulusal para birimlerindeki koşullu rezervler için mevcut mekanizmalarını da açıklıyor. Bunlar: IMF ve Dünya Bankası gibi mevcut kurumlar kadar büyük ve kapsamlı olmasa da; onlar için ciddi bir tehdit oluşturuyor. BRICS Pay mekanizması da başlatıldı: Çin’in CIPS (Sınır Ötesi Bankalararası Ödeme Sistemi) sistemine ve uluslararası SWIFT sistemine benzer bir ödeme sistemi projesi olan BRICS Pay, uluslararası ödeme kartları Visa ve Mastercard veya Rusya’nın MIR, RuPay’i ile Çin’in UnionPay gibi ulusal banka kartlarıyla birlikte çalışabilir ve BRICS+ ülkelerinde kullanabilecek halde olacak.

Gelişmekte olan ülkelerin katılımıyla kolektif çözümler bulmanın doğrudan, açık ve etkili bir yolu, ulusal para birimlerinin giderek yaygınlaşan kullanımıyla de-dolarizasyondur ve bizim için yeni bir rezerv para birimi dediğimiz şeye ihtiyacımız var. Çok sayıda medeniyet ve kültürün temsilcilerinin, bilinçaltında kendi ülkelerinin refahı için kendi gündemlerini tanıtmak istedikleri birleşmeleri, yalnızca Küresel Güney ülkeleri için açık olan konularda; örneğin BM Güvenlik Konseyi reformu veya iklim değişikliği (Burada Vladimir Putin de yeşil gündemi topluma zarar vermek için kullanma konusundaki açıklamasında dikkatlice ima ettiğini hatırlatalım) birleşik bir şeye yönelik kararlar almayı zorlaştırıyor.

BRICS’in rolünün artacağı ve BRICS ülkelerinin halihazırda küresel ekonomik büyümenin itici güçleri olduğu, jeopolitik manzarayı Avrasya’ya ve bir bütün olarak Güney’e doğru kaydırdığı oldukça açık. Mevcut yılın sonuçlarına göre, BRICS’teki ortalama ekonomik büyüme oranı %4 olarak tahmin ediliyor. Bu, G7 ülkelerindeki, sadece %1.7’lik orandan daha yüksek. Ekonomik büyüme oranlarındaki bu kadar farkla, öngörülebilir gelecekte küresel GSYİH’daki ana artış BRICS’te üretilecek. OPEC Plus’da aslında BRICS ülkelerinin bir parçası ve Rusya ve Suudi Arabistan aslında oradaki liderler. Dünya çapında petrol fiyatlarını onlar belirliyor. Ancak çoğu ticaret platformunun bununla mücadele etmek için çıkarlarını lobi yapan Batılı şirketlere ait olduğunu hatırlamakta fayda var ve birleşmek gerekiyor.

BRICS, BM’nin aksine, herkesin aynı masada oturması ve üye devletlerin daha adil bir şekilde temsil edilmesiyle eşit bir sese sahip olması bakımından farklı. Belki de BRICS, gelecekte tüm BRICS ülkeleri tarafından savunulan reformu gerçekleştirerek, BM’ye bir alternatif olabilir. Ancak bu uzun bir süreç olacaktır.

Sorunlarını ve toprak anlaşmazlıklarını kabul eden BRICS ülkeleri, küresel işbirliğinin ortak gündemine odaklanmayı hedefliyor. 1 Ocak 2024’ten itibaren birliğe yeni ülkelerin de dahil olmasıyla, ortak bir hedef adına güçlü bağlar ve diyalog kurulmalı, sadece ‘a priori’ değil, böyle bir format olmamalı, Birlik’in çeşitli alanlardaki işbirliğinin önceliği ile Anglo-Sakson ideolojisine dayalı bir birlik olarak temellendirilmemelidir. Birliğin ortak çıkarları teşvik etme ve eşitlik ve saygıya dayalı çok kutuplu küresel yönetişimi teşvik etme konusunda muazzam bir potansiyeli var.

Zirvede imzalanan mutabakat aynı zamanda herhangi bir katılımcının ulusal çıkarlarının garanti altına alınmasının da bir garantisidir.

İlber Vasfi Sel: Nina Hanım, oldukça geniş ve bilgilendirici cevaplarınız için Harici olarak teşekkür ederiz.

Uzmanlara BRICS’i sorduk – 2: Türkiye BRICS’e üye olabilir mi?

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English