Bizi Takip Edin

SÖYLEŞİ

‘Batı merkezli BM artık işlemiyor, çatışmaları çözemiyor, reform şart’

Yayınlanma

Birleşmiş Milletler eski Genel Sekreter Yardımcısı Hans von Sponeck, Harici’ye konuştu. BM’nin Batı merkezli olduğunu ve bugünün ihtiyaçlarını karşılamadığını değerlendiren Sponeck, siyasi açıdan Gazze’de “sorumsuzlar” dedi. 

Hans Von Sponeck, 20. ve 21. yüzyıldaki büyük acılara yakından tanıklık etmiş bir isim. Babası Hans Emil Otto Graf Sponeck, Birinci Dünya Savaşı sırasında Alman ordusunda subaydı. İkinci Dünya Savaşı’nda ise general idi. Hitler’e yönelik suikast girişimine katıldığı şüphesi üzerine 1944’te idam edildi.

Birleşmiş Milletler (BM) kariyerinde çatışma ve savaş bölgelerinde görevler yapan Hans Von Sponeck, kuruluşun yapısına sert eleştiriler yöneltiyor. 1998’de Irak İnsani Yardım Koordinatörü olarak atanan Sponeck, Irak’taki tüm BM operasyonlarının başına geçerek Gıda Karşılığı Petrol Programının Irak operasyonlarını yönetti. Şubat 2000’de Sponeck BM’nin Irak yaptırım politikasını protesto etmek için istifa etti.

Sponeck ayrıca, Almanya Başbakanı Olaf Scholz’a yönelik Ukrayna’ya daha fazla silah yardımı yapılmaması çağrısını içeren bir açık mektup yayımlayan 18 kişilik grubun içerisinde yer aldı.

Hans Von Sponeck, BM’nin uluslararası düzendeki rolü ve reform çağrıları, Gazze ve Ukrayna çatışmaları ve ABD-Almanya ilişkisine dair gazeteci Esra Karahindiba’nın sorularını yanıtladı.

‘BM: Churchill, Rosevelt ve Stalin’in rüyası kabusa dönüştü’

Çok kutupluluk tartışmaları ve yeni uluslararası düzen arayışları yaygınlaşırken, BMGK’nın rolü ve meşruiyeti tartışılıyor. Ayrıca BM’nin dar bir grup ülkenin çıkarlarını temsil ettiği söylenerek reform çağrıları yapılıyor. BM’nin rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz? Nasıl bir yeniden yapılanmaya ihtiyaç var?

Birleşmiş Milletler’de 30 yıldan fazla çalışmış biri olarak bana göre Güvenlik Konseyi açısından mevcut durumla ilgili cevap çok açık. Açık olan şu ki, BM’nin 78 yıllık varlığı boyunca, bir şey her geçen yıl daha da netleşiyor. Yani 1945 yılında BM adı verilen bu yeni kurumun başlangıcından bu yana, oldukça Batı Merkezli bir kurum yaratılmasına olanak sağladık. Bunun ne anlama geldiğini geriye dönüp bakarsanız görürsünüz: siyasi, mali, coğrafi olarak; BM Batı’da bulunmaktadır. BM’nin siyasi merkezi New York’ta. Ticari, mali ve ekonomik BM, iki BM kurumunda toplanmış. Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası Washington’da. Uzmanlaşmış kuruluşlar, BM’nin operasyonel fonları ve programları, BM yürütmesi yakın zamana kadar yalnızca Avrupa ve Kuzey Amerika’da bulunuyordu. Yani tüm yapı Batı’ya bağlı. Ve eğer bunun yeni bir şey olmadığını, yani BM’de son derece tek taraflı bir güç yapısına sahip olduğumuzu biliyorsanız, o zaman neden 21. yüzyılda bunun artık mevcut durumla, jeopolitik dünya düzeniyle uyumlu olmadığı bir duruma ulaştığımızı anlayabilirsiniz. Günümüzün dünya düzeni çok daha çeşitli, ne yazık ki çok daha kutuplaşmış halde. Dünkü sömürgeler bugün “bir dakika, biz varız, sesimiz var, sesimizi yükselteceğiz ve çıkarımıza en uygun olduğunu düşündüğümüz şeyi yapacağız” diyen olgun bağımsız ülkeler haline geldi. Bu durum bir bütün olarak BM sisteminde, özellikle de BM Güvenlik Konseyi’nde çok karmaşık bir dinamik yarattı. Peki, 1945’te üç yaşlı adam, Churchill, Rosevelt ve Stalin Kırım’da Yalta’da buluştuğunda bir hayali vardı. Hayalleri, bir ekip olarak dünya düzeninin Doğu ve Batı’nın payı olacak şekilde yönetilmesini sağlamaktı. Ancak bu hayal çok uzun sürmedi. Ve dün hayal olan bugün bir kabusa dönüştü.

‘BM reforme edilmezse dünyanın ihtiyacını karşılayamaz’

Tekrar ediyorum, çatışmaları ve savaşları çözemeyen, önleyemeyen veya yönetemeyen, tamamen işlemeyen bir Güvenlik Konseyimiz var. Spesifik olayım. Irak: Hayır, çözüm yoktu. Aslında hukuka aykırı bir işgal söz konusuydu. Ukrayna: Hayır. Afganistan: Hayır. Libya: Hayır. Yani orada şimdinin siyasetçileri olan insanlar, bu yeni Sivil toplum, Birleşmiş Milletler’in var olmaya değer olup olmadığını sorguluyor. Durum böyleyse buna cevabım çok açık: Siyasi Birleşmiş Milletler’in, yani Güvenlik Konseyi’nin, Genel Kurul’un bugün ciddi bir reforma ihtiyacı var. Eğer reforme edilmezlerse dünyanın ihtiyacı olan rolü oynayamazlar. Ancak BM siyasi bir BM’den daha fazlasıdır. Ayrıca operasyonel bir BM var, uzman kuruluşlar var… Ukrayna’dan bahsediyorsunuz, Gazze’den bahsediyorsunuz… Şu anda orada kim var? Büyük tehlike altında olan BM kuruluşları insani yardım konusunda da görev alıyor. Bu Birleşmiş Milletler’in bir başka yüzü. Sonra Uluslararası Adalet Divanı var; çok da etkili değil çünkü hem Genel Kurul’un hem de Uluslararası Adalet Divanı’nın karar alma yetkisi olmadığı çok açık. Onlar yalnızca uluslararası Adalet Divanı’na Ukrayna’daki savaş hakkında tavsiye niteliğinde görüş verebilecek durumdalar. Genel Kurul Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik işgalinin meşruluğuna oy verebilir ancak karar veremez. Dolayısıyla, bu etkisizlikler en aza indirilmedikçe bir şey değişmez; bir fark yaratmak için iki küçük yetki düzeyinin değiştirilmesi gerekir.

‘BM’nin Batı merkezli yönelimi hiçbir işe yaramıyor’

Bu reformların nasıl yapılabileceğini tanımlayabilir misiniz?

Bazı çok kolay cevaplar var. Cevaplardan biri şu: 2023’te 1945’in jeopolitik gerçekliğine dayalı bir Güvenlik Konseyi’niz olamaz. Beş üyeniz var, Güvenlik Konseyi’nde beş daimi üyeniz var, üçü Batı’dan. Afrika daimi ülkeler grubunda hiç temsil edilmiyor. Latin Amerika bu grupta hiçbir şekilde temsil edilmiyor. Dünya nüfusunun yüzde 50’sinden fazlasını barındıran Asya, Çin’le tek sandalyeye sahip. Yani, başta söylediğim şeye geri dönüyorum, BM’nin dünkü Batı Merkezli yönelimi, bugün yaşadığımız dünyada artık hiçbir işe yaramıyor.

O halde siz de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “dünya beşten büyüktür” sözüne katılıyor musunuz?

Dünya beşten büyüktür. Ama bir adım daha ileri giderdim. Dünya beş hükümetten daha büyüktür. Ama dünya, sivil toplumun, sivil toplum kuruluşlarının dün oynayamadıkları rolün bugün oynamasıyla daha da büyüdü.

‘Bugün Başkan Putin’le konuşamıyorsanız yarın deneyin’

Olaf Scholz’a gönderilen ve Ukrayna’ya artık silah yardımı yapılmaması çağrısında bulunan açık mektubun imzacılarından birisiniz. Bugün gelinen noktada Ukrayna’ya yönelik yardım paketleri ABD Senatosu’nda bile reddediliyor. The Economist gibi medya kuruluşları bu durumu eleştirerek, “Batılı müttefiklerin kararsızlığı, Rusya’nın Ukrayna’daki savaşı kazanma olasılığını güçlendiriyor” diye yazdı. Son durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Ukrayna’ya yapılan yardımın faydası oldu mu? Batı Ukrayna yenilgiye doğru giderken Rusya ile masaya oturmaya direnebilecek mi?

Bana bir savaşın savaş alanında barışa yol açtığı bir örnek verebilirseniz, silahların işe yaramadığını, bir fark yaratabileceğini iddia etmekte zorluk çekerim. Birleşmiş Milletler geçmişi olan biri olarak, sahip olduğum tüm güçle, sahip olduğum azıcık kişisel güçle, “savaş alanında insanları öldürme fırsatını artırmayı bırakın demek” gerektiğini savunanlardanım. İster Gazze’de olsun ister Ukrayna’da olsun ve barışın yuvarlak masada diplomasi yoluyla yapıldığını hatırlamaya başlayın. Eşitliğin olduğu ancak tek taraflı bağımsız liderliğin olmadığı bir yuvarlak masa olmalı. Demek istediğim, savaş alanına daha fazla silah göndermek, size daha fazla borç garantisi verir, askeri çatışmanın uzamasını garanti eder, ancak bu bir çözüm değil, kesinlikle çatışan taraflar arasında çok önemli bir barışa yol açacak bir çözüm değil. Ve şimdi Ukrayna’da olup bitenler giderek artıyor. Belki de sahip olduğumuz tek şans bu: Her iki tarafın da bunun, hiçbir tarafın kazanamayacağı, hiç bitmeyen bir çatışma olacağını anladığı bir savaşı bırakma hali. O halde neden şimdi durup ateşkes çağrısında bulunan BM Genel Sekreteri ve diğerlerinin dediğini yapmayasınız ki?

Buğday, darı ve diğer tarım ürünlerinin ihracatına izin vermek amacıyla savaşan taraflar arasında insani koridorların kurulmasında Türk liderliğinin bulunduğunu hatırlamak, başlangıç için iyi bir fırsat olur. Ya da mahkumların değişimi ya da çocukların geri dönüşü, olması gereken ve olabilecek diğer örneklerin, insani koridordan acil durum anına geçme fırsatını teşvik etmede Türkiye’ye aktif bir ortak olarak bakıyoruz. Silahların kullanılmadığı bir ateşkes ve barışçıl bir çözümün gerçekleşmesi için bir anlaşmaya varılması için müzakereler yürütme konusunda da… Başkan Putin gibi biriyle konuşulmaz diyenlere kesinlikle katılmıyorum. Bugün Başkan Putin ile konuşamıyorsanız, yarın ve belki de ertesi günü deneyin. Nihayetinde doğu, batı, kuzey veya güney, nerede olursa olsun herkes biliyor ki, birbiriyle savaşan iki ülkenin barışa dönüşü, konferans odasında olacak; çözüm, Ukrayna bataklıklarında, çamurunda, karında değil, konferans salonunda elde edilecek.

‘Rusya’ya yaptırımlar en çok Almanları cezalandırıyor’

Rusya’ya yönelik yaptırımlar hakkında ne düşünüyorsunuz? Almanya için bumerang etkisi olduğu söyleniyor. Katılıyor musunuz?

Tabi ki doğru. Enerji maliyeti nedeniyle Almanlar muhtemelen herkesten daha fazla cezalandırılıyor. Ancak diplomatik yola gitmediğiniz sürece bunu bitirmenin hiçbir yolu olmadığını söyleyebilirim. Diğer insanların farklı görüşlere sahip olduğunu kabul etmeliyiz ve onlarla müzakere masasına oturmanız, onlarla aynı fikirde olduğunuz anlamına gelmez. Karşı tarafın motivasyonunu anlamaya çalıştığınız, onları dinlemeye istekli olduğunuz anlamına gelir. Ve eğer bunu yaparsanız, çözüme bir adım daha yaklaşmış olursunuz.

‘ABD’nin fikrine katılmadığınızı söyleme cesaretiniz olmalı’

Almanya’nın çıkarlarının her zaman ABD’nin çıkarlarıyla örtüşmediği, Washington’u sorgulamadan takip etmenin en çok Almanya’ya zarar verdiği yönünde eleştiriler var. Ne düşünüyorsunuz?

Yani bir kulübe üyeyseniz o kulüpteki çoğunluk ile tutarlı bir görüşe sahip olmanız gerektiğini düşünüyorsunuz. Bir yere kadar “evet” derdim. İlkeler söz konusu olduğunda, ulusal veya bu durumda AB’ye bağlı kalarak yasalara bağlılık çıkarlarınız varsa, sorumlu politika aynı fikirde olmadığınızı dile getirmeniz anlamına gelir ve eğer karşı taraf gerçekten bir müttefikse, örneğin Batı bağlamında, eğer şimdi Amerikalılar Almanya’nın, bizim dostumuz olduğunu anlarsa, yani bir ülke olarak, fikrimize katılmama hakkına sahip olmalılar. Ve cesaretiniz olmalı çünkü bizi ulusal ve uluslararası düzeyde yöneten yasaların ilkelerine inanıyorsunuz. Yani mutlaka Amerika Birleşik Devletleri’nin gitmek istediği yöne gitmek zorunda değilsiniz.

‘Kuzey Akım-2 sabotajı Almanya’nın egemenliğine zarar verdi’

 Aslında bu eleştiri özellikle Kuzey Akım-2 sabotajından hemen sonra geldi. Bu eleştiriyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Berlin Washington’dan bağımsız bir politika izleyebilir mi? Bunu nasıl görüyorsunuz?

Almanya’da, Nordstream-2’den Alman yaklaşımına yönelik pek çok eleştiri var. Alternatif gerçekler olarak kullanılan birçok alıntı var, ancak alternatif gerçekler diye bir şey yoktur. Sadece gerçekler vardır. Ve kamuoyu önünde bir kişi olarak, bizim elimizdeki kanıtlar, Almanya’nın burada mağdur olduğunu, hayli maliyetli olan Nordstream-2 boru hattına yaptığımız yatırımların yok edildiğini gösteriyor. Bu söylenebilecek tek şey. Ama belki daha da önemlisi bu olay sonucunda egemenliğin, Alman egemenliğinin zarar görmesi. Arkasında kim var? Birileri spekülasyon yapabilir. Kesinlikle Rusya olmadığını savunuyorum. Rusya kendi ayağına ateş edecek kadar aptal olmaz. Yani diğer taraflar o halde. Kim bu diğer taraflar? Bunun birçok cevabı var. Ama bir cevap vermek istemiyorum. Ancak bu gelişmeyi son derece eleştiren ve tüm bunlara neden olan kişileri açıklamak için, daha pek çok şeyin kamuoyuna açıklanması gerektiğini bilmek beni tatmin ediyor. Süreç hala devam ediyor. Görmek lazım, beklemek lazım.

‘Avrupa medyasında Ukrayna’dan ihraç edilen tahılın güzergahına ilişkin araştırmacı gazetecilik yok’

Size Birleşmiş Milletler ve Türkiye’nin başlattığı ve Rusya ve Ukrayna tarafından kabul edilen tahıl anlaşmasını da sormak istiyorum. Ukrayna’dan dünyanın farklı yerlerine 33 milyon tonun üzerinde tahıl ihraç edildiğini biliyoruz. Ancak başlangıçta bu anlaşmanın Afrika’daki ve farklı ülkelerdeki yoksul insanlar için olduğu vaadi verilmişti. Ancak günün sonunda, bugün Dünya Gıda Programı’na göre fakir ülkelere 1 milyon tondan az tahıl gönderildiğini biliyoruz. Başkan Putin anlaşmayı bir sonraki dönem için yenilemeye istekli değil. Bu tahıl anlaşmasının sonucunu nasıl görüyorsunuz?

Ben şunu söyleyebilirim ki, Türkiye’ye de dahil siyasi liderler artık bize kanıt sunarak kamuoyuna açıklamalı. Söyledikleriniz benim bildiğim şeyler. Ve bu, yetersiz miktarın gitmesi gereken yere, yani Mağrip’in güneyindeki, iklim değişikliği nedeniyle ciddi şekilde ihtiyaç sahibi olan Sahel ülkelerine gitmesi, Ukrayna’dan gereken desteğin basit bir dille açıklanması ve ardından da bu desteğin sağlanması için açıklama yapılmalıdır. Ki bu, örneğin Birleşmiş Milletler’in oynayabileceği bir roldür, Dünya Gıda Programı kamuoyuna açıklanmalı ve şöyle demelidir: “Bunlar, rakamlar bunlar ve ihtiyaç olan da bu. Tahıl, darı, mısır ve her ne ise ona ihtiyaç duyan ülkelere değil de ancak hayatta kalmak için ihtiyaç duymayan yerlere ihracat politikası tersine çevrilmeli, insanların hayatta kalması için ihtiyaç duyulan yere gitmeli.” Ve bu eksik. En azından medya, Avrupa’daki medya bunu açıkça ortaya koymak için yeterince araştırmacı gazetecilik yapmaya çalışmıyor. “Olan şey bu.” “Neden oldu?” “Peki siz, nerede olursa olsun parlamentolara seçtiğimiz siyasetçi olarak bu konuda ne yapacaksınız?” Bu sorular eksik. Kamuoyunun güvenilir bilgilere dayanarak pozisyon almasına, Türkiye’nin müzakere ettiği şeylerden faydalanması gereken kişilerin çıkarları doğrultusunda tepki verme fırsatına olanak tanıyacak şekilde kamuoyuna yeterli bilgi akışı sağlanmıyor. Bunu yapmak bölgemizde var olan gerilimin hafifletilmesi adına da önemli bir katkı olacaktır.

‘Diplomasiye bir şans verin’

Bu arada Çin, Ukrayna ile Rusya arasında barışın tesisi için 9 maddelik bir belge hazırlayarak Moskova’ya sundu. Rusya da “barışın parçası olmak isteyen her ülkeyi takdir ederiz” dedi. Ancak gerçekçi olmak gerekirse, Ukrayna ile Rusya arasındaki müzakerelerde Çin’in ve küresel güneyin rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

İster küresel güney, ister Çin ya da başka biri olsun, kendilerine teklifte bulunanlara, müzakere ve işbirliği yolunu takip etme fırsatı her zaman verilmelidir. Diplomasiye bir şans verin. Bir çatışmayla uğraşırken en başından itibaren uzlaşmayı başaramayan durumda olmayın. Bütün bu çatışma çözümü uygulamalarındaki anahtar kelimenin uzlaşma yeteneği olduğunu düşünüyorum. Uzlaşma sonucu olmadığını bildiğim hiçbir anlaşma yok. O halde oturup uzlaşmaya varalım ve bir kazan-kazan durumu yaratmak için ne yapılması gerektiği konusunda anlaşalım. Mümkün ama yapılmıyor. Burada yine muazzam bir jeopolitik oyun oynanıyor.

‘Bizim yaşadıklarımız Gazze halkının yaşadıklarının yarısı kadar bile acı değil’

BM, Filistin meselesinde uygulanabilir, İsrail’in uyacağı bir şeyi asla üretemiyor. İsrail-Gazze çatışmasını yorumlayabilir misiniz? İsrail’in hava saldırılarında veya kara operasyonlarında şu anda neredeyse 20.000 sivil öldürüldü. Bunların çoğunluğu Gazze Şeridi’nde. Gazze Şeridi’nin geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz, zira Netanyahu hükümeti oraya yerleşip Gazze’yi kontrol etmek istiyor? ABD ise savaştan sonra Gazze’nin kontrolünün Filistin Yönetimi’ne verilmesi gerektiğini düşünüyor. İsrail’in BM’nin hiçbir kararını dinlemediğini düşünürsek Gazze’nin geleceği hakkında ne dersiniz?

Gazze’nin bir geleceği var mı? Televizyon ekranlarında gördüğümüz Gazze’nin geleceği var mı? Gazze’nin yeniden yaşanabilir hale gelmesi, insanların orada onurlu ve güvenli bir şekilde yaşayabilmesi onlarca yıl alacak. Gelecek diye bir şey yok. İkinci Dünya Savaşı’nı gören bir ülkeden geliyorum ve görmüş yaştayım. Savaşın nasıl bir şey olduğunu biliyorum. Savaşın ne kadar acı verici olduğunu biliyorum. Babam idam edildi. Annem bir kamptaydı. Büyükbabam esir kampına giderken yolda öldü. Üvey ağabeyim savaşta vuruldu. Yani savaşın ne olduğunu biliyorum. Ailemin yaşadıklarımızı sindirmesinin ne kadar zaman aldığını biliyorum. Bizim yaşadıklarımız Gazze halkının yaşadıklarının yarısı kadar bile acı değil. Dolayısıyla Gazze’nin mental ve fiziksel olarak yeniden kendi ayakları üzerinde durabilmesi uzun zaman alacak.

Bu, yarından ziyade bugün daha iyi anlaşılması gereken bir trajedidir. Çünkü eğer bunu yarın fark ederseniz, o zaman bu arada çok daha fazla insan ölmüş olacak. Yani aciliyet var. İnsani taraftaki Birleşmiş Milletler de bunu çok iyi anlıyor. Anlıyorlar. Siyasi açıdan sorumsuzlar. Bunu bitirmek için gerekli adımları atmak istemiyorlar. ABD, İsrail’e silah tedarikini durdurarak bunu durdurmak için her türlü fırsata sahip. Bu gerçekleşmiyor ve bu, bir bakıma Amerika Birleşik Devletleri’ni, aynı zamanda misilleme yapmak zorunda olduğunuz iddiasıyla her gün masum sivilleri katlettiğiniz en yüksek orandaki suça taraf haline getiriyor. Hamas’ın işlediği suç. Ama bu duruma sadece bugün bağlamında bakmanız kabul edilebilir değil. Hamas’ın neden var olduğu sorusunu sorun. Hamas neden var? 1948’de BM’nin iki devlet kurma kararı her iki taraf için de, İsrailliler ve Araplar için uygulansaydı Hamas var olur muydu? Bugün Hamas olmazdı. Tartışmalarda bu çok sık unutuluyor.

‘Irak’ta ABD’nin işgalinden önce bir düzen vardı, bugün yok’

Irak’ta görev yaptınız. Irak seçimlere hazırlanırken karşıt gruplar arasındaki gerilim yeniden yükseldi. İşgalin üzerinden 20 yıl geçmesine rağmen ülke hâlâ kırılgan durumda. Devlet yapısı zayıf, siyaset kurumsallaşamadı, altyapı oluşturulamadı. Görev yaptığınız dönemde Irak nasıldı? Peki ya şimdi nasıl? İşgal geride nasıl bir ülke bıraktı?

Irak’ın tamamen dış insani yardıma bağımlı olduğu bir dönemde Irak’taydım. BM Gıda Programı olmasaydı insanlar hayatta kalamazdı. Ama Irak’ta da bir o kadar zor, bir o kadar da karmaşık olsa da bir düzen vardı. Bağdat ile Kürt bölgeleri arasında bir düzen vardı, düzenli bir ilişki vardı. İşbirliği vardı. Sadece bir sınır ve sınırın gerisinde başka bir şey yok gibi bir vaziyet değildi. Bağdat ile Kürt bölgeleri Erbil ve Süleymaniye arasında her gün temas vardı. Yani benim Bağdat’ta bulunduğum dönemde 23 milyon insanın lehine işleyen bir düzen vardı. Şimdi Irak’ta halk, parçalanmanın, ya Sünnilerle bağlantılı, ya Şii ya da Kürtlerle bağlantılı olan milislerin olduğu, inanılmaz bir kargaşayla boğuşuyor. Bu, insanların yine hayatlarından ve geleceklerinden korktukları tamamen açık, öngörülemez bir durum gerçekliğidir. Bağdat’ta mı, Musul’da mı, Süleymaniye’de mi genç olmak istiyorsunuz? Nasıl bir geleceğin var? Bilmiyorsun. Belki iyi, belki kötü. Bağdat’ta bulunduğum dönemde mevcut olmayan bir belirsizlik unsuru bugün var.

SÖYLEŞİ

‘İkinci Trump döneminin en büyük zorluklarından biri Çin olacak’

Yayınlanma

Trump hükümetinin en etkili isimlerinden, eski ABD Savunma Bakan Yardımcısı ve NATO eski Genel Sekreter Yardımcısı Guy B. Roberts Harici’ye konuştu: “Çin ile çok daha aktif ve proaktif bir çatışma göreceğimizi düşünüyorum. Tayvan muhtemelen şu anda en önemli olan büyük anlaşmazlık noktalarından biri. Bunun Trump yönetiminin ilk yılında karşılaşacağı büyük zorluklardan biri olacağını düşünüyorum.”

Önceki Başkan Donald Trump döneminde ABD’nin Nükleer, Kimyasal ve Biyolojik Savunma Programları’ndan sorumlu Savunma Bakan Yardımcısı olarak görev yürüten Guy B. Roberts, ayrıca NATO’nun kitle imha silahları politikasından sorumlu Genel Sekreter Yardımcısı ve Nükleer Politika Planlama Direktörlüğü görevlerini de yürüttü.

Guy B. Roberts, ikinci Trump döneminde izlenmesi beklenen iç ve dış politikalara ilişkin Dr. Esra Karahindiba’nın sorularını yanıtladı.

‘Öncelik göç ve vergi politikası olacak’

Donald Trump’ın önceki kabinesinde Savunma Bakan Yardımcısı olarak yakın çalıştığınızı biliyorum. Onun politikalarını önceden nasıl yürüttüğünü biliyorsunuz ve ocak ayından itibaren nasıl devam edeceğini öngörebilirsiniz. Şu anki birincil beklentiniz nedir?

Aslında bu oldukça heyecan verici çünkü Başkan Trump’ın, seçim vaatlerinin hepsini yerine getirme konusunda kararlı olduğunu açıkça ifade ettiğini düşünüyorum. Muhtemelen ilk odaklanacağı konu, ABD’ye yasa dışı göç ve bunun yanı sıra vergi yapısını yeniden düzenleyerek orta sınıf Amerikalılar için vergi indirimlerini maksimize etmek olacak. Uluslararası alanda ise müttefikler ve ortaklara daha fazlasını yapmaları için baskı uygulamasını ve savunma harcamaları için taahhüt ettikleri, GSYİH’lerinin %2’si veya daha fazlasını harcama sözlerini yerine getirmelerini bekliyorum. Bu, ilk yönetiminde de kilit bir unsurdu ve ben de NATO karargahında onunla birlikteydim. Orada müttefiklerimizin bu konuda adım atması gerektiği üzerine uzun uzun konuştuk. Ekibini kurduktan sonra bu konuların öncelikli olarak ele alınacağını düşünüyorum. Tabii ki ABD sistemi gereği bunun gerçekleşmesi yaklaşık altı ay sürecektir.

‘Trump’ın Putin ile doğrudan temas kuracağını düşünüyorum’

Ukrayna hakkında konuşalım. Trump, Ukrayna savaşını 24 saat içinde bitirme sözü verdi. Ekibi bugün bile bu iddiayı tekrarlıyor. Son aylarda savaş Ukrayna için olumsuz bir seyir izlerken, Trump Ukrayna’ya barış getirebilir mi? Ayrıca, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin bir ateşkesi veya barış anlaşmasını kabul eder mi sizce?

Bu gerçek bir mesele. Trump’ın iddia ettiği gibi bu sorunu 24 saat içinde çözmesinin gerçekçi olduğunu düşünmüyorum. Bu çok daha karmaşık bir durum. Ancak, Başkan Putin ile doğrudan temas kuracağını düşünüyorum. Bunu yapacağını öngörebiliyorum; Putin üzerinde bir ateşkesi kabul etmesi ve bu sorunun çözümüne yönelik adımlar atması için baskı yapacaktır. Ukrayna, toprak vermek konusunda hevesli olmayabilir, ancak yeni silah sistemlerinin devreye girmesi gibi mevcut durumu göz önünde bulundurduğumuzda, Rusların Ukrayna’ya attığı son orta menzilli balistik füzeler ve Ukrayna’nın Rusya’nın Kursk bölgesine saldırıları, tarafların birbirine taviz verdiği bir tür müzakere için zemin hazırlayabilir. Bu müzakereler başlangıçta en azından bir ateşkes karşılığında bir şeylerden feragat etmeyi içerebilir. Barışın ise 24 saatten çok daha uzun süreceğine inanıyorum.

Görev süresinin sonlarına yaklaşan Başkan Biden, Trump için işleri zorlaştırabilecek bazı önemli hamlelerde bulundu. Örneğin, Ukrayna’nın Rusya’ya karşı ABD yapımı uzun menzilli füzeler kullanmasına izin veren bir yasa tasarısını imzaladı. İkincisi, Rusya’nın uluslararası para transferleri ve enerji ticareti için kritik öneme sahip olan Gazprombank’a yaptırımlar uyguladı. Birkaç diğer banka da yaptırım listesine alındı. Biden, görevinden ayrılmadan hemen önce ne yapmaya çalışıyor? Trump’ın eline bazı “bombalar” mı bırakıyor?

Bunun kesinlikle aklının bir köşesinde olduğunu düşünüyorum. Müzakereler için başarılı bir zemin hazırlıyor, Trump’a bu krediyi vermek istese de istemese de. Yönetimi muhtemelen bunu inkâr edecektir. Ancak, Biden’ın şimdi yetkilendirdiği uzun menzilli ateş gücü, onayladığı askeri teçhizat artışları ve diğer müttefiklere aynı şeyi yapmaları için verdiği cesaretin, başarılı bir ateşkes müzakeresine ulaşmada yardımcı olduğunu ve yardımcı olacağını düşünüyorum.

Trump’ın yaklaşan ikinci dönem başkanlığı hakkında konuşalım, Avrupa liderleri gerçekten hevesli değildi ve bazıları Trump’ın Beyaz Saray’a geri dönecek olmasından mutlu değil. Yeni bir Trump dönemi için Avrupa’dan nasıl bir yeniden yapılanma bekliyorsunuz?

Bir ittifak perspektifinden bakıldığında, Genel Sekreter Rutte, selefi Genel Sekreter Jens Stoltenberg gibi, müttefiklerin daha fazlasını yapması gerektiği konusunda çok hevesli bir destekçi ve kampanyacı oldu. Genel olarak daha fazlasını yaptıklarını düşünüyorum. Örneğin, şimdi 21’den fazla ülkenin askeri harcamalarının GSYİH’nin %2’sini karşıladığını ve diğer ülkelerin de bu hedefe doğru ilerlediğini söyleyebilirim. Yeni müttefikler, Finlandiya ve İsveç gibi ülkeler, savunma ve eğitim harcamalarında çok sağlam bir tutum sergilediler; hatta nüfusun olası bir savaş durumunda belirli faaliyetlerde bulunması için kılavuzlar hazırlamaya kadar gittiler. Bu, bence, caydırıcılık değeri taşıyor. İttifakın gönderdiği mesaj şu: Biz bir ittifakız ve herhangi birimize saldırırsanız, hepimize karşı koymak zorunda kalırsınız.

Benzer şekilde, Hint-Pasifik bölgesinde Avustralya ve Yeni Zelanda’nın yanı sıra Vietnam gibi bölgedeki ortaklarla bir koalisyon oluşturma çabalarını gördük. Kısa süre önce onlara bazı eğitim jetleri sattık ve diğer ülkelere de satışlar gerçekleştirdik. Trump yönetimi muhtemelen ittifak oluşturma konusuna daha az, savunma açısından kendi kendine destek sağlayan birebir ilişkilere daha fazla odaklanacaktır. Bu, Trump ve Biden yönetimleri arasında göreceğimiz değişimlerden biri olabilir.

‘Çin’e karşı caydırıcılık için ortaklık stratejisi’

Trump’ın kurumsal diplomasi yerine kişisel diplomasi tercih edeceğini mi söylüyorsunuz?

Evet, bence Biden yönetiminin koalisyon oluşturma konusuna odaklandığını görebiliyoruz. Örneğin, Beş Göz, NATO ittifakını taklit etmeye çalışan Güneydoğu Asya Antlaşması Örgütü (SETO) gibi 1950’lerin sonları ve 1960’ların başlarındaki benzer bir girişimi andırıyor. Birçok nedenden dolayı SETO işe yaramadı ve dağıldı. Ancak şimdi, Çin’in saldırgan davranışları, Güney Çin Denizi ve diğer bölgelerdeki iddiaları, Tayvan’a karşı saldırgan tutumu ve uluslararası adalet divanının deniz hukuku konusundaki görüşlerini kabul etmeyi reddetmesi, Filipinler ile olan düşmanca ilişkileri ve sınır adaları gibi konular, bu bölgeyi potansiyel bir sıcak nokta haline getiriyor. Çin’in bu şekilde hareket etmeye devam etmesini engellemenin ve caydırmanın tek yolunun bu ilişkileri inşa etmek olduğunun farkında. Bunu yapma konusunda çok fazla istek göreceğimizi düşünüyorum.

Kişisel diplomasi ve kişisel ilişkiler hakkında konuşacak olursak, Trump ve Xi Jinping, Trump ve Macron, Trump ve Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında potansiyel ilişkileri nasıl tanımlarsınız?

Bu çok önemli bir konu ve Trump Yönetimi’nin tam olarak nasıl ilerleyeceğinden emin değilim. Ancak, Başkan Trump’ın ulusal liderlerle kişisel ilişkilere çok değer verdiğine inanıyorum. Bu yüzden büyük ortaklıklar kurmak yerine birebir ilişkiler kurma konusunda daha rahat ve bu konuda daha istekli olduğunu düşünüyorum.

Trump’ın, stratejik istikrarı sağlamak için önemli gördüğü Güneydoğu Asya, ittifak ortaklıkları, Akdeniz veya başka bir bölgede, çeşitli devlet başkanları ve başbakanlarla birebir görüşmeler yapacağı bir yaklaşımı çok daha fazla göreceğimizi düşünüyorum. Biden Yönetimi’nden daha proaktif bir şekilde kişisel ilişkiler kurmasını bekleyebiliriz.

Trump ve Erdoğan’dan, ABD ile Türkiye arasındaki işbirliği ve zorluklardan bahsedelim. Özellikle Türkiye için önemli bir konu olan PYD meselesi üzerinden: ABD, bir terör grubunu başka bir terör grubunu kullanarak yenmeye çalışıyor. Özellikle Türkiye bir NATO müttefiki olmasına rağmen, ABD hala Ankara’nın PYD konusundaki endişelerini göz ardı ediyor. Bu, Türkiye’nin bir numaralı meselesi. Diğer yandan F-35 meselesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Türkiye yeniden F-35 programına katılabilir mi? Son olarak, Türkiye’nin Orta Doğu’da, özellikle Filistin’de barışı sağlamada ve İsrail ile savaşı sona erdirmede kolaylaştırıcı bir rol üstlenebileceğini düşünüyor musunuz?

Bana tüm günü alabilecek bir soru sordunuz. Türkiye ile olan ilişkilere ve liderliğine baktığımızda, Türkiye’nin bölgedeki barış ve istikrarı sağlamak için kritik bir ortak olduğuna inanıyorum. Aynı zamanda çok fazla karmaşa var. Önemli bir mesele, Türkiye’nin Rusya ve Çin ile uzun vadede görülen ilişkilerinin güçlenmesi, bu da NATO’nun Ukrayna’ya yönelik Rus saldırganlığı ve İran’ın Rusya’ya insansız hava araçları ve füzeler sağlayarak destek vermesi konusundaki pozisyonuyla tutarlı değil.

Aynı zamanda, şu anda Türkiye içinde önemli siyasi kargaşalar var, bunu benden daha iyi biliyorsunuz. Çözülmemiş konulardan biri, bölgede çeşitli savaşlar sonucunda yerinden edilmiş iki milyon insanla ne yapılacağıdır. Sanırım Başkan Trump, Erdoğan ile bir araya gelerek Suriye sorununu çözmeyi görüşmekten çok ilgilenecektir. Trump, ABD güçlerinin Orta Doğu’nun o bölgesinden çekilmesine olanak tanıyacak bir çıkış stratejisi arıyor gibi görünüyor. Kampanya sırasında bu tür bölgeleri, ABD’nin askeri olarak küresel ölçekte yer aldığı “Sonsuz Savaşlar” olarak nitelendirmişti.

Hamas, Hizbullah ve diğer terörist gruplara gelince, bunlar büyük zorluklar. Abraham Anlaşmaları’nın, tüm bölgenin benimseyeceği bir yaklaşım olacağını umuyordum. Bu da yine Trump’ın ilk döneminde İsrail, BAE, Sudan ve sanırım Fas gibi ülkeleri içeren bir girişimiydi. Bu ülkeler, ekonomik, bilimsel ve mühendislik alanlarında işbirliği yapmak ve bölgede terörist faaliyetlerden ve geçmişte yaşanan nefretin izlerinden arınmış bir barış ve güvenlik ortamını sürdürmek ve yaratmak için bir barış anlaşması imzaladılar. Hatta bu sürece katılmayı düşünen Suudi Arabistan gibi bir ülke bile gördüm; ancak şimdi bu süreç, Hamas’ın İsrail’e saldırısı ve İsrail’in buna verdiği yanıt nedeniyle tamamen durdu. Pek çok kişi İsrail’in tepkisinin olanlara kıyasla oldukça aşırı olduğunu düşünüyor.

Bu gerçekten çok ilginç. Daha önce Ankara’da sizi röportaj için ağırlamıştım, hatırlarsanız. Bir saatlik bir röportajdı ve bu konuyu tartışmıştık. Aynı şeyleri tekrar etmek istemiyorum; belki izleyicilerimiz o bölümü tekrar izleyebilir. Ancak yine, Batı söylemleri her şeyi 7 Ekim’de Hamas saldırısıyla başlamış gibi tekrarlıyor. Kimse 1948’den beri neler olduğunu konuşmuyor. Tamam, moderatör ve sunucuyum ama bu tartışmaya katkıda bulunmak istiyorum. Gerçekten anlamıyorum. ABD hükümeti Abraham Anlaşmaları ile bölgede barışı sağlamayı ve herkesin barış içinde bir dönem için bir araya gelmesini istiyorsa, Filistin’in BM kararlarına göre özgürlüğe sahip olma gereğini kabul etmesi lazım. 1948’den beri devam eden bu baskılar altında Filistin’e bu özgürlük verilmedi. İki devletli çözüm hâlâ beklemede. 7 Ekim’de kaç kişi yaralandı veya öldü? Tam sayıyı bilmiyorum. Ancak uluslararası kuruluşların raporlarına göre şu anda Gazze’de, Batı Şeria da dahil olmak üzere yaklaşık 100.000 kişi öldü. Batı Şeria hâlâ çok sayıda yerleşime tanık oluyor. Yerleşim yerleri ne anlama geliyor? İnsanların topraklarını ve evlerini almak, barışın var olamayacağı bir durum yaratmak anlamına geliyor. ABD, Orta Doğu’ya barış getirmek için iki devletli çözümü uygulaması için İsrail’e neden baskı yapmıyor?

Bu gerçekten çok iyi bir soru ve ele alınması gerekiyor. Zorluk şu ki, ben 1948’e değil, 1917’ye ve bugünkü ortamı yaratan Balfour Deklarasyonu’na geri dönerdim. Bu deklarasyon bir Yahudi yurdunu garanti etti. Sorun şu ki, Hamas, Filistin Yönetimi ve diğerlerinin, İsrail’i yok etmeyi amaçladıklarını belirten tüzükleri var. Bu birincil hedef olduğunda, barış anlaşması müzakere etmek için masaya oturmak çok zor. Bunun ötesine geçip bölgedeki tüm aktörler İsrail’in var olma hakkını kabul etseydi, şahsen inanıyorum ki bahsettiğiniz tüm sorunlar müzakere konusu olabilirdi. İsraillilerin, topraklarına yüzlerce roketin ateşlenmeyeceği ve sürekli terör saldırıları olmayacağı garantisine sahip olmak için oldukça fazla taviz vereceğini düşünüyorum.

İsrail’in meşru bir devlet olarak tanınması ve var olma hakkının kabul edilmesi müzakerelerin kapısını açacaktır. Bence diğer her şey müzakere konusu olabilir ve İsrailliler çok şeyden vazgeçebilir. Ama bu noktada, insan hakları ihlallerinde bulunan gruplar olduğunda—ve açıkça her iki tarafın da savaş hukuku veya insani ihlaller işlediğini söylemekten çekinmiyorum—insanların nefretle dolduğu bir ortam oluşuyor. Sonuç olarak, bu tutum bir sonraki nesle aktarılıyor ve 10 yıl içinde başka bir intifada ya da benzeri bir durumla karşılaşıyoruz; insanlar birbirlerinin boğazına sarılıyor. Burada oturup “Bir çözüm bulabiliriz” demek kesinlikle doğru—bir çözüm bulabiliriz. Ama kimsenin oturup “Tamam, iyi bir anlaşma yapalım” demeye istekli olduğu görünmüyor. Ve bu da gerçekleşiyor gibi görünmüyor. Keşke gerçekleşseydi.

Bence Trump yönetimi, Başkan Trump’ın kişisel müdahalesiyle, herkesin masaya gelmesini teşvik etmek için belirttiğiniz şeylerin bir kısmını müzakere etmek için büyük bir fırsata sahip. Daha önce de insanları masaya getirdik. Geçmişte, Orta Doğu’da kitle imha silahları veya silah kontrolüyle ilgili anlaşmalar yapmaya çalıştık. Harika fikirler bulduk—hepsi orada duruyor. Bunları uygulamak için sadece siyasi irade gerekiyor. Maalesef, bunu yapacak siyasi irade yok. Bu yüzden, sadece denemeye devam etmeli ve bölgedeki liderler arasında, insanların ve kendi çıkarları için oturup kalıcı bir barış tasarlamanın en iyisi olduğuna dair bir fikir birliği oluşturmaya çalışmalıyız. Ama bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği konusunda, 40 yıldır bu konuyu inceledikten sonra söylemeliyim ki, 10 yıl içinde başka bir şiddet döngüsüyle karşılaşma olasılığımız var. Bu, o bölgedeki durumun gerçeği.

Fakat Uluslararası Ceza Mahkemesi  gerçeği var; İsrail Başbakanı Netanyahu için savaş suçları nedeniyle bir tutuklama emri çıkardığını duyurdu. Bu gerçek—on binlerce insandan bahsediyoruz. Hep 50.000 kişi deriz, ama bu sayı neredeyse 100.000 kişi, ve bu gerçekten delilik. Eğer bölgede savaş istemiyorsanız, asıl mesele şu: Kiminle savaştasınız? İran’la mı, Lübnan’la mı, Hizbullah’la mı? Müslüman Kardeşler’i sevmiyorsunuz, vs., ama bunların hepsi özgür bir Filistin devleti sorunuyla bağlantılı. Bu şekilde çözüm olmuyor, olmayacak da. Bu tartışmaya derinlemesine girmek istemiyorum çünkü bunun bir sonu yok.

Son beş dakikamızda Trump’ın dış politikasına geri dönmek istiyorum. İlk döneminde İsrail yanlısı bir tutum sergiledi ve elçiliği Kudüs’e taşıdı. Ancak daha sonra Netanyahu ile olumsuz anlar da yaşadı. 2024 kampanyası için ise bu kez daha fazla İsrail desteğini kazanmış durumda. Bu durum İran ve genel olarak Orta Doğu politikalarını nasıl etkileyecek?

Evet, kesinlikle. Şu anda bölgede en önemli oyuncu aslında İran, çünkü uluslararası terörizmin bir numaralı destekçisi olarak tanınıyor. Bu, Körfez İşbirliği Konseyi tarafından da tanınmıştır. Hamas ve Hizbullah’ı destekliyorlar; her ikisi de uluslararası terör örgütleri olarak tanımlanıyor. İran’dan İsrail’e roketlerin ateşlenmesiyle, buna karşılık olarak İsrail’in yanıt vermesiyle şiddet sarmalı devam ediyor. Bu durdurulmalı ve barış içinde bir arada yaşama yolları bulunmalı. Ancak bildiğimiz gibi, İran’ın retoriği “İsrail’e ölüm, Amerika’ya ölüm” şeklinde. Bu tür bir tutum barış müzakerelerini uygun hale getirmiyor. “Çözüm bu ve herkes bunu kabul edecek” diyebileceğim bir cevap vermeyi isterdim. Ancak dediğiniz gibi, Orta Doğu’daki sorunlar ve zorluklar hakkında saatlerce konuşabiliriz.
Örneğin, Lübnan’da olan biteni izliyorum ve aslında 1982’ye geri dönüyorum. O dönem Lübnan’daydım. Çeşitli gruplar arasında barışı sağlama girişimimiz oldu. Ardından İsrailliler Beyrut’a saldırarak kuşatma durumu yarattı, bağlantıları kesti. Bu, adeta bir deja vu gibi hissettiriyor. Şiddet döngüsünü nasıl durdurabiliriz? Gerçekten bunu çözmek benim kapasitemin ötesinde. Bu meseleyle uzun zamandır ilgileniyorum ve her çözüm bulduğumuzda, bu çözümler hızla görmezden gelindi. Sonrasında nefret baskın hale geldi. Bu yüzden sadece denemeye devam etmeliyiz ve umarım bir gün o noktaya ulaşırız.

‘Tayvan en büyük anlaşmazlık noktası’

Peki, umut edelim. Son sorum Çin ile ilişkiler hakkında. Trump’ın kabinesinde Çin’e karşı oldukça sert bir tutum sergileyen isimler var. Trump, Çin’e %60 vergi koymayı vaat etti, bu oldukça büyük bir endişe kaynağı. İkinci Trump döneminde ABD-Çin ilişkilerinin nasıl ilerleyeceğini düşünüyorsunuz?

Bence Çin, ABD için birincil uluslararası sorun olacak. Çin’in uzun vadeli stratejisi çok net ve Başkan Xi, Çin’in 2049 yılına kadar dünyanın hegemonu olma arzusunu açıkça belirtti. Bu doğrultuda açıklamalar yaptılar ve bunu gizlemiyorlar. Birçok ülkeyle ilişkiler kurmak için krediler ve çeşitli ekonomik teşvikler yoluyla çok agresif bir politika izliyorlar. Güney Çin Denizi’ndeki iddialarda bulundular, bu oldukça istikrarsızlaştırıcı. Bu iddialar, uluslararası deniz hukuku ile uyumlu değil. Bölgede birçok ülkeyi deniz toprak iddiaları konusunda taciz etmeye çalıştılar. Bu durum, Vietnam gibi ülkelerin ABD ile güçlü ilişkiler kurmasına yol açtı. Savunma Bakan Yardımcısı olarak yaptığım son gezilerden birinde Hanoi’ye gittim ve Vietnamlıların ABD ile özellikle savunma sektörü konusunda çalışmaya çok istekli olduklarını gördüm. Bölgedeki diğer ülkeler de Çin’in müdahaleci ve zorlayıcı tutumu nedeniyle aynı şekilde hissediyor.

Çin ayrıca Panama Kanalı, Süveyş Kanalı bölgesi, Malakka Boğazı ve diğer stratejik geçiş noktalarında liman tesisleri edinerek güçlü bir küresel ağ kurdu. Düşmanca bir ortamda dünya ekonomisini boğma potansiyeline sahip olabilecek çok güçlü bir varlık oluşturmuş durumdalar. Bu tür şeylerin gerçekleştiğini görüyoruz ve Amerika Birleşik Devletleri içinde, Çin’in ulusal güvenlik ve dünya çapındaki kolektif güvenlik ilişkisi üzerinde olumsuz bir etkisi olan faaliyetlerini tanıyoruz. Bu konularda Çin ile çok daha aktif ve proaktif bir çatışma göreceğimizi düşünüyorum.

Tayvan muhtemelen şu anda en önemli olan büyük anlaşmazlık noktalarından biri. Çin liderliğinin çeşitli açıklamaları, Tayvan’ı tamamen Çin siyasi yapısına entegre etme konusunda güçlü bir baskının devam edeceğini gösteriyor. Bunun Trump yönetiminin ilk yılında karşılaşacağı büyük zorluklardan biri olacağını düşünüyorum.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

‘Yerli halklar, sömürgecilik ve emperyalizme karşı ayakta’

Yayınlanma

Venezuela’da ve beş asırdan uzun bir süre önce İspanyol imparatorluğu tarafından sömürgeleştirilen Latin Amerika’nın büyük bölümünde ekim ayı, atalarının “Abya Yala” olarak adlandırdığı Amerika kıtasının yerli köklerini andığı tarih.

Ancak, Kristof Kolomb’un gelişinden 500 yıl sonra bugün bile İspanya, yerli halkların ve kültürlerinin soykırımını ve bu toprakların zenginliklerinin yağmalanmasını tanımamaya devam ediyor.

Günümüzde imparatorluk bir başka hegemonik güç olan Amerika Birleşik Devletleri ve bir başka sömürgecilik türü olan, daha ziyade bir kâbus gibi görünen “Amerikan Rüyası” kültürü tarafından temsil edilmektedir, ancak yerli halklara ve Venezuela’yı oluşturan Afro-azınlık halklara yönelik tehdit aynı olmaya devam ediyor.

Ve bu emperyal ve sömürgeci tehdit karşısında Venezuela ve diğer Abya Yala ülkeleri mücadele ediyor, direniyor ve savaşı kazanıyor.

Venezuela’da 2002 yılından bu yana her 12 Ekim’de anılan Yerli Direniş Günü çerçevesinde Venezuela Yerli Halklar Bakanı Clara Vidal ile bir söyleşi gerçekleştirdik.

Vidal, aslen Venezuela’nın doğusundaki Sucre eyaletinde yaşayan Kariña yerli halkından ve 2022’den bu yana Yerli Halklar Bakanı olarak görev yapıyor.

Venezuela Yerli Direniş Gününü neden kutluyor?

Bugün bu trajik tarihin önemi üzerine düşünürken, İspanya bugün “Hispanik Günü” adını verdikleri ulusal bir bayramı neşeyle, uçaklarla vs. anıyor. Yani İspanya 90 milyon yerli halkın ölümünü kutluyor, insanlık tarihinin en büyük soykırımını kutluyorlar.

Fakat Venezuela’da bizler, bugüne kadar bir ufuk ve bizi bekleyen muzaffer bir gelecek için savaşan yerli halkların direnişinin başlangıcının 532. yılını anıyoruz.

Bugünün yansıması şudur ki ne İspanyol monarşisi ne de çökmekte olan ABD imparatorluğu, hiçbir şey ve hiç kimse bizi yenemeyecektir, zira 200 yıl önce onları bu topraklardan kovduk, zira artık sömürgecilik ya da emperyalizm istemiyoruz, egemen, hür ve bağımsız olmak istiyoruz.

Bugün Venezuela’daki yerli halkların referansları nelerdir? Ve bunun önemi nedir?

Bugün komutan Hugo Chávez’in, kurtarıcı Simón Bolívar’ın, Büyük Şefler Şefi Cacique Guaicaipuro’nun, yerli halkların direnişinin liderinin topraklarında olduğumuzu söylememe izin verin, zira 532 yıl önce topraklarımız işgal edildi ve neredeyse 90 milyon yerli kardeşimiz bir Avrupa İmparatorluğu tarafından yok edildi.

Tam olarak, yaşadıklarımıza ve atalarımızın yaşadıklarına göre, hür, egemen ve bağımsız bir ülke olduğumuzu, tarihimiz boyunca hiçbir imparatorluğun bizi kontrol etmesine, bize hükmetmesine izin vermeyeceğimizi söyleyebiliriz ve bu nedenle her zaman hatırlamamız gereken temel tarihi referanslarımız arasında:

Yerli Cacique Guaicaipuro’nun, ağabeyimizin mücadelesi, ardından kurtarıcı Simón Bolívar’dan kurtuluşumuz için verilen mücadele ve daha yakın bir zamanda, 4 Şubat 1992’deki “Şimdilik ‘ten sonra 1999’da başkanlığımızı üstlenen ebedi komutanımız Hugo Rafael Chávez Frías’ın özgürlüğümüzü, egemenliğimizi, bugün ve ulusal geleceğimiz için bağımsızlığımızı kurtarması yer alıyor.

Bolivarcı Devrim, yerli halklara nasıl bir rol verdi?

Bolivarcı Devrim bize en önemli şeyi, yani yerli halkların haklarının güvence altına alınmasını sağladı. Devrimin gelişi, yerli halklarımızın her birinin 1999 Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti Anayasasında özel bir maddeye sahip olması için mücadele etti ve bunu sağladı. Yerli halkların haklarının tanınması ve bu haklara saygı gösterilmesine yönelik devrimci sürecimizin büyük takdiri işte burada başlıyor. Buna ek olarak, bize kamu politikaları olarak verdiği binlerce araç: Guaicaipuro Misyonu, Yerli Halklar için Halk Gücü Bakanlığı, ki bu uluslararası düzeyde benzersiz bir deneyim. Venezuela özellikle yerli halklar için bir kuruma sahip olma konusunda öncüdür, diğer ülkelerde de bakanlıklar var, örneğin Brezilya’da, ama yolu biz açtık.

Buna ek olarak, yasa koyucularımız var, belediye meclislerinde meclis üyelerimiz var, yerli olan ulusal milletvekillerimiz var. Ulusal, bölgesel ve yerel yasama organlarında sesimizi duyurabiliyoruz.

ABD’nin Latin Amerika’daki varlığı

Latin Amerika’daki diğer müdahaleci kurumların yanı sıra CIA, DEA veya NATO gibi emperyalizm kurumlarının varlığı, işlevlerinin aşırılığına göre değerlendirilmeli. ABD bir ülke olarak değil, her bir ulusun iç politikasına müdahale eden bir örgüt olarak hareket ediyor.

Birleşik Devletler, ulusların her birinin politikalarına müdahale etmekte, yani halkların egemenliğini ihlal ediyor. Ve en önemlisi de her bir halkın kültürüne ve kendine has özelliklerine saygı duymuyor.

Kesinlikle, sömürgecilikten bahsettiğimizde, emperyalizmden farklı olarak, yerli halkların kültürlerini küçümseyerek, onlara hükmetmek, kontrol etmek ve kültürlerini empoze etmekle alakalı. Şimdi, emperyalizmden bahsettiğimizde, bu, her bir halkın ve ulusun siyasi, sosyal, kültürel, askeri; her açıdan mutlak bir kontrol.

ABD ve Avrupa buradan faşizme, neo-faşizme ve benzer ifadelere denk düşüyor. Venezuela yerli halklar: Topraklarımızdaki ve uluslarımızdaki emperyal varlığa hayır deyin!

Latin Amerika’daki neo-faşist hükümetlerdeki emperyalizm yerli halklara saldırıyor

Yerli halklar cesur halklardır, aşırı sağcı, neo-faşist hükümetlerin olduğu ülkelerde yerli halklar tamamen kriminalize edilmiş ya da tamamen unutulmuş, kendi topraklarında kendi kültürlerini yaşamaları engellenmiştir. Bugün Venezuela’dan size yerli halkların yalnız olmadığını söyleyebilir ve onları hakları için mücadeleye devam etmeye teşvik edebiliriz. Sağcı ve neo-faşist hükümetler yerli halkları asla ama asla sevmeyecekler, çünkü tarihimizi silmek istiyorlar.

Bu hükümetler hiçbir zaman yerli halkların haklarını korumayacaklardır. Venezuela solu, Bolivarcı sosyalizm, başta yerli halklar ve topluluklar olmak üzere tüm bu kesimlerin ve kadim yerli halkların taleplerinin temel bir parçası olmuştur, zira biz aynı halkız, ezilen halklarız. Bu nedenle Abya Yala’nın yerli halklarına, zaferi elde edene kadar mücadelenin devam etmesi gerektiğini söylüyoruz. Venezuelalı kimliğimizi, haklarımızı ve yerli kültürümüzü geri kazanmanın mümkün olduğunun kanıtıdır.

Dünyada emperyalizm ve soykırımcı sömürgecilik: Gazze’de soykırım

Dünyayı, uluslararası toplumu, ulusal ve uluslararası kamuoyunu Gazze’de yaşananlar üzerine düşünmeye çağırıyoruz. Nasıl ki bugün Gazze’de Filistin halkına karşı bir soykırım yaşanıyorsa, 500 yıldan fazla bir süre önce yaşadıklarımızı da hatırlıyoruz. Tıpkı bugün Filistin halkının başına gelenler gibi, dün atalarımızın başına gelenler de bizim atalarımızın başına gelmişti, zira biz bugün hayattayız. Bugün dayanışmamızı ilan ediyor ve Filistin halkına da kazanacaklarını söylüyoruz, zira nefret karşısında, emperyalizm karşısında, sömürgecilik karşısında sevgi ve adalet her zaman kazanacaktır. Dolayısıyla bugünün yansıması, mücadeleye devam etmemizdir; çünkü zafer, kurtuluşları için mücadele eden insanlara aittir.

Bu tarihi insanlık tarihindeki en büyük soykırımın başlangıcı olarak hatırlayacağız ki bir daha asla insanlara karşı kolunu ve nefretini kaldırabilecek, insanın insana köleliğini dayatabilecek bir imparatorluk olmasın, aksine Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti’nden anayasal başkanımız Nicolás Maduro ile birlikte önerdiğimiz gibi barış ve umut olsun.

Venezuela’nın diğer yerli halklara verdiği mesaj nedir?

Güneydeki kardeş halklara, Bolivya, Peru, Ekvator, Şili, Arjantin, Uruguay ve ayrıca büyük Brezilya’ya, çünkü Brezilya’da da bizim gibi Portekiz tarafından işgal edilen yerli halklar, yerli kardeşlerimiz var; Bugün hepinize diyoruz ki, bu halkın zamanıdır, birleşeceğiz, bir ağlar ağı oluşturacağız. Bu çökmekte olan imparatorluğun ya da ortaya çıkabilecek herhangi bir başkasının bizi bir daha asla yenememesi için gerekli olan tarihsel ittifakı oluşturacağız.

Bugün internetle, yapay zekayla bizi ezmeye çalıştılar ama biz burada yerli halkların atalarından gelen insan zekasıyla kazanamayacaklarını söylüyoruz. İşte biz savaşıyoruz. Kimsenin kuşkusu olmasın, zira Komutan Chavez’in dediği gibi burada bir vatan var. Bugün tüm atalarımız bir arada, emperyalizme ve sömürgeciliğe yeter demek için birleşti. Zafer halkın olacak! Çok yaşa halk! Yaşasın yerli halklar! Yaşasın barış ve yaşasın özgürlük!

Son olarak, Venezuela’daki yerli halklar ve Afro-azınlık halkların birliğinin önemi nedir?

Bu önemli günde Venezuela’, Latin Amerika’nın geri kalan yerli halklarına mücadelesini ve direnişini gösteriyor. Bugün, Abya Yala’daki büyük soykırımdan 532 yıl sonra, işte buradayız, Afro-azınlık halklarının yanında bulunan yerli halklar, genel olarak yerli halklar, direnmeye devam eden kadın ve erkeklerden oluşan Venezuela’ halkı. Bugün güçlü bir sesle, sevgi dolu bir sesle ve sevinç dolu bir sesle direnişe devam ettiğimizi söyleyebiliriz.

Yerli halklarımızın haklarının iadesi için yorulmak bilmeden mücadele etmeye devam ediyoruz. Ve bugün Venezuela’da 54’ten fazla yerli halkımız var, bu da direndiğimiz ve direnmeye ve kazanmaya devam edeceğimiz anlamına geliyor.

Afro-azınlık halklar da hayatta kalmak ve haklarını savunmak için bir savaş verdiler. Ve burada yerli direniş gününe sahip çıkıyoruz, ama aynı zamanda emperyal hırsın nesnesi olan ve onları zorla buraya getiren, ama bugün tam da bizi devrim yapan eli yürümeye yönlendiren Afro-azınlık halkların atalarının tarihi için de savaşıyoruz.

Şimdi yeni bir tarih yazıyoruz, zira İspanyol imparatorluğu gelmeden önce buradaydık, zira yerli halklar bu topraklardaydı, çünkü köleleştirilmiş olarak gelen kadın ve erkeklerin şimdi yeni bir ufku var, tam da tarihi, kökenlerimizi unutmak değil ama kaderimizin kendimizi emperyalizmin boyunduruğundan kesin olarak kurtarmak, zihinlerimizden özgürleşmek ve direnen ve direnmeye devam eden bir halk olduğumuzu bilme vizyonuyla yeni nesillere doğru ilerlemek olduğunu da biliyoruz çünkü bizi kimse keşfetmedi. Biz zaten vardık.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

‘Avrupa’daki politikacıların çoğu savaş yanlısıdır’

Yayınlanma

Macaristan Dışişleri Bakanı Péter Szijjártó, Harici’ye konuştu: “Avrupa Birliği’nde savaşı destekleyen Avrupalı politikacılar çoğunlukta. Biz savaş yanlısı değil, barış yanlısı bir hükümet olduğumuz için, mevcut Avrupa dış politika ana akımına uyum sağlamadığımız açıktır.”

Dr. Esra Karahindiba’nın sorularını yanıtlayan Macar Bakan, AB üyesi ülkelerin çoğunluğunu “barışçıl olmayan” politikaları nedeniyle sert bir şekilde eleştirirken, Başkan Biden’ın Ukrayna’ya ABD yapımı balistik füzeleri Rusya’ya karşı kullanma izni verme kararına ve Gazprombank’a uygulanan ABD yaptırımlarına dair de değerlendirmelerde bulundu.

Sayın Bakan, bizimle konuşmak için zaman ayırdınız; çok teşekkür ederim. Avrupa Birliği’nin Macaristan’a yönelik eleştirileriyle başlayalım. Avrupa Birliği’nin ortak dış politikasına uymadığınız iddia ediliyor. Bu eleştirilere yanıtınız nedir ve Avrupa Birliği Konseyi Başkanlığınız sırasında edindiğiniz deneyim nasıldı?

Ne yazık ki, Avrupa Birliği’nde savaşı destekleyen Avrupalı politikacılar çoğunlukta. Biz savaş yanlısı değil, barış yanlısı bir hükümet olduğumuz için, mevcut Avrupa dış politika ana akımına uyum sağlamadığımız açıktır. Ateşkesin sağlanması ve barış müzakerelerinin başlatılması için çaba gösteriyoruz. Avrupa’daki politikacıların çoğu savaş yanlısıdır. Gittikçe tırmanma riskini artıran önlemler alıyorlar. Bu nedenle kesinlikle onlarla uyum sağlamayacağız. Barış çabalarımıza devam edeceğiz ve önümüzdeki yıl Ocak ayında Başkan Trump Beyaz Saray’a geçtiğinde, uluslararası alanda barış yanlısı politikacıların daha da güç kazanmasını umuyoruz.

Antalya Diplomasi Forumu’nda sizinle yaptığımız röportajda bu konu hakkında konuşmuştuk ve bana Trump’ın seçilmesi durumunda Ukrayna ile Rusya arasında barışın mümkün olduğuna inandığınızı söylemiştiniz. Şimdi Trump seçilmiş başkan ve dediğiniz gibi Ocak ayında görevine başlayacak. Trump Yönetimi ile temas halinde misiniz? Gündeminizde hangi maddeler var ve hangi konuları müzakere ediyorsunuz?

Bakın, Başkan Trump seçildikten sonra, Başbakanımızı arayıp tebrik etti ve önümüzdeki dört yılın ABD-Macaristan ilişkileri açısından altın çağ olacağı konusunda anlaştılar. ABD’de geçiş dönemiyle ilgili çok katı düzenlemeler olduğunu biliyorsunuz, bu yüzden bizimle Trump yönetimi arasındaki ciddi ve esaslı müzakereler, elbette Trump Beyaz Saray’a girdikten hemen sonra başlayacak. Gündemde zaten önceden tartıştığımız bazı konular var, ancak örneğin Demokrat yönetim, Macaristan ile ikili vergi anlaşmasını feshetti. Bunun yeniden yürürlüğe girmesini umuyoruz. ABD Demokrat Yönetimi, Macar vatandaşlarının ESTA vize sistemine veya bir tür vize sistemine erişimini kısıtladı. Trump Yönetiminin iktidara gelmesiyle birlikte, eskiden olduğumuz statüye geri döneceğimizi umuyoruz. Elbette, Başkan Trump’ın genel olarak, Orta Avrupa bölgesine barışın geri dönmesine yardımcı olacak ve Avrupa’da çok daha iyi bir atmosferin oluşmasını sağlayacak bir politika yürüteceğini umuyoruz.

Kırım ve Donbas bölgeleriyle ilgili olarak Ukrayna’nın toprak bütünlüğü konusundaki duruşunuz nedir? Çünkü bu bölgeler, Rusya’nın barış yapması için birinci şart olabilir.

Toprak bütünlüğü ve egemenlik, saygı duyulması gereken prensiplerdir. Öte yandan, sıralamanın önemli olduğunu düşünüyorum. Öncelikle bir ateşkes sağlanmalı, ardından barış müzakereleri başlatılmalı ve sonrasında bir barış anlaşması yapılmalıdır. 

Enerji konuşacak olursak, İstanbul Enerji Forumu’na katıldınız ve farklı ülkelerden mevkidaşlarınızla ikili görüşmeler yaptınız. Macaristan, TürkAkım boru hattını tam kapasiteyle kullanmak için Gazprom ile ek bir sözleşme imzaladığını da duyurdu. Bu gelişmeden beklentiniz nedir?

Rusya enerji tedariki konusunda güvenilir bir ortak. Türkiye ise transit konusunda çok güvenilir bir ortak. Dolayısıyla, Türkiye ve Rusya ile birlikte çalışarak Macaristan’ın enerji arz güvenliğini garanti edebilmek bizim için bir onurdur. Beklentimiz, artan hacimlerle birlikte fiyatın daha rekabetçi hale gelmesidir. Elbette, Macaristan’da çok önemli bir programımız var ve bu program sayesinde Macar ailelerin ve hanelerinin hizmetler için en düşük fiyatı ödemelerini sağlıyoruz. Gazprom ve gaz ticaret şirketimiz arasında imzalanan bu ek sözleşmeler, Macaristan’daki hizmet maliyetlerini düşük tutma açısından çok önemli.

Enerji konusuna devam edelim. Türk Devletleri Teşkilatı’nın gözlemci üyesi olarak, AB Konseyi başkanlığınızın bu iki bölge arasında bir köprü olmak açısından çok önemli olduğunu biliyorum. Türkmenistan ve Kazakistan çok istekli, aslında AB de bu iki ülkeden enerji satın almak için çok istekli. AB’nin bu bölgeye yatırım yapması beklenen milyarlarca dolarlık altyapı projeleri var. Bu konuda en son gelişmeler ve rakamlar nedir?

Türk bölgesi, Kafkasya ya da Orta Asya bölgesine gelince, bu bölgeleri gelecekteki enerji tedariki için olası kaynaklar olarak değerlendiriyoruz. Yenilenebilir enerji kaynaklarından elektrik sağlayacak ve Azerbaycan ile Gürcistan’dan Romanya üzerinden Macaristan’a elektrik taşınmasını içeren “Yeşil Orta Koridor” projesinin başarılı olmasını kesinlikle bekliyoruz. Ayrıca, Azerbaycan’dan gelen gazın ulusal enerji karışımımızda daha büyük bir rol oynamasını bekliyoruz. Bunun için en büyük darboğaz, Güneydoğu Avrupa boru hattı ağının kapasitesidir. Ancak umuyoruz ki kapasiteyi artırarak, Azerbaycan’dan gelen gazın ve Türkiye’den gelen gazın ulusal enerji karışımımızdaki rolünü artırabiliriz. 

Orta Koridor, kuzey rotası şu anda kullanılamadığı için çok daha fazla önem kazandı. Başka bir gelişme; Biden yönetiminin, görev süresinin bitiminden hemen önce Ukrayna’ya Rusya’ya karşı ABD füzeleri kullanma izni vermesi oldu. Rus lider Putin, “Hiçbir şey karşılıksız kalmayacak” dedi. Yakın geleceği nasıl görüyorsunuz?

Bu gerçekten çok tehlikeli. Bu durum, kesinlikle Orta Avrupa’daki insanların çıkarlarına aykırıdır. Bu durum, kesinlikle Amerikan halkının iradesine de aykırıdır, çünkü Amerikan halkı farklı bir yönetim seçti. Barış yanlısı bir başkan seçtiler. Bu nedenle, mevcut Amerikan yönetiminin yaptıklarının gerçekten tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Bu tür adımlar, bir tırmanışa yol açabilir ve umuyoruz ki 20 Ocak’a kadar tırmanıştan bir şekilde kaçınabiliriz. Sonra, Başkan Trump göreve geldiğinde, umarım hâlâ barışı sağlama şansı olur. Mevcut Demokrat yönetimin Ocak ayında barışı tamamen imkânsız hale getirmeyeceğini umuyorum.

Son sorum: İstanbul Enerji Forumu hakkındaki görüşleriniz nedir? Burada gündeminiz neydi ve Macaristan, Türkiye ve diğer ikili görüşmeler yaptığınız muhataplar için beklenen sonuçlar nelerdir?

Şu anki en kısa vadeli görevimiz, ABD yönetiminin Gazprom Bank’ı yaptırım listesine alma kararıyla ortaya çıkan zorlukların üstesinden gelmek. Çünkü bölgemizdeki birçok ülke gibi biz de gaz ödemelerini Gazprom Bank hesaplarına yapıyoruz. Bu nedenle burada bir araya geldik ve bu zorluğun üstesinden nasıl gelineceğini bulmaya çalışıyoruz. Eminim ki bir araya geldiğimiz için bunu aşmanın ve gelecekte de arz güvenliğini sağlamanın bir yolunu bulacağız.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English