Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Berlin’in yeni Pekin stratejisi

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Çin’in son yirmi yılda ciddiye alınması gereken bir güç haline gelmesi ve ABD ve Batı Avrupa karşısındaki iddialı konumu bugünün olgusu; bu duruma Çin’in dünyanın en büyük üretim gücü olması gibi “tatsız” bir hakikat eşlik ediyor. Fakat Çin ile bağları zayıflatmak veya ipleri koparmak, bu ülkenin Batı ile olan iktisadi bağlarının derinliği ve büyüklüğü nedeniyle en basit tanımla zorlaşıyor.

Aşağıda tercümesine yer verilen makalede, Council on Foreign Relations’tan Liana Fix ve Zongyuan Zoe Liu, Berlin ve Brüksel’in Çin’e dönük yeni politikasındaki zorlukları, imkanları ve imkansızlıkları ele alıyor.


Berlin’in Pekin ile hassas dengesi: Katılaştırılmış bir Çin stratejisi yeterli olacak mı?

Liana Fix, Zongyuan Zoe Liu
Foreign Affairs
1 Ağustos 2023

2020 yılında Avrupa Birliği’nin dış politika şefi Josep Borrell, Avrupa’yı Çin ile “kendi yolunu” çizmeye ve ABD Başkanı Donald Trump’ın izlediği “açık çatışma” yaklaşımından uzaklaşmaya çağırmıştı. Borrell’in “My Way” şarkısına atıfta bulunarak adını koyduğu “Sinatra doktrini”nin maksadı, AB’nin Washington ile Pekin arasında Soğuk Savaş benzeri bir mücadelenin ortasında “Çin kolonisi ya da Amerikan kolonisi” olmaktan kaçınmasıydı. Borrell’e göre bu türden bir denge kurmak, Avrupa’nın Çin ile güçlü iktisadi ilişkilerinin getirilerini muhafaza etmesini sağlayacaktı ki o dönemde kendisi ve diğer Avrupalı karar alıcıların çoğu bunun Pekin’e çok fazla nüfuz verme riskinden çok daha evla olduğunu düşünüyordu.

Aradan geçen üç yılın ardından jeoekonomik manzara oldukça farklı; AB’nin Çin’e yönelik bakışı da öyle. Avrupa Birliği, Pekin’in Kovid-19 salgını ile şeffaf olmayan bir şekilde mücadele etmesinden, Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline verdiği örtülü destekten ve giderek daha iddialı hale gelen dış politikasından hoşnutsuzluk duymaya başladı. ABD Başkanı Joe Biden göreve gelmeden önce Aralık 2020’de alelacele imzalanan AB-Çin Kapsamlı Yatırım Anlaşması, Çin’in AB milletvekillerine yaptırım uygulamasının ardından askıya alındı ve şu anda süresiz olarak askıda. “Rusya şoku” liderlerin dikkatini çekti ve Avrupa’nın en büyük sorununun Atlantik ötesindeki saldırgan bir müttefik değil, potansiyel Çin baskısına dönük derin kırılganlıklar olduğu yönündeki rahatsız edici hakikati ortaya çıkardı.

Geçtiğimiz altı ay boyunca AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, AB’nin Çin’e yönelik tutumuna yeniden yön verme çabalarına öncülük etti. Mart ayında yaptığı konuşmada, Avrupa’nın Çin ile ilişkilerini “riskten arındırarak” (yani, bilhassa sağlık, dijital ve temiz teknoloji sektörlerinde aşırı bağımlılıktan kaynaklanan kritik kırılganlıkları azaltmak ve iklim değişikliği gibi daha geniş çaplı zorluklarda işbirliği yapmaya çalışırken iktisadi baskıları caydırmak) iktisadi güvenliğini korumaya yönelik planı savundu. Borrell’in yaptığı gibi Avrupa ile ABD’yi karşı karşıya getirmek yerine von der Leyen, en azından retorik olarak transatlantik ayrışma arasında köprü kurmaya çalıştı. Ve sahiden de onun yaklaşımı, Çin ile iktisadi bağların tamamen koparılması anlamına gelen “dekuplaj” için bastırdığı yönündeki korkuları bertaraf etmek adına “riskten arındırma” terimini benimseyen Biden yönetiminde yankı buldu.

Ancak Avrupa’nın Çin’e yönelik stratejisi henüz oturmuş değil: Avrupalı karar mercileri, AB’nin iktisadi ilişkilerini çeşitlendirmek ve kritik alanlarda Çin ile ticaret ve yatırımı kısıtlamak için ne kadar ileri gitmesi gerektiğini hararetle tartışmaya devam ediyor. AB’nin yeni bir Çin politikası belirleme çabalarına rağmen birliğin asıl kilit noktası Almanya olmaya devam ediyor: kıtanın ekonomik motoru ve Çin’e en büyük mal ihracatçısı olarak Berlin, yeni bir yaklaşımın belirlenmesinde büyük bir rol oynayacak. Temmuz ayında, altı aylık bir gecikmenin ardından Almanya nihayet Pekin ile derin iktisadi bağları ve genel işbirliğini muhafaza ederken Brüksel ve Washington ile daha fazla koordinasyon çağrısında bulunan yeni Çin stratejisini yayımladı. Bu yaklaşımın başarısı ya da başarısızlığı nasıl uygulandığına bağlı olacak: Berlin yeni ve daha sert söylemine sadık kalmalı ve Ukrayna işgalinin arifesinde Almanya’nın doğalgazının yarısından fazlasını sağlayan ve Almanya tarafından Avrupa için potansiyel bir güvenlik tehdidi olma hususunda ciddiye alınmayan Rusya ile yaptığı maliyetli hataları tekrarlamaktan kaçınmalı. Eğer Berlin konuşulanları yapmak yerine daha iddialı bir Çin’e karşı jeopolitik risklere maruz kalmak pahasına iktisadi getirilere öncelik vermeye devam ederse, belki de Tayvan’la ilgili başka bir güvenlik krizinde ekonomik baskıya karşı aynı derecede savunmasız kalabilir. Avrupa’nın Çin’e karşı izleyeceği yolun doğru yol olup olmayacağı büyük ölçüde Almanya’ya bağlı.

Tehlikeli bağımlılıklar

Çin, AB’nin mal ithalatındaki en büyük ortağı ve birliğin dışa en bağımlı 137 ürününün ithalat değerinin yarısından fazlasını elinde tutuyor. Çin’e olan bu bağımlılık, Rusya’nın petrol ve gazda yaptığı gibi kritik mineraller ve diğer önemli sanayi girdilerinin baskın tedarikçisi konumunu silah olarak kullanma potansiyeli de dahil olmak üzere Pekin’in çeşitli kozlarının altını çiziyor. Son iki yılda Biden yönetimi, Çin’e dönük ihracat kısıtlamalarını sıkılaştırma konusunda ABD müttefikleri ve ortaklarıyla birlikte çalıştı ve bu da Çin’in teknoloji geliştirme konusundaki darboğazlarını daha da kötüleştirdi. Buna karşılık Pekin de kısa bir süre önce çip, radar ve fiber optik üretiminde temel unsurlar olan galyum ve germanyuma yönelik ihracat kontrolleriyle karşılık vererek gerilimi tırmandıran zorlayıcı iktisadi tedbirler almaya istekli olduğunu gösterdi. Büyük dünya güçleri hiper-küreselleşmeden uzaklaştıkça ve ekonomi politikaları daha güvenlik odaklı hale geldikçe, Almanya ve diğer AB ülkeleri Çin ile sınırsız iktisadi bağları sürdürme konusunda dikkatli olmalı.

Bu kaygı, ülkenin en büyük ticaret ortağıyla giderek dengesizleşen iktisadi ilişkisine dair artan şüphelerini dile getiren Alman karar alıcılar ve endüstri liderlerinin dikkatinden kaçmış değil. Almanya2nın istikrarlı genel ticaret fazlası, 2022’de 93 milyar dolarla rekor seviyeye ulaşan Çin’le artan ticaret açığıyla mutlak bir tezat oluşturuyor; bu rakam bir önceki yıla göre yüzde 120’lik şaşırtıcı bir artışa işaret ediyor ve Çin’den yapılan ithalata olan yeni ve kaygı verici bir bağımlılığı yansıtıyor. Çin’in Almanya’nın stratejik sektörlerine yaptığı genişleyen yatırımlar da —özellikle de Çinli beyaz eşya üreticisi Midea Group’un 2016 yılında Almanya’nın en yenilikçi robot mühendisliği şirketlerinden biri olan Kuka’yı satın almasından bu yana— ulusal güvenlik korkularını körüklüyor.

Giderek artan bu kırılganlıklara rağmen Berlin, Çin ile iktisadi ilişkilerini gözden geçirme konusunda pek istekli görünmüyor. Alman üreticiler, yüksek enerji fiyatları ve Biden yönetiminin, Enflasyonu Düşürme Yasası ile getirilenler de dahil olmak üzere, Amerikan işletmelerini desteklemek üzere tasarlanan sanayi politikalarının olumsuz etkileriyle mücadele ediyor. Dahası önde gelen Alman otomobil üreticileri, Çinli elektrikli araç şirketlerinin rekabetini uzun süre görmezden geldikten sonra ülkede daha düşük kârlılık ve azalan satışlarla boğuşurken bile Çin’i hala ikinci ana pazarları olarak görüyor. 2023’ün ilk çeyreğinde teknik resesyona giren Alman ekonomisinin gücüne ilişkin belirsizlik sürerken pek çok Alman karar alıcı, ülkenin iktisadi dayanıklılığı konusunda endişeli olmaya devam ediyor. Volkswagen ve kimya üreticisi BASF gibi tanınmış isimler özellikle ekonomik baskılara ya da Çin ile ticaretin aniden kesilmesine maruz kalıyor: Volkswagen yıllık net kârının en az yarısını Çin pazarından elde ediyor ve BASF, 2022 yılında Çin’e rekor düzeyde 10 milyar avro yatırım yaptı. Genel olarak Çin’deki Alman yatırımları da artıyor.

Almanya’nın üç partili koalisyonu zor bir politikayı —en önemli ekonomik ortağına karşı temkinli davranmak ama entegrasyonun artan ekonomik risklerine de dikkat etmek— iğne deliğinden geçirmek zorunda. Almanya’nın haziran ayında açıklanan ilk ulusal güvenlik stratejisinde Çin’den üstünkörü bir şekilde bahsedilmesi ve Tayvan gerilimine hiç değinilmemesi, uzun zamandır beklenen Çin stratejisine dönük beklentileri artırdı. Almanya Şansölyesi Olaf Scholz, defalarca Çin’e yönelik yaklaşımın yeniden ayarlanması çağrısında bulundu ama Çin ile ilgili iç tartışmaları yönlendiren, Scholz’un daha temkinli sosyal demokratlarını zor durumda bırakan, dışişleri ve ekonomi bakanlıklarını yöneten Yeşiller oldu. Çin stratejisini Yeşillerin liderliğindeki Dışişleri Bakanlığı hazırladı ve Pekin’in yarattığı zorluklara ilişkin değerlendirmeleri şaşırtıcı derecede açık gözlü. Sadece birkaç yıl önce hayal bile edilemeyecek bir pasajda belge, Çin’in “kendi çıkarlarını çok daha iddialı bir şekilde izlediğini” ve “mevcut kurallara dayalı uluslararası düzeni yeniden şekillendirmeye” çalıştığını kabul ediyor.

Alman hükümeti, stratejinin (halihazırda gecikmiş olan) sunumunu, Çin Başbakanı Li Qiang’ın mart ayında göreve gelmesinden bu yana ilk yurt dışı gezisi olan iki hükümet arasındaki istişarelerin yedinci turu için Berlin’i ziyaret etmesine kadar erteledi. Yaklaşık on Alman endüstri lideriyle bir araya gelen Li, risklerin azaltılmasından hükümetlerin değil, şirketlerin sorumlu olması gerektiğini ve risklerin azaltılmasının işbirliğinin güçlendirilmesini gerektirdiğini, ayrıştırmanın bilakis işe yaramayacağını öne sürdü. Berlin’in Li’yi ağırlamaktaki amacı, Pekin’e Almanya’nın ayrışma peşinde olmadığı ve Çin’i hala Alman ekonomisi açısından ve iklim değişikliği gibi zorlu meselelerle mücadele konusunda ortak olarak gördüğü konusunda güvence vermekti. Scholz’un sosyal demokratları, Çin stratejisindeki çatışmacı ifadelerden endişe duydu ve Dışişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan ilk versiyonu, temmuz ayında nihai olarak yayımlanana kadar ülkenin iktidardaki üç partili koalisyonu içinde uzun süren tartışmalar sırasında sulandırıldı.

Bu strateji Almanya’nın Çin ile giderek dengesizleşen iktisadi ilişkilerini yeniden dengelemeyi ve Almanya’nın daha geniş jeopolitik hedefleriyle uyumlu hale getirmeyi amaçlıyor. Şansölye Olaf Scholz, aynı zamanda Çin’i, Ukrayna’yı işgal ederek ülkesinin güvenlik ve savunma politikasında Zeitenwende ya da deniz değişimine yol açan Rusya ile aynı kefeye koymamaya özen gösteriyor. Strateji, Almanya’yı açıkça iktisadi risklerden arındırma ilkesine bağlıyor ve Çin’e bağımlılığın ulusal güvenlik tehdidi oluşturabileceği alanlarda ülkenin kırılganlıklarını azaltmayı hedefliyor. Strateji büyük ölçüde, koordineli ihracat kontrolleri de dahil olmak üzere Avrupa Komisyonu tarafından onaylanan daha keskin araçları benimsiyor. Fakat Avrupa Komisyonu tarafından talep edildiği üzere giden yatırımlarda tarama yapılmasını zorunlu kılmaktan kaçınıyor ve sadece “değerlendirme” taahhüdünde bulunuyor.

Çin’e yoğun bir şekilde maruz kalan şirketler için mecburi stres testleri ve zorunlu raporlama da Alman hükümetinin stratejisinin son taslağında yer almadı; bu da Scholz’un Çin’den uzaklaşma sorumluluğunu hükümetlerden ziyade şirketlere yüklemeye yönelik son açıklamalarıyla uyumlu. Son olarak, stratejide Almanya’nın Çin’e bağımlı olduğu kritik alanları (örneğin elektronikte) izlemeye dönük bir mekanizma bulunmuyor. Bu eksiklikler, aksi takdirde güçlü iktisadi riskten arınma politikasını zayıflatır.

Almanya’nın yeni Çin stratejisi özünde bir iktisadi güvenlik stratejisi ve bu stratejide sert güvenlik konuları sadece ikincil planda ele alınıyor. Bu da Çin söz konusu olduğunda Almanya ve ABD’nin öncelikleri arasındaki uçurumun altını çiziyor. Strateji, Rusya-Çin işbirliğini tartışırken güvenlik kaygılarını en açık şekilde ortaya koyuyor; Çin’in Rusya’ya silah vermesi halinde bunun sonuçlarıyla tehdit ediyor ve ülkenin Ukrayna’nın egemenliğini savunmasını “inandırıcı değil” şeklinde nitelendiriyor. Ayrıca Hint-Pasifik ortaklarıyla daha fazla askeri işbirliği ve bu bölgede geçici bir askeri varlık vaat ediyor. Bunun dışında strateji, Almanya’nın Çin ile jeopolitik olası bir çatışmada (örneğin Tayvan konusunda) atacağı adımları ya da üstleneceği rolü belirlemekten kaçınıyor.

Son değil başlangıç

Çin’in ticaretteki göreli üstünlüğünü rakiplerine karşı kullanma kabiliyetine ilişkin ortak kaygılar, ABD ve Avrupa’yı riskten arındırma ajandası dahilinde birbirine yaklaştırdı. Fakat kayda değer farklılaşmalar devam ediyor ve Almanya’nın yeni Çin stratejisi de bu farklılıkların altını çiziyor. Strateji, Berlin’in Çin konusunda daha önce kullandığından daha sert bir dil benimsemiş olsa da hükümetin önceki yaklaşımından radikal bir sapmayı temsil etmiyor; bundan ziyade, jeopolitik risklere karşı ihtiyatlı bir şekilde korumacı olurken Çin ile ticaret yoluyla Almanya’nın refahını sürdürmeyi amaçlıyor. Stratejiye göre Almanya, Çin’in artan bir şekilde iddialı olduğu hakikatini kabul ediyor ve “iktisadi kararlar alırken jeopolitik unsurları göz önünde bulundurmayı” amaçlıyor. Ancak Berlin, Çin’e karşı çatışmacı bir “blokun” parçası olmak istemiyor. Strateji belgesinde belirtildiği üzere bu, Çin ile işbirliği “en acil küresel zorlukların” çözümü için “temel” olmayı sürdürüyor.

Çin’in yarattığı iktisadi zorlukları, örneğin Hint-Pasifik’teki jeopolitik zorluklarla ayrılmaz bir şekilde ilişkili gören ABD açısından Almanya’nın yeni stratejisi yeterince ileri gitmiyor. Fakat Avrupalılar Çin’in yükselişine ABD ile aynı prizmadan bakmıyor. Bunu öncelikle ekonomik bir meydan okuma olarak görmeye devam edip daha az bir güvenlik tehdidi olarak görüyorlar. Avrupa hala üçüncü taraf bakış açısına sahip. Bu perspektiften bakıldığında ABD ve Çin, Avrupa ve Çin’inkinden farklı bir rekabet düzeni olan küresel bir hegemonik rekabete karışmış durumdalar. Büyük güç rekabetinin gerçeklerinden ve Çin’in artan iddiasından kaçamasalar da Avrupalılar, jeopolitiği ABD ile birlikte hareket edilmesi gereken bir arenadan ziyade kaçınılması gereken taktiksel bir risk olarak görüyorlar.

Almanya’nın “Avrupa’nın yolu” vizyonu her iki yöne de sahip olmaya çalışıyor, iktisadi kazanımlar elde ederken zorlu güvenlik ve jeopolitik riskleri hafife alıyor olabilir. Eğer başarılı olursa Berlin, işbirliği yapmanın ve rekabet etmenin jeopolitik gerilimleri tırmandırmadan da mümkün olduğunu ispatlayacaktır. Almanya’nın stratejisi, Avrupa’nın Çin’e yaklaşımının, Avrupa koşullarına uygun ve ABD’nin yaklaşımından farklı, mantıklı bir şekilde yeniden ayarlanması olarak görülebilir. Fakat Avrupa’da bir savaş sürerken ve 2024 ABD başkanlık seçimleri ufukta belirmişken, Çin ile kopuş riskine karşı sadece tedbir almak yeterli olmayabilir. AB ve Almanya’nın jeopolitik ortamı aktif bir şekilde şekillendirmek için ekonomik güçlerini kullanmaları gerekebilir.

Pratikte bu, Almanya’nın AB Komisyonu ile birlikte Çin meselesine öncülük etmeyi amaçlaması gerektiği anlamına geliyor. Bunu başarmak için Almanya’nın kritik altyapıyı korumayı amaçlayan yeni düzenlemelerine aykırı olarak Mayıs 2023’te Hamburg limanındaki konteyner terminalinin yaklaşık yüzde 25 hissesini Çinli COSCO şirketine satma anlaşmasında olduğu gibi karışık sinyaller göndermekten kaçınmalı. Berlin ayrıca Çin’in Rusya üzerindeki etkisini abartmaktan ve Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırganlığını engelleme beklentisiyle —Rusya ve Çin arasındaki giderek yakınlaşan işbirliği ışığında yersiz olabilecek bir beklenti— Pekin’e büyük tavizler vermekten kaçınmalı. Son olarak Almanya, Rusya’da olduğu gibi, Avrupa pazarına bağımlılığın Çin’in jeopolitik hırslarını sınırlayacağını düşünmemeli. Bu da bir başka büyük hata olur.

Almanya’nın yeni Çin stratejisi, Çin’in neden olduğu veya Çin’den kaynaklanan herhangi bir aksaklığa tehlikeli bir şekilde maruz kalan Almanya’nın iktisadi kırılganlıklarının daha gerçekçi bir şekilde değerlendirilmesine dönük önemli bir adım. Ancak iktisadi risklere odaklanması ve sert güvenlik konularını sadece ikincil derecede dikkate alması nedeniyle, hızla gelişen jeopolitik ortamda hızla geride kalma tehlikesiyle karşı karşıya. Ülke içindeki siyasi çekişmeler devam ederken bile Berlin, potansiyel ekonomik baskılara maruz kalma durumunu sürekli olarak yeniden değerlendirmek zorunda kalacaktır: bugün kabul edilebilir bir risk olarak görülen şey, bir yıl sonra tamamen farklı görünebilir. Bu türden bir yeniden değerlendirme olmaksızın, ülkenin mevcut yaklaşımı AB içindeki tartışmayı ilerletmek yerine yavaşlatabilir. Almanya’nın Çin stratejisi bir temel oluşturuyor ama asıl iş önümüzde duruyor.

DÜNYA BASINI

FT: Suudi Arabistan Trump’ın İsrail politikalarını dengeleyebilir

Yayınlanma

Trump-selman

Financial Times’tan Andrew England’ın kaleme aldığı bu makale, Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemine dair bölgesel beklentileri ve endişeleri ele alıyor. Trump’ın İsrail yanlısı politikalarını dengelemede Suudi Arabistan’ın kilit rol oynayabileceği değerlendiriliyor. Makaleye göre Trump’la yakın ilişkisi ile bilinen Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın diplomatik manevraları, Filistin meselesinin çözümünde merkezi rol oynayabilir. Riyad, Filistin devletine giden bir plan olmadan İsrail ile normalleşmenin mümkün olmayacağını açıkça deklare etmesine rağmen İsrail’in bu çözüme giden yolu kapamış olması ise Trump’ın önündeki en büyük engel…

***

Orta Doğu, Trump’ı dizginlemesi için Suudi Arabistan’a güveniyor

Andrew England

Trump’ın aşırı İsrail yanlısı bir gündem izleyeceğinden korkan Arap ülkeleri, Donald Trump ile ilişkisini ve bölgedeki siyasi ağırlığını kullanarak Suudi Arabistan’ın, Trump’ın Ortadoğu politikalarını dengelemesini umuyor.

Trump’ın kilit pozisyonlara bir dizi ateşli İsrail yanlısı ve İran karşıtı şahin aday atamasının ardından Arap yetkililer yeni yönetimin İsrail’in işgal altındaki Batı Şeria’yı ilhak etme, Gazze’yi işgal etme ya da Tahran’la gerilimi tırmandırma hamlelerini onaylayabileceğinden endişe ediyor.

Ancak yetkililer, Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın Trump ile olan ilişkisini, başkanın finansal anlaşmalara olan ilgisini ve Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki ilişkilerin normalleşmesine yol açacak “büyük pazarlık” yapma arzusunu kullanarak, yeni yönetimin bölgedeki politikalarını yumuşatabileceğini umuyor.

Bir Arap diplomat, “Bölgedeki kilit aktör, Trump’la bilinen ilişkileri nedeniyle Suudi Arabistan, dolayısıyla ABD’nin yapmaya karar verebileceği herhangi bir bölgesel eylemin kilit noktası olacak” dedi.

Bir başka Arap yetkili de Prens Muhammed’in Trump’ın İsrail’in Gazze’de Hamas’a karşı yürüttüğü savaşı sona erdirmeye yönelik politikalarını ve daha geniş anlamda Filistin meselesini etkilemede “kilit” rol oynayacağını ve İsrail’le normalleşme potansiyelini bir koz olarak kullanacağını söyledi.

Yetkili, “Suudi Arabistan, Trump’ın Gazze ve Filistin’le nasıl başa çıkacağını büyük ölçüde etkileyebilir. Bölgedeki pek çok ülke bundan sonra ne olacağı konusunda endişeli” dedi.

Trump’ın ilk başkanlık döneminde, Suudi Arabistan onun “alışveriş odaklı” yönetim tarzını ve bölgesel rakibi İran’a karşı yürüttüğü “maksimum baskı” kampanyasını destekledi. Suudi ajanların 2018’de gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı öldürmesinin ardından diğer Batılı liderler Krallığın fiili liderine soğuk davranırken Trump, Prens Muhammed’in yanında durdu.

Trump, İsrail-Filistin çatışmasını çözmek için “nihai anlaşmayı” yapacağını da iddia etmişti. Ancak damadı Jared Kushner tarafından yürütülen bu planlar başarısız oldu. Filistinliler ve Arap devletleri, önerilerin İsrail lehine fazlasıyla taraflı olduğunu düşündü. Trump ayrıca Filistin’e yardımı kesti, Washington’daki diplomatik misyonlarını kapattı, ABD Büyükelçiliği’ni statüsü tartışmalı olan Kudüs’e taşıdı ve işgal altındaki Golan Tepeleri üzerindeki İsrail egemenliğini tanıdı. Öte yandan, Trump, BAE ve üç Arap ülkesinin İsrail ile ilişkilerini normalleştirdiği “İbrahim Anlaşmaları”na da aracılık etti.

Trump geçen ay bir Suudi televizyon kanalı olan El Arabiya’ya verdiği demeçte başkanlığı döneminde ABD ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin büyük harflerle “MÜKEMMEL” olduğunu söyledi.

“Kral’a büyük saygı duyuyorum, Muhammed’e de büyük saygı duyuyorum; gerçekten harika bir iş çıkarıyor, o tam bir vizyoner” dedi.

ABD Başkanı Joe Biden göreve geldikten sonra Riyad, Trump ile bağlarını sürdürdü. Veliaht Prens Muhammed’in başkanlık ettiği Suudi Arabistan Kamu Yatırım Fonu (PIF), Kushner’in kurduğu özel sermaye fonuna 2 milyar dolar yatırım yaptı.

PIF’in yöneticisi Yasir al-Rumayyan, hafta sonu New York’ta düzenlenen bir UFC dövüşünde Trump ile ön sırada oturdu. Ayrıca, Trump’a ait golf sahaları, PIF’in en dikkat çeken spor girişimlerinden biri olan LIV Golf etkinliklerine ev sahipliği yaptı.

Ancak Prens Muhammed, Biden’ın göreve gelmesinden bu yana Suudi Arabistan’ın bölgesel politikalarını yeniden ayarladı. Riyad, 2023 yılında İran ile diplomatik ilişkileri yeniden kurdu özellikle Hamas’ın 7 Ekim 2023 saldırısının bölgede bir dizi çatışmayı tetiklemesinin ardından sürdürdüğü yumuşama politikası izlemeye devam etti.

Biden yönetiminin, Suudi Arabistan ile ABD arasında bir savunma anlaşmasını içeren üçlü bir anlaşma kapsamında İsrail ile ilişkilerin normalleşmesini hedefleyen planı, savaş nedeniyle sekteye uğrasa da ABD, Suudi Arabistan’ı krize yönelik herhangi bir bölgesel çözümde kritik bir aktör olarak görmeye devam ediyor.

Ancak Riyad, Filistinlilerin ölü sayısı arttıkça İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun aşırı sağcı hükümetine yönelik eleştirilerini sertleştirdi.

Ekim ayında Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Faysal bin Ferhan, Riyad’da düzenlenen bir basın toplantısında, İsrail ile normalleşmenin, “Filistin devletine dair bir çözüm bulunana kadar gündemde olmadığını” söyledi.

Prens Muhammed de geçen hafta Riyad’da düzenlenen Arap ve İslam zirvesinde İsrail’i Gazze’de “soykırım” yapmakla suçlarken, Lübnan’da Hizbullah’a karşı yürüttüğü savaşı ve İran’a yönelik saldırılarını kınadı.

Diplomatlar ve analistler, Veliaht Prens Muhammed’in konuşmasını, Müslüman dünyasının İsrail’in askeri saldırılarını kınamada ve bir Filistin devleti kurulmasına destek verme konusunda birleştiği mesajı olarak yorumladı. Salı günü Riyad, “İsrail’in Batı Şeria üzerinde egemenlik kurmaya yönelik aşırılık yanlısı açıklamalarını” da kınadı.

Trump seçim kampanyası sırasında Orta Doğu’ya barış getirme ve savaşı sona erdirme sözü vermişti. Ancak İsrail Büyükelçisi olarak seçtiği Mike Huckabee ve Orta Doğu temsilcisi olarak atadığı emlak kralı Steven Witkoff da dahil adaylarının çoğu ateşli birer İsrail yanlısı.

Trump, buna rağmen İbrahim Anlaşmaları’nı genişletmek istediğini belirterek Al-Arabiya’ya şunları söyledi: “Çerçeve zaten hazır, tek yapılması gereken bunu yeniden devreye sokmak ve bu çok hızlı gerçekleşebilir. Eğer kazanırsam bu kesinlikle bir öncelik olacak… sadece Ortadoğu’da barışı sağlamak… Bu olacak” dedi.

İbrahim Anlaşmaları’nın genişletilmesinde Suudi Arabistan kilit bir rol oynayabilir. Ancak Arap yetkililer, Trump’ın bunu ancak Netanyahu’ya, Filistin devleti kurulmasına yönelik tavizler vermesi için baskı yaparak başarabileceğine inanıyor. Bu, İsrail Başbakanı’nın şiddetle karşı çıktığı bir mesele.

Bir diğer Arap diplomat ise, “Trump’ın şu anda Ortadoğu’da Suudi Arabistan’dan daha çok ihtiyaç duyduğu başka bir aktör yok. Trump, kendisine sunulmuş hazır anlaşmalardan kredi almayı seven biri. Eğer Muhammed bin Selman ona bir anlaşma sunarsa, bu bir olasılık olabilir, hatta tek olasılık olabilir” yorumunda bulundu.

Arap yetkililer de Gazze’deki yıkımın neden olduğu öfkenin, Filistin davasını yeniden bölgesel gündemin en üst sırasına taşıması nedeniyle Trump’ın Filistinlileri göz ardı etmesinin daha zor olacağını umuyor. Liderler çatışmanın kendi halklarının bazı kesimlerini, özellikle de Prens Muhammed’in ana seçmen kitlesi olan gençleri radikalleştirmesinden endişe ediyor.

İlk Arap diplomat “Trump’ın Gazze’deki savaşı sona erdirmesi gerekecek ve bunu yapmak için de ertesi günü ele alması gerekiyor” dedi: “Filistin meselesine odaklanmadan bölgesel çözüm işe yaramaz. Suudi Arabistan açıkça belirtti ki, bir Filistin devleti kurulmadıkça normalleşme bir seçenek değil.”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat: Rusya’dan hangi karşılık beklenebilir?

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: ABD Başkanı Joe Biden’ın Rusya topraklarına yönelik uzun menzilli füzelerin kullanılmasına izin verme kararı, Rusya’nın olası tepkilerini gündeme taşıdı. İsviçre Genelkurmay Başkanlığı’ndan emekli yarbay ve siyasi ve askeri strateji analisti Ralph Bosshard, Rusya’nın tepkisinin genelde ihtiyatlı ve kademeli olacağını, ancak uluslararası sulardaki veya üçüncü ülkelerdeki İngiliz ve Fransız hedeflerinin vurulabileceğini belirtiyor. Buna karşın, NATO’nun 5. Maddesi’ni devreye sokacak bir saldırının pek olası olmadığı ifade eden Bosshard, Ukrayna’nın Batı’dan aldığı silahlarla elde edebileceği askeri başarıların sınırlı kalacağını, çünkü Rusya’nın buna yönelik hazırlık yaptığını söylüyor. Ayrıca, Rusya’nın komuta merkezlerini sık sık yer değiştirdiğini ve geniş lojistik ağını koruma kapasitesine sahip olduğunu vurgulayan uzman, Batı’nın uzun menzilli silahlarının, savaşın seyrini kökten değiştirme potansiyelinin olmadığını, asıl belirleyicinin Rusya ve Çin liderlerinin kararları olduğunu ifade ediyor. Bosshard’a göre, Biden’ın bu kararını görev süresinin sonunda alması, Trump yönetimini zora sokma ve kendi dönemini daha güçlü bir şekilde kapatma çabası olarak yorumlanabilir. Moskova’nın şu ana kadar temkinli hareket ettiğini belirten Bosshard, Kremlin’in Batı’ya temkinli mesajlar verdiğini ve bu gerilimin medya üzerinden yönetildiğini dile getiriyor.


Rusya’dan nasıl bir askeri karşılık bekleyebiliriz? İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat

Éva Péli, NachDenkSeiten

Görev süresi sona ermekte olan ABD Başkanı Joe Biden, ABD’nin uzun menzilli füzelerinin Rusya topraklarındaki hedeflere karşı kullanılmasına izin verdi. Bu kapsamda, daha önce uygulanan kısıtlamalar kaldırıldı ve Beyaz Saray da bunu resmî olarak teyit etti. İsviçreli askerî uzman Ralph Bosshard, bu kararın muhtemel sonuçlarını NachDenkSeiten’a değerlendirdi.

Éva Péli: Joe Biden’ın bu açıklaması askerî açıdan nasıl değerlendirilmeli? Rusya’dan beklenen askerî tepki nedir ve bu tepki kimlere (ABD, İngiltere, Fransa ya da Ukrayna) yönelebilir?

Ralph Bosshard: Ruslar, Ukrayna topraklarındaki hedeflere dönük saldırıların yanı sıra, uluslararası sularda, denizaşırı varlıklarda ya da üçüncü ülkelerde bulunan İngiliz ve Fransız askerî hedeflerini vurma alternatifine de sahip. Fakat üçüncü ülkelerdeki operasyonlar büyük ihtimalle bazı kısıtlamalarla karşılaşacaktır. Şu ana kadar çatışan taraflar birbirlerinin uydularını hedef almaktan kaçındılar, zira bu durum Pandora’nın kutusunu açabilir. Uydu hedefleme şu an için bir tabu gibi görünüyor. Bu konuda silahlanma kontrolü müzakereleri için fırsatlar bile olduğunu düşünüyorum.

Batı tarafından Ukrayna’ya şu ana kadar sağlanan kısa ve orta menzilli silahlarla Ukrayna, mevcut en acil askerî sorunlarını çözmeyi deneyebilir.

Bu sorunlardan biri, Rusya’nın FAB adı verilen ağır uçak bombalarının, iyi inşa edilmiş saha tahkimatlarını imha etmek için kullanılması. 2014-2022 yılları arasında inşa edilen ve betonla güçlendirilmiş bu tahkimatlar artık Ruslar tarafından her yerde aşılmış durumda. Şimdi ise Ukrayna birlikleri, özellikle yerleşim yerlerinde bu tahkimatları savunarak pozisyonlarını korumaya çalışıyor. FAB bombaları yönlendirme modülleriyle donatılmış olup yaklaşık 70 kilometre uzaklıktan bırakılabiliyor. Ruslar bu bombaları artık oldukça hassas bir şekilde kullanıyor. Bu bombaların taşıyıcıları, taktik bombardıman uçaklarıdır ve bu uçaklar 170-200 kilometre derinlikteki hava üslerinden operasyon düzenler. Eğer bu hava üsleri, Batı menşeli uzun menzilli silahların menziline girerse, Ruslar daha gerideki üslerden operasyon yapmaya başlayacaktır. Moskova’daki Genelkurmay Akademisi’ndeki eğitimim sırasında Su-24 tipi cephe bombardıman uçaklarını hesaba katarak planlama yapıyorduk. Bugün kullanılan Su-34 uçaklarının menzilinin Su-24’lerden çok daha fazla olduğunu söyleyebilirim. Geriye çekilerek operasyon düzenlemek Ruslar açısından sorunsuz olacaktır.

Rusya’nın lojistik destek hatlarını ve cepheye asker taşınmasını kesintiye uğratmak, yalnızca belirli hedef kategorilerine karşı yoğun ve sistematik saldırılarla mümkün. Bunlar, mesela mühimmat veya yakıt depoları gibi tesisler ya da demir yolu ağı olabilir. Ruslar, lojistik tesislerini geniş bir alana yayabilir ve Donbass’taki sıkı demir yolu ağından faydalanabilir. Ayrıca bu ağ, ek demir yolu hatlarıyla daha da güçlendirilebilir. Bu görev, Rusya ordusunda bulunan demir yolu birliklerine ait. Ukraynalıların bu ağı kesintiye uğratması için ciddi bir çaba göstermesi ve çok sayıda füze kullanması gerekecektir. Fakat Ukrayna’nın savaş uçakları ve roketatarlarıyla cepheye ne kadar yaklaşabileceği belli değil.

Bununla beraber yer hedeflerine yönelik saldırılar da karmaşık bir hedefleme süreci gerektirir. Ruslar, geçerli operasyon prosedürlerine göre, komuta merkezlerini günlük olarak değiştirir. Son zamanlarda Rusya’nın komuta merkezlerinin imha edildiğine dair neredeyse hiç haber duymadım.

Temel olarak Rusya ordusunun operasyon prosedürleri, düşman tarafından kısa ve orta menzilli silahların kullanılmasını öngörüyor. Ruslar bu tür bir duruma hazırlanmış durumda ve eğitimlerini buna göre aldılar. Dolayısıyla, Batı tarafından tedarik edilen kısa ve orta menzilli silahlarla Rusya Silahlı Kuvvetlerine baskı uygulanması ancak geçici bir etki yaratacaktır.

İlave olarak, Ukraynalılar, askerlerin moralini artırmak amacıyla sembolik açıdan önemli hedeflere saldırabilirler. Ancak bu tür saldırıların kalıcı bir askerî etkisi olmayacaktır. Bunun aksine, yalnızca askerî hedeflere yönelik saldırıların Ukraynalıların moraline etkisi sınırlı kalacaktır.

Bütün bu süreçte hedeflerin kontrolü Batı’nın –özellikle de ABD’nin– elinde. Ukraynalılar, saldırıların gerçekleşmesi için gerekli olan seyrüsefer, iletişim ve istihbarat araçlarına doğrudan erişime sahip görünmüyor. Özellikle en yeni sistemler için üretici firmalardan teknik destek alınması gerektiği de anlaşılıyor. Bu araçların kullanımıyla Biden, Rusya’nın ilerleyişini yavaşlatabilir ve muhtemel bir çöküşü –en azından Trump’ın göreve başlamasına kadar– erteleyebilir. “Benim gözetimimde olmadı,” anlayışı burada geçerli gibi görünüyor.

Bu kararlar ışığında müzakereli çözüm şansı nasıl değerlendirilebilir?

Bu kararların müzakereli çözüm şansını ciddi ölçüde etkileyeceğini düşünmüyorum. Ukrayna’daki savaşın nasıl ve ne zaman sona ereceğini Batı’nın silah sevkiyatları belirlemeyecek. Batı’nın “mucize silahları” olarak lanse edilen sistemler, Şubat 2022’den bu yana savaşın gidişatında kayda değer bir değişiklik yaratamadı. Daha önce belirttiğim üzere ATACMS, Storm Shadows ve diğer benzeri sistemler de bu savaşın kaderini kökten değiştiremeyecek. Bu savaş, Şi Cinping ve Vladimir Putin’in “tamam yeter” dedikleri zaman sona erecek. Genel manada, Rusya veya Çin ile Batı adına bir savaşa girmeye hazır olan herkesin uyarıyı almış olması gerektiğini düşünüyorum.

Eylül ayında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Batı’nın uzun menzilli silahlarını Rusya’ya karşı kullanmasının, NATO ülkelerinin Ukrayna’daki çatışmaya doğrudan katılımı anlamına geleceğini söylemiş ve şu uyarıda bulunmuştu: “Eğer savaşı Ukrayna topraklarından Doğu’ya taşırlarsa, savaş orada sona ermeyecek; zira savaş Batı’yı da içine alacak.”

NATO’nun, Putin’in öngördüğü bu muhtemel tepkiye nasıl hazırlanacağı büyük bir soru işareti. Şu anda Fransızlar ve İngilizler açısından, Bab el-Mandeb Boğazı ya da İran kıyıları civarındaki sularda savaş gemilerini konuşlandırmaktan bir süreliğine kaçınmak daha uygun olabilir. Hatta diğer deniz bölgelerinden de uzak durmaları gerekebilir. Bunun yanı sıra, Batı Avrupa’daki deniz tabanında bulunan tesislere karşı dikkatli olunması gerektiğini özellikle vurgulamak isterim.

Almanya’nın kendi topraklarına dönük bir saldırı beklentisi içinde olmadığını, sivil savunma alanında neredeyse hiçbir tedbir alınmamış olmasından anlayabiliriz. Halka, evlerinin bodrumlarını temizlemeleri ve kendilerine bol şans dilemeleri yönünde tavsiyeler dışında, Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius’un (SPD) elle tutulur bir hazırlık sunmadığı aşikâr. Oysa, bir ülkeye ve halkına zarar vermek için artık çok daha farklı araçlar mevcut.

Uzun zamandır Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un daha akıllı bir strateji izlediğini düşünüyorum. Kendisi, gereksiz yere ve erken bir dönemde risk alarak öne çıkmaktan kaçınıyor. Ancak ne yazık ki etrafında zayıf bir hükûmet ekibi var. Geçtiğimiz yıl Federal Meclis’te eleştirdiğim Ulusal Güvenlik Stratejisi, son derece zayıf bir metindi. Ama o zaman bile CDU/CSU muhalefetinin sunacak daha fazla aklı yoktu.

ABD Başkanı Joe Biden, daha önce bu tür füzelerin Rusya’daki hedeflere karşı kullanılmasına izin vermeyeceğini belirtmişti, zira bunun üçüncü dünya savaşına yol açabileceğinden endişe duyuyordu. Fakat görev süresinin sonlarına yaklaşırken, Biden’ın artık böyle bir senaryodan korkmadığı anlaşılıyor. Peki, bu süreçte ne değişti?

Biden’ın bu kararı, Trump ekibi ile Putin yönetimi arasında halihazırda yapılmış olması muhtemel anlaşmayı bozmayı amaçlıyor. Bu stratejiyle, Putin’in öyle bir tepki vermesi hedefleniyor ki, bu tepki Trump’a savaşın devam etmesinden başka bir seçenek bırakmasın. Şu anki durumda Ruslar, Amerikan tesislerine veya birliklerine saldırmaktan kaçınıyor; böyle bir adımın Trump yönetimiyle ilişkileri doğrudan etkileyebileceğini biliyorlar.

Fransa ve İngiltere’nin bu denkleme dahil edilmesi, savaşın Trump’ın göreve gelmesinden sonra da devam etmesini garanti altına alma stratejisinin bir parçası. Biden, bu noktada Fransa ve İngiltere’nin büyük güç olma heveslerini ustaca kullanıyor. Ancak hem Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron hem de İngiltere Başbakanı Keir Starmer, Rusya’nın muhtemel misilleme hamlelerinin, Trump’ın göreve başlamasından sonra özellikle onları hedef alacağının farkında. Bu nedenle, durum ciddileştiğinde İngiltere ve Fransa’nın, deyim yerindeyse, “görünmezlik moduna geçeceğini” düşünüyorum.

Rusya’nın mevcut stratejisinde NATO’nun 5. Madde’sini (bir üyeye yapılan saldırının tüm NATO üyelerine yapılmış sayılmasını öngören madde) devreye sokacak bir durumdan kaçınması önemli. Bu nedenle Rusya, NATO topraklarında herhangi bir hedefe saldırmayacaktır. Bunun yerine, İngiltere ve Fransa’nın ana vatanı dışındaki tesislere saldırılar düzenleyerek, bu ülkelerin güçlerini koruyamayacaklarını göstermeye çalışabilir. Nitekim, Rusya’nın birkaç gün önce Ukrayna’daki hedeflere dönük kombine füze ve drone saldırılarını yeniden başlatması, Moskova’nın misilleme yeteneğini açıkça ortaya koyuyor. Üstelik bu saldırılar, iyi korunan hedeflere karşı dahi başarılı bir şekilde yapılabiliyor. Bu da Rusya’nın mevcut gelişmeleri önceden öngördüğünü ve buna hazırlıklı olduğunu gösteriyor.

Açık konuşmak gerekirse, ABD’nin Rusya’ya, belirli saldırılardan önce uygun kanallar aracılığıyla uyarılarda bulunması bile beni şaşırtmaz. Bu tür bir iletişim, savaşı daha büyük bir tırmanıştan koruma amaçlı bir tedbir olabilir.

Genel olarak Kremlin’in her zamanki gibi, temkinli ve ihtiyatlı bir şekilde tepki vereceğini düşünüyorum. Ancak Putin’in basında zaman zaman “nükleer tehdit” kartını oynaması, Biden’ı başarısız bir lider gibi gösterme stratejisinin bir parçası. Bu durum, Biden’ın sırf egosu uğruna, görev süresinin son anlarında bir nükleer savaşı riske atmış bir başkan olarak algılanmasına neden olabilir. Öte yandan Trump, bu retoriği kullanarak kendisini barışın ve gerilimi düşürmenin mimarı olarak sunabilir. Bu da Trump’ın söylemsel bir üstünlük elde etmesine yol açabilir. Lütfen, benden Biden’ın liderlik becerilerine övgüler dizmemi beklemeyin. Bu bağlamda, onun kararlarının stratejik etkisi tartışmaya aşikâr.

Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy’in, ABD Başkanı Joe Biden’ın uzun menzilli füzelerle ilgili kararını medyada duyurmasından rahatsız olduğu iddiaları basında geniş yankı buldu. Uzmanlar, bu açıklamayı ABD yönetiminin Rusya’yı saldırılardan önce bilgilendirerek bir tırmanışı önleme çabası olarak yorumluyor. Peki, bu durum nasıl değerlendirilmeli?

Burada Zelenskiy için “isteğe göre bir menü” hazırlanmadığını açıkça görebiliyoruz. Ukrayna’nın lideri, kendisine sunulan yardımı olduğu gibi kabul etmek zorunda. “Büyük aktörler” sahnede kararları alırken, Ukrayna ancak bu oyunun bir parçası olabilir. Biden, bir yandan gerilimi artıracak bir açıklama yaparken, diğer yandan tansiyonu düşürme çabası içinde görünüyor. Kararını kamuoyuna duyurarak, esasen Rusya’ya dolaylı bir uyarı göndermiş ve onları bir nebze rahatlatmış oldu. Biden, bu saldırıların Zelenskiy’in istediği gibi sürpriz bir şekilde gerçekleştirilmesine izin verebilirdi; fakat bu, şu anki stratejiyle uyuşmuyor.

Bu durum, günümüz savaşlarının “medya savaşı” karakterini bir kez daha gözler önüne seriyor. Batı, medya hakimiyetinin her savaşta üstünlük sağlayacağını varsayıyor. Bu anlayış büyük ölçüde, ABD’nin Vietnam Savaşı’ndan kalma travmasına dayanıyor. Ancak bu medya savaşı içinde, Ukrayna lideri Zelenskiy’in stratejik kararlarının Rusya’nın lehine olabilecek etkiler doğurabileceği bir gerçek. Örneğin, Çernigov oblastına (Ukrayna ordusunun Kuzey Harekât Komutanlığı’nın önemli bir merkezi) asker kaydırılması, mevcut durumu Zelenskiy açısından daha da kötüleştirebilir.

Bu aşamada Ukrayna’nın, moral artırıcı bir başarıya ihtiyacı var. Bunun için Rusya’ya birkaç füze saldırısı gerçekleşebilir ve bu saldırılar daha sonra stratejik zaferler olarak lanse edilebilir. Ancak bu hamlelerin kalıcı bir askerî etkisi olup olmayacağı belli değil. Öte yandan, Trump ve Kuzey Kore güçleri hakkındaki spekülasyonlarla bir “ihanet hikayesi” hazırlığının şimdiden yapılmış olması dikkat çekici.

Biden’ın kararını basın yoluyla duyurması, aslında planın en kritik parçalarından biriydi. Bu ilan, Biden’ın başkanlık dönemi boyunca elde ettiği zayıf başarı karnesini toparlama çabasının bir parçası. Kabil’deki kaotik çekilme sonrası yaşanan utanç verici süreç, Biden’ın hanesine yazılmıştı. Buna rağmen, 2021’in aralık ayında Rusya’nın sunduğu güvenlik garantileri teklifini küçümseyip reddetme cesaretini göstermişti. Şubat 2022’den itibaren ise, ABD’nin Kiev’deki müttefikinin darbeler almasına seyirci kalmak zorunda kaldı. Şimdi, kalan iki aylık görev süresinde, bu tabloyu tersine çevirmek ve daha iyi bir izlenim bırakmak için çabalıyor.

Fakat Biden’ın, dünyayı bir nükleer savaşa sürükleme gibi bir niyet taşımadığı bariz. Bu, Biden’ın planlarının bir parçası değil. Bilakis, mevcut hamleleri hem içeride hem de uluslararası arenada itibarını artırmaya yönelik bir girişim olarak okunmalı.

Biden’ın uluslararası sahnedeki zayıflığı, yakın zamanda Peru’daki zirvede daha da belirgin hale geldi. Aile fotoğrafında Biden’ın arka ve dış köşelere yerleştirilmesi, sembolik olarak onun düşen önemini gözler önüne serdi. Üstelik, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in, Trump ile iyi bir şekilde çalışabileceğini söylemesi, Biden’a dolaylı bir mesaj göndererek onunla artık çalışmak istemediğini ima etmişti. Bu durum, Biden’ın uluslararası alandaki pozisyonunu daha da zayıflattı.

Biden, görev süresinin kalan iki ayında daha fazla aşağılanmak istemiyorsa, şimdi hızlı ve etkili hamleler yapmak zorunda. Kendi döneminin, özellikle Jimmy Carter’ın başkanlığının son dönemine benzeyen bir şekilde sona ermesini istemediği belli.

Biden’ın ABD’nin uzun menzilli silahları için genişletilmiş hedeflerine ilişkin kararını hangi biçimde aldığına dair bilginiz var mı? Bu bir başkanlık kararnamesi, resmi bir hükümet kararı ya da yalnızca Kiev’e (ve kiminle) yapılan bir telefon görüşmesi şeklinde mi? Ve bugüne kadar silahların menzil sınırlaması nasıl sağlandı, yalnızca teknik bir yöntemle mi yoksa bir emirle mi?

Bu tür detayları elbette yalnızca doğrudan taraf olanlar bilir. Ancak kararın uygulanmasının üçlü bir işbirliğiyle gerçekleştirilmesi muhtemel. Amerikan, İngiliz ve Fransız askerleri saldırıları muhtemelen birlikte planlayacak. NATO kurumlarının bu süreçte pek bir etkisinin olacağını düşünmüyorum. Zira tecrübelere göre, büyük devletler stratejik varlıklarını paylaşmayı tercih etmez; bu, genelde herkesin kendi önceliğine göre hareket ettiği bir alan. Bu kapsamda özel harekât birlikleri, stratejik silahlar, uydu ve istihbarat bilgileri gibi yalnızca hükümet düzeyinde erişilebilen araçlar yer alır. Dolayısıyla, bu tür bir işbirliğinin halihazırda kurulmuş olması pek muhtemel değil. Belki bu süreç sıfırdan oluşturulmak zorunda kalabilir.

Şimdi bir hedefleme süreci başlatılması gerekiyor. Bu süreç, durum değerlendirmesinden hedef seçimine ve etkinlik analizine kadar uzanıyor. Bunun içinde istihbarat toplama, iletişim ve navigasyon uyduları yer alıyor. Bu uyduların bazıları muhtemelen doğru yörüngeye henüz yerleştirilmiş değil. Hazırlık çalışmalarına elektronik harp alanındaki tedbirler de dâhil. Geçtiğimiz ay Rusya’nın birkaç şehrinde bizzat şahit oldum ki, Ruslar GPS sinyallerini engelliyor ve hatta zaman zaman yanıltıcı sinyaller yayıyor. Yani, GPS cihazları yanlış konumlar tespit ediyor. Bu sapmaların 15 kilometreye kadar ulaştığını gözlemlemiştim.

Tüm bu süreç, devlet başkanlarının ya da başbakanların –Biden, Starmer ve Macron’un– silahlı kuvvetlerin başkomutanı sıfatıyla verdiği bir planlama talimatını gerektiriyor. Ön hazırlıkların, yani muhtemel planların ne kadar ilerlemiş olduğuna bağlı olarak, oldukça uzun sürebilecek bir planlama sürecinin başlatılması gerekebilir. Hangi hedeflere saldırılacağı konusunda Ukraynalılar belki önerilerde bulunabilir ama son söz büyük ihtimalle Amerikalılar, İngilizler ve Fransızlara ait olacaktır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Gideon Levy: Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız İsrail’in en köklü gazetelerinden Haaretz’de yayınlanan köşe yazısında İsrail’in Gazze’deki katliamları karşısında İsrail toplumunun etik ve ahlaki olarak nasıl dönüştüğü/dönüştürüldüğü anlatılıyor:

***

Siyonistlerin yeni ideali: Gazze Savaşı’ndan utanmayan bir İsrailli nesil

Gideon Levy

“Teachers for Change” (Değişim İçin Öğretmenler) adlı bir kuruluşun CEO’su ve eğitimci olan Yair Weigler, yedek kuvvetlerdeki uzun süreli görevinden yeni döndü.

“Gazze Şeridi’ndeki çeşitli mahallelerde ve mülteci kamplarında faaliyet gösterdik, biraz da plajlarında vakit geçirdik, ardından Lübnan’da göreve devam ettik… Aramızda yerleşimciler, Tel Avivliler, 2005’te [Gazze Şeridi’ndeki] Katif Bloğu’ndan tahliye edilenler vardı; silah arkadaşlarıydık, eğitimciler ve yüksek teknoloji çalışanlarıydık… tek bir tank bölüğüydük” dedi şiirsel bir dille, sanki ordudan sonra yurtdışında bir geziye çıkıp dönen genç bir adam gibi, ziyaret ettiği yerleri övüyordu. Ah, Şucaiye, ah, ne birlik ama. Ne ordu ne halk.

Eski Başbakan Naftali Bennett, eğitimcinin sözlerini paylaşmakta gecikmedi: “İsrail’de bir aslanlar kuşağı doğdu. Hiç şüphem yok ki bu çocuklar, savaşçılar ve yedekler, sivil hayata daha idealist, daha merhametli insanlar olarak dönecekler ve önümüzdeki 50 yıl boyunca bu ülkeyi yeniden inşa edecek insanlar onlar olacak. Umut var!”

Eğer Bennett’ın küçük örme kipasıyla sergilediği aşırı duygusallığı bir kenara bırakırsak bile, şaşkın ve çaresiz gözlerimizin önünde cereyan eden kaostan dehşete düşmemek elde değil. Yedi yirmi dört. Etnik temizlik ve toplu katliam artık birer ideal; savaş suçları ise daha değer odaklı ve “iyi” siviller yaratıyor. Bennett’ın anlayışında umudun anlamı işte bu.

İnanmakta güçlük çekiyor insan. İsrail’de bir öğretmenin yedek görevindeki son derece sorunlu deneyimlerini böyle ifade ettiğini, ılımlı sağ kanadın liderlerinden alternatif için umut olan birinin ise bu şekilde tepki verdiğini okuyoruz. 2024 İsrail’inde, ordunun Gazze ve Lübnan’da yaptıklarıyla ilgili bir özeleştiri işareti görmek şöyle dursun artık suçlar ve vahşet birer ideal düzeyine yükseltiliyor. Vatandaşlık derslerinde artık, on binlerce kadın ve çocuğun katledilmesinin nasıl bir “değer” haline geldiği tartışılacak. İşte bir toprak parçasını yok edip İsraillileri daha iyi vatandaşlar haline getirmenin yolu budur. Soykırım, bir eğitim atölyesi olarak sunuluyor.

Suçluluk duygusu, bir hesaplaşma veya etik sorgulamalar bekleyen herkes tam tersini buluyor. Yaptıklarından dolayı travma yaşayan, bitmek bilmeyen kâbuslar gören, işlediği vahşetler yüzünden uykusunda çığlık atan bir nesil bekleyenler, ulusal gururla karşılaşıyor. Siyonist ideal artık Gazze’de süren savaş. Uluslararası mahkemelerde tanımlanmayı bekleyen korkunç bir suç, tüm dünyanın haklı olarak dehşetle izlediği bir savaş, şimdi bir “değer” olarak yüceltiliyor. Burada bir aslanlar kuşağı doğdu.

Bu aslanlar kuşağı, bir an bile yaptıklarıyla yüzleşmeye cesaret edemeyecek kadar korkak. Bastırma ve inkârı anlamak mümkün. Sonuçta bunlar olmadan, böylesine anlamsız ve dizginsiz bir savaş sürdürülemezdi. Ancak İsrail bunu daha akıl almaz bir noktaya taşıdı.

Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı. Subaylar kameraların önünde Gazze’deki yıkıntılar arasında göğsünü kabartarak yürüyor. Etrafında, tüm bu yıkımın anlamını sorarak mesleğinin itibarını kurtaracak tek bir muhabir bile yok. Bunun amacı neydi, yasal dayanağı neydi, ahlaki boyutu neydi? Bize böyle bir yıkımı gerçekleştirme yetkisini veren neydi? Toprak yolda, koltuk değnekleriyle, tekerlekli sandalyelerde, açlıktan bitap düşmüş eşeklerin çektiği arabalarla gidip gelen, TV muhabiri Ohad Hamo’nun soracağı herhangi bir soruya bir damla su karşılığında yanıt vermeye hazır insanların oluşturduğu konvoylar var ve bu, Hamo’nun mesleki gururunu destekleyen bir gazetecilik başarısı olarak adlandırılıyor.

Rus televizyonunun Ukrayna’dan böylesi utanç verici bir görüntüyü yayınlamaya cesaret edebileceği şüpheli. Belki orada utanç buna engel olabiliyor. Burada ise utanma hissi yok. Ne Hamo, ne Kanal 12, ne medya, ne Weigler ne de Bennett’in söylediklerinde…

Mesele sadece İsrail’in utanma duygusunu kaybetmiş olması değil. Yaptıklarıyla gurur duyuyor. İsrailliler savaşı sadece gerekli bir kötülük olarak görmüyor, bizi bununla yaşamaya mahkûm eden bir durum olarak değerlendirmiyor. Şimdi savaş, bir değer modeli – pedagojik bir şiir olarak sunuluyor. Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki sürgün ve güneyindeki katliam birer ulusal miras olarak tanıtılıyor, yakında fotoğraf albümleri ve müzelerle birlikte gelecek. Bunu telafi etmek çok daha zor olacak.

Bennett, vicdanı ve pusulası olmayan bu aslanlar kuşağının önümüzdeki 50 yıl boyunca ülkeyi inşa edeceğini vaat ediyor. Hayal edin. Bekleyip göreceğiz.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English