Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Berlin’in yeni Pekin stratejisi

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Çin’in son yirmi yılda ciddiye alınması gereken bir güç haline gelmesi ve ABD ve Batı Avrupa karşısındaki iddialı konumu bugünün olgusu; bu duruma Çin’in dünyanın en büyük üretim gücü olması gibi “tatsız” bir hakikat eşlik ediyor. Fakat Çin ile bağları zayıflatmak veya ipleri koparmak, bu ülkenin Batı ile olan iktisadi bağlarının derinliği ve büyüklüğü nedeniyle en basit tanımla zorlaşıyor.

Aşağıda tercümesine yer verilen makalede, Council on Foreign Relations’tan Liana Fix ve Zongyuan Zoe Liu, Berlin ve Brüksel’in Çin’e dönük yeni politikasındaki zorlukları, imkanları ve imkansızlıkları ele alıyor.


Berlin’in Pekin ile hassas dengesi: Katılaştırılmış bir Çin stratejisi yeterli olacak mı?

Liana Fix, Zongyuan Zoe Liu
Foreign Affairs
1 Ağustos 2023

2020 yılında Avrupa Birliği’nin dış politika şefi Josep Borrell, Avrupa’yı Çin ile “kendi yolunu” çizmeye ve ABD Başkanı Donald Trump’ın izlediği “açık çatışma” yaklaşımından uzaklaşmaya çağırmıştı. Borrell’in “My Way” şarkısına atıfta bulunarak adını koyduğu “Sinatra doktrini”nin maksadı, AB’nin Washington ile Pekin arasında Soğuk Savaş benzeri bir mücadelenin ortasında “Çin kolonisi ya da Amerikan kolonisi” olmaktan kaçınmasıydı. Borrell’e göre bu türden bir denge kurmak, Avrupa’nın Çin ile güçlü iktisadi ilişkilerinin getirilerini muhafaza etmesini sağlayacaktı ki o dönemde kendisi ve diğer Avrupalı karar alıcıların çoğu bunun Pekin’e çok fazla nüfuz verme riskinden çok daha evla olduğunu düşünüyordu.

Aradan geçen üç yılın ardından jeoekonomik manzara oldukça farklı; AB’nin Çin’e yönelik bakışı da öyle. Avrupa Birliği, Pekin’in Kovid-19 salgını ile şeffaf olmayan bir şekilde mücadele etmesinden, Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline verdiği örtülü destekten ve giderek daha iddialı hale gelen dış politikasından hoşnutsuzluk duymaya başladı. ABD Başkanı Joe Biden göreve gelmeden önce Aralık 2020’de alelacele imzalanan AB-Çin Kapsamlı Yatırım Anlaşması, Çin’in AB milletvekillerine yaptırım uygulamasının ardından askıya alındı ve şu anda süresiz olarak askıda. “Rusya şoku” liderlerin dikkatini çekti ve Avrupa’nın en büyük sorununun Atlantik ötesindeki saldırgan bir müttefik değil, potansiyel Çin baskısına dönük derin kırılganlıklar olduğu yönündeki rahatsız edici hakikati ortaya çıkardı.

Geçtiğimiz altı ay boyunca AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, AB’nin Çin’e yönelik tutumuna yeniden yön verme çabalarına öncülük etti. Mart ayında yaptığı konuşmada, Avrupa’nın Çin ile ilişkilerini “riskten arındırarak” (yani, bilhassa sağlık, dijital ve temiz teknoloji sektörlerinde aşırı bağımlılıktan kaynaklanan kritik kırılganlıkları azaltmak ve iklim değişikliği gibi daha geniş çaplı zorluklarda işbirliği yapmaya çalışırken iktisadi baskıları caydırmak) iktisadi güvenliğini korumaya yönelik planı savundu. Borrell’in yaptığı gibi Avrupa ile ABD’yi karşı karşıya getirmek yerine von der Leyen, en azından retorik olarak transatlantik ayrışma arasında köprü kurmaya çalıştı. Ve sahiden de onun yaklaşımı, Çin ile iktisadi bağların tamamen koparılması anlamına gelen “dekuplaj” için bastırdığı yönündeki korkuları bertaraf etmek adına “riskten arındırma” terimini benimseyen Biden yönetiminde yankı buldu.

Ancak Avrupa’nın Çin’e yönelik stratejisi henüz oturmuş değil: Avrupalı karar mercileri, AB’nin iktisadi ilişkilerini çeşitlendirmek ve kritik alanlarda Çin ile ticaret ve yatırımı kısıtlamak için ne kadar ileri gitmesi gerektiğini hararetle tartışmaya devam ediyor. AB’nin yeni bir Çin politikası belirleme çabalarına rağmen birliğin asıl kilit noktası Almanya olmaya devam ediyor: kıtanın ekonomik motoru ve Çin’e en büyük mal ihracatçısı olarak Berlin, yeni bir yaklaşımın belirlenmesinde büyük bir rol oynayacak. Temmuz ayında, altı aylık bir gecikmenin ardından Almanya nihayet Pekin ile derin iktisadi bağları ve genel işbirliğini muhafaza ederken Brüksel ve Washington ile daha fazla koordinasyon çağrısında bulunan yeni Çin stratejisini yayımladı. Bu yaklaşımın başarısı ya da başarısızlığı nasıl uygulandığına bağlı olacak: Berlin yeni ve daha sert söylemine sadık kalmalı ve Ukrayna işgalinin arifesinde Almanya’nın doğalgazının yarısından fazlasını sağlayan ve Almanya tarafından Avrupa için potansiyel bir güvenlik tehdidi olma hususunda ciddiye alınmayan Rusya ile yaptığı maliyetli hataları tekrarlamaktan kaçınmalı. Eğer Berlin konuşulanları yapmak yerine daha iddialı bir Çin’e karşı jeopolitik risklere maruz kalmak pahasına iktisadi getirilere öncelik vermeye devam ederse, belki de Tayvan’la ilgili başka bir güvenlik krizinde ekonomik baskıya karşı aynı derecede savunmasız kalabilir. Avrupa’nın Çin’e karşı izleyeceği yolun doğru yol olup olmayacağı büyük ölçüde Almanya’ya bağlı.

Tehlikeli bağımlılıklar

Çin, AB’nin mal ithalatındaki en büyük ortağı ve birliğin dışa en bağımlı 137 ürününün ithalat değerinin yarısından fazlasını elinde tutuyor. Çin’e olan bu bağımlılık, Rusya’nın petrol ve gazda yaptığı gibi kritik mineraller ve diğer önemli sanayi girdilerinin baskın tedarikçisi konumunu silah olarak kullanma potansiyeli de dahil olmak üzere Pekin’in çeşitli kozlarının altını çiziyor. Son iki yılda Biden yönetimi, Çin’e dönük ihracat kısıtlamalarını sıkılaştırma konusunda ABD müttefikleri ve ortaklarıyla birlikte çalıştı ve bu da Çin’in teknoloji geliştirme konusundaki darboğazlarını daha da kötüleştirdi. Buna karşılık Pekin de kısa bir süre önce çip, radar ve fiber optik üretiminde temel unsurlar olan galyum ve germanyuma yönelik ihracat kontrolleriyle karşılık vererek gerilimi tırmandıran zorlayıcı iktisadi tedbirler almaya istekli olduğunu gösterdi. Büyük dünya güçleri hiper-küreselleşmeden uzaklaştıkça ve ekonomi politikaları daha güvenlik odaklı hale geldikçe, Almanya ve diğer AB ülkeleri Çin ile sınırsız iktisadi bağları sürdürme konusunda dikkatli olmalı.

Bu kaygı, ülkenin en büyük ticaret ortağıyla giderek dengesizleşen iktisadi ilişkisine dair artan şüphelerini dile getiren Alman karar alıcılar ve endüstri liderlerinin dikkatinden kaçmış değil. Almanya2nın istikrarlı genel ticaret fazlası, 2022’de 93 milyar dolarla rekor seviyeye ulaşan Çin’le artan ticaret açığıyla mutlak bir tezat oluşturuyor; bu rakam bir önceki yıla göre yüzde 120’lik şaşırtıcı bir artışa işaret ediyor ve Çin’den yapılan ithalata olan yeni ve kaygı verici bir bağımlılığı yansıtıyor. Çin’in Almanya’nın stratejik sektörlerine yaptığı genişleyen yatırımlar da —özellikle de Çinli beyaz eşya üreticisi Midea Group’un 2016 yılında Almanya’nın en yenilikçi robot mühendisliği şirketlerinden biri olan Kuka’yı satın almasından bu yana— ulusal güvenlik korkularını körüklüyor.

Giderek artan bu kırılganlıklara rağmen Berlin, Çin ile iktisadi ilişkilerini gözden geçirme konusunda pek istekli görünmüyor. Alman üreticiler, yüksek enerji fiyatları ve Biden yönetiminin, Enflasyonu Düşürme Yasası ile getirilenler de dahil olmak üzere, Amerikan işletmelerini desteklemek üzere tasarlanan sanayi politikalarının olumsuz etkileriyle mücadele ediyor. Dahası önde gelen Alman otomobil üreticileri, Çinli elektrikli araç şirketlerinin rekabetini uzun süre görmezden geldikten sonra ülkede daha düşük kârlılık ve azalan satışlarla boğuşurken bile Çin’i hala ikinci ana pazarları olarak görüyor. 2023’ün ilk çeyreğinde teknik resesyona giren Alman ekonomisinin gücüne ilişkin belirsizlik sürerken pek çok Alman karar alıcı, ülkenin iktisadi dayanıklılığı konusunda endişeli olmaya devam ediyor. Volkswagen ve kimya üreticisi BASF gibi tanınmış isimler özellikle ekonomik baskılara ya da Çin ile ticaretin aniden kesilmesine maruz kalıyor: Volkswagen yıllık net kârının en az yarısını Çin pazarından elde ediyor ve BASF, 2022 yılında Çin’e rekor düzeyde 10 milyar avro yatırım yaptı. Genel olarak Çin’deki Alman yatırımları da artıyor.

Almanya’nın üç partili koalisyonu zor bir politikayı —en önemli ekonomik ortağına karşı temkinli davranmak ama entegrasyonun artan ekonomik risklerine de dikkat etmek— iğne deliğinden geçirmek zorunda. Almanya’nın haziran ayında açıklanan ilk ulusal güvenlik stratejisinde Çin’den üstünkörü bir şekilde bahsedilmesi ve Tayvan gerilimine hiç değinilmemesi, uzun zamandır beklenen Çin stratejisine dönük beklentileri artırdı. Almanya Şansölyesi Olaf Scholz, defalarca Çin’e yönelik yaklaşımın yeniden ayarlanması çağrısında bulundu ama Çin ile ilgili iç tartışmaları yönlendiren, Scholz’un daha temkinli sosyal demokratlarını zor durumda bırakan, dışişleri ve ekonomi bakanlıklarını yöneten Yeşiller oldu. Çin stratejisini Yeşillerin liderliğindeki Dışişleri Bakanlığı hazırladı ve Pekin’in yarattığı zorluklara ilişkin değerlendirmeleri şaşırtıcı derecede açık gözlü. Sadece birkaç yıl önce hayal bile edilemeyecek bir pasajda belge, Çin’in “kendi çıkarlarını çok daha iddialı bir şekilde izlediğini” ve “mevcut kurallara dayalı uluslararası düzeni yeniden şekillendirmeye” çalıştığını kabul ediyor.

Alman hükümeti, stratejinin (halihazırda gecikmiş olan) sunumunu, Çin Başbakanı Li Qiang’ın mart ayında göreve gelmesinden bu yana ilk yurt dışı gezisi olan iki hükümet arasındaki istişarelerin yedinci turu için Berlin’i ziyaret etmesine kadar erteledi. Yaklaşık on Alman endüstri lideriyle bir araya gelen Li, risklerin azaltılmasından hükümetlerin değil, şirketlerin sorumlu olması gerektiğini ve risklerin azaltılmasının işbirliğinin güçlendirilmesini gerektirdiğini, ayrıştırmanın bilakis işe yaramayacağını öne sürdü. Berlin’in Li’yi ağırlamaktaki amacı, Pekin’e Almanya’nın ayrışma peşinde olmadığı ve Çin’i hala Alman ekonomisi açısından ve iklim değişikliği gibi zorlu meselelerle mücadele konusunda ortak olarak gördüğü konusunda güvence vermekti. Scholz’un sosyal demokratları, Çin stratejisindeki çatışmacı ifadelerden endişe duydu ve Dışişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan ilk versiyonu, temmuz ayında nihai olarak yayımlanana kadar ülkenin iktidardaki üç partili koalisyonu içinde uzun süren tartışmalar sırasında sulandırıldı.

Bu strateji Almanya’nın Çin ile giderek dengesizleşen iktisadi ilişkilerini yeniden dengelemeyi ve Almanya’nın daha geniş jeopolitik hedefleriyle uyumlu hale getirmeyi amaçlıyor. Şansölye Olaf Scholz, aynı zamanda Çin’i, Ukrayna’yı işgal ederek ülkesinin güvenlik ve savunma politikasında Zeitenwende ya da deniz değişimine yol açan Rusya ile aynı kefeye koymamaya özen gösteriyor. Strateji, Almanya’yı açıkça iktisadi risklerden arındırma ilkesine bağlıyor ve Çin’e bağımlılığın ulusal güvenlik tehdidi oluşturabileceği alanlarda ülkenin kırılganlıklarını azaltmayı hedefliyor. Strateji büyük ölçüde, koordineli ihracat kontrolleri de dahil olmak üzere Avrupa Komisyonu tarafından onaylanan daha keskin araçları benimsiyor. Fakat Avrupa Komisyonu tarafından talep edildiği üzere giden yatırımlarda tarama yapılmasını zorunlu kılmaktan kaçınıyor ve sadece “değerlendirme” taahhüdünde bulunuyor.

Çin’e yoğun bir şekilde maruz kalan şirketler için mecburi stres testleri ve zorunlu raporlama da Alman hükümetinin stratejisinin son taslağında yer almadı; bu da Scholz’un Çin’den uzaklaşma sorumluluğunu hükümetlerden ziyade şirketlere yüklemeye yönelik son açıklamalarıyla uyumlu. Son olarak, stratejide Almanya’nın Çin’e bağımlı olduğu kritik alanları (örneğin elektronikte) izlemeye dönük bir mekanizma bulunmuyor. Bu eksiklikler, aksi takdirde güçlü iktisadi riskten arınma politikasını zayıflatır.

Almanya’nın yeni Çin stratejisi özünde bir iktisadi güvenlik stratejisi ve bu stratejide sert güvenlik konuları sadece ikincil planda ele alınıyor. Bu da Çin söz konusu olduğunda Almanya ve ABD’nin öncelikleri arasındaki uçurumun altını çiziyor. Strateji, Rusya-Çin işbirliğini tartışırken güvenlik kaygılarını en açık şekilde ortaya koyuyor; Çin’in Rusya’ya silah vermesi halinde bunun sonuçlarıyla tehdit ediyor ve ülkenin Ukrayna’nın egemenliğini savunmasını “inandırıcı değil” şeklinde nitelendiriyor. Ayrıca Hint-Pasifik ortaklarıyla daha fazla askeri işbirliği ve bu bölgede geçici bir askeri varlık vaat ediyor. Bunun dışında strateji, Almanya’nın Çin ile jeopolitik olası bir çatışmada (örneğin Tayvan konusunda) atacağı adımları ya da üstleneceği rolü belirlemekten kaçınıyor.

Son değil başlangıç

Çin’in ticaretteki göreli üstünlüğünü rakiplerine karşı kullanma kabiliyetine ilişkin ortak kaygılar, ABD ve Avrupa’yı riskten arındırma ajandası dahilinde birbirine yaklaştırdı. Fakat kayda değer farklılaşmalar devam ediyor ve Almanya’nın yeni Çin stratejisi de bu farklılıkların altını çiziyor. Strateji, Berlin’in Çin konusunda daha önce kullandığından daha sert bir dil benimsemiş olsa da hükümetin önceki yaklaşımından radikal bir sapmayı temsil etmiyor; bundan ziyade, jeopolitik risklere karşı ihtiyatlı bir şekilde korumacı olurken Çin ile ticaret yoluyla Almanya’nın refahını sürdürmeyi amaçlıyor. Stratejiye göre Almanya, Çin’in artan bir şekilde iddialı olduğu hakikatini kabul ediyor ve “iktisadi kararlar alırken jeopolitik unsurları göz önünde bulundurmayı” amaçlıyor. Ancak Berlin, Çin’e karşı çatışmacı bir “blokun” parçası olmak istemiyor. Strateji belgesinde belirtildiği üzere bu, Çin ile işbirliği “en acil küresel zorlukların” çözümü için “temel” olmayı sürdürüyor.

Çin’in yarattığı iktisadi zorlukları, örneğin Hint-Pasifik’teki jeopolitik zorluklarla ayrılmaz bir şekilde ilişkili gören ABD açısından Almanya’nın yeni stratejisi yeterince ileri gitmiyor. Fakat Avrupalılar Çin’in yükselişine ABD ile aynı prizmadan bakmıyor. Bunu öncelikle ekonomik bir meydan okuma olarak görmeye devam edip daha az bir güvenlik tehdidi olarak görüyorlar. Avrupa hala üçüncü taraf bakış açısına sahip. Bu perspektiften bakıldığında ABD ve Çin, Avrupa ve Çin’inkinden farklı bir rekabet düzeni olan küresel bir hegemonik rekabete karışmış durumdalar. Büyük güç rekabetinin gerçeklerinden ve Çin’in artan iddiasından kaçamasalar da Avrupalılar, jeopolitiği ABD ile birlikte hareket edilmesi gereken bir arenadan ziyade kaçınılması gereken taktiksel bir risk olarak görüyorlar.

Almanya’nın “Avrupa’nın yolu” vizyonu her iki yöne de sahip olmaya çalışıyor, iktisadi kazanımlar elde ederken zorlu güvenlik ve jeopolitik riskleri hafife alıyor olabilir. Eğer başarılı olursa Berlin, işbirliği yapmanın ve rekabet etmenin jeopolitik gerilimleri tırmandırmadan da mümkün olduğunu ispatlayacaktır. Almanya’nın stratejisi, Avrupa’nın Çin’e yaklaşımının, Avrupa koşullarına uygun ve ABD’nin yaklaşımından farklı, mantıklı bir şekilde yeniden ayarlanması olarak görülebilir. Fakat Avrupa’da bir savaş sürerken ve 2024 ABD başkanlık seçimleri ufukta belirmişken, Çin ile kopuş riskine karşı sadece tedbir almak yeterli olmayabilir. AB ve Almanya’nın jeopolitik ortamı aktif bir şekilde şekillendirmek için ekonomik güçlerini kullanmaları gerekebilir.

Pratikte bu, Almanya’nın AB Komisyonu ile birlikte Çin meselesine öncülük etmeyi amaçlaması gerektiği anlamına geliyor. Bunu başarmak için Almanya’nın kritik altyapıyı korumayı amaçlayan yeni düzenlemelerine aykırı olarak Mayıs 2023’te Hamburg limanındaki konteyner terminalinin yaklaşık yüzde 25 hissesini Çinli COSCO şirketine satma anlaşmasında olduğu gibi karışık sinyaller göndermekten kaçınmalı. Berlin ayrıca Çin’in Rusya üzerindeki etkisini abartmaktan ve Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırganlığını engelleme beklentisiyle —Rusya ve Çin arasındaki giderek yakınlaşan işbirliği ışığında yersiz olabilecek bir beklenti— Pekin’e büyük tavizler vermekten kaçınmalı. Son olarak Almanya, Rusya’da olduğu gibi, Avrupa pazarına bağımlılığın Çin’in jeopolitik hırslarını sınırlayacağını düşünmemeli. Bu da bir başka büyük hata olur.

Almanya’nın yeni Çin stratejisi, Çin’in neden olduğu veya Çin’den kaynaklanan herhangi bir aksaklığa tehlikeli bir şekilde maruz kalan Almanya’nın iktisadi kırılganlıklarının daha gerçekçi bir şekilde değerlendirilmesine dönük önemli bir adım. Ancak iktisadi risklere odaklanması ve sert güvenlik konularını sadece ikincil derecede dikkate alması nedeniyle, hızla gelişen jeopolitik ortamda hızla geride kalma tehlikesiyle karşı karşıya. Ülke içindeki siyasi çekişmeler devam ederken bile Berlin, potansiyel ekonomik baskılara maruz kalma durumunu sürekli olarak yeniden değerlendirmek zorunda kalacaktır: bugün kabul edilebilir bir risk olarak görülen şey, bir yıl sonra tamamen farklı görünebilir. Bu türden bir yeniden değerlendirme olmaksızın, ülkenin mevcut yaklaşımı AB içindeki tartışmayı ilerletmek yerine yavaşlatabilir. Almanya’nın Çin stratejisi bir temel oluşturuyor ama asıl iş önümüzde duruyor.

DÜNYA BASINI

Pezeşkiyan’ın hedefi sandığa gitmeyenler, silahı ise “korku”

Yayınlanma

İran’da 14. dönem Cumhurbaşkanlığı Seçimleri’nin ikinci turuna kalan adayların seçim kampanya süreci yeniden başladı.

İran devlet televizyonuna göre, 5 Temmuz’da yapılacak cumhurbaşkanı seçiminin ikinci turu için yarışacak reformistlerin adayı Mesud Pezeşkiyan ile muhafazakarların adayı Said Celili’nin kampanya süreci 3 Temmuz’da sona erecek.

Aşağıda çevirisini okuyacağınız analiz adayların birbirlerine yönelik suçlamalarına ve seçim kampanyalarında kullandıkları argümanlara odaklanıyor:

***

İran’da reformcuların cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmak için sosyal yardım ve korku faktörüne güveniyor

Amwaj.media

Reformist Mesud Pezeşkiyan ve muhafazakâr Said Celili, 28 Haziran’daki cumhurbaşkanlığı seçiminde hiçbir aday oyların çoğunluğunu alamadığı için ikinci turda karşı karşıya gelecek.

Pezeşkiyan’ın kampanyası şimdi ilk turu boykot eden seçmenlerle iletişim kurmaya ve katılımı artırmak için olası muhafazakâr yönetimin tehlikelerini vurgulamaya hazırlanıyor. Celili’nin ekibi ise reformist rakibini plansız olarak göstermeye çalışıyor.

Sonuçlar: 28 Haziran seçimleri, muhafazakâr eski Cumhurbaşkanı Reisi’nin geçen ay bir helikopter kazasında hayatını kaybetmesiyle tetiklendi. İran anayasasına göre erken seçimlerin 50 gün içinde yapılması gerekiyor.

Milletvekili Pezeşkiyan ve eski nükleer baş müzakereci Celili, İran’da 28 Haziran’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda yeterli oyu alamadıkları için 5 Temmuz’da karşı karşıya gelecekler.

-Pezeşkiyan 10,5 milyon (yüzde 42,5) oy alırken, Celili 9,5 milyon (yüzde 38,6) oy aldı.

-Başlangıçta seçimin favorisi olarak görülen muhafazakâr Meclis Başkanı Muhammed Bakır Kalibaf ise 3.4 milyondan az (yüzde 13.8) oy alarak üçüncü oldu.

-Muhafazakâr eski adalet bakanı Mustafa Purmuhammedi ise kullanılan oyların yüzde 1’inden azını alarak (yaklaşık 200.000) sonuncu oldu.

Katılım oranı: Kamuoyu yoklamaları, 2021 seçimlerinde seçmen katılımının bir önceki rekor düşük seviye olan yüzde 48,8’den daha yüksek olacağını öngörmesine rağmen, seçime katılım sadece yüzde 39,9 oldu.

Rekor düşük katılım oranı, 2020’de başlayan ulusal seçimlere düşük katılım eğilimini tersine çeviremedi. Seçmen ilgisizliği ve reform yanlısı adayların neredeyse tamamının seçime katılımının engellenmesi bu eğilimi tetikledi.

-Muhafazakârların parlamentoyu ılımlılardan ve Reformistlerden geri aldığı 2020 yasama seçimlerinde oy kullanma hakkına sahip seçmenlerin yüzde 42’sinden biraz fazlası oy kullandı.

-Reisi’nin genel olarak “tek atlı yarış” olarak görülen seçimi kazandığı 2021 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde seçmenlerin yüzde 48,8’i oy kullandı ki bu o zamana kadar bir cumhurbaşkanlığı oylaması için en düşük katılım oranıydı.

-Bu yıl mart ayında yapılan parlamento seçimlerinin ilk turunda da seçmenlerin yaklaşık %41’i oy kullanmıştı.

Yankıları: Pezeşkiyan için kampanya yürüten eski Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif (2013-21) katılımın düşük olmasını halkın “yönetim şeklimizden memnun olmamasına” bağladı ve geçmişteki eksiklikler için özür diledi.

-Siyaset sosyoloğu Mehran Solati, 30 Haziran’da reform yanlısı Hammihan gazetesine verdiği demeçte, özellikle etnik azınlıkların çoğunlukta olduğu sınır illerindeki düşük katılımın, ülkenin seçimler konusunda “derinleşen öfke ve artan bir hayal kırıklığı” ile karşı karşıya olduğunu gösterdiğini söyledi.

Muhafazakâr Kayhan gazetesi ise katılımın düşük olmasından ılımlı Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani (2013-21) hükümetinin ekonomik performansını sorumlu tuttu.

-Kayhan, ekonominin durumu nedeniyle halkın hayal kırıklığına uğradığını ve Ruhani’nin halefi, son cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin (2021-24) Ruhani’nin kendisine bıraktığı ekonomiyi düzeltmek için yeterli zamanı olmadığını iddia etti.

-Muhafazakâr gazete 28 Mayıs’ta Reisi’nin çabaları sayesinde seçime katılımın “gözle görülür şekilde yüksek” olacağını öngörmüştü.

Pezeşkiyan’ın ekibi, 5 Temmuz’da yapılacak ikinci tur öncesinde kampanya çalışmalarına başlarken, ilk turda sandığa gitmeyenlere ulaşmaya çalışıyor.

-Zarif, Reformcu kampa bağlı kampanyacılara yaptığı bir konuşmada, halkın “yalan bombardımanına” tutulduğu için “doğrudan insanlarla konuşmalarını” önerdi. Pezeşkiyan için kampanya yürütenler 30 Haziran’da Tahran’ın farklı bölgelerinde bir araya gelerek sıradan İranlıların sorularını yanıtladılar.

Pezeşkiyan 30 Haziran’da, 5 Temmuz’daki zaferinin mecazi bir tren kazasını önlemek için gerekli olduğunu ima ederek dikkatleri üzerine çekti.

-Reformist aday, bir çiftçinin, rayları tıkayan kayalara çarpmadan önce gelen trenin sürücüsünü durdurmak için kıyafetlerini ateşe verdiği bilinen bir grafiği paylaştı. “Fedakâr çiftçi” hikayesi -1961 yılının bir Kasım gecesi yaşanan Rizali Khajavi’nin gerçek eylemlerini konu alıyor- İran ilkokullarında vatanseverlik ve görev bilinci örneği olarak öğretiliyor.

-İran’ı trene ve 28 Haziran seçimlerini boykot eden seçmenleri de yolcularına benzeten Pezeşkiyan, ülkenin “İran’ın geleceği tehlikede olduğu için” yolcuları uyarmak amacıyla “fedakâr çiftçi” gibi insanlara ihtiyaç duyduğunu söyledi.

-Pezeşkiyan’ın paylaşımına tepki olarak Khajavi’nin oğullarından biri internette bir video yayınlayarak kendisinin ve ailesinin Celili’ye oy vereceğini söyledi.

Reformcu adayın destekçileri de muhafazakâr bir cumhurbaşkanının iktidara gelmesinin kötü sonuçlar doğurabileceği korkusundan faydalanarak destek toplamaya çalışıyor.

-Eski Bilgi ve İletişim Teknolojileri Bakanı (2017-21) ve Pezeşkiyan’ın kampanyasının destekçisi olan Muhammad Cevad Azar Cahromi 29 Haziran’da olası bir Celili yönetimini Taliban tarafından yönetilen bir hükümete benzetti.

-Siyasi yorumcu Muhammed Ali Ahangaran 29 Haziran’da Pezeşkiyan’a oy vermenin işleri “mutlaka” daha iyi hale getirmeyeceğini, ancak “seçimi boykot etmenin ya da Celili’ye oy vermenin kesinlikle felaket getireceğini” yazdı.

Bu arada Celili’nin destekçileri 69 yaşındaki Pezeşkiyan’ın sağlığını ve cumhurbaşkanı olmak için gereken özelliklere sahip olup olmadığını sorguladı.

-Muhafazakâr milletvekili ve Celili’nin destekçisi Hamid Rasaee 30 Haziran’da “söylentilere” dayanarak Pezeşkiyan’ın hastalığı nedeniyle Celili ile televizyonda yapılacak bir tartışmaya katılmayacağını söyledi ve Pezeşkiyan’ın dört yıl boyunca ülkeyi yönetecek kadar sağlıklı olup olmadığını sordu. Pezeşkiyan’ın tartışmadan çekildiğine dair resmi bir açıklama yapılmadı.

-Muhafazakâr bir milletvekili ve eski bir televizyon sunucusu olan Emirhüseyin Sabeti, Pezeşkiyan’ı ülkenin sorunlarını ele alacak bir “planı olmamakla” suçladı. Sabeti ayrıca reformist adayın yarışı kazanması halinde benzin fiyatlarının sekiz kattan fazla artacağını iddia etti.

Adaylar: Eğitimli bir kalp cerrahı olan Pezeşkiyan, Batı ile ilişki kurma ve temel sosyal ve kültürel özgürlükleri güvence altına almak için mücadele etme mottosuyla yarışıyor.

– Tecrübeli milletvekili, yolsuzlukla mücadele etme sözü verdi ve İran’ı yıllardır kara listesinde tutan hükümetler arası kara para aklama karşıtı bir kuruluş olan Mali Eylem Görev Gücü (FATF) ile işbirliğinden yana konuştu.

-Pezeşkiyan, Dini Lider Ayetullah Ali Hamaney tarafından belirlenen politikalardan övgüyle bahsetti. Bu nokta, İslam Cumhuriyeti’ni eleştirenler tarafından Pezeşkiyan ve muhafazakâr rakibi Celili’nin birbirinden farkı olmadığı iddia etmek için sıklıkla referans gösteriliyor.

Celili aşırı muhafazakârlar arasında popüler ve Reisi yönetimindeki pek çok kişinin desteğine sahip.

-Muhafazakâr Celili 2007-2013 yılları arasında Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi (YGK) sekreteri olarak görev yaptı ve bu dönemde Batı ile nükleer müzakereleri de yürüttü. Müzakereler hiçbir yere varmadı.

-Batı ile ilişkilerin geliştirilmesine karşı olan ve 2015 nükleer anlaşmasına da şiddetle karşı çıkan Celili şu anda Hamaney’in YGK’deki kişisel temsilcisi olarak görev yapıyor.

Öngörü: İki cumhurbaşkanı adayı 5 Temmuz’da yapılacak ikinci tur öncesinde televizyonda yayınlanacak iki münazarada karşı karşıya gelecek.

-Celili, Kalibaf’ın oylarının kendi lehine döneceğini umuyor ancak meclis başkanının destekçilerinin Celili’nin davasına ne kadar bağlı olduğu konusunda soru işaretleri var. Şimdiden, en azından bazı oyların Pezeşkiyan’a gideceğine dair işaretler söz konusu

-İkinci turu kazanmak için Pezeşkiyan’ın katılımı artırmak için elinden gelen her şeyi yapması gerekiyor. Kampanyası, kısmen kullanılmayan her oyun Celili’ye oy vermek anlamına geldiğini savunarak ilk turu boykot edenleri kazanmaya odaklanacak.

-Sosyal medyadaki söylem, Reformist adayın Celili gibi muhafazakâr birinin cumhurbaşkanı olmasından endişe duyan seçmenlerden fayda sağlayacağını gösteriyor. Ancak bu korku faktörünün seçmen ilgisizliğini yenmeye yetip yetmeyeceğini zaman gösterecek.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Sergey Glazyev ile mülakat: Devasa sermaye kaçışı devam ediyor

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Ukrayna’daki savaşın Rusya’nın ya da Rus sermayesinin Batı’dan büyük ölçüde kopuşunu beraberinde getirdiği doğru. Fakat bu kopuşun niteliklerine dair tartışılacak çok fazla noktanın olduğu da doğru. Bu kopuş henüz nihai aşamasına ulaşabilmiş değil. Ve Rusya’nın sermayedarları ve politikacıları, 90’lardan kalma köhnemiş fikir ve anlayış biçimlerini terk etmiş değiller, Glazyev bu konuda haklı.


Glazyev: Devasa sermaye kaçışı devam ediyor

Yuriy Pronko

Tsargrad

29 Haziran 2024

Rusya, Avrupa’dan ithalatı Çin ve Hindistan’dan gelen mallarla tamamen ikame edebilir mi? Neden hala Boeing’lerle uçuyoruz? 1998’deki temerrüt bize nasıl fayda sağladı? 300 milyar doları kaybetmemek için ne yapmamız gerekiyor? Rusya Bilimler Akademisi’nden Sergey Glazyev anlattı.

Yeni Volga modelinin halka tanıtımı sırasında pek de duygusal olmayan Başbakan Mihail Mişustin yetkililere şunu sormuştu: Direksiyonunuz Çin üretimi mi? Ve otomobil markasının neden hem Rusça olmayıp hem Kiril alfabesiyle yazıldığını anlamıyorum. Gerçekten ithal ikamesi mi yapıyoruz yoksa Çin, Batı’nın yerini mi aldı?

Bu duruma göre değişiyor. Çin bugün her şeyi üretiyor. Hindistan da öyle. Ve bu iki dev ile ticaretteki büyüme şaşırtıcı: Yaptırımlara rağmen yıllık yüzde 25 ila 30. Avrupa’dan yapılan ithalatı tamamen Çin ve Hindistan’dan yapılan ithalatla ikame edebiliriz. Bu arada, Çin ile ticaret AB ile ticaretten daha iyi değil, aksine daha kötü bir yapıya sahip.

Hammadde payı AB’ye kıyasla daha büyük, nihai ürün payı ise daha küçük. AB’nin hammadde sağlayan uzantısı olduğumuzdan daha büyük ölçüde Çin’in hammadde sağlayan uzantısı haline geliyoruz. Bu eğilimin üstesinden gelmek için nihai ürün üretimini ve iş birliğini artıracak kredilere ihtiyacımız var. Çin ile birlikte katma değerli zincirlerin oluşturulmasını teşvik etmeliyiz. Farklı sektörlerde durum oldukça farklı. Otomotiv sektöründe, uzun yıllar süren endüstriyel montajın ardından, Batı’dan ithal edilen bileşenleri Doğu’dan gelenlerle ikame etmemiz gerekiyor.

Hayali başarılar

Ancak bu gerçek bir ithal ikamesi midir?

Yetkililerimiz Kaluga oblastında Volkswagen’in üretimini kurduklarıyla övünürken —zira her şey robotlara dayanıyordu— 300 istihdam yaratmıştı. Peki Avtovaz’da kaç kişinin işine son verildi? Nerede tam bir iş birliği zincirimiz var?

Ürettiğimiz nihai ürünlerle, neredeyse tüm teknolojik zincir boyunca ilgilenmemiz gerekiyor. İthal bileşenlerden makine yapımında elde ettiğimiz başarıların hayali başarılar olduğunun farkına varmamız gerekiyor. Rusya ve Avrasya Ekonomi Birliği (AEB) içinde yer alan yerli katma değer zincirlerimize dayalı daha derin ithal ikamesi fırsatlarını zorluyoruz.

Devlete ait bir şirket olmasına rağmen Aeroflot neden tamamen Rusya üretimi Tu-214 uçağı almaya ikna edilemiyor? Ya da Tamamen Rusya üretimi İl-76 satın almaya? Üç yerine iki pilotu olması gerektiği, motorunun daha az ekonomik olabileceği hakkındaki tüm iddialar saçmalık. Kendi üretimimiz uçaklara; Tu-204, 14, Tu-334, İl-96, İl-112’ye geçmemiz gerekiyor. An-70 ve An-124, Ukrayna ekipmanına sahip olmasına rağmen An-124 bile üretilebilir. Bunların hepsini kendimiz yapabiliriz.

Batı’nın servis vermediği ve motorları arızalanan Boeing’ler ise kaldırılmıyor.

Tu-214’lerimizi satın alma yükümlülüklerini yerine getirmek yerine, bir şeyler icat etmeye başladılar. Batı ile karşı karşıya geldiğimiz bir durumda, şirketleri hesaba almayıp büyük kararlar almalıyız. Kendi uçaklarımıza geçelim. Onları işletmek daha pahalı olabilir, bakımlarını yapmak daha zor olabilir.

Batı tarafından ambargo geldiğinde ve bize uçak parçaları vermeyi kestiklerinde, havacılık idaremizin kafası karıştı. Zira hem bakım hem de satın alma her şeyi yurt dışına yaptırıyorlardı. Nereden ne alacaklarını bile bilmiyorlardı. Batı ekipmanları üzerinde asalak bir yaşam sürüyorlardı ve bu da yönetimimizin tamamen gevşemesine yol açtı. İthal ekipman satın almakla değil, ülke içinde üretimi organize etmekle meşgul olunmalı.

Bu insanlar bir şeyleri değiştirebilecek kapasitede mi?

Yönetici pozisyonlarına sadece bir cepten diğerine nasıl para aktarılacağını bilen ne üzerine ihtisas yaptığı belli olmayan yöneticileri değil, mühendisleri terfi ettirmeliyiz. Yerli üretimin çıkarları, ikinci el bir Amerikan motoru nasıl alınır, Afrika üzerinden nasıl ithal edilire odaklanan konjonktürün çıkarlarından daha yüksek olmalı. Artık uzun vadeli stratejik kararlar alma zamanı. Yerli teknolojik tabana dönme zamanı.

Buna yönelik bir potansiyel olduğunu düşünüyor musunuz?

Potansiyel var. Bu da 2021 yılında yılda en az yüzde 5 oranında büyümemizi sağlıyor. Son iki yılın dinamikleri, sektörün üretim fırsatlarındaki artışa kolayca yanıt verdiğini gösteriyor.

1998 yılında Primakov-Geraşçenko’nun politikası sayesinde, eylül ayından itibaren temerrütten sonra, ithal ikamesi temelinde sanayi üretiminde patlayıcı bir büyüme yaşandı. Daha sonra ithalatın fiyatı hızla yükseldi ve Merkez Bankası enflasyon oranının altında bir oranda kredi verdi. Model mükemmel bir şekilde işledi. Sanayi her ay yüzde 2 oranında büyüdü. Dokuz aylık çalışma sonunda sanayi üretimindeki büyüme yüzde 20 oldu. Belki bugün böyle bir büyüme yok. Ama üretimde yüzde 10’a kadar büyümeyi sürdürebiliriz.

Dünyadaki en yüksek emek sömürüsü

Ve bunun için beyinlerimiz var mı?

Hem beynimiz hem de insanımız var. Ve sanayi bölgelerimizin bu deneyimi, hükümet yerli ürünlere olan talebi artırmaya başlar başlamaz, sanayinin hemen karşılık verdiğini gösteriyor. Belki işgücü piyasasında lokal açıklar var. Ancak bununla ciddi bir şekilde ilgilenmemiz gerekiyor. Uzmanlar, teknik uzmanlar, mühendislik personeli yetiştirmemiz gerekiyor. Ve ücret artışları kaçınılmaz. Ücretlerin GSYİH’deki payının diğer ülkelere kıyasla bir buçuk kat daha düşük olduğunu unutmayalım.

Üretimi ücretlere böldüğümüzde, işçilerimizin her bir ruble ücret başına Avrupa ya da ABD’ye kıyasla üç kat daha fazla üretim yaptığı ortaya çıkıyor. Dünyadaki en yüksek emek sömürüsüne sahibiz. İnsanlar “oh be ücretler artmaya başladı” derken, 1990’ların başında ücretlerin kat kat düştüğünü unutuyorlar. Ve daha fazla da artmadı.

Ücret artışlarının altına girmek zorundasınız. Bu normal bir olgudur. Bu, işgücü verimliliğindeki büyümeyi geriletiyor. Fakat bunun olmaması için otomasyona, robotlaşmaya yatırım yapmamız gerekiyor. Eğer yeterli sayıda işçimiz yoksa, istihdam edilen bin kişi başına düşen robot sayısı bakımından neden dünyada son sıralardayız?

Batı’nın hırsızlığına karşı uyarı

2014’ten bu yana Rusya’nın döviz rezervlerinin çalınabileceği konusunda uyarıda bulunan birkaç uzmandan biri, hatta tekiydiniz. Kenara itildiniz; “orada yasalar var, kimse hiçbir şeye dokunmayacak,” denmişti.

Düşmana döviz rezervlerimizle operasyon yapma fırsatı vermiş olmamız beni çok üzüyor. Ukrayna Silahlı Kuvvetleri bu rezervler karşılığında finanse ediliyor. Batı, rezervlerimize siyasi düzeyde el koymaya hazır. Ancak finansörler hala direniyor ve palyatif çözümler arıyor. Fakat bunun onlar için siyasi olarak çözülmesi gereken bir mesele olduğunu anlamalıyız.

Bu devasa meblağı kayıp mı ettik?

Batı’da iktidarda olanlar bize karşı savaş üzerine bahse girdiler, bu yüzden intihar eğilimlerini değiştiremezler. Bunun iyi bir şey getirmediği hakikatini göze alıyorlar. Avrupa’da giderek büyüyen bir ekonomik ve sosyal felaket görüyoruz. Avrupa rekabet gücünü hızla kaybediyor ama kilit pozisyonlarda Amerikan kuklaları oturuyor. Bir Rusya düşmanı daha NATO Genel Sekreteri seçildi. Bekleyeceğiz, belki birkaç yıl içinde Avrupa ülkelerinde yeniden seçim dalgası başlayacak. Belki Fransa bir ay içinde hükümetini değiştirecek.

Ancak von der Leyen’e Avrupa Komisyonu başkanı olarak beş yıl daha görev süresi tanındı.

Belki de ABD’de kaos öyle bir seviyeye ulaşacak ki, Rusya’ya karşı savaşın durumlarını daha da kötüleştirdiğini fark edecekler. Bu tamamen öznel bir durum. Paramız bize verilmiyor. Onu geri alıp alamayacağımız, bizden kendileri için olumlu şeyler isteyecekleri zaman göreceli bir siyasi soru.

Şu anda bizi yok etmeye çalışıyorlar. Ve cevabın asla kendilerine gelmeyeceğini düşündükleri sürece, yüzsüzce ve dizginlenemez bir şekilde davranıyorlar.

Batı toplumu buna daha ne kadar tahammül edecek?

Batı toplumu Rusya ile dost olmak ve ilişkileri yeniden tesis etmek isteyen siyasetçileri iktidara getirdiğinde bu soru gündeme gelecektir. Zira yaptıkları şey, finans terminolojisinde temerrüt olarak adlandırılır. Batı temerrüde düşmüş durumda, ülkeler kredibil değil. Sadece bize değil, bir dizi başka ülkeye olan borçlarını ödeyemiyorlar.

Onlara iflas etmiş muamelesi yapmalıyız. Ve tüm bu kredi notlarımız Batılı ülkelere karşı temerrüde düşürülmeli. Ahlaki açıdan bakıldığında Batı’nın yaptığı şey soygundur. Finansal açıdan bakıldığında temerrüttür. Siyasi açıdan ise bu onların stratejik hatasıdır.

Rusya’nın bu formülasyondaki durumu değerlendirmeye hazır olup olmadığından şüpheliyim. Maliye Bakanlığı’nın eylemlerine bakıyorum, Merkez Bankası’‘nın söylemlerini işitiyorum. Perde arkasında bile böyle bir şey söylenmiyor. Aynı simalar, Sergei Yuriyeviç, kameraların, sıkı sıkıya kapalı kapılar ardında konuştuğunuz simalar, size “hayır, böyle olmayacak, [bu varlıklar] hiçbir yere gitmedi,” dediler mi?

Bir hatayı kabul etmek cesaret ve nitelik gerektirir. Ne yazık ki Merkez Bankası hem dünyanın hem de bilimin uzun zaman önce terk ettiği ilkel modellere göre yön alan niteliksiz insanlar tarafından yönetiliyor.

Ancak bunun bedeli 300 milyar dolar.

Merkez Bankası şu an bile IMF’nin tavsiyelerine körü körüne bağlı. IMF tarafından kendilerine dolar ve avro dışında rezervlerinizi koyabileceğiniz başka bir varlık olmadığı, zira bu para birimlerinin likit olduğu ve iyi bir faiz oranına sahip olduğu söylendi. Onlar da Washington’dan gelen tavsiyelere uydular.

Her şeyden önce döviz rezervlerine el konulacağı konusunda defalarca uyarıda bulundum, 2014’te bu aşikardı. Gözlerimizin önünde İran’ın, Afganistan’ın, Venezuela’nın rezervlerine el konuldu. Venezuela’nın sadece döviz rezervlerine el koymakla kalmadılar, varlıkları muhalefete aktardılar.

Fakat Rusya’nın sözde muhalefetine 300 milyar verecek halleri yok.

SWIFT ile ilişkimizin kesileceğini 12 yıldan uzun bir süre önce ilk söyleyen bendim. Sonra Merkez Bankası başkanı bana dedi ki: “Merkez Bankası’na atom bombası atılması gibi bir riski göze alamayız”. Ben de “Yaparlar, atom bombasının bununla ne alakası var?” dedim. İran dışarıya kapatıldı ve biz de kapatılacağız.

Şükür ki Devlet Başkanı’nın bankalar arası bir finansal haberleşme sistemi zamanında oluşturuldu. Bu sistem, Devlet Başkanı zamanında talimat verdiği için var. Kendi başlarına ne SPFS’yi ne de Mir kartı asla yapamazlardı. Biz en azından bilişim ve teknik altyapıda, ödeme ve finans sisteminde kendimizi hazırladık.

Rezervleri elden çıkarmış olmamızın stratejik bir hata olduğunu düşünüyorum. Bundan kolayca kaçınılabilirdi. Nereye yatırım yapacağımızı bile düşünmeyebilirdik, yalnızca kendi ürettiğimiz altını satın alabilirdik. Altın ihraç etmeye devam ediyoruz. Farklı para birimlerinde oldukça büyük bir döviz kazancımız var ve bu kazançları altın biriktirmek ve rubleye dönüştürmek için kullanabilirdik. İhracatçılara ruble verip gelirlerini altına çevirebilirdik…

Son olarak, bu parayla altın satın alın. Pek çok ihtimal var, bu yüzden ellerimizi havaya kaldırmamız gerekiyor. Ve hataların tekrarlanmamasını ummalıyız.

Batı basını da neredeyse her gün çıkan makalelerle Merkez Bankası yönetimini övüyor.

Bu yüzden övülüyorlar, zira oradan gelen talimatlarla hareket ediyorlar. Ve ekonomimizin gelişmesini yasaklayarak hareket etmeye devam ediyorlar. Yatırımları engelliyorlar ve dövizi ülke dışına itiyorlar. Orada herhangi bir para birimini doğrudan kote etmelerini sağlamak zor. Yuanın kote edilmesi iyi bir şey. Ama rupi henüz kote edilmedi. Rupi neden kote edilmiyor?

Başbakan Modi’nin Moskova’ya yapacağı ziyaretten sonra belki durum değişir?

Rupinin neden kote edilmediği hiç de açık değil. Çok büyük bir döviz akışı var. İhracatçıların satacak hiçbir yeri yok. Aslında para otoriteleri, aşırı ısınma ve aşırı döviz arzı hakkında her türlü peri masalını uydurarak ekonomimizin kalkınmasını engellemeye devam ediyor.

Dolar ve avro cinsinden değil ama diğer para birimleri cinsinden devasa bir sermaye kaçışı devam ediyor. Ve yıllardır içinde sallanıp durduğumuz kısır döngüyü iktisadi refah döngüsüne dönüştürecek yatırımlardan feci şekilde yoksunuz. Bunun için ucuz kredilere, üretken yatırımları finanse edecek, ülkenin stratejik planları, Devlet Başkanı’nın açıkladığı öncelikler doğrultusunda hedefli kredilere ihtiyacımız var. Hem bilim ve teknoloji politikası hem de kalkınma hızı açısından bu önemli.

Milli ölçütlerimiz siyasi olarak formüle edildi.

Ancak bu talimatlar için para yok. Sadece bütçe var. Ve bütçe iktisadi politikanın ana aracı değildir. Bütçenin başka pek çok görevi vardır. İktisadi politikanın ana aracı kredidir, bütçe değil. Stratejik planların ve ülke liderliği tarafından belirlenen siyasi hedeflerin ana uygulayıcıları bankalar olmalıdır. Bankalar, ekonominin hızla kalkınacağı yönlerde kredi vermelidir, bu yönler görülebilir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Avrupa’nın depremi: Popülist bir geri tepme

Yayınlanma

Avrupa’nın depremi

Štefan Auer
Prospect
15 Haziran 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Deprem epey uzun zamandır bekleniyordu. Geniş ölçekte tahmin de ediliyordu. Fakat yaşananlar yine de pek çok kişiyi şaşırttı. Avrupa entegrasyonuna şüpheyle yaklaşan siyasi güçlerin Avrupa Parlamentosu seçimlerinde elde ettiği olağanüstü başarı kıtayı önemli ölçüde değiştireceğe benziyor. AB’nin en üst düzey görevleri için kaotik bir müzakere ve at pazarlığı dönemine girilirken, Avrupa’nın on yıl sonra nerede olacağını tahmin etmek, on gün içinde nasıl bir şekil alacağını tahmin etmekten belki de çok daha kolay görünüyor.

Ayrı kimliklere sahip halklar Avrupa siyaset sahnesine çıkma tehdidinde bulundukça daimî bir birliğin fikri dahi ortadan kalkıyor. “Halklar” ifadesini kasti olarak çoğul olarak kullanıyorum zira birçok Avrupa yanlısı akademisyen ve yorumcunun kabul etmeyi reddettiği bir gerçeği en baştan söylemek istiyorum: Avrupa, ulus devlete benzer bir siyasal yapı teşkil etmiyor. Bunun yerine, 27 ayrı demosu olan 27 üye devletten oluşuyor. Bu durum, Oxfordlu akademisyen Kalypso Nicolaidis tarafından savunulan öncü bir kavram olan “demoikrasi”den farklı bir anlama geliyor. Nicolaidis Avrupa’yı “hem devletler hem de yurttaşlar olarak anlaşılan, birlikte yöneten ama tek olmayan bir halklar birliği” olarak görmek istiyor. Ancak böyle bir Avrupa, nihai otorite sorununu göz ardı ettiği için özellikle kriz zamanlarında işleyemez hale geliyor. Böylesi bir siyasal yapıda egemen kim olacaktır? İstisnaya kim karar verecektir? Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron bu sorulara yanıt olarak gerçek anlamda egemen bir Avrupa’nın yaratılmasını savunuyor. İşte tam da bunun için Macron ve Alman mevkidaşı Şansölye Olaf Scholz mayıs ayında “Avrupa’mız ölümlüdür” ve “Bu zorluğun üstesinden gelmeliyiz” diye yazmışlardı.

Ne var ki bu zorluğun üstesinden gelemediler ve bana kalırsa Avrupa’nın geleceğini şekillendirecek bir konumda da olmayacaklar. Scholz’un iktidardaki Sosyal Demokrat Partisi (SDP) oyların yalnızca yüzde 14’ünü alarak aşırı sağcı ve Avrupa şüphecisi Almanya için Alternatif’in (AfD) ardından üçüncü sırada yer aldı. Fransa’da da Macron’un Rönesans partisi sadece yüzde 15 oy alabildi ki bu oran Marine Le Pen’in Ulusal Birlik (RN) partisinin yarısından daha az bir oy almış olduğu anlamına geliyor. Ancak pek çok açıdan, bu Avrupa seçimleri değil, 27 (ayrı) ulusal seçim demek. Hukukçu Alberto Allemano’nun da ifade ettiği gibi, bu seçimlerde “insanların ulusal adaylar çıkaran, ulusal gündemler sunan ulusal partilere oy verdiğini gördük.”

Allemano teşhislerinde haklı olsa da reçetelerinde yanılıyor. Zira halen Avrupa’nın daha da Avrupalılaştırılması çağrısında bulunuyor. “Seçimleri gerçekten Avrupa düzeyinde yaparsanız, bir Avrupa demosu yaratacak ve bu da bir Avrupa demokrasisinin doğmasına yol açacaktır. Mükemmel olmayacak, tartışmalar devam edecek, ancak insanlar seslerini duyuracak ve Avrupa giderek daha demokratik hale gelecek”, argüman bu şekilde ilerliyor. Oysa bunlar bir işe yaramaz. Avrupa’da demokrasiyi kurtarmak için, siyasal yapılar daha fazla Avrupalılaştırılmamalı, tersine ulusallaştırılmalıdır. Zaten bu durmak bilmeyen Avrupalılaşma süreci bizi şimdi bulunduğumuz yere getirdi: Yalnızca liberalizme karşı değil, demokrasiyi mümkün ve sürdürülebilir kılan temel ilke ve değerlere karşı popülist bir geri tepme.

Önümüzdeki yıllarda bu seçimler Avrupa için önemli bir dönüm noktasını teşkil edecek ve AB’nin kendini uluslarüstü, yarı egemen bir federasyona dönüştürme hedeflerinin sonunu işaret edecek gibi görünüyor. Gittiğimiz Avrupa, sadece Brexit referandumundan önce David Cameron’ın talep ettiğine değil, aynı zamanda mevcut Avrupa Birliği’nin oluşturulmasına karşı çıkan Margaret Thatcher’ın savunduğuna da çok daha yakın olacak. Cameron hem AB dışından hem de içinden gelen göçün daha fazla kontrol edilmesini istemişti, Thatcher ise bilindiği üzere ulus devletler Avrupa’sı için mücadele etmişti. Kendisinin 1988’de Bruges’deki [Avrupa Birliği’ne binlerce bürokrat yetiştirmiş olan] Avrupa Koleji’nde yaptığı bir konuşmada ifade ettiği gibi, “Avrupa, birbirini daha iyi anlayan, birbirini daha çok takdir eden, birlikte daha çok şey yapan fakat ortak Avrupa çabamız kadar ulusal kimliğimizi de yücelten bir milletler ailesi olsun”.

Thatcher’ın mesajı bugün Birlik genelinde -memnuniyetsizliklerini ana akım uzlaşıya karşı çıkan sağ ya da sol partilere oy vererek ifade eden- seçmenler arasında yankı bulacaktır. Bu, seçmenlerin tek tek üye ülkelerdeki kaygıları arasındaki büyük farklılıkları küçümsemek anlamına gelmiyor. Ama Avrupa her zaman farklı halklar için farklı anlamlar ifade etmiştir, ki bu kurucu altı ülke olan Belçika, Fransa, Batı Almanya, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda için dahi geçerlidir. Sadece Fransa ve Almanya arasındaki farklılıkları düşünün. Fransız elitleri Avrupa projesini Fransa’yı büyütmek için bir araç olarak görürken, birçok Alman için Avrupa’nın amacı İkinci Dünya Savaşı esnasında barbarlığa sürüklenen uluslarının itibarını yeniden kurabilmekti. Tam da bu doğrultuda Almanya, gücünü gizleyebilmek amacıyla Avrupa’yı kullandı.

Fransa’daki seçim sonrası gelişmeler, eğer ihtiyacımız varsa, iç politikanın ne denli merkezi olduğunu bize yeniden hatırlatıyor. Sayısız iç soruna rağmen Macron epey yakın bir zamana kadar Avrupa’nın lideri olarak görülüyordu. Partisinin Avrupa Parlamentosu oylamasındaki kötü performansının ardından erken seçim çağrısında bulunması, onun sonunu hızlandıracaktır. Marine Le Pen’in Ulusal Birlik’i Fransa Ulusal Meclisi’nde salt çoğunluğu elde etmesi de ya da buna yaklaşması durumunda, Macron’un sosyal tabanı büyük ölçüde eriyecektir. Bu da demek oluyor ki artık Fransa ve -daha önemlisi- Avrupa açısından güvenilir bir lider olarak görülmeyecektir.

Buna karşılık, İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’nin İtalya’nın Kardeşleri partisi (Fratelli d’Italia – FdI) ulusal oylardaki en büyük payı (yüzde 29) topladı. Bu durum, Avrupa Parlamentosu’ndaki parti grubunun toplam büyüklüğüne (ana akım merkez sağ parti, bir merkez sol parti ve Macron’un Renew Europe partisinden sonra dördüncü sırada yer almasına) rağmen Meloni’nin demokratik itibarını ve demokratik referanslarını daha da güçlendirdi. Böylece Avrupa yenilenecek fakat Meloni ve takipçilerinin bir süredir savunduğu doğrultuda. Yani, Avrupa’yı egemen kılmak yerine, üye devletler ulusal egemenliklerini Avrupa’dan geri kazanmaya çalışacaklar. Hem kolektif olarak hem de tek tek ulus devletler olarak, göç üzerinde daha fazla kontrol sağlamanın yanı sıra ulusal ekonomileri üzerinde (bir miktar) kontrol sağlamak için bastıracaklar.

Brüksel ve diğer Avrupa başkentlerinde Donald Trump’ın olası yeniden iktidarının hayaleti dolaşıyor. Ukrayna’daki durum ise vahametini koruyor. Rusya’nın ülkeyi yok etme konusundaki arzusu azalmış görünmüyor. Ancak yetkilerin bir kısmının kurucu üye devletlere geri verildiği bir Avrupa, Ukrayna için her zaman kötü haber demek değil. Bir bütün olarak AB, zor durumdaki bu ülkeye sürekli bol kepçeden söz verip ama vaat ettiğinin çok altında verdi. Ukrayna’nın kararlı destekçileri genellikle üye devletler ve AB dışındaki ülkeler, yani ABD ve İngiltere olmuştur. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte de bu ülkelerin rolü hem NATO içinde hem de NATO’nun dışında daha da önemli hale gelecektir.

Peki ya egemen Avrupa? Hatırlayın, dünyada kendi çıkarlarını önceleyecek ve savunacak bir Avrupa? Bağımsız, özerk, dirençli, ABD ve Çin de dahil olmak üzere diğer büyük güçlerden bağımsız bir Avrupa? İşte o Avrupa zaten hiçbir zaman gerçekleşmemiş bir gelecek düşüydü. Gücünü ve güvenilirliğini yeniden kazanmak için Avrupa’nın kendi vatandaşlarına karşı daha duyarlı olması gerekiyor. Bunun da ulus-devletler düzeyinde başarılması, oluşmakta olan uluslarüstü bir yönetimden çok daha olasıdır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English