Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

BRICS ailesinin genişlemesi ve Brezilya Zirvesi

Yayınlanma

2001 yılında Batılı bir iktisatçı tarafından yazıya dökülen BRIC (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) fikri 2009 yılında gerçek oldu. 2009 yılında BRIC kurucu ülkeleri Rusya’da bir araya geldi. 2010’larda, BRIC ülkeleri arasında ekonomik iş birliğinin artmasıyla birlikte diğer gelişmekte olan ülkelerin de bu platforma dâhil olması fikri ortaya çıktı. 2010 yılında Brezilya’da yapılan BRIC zirvesinde, grubun gelecekte genişlemeye açık olduğu fikri gündeme geldi. BRIC’in genişleme isteği, kurucu dört üye tarafından olumlu karşılandı. BRIC 2011 yılında Güney Afrika’nın üyeliği ile meşhur BRICS adını aldı. Bu BRICS grubunun ilk genişleme dalgası oldu. Ardından 2024 yılında BRICS ikinci bir genişleme dalgası yaşadı. Birleşik Arap Emirlikleri, İran, Mısır ve Etiyopya BRICS ailesinin yeni üyeleri oldu. 2025 yılında ise üçüncü bir genişleme süreci yaşayan BRICS, Endonezya’yı tam üye olarak kabul etti. Bugün BRICS 10 üyeden oluşan bir gruba dönüştü.

Rusya Zirvesinde BRICS’e olan ilgi ve alaka zirve noktasına ulaştı. BRICS’e ilgi o kadar arttı ki BRICS, “Ortak Ülkeler’’ adında tam üyelikten önce yeni bir katman oluşturmak zorunda kaldı. Şu an BRICS “Ortak Ülke’’ kategorisinde 9 ülke bulunuyor. (Belarus, Bolivya, Kazakistan, Küba, Malezya, Nijerya, Özbekistan, Tayland, Uganda) Bu ülkelere ek olarak Türkiye, Vietnam ve Cezayir BRICS tarafından ortak ülke statüsü daveti aldı. Yine Suudi Arabistan BRICS tarafından tam üyelik daveti aldı. BRICS tam üyelik ve ortak ülke statüsü için bu ülkeler kendi değerlendirmelerini yapmaya devam ediyor. BRICS tam üyelik ve ortak ülkeler şeklinde kademeli bir genişleme yaşıyor. BRICS “Ortak Ülke’’ statüsü BRICS grubuna tam üye olmayan ancak bu grup ile iş birliği yapan ve ortaklık ilişkisi içinde bulunan ülkeleri tanımlamaktadır. Bu ülkeler BRICS proje ve faaliyetlerine katılacak ancak BRICS’in karar alma süreçlerinde kısmi şekilde yer alacak. Ayrıca ortak ülkeler BRICS’in sunduğu fırsatlardan yararlanabilecek ancak tam üyelerin sahip olduğu tüm hak ve yükümlülüklere sahip olamayacak. Ortak ülkeler, BRICS zirvelerindeki özel oturumlarda ve dışişleri bakanları düzeyindeki toplantılarda yer alabilecek. Bu ülkeler BRICS grubunun sonuç bildirgelerine de katılabilecek. Bir geçiş süreci olan “Ortak Ülke’’ statüsü birliğin tam üyelikten önceki ön görüşme ve hareket odası gibi işleyecek. Bu süreçte BRICS yapısını anlamak, birliğin işleyişini öğrenmek, diyaloğu ilerletmek ve rolleri tanımlamak öncelik olacak. Tabii BRICS “Ortak Ülke’’ kriterleri içinde yine Birleşmiş Milletlere üye olunması, BRICS üyelerine tek taraflı yaptırımlara katılmamak ve iyi komşuluk ilişkileri sürdürebilmek ortak paydadır.

Açıkçası BRICS 10 tam üye ve 9 ortak ülke ile toplam 19 ülkenin bir araya geldiği kocaman bir aileye dönüştü. Artık G7’yi ekonomik olarak G20’yi sayısal olarak geride bırakan bir BRICS var. BRICS 16 yılda siyasi, ekonomik, kültürel ve diplomatik bir ağ oluşturdu. BRICS’in 10 tam üyeye çıkması ve 9 ülkenin ortaklık kurması BRICS yapısının sadece diyalog veya konuşma platformu olmadığını kanıtladı. Zaten BRICS grubu Rusya’daki zirvede Putin’in yanında durarak güç gösterisinde bulunurken dayanışma içinde oldukları bir imaj çizdiler. Böylece BRICS platformu dayanıklılığını ve dayanışmasını başarılı bir şekilde test etti. Bununla beraber BRICS kurulduğu günden bu yana hiçbir ülkenin lideri bu zirvelere isteyerek katılmamazlık etmedi.

BRICS ailesinin genişlemesi BRICS’in küresel ağırlığının artması demektir. BRICS genişlemesi, sadece ekonomik değil aynı zamanda siyasi, kültürel ve stratejik anlamda da önemli değişikliklere gebedir. Gelişmekte olan ülkelerin birleşmesi ve dünya ekonomisindeki etkilerinin güçlenmesi, uluslararası ilişkilerde yeni bir denge yaratabilir. Çünkü BRICS grubunun içinde yer alan ülkeler yükselen yeni güç merkezleri ve medeniyet eksenleri olarak ABD’yi ve Batı’yı sınırlamaktadır. BRICS Batı dışı küresel diplomasinin hem etkili bir merkezi hem de küresel diplomasiyi güçlendiren bir platform oldu. Özellikle son BRICS Zirvesinde 5 yıldır bir araya gelmeyen Çin ve Hindistan’ı bir araya getiren, Azerbaycan ve Ermenistan’ı aynı masaya oturtan, İran ve Birleşik Arap Emirlikleri ile Mısır ve Etiyopya gibi çekişme içinde olan aktörleri üye alan BRICS, küresel çatışmaları azaltma ve çözme kapasitesini de sergiledi. Şu an BRICS Batı dışı dünyanın çeşitli ulusları tarafından oluşturulan Batılı sistem dışında örnek bir modeldir. Bu model dünden bugüne açık, şeffaf ve uzlaşma odaklı bir platform oldu. Nitekim BRICS konsensüs ile işleyen ve konsensüs yaratan bir mekanizmadır. BRICS’e katılmak sadece salt ekonomik bir fayda yaratmıyor artık BRICS ailesine tam üye veya ortak olmak bir statü ve prestij meselesine dönüştü. BRICS tam üyeler ve ortaklar arasında bir eş güdüm üretiyor, istikrar sağlıyor, diyalog kanalları inşa ediyor ve iş birliğinin önünü açıyor. Bu mekanizma gelişmekte olan ülkelerin aralarında ticaret ve yatırımı arttırmayı hedeflediği, küresel yönetişimde reform ve adalet isteyen devletlerin ortak iradesidir. Sonuç olarak genişleyen BRICS, küresel düzeyde daha fazla nüfuz sahibi olan bir yapıya dönüşme yolundadır.

Brezilya, 2025 BRICS dönem başkanlığı çalışmalarına yoğun ve hızlı bir başlangıç yaptı. Brezilya dönem başkanlığında 2025 BRICS Zirvesi temmuz ayında Rio de Janeiro kentinde yapılacak. “Daha Kapsayıcı ve Sürdürülebilir Yönetişim için Küresel Güney İş Birliğinin Güçlendirilmesi’’ teması ile şubat ayından temmuz ayına kadar başkent Brasilia’da 100’den fazla etkinlik düzenlenecek. Brezilya başkanlığında BRICS’in iki temel önceliği var. Birisi Küresel Güney iş birliğinin teşvik edilmesi diğeri küresel yönetişimde reformun sürdürülmesi olacak. Bununla beraber alternatif ödeme sistemlerinin geliştirilmesi, yerel paralarla BRICS içi ticaret ve yatırımın arttırılması, yapay zekâ konusunda iş birliği, iklim değişikliği ve halk sağlığında ortak hareket, BM ve küresel yönetişimde reform mücadelesi ile BRICS kurumsal çerçevesinin güçlendirilmesi masadaki temel meselelerdir. 2024 Rusya Zirvesi BRICS’in genişlemesi demek iken Brezilya Zirvesi BRICS’in güçlenmesi demek olacak. Brezilya’nın güçlü lideri Lula da Silva’nın ev sahipliğinde 10 tam üye ve 9 ortak ülke ile birlikte birçok misafir ülkenin katılacağı dev bir zirve olacak. Brezilya zirvesi BRICS tarihinde en kalabalık ve en güçlü zirve olarak yerini alacak. Ayrıca dönüşümlü liderliğe sahip olan BRICS yeni üyeleriyle yeni formüller ortaya koyabilir. Artık BRICS, Batı dışı dünyanın somut ve sembolik eylemlerinin merkezinde yer alıyor. BRICS bugün Küresel Güney’in, Batı dışı ülkelerin ve gelişmekte olan ülkelerin en meşru, en güçlü ve en etkin temsilcisidir. BRICS platformu Yükselen Güney’in sadece sesi değil, beyni ve kalbi olmaya doğru gidiyor.

BRICS ülkeleri insanlık tarihinin üvey evlatları değil öz evlatları olarak Batılıların iddia ettiği “Medeniyetler Çatışmasına’’ bir “Medeniyetler Birliği’’ ile panzehirdir. Çünkü BRICS ekonomik ve siyasi bir yapının ötesinde medeniyetler arası diyaloğu ve kültürel iletişimi teşvik eden bir mekanizmadır. Bu yüzden BRICS ailesi medeniyetler çatışmasını önlemede en başarılı modeldir. Doğal olarak BRICS ülkelerinin siyasi sistemleri, ekonomik modelleri ve kültürel özgünlükleri gayet baskındır. Bu yüzden BRICS ailesi bir normlar, değerler ve gelenekler manzumesidir. Nitekim birçok norm, değer ve geleneği içinde barındıran bir BRICS ailesinden bahsediyoruz. Bu arada BRICS ülkeleri hiçbir zaman bir norm, değer ya da kural dayatmadı. BRICS Ailesi, BM’den sonraki en fazla çeşitliliğe sahip oluşumdur. “Farklılıklarımız Zenginliklerimizdir’’ ve “Farklılıklar İçinde Birlik’’ mottoları BRICS için en iyi özettir. BRICS, G7’ye göre daha kozmopolit, daha zengin ve daha cazip bir oluşumdur. Küresel sistemde ağırlığı her geçen gün artan BRICS platformu artık daha canlı ve daha çekici bir ailedir. Çünkü BRICS, soğuk savaştaki gibi ideolojik veya ekonomik bloklar ve kutuplar modelini dayatmıyor. Batıyı ötekileştiren, düşmanlaştıran veya karşıtlık peşinde olan bir mekanizma değildir. 16 yıldır BRICS hiçbir zaman Batılı bir ülkeyi hedef göstermedi. Bu yüzden BRICS Batı karşıtı değil Batı dışı bir gruptur. Ancak BRICS platformu Batı medeniyeti temelli ABD’nin koyduğu kurallara dayalı hiyerarşik, hegemonyacı ve sömürgeci uluslararası sisteme karşıdır. Brezilya, ABD’nin NATO üyesi olmayan ana müttefiki, Hindistan, QUAD güvenlik mekanizmasında ABD’nin ortağı, Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri askeri ve güvenlik ilişkilerinde ABD ile iş birliği yaparken, Çin, ABD ve Avrupa’nın ana ticaret ortağı iken birde NATO üyesi Türkiye’ye “Ortak Ülke’’ statüsü daveti yollayan bir BRICS grubu var. Hatta BRICS “Ortak Ülke’’ statüsündeki kriterlerden biri Batı merkezli Birleşmiş Milletlere üyeliktir. Bugün BRICS ülkeleri ABD ve Avrupa ile hala yoğun şekilde siyasi, askeri, ekonomik ve kültürel ilişkilerini devam ettirmektedir. Böylece BRICS ve BRICS ülkelerinin Batı karşıtı veya Batı düşmanı suçlamalarının içi boş ve geçersiz olduğu net bir şekilde ortadadır. Lakin BRICS, ABD merkezli Batı medeniyeti temelli uluslararası sistemde bir denge unsuru ve alternatifler inşa etmede en güçlü aktördür.

Günümüzde BRICS ailesi barış, kalkınma, refah, uzlaşma, reform ve diyaloğun 16 yıldır diğer bir adıdır. BRICS küresel sistemde bir reform isteği iken aynı zamanda kendisi de bir reform girişimidir. Bununla beraber hem küresel gündemi belirleyen hem de kendisi küresel gündem olan bir oluşumdur. BRICS Batılı küresel yönetişim modelinden farklı olarak Batılı olmayan alternatif bir model inşa etme sürecindedir. Bu yapı Batı’dan ayrı bir yol ayrı bir vizyon olduğu gibi Batı dışı ortak bir vizyon ve ortak bir hareketi ifade etmektedir. Bu yüzden tartışmasız BRICS’in geleceği Batı dışı bir rotadır.

Umur Tugay Yücel – Siyaset Bilimci | “Amerikan Gücünün Gerilemesi ve Yükselen Güçler (Çin-Rusya-Hindistan-Brezilya)” kitabının yazarıdır. @umur_tugay

GÖRÜŞ

Ukrayna, Trump’ın Putin’e ‘Sevgililer Günü’ hediyesi mi olacak?

Yayınlanma

Yazar

14 Şubat, Batı dünyasında önemli bir gün olan “Sevgililer Günü” olup, aynı zamanda üç gün sürecek Münih Güvenlik Konferansı’nın (MSC) açılışına denk geldi. Bir gün önce, ABD Başkanı Trump, ABD, Rusya ve Ukrayna’nın üst düzey diplomatlarının bu konferansa katılacağını duyurdu ve Rusya-Ukrayna çatışmasının “sona ermesi gerektiğini” vurgulayarak, eski ABD Başkanı Biden’ın “Ukrayna’nın NATO’ya katılabileceği” yönündeki açıklamalarını eleştirdi. Trump’a göre bu açıklamalar, 2022’de Ukrayna krizinin tırmanmasına neden oldu. Ayrıca, Trump Rusya’nın yeniden G8’e katılmasını istediğini belirterek, eğer G8 hâlâ var olsaydı, Ukrayna sorununun hiç ortaya çıkmayabileceğini öne sürdü. Trump, Rusya Devlet Başkanı Putin’e her zaman hayranlık ve saygı duymuş olup, hiçbir zaman Rusya yanlısı duruşunu gizlememiştir. Göreve başladıktan henüz bir ay bile geçmeden, Rusya-Ukrayna çatışmasını dış politika gündeminin en öncelikli konularından biri haline getiren Trump, Ukrayna ve Avrupa ülkelerini büyük ölçüde hayal kırıklığına uğratan politikalar ve öneriler sundu. Bu nedenle gözlemciler esprili bir şekilde, Trump’ın Ukrayna’yı bir “Sevgililer Günü” hediyesi olarak Putin ve Rusya’sına vermeye hazırlandığını söyledi.

Trump’ın bu yılki Münih Güvenlik Konferansı’na büyük önem verdiği belliydi. Başkan Yardımcısı Vance liderliğindeki üst düzey bir heyet gönderdi; bu heyette Dışişleri Bakanı Rubio ve Rusya-Ukrayna krizi özel elçisi Kellogg da yer aldı. Ukrayna ise bizzat Devlet Başkanı Zelensky tarafından temsil edildi. Rusya ise 2022’den beri devam ettirdiği konferansa katılmama geleneğini sürdürdü. Bu yılki Münih Güvenlik Konferansı, önceki üç toplantıdan belirgin şekilde farklıydı. Rusya-Ukrayna çatışması yine gündemin ana maddesi oldu, ancak odak noktası artık sadece Rusya’yı kınamak veya Ukrayna’ya nasıl destek sağlanacağını tartışmak değil; savaşın nasıl sona ereceği ve ABD ile Avrupa’nın bu “Avrupa versiyonu Afganistan Savaşı”na nasıl bir nokta koyacağı idi. Bunun nedeni basit: ABD hükümeti değişti. Zamanında Ukrayna krizini tasarlayarak Rusya ve Avrupa’yı “tuzağa düşüren” Biden yönetimi artık geçmişte kaldı. Rusya-Ukrayna savaşını “bir gecede” bitirme sözü veren Trump yeniden iktidarda ve savaşın sona erip ermeyeceği ile krizin nasıl ilerleyeceği konusunda kilit karar alıcı konumunda.

24 Şubat, Rusya-Ukrayna savaşının üçüncü yıl dönümü olacak. Bu özel tarihten önce, Trump çoktan Rusya, Ukrayna ve Avrupa’nın jeopolitik haritasını yeniden şekillendirme planını açıkça ortaya koydu. Bu plan, Trump’ın daha önce dile getirdiği Grönland, Kanada ve Meksika’yı ilhak etme, Panama Kanalı’nı kontrol altına alma veya hatta “Gazze’yi boşaltma” fikirlerinden çok daha gerçekçi ve uygulanabilir görünüyor. Aynı zamanda Ukrayna ve Avrupa için son derece moral bozucu, ancak kaçınılmaz bir son olduğu izlenimini veriyor. Üç yıl önce yazarın öngördüğü gibi, “Rusya acı bir zafer kazanırken, Ukrayna ağır bir yenilgi alacak” tahmini ile de örtüşüyor.

12’sinde, Trump ve Putin birkaç yıl içindeki ilk telefon görüşmelerini gerçekleştirdi. Rusya Devlet Başkanı’nın basın sekreteri Peskov’a göre, görüşme bir buçuk saat sürdü ve taraflar Ukrayna krizinin uzun vadeli çözümüne müzakere yoluyla ulaşılması, ABD-Rusya zirvesinin düzenlenmesi, Putin’in Trump’ı Moskova’ya davet etmesi, Rusya-ABD ilişkileri ve Orta Doğu durumu gibi konularda anlaşmaya vardılar. Bildirildiğine göre, görüşmenin içeriği yalnızca coğrafi meselelerle sınırlı kalmayıp yapay zeka, enerji ve dolar gibi konuları da kapsadı. Bu da görüşmeye, Rusya-Ukrayna çatışmasının ötesine geçen geniş bir anlam kazandırdı ve iletilen mesajları son derece dikkat çekici hale getirdi.

Bununla da kalmayıp taraflar, derhal bir müzakere ekibi oluşturma ve görüşmelere başlama konusunda mutabakata vardılar. Bugün de (18 Şubat) Rusya ve ABD temsilcileri, Ukrayna savaşının başlamasından bu yana ilk resmi üst düzey görüşmelerine Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da başladı. Rus tarafını Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Rusya Devlet Başkan Yardımcısı Yuriy Uşakov ve Rusya Doğrudan Yatırım Fonu (RDIF) Başkanı Kirill Dmitriyev temsil ediyor. ABD heyetinde ise Dışişleri Bakanı Marco Rubio, Ulusal Güvenlik Danışmanı Mike Waltz ve Beyaz Saray Orta Doğu Özel Temsilcisi Steve Witkoff yer alıyor.

Bu gelişmeler, ABD ile Rusya’nın üç yıl süren jeopolitik çatışmanın karanlık döneminden çıkmaya başladığını, liderler arasında doğrudan iletişimin yeniden kurulduğunu ve ikili ilişkilerin fiilen Rusya-Ukrayna savaşının patlak verdiği döneme geri döndüğünü gösteriyor. Görüşme öncesinde taraflar, olumlu açıklamalar yaparak süreci ısıtmakla kalmadı, aynı zamanda karşılıklı olarak tutuklu değişimi gerçekleştirerek atmosferi daha da güçlendirdi. Ancak, bu görüşme hiç şüphesiz Ukrayna ve Avrupa’daki ABD müttefikleri için bir tür “baştan anlaşma” (over-the-top diplomacy) örneği oldu. Yani, ABD’nin Batı ittifakının lideri ve NATO’nun fiili yöneticisi olarak, müttefikleri ve ortaklarıyla önceden tam istişarede bulunmadan doğrudan “ezeli düşmanı” Rusya ile Ukrayna ve hatta Avrupa’nın geleceği hakkında karar alması anlamına geldi.

Bu hamle hem Trump’ın “basit, doğrudan ve etkili” tarzına klasik bir örnek teşkil ediyor, hem de büyük güç ilişkilerinin realizme doğru büyük bir dönüş yaptığını gösteriyor. Aynı zamanda, “güç konumu belirler” ilkesinin somut bir yansıması olup, ABD Dışişleri Bakanı Blinken’ın daha önce alıntıladığı “Masada değilsen, menüde olursun” şeklindeki “orman yasasının” pratik bir örneğini oluşturuyor.

Trump, Putin’le geçmişi konuşup büyük kararları şekillendirdikten sonra, Ukrayna Devlet Başkanı Zelensky ile de bir saat süren bir telefon görüşmesi yaptı ve Putin ile gerçekleştirdiği görüşmenin “tüm detaylarını” aktardı. Zelensky, “ABD ile koordinasyonumuzu belirleyerek Rusya’nın saldırganlığını durdurmayı ve güvenilir, kalıcı bir barışı sağlamayı amaçlıyoruz. Başkan Trump dedi ki: Hadi bunu yapalım. açıklamasını yaptı. Bu bilgiler, Ukrayna’nın Trump’ın tasarladığı yol haritası ve tempo doğrultusunda Rusya-Ukrayna savaşını sona erdirmeye, Rusya-Ukrayna krizini kökünden çözmeye ve Ukrayna’nın geleceğini planlamaya karar verdiğini gösteriyor.

Trump, Rusya-Ukrayna savaşını nasıl hızla sona erdireceği, Rusya-Ukrayna krizini temelden nasıl çözeceği ve Ukrayna’nın uzun vadeli güvenliğini nasıl sağlayacağı konusunda aslında net bir planın ana hatlarını şimdiden ortaya koydu. Öncelikli olarak en kısa sürede ateşkes sağlanmasını hedefliyor ve başkanlığının ilk altı ayı içinde bu amaca ulaşmaya çalışıyor. Trump daha önce, bu hedefe kim karşı çıkarsa çıksın, diğer tarafı destekleyerek sonuca ulaşacağını açıkça belirtmişti.

İkincisi, Rusya ve Ukrayna arasındaki sınırlar çatışma öncesi konumuna geri dönmeyecek. 12 Şubat’ta Brüksel’de düzenlenen 26. Ukrayna Savunma Temas Grubu toplantısında, yeni ABD Savunma Bakanı Hegses açık bir şekilde şunları söyledi: “Ukrayna’nın 2014 öncesi sınırlarına geri dönmesi gerçekçi değil. Bu hayali hedefin peşinden gitmek sadece savaşı uzatır ve daha fazla acıya neden olur.”

Üçüncüsü, Ukrayna ne yakın zamanda ne de gelecekte NATO’ya katılabilecek. Trump, 12 Şubat’ta CNN aracılığıyla bu konuyu bir kez daha vurguladı ve özellikle Hegses’in sözlerine atıfta bulunarak Ukrayna’nın NATO üyeliğinin “gerçekçi olmadığını” belirtti. Hegses, Brüksel’de Avrupalı ortaklarına, kriz sona erdiğinde Ukrayna’nın güvenliğini sağlamaktan Avrupa ordularının sorumlu olması gerektiğini ve ABD ordusunun bu sürece katılmayacağını söyledi.

Savaş alanında belirgin bir üstünlük sağlayan Rusya, temkinli ve bekle-gör politikası izleyerek, ABD’nin Ukrayna’yı tamamen terk edeceği günü bekliyor. Öte yandan, Ukrayna yönetimi bariz bir şekilde umudunu kaybetmiş durumda—sadece askeri yollarla kaybedilen toprakları geri almanın mümkün olmadığını değil, aynı zamanda daha fazla Amerikan askeri yardımı alamayacaklarını da fark ettiler. Hatta ABD liderliğindeki NATO’nun kendilerini bünyesine katacağına dair hayallerini bile terk etmiş durumdalar. Şimdi tek amaçları, ellerinde kalanları korumak, zararlarını en aza indirmek ve ABD’den bir şekilde güvenlik garantileri elde etmek.

Trump’ın Putin ve Zelensky ile aynı gün yaptığı telefon görüşmeleri sırasında, Kiev’de yeni ABD Hazine Bakanı Besent’i ağırlamakla meşguldü. Trump’ın yeni yönetiminden Ukrayna’yı ziyaret eden ilk üst düzey yetkili olan Besent, Zelensky tarafından ekonomik işbirliği için davet edildi. Bu işbirliği, Ukrayna’nın maden kaynaklarını Amerikan şirketlerine açmasını ve bu kaynakları geliştirerek paraya çevirmesini, böylece ABD’nin Ukrayna’ya yaptığı yardımı “tazmin etmesini” içeriyor. Gözlemciler bu anlaşmayı “maden karşılığında yardım” olarak tanımlıyor ve Ukrayna’nın Trump yönetiminden 300 milyar dolarlık destek almasını amaçladığını belirtiyorlar.

Son üç yılda ABD, Ukrayna’ya toplam 32,4 milyar dolar yardım sağladı ve bu, küresel Ukrayna yardımlarının %27,2’sini oluşturuyor. Zelensky’nin sözde “Zafer Planı”nın bir parçası olarak, bu kaynak değişim anlaşması ABD’yi Ukrayna’ya daha sıkı bağlamayı ve Washington’un yardımları kesmesini önlemeyi hedefliyor. Ancak, bu tür bir kaynak takası düzenlemesi, Rusya’yı kendi kontrolündeki bölgelerdeki madenleri hızla çıkarmaya teşvik edeceği gibi, Ukrayna’nın maden kaynakları üzerinde küresel bir rekabeti de tetikleyebilir. Ukrayna açısından bakıldığında, geniş toprak kayıplarının ardından büyük ölçüde doğal kaynaklarını da elden çıkarmak, diplomatik bir zafer mi yoksa bir yenilgi mi? Bu sorunun yanıtını okuyucular kendileri verebilir.

Sonuç olarak, Trump’ın Rusya-Ukrayna çatışmasını çözme planı artık tamamen açık, çeşitli spekülasyonlara dayalı tahminlere artık gerek kalmadı. Bu plan, Ukrayna’nın savaşın en büyük kaybedeni olacağını kesin olarak belirliyor. Öte yandan, ABD’nin desteğini ve NATO’nun koruma şemsiyesini kaybeden Avrupa’nın, kolektif bir güç oluşturarak Ukrayna’yı savunma veya kaybedilen toprakları geri alma umutları, artık sadece bir jeopolitik masal gibi görünüyor.

“Rusya’nın acı bir zaferi, Ukrayna’nın ise ağır bir yenilgisi” senaryosu artık kesinleşmiş durumda. Üçüncü yılına yaklaşan Rusya-Ukrayna savaşının sonuna nihayet ulaşılabilir. Bundan sonra göreceğimiz şey, ABD’nin arabuluculuğunda Rusya ve Ukrayna’nın çatışmayı nasıl kademeli olarak azaltacağı, gerginliği düşüreceği ve aşamalı olarak ateşkes sağlayacağı olacak. Nihayetinde, Kore Savaşı’nın sona ermesine benzer uzun vadeli bir ateşkes anlaşması veya başka bir barış seçeneği ortaya çıkabilir.

Bunun yanı sıra, Trump yönetiminin yönlendirmesiyle ABD’nin Rusya’ya uyguladığı yaptırımları nasıl aşamalı olarak gevşeteceği ve kaldıracağı, Rusya’nın yeniden G8’e dönmesini nasıl zorlayacağı ve Avrupa’nın Ukrayna krizini bir kenara bırakıp Rusya ile ilişkilerini nasıl normalleştireceği de görülecek.

Trump ve Putin, sonunda dört yıl sonra doğrudan görüşme ve işbirliği fırsatını buldu ve gerçekten birbirlerini çok iyi anladıkları görülüyor. Eğer buna inanmıyorsanız, şu habere bakın: 10 Şubat’ta, Trump’ın sosyal medya hesabı Putin’in övgü dolu sözlerini paylaştı—Putin, Trump’ın “yakında Avrupa’da düzeni sağlayacağını” ve Avrupa’nın “efendisinin ayaklarının dibinde hafifçe kuyruğunu sallayacağını” söyledi.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Trump’ın Ukrayna’da maden hamlesindeki gizli özne: Çin

Yayınlanma

Merve Suna Özel Özcan [1]

Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemi, küresel çapta çatışmaların ve savaşların yoğunlaştığı, uluslararası sistemin istikrara ve barışa her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğu bir döneme denk gelmektedir. Bu çerçevede Trump, kendisini küresel barışı sağlayacak lider olarak konumlandırmaya çalışsa da bu rolün amacı ve sahadaki gerçeklikleri farklıdır. Bu süreçte en önemli konulardan biri, Trump’ın enerji politikalarında aldığı kararlar ve bunların uluslararası düzlemde görünmeyen yansımalarıdır. Bu yansımaların iki temel odağı, Gazze ve Ukrayna topraklarında görülmelidir. Bunun nedeni, Biden döneminde başlayan çatışma alanları olarak Gazze ve Ukrayna’nın yeraltı enerji kaynakları ve potansiyel zenginlikleri ile doğrudan bağlantılı olmasıdır. İlginçtir ki, Trump’ın seçim kampanyasına destek veren güçlü bir enerji şirketleri ağı da söz konusudur. Climate Power’ın raporunda, fosil yakıt şirketlerinin siyasi eylem komitelerine 96 milyon dolar ve Kongre’de lobi faaliyetleri için 243 milyon dolar harcadıkları belirtilmiştir. Hal böyle olunca, enerjinin sistemdeki etkinliğinin artacağı, daha bağışçılar aşamasında net bir şekilde görülmüş oldu.[2]

Öte yandan, Trump’ın Gazze politikasında da enerjiye dair noktaları görmek mümkündür. Prof. Joseph Pelzman’ın Temmuz 2024’te kendisine sunulduğu iddia edilen raporunda yer aldığı haliyle, Gazze’nin yeniden inşası bağlamında üçlü modelde turizm, tarım ve yüksek teknoloji alanlarının öne çıkması dikkat çekicidir. [3] Bu bağlamda, yüksek teknoloji olarak ele alınsa da enerji konusunun da yüksek teknolojik atılımlar içinde yer alacağı aşikardır. Bu durum, Trump’ın destekçileri ile birleştiğinde, Gazze ve Ukrayna’nın özellikle ortak bir alanını karşımıza çıkarmaktadır: yer altı zenginlikleri. Ancak, bu çalışmada Gazze’den ziyade Ukrayna odağında konuyu ele almak hedeflenmektedir. Aynı zamanda burada hızı bir beyin fırtınası da önemlidir. Çünkü an itibariyle küresel istem Rusya Ukrayna Savasında bir ateşkes sürecinden bahsetse de esasında bir yanda madenler ve elementler üzerinden paylaşım savaşları devrededir.

Trump’ın Enerji Politikası ve Çin’i Özneleştirmek

Trump’ın enerji alanında attığı adımlar, gelecekte izleyeceği politikaların öncüsü niteliğindedir. Bu kararlar, uluslararası sistemdeki dengeleri etkileyerek ABD’nin küresel enerji ve jeopolitik stratejisinde önemli değişimlere yol açacaktır. Burada dikkat edilmesi gereken konu, Trump’ın küresel sistemde ABD’nin yüksek enerji fiyatlarıyla mücadele etmesi gerektiğini ve aynı zamanda enerji konusunda kendini koruma altına alması gerektiğini savunarak, 1970’lerde yaşanan fosil yakıt kıtlığı nedeniyle Başkan Jimmy Carter döneminde ilan edilen enerji acil durumunu yeniden yürürlüğe koymasıdır.

Hatırlanacağı gibi, 1973 Petrol Krizi tüm dünyayı derinden etkiledi. Bu dönemde ABD, enerji arzında ciddi kesintilerle karşı karşıya kalırken, aynı zamanda enerjinin güçlü bir dış politika aracı olduğunu da net bir şekilde gördü. OPEC ülkelerinin uyguladığı petrol ambargosu, özellikle Batılı ülkelerin enerjiye ne derece bağımlı olduklarını ortaya koydu. Enerji fiyatları hızla yükseldi ve ekonomiler büyük bir darbe aldı; Batı ise enerji kriziyle yüzleşmek zorunda kaldı. Ancak bugün ABD’nin 1970’lerde yaşanan enerji kıtlığı gibi küresel bir sorunla karşı karşıya olmadığı gerçeğini akıllara getirse de, esasında iki kritik konu gözden kaçmaktadır. Bu durum sadece Alaska’da başlayan sondaj çalışmalarının etkileri açısından değil, aynı zamanda küresel anlamda ABD’nin elini güçlendirmek adına attığı bir adımdır. Bu etkinin ve gücün artması ise sadece fosil enerji odağında değil aynı zamanda değerli madenler odağında da düşünülmeli.

Bu bağlamda ABD, enerji alanındaki konumunu sağlamlaştırmak adına 19. yüzyılın agresif kapitalizm yaklaşımını benimseyerek hızla sondaj faaliyetlerini başlatmıştır. Bu adım, küresel sistemde enerji alanında Rusya’nın tahakkümünü kırma girişimi olarak değerlendirilebilir. Ancak tek güç yalnızca Rusya değildir. OPEC ülkeleri de dahil olmak üzere, küresel enerji jeopolitiğinde güçlü aktörler bulunmaktadır. Keza, enerji piyasaları üzerindeki etkileri de önemlidir.

Her ne kadar Trump’ın seçim kampanyasında enerji fiyatlarını yüzde 50 oranında düşürme sözü akıllara gelse de, bu durumun uluslararası piyasalarda çok gerçekçi olduğunu söylemek zordur. Ancak yine de, az da olsa piyasalarda yaşanacak bir düşüş, ABD açısından hedeflenen bir durumdur. Bunun yanı sıra, sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) politikasında da ihracat teşviği söz konusudur. Trump’ın başlattığı gümrük vergisi savaşları kapsamında, Çin’in ABD’den LNG ithalatına %15 ek vergi getirmesi, ABD açısından istenmeyen bir adım olmuştur. [4]  Ancak ABD, küresel olarak büyük LNG  ihracatçısı olsa da Çin’e çok fazla ihracat yapmamakta 2023 yılında ABD Enerji Bilgi İdaresi’ne göre, ABD’nin gerçekleştirdiği bu ihracat Çin’in toplam doğal gaz ihracatının yaklaşık %2,3’ü idi.[5] Bu durum ABD açısından özellikle de Trump açısından istenmeyen bir tablo.  Nitekim Trump sadece Çin’e değil dolaylı olarak konuya bağlantılanan AB’ye yönelik olarak da LNG satışlarında yeni bir tarifeye gidebilir. Bu açıdan Trump’ın enerji politikalarının ardında Çin’in görünmeyen ancak en kritik özne konumunda olası önemli.

Enerji ve Madende  Çin’i Geçme Hamlesi

Rusya-Ukrayna Savaşı’na bağlı olarak, Trump’ın 3 Şubat’ta yaptığı nadir toprak elementleri (NTE) ve kritik madenler (KM) açıklamaları, sistemde önemli bir adım olarak değerlendirilmektedir. Seçim döneminde bu savaşı ilk olarak “erken başlamış” ve “başka biri başkan olsaydı asla gerçekleşmeyecek bir savaş” olarak nitelendiren Trump, aynı zamanda başkan seçilmesi halinde savaşı 24 saat içinde bitireceğini dile getirmiştir. Ancak burada asıl soru şudur: Gerçekten bir başarı mı elde edilecek, yoksa dondurulmuş bir çatışma alanı mı oluşacak? Bu sorunun yanıtı, büyük ölçüde Trump’ın çıkarları doğrultusunda şekillenecektir. Çünkü Trump, savaş süreci boyunca Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy’ye karşı çok da sıcak bir tutum sergilememiştir.

Nitekim, başkanlığı sonrasında bu durumun devam ettiğini gören Zelenskiy, Ukrayna’nın yer altı kaynaklarını bir yatırım unsuru olarak müttefiklere açarken en hızlı yanıtı belki de Trump’tan aldı. Bir iş adamı mantığıyla konuya yaklaşan Trump, bilindiği üzere Ukrayna’dan 500 milyar dolar değerinde nadir toprak elementi talep ettiğini açıklamıştır. Bu rakam, ABD’nin Ukrayna’ya savaş sürecinde yaptığı yardımların bir karşılığı olarak değerlendirilmektedir.

Öte yandan her ne kadar ilk aşamada Ulusal Enerji Planı ile NTE arasında doğrudan bir bağlantı yokmuş gibi görünse de, günümüzde NTE’nin ve KM’nin hayatın her alanında kullanıldığı anlaşılmalıdır. NTE ve KM özellikle elektronik cihazlarda enerji verimliliğini artıran ve gelişmiş teknolojilerde kritik rol oynayan elementlerdir. Özellikle mıknatıs yapımında kullanılan NTE’ler, yaygın kullanılan ancak ikame malzemeleri sınırlı olan malzemelerdir. Bunun nedeni ise 17 elementten[6]   oluşan NTE’lerin “Nadir” olarak adlandırılmalarının da sebebini oluşturan doğada az bulunmalarından ziyade  son derecede dağınık olmaları  ve işlenmelerinin zor olmasıdır. [7]

Diğer taraftan ABD Jeoloji Araştırmaları Kurumu’nun açıkladığı verilere göre, nikel ve lityum gibi kritik mineraller de dahil olmak üzere, günümüzde yaklaşık 50 KM’nin stratejik açıdan büyük bir öneme sahip olduğu düşünülmektedir. [8]   Her ne kadar ilk bakışta Ulusal Enerji Planı ile NTE arasında doğrudan bir bağlantı yokmuş gibi görünse de yenilenebilir enerji, batarya teknolojileri ve elektrikli araçlar gibi sektörlerde NTE’lerin kilit bir rol oynadığı unutulmamalıdır. Cep telefonlarından savunma sanayisindeki füzelere kadar birçok kritik sektörde rol oynayan bu elementler üzerindeki küresel rekabet gün geçtikçe artmaktadır.

Ancak burada asıl dikkat edilmesi gereken nokta, KM ve NTE’lerin sadece elektronik ve sanayi alanlarında değil, aynı zamanda yeşil enerji dönüşümü için de kritik bir öneme sahip olmasıdır. Özellikle rüzgâr türbinlerinin mıknatıslarında, elektrikli araç bataryalarında, güneş panellerinde ve enerji depolama sistemlerinde bu elementlerin büyük bir rol oynadığı unutulmamalıdır. Ayrıca Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) özellikle lityum, nikel, kobalt ve grafitin enerji yoğunluğu ve bataryalar açısından son derece kritik olduğuna dikkat çeker.[9]

Peki, Ukrayna neden önemli? Bahsi geçen mineralden 22’sinin yataklarının Ukrayna’da bulunduğu görülmektedir. Dolayısıyla, Trump’ın Ukrayna hamlesi önemli bir adım olmuştur. Bölgede barışın sağlanması noktasında atılacak adımların bir pazarlık haline geleceği ise şüphesizdir.

En kritik soru şu: Trump neden bu elementlere odaklandı ve bunun enerji alanındaki etkisi nedir? Bilindiği üzere, Çin’in NTE açısından hammadde pazarındaki hakimiyeti söz konusudur. Bu durumu birkaç açıdan ele almak gerekir. NTE ve KM konusundaki durum, özellikle AB yeşil enerji geçişini yavaşlatma riskini artırmaktadır. Tedarik sıkıntıları, AB’nin Rusya’ya uyguladığı enerji yaptırımlarıyla birlikte alternatif yeşil enerji seçeneklerini riske atabilir.

Bununla birlikte, değerli madenlerin enerji depolama sistemleri için sahip olduğu önem nedeniyle, bu elementler enerji alanında daha da kritik hale gelirken özellikle AB, yeşil enerji ve enerji depolama konusunda Çin’i en büyük engel ve rakibi olarak görmektedir.

Esasında, bu durum ABD’nin LNG politikası açısından avantaj sağlayabilir. Ancak, ABD’nin de yeşil enerji kartı olduğu unutulmamalıdır. Trump yönetimi, bir yandan fosil yakıt üretimini artırarak enerji alanında küresel etkisini genişletmek isterken, diğer yandan nadir toprak elementleri üzerinden yeşil enerji stratejisinde söz sahibi olmayı da hedefleyebilir.

İkinci konu, Trump’ın Çin’e başlattığı gümrük vergisi savaşlarının aslında kendisine dönen bir bumerang etkisi yaratmasıdır. Pekin, nadir metallere yönelik ek ihracat kontrolleri uygulama kararını duyurarak, ABD Jeoloji Araştırmaları Kurumu tarafından kritik mineraller olarak görülen tungsten, tellür, bizmut, molibden ve indiyum gibi madenleri de hedef almıştır.[10] Nitekim, 2023 yılı verileri  üzerinden UEA’a göre, Çin’in sahip olduğu NTE rezervleri küresel ölçekte %87’lik bir paya sahipti.[11] Bu açıdan bakıldığında, Trump, yeşil enerji başta olmak üzere elektrikli araçlar için en kritik bileşenlerden biri olan bu elementleri Çin karşısında kontrol etmek istemektedir. Ancak, NTE’ye sahip olmak ve işlemek çevresel maliyetler doğurmaktadır. Bu elementlerin işlenmesi sırasında temiz teknolojilerin geliştirilmesi büyük önem taşısa da, yakın gelecekte bunun ne kadar mümkün olduğu tartışmalıdır. Zaten, Trump’ın enerji ve sondaj politikalarındaki çevre ve iklim konularına yaklaşımı ortadadır. Özellikle Paris İklim Anlaşması’ndan çekilmesi[12], bu politikanın en net göstergesi olmuştur.

Sonuç olarak, Trump’ın temel yaklaşımı, Ukrayna ekseninde her anlamda kazanç sağlamak olacaktır. Bu, AB’nin yeşil enerji ve enerji depolamada kritik gördüğü NTE’leri kendi tekelinde toplayarak süreci adeta bir enerji yarışına dönüştürmek anlamına gelmektedir. Bu nedenle, Trump, kendi topraklarında başlattığı agresif enerji sondajı politikalarını dış politikasında da sürdürerek, Ukrayna özelinde agresif bir NTE çıkarma stratejisine dönüştürme yolunda ilerlemektedir. Bu yaklaşım, yalnızca ABD’nin enerji alanında değil, aynı zamanda küresel madencilik sektöründe de elini güçlendirecektir. Trump yönetimi, bu politikalarla Çin’in NTE üzerindeki hakimiyetine ticaret savaşları alanında bir darbe indirme ya da en azından elini zayıflatma amacındadır. Kısacası, “Ne olursa olsun, ama Çin’e olsun” yaklaşımı burada da kendini göstermektedir.

[1] Doç. Dr. Kırıkkale üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, mervesuna@kku.edu.tr

[2] https://climatepower.us/research-polling/big-oil-spent-450-million-to-influence-trump-the-119th-congress/

[3] https://www.timesofisrael.com/the-man-with-the-plan-dc-prof-sent-trump-gaza-relocation-development-study-in-july/

[4] https://www.houstonchronicle.com/politics/article/texas-lng-trump-trade-tariffs-20146423.php

[5] https://www.ekonomigazetesi.com/ekonomi/kuresel-ekonomi/cin-enerji-ve-kritik-minerallere-nisan-aldi-55270/

[6] https://www.iisd.org/publications/brief/critical-minerals-primer?gad_source=1&gclid=CjwKCAiA8Lu9BhA8EiwAag16bxB2A0ePwBzIwqK98_03orz72TRmZMc6TkNdIiZOkhFupcTMkybsDBoCoGQQAvD_BwE

[7] https://enerji.gov.tr/infobank-naturalresources-rareearthelements

[8] https://www.reuters.com/markets/commodities/what-are-ukraines-critical-minerals-why-does-trump-want-them-2025-02-12/

[9] https://www.iea.org/reports/the-role-of-critical-minerals-in-clean-energy-transitions

[10] https://www.ekonomigazetesi.com/ekonomi/kuresel-ekonomi/cin-enerji-ve-kritik-minerallere-nisan-aldi-55270/

[11] https://www.voaturkce.com/a/dunya-temiz-enerjiye-gecis-surecinde-cin-in-nadir-toprak-elementleri-uzerindeki-egemenligini-kirma-mucadelesi-veriy%C4%B1r/7209892.html

[12] https://www.dailysabah.com/opinion/op-ed/where-will-trumps-strategy-lead-energy-security-or-global-destruction

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Hint toplumunda Hindu-Müslüman ayrışması – 2

Yayınlanma

Çeşitliliğin Birliğinden Hindu(tva) Birliğine 

Avrupalı misyonerler 16. yüzyılda Hindistan’a ilk geldiklerinde hem büyüleyici hem de şaşırtıcı bir dünyaya adım attılar. Onların gördüğü şekli ile Hinduizm, bir pagan karmaşasıydı: Kadınları diri diri yakan, tuhaf ayinler yapan ve çocukları timsahlara yediren bir halkın şeytanlara ve canavarlara tapınması. Ancak çok geçmeden Hindu “putperestliğinin” beyaz adamların stereotiplerinin izin verdiğinden çok daha karmaşık olduğu ve Hinduların din değiştirmeye pek istekli olmadığı ortaya çıktı. Ancak daha sonra Hindistan’da Avrupa’nın gücü büyümeye başladı ve sömürge yönetimi altında misyonerler yasaklayıcı bir görünüme büründü. Britanya Rajı sırasında Batılı düşünce kalıpları üstünlük kazandı ve Hindular dinlerini yeniden tasarlama konusunda baskı hissettiler. Bu hem onu ​​Hristiyan saldırılarına karşı güçlendirmek hem de yabancı yönetime direnmek içindi. Modern Hinduizm’in bugünkü şekline büyük ölçüde ilham veren de bu karşılaşmadır.

Pek çok Batılı Hindistan’ı maharajaların, yılan oynatıcılarının, kıtlığın ve hastalıkların egzotik ülkesi olarak görüyordu. Evet, Hindistan büyük ölçüde feodaldi ve bölge yüzlerce Prens, Nawab, Talukdar, Zamindar ve Jagirdar tarafından yönetiliyordu. Hindistan’ın bir “ulus” olarak fikri, İngilizler tarafından sömürgeci hırslarını sürdürmek ve İngiliz Tacı altında etkili bir şekilde yönetmek için dikkatlice inşa edildi. Ancak imparatorluk buraya ayak basmadan çok önce de bu geniş toprakların insanları bir şekilde zaten ortak bir uygarlığı paylaşıyordu ve bunda doğal ve bazen de hizipsel kimliği yatıyordu.

Ve gerçekten de Hindular bu süreçte misyonerlerin kendi araç ve stratejilerinden bazılarını altüst ederek ülkede artık oldukça egemen olan Hindu milliyetçiliğinin doğuşunu tetikledi.

“Hindistan gibi uçsuz bucaksız bir ülke, kendisinden çok daha küçük ve nüfusu çok daha az olan uzak bir ada tarafından nasıl fethedilebilirdi?”

Hint veya Hindu tarihi hakkında bu tür düşünceler Hint/(Hindu) milliyetçiliğinin gelişimini ilerletti. Çok eski zamanlardan beri bir “ulusal” Hindu-Hint kimliğinin var olduğunu varsayarak (ki olmamıştı), seçkin Hindular Hindu-Hint kimliklerini günümüzde yeniden kazanma dürtüsü hissettiler. Aslına bakılırsa, İngiliz yönetimine kadar altkıtadaki insanlar kendilerini modern anlamda Hindu (veya Müslüman) olarak görmemişlerdi. İngilizler, yer, kast ve aile soyu dahil çeşitli kimlikleri bir araya getirerek kategorize ettiler ve din yalnızca birkaç kimlikten birini sağladı. Ancak, 19. yüzyılda Britanya’nın askeri ve endüstriyel üstünlüğünün gücünden etkilenen bazı “üst kast” Hindular, dinlerini “arındırmak” ve onu Hristiyanlığa daha çok benzetmek için güçlü hareketler başlattılar. Hinduizm’i aşağı çeken eklentiler olarak gördükleri şeyleri -eşitlikçi olmayan kast sistemini ve tanrıların, mezheplerin ve uygulamaların çeşitliliğini- bir kenara atmak için harekete geçtiler ve bu reformun Hindistan’ı yeniden büyük yapacağına inandılar.

İngiliz tarih anlatıları Hindu-Müslüman düşmanlığını Hint tarihinin temel özelliği olarak tasvir ediyordu. Gerçekte, Güney Asya’daki çeşitli dinlere mensup insanlar arasında fanatik dini nefret değil, dini çoğulculuk ve hoşgörü bir normdu. Britanya yönetiminden önce seçkin çoğu Hindu ve Müslüman “Hindustan”ı yalnızca Hinduların değil, aynı zamanda Müslümanlar ve Hristiyanlar dahil “çeşitli inanan toplulukların” vatanı olarak düşünüyordu. İngiliz sömürgeciliği, Hinduların bin yıl boyunca Müslüman işgalciler tarafından kendi evlerinde boyun eğdirildiği farklı bir anlatı inşa etti. Bu, Güney Asya’nın Hindustan deneyimini Hindular ve Müslümanlar arasındaki değişmez düşmanlık iddialarına dönüştürdü.

Ancak bununla birlikte, İngiliz nüfus sayımı Hindistan’daki Hinduları ve Müslümanları homojen gruplar halinde bir araya getirdi ve aralarında dayanışmanın ve savaşçı hissin doğmasını kolaylaştırdı. 19. yüzyılın sonlarına doğru sömürgeci etkiler, “eski vatanseverlik” hisleri ile birleşerek tüm Hindistan’ı kapsayan bir Hindu milliyetinin ve daha gelişmemiş bir Müslüman milliyetinin icadına katkıda bulundu. Bu mirası kullanarak Savarkar, 1909’da tarihi bir eser olan “The Indian War of Independence of 1857” (1857 Hindistan Bağımsızlık Savaşı) kitabını yayınlayarak Hindistan siyasetine ilk kalıcı katkısını yaptı. 1857’de, kuzey ve batı Hindistan’daki çok sayıda Hint askeri ve soylu, yönetilen bir halk tarafından Britanya İmparatorluğu’na karşı yapılan en büyük silahlı ayaklanmada, solan Babür hanedanının bayrağı altında ayaklanmıştı. İngiliz tarihçiler bu savaşı, bir siyasi yapıdan çok, hoşnutsuz askerler ile sınırlı bir “Sepoy isyanı” olarak değerlendirmişlerdi.

Fransız ve Amerikan devrimlerinden ve Mazzini’nin aşırı milliyetçiliğinden ilham alan Savarkar, 1857’yi Hindistan’ın bağımsızlığı için “ilk savaş” olarak yeniden inşa etmişti. Bugün dahi 1857 Hindistan’da bu şekilde anlaşılıyor. Aslında Hint askerlerinin İngilizlere karşı ilk isyanı, kuzeydeki daha iyi bilinen 1857 İsyanı’ndan yarım yüzyıl önce 1806’da Vellore’de patlak vermişti. Nedeni, Madras Ordusu tarafından uygulanan yeni bir kıyafet yönetmeliğiydi ki bu hem kast işaretlerinin gösterilmesini yasaklıyordu ve bu da Hindu askerlerini rahatsız etmişti hem de sakal ve bıyık bırakmayı yasaklıyordu ve bu da İslam birliklerinin duygularını incitmişti. Sarıklar, domuz veya inek derisinden yapılmış şapkalarla değiştirilmiş ve yeni üniformaların önü bir haça benzetilmişti ve bu da her iki dinden askerleri rahatsız etmişti. Yeni kıyafet yönetmeliğine uymayı reddeden Sepoylar cezalandırılmış ve bu da isyancıların Vellore Kalesi’ni ele geçirip yüzlerce İngiliz askeri ve subayını öldürmesi ile yaygın bir isyana yol açmıştı. Ancak İsyan, İngilizler tarafından birkaç saat içinde bastırılmış ve günün sonunda 350’den fazla Hint yaşamını kaybetmişti.

Ancak doğrusu altkıtadaki İngiliz hakimiyeti ilk kez 1857’de sorgulandı. Siyasi ve idari kontrol beraberinde yönetimi basitleştirmek ve iyileştirmek ve yerlileri “uygarlaştırmak” için sosyokültürel ve askeri alanlardaki reformları getirmişti. Bu tür önlemler -“sati”nin (Hindistan’ın bazı kesimlerinde kocası ölen ve dul kalan kadınların kocasının naaşı ile birlikte diri diri yakılması geleneği) kaldırılması, eğitim dili olarak İngilizcenin benimsenmesi, askeri ayrıcalıklar sisteminin yeniden düzenlenmesi- saygı duyulan sosyal ve dini yapılara darbe vuruyor ve bu da yerlilerin duygularını incitiyordu. İsyandan hemen önceki dönemde bu faktörler daha belirgin hale geldi ve yaygın bir hoşnutsuzluğa yol açtı. Ancak ayaklanmanın son tetikleyicisi Enfield tüfeğinin tanıtılmasıydı. Tüfeğin mermileri ateşlenmeden önce ısırılmak zorundaydı ve Hindular ve Müslümanların duygularını incitecek şekilde inek ve domuz yağı ile yağlandığı söyleniyordu. İmparatorluk ile ilgili giderek artan hayal kırıklıkları göz önüne alınırsa, Bengal ordusu İngilizlerin onları “Hristiyanlaştırmak” için böyle sinsi yöntemler kullanacağını makul buldu. Askerlerin öfkesi kabardı. Bu arada doğrusu Bengalliler özgürlüklerine çok da düşkünlerdi. Hint Ayaklanması ve İngiliz birlikleri tarafından vahşice bastırılması dönemin basınında geniş yer bulmuştu. Hint isyancılar asılarak veya toplarla parçalanarak acımasızca cezalandırılmıştı. 1857 olayları binlerce kişinin ölümüne yol açtı ve bu sayının 800 bin ile 1 milyon arasında olduğu tahmin ediliyor. Her iki taraf da sivillere karşı vahşet ve zulüm uyguladı, ancak acı çekenlerin sayısı isyancı tarafta çok daha fazlaydı. İsyanın büyüklüğü ve ölçeği, yalnızca bu sayılar açısından değil, aynı zamanda coğrafi ve sosyal olarak yayılımı göz önüne alındığında da İsyanın kolayca unutulmayacağı açıktı.

Hinduizm’e yönelik artan eleştiri ve saldırılarla yerel kurum kendini gösterdi. Ve 1857 isyanı, rüzgarın estiği yönün çarpıcı bir tezahürüydü. Sonuçta 1857 olayları Hindistan’ın “kaderle buluşması” olmayacaktı belki ancak sonrasında haklı olarak kendilerine ait olan şey için savaşmayı öğrenen kitleler arasında bir farkındalık oluşacaktı ki ayaklanma, bir asırdan daha kısa bir süre sonra Hint ulusal kimliğinin şekillendiği ateşi besleyecek olan meydan okuma közlerini çoktan ekmişti. Çok geçmeden, ileri gelen bir evanjelik Andrew Fuller, Hindistan’da hiçbir İngiliz karşıtı çabanın mümkün olmadığını çünkü “Hinduların katı bir kütle oluşturamayan muazzam sayıda kum parçacığına benzediğini” belirtecekti. İngilizler isyanın ölçeğini küçümsemek ve onu kaotik ve plansız olarak yansıtmak için ellerinden geleni yapsalar da tarih bunun aksini gösteriyor, isyanların gerçekleştirilme düzeni sanki bir zincirleme reaksiyonun birer parçasıymış gibi gerçekleşiyordu.

Yani gerçekte 1857 Ayaklanması Hindistan’ın İngiliz hükümetine karşı ilk yaygın mücadelesiydi; coğrafi ve sosyal farklılıkları aşan çeşitli liderleri bir araya getiren popüler bir ayaklanma gibi görünüyordu: Bihar’dan Kunwar Singh, Kanpur’dan Nana Sahib, Delhi’den Babür imparatoru II. Bahadır Şah Zafar ve Jhansi’den savaşçı kraliçe Rani Lakshmibai, her biri hareketin sorumluluğunu üstlenmişti. Egemenlik mücadelesi olmasa da yerlilerin zihnine özgürlük arzusunu yerleştirdi ve paradoksal olarak Hindistan’ı İngiliz yönetimine daha çok bağlamış gibi gözükse de aslında aksine Hindistan’daki İngiliz yönetiminin temellerini sarstı. Çünkü politik olarak Hindistan’daki İngiliz yönetiminin doğası bir dönüşüm geçirdi: 1858 Hindistan Hükümeti Yasası’nın çıkarılması, Doğu Hindistan Şirketi’nin yönetim yetkilerinin İngiliz Tacı’na devredilmesini getirdi; Hindistan’daki idari politika artık “Hindistan Ofisi” adı verilen yeni hükümet dairesi ve onun başkanı, sırasıyla Hindistan Devlet Sekreteri ve Genel Vali, yeni Genel Vali unvanı altında formüle ediliyor ve uygulanıyordu. Ve Kraliçe Victoria Hindistan İmparatoriçesi unvanını almıştı. Ancak sömürge yöneticileri, Batılılaşmaya yönelik daha önceki girişimlerinden vazgeçerek reform yolunu izlediler. Dine karşı hoşgörülü bir duruş benimsediler ve Hindistan’ın üst ve yönetici kastlarından gelenleri hükümete dahil ettiler. Eski Şirket bürokrasisi esasen kalsa da tutumlar köklü bir değişime uğradı; geleneğin ve hiyerarşinin korunmasını vurgulayan yeni bir felsefe şekillendi. Bu, İsyanın nedenlerinin din ve ekonomi alanlarında yattığı inancına dayanıyordu. İngilizler, din ile ilgili olarak daha önce yerli geleneklere aşırı bir müdahale olduğuna inanıyorlardı. Ekonomi konusunda Şirket’in serbest piyasa rekabeti ortamı yaratma girişimlerinin geleneksel güç yapılarını ve sadakat bağlarını zayıflattığı, köylüleri tüccarların ve tefecilerin insafına bıraktığı düşünülüyordu. Politik olarak yöneticiler ile yönetilenler arasındaki ilişkilerin ciddiyetinin, huzursuzluğu körükleyen geniş bir uçurum yarattığı hissedildi. Bu değerlendirmelerin doğrudan bir sonucu olarak Hintler yerel düzeyde hükümete çekildiler, ancak sınırlı bir ölçekte. Bu, Kalküta, Bombay ve Madras’ta üniversitelerin açılması ile birlikte, üyeleri Hindistan Ulusal Kongresi’nin erken misyonuna çekilecek yeni bir profesyonel orta sınıf yarattı. 1885’te iki Parsi sanayici ve emekli bir İngiliz memur tarafından kurulan Kongre, günün sorunlarını tartışacak ve Hindistan vatandaşlarının kaygılarını İngiltere’deki yöneticilerinin önüne koyacak bir platform olarak başladı. 20. yüzyılın başlarında parti, bugün özgür Hindistan’ın kurucuları ve mimarları olarak bilinen şahsiyetler tarafından yönetilen özgürlük mücadelesinin ön saflarında yer alacaktı.

1857 olaylarına dair erken bir milliyetçi bakış açısı, İsyanı “Hindistan’ın İlk Bağımsızlık Savaşı” olarak adlandıran Savarkar tarafından sunuldu. Ve Savarkar, “Hindular ve Müslümanların ilk kez bu savaş sırasında şiddet yolu ile birleştiğini” savundu; O’na göre “şiddet kardeşliği” ile “İngiliz kanının dökülmesi, Hindu-Müslüman bağını güçlendirmişti.” Savarkar’ın Hindu-Müslüman tarih anlayışı kısmen memleketi Maharashtra’daki Babürlere karşı dinsel-politik düşmanlık geleneği tarafından şekillenmişti. Savarkar, Hindu krallarının 18. yüzyılda Babürleri yenerek yüzyıllarca süren “Müslüman zulmünün” intikamını aldığı için “kölelik lekesinin” silindiğini ve kendi ülkelerindeki “egemenliklerini” yeniden tesis ettikten sonra artık Müslümanlar ile dostluk kurulabildiğini yazıyordu. Ve 1857’deki “şiddet” o kadar güçlüydü ki Hindistan artık “Hinduizm ve İslam taraftarlarının birleşik ülkesi” haline gelmişti.

Bu arada, İngilizlere baş kaldırması nedeni ile 1910’da Bengal Körfezi’ndeki çok ağır koşullarda bir ceza kolonisi olan Andaman Adaları’nda ömür boyu hapis cezasına çarptırılan Savarkar, 1920’lerin başında Batı Hindistan’daki daha hafif koşulları olan bir hapishaneye nakledildi. O zamana kadar Mahatma Gandhi’nin Hindistan Ulusal Kongresi’ndeki liderliği Hindistan siyasetinde devrim yaratmıştı. Onun dindarlığı ve çileciliği, kitleleri eğitimli Hintlerin küçük bir kesimi ile sınırlı olan bağımsızlık hareketine çekti. Ancak Gandhi alışılmadık bir şekilde siyasi bağımsızlığın yanı sıra şiddet karşıtlığını, ahlaki davranışı, sosyal reformu ve Hindu-Müslüman birliğini de savunuyordu. Ayrıca milliyetçi dostlarını da sık sık üzüyordu: Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra bazı Hint Müslümanlar, İngilizleri uluslararası Müslüman dayanışmasının sembolü olan İslam Halifeliği kurumunu korumaya zorlamak için bir hareket başlattılar ve Gandhi, davada hiçbir payları olmamasına karşın Hinduları katılmaya teşvik etti.

Savarkar, Gandhi ile tanışmıştı. Hilafet hareketi Savarkar’ın Hindistan’ın yeniden Müslümanlar tarafından işgal edileceğine dair korkularını tetikledi. Bu yalnızca İslamofobi değildi. Pek çok Müslüman seçkin, Hindulara karşı avantajsız duruma düşmek korkusu ile sömürge dönemi boyunca yavaş gelişen demokratikleşmeye direndi. Kendilerini Hindistan’ın tarihi yöneticileri olarak görüyorlardı, dolayısıyla Hindistan’ın işlerinde söz sahibi olmaları yalnızca sayıları ile orantılı olamazdı. Bazı Müslüman liderler, İngilizlere karşı iddialarını ileri sürmek için pan-İslamcılık söylemini ve şiddet tehditlerini kullandılar. Hilafet hareketinden sonra Savarkar, “Hint Savaşı’nın bileşik milliyetçiliğe övgüsünün Hint Müslümanlar tarafından reddedildiğini” düşündü.

Savarkar, Hindutva’da Avrupa milliyetçilik çerçevesini (bir ulusun homojen bir topluluğa, ortak bir kültüre, uzun bir tarihe ihtiyaç duyduğunu) altkıtaya uyguladı. Batı Avrupa ülkelerinde ve Amerika Birleşik Devletleri’nde Hristiyanlık, ırk ve dil, ortak bir tarih ve kimliğin temelini oluşturuyordu (ya da milliyetçileri öyle iddia ediyordu). “Peki Hindistan için ne işe yarayabilirdi?” Çoğunluğun dini olan Hinduizm, tek bir kitap veya kilisenin birleştirici mekanizmasından yoksun olduğu için uygun görünmüyordu. Hindistan’da yaşayan Müslümanlar, Hristiyanlar, Sihler, Jainler, Budistler ve diğerleri de Hint vatandaşlığını Hinduizme bağlama çabalarına şiddetle içerliyorlardı. Hinduizm Savarkar’ın bir çatı olarak Hint kimliği arayışında “ana engeli” oluşturuyordu. Bu açmazı çözmek için dini milliyetçilerin aksine Savarkar, Hinduları sekülerleştirmeye çalıştı; ideolojisinin temeli olarak Hindu kutsal metinleri yerine, aydınlanmış siyasi düşünürün paradigmatik seküler modelini, yani “tarih disiplinini” seçti. (Böyle bir tarih anlatısı bugün Hindistan’da “WhatsApp Tarihi” olarak yaygınlaşıyor.)

Ve Savarkar, tarihe dönerek Hindistan’da doğan tüm dinlerin (Hinduizm, Sihizm, Budizm, Jainizm) takipçilerinin ortak bir soyağacına bağlı olduklarını göstermek istedi: Bu, Hindutva veya Hinduluk’tu. “Hindutva bir sözcük değil, bir tarihtir” diyordu ve Hindu kimliğinin esas olarak şiddet yolu ile oluştuğunu teorileştiriyordu. Hindutva’da, Müslümanlar ile olan uzun savaşta, “halkımız Hindular olarak kendilerinin bilincine vardı ve tarihimizde bir ulus haline geldi” diye yazmıştı. Gandhi’nin fikirlerini çürütmek için şiddetsizliği küçümsedi ve bu, Müslüman nefreti ile birlikte onun ömür boyu süren takıntısı haline geldi. Savarkar’ın yazdığı Hindutva, Hindu Sağının Komünist Manifestosu oldu. Yayınlanmasından kısa bir süre sonra, Savarkar’ın memleketinden eski bir Kongre üyesi K.B. Hedgewar, 1925’te Rashtriya Swayamsevak Sangh’ı (RSS) kurdu. Onu, beyin yıkama ve paramiliter eğitim yolu ile Hinduların karakterini dönüştürecek ve “yabancıları” yenmek için onları güçlü hale getirecek sosyokültürel bir örgüt olarak tasarladı. Hedgewar, RSS’nin doğrudan siyasetten uzak duracağını düşünüyordu. İngilizlerin tepkisini önlemek ve gelecekte bir Hindu ulusu oluşturmak amacı ile Hindu birliğini sıfırdan inşa etmek için gölgelerde faaliyet gösterecekti.

1924’te Savarkar, 13 yıl hapis yattıktan sonra serbest bırakıldı. Hala siyasi faaliyetten men edilmiş ve ev hapsinde tutulmuş olduğu için sosyal reform girişimlerini başlattı ve oyunlar, şiirler, makaleler ve tarihi eserler yazan üretken bir yazar haline geldi. Ortodoks Hinduların muhalefetine karşın Hindular arasında “ebedi çatışma” yaratan ve “ulusal bir aptallık” olan kast sisteminin “tarihin çöplüğüne atılmayı” hak ettiğini savundu. Amacı, “Hinduların siyasi birliği” gerçekleştirmesine yetecek kadar engelleri ortadan kaldırmaktı; yani hedefi kastın kendisi değil, kast ayrımcılığıydı.

Gandhi’ye karşın Savarkar hala Hinduların lideri olma çabasındaydı. Savarkar, 1937’de 54 yaşında siyasete yeniden girmesine izin verildikten sonra, Hindistan Ulusal Kongresi’nin eski bir kanadı olan ve militan bir Hindu partisi olarak ortaya çıkan Hindu Mahasabha’nın başkanlığını üstlendi. Hapishaneden uzak durma kaygısı ile İngiliz karşıtı duruşunu büyük ölçüde yumuşattı. Bunun yerine iki takıntısını hedef aldı: Gandhi ve Müslümanlar. Ancak Savarkar, edebi yazım ve polemiklerde güçlüydü ve Kongre’ye karşı ciddi bir meydan okumaya girişecek enerji ve vizyondan yoksundu. Sağlığı hapishane yaşamından sonra hiçbir zaman tam olarak iyileşmemişti ve RSS’den gelen yardım tutarsızdı. Üyeleri bazen İngilizlere karşı Kongre öncülüğündeki kampanyalara katılmış olsa da RSS bir kurum olarak bağımsızlık hareketinin büyük ölçüde dışında kaldı. RSS liderleri ve Savarkar, kısmen Gandhi’nin şiddet içermeyen politikasına ve Hindu-Müslüman birliği arayışına duydukları nefretten dolayı Kongre liderliğindeki mücadele konusunda belirsizdi.

1930’larda Müslüman Birliği, Müslümanlar için Hindistan’dan ayrı bir ulus oluşturulmasını talep etmeye başladığında, (farklı nedenler ile de olsa Gandhi ve Nehru dahil diğer Hindu politikacılar gibi) Savarkar, Müslümanlara toprak vermemek için azınlıkların dinlerini özgürce yaşayabilecekleri, herkes için eşit haklara sahip laik bir devlet çağrısında bulundu. Ancak Müslümanları Hint karşıtı faaliyetler ile suçladı; bu arada partisi sahada toplumsal kutuplaşmayı körükledi ve Müslümanlara karşı şiddet örgütledi. Gandhi’den farklı olarak Savarkar, Müslümanlar Birliği’nin lideri Muhammed Ali Jinnah ile Hindular ve Müslümanların “iki ulus” oluşturduğu konusunda hemfikirdi; ancak Hindu üstünlüğünü tesis etme takıntısı nedeni ile Pakistan’ın kurulmasına karşı çıkıyordu.

Savarkar ve diğer Hindu aşırılıkçıları, 1947’deki kanlı Bölünme’den, Hindistan’ın İngilizler tarafından denetlenen Müslüman çoğunluklu Pakistan ve Hindu çoğunluklu Hindistan olarak bölünmesinden Gandhi’yi sorumlu tuttu. Yaşlı adamın Hindistan’ı Pakistan’a borçlu olduğu parayı vermeye zorlamak için üstlendiği oruç karşısında öfkelendiler. 1948’de Savarkar’ın yardımcılarından biri olan Nathuram Godse Gandhi’ye suikast düzenledi. Savarkar’ın itibarı onarılamaz biçimde lekelenecekti. Gandhi’yi öldürmek için komplo kurduğu iddiası ile yargılandı. Hapishaneye dönme korkusu o kadar yoğundu ki mahkemede kendini Godse’den uzaklaştırdı. Savarkar beraatının ardından siyasetten çekildi ve yaşamının geri kalanını anonim olarak geçirdi…

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English