Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Britanya öldü

Yayınlanma

Çevirmenin notu: “Özgür dünyanın kalpleri sizinle…” Bu, Margaret Thatcher’ın 1981’de Pakistan’a yaptığı gezi sırasında Afgan cihatçılara hitaben söylediği sözdü. Bu sözler, Arjantin’in Eurobond dolandırıcılığına kurban gittiği dönemde sarf edilmişti. Ancak Britanya’nın enkaza çevirmeye kararlı olduğu yerler sadece yabancı topraklar değildi. Thatcher Britanyası, yani 1980’li yıllar yoksulluk ve işsizlik görüntüleriyle doluydu. Kömür madenleri kapatıldı ve kamunun elinde ne varsa özelleştirildi. Ülke göç vermeye başlamıştı; daha az insan evleniyordu, enflasyonun yüzde 3’e düştüğü kalıcı bir durgunluk vardı, imalat ve kamu harcamaları düşmüştü, ev fiyatları ve faiz oranları fırlamıştı ve vaaz edilen “yuppie” dönemi yaşanamamıştı. Londra, ABD’nin Afganistan’daki cihatçıları finanse etmesine, silahlandırmasına ve eğitmesine yardım ve yataklık ederken, sıradan vatandaşın cebinde sadece ekmek kırıntıları kalmıştı. Cyclone Operasyonu sırasında ABD, Usame bin Ladin ve arkadaşlarına 20 milyar dolar harcadı ve Thatcher, “bu haklı davaya” bir miktar pound’la destek sundu. Britanya’da yaşanan isyanlar hükümetin dış politikasından değil, kamu varlıklarının — telefon hatları, elektrik santralleri, demiryolları — yangından mal kaçırır gibi, en yüksek teklifi verene satılmasından kaynaklanıyordu. 2010’lara gelindiğinde David Cameron, Ulusal Sağlık Hizmetinin açık artırmaya çıkarılması ve posta hizmetinin parça parça satılmasına ön ayak oldu ve 2011 Londra isyanları başladı. David Cameron da tıpkı Thatcher gibi vergi mükelleflerinin paralarını Suriye’deki cihatçı gruplara gönderdi. Fakat Cameron için sonuç aynı olmayacaktı; ABD’nin yavaş ama emin adımlarla çökmeye başlamasıyla Britanya kendini yalnız buldu. Bir zamanlar krallığın üç sütunu olan bankacılık, deniz hakimiyeti ve hammadde egemenliği, izleri yalnızca müzede duran bir şey haline geldi. 50 yılı aşkın bir süredir Britanya’da egemen olan eski okul neo-liberal ideoloji, mevcut realiteye ayak uyduramıyor.


Britanya öldü

Samuel Mcilhagga
Palladium Magazine
27 Nisan 2023

Britanya her on yılda bir kendini krizin içinde bulur. Bu anlar, ülkenin jeopolitik öneminin ve İngiliz devletinin düşüşü üzerine nadir ve kısa süreli düşünme dönemlerinin başladığı anlar olur. Sonra kapılar kapanır, kriz ivme kaybeder ve aşırı güçlü finansal hizmetler sektörü —İngiliz kurumlarının prestijli uzun ömürlülüğü ile birleşerek— bir sonraki krize kadar düşüş eğilimlerini yumuşatır. İngiliz yönetici ve tüccar sınıfları en az bir yüzyıl daha vampir gibi finansal ve kurumsal yumuşak güçten istifade edebilir. Ancak bu anların kümülatif etkisi, İngiliz seçkinlerinin ülkenin düşüşünü önleme konusundaki derin kifayetsizliğini inkâr etmeyi giderek zorlaştırıyor.

İngiliz kurumları, küçük bir ada ülkesine göre çarpıcı miktarda yumuşak güç uyguluyor. Buranın on dördüncü yüzyıldaki bir İtalyan şehir devletinin rolünü oynadığı düşünülebilir; tarihi kültürel prestijden yararlanıyor, imparatorluk döneminden kalma seçkinlerin çocuklarını eğitiyor ve gerçekte maddi değeri olan hiçbir şey üretmezken servet ve statü oyunları alan olma işlevi görüyor.

Verimlilik, yatırım, kapasite, araştırma ve geliştirme, büyüme, yaşam kalitesi, kişi başına düşen GSYİH, servet dağılımı ve birim işgücü maliyetiyle ölçülen reel ücret artışındaki sonuçlara baktığınızda genel gidişat bariz biçimde görülüyor. Hepsi ya düşüyor ya da durgunlaşıyor. Financial Times’ın haberine göre, mevcut seviyelerde Britanya on yıl içinde Polonya’dan daha yoksul olacak ve 2024 yılına kadar Slovenya’dan daha düşük bir ortalama reel gelire sahip olacak. Pek çok taşra bölgesi halihazırda Doğu Avrupa’dan daha düşük GSYİH’ye sahip.

Yirmi birinci yüzyıl ilerledikçe tüm Avrupa yoksullaşıp zayıflarken Britanya, Almanya ve Fransa gibi akran ülkelere kıyasla çözüm bulma konusundaki göreli yetersizliği ve isteksizliği ile eşsiz. Bu, yüzyıllardır hız kazanan bir süreç ve imparatorluğun genişlemeyi sürdürdüğü 1700’lerde başlayan eğilimlere kadar uzanıyor.

Özünde, Britanya’yı Avrupa’dan ayıran, Püritanizm ve Cromwellyan cumhuriyetçiliğinde en iyi şekilde ifade edilen, kendine özgü yenilikçi ve ahlakçı kültür, kendi ülkesinde aristokrasi tarafından ezilirken bile Amerika’nın doğu yaka seçkinlerine akmaya devam etti. Başka yerlerde Washington, Napolyon, Garibaldi, Bismarck, Meiji İmparatoru, Lenin, Mao ve Nasır tarafından temsil edilen İngiliz modernleştirici sınıfı, çok daha önce İngiliz İç Savaşı ve Şanlı Devrim sırasında da ortaya çıkmıştı. Bu Amerika’da 1776’da, Fransa’da 1789’da, Japonya’da 1868’de ve Çin’de 1949’da meydana gelen yeniden kuruluş anını Britanya’ya getirmeyerek erken bir ölümle dünyadan göçtü.

Başta avantajlı bir ilk hamleci olma statüsü nedeniyle Britanya, artık mazideki çağların rantıyla yaşamaktan memnun olan güçlendirilmiş bir seçkin kesime sahip. Sosyal düzenini eski aristokrasinin kültürel mirası oluşturuyor, Londra’daki finans simsarları tarafından destekleniyor ve daralan bir orta sınıfa hizmet ediyor. İdari ve siyasi sınıflar, ne klasik anlamda bilgi edindiren genelcilik ne de derin teknik uzmanlık işleriyle ilgilenen bir amatörlük kültürü geliştirdi. Bunun modern sonucu spekülatif, danışmanlık ve finansal hizmet işlerini imalat, araştırma ve üretimden daha fazla teşvik eden bir sistem.

Britanya, aristokrasi ve burjuvazi arasındaki ortaklık tarafından yönetildiği kadar aristokratik olmayan bir aristokrasi ve üretken olmayan bir burjuvazi. Eski idari üst sınıf artık toprak ya da patronaj yoluyla güç sahibi değil. Tüccar orta sınıf çok az yenilikçi değer üretiyor, en prestijli sektörü Londra’daki aile ofisleri ve ticari bankaları aracılığıyla diğer ülkelerin artı fonlarına hizmet etmek.

Sanayi çağının hegemonu olmasına rağmen Britanya, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında ABD ve Almanya’nın kimya, ulaşım, işgücü verimliliği ve organizasyonel yöntemlerde kendisini geçmesini sağlayan mekanizmaları hiçbir zaman geliştirmedi. Londra’nın ilk hamle avantajları derin dezavantajlara dönüştü. Britanya hasta değil, İngiliz seçkinleri yaşlı emekliler gibi; en parlak dönemlerinde aşırı başarılı oldular, şu an son yatırımlarını ve birikimlerini çekiyorlar ve bu bağ evinin yıkılmasını öylece izliyorlar.

1902’den bu yana Britanya hükümetindeki pek çok kişi, büyük bir gerileme yaşanması ihtimalinden haberdardı ama yine de siyasi düzenin kendisini riske atabilecek bir rota değişikliği konusunda hiçbir teşebbüste bulunmadı. Ülkenin seçkinlerinin ufalmasının tüm etkilerini hissetmesi için bir yüz yıl daha geçmesi ve Britanya’nın tamamen dağılması gerekebilir.

Duraksamış canlanma

Kamuoyundaki sessizliğe rağmen bu sorunlar Downing Street’in koridorlarında yüzyılı aşkın bir süredir fısır fısır konuşuluyor. 1800’lerin sonunda imparatorluk zirvesindeyken bazı şahsiyetler endüstriyel ve bilimsel gelişmedeki gecikmenin Britanya’nın Almanya ve Amerika’ya göre nispeten daha düşük GSYİH büyüme oranlarına sahip olmasına yol açtığını fark etmeye başladı. 1902 yılına gelindiğinde Britanya’nın gerilemesinin nedenlerini bulmak ve düzeltmek imkânsız hale gelmeden önce bir çıkış yolu çizmek üzere sistematik girişimler başladı. Sömürgeci Cecil Rhodes ve devlet adamı Lord Milner’ın genelci imparatorluk idari sınıfını reforme etmeye yönelik ilk teşebbüsleri meyve vermedi.

Fabian cemiyetinden sosyalist çift Sidney ve Beatrice Webb, Coefficients adlı bir yemek kulübünde en önde gelen reform girişimlerinden birini organize etti. Grup, muhafazakâr paternalizm, liberal emperyalizm ve Fabian sosyalizminden Edward dönemi seçkinlerinin bir kesitini bir araya getirdi. Grupta erken dönem jeopolitikçilerden Halford John Mackinder, filozof Bertrand Russell, bilim kurgu yazarı H.G Wells ve Lord Milner’ın yanı sıra çok sayıda iş insanı, askeri yetkili, bilim insanı ve milletvekili yer alıyordu. Sonuçta bu kesit, İngiliz seçkininin genelini felç eden açmazları tekrarlamaktan başka bir işe yaramadı; imparatorluk konusunda birleşemeyen Coefficients 1909’da dağıldı. Wells daha sonra biyografisinde hepsinin kabul ettiği temel mesele üzerine fikir yürütecekti:

“Britanya’nın olası liderliğine olan inanç, Amerika’nın iktisadi kalkınması ve Almanya’nın cüreti karşısında yavaş yavaş azalmıştı. Victoria’nın refah dolu saltanatı tembellik alışkanlıkları yaratmıştı. Halk olarak eğitimden uzaklaşmıştık… Üniversitelerimiz yeni zamana ayak uyduramamıştı; avantajlarıyla korunan yönetici sınıfımız kolaycı ve son derece tembeldi… ‘Verimlilik’ daha çok ukalalık olarak algılanıyordu.”

Devamında gelen iki dünya savaşının yarattığı baskı İngiliz devletini yüksek kapasite düzeyini ve etkili biçimde harekete geçme kabiliyetini korumaya zorladı. Sonuç olarak devlet kapasitesi değil ama iktisadi ve bilimsel üretkenlik daha geniş çaplı bir gerilemeye neden oldu.

Churchill’in bilim danışmanı Frederick Lindemann ile olan dostluğu sayesinde siyaset dünyasıyla da ilişkisi olan bilim insanı Sir Henry Tizzard, 1948 yılında İngiliz Bilimi İlerletme Derneği’ne şunları söylemişti:

“Bilimsel ve endüstriyel araştırmaların niteliği ve niceliği bakımından [Amerikalıların] bizden üstün olduğu söylenemez. Ancak bizden daha yüksek bir ortalama teknoloji standardına ve sanayinin idari kontrolünde çok daha fazla oranda yüksek bilimsel eğitime sahip insanlara sahipler. Teknolojik eğitimde eşzamanlı bir genişleme olmadığı sürece araştırmadaki genişleme umulan sonucu vermeyecektir.”

Tizzard, İngiliz ordusunun Soğuk Savaş dönemindeki bilimsel stratejisini yönlendiren ve kısa ömürlü olan Savunma Araştırma Politikaları Komisyonu’na liderlik etti. Komisyon, 1947’den 1963’e kadar görev yaptı. Fakat tavsiyelerinin devletin aldığı kararlar üzerinde çok az etkisi olduğu görüldü. Tizzard, Komisyon’un kuruluşundan birkaç yıl sonra, finansmanı uzun vadeli araştırmalardan kısa vadeli askeri meselelere kaydırma baskısıyla karşı karşıya kaldı. 1951 yılında Tizzard öfkeyle şöyle yakındı: “Mevcut programdaki hiçbir madde bilimin yeni bir uygulaması değil. Hiçbir şey yok. Sunacak hiçbir sürprizimiz yok.”

Netice olarak Tizzard tarafından özetlenen sorunlar 1960’lara gelindiğinde daha da kötüleşmişti. Buna karşılık İşçi Partili Başbakan Harold Wilson, 1963 “Teknolojinin Zirvesi” programı ve Endüstriyel Yeniden Yapılanma Kurumu’nun (IRC) kurulması kapsamında ülkenin verimliliğini canlandırmaya yönelik sınırlı birkaç teşebbüste bulundu. Tekstil firması Courtaulds’un başındaki Sir Frank Kearton tarafından yönetilen IRC, karşılaştırmalı ihracat avantajlarına sahip orta ölçekli imalat sanayileri arasında birleşmeleri zorlamak için uzun vadeli bir endüstriyel planlama görevine sahip bir “ticari kamu bankası” olarak çalıştı. Amaç, İngiliz sanayisini ölçek ekonomilerinin izinden gitmeye zorlayarak kitlesel tüketici ve yüksek teknolojili bir üretim üssü yaratmaktı.

IRC kısa bir süre için GSYİH büyümesini artırarak umut vaat etse de hemen sonra hem harcama kesintileri hem de yüksek enflasyon, enerji kıtlığı, Bretton Woods sisteminin ortadan kaldırılması ve Londra’nın Avrupa Topluluğu’na girmesi ile karakterize edilen uluslararası pazar tarafından geride bırakıldı. Resmi ve gayri resmi imparatorluğun sona ermesiyle Britanya’nın dünya genelindeki enerji kaynakları üzerindeki kontrolünün azalması, finansman için büyük fazlalara ihtiyaç duyan sosyal demokrat düzeltmelerin kısıtlanmasını da beraberinde getirdi.

27 Ekim 1970’te yeni Muhafazakâr Şansölye Anthony Barber, IRC’nin kapatılacağını duyurdu. Bunun üzerine İşçi Partisi milletvekili, elektrik mühendisi ve petrol yöneticisi Raymond Carter, Avam Kamarası’nda IRC’yi savunan bir konuşma yaptı:

“Her Amerikalı işçi, İngiliz işçinin arkasındaki sermaye miktarının iki katını alıyor… Bir Alman işçinin arkasındaki sermaye miktarı ise yüzde 50 daha fazla. Ulusumuzun başını ağrıtan kritik sorun sermaye yatırımıdır… Gerçek şu ki IRC bize 30 yıl önce lazımdı.”

Carter’ın Britanya’nın rotasını tersine çevirme konusundaki son şansının 1940’ta, yani 30 yıl önce olduğu yönündeki analizi doğru. İkinci Dünya Savaşı ve ardından gelen borç artışı ve dekolonizasyon, İngiliz seçkinlerinin ve kurumlarının üstesinden gelemeyeceği, geri dönülmez bir dönem olduğunu ispatladı. Esasında Komisyon ve IRC gibi savaş sonrası teknokratik düzeltmeler ölmeye mahkûm operasyonlardı. Onları ölümcül bir şekilde kısıtlayan şey sadece kısa vadeli bütçe kesintileri değil, temelden değişen dünyaydı.

Britanya’nın hala jeopolitik zincirlerinden kurtulabileceği ve düşüşünü tersine çevirebileceği umudu mevcut. Eski Vote Leave direktörü Dominic Cummings, Boris Johnson’un yeni özel kalem müdürü olduğu sırada bu ismi kısaltılan kuruluşların mücadele etmeye çalıştığı sorunlardan ötürü hüsrana uğradı. Bunun üzerine 2020 yılında bir blog yazısı hazırlayarak “veri bilimcileri, proje yöneticileri, politika uzmanları ve çeşitli tuhaf tiplere” çağrı yaptı. Cummings’in fikri, yönetici sınıfındaki “kendine güvenen devlet okulu blöfçüleri” mirasını istihdam ederek bir düzeltici oluşturmaktı: “Gerçek jokerler, sanatçılar, hiç üniversiteye gitmemiş insanlar.”

Cummings, derin teknik uzmanlığın, “insanların uzmanlık kazanamayacakları şekilde karıştırıldığı” bir sistemin yerini alması gerektiğine inanıyordu. İngiliz idari dünyasına yönelik eleştirisi nispeten güçlü olsa da İngiliz siyasi sisteminin uzun vadeciliğe imkân tanıyacak kadar tutarlılık sağlayacağı varsayımı hatalıydı. Hizip çatışmaları sadece birkaç yıl içinde hükümette çok sayıda değişikliğe yol açtı.

Kendisini açık görüşlü bir realist olarak tanımlamasına rağmen Cummings, köklü bir reforma tabi tutulmuş herhangi bir kamu hizmetinin tabi olacağı jeopolitik ve iktisadi kısıtlamaları da ciddi anlamda hafife aldı. Sistemi içeriden reforme etmeye çalışırken sistem tarafından geri püskürtüldü. Cummings, görevi bırakmadan aylar önce daha büyük bir fikir ortaya atarak PwC, McKinsey ve diğerlerine giden 2,6 milyar pound’luk dış kaynaklı harcamaların yerini alacak devlet tarafından işletilen —daha az danışman istihdam edilmesi için danışmanların işe alınması da dahil olmak üzere— bir “Kraliyet Danışmanlığı” oluşturulmasını önerdi. Ayrılmasından birkaç hafta sonra bu fikir, birincil iş yerine “danışmanlık harcamaları konusunda tavsiyede bulunma” görevine indirgendi.

Nihayetinde bu en teknokratik politika düzeltmesi, gerilemenin yönetilmesine dönüştü. Yumuşak gücü ve yüksek maaşlı finansal hizmetleriyle övünen Britanya’nın reformcuları bile toplumun her katmanını etkileyen beşerî sermaye sorununu büyük ölçüde hafife alıyor. Kendisini ABD ve Avrupa Birliği ile kıyaslamasına rağmen, onların üretken gücünden ve yüksek vasıflı nüfusundan yoksun. Londra’nın mali gücü olmasaydı, IMF tarafından öngörülen ekonomik küçülme şüphesiz çok daha kötü olurdu. İngiliz devletinin çetin kısıtlamalarını değerlendirmede ve maddi açıdan üretken bir sosyal düzen inşa etmede kuşaklar boyu süren başarısızlığının ardından, seçkinleri yönetime olan ilgilerini temelden kaybetmiş görünüyor.

Sentetik elitin sosyolojisi

Britanya’nın idarecilik kültürü, siyasi ve idari seçkinlerinin kültürünü ve önceliklerini ifade eder. Bu kültürle ilgili sorular nihayetinde seçkin sosyolojisinin soruları. İngiliz seçkinlerine giriş, 1854 tarihli Northcote-Trevelyan Raporu’nu etkileyen, emperyal Çin sınav sisteminin gayri resmi patronaj yapılarının ortadan kaldırılmasına yol açmasıyla nesiller boyunca resmi anlamda yavaş yavaş daha meritokratik hale geldi. Ancak gayri resmi sosyal seçilim sistemi, kurumsal hafıza ve grup sosyal mühendisliği için potansiyel maliyetleri en aza indirerek yirminci yüzyıla kadar devam etti. İngiliz kurumları, geniş bir sanayi, bilim ve ticaret imparatorluğunu yönetirken hümanist ve profesyonel seçkine öncelik vermeye devam etti.

Bu dönemin İngiliz seçkinini Avrupa’nın çoğundan ayıran şey, aristokrasisinin büyük bir kısmının kapitalist üretimi benimsemesiydi. Korumacılık konusundaki ihtilaflara rağmen yeni ortaya çıkan orta sınıf hiçbir zaman Fransız ya da Amerikalı meslektaşları gibi soylularla aynı düzeyde çatışma yaşamadı. Mesela George W. Bush ve David Cameron, bu iki seçkin sınıf başbakanının geçmişlerini karşılaştırın. Bush’un baba tarafından büyük dedesi Samuel P. Bush, teknik eğitim ve çelik demiryolu parçaları üreten bir firmanın yönetimi yoluyla ailenin siyasi hakimiyetini inşa etti.

Buna karşılık Cameron’ın babası, baba tarafından büyükbabası ve büyük büyükbabası borsacı Panmure Gordon & Co şirketinin Oxford eğitimli ortaklarıyken öbürü Sir Ewen Cameron HSBC’nin başındaydı. Anne tarafından büyükbabası küçük unvanlı bir soylu ve subay ailesinden geliyordu. İngiliz seçkininin iki büyük grubu arasındaki ayırt edici faktör, aristokratik toprak mülkiyetinden mi yoksa profesyonel sınıf mali spekülasyonlardan mı rant elde ettikleriydi. İkisi de servetlerini Bush ailesini ve Amerikalı akranlarının çoğunu zenginleştiren endüstriyel temeller üzerine inşa etmemişti.

Bush ailesinin İngiliz muadilleri —imalatçı ve altyapı sahibi aileler— genellikle Britanya Kilisesi’nden ve dolayısıyla yönetim ve siyasete giden eğitim yollarından dışlanmış konformist olmayan protestanlardı. Bunun yerine ya devletle uzaktan işbirliği yaptılar ya da üretimi aşamalı olarak durdurarak ve karlarını toprak satın almak ve profesyonel eğitim için kullanarak devlete katılmaya çalıştılar. Liberal milletvekili, Unitaryan ve vida imalatçısı Joseph Chamberlain gibi seçkin olmayan tüccarlar ancak on dokuzuncu yüzyılın sonlarında, Britanya’nın ABD ve Almanya’nın gerisine düştüğü dönemde siyasi makamlara gelebilmişti.

Bunun sonucunda ortaya çıkan İngiliz devleti, aşırı derecede üretken olmayan ekonomik rant arayışına yönelmişti. Aslında Britanya’nın hayatta kalmak için kalkınmayı kovalamak gibi bir güdüsü yoktu, zira erken sanayileşmenin başat gücüydü. Sonuç olarak hiçbir zaman birincil güç ve zenginlik temeli sanayi üretimi olan ve bu nedenle bir sanayi toplumu geliştirmek ve sürdürme yönünde güçlü bir çıkarı olan bir seçkin üretmedi.

Oxford ve Cambridge’den dini ve sosyal anlamda dışlanma, orta sınıfların çoğu İngiliz seçkininin genel eğitimini paylaşmadığı anlamına geliyordu. Bu sentetik sınıf için iktidara giden yol, 19. ve 20. yüzyılların büyük bir bölümünde Oxford’un klasik Yunanca ve Latince literae humaniores dersi oldu ve bu ders genellikle İngiliz anayasa tarihine odaklanan memuriyet sınavlarına yönelik çalışmalarla desteklendi. Hem eski hem de yeni olan bu sınavlar, kurumsal ve insani bilgiye sahip ancak teknik becerisi az olan toptancı bir idari sınıf üretti. Fakat bu kısıtlamalar kaldırıldıktan sonra bile, genel eğitime yönelik eski tercih ile burjuvazinin teknik uzmanlık ihtiyacı arasındaki gerilim artmaya devam etti.

1920 yılında Oxford, kamu hizmetine giden senkretik bir teknokratik-toptancı yol yaratmak için Siyaset, Felsefe ve Ekonomi (PPE) dersini koydu. Çağdaş bir üniversite yöneticisi ve filozof olan Herbert James Paton, PPE’yi “daha yumuşak adamlar için literae humaniores’in etkisiz modern bir versiyonu” şeklinde eleştirdi.

PPE dersi İngiliz kamusal hayatında baskın olmaya devam ediyor. 2012-2017 yılları arasında Oxford Merton College’da PPE dersi veren Alman siyaset felsefecisi Matthias Brinkmann ile konuştum. “Burası hala İngiliz seçkininin eğitim alanı olduğuna dair bir hava yayıyor. Almanya’da uzaktan yakından kıyaslanabilecek bir şey yok. En iyi üniversitelerin hangileri olduğu konusunda toplumsal bir mutabakat yok… Çok düz bir hiyerarşi var,” dedi.

Dersin kendisinin derse katılanlar için değerli bir şey sunup sunmadığını merak etmiştim. Brinkmann, “Bence insanlar dersin içeriğini çok abartıyor. PPE’den önce klasikler vardı. Bir yanım içeriğin her şey olabileceğini düşünüyor. Bu büyük ölçüde koordinasyon oyunu. Eğer İngiliz seçkinleri biyokimyadan işe alınsaydı, o zaman bahsettiğimiz ders bu olurdu,” diye konuştu. PPE hayali, Fransız grand ecoles ve Alman kamu hizmetinin sıkı teknokratik huni sistemini taklit etmeye dönük gönülsüz bir girişimdi. Ancak seçkin yetiştirme yapısını reforme edecek siyasi irade ya da reformist kadrolar ve liderlerden gelen herhangi bir dış etki ile desteklenmedi. Modernist cephenin altında, on dokuzuncu yüzyılın son yarısında aktif olan aynı yetiştirme kalıpları yatıyordu.

Brinkmann, PPE dersi verirken kamu hizmetlerine katılmaya yönelik teşviklerin değiştiğini fark etmişti: “En azından 2008 mali krizinden bu yana değişen şey, insanların artık siyasete girmek istememesi. Bunun yerine finans ve danışmanlık şirketleri tercih ediliyor. Kamu hizmetine girmek isteyen çok küçük bir öğrenci azınlığı var… Kamu hizmeti sosyal statüsünü kaybetti.” J.M. Keynes ve Isaiah Berlin gibi parlak Oxford ve Cambridge figürleri kendilerini yirmi birinci yüzyılda bulsalardı, zekalarını özel sektörde kullanmak dururken devlette çalışmayı tercih edip etmeyecekleri belirsiz. Kendilerini hala kamu hizmetine adayanları hangi teşviklerin ya da eğitim unsurlarının motive ettiğini belirlemek genellikle zordur. Bunu öğrenmenin en iyi yolunun bu işi yapanlarla konuşmaya başlamak olduğuna karar verdim.

MI6’in eski Rusya masası sorumlusu Christopher Steele’in kurduğu bir istihbarat şirketinde çalışmaya başlayan eski diplomat Arthur Snell bana “30 yıl önce benimle aynı geçmişi paylaşan insanlar kente gittiler. Ama pek çoğu orduya ve dışişlerine katıldı. Bu meslekler kültürel normların bir parçası olarak görülüyordu… İngiliz —ya da daha dar anlamda İngiliz— seçkinleri, ordunun hala lüks olan bir ya da iki kısmı hariç, kamu hizmeti fikrinden büyük ölçüde vazgeçtiler,” dedi.

Kabine ticaret sekreterliğinde eski bir memur olan ve şu anda ticaret politikası üzerine çalışan Jame Kane, bana küresel rekabetin ve finansal hizmetlere para akışının kamu hizmetine yönelik teşvikleri zayıflattığını söyledi: “Hayat pahalılığını öyle bir noktaya getirdiler ki, kamu sektörü ücretlerini beklenen bir üst-orta sınıf yaşam tarzını idame ettirecek düzeye çıkarmak siyaseten imkânsız hale geldi… Sanayiye girecek aynı türden insanları işe almak için rekabet etmiyorsunuz.” Kamu görevlilerine prestij sağlaması amaçlanan çeşitli kamu hizmeti unvan listeleri —“Sir”, “Dame” veya “Commander” olma ödülü— artık bir Londra bankasında kaybedilen gelirin fırsat maliyetini telafi etmiyor.

Seçkin eğitiminin tam olarak hangi noktada olması gerektiği konusunda şaşırtıcı bir anlaşmazlık olduğunu keşfettim. Eski İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn’in eski Stratejik İletişim Direktörü James Schneider, kendi kontrolü dışındaki dışsal güçlerle karşı karşıya olan İngiliz devletinin eğitim reformları yoluyla daha etkili hale getirilemeyeceğine inanıyordu: “Eğer Kovid’e daha iyi bir karşılık verilmesini istiyorsanız, kaç kişinin klasik eğitimi aldığı ya da almadığı, sonuçları yüzde 2 ya da yüzde 3 oranında değiştirebilir.”

Diğerleri aynı görüşte değil: Mesela Kane, geniş ölçekli düşüşten muhtemelen eğitim modellerinin sorumlu olduğunu düşünüyor: “Almanya’nın Britanya ve Fransa’ya karşı neden yüzde 20’lik bir üstünlüğe sahip olduğu konusunda gerçek bir soru işareti söz konusu. Ben bunu uzun vadede becerilere yapılan daha güçlü yatırımlara bağlıyorum. Alman eğitimi, İngiliz ve Fransızlara kıyasla çok daha az seçkin odaklı, dolayısıyla çok daha vasıflı bir endüstriyel işgücüne sahipler. Bireysel çalışanların yetkinliği ve kendi kendilerini yönetme becerileri üretkenliği etkiledi.”

Eski Uluslararası Ticaret Bakanlığı Daimî Sekreteri ve Boeing Avrupa Başkanı Sir Martin Donnelly’e göre, teknik yeterlilik konusunda bu tür boşluklar onlarca yıldır varmış gibi görünüyor: “Fransa’da kamu hizmetinde çalışırken benim dönemimde üç kişiyle aynı odayı paylaşıyordum ve her biri iyi kötü birer köprü tasarlamıştı. Ben yapmamıştım.” Almanya ve Fransa’nın idari kültürlerinden kaynaklanan bu özel avantajlar, Britanya’ya kıyasla onlara küçük göreceli başarı marjları sağladı. Fakat her iki ülke de yönetim geleneklerini, yüksek enflasyon ve emtia rekabetiyle karakterize edilen yeni bir jeopolitik ve iktisadi döneme adapte olmakta zorlanıyor ve bu durum Avrupa’daki geniş çaplı mutlak gerilemeyi daha da ağırlaştırıyor.

Konuştuğum neredeyse tüm eski kamu görevlilerinin hemfikir olduğu konu, devlet kapasitesinde mutlak bir düşüş olduğuydu. Brockwell Baronu Butler ve 1988-1998 yılları arasında kabine sekreterliği yapmış olan Robin Butler bu görüşe katılmayan az sayıdaki kişiden biriydi: “Geleneksel endüstrilerimiz düşüşte. Ancak bazı sektörler, örneğin finansal hizmetler, her zaman dramatik bir büyüme halinde oldu. Başta Çin olmak üzere çok daha düşük ücretlerin olduğu ekonomilerle rekabet ediyoruz. Endemik zayıflıklarımız var ama zayıflıklar her zaman olur. Bence kalıcı bir düşüş içinde olduğumuzu söylemek çok yanlış olur.”

Fakat Schneider, daha yaygın olan görüşü özetliyor:

“İngiliz devleti çok etkin değil. Karşılaştırılabilir Avrupa ülkelerinden daha büyük ölçüde aktif şekilde parçalandı… İleride güçlü bir büyümeye sahip olacağımız kabulüne bel bağlayan bir borç dağı var, ki durum böyle görünmüyor. Üretici fiyatlarını yükselten inanılmaz derecede kırılgan tedarik zincirlerimiz var. Tarafların başlarına geleceklerle nasıl başa çıkacakları konusunda en ufak fikirleri yok.”

Kane, teknokratik kamu hizmeti aygıtına da benzer şekilde çok az ağırlık veriyor: “Kamu hizmetinin en büyük sorunu, diyebilirim ki, bir teknokrasi olarak bile etkili olmaması. Eski Babil’e kadar uzanan bürokrasi klasiklerine konu olan ölçütlerde başarısız oluyor.” Kane, örnek olarak temel kayıt tutma becerisine işaret etti: “[Bilgi] yönetim sistemi dijitalleşme ile birlikte çöktü. 2000’lerin ortasında dijitale geçtik ve bunu her türlü bilgi yönetimini ortadan kaldırmak için bir fırsat olarak gördük. Dijitalleşme, tasarruf etmek için harika bir fırsat olarak görüldü. Ne yazık ki bunun sonucu olarak elinizdeki yığınla dağınık veri.”

Bu temel etkinlik ve organizasyon kaybının sonuçları, İngiliz devletinin en kötü modern başarısızlıklarından bazılarının arkasında gizleniyordu. Snell, özellikle dış politikaya dikkat çekerek şunları söyledi: “Helmand’a gitmek yalnızca askeri kabiliyet sergileme arzusundan kaynaklanıyordu… Bu bir ölçüde kendini kandırmak. İngiliz ordusuyla brifing odalarında saatler geçirdim, size Mau Mau, Malaya ve Kuzey İrlanda isyanlarını göstererek kontrgerilla konusunda dünya lideri olduğumuzu söyleyecekler. Oysa yirmi birinci yüzyılın kontrgerillalarının ikisi de başarısızlıkla sonuçlandı.”

Avrupa Birliği’nden Çıkış Dairesi’nin eski Daimî Sekreteri Philip Rycroft, aynı başarısızlıkların Britanya’nın varlığını da tehlikeye attığını düşünüyordu. Rycroft, bu yetersizliğin varlığına 2014’teki İskoçya Bağımsızlık Referandumu sırasında ilk elden şahit oldu:

“Dairede çalışırken, o zamanlar ‘Top 200’ olarak adlandırılan, tüm daimî sekreterler ve genel müdürlerle bir sabah geçirme fırsatımız oldu. Whitehall’u kayıtsız buldum… Britanya’da çevre ihmal ediliyor… Zira merkez tarihsel olarak imparatorluk kaygısı taşıyordu. Arka plandaki radyasyon hala orada. Whitehall’dayken, daimî sekreterlerin masasının etrafında otururken İskoçya hakkında konuşurdum. Duygusal bir bağ kurmalarını sağlayabilir miydim? Kampanyanın sonunda, bir anket bağımsızlığı önde gösterdiğinde, masanın etrafındaki eklemlerin beyazlaştığını görebiliyordum. Savunma Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve casuslar ‘bunun nasıl üstesinden geleceğiz?’ diye düşünüyorlardı.”

Bu ihmal ve beceriksizliğin nihai etkisi, meslektaşlar arasında işlerin yapılması konusunda karşılıklı temel güvenin sarsılması. Cummings, danışmanlığı İngiliz devletinin kendi içinde yeniden merkezileştirmeyi umarken, bana özel danışmanların kamuda çalışmasının başlıca gerekçesinin kamu hizmetindeki meslektaşlarından kaçmak istemeleri olduğu söylendi. Donnely, “McKinsey’e girerseniz, çok sayıda kamu işi alırsınız zira bakanlar artık memurlarına güvenmiyor,” dedi. Kendinizi gerçekten müttefik olarak bile görmediğinizde, devletin en önemli işleri söz konusu olduğunda dahi işbirliği yapmak için çok az neden kalır.

Nihayetinde İngiliz devletini felç eden şey güven, yetkinlik ve ortak hedeflerdeki bu tam ölçekli çöküş. Seçkinlerinin post-endüstriyel güç ortamına uyum sağlamadaki kuşaklardır devam eden başarısızlığı yapısal sorunları daha da derinleştiriyor. Kendi sanayi, üretim, bilim ve devlet kapasitesini değerlendirememesi Britanya’nın sistematik olarak aşırıya kaçmasına neden oldu. Teknokrasinin artmasına yönelinmesi, birbirini izleyen İngiliz hükümetlerinin kemer sıkma dürtüsünden kurtulabilse bile, Britanya’nın altında faaliyet gösterdiği —yüzyıllar içinde oluşmuş— kısıtları ortadan kaldıramaz. Kritik bir eşiği aşan gerilemenin kümülatif etkileri artık apaçık ortada ama yöneticiler arasında hala yaygın bir inkâr söz konusu.

Kademeli gerileme ile ani kriz arasındaki kırılma noktasının tam olarak nereye denk geldiği belirsiz. Londra nispeten müreffeh kaldığı sürece İngiliz seçkini Britanya’nın gerilemesini on yıllarca, hatta bir yüzyıl daha yönetmeye devam edebilir. Başarılı bir yeniden kuruluştan devletin çöküşüne kadar uzun bir başarısızlık eğrisi var. Britanya’nın yönetici sınıfları 1902’de uçurumu gördüler, fakat bunun yerine kurumlarının yumuşak gücünün rotanın düzeltilmesini engellemesine göz yumdular. Daha önceki başarıları ve saygın kurumları rant elde etmek amacıyla kullanmaktan memnunlardı. Bu süreçte her şeylerini kaybettiler.

Britanya’dan çıkarılacak ders, uzun süredir beklenen krizin bir sıfırlanma anı olarak işlev görmesini beklemenin işe yaramayacağı. Düşüş genelde geçici kriz anlarının yansıttığından çok daha büyük ve yapısal olarak daha ketum. Önemli olan insanlar için işler yeterince iyi gider ve önemsiz olanlar için bolca dikkat dağıtıcı unsur bulunur. Ve sonunda kendinizi soğuk, gri bir okyanusta vasal devletlerden biri olarak bulursunuz.

DÜNYA BASINI

FT: Suudi Arabistan Trump’ın İsrail politikalarını dengeleyebilir

Yayınlanma

Trump-selman

Financial Times’tan Andrew England’ın kaleme aldığı bu makale, Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemine dair bölgesel beklentileri ve endişeleri ele alıyor. Trump’ın İsrail yanlısı politikalarını dengelemede Suudi Arabistan’ın kilit rol oynayabileceği değerlendiriliyor. Makaleye göre Trump’la yakın ilişkisi ile bilinen Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın diplomatik manevraları, Filistin meselesinin çözümünde merkezi rol oynayabilir. Riyad, Filistin devletine giden bir plan olmadan İsrail ile normalleşmenin mümkün olmayacağını açıkça deklare etmesine rağmen İsrail’in bu çözüme giden yolu kapamış olması ise Trump’ın önündeki en büyük engel…

***

Orta Doğu, Trump’ı dizginlemesi için Suudi Arabistan’a güveniyor

Andrew England

Trump’ın aşırı İsrail yanlısı bir gündem izleyeceğinden korkan Arap ülkeleri, Donald Trump ile ilişkisini ve bölgedeki siyasi ağırlığını kullanarak Suudi Arabistan’ın, Trump’ın Ortadoğu politikalarını dengelemesini umuyor.

Trump’ın kilit pozisyonlara bir dizi ateşli İsrail yanlısı ve İran karşıtı şahin aday atamasının ardından Arap yetkililer yeni yönetimin İsrail’in işgal altındaki Batı Şeria’yı ilhak etme, Gazze’yi işgal etme ya da Tahran’la gerilimi tırmandırma hamlelerini onaylayabileceğinden endişe ediyor.

Ancak yetkililer, Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın Trump ile olan ilişkisini, başkanın finansal anlaşmalara olan ilgisini ve Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki ilişkilerin normalleşmesine yol açacak “büyük pazarlık” yapma arzusunu kullanarak, yeni yönetimin bölgedeki politikalarını yumuşatabileceğini umuyor.

Bir Arap diplomat, “Bölgedeki kilit aktör, Trump’la bilinen ilişkileri nedeniyle Suudi Arabistan, dolayısıyla ABD’nin yapmaya karar verebileceği herhangi bir bölgesel eylemin kilit noktası olacak” dedi.

Bir başka Arap yetkili de Prens Muhammed’in Trump’ın İsrail’in Gazze’de Hamas’a karşı yürüttüğü savaşı sona erdirmeye yönelik politikalarını ve daha geniş anlamda Filistin meselesini etkilemede “kilit” rol oynayacağını ve İsrail’le normalleşme potansiyelini bir koz olarak kullanacağını söyledi.

Yetkili, “Suudi Arabistan, Trump’ın Gazze ve Filistin’le nasıl başa çıkacağını büyük ölçüde etkileyebilir. Bölgedeki pek çok ülke bundan sonra ne olacağı konusunda endişeli” dedi.

Trump’ın ilk başkanlık döneminde, Suudi Arabistan onun “alışveriş odaklı” yönetim tarzını ve bölgesel rakibi İran’a karşı yürüttüğü “maksimum baskı” kampanyasını destekledi. Suudi ajanların 2018’de gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı öldürmesinin ardından diğer Batılı liderler Krallığın fiili liderine soğuk davranırken Trump, Prens Muhammed’in yanında durdu.

Trump, İsrail-Filistin çatışmasını çözmek için “nihai anlaşmayı” yapacağını da iddia etmişti. Ancak damadı Jared Kushner tarafından yürütülen bu planlar başarısız oldu. Filistinliler ve Arap devletleri, önerilerin İsrail lehine fazlasıyla taraflı olduğunu düşündü. Trump ayrıca Filistin’e yardımı kesti, Washington’daki diplomatik misyonlarını kapattı, ABD Büyükelçiliği’ni statüsü tartışmalı olan Kudüs’e taşıdı ve işgal altındaki Golan Tepeleri üzerindeki İsrail egemenliğini tanıdı. Öte yandan, Trump, BAE ve üç Arap ülkesinin İsrail ile ilişkilerini normalleştirdiği “İbrahim Anlaşmaları”na da aracılık etti.

Trump geçen ay bir Suudi televizyon kanalı olan El Arabiya’ya verdiği demeçte başkanlığı döneminde ABD ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin büyük harflerle “MÜKEMMEL” olduğunu söyledi.

“Kral’a büyük saygı duyuyorum, Muhammed’e de büyük saygı duyuyorum; gerçekten harika bir iş çıkarıyor, o tam bir vizyoner” dedi.

ABD Başkanı Joe Biden göreve geldikten sonra Riyad, Trump ile bağlarını sürdürdü. Veliaht Prens Muhammed’in başkanlık ettiği Suudi Arabistan Kamu Yatırım Fonu (PIF), Kushner’in kurduğu özel sermaye fonuna 2 milyar dolar yatırım yaptı.

PIF’in yöneticisi Yasir al-Rumayyan, hafta sonu New York’ta düzenlenen bir UFC dövüşünde Trump ile ön sırada oturdu. Ayrıca, Trump’a ait golf sahaları, PIF’in en dikkat çeken spor girişimlerinden biri olan LIV Golf etkinliklerine ev sahipliği yaptı.

Ancak Prens Muhammed, Biden’ın göreve gelmesinden bu yana Suudi Arabistan’ın bölgesel politikalarını yeniden ayarladı. Riyad, 2023 yılında İran ile diplomatik ilişkileri yeniden kurdu özellikle Hamas’ın 7 Ekim 2023 saldırısının bölgede bir dizi çatışmayı tetiklemesinin ardından sürdürdüğü yumuşama politikası izlemeye devam etti.

Biden yönetiminin, Suudi Arabistan ile ABD arasında bir savunma anlaşmasını içeren üçlü bir anlaşma kapsamında İsrail ile ilişkilerin normalleşmesini hedefleyen planı, savaş nedeniyle sekteye uğrasa da ABD, Suudi Arabistan’ı krize yönelik herhangi bir bölgesel çözümde kritik bir aktör olarak görmeye devam ediyor.

Ancak Riyad, Filistinlilerin ölü sayısı arttıkça İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun aşırı sağcı hükümetine yönelik eleştirilerini sertleştirdi.

Ekim ayında Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Faysal bin Ferhan, Riyad’da düzenlenen bir basın toplantısında, İsrail ile normalleşmenin, “Filistin devletine dair bir çözüm bulunana kadar gündemde olmadığını” söyledi.

Prens Muhammed de geçen hafta Riyad’da düzenlenen Arap ve İslam zirvesinde İsrail’i Gazze’de “soykırım” yapmakla suçlarken, Lübnan’da Hizbullah’a karşı yürüttüğü savaşı ve İran’a yönelik saldırılarını kınadı.

Diplomatlar ve analistler, Veliaht Prens Muhammed’in konuşmasını, Müslüman dünyasının İsrail’in askeri saldırılarını kınamada ve bir Filistin devleti kurulmasına destek verme konusunda birleştiği mesajı olarak yorumladı. Salı günü Riyad, “İsrail’in Batı Şeria üzerinde egemenlik kurmaya yönelik aşırılık yanlısı açıklamalarını” da kınadı.

Trump seçim kampanyası sırasında Orta Doğu’ya barış getirme ve savaşı sona erdirme sözü vermişti. Ancak İsrail Büyükelçisi olarak seçtiği Mike Huckabee ve Orta Doğu temsilcisi olarak atadığı emlak kralı Steven Witkoff da dahil adaylarının çoğu ateşli birer İsrail yanlısı.

Trump, buna rağmen İbrahim Anlaşmaları’nı genişletmek istediğini belirterek Al-Arabiya’ya şunları söyledi: “Çerçeve zaten hazır, tek yapılması gereken bunu yeniden devreye sokmak ve bu çok hızlı gerçekleşebilir. Eğer kazanırsam bu kesinlikle bir öncelik olacak… sadece Ortadoğu’da barışı sağlamak… Bu olacak” dedi.

İbrahim Anlaşmaları’nın genişletilmesinde Suudi Arabistan kilit bir rol oynayabilir. Ancak Arap yetkililer, Trump’ın bunu ancak Netanyahu’ya, Filistin devleti kurulmasına yönelik tavizler vermesi için baskı yaparak başarabileceğine inanıyor. Bu, İsrail Başbakanı’nın şiddetle karşı çıktığı bir mesele.

Bir diğer Arap diplomat ise, “Trump’ın şu anda Ortadoğu’da Suudi Arabistan’dan daha çok ihtiyaç duyduğu başka bir aktör yok. Trump, kendisine sunulmuş hazır anlaşmalardan kredi almayı seven biri. Eğer Muhammed bin Selman ona bir anlaşma sunarsa, bu bir olasılık olabilir, hatta tek olasılık olabilir” yorumunda bulundu.

Arap yetkililer de Gazze’deki yıkımın neden olduğu öfkenin, Filistin davasını yeniden bölgesel gündemin en üst sırasına taşıması nedeniyle Trump’ın Filistinlileri göz ardı etmesinin daha zor olacağını umuyor. Liderler çatışmanın kendi halklarının bazı kesimlerini, özellikle de Prens Muhammed’in ana seçmen kitlesi olan gençleri radikalleştirmesinden endişe ediyor.

İlk Arap diplomat “Trump’ın Gazze’deki savaşı sona erdirmesi gerekecek ve bunu yapmak için de ertesi günü ele alması gerekiyor” dedi: “Filistin meselesine odaklanmadan bölgesel çözüm işe yaramaz. Suudi Arabistan açıkça belirtti ki, bir Filistin devleti kurulmadıkça normalleşme bir seçenek değil.”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat: Rusya’dan hangi karşılık beklenebilir?

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: ABD Başkanı Joe Biden’ın Rusya topraklarına yönelik uzun menzilli füzelerin kullanılmasına izin verme kararı, Rusya’nın olası tepkilerini gündeme taşıdı. İsviçre Genelkurmay Başkanlığı’ndan emekli yarbay ve siyasi ve askeri strateji analisti Ralph Bosshard, Rusya’nın tepkisinin genelde ihtiyatlı ve kademeli olacağını, ancak uluslararası sulardaki veya üçüncü ülkelerdeki İngiliz ve Fransız hedeflerinin vurulabileceğini belirtiyor. Buna karşın, NATO’nun 5. Maddesi’ni devreye sokacak bir saldırının pek olası olmadığı ifade eden Bosshard, Ukrayna’nın Batı’dan aldığı silahlarla elde edebileceği askeri başarıların sınırlı kalacağını, çünkü Rusya’nın buna yönelik hazırlık yaptığını söylüyor. Ayrıca, Rusya’nın komuta merkezlerini sık sık yer değiştirdiğini ve geniş lojistik ağını koruma kapasitesine sahip olduğunu vurgulayan uzman, Batı’nın uzun menzilli silahlarının, savaşın seyrini kökten değiştirme potansiyelinin olmadığını, asıl belirleyicinin Rusya ve Çin liderlerinin kararları olduğunu ifade ediyor. Bosshard’a göre, Biden’ın bu kararını görev süresinin sonunda alması, Trump yönetimini zora sokma ve kendi dönemini daha güçlü bir şekilde kapatma çabası olarak yorumlanabilir. Moskova’nın şu ana kadar temkinli hareket ettiğini belirten Bosshard, Kremlin’in Batı’ya temkinli mesajlar verdiğini ve bu gerilimin medya üzerinden yönetildiğini dile getiriyor.


Rusya’dan nasıl bir askeri karşılık bekleyebiliriz? İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat

Éva Péli, NachDenkSeiten

Görev süresi sona ermekte olan ABD Başkanı Joe Biden, ABD’nin uzun menzilli füzelerinin Rusya topraklarındaki hedeflere karşı kullanılmasına izin verdi. Bu kapsamda, daha önce uygulanan kısıtlamalar kaldırıldı ve Beyaz Saray da bunu resmî olarak teyit etti. İsviçreli askerî uzman Ralph Bosshard, bu kararın muhtemel sonuçlarını NachDenkSeiten’a değerlendirdi.

Éva Péli: Joe Biden’ın bu açıklaması askerî açıdan nasıl değerlendirilmeli? Rusya’dan beklenen askerî tepki nedir ve bu tepki kimlere (ABD, İngiltere, Fransa ya da Ukrayna) yönelebilir?

Ralph Bosshard: Ruslar, Ukrayna topraklarındaki hedeflere dönük saldırıların yanı sıra, uluslararası sularda, denizaşırı varlıklarda ya da üçüncü ülkelerde bulunan İngiliz ve Fransız askerî hedeflerini vurma alternatifine de sahip. Fakat üçüncü ülkelerdeki operasyonlar büyük ihtimalle bazı kısıtlamalarla karşılaşacaktır. Şu ana kadar çatışan taraflar birbirlerinin uydularını hedef almaktan kaçındılar, zira bu durum Pandora’nın kutusunu açabilir. Uydu hedefleme şu an için bir tabu gibi görünüyor. Bu konuda silahlanma kontrolü müzakereleri için fırsatlar bile olduğunu düşünüyorum.

Batı tarafından Ukrayna’ya şu ana kadar sağlanan kısa ve orta menzilli silahlarla Ukrayna, mevcut en acil askerî sorunlarını çözmeyi deneyebilir.

Bu sorunlardan biri, Rusya’nın FAB adı verilen ağır uçak bombalarının, iyi inşa edilmiş saha tahkimatlarını imha etmek için kullanılması. 2014-2022 yılları arasında inşa edilen ve betonla güçlendirilmiş bu tahkimatlar artık Ruslar tarafından her yerde aşılmış durumda. Şimdi ise Ukrayna birlikleri, özellikle yerleşim yerlerinde bu tahkimatları savunarak pozisyonlarını korumaya çalışıyor. FAB bombaları yönlendirme modülleriyle donatılmış olup yaklaşık 70 kilometre uzaklıktan bırakılabiliyor. Ruslar bu bombaları artık oldukça hassas bir şekilde kullanıyor. Bu bombaların taşıyıcıları, taktik bombardıman uçaklarıdır ve bu uçaklar 170-200 kilometre derinlikteki hava üslerinden operasyon düzenler. Eğer bu hava üsleri, Batı menşeli uzun menzilli silahların menziline girerse, Ruslar daha gerideki üslerden operasyon yapmaya başlayacaktır. Moskova’daki Genelkurmay Akademisi’ndeki eğitimim sırasında Su-24 tipi cephe bombardıman uçaklarını hesaba katarak planlama yapıyorduk. Bugün kullanılan Su-34 uçaklarının menzilinin Su-24’lerden çok daha fazla olduğunu söyleyebilirim. Geriye çekilerek operasyon düzenlemek Ruslar açısından sorunsuz olacaktır.

Rusya’nın lojistik destek hatlarını ve cepheye asker taşınmasını kesintiye uğratmak, yalnızca belirli hedef kategorilerine karşı yoğun ve sistematik saldırılarla mümkün. Bunlar, mesela mühimmat veya yakıt depoları gibi tesisler ya da demir yolu ağı olabilir. Ruslar, lojistik tesislerini geniş bir alana yayabilir ve Donbass’taki sıkı demir yolu ağından faydalanabilir. Ayrıca bu ağ, ek demir yolu hatlarıyla daha da güçlendirilebilir. Bu görev, Rusya ordusunda bulunan demir yolu birliklerine ait. Ukraynalıların bu ağı kesintiye uğratması için ciddi bir çaba göstermesi ve çok sayıda füze kullanması gerekecektir. Fakat Ukrayna’nın savaş uçakları ve roketatarlarıyla cepheye ne kadar yaklaşabileceği belli değil.

Bununla beraber yer hedeflerine yönelik saldırılar da karmaşık bir hedefleme süreci gerektirir. Ruslar, geçerli operasyon prosedürlerine göre, komuta merkezlerini günlük olarak değiştirir. Son zamanlarda Rusya’nın komuta merkezlerinin imha edildiğine dair neredeyse hiç haber duymadım.

Temel olarak Rusya ordusunun operasyon prosedürleri, düşman tarafından kısa ve orta menzilli silahların kullanılmasını öngörüyor. Ruslar bu tür bir duruma hazırlanmış durumda ve eğitimlerini buna göre aldılar. Dolayısıyla, Batı tarafından tedarik edilen kısa ve orta menzilli silahlarla Rusya Silahlı Kuvvetlerine baskı uygulanması ancak geçici bir etki yaratacaktır.

İlave olarak, Ukraynalılar, askerlerin moralini artırmak amacıyla sembolik açıdan önemli hedeflere saldırabilirler. Ancak bu tür saldırıların kalıcı bir askerî etkisi olmayacaktır. Bunun aksine, yalnızca askerî hedeflere yönelik saldırıların Ukraynalıların moraline etkisi sınırlı kalacaktır.

Bütün bu süreçte hedeflerin kontrolü Batı’nın –özellikle de ABD’nin– elinde. Ukraynalılar, saldırıların gerçekleşmesi için gerekli olan seyrüsefer, iletişim ve istihbarat araçlarına doğrudan erişime sahip görünmüyor. Özellikle en yeni sistemler için üretici firmalardan teknik destek alınması gerektiği de anlaşılıyor. Bu araçların kullanımıyla Biden, Rusya’nın ilerleyişini yavaşlatabilir ve muhtemel bir çöküşü –en azından Trump’ın göreve başlamasına kadar– erteleyebilir. “Benim gözetimimde olmadı,” anlayışı burada geçerli gibi görünüyor.

Bu kararlar ışığında müzakereli çözüm şansı nasıl değerlendirilebilir?

Bu kararların müzakereli çözüm şansını ciddi ölçüde etkileyeceğini düşünmüyorum. Ukrayna’daki savaşın nasıl ve ne zaman sona ereceğini Batı’nın silah sevkiyatları belirlemeyecek. Batı’nın “mucize silahları” olarak lanse edilen sistemler, Şubat 2022’den bu yana savaşın gidişatında kayda değer bir değişiklik yaratamadı. Daha önce belirttiğim üzere ATACMS, Storm Shadows ve diğer benzeri sistemler de bu savaşın kaderini kökten değiştiremeyecek. Bu savaş, Şi Cinping ve Vladimir Putin’in “tamam yeter” dedikleri zaman sona erecek. Genel manada, Rusya veya Çin ile Batı adına bir savaşa girmeye hazır olan herkesin uyarıyı almış olması gerektiğini düşünüyorum.

Eylül ayında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Batı’nın uzun menzilli silahlarını Rusya’ya karşı kullanmasının, NATO ülkelerinin Ukrayna’daki çatışmaya doğrudan katılımı anlamına geleceğini söylemiş ve şu uyarıda bulunmuştu: “Eğer savaşı Ukrayna topraklarından Doğu’ya taşırlarsa, savaş orada sona ermeyecek; zira savaş Batı’yı da içine alacak.”

NATO’nun, Putin’in öngördüğü bu muhtemel tepkiye nasıl hazırlanacağı büyük bir soru işareti. Şu anda Fransızlar ve İngilizler açısından, Bab el-Mandeb Boğazı ya da İran kıyıları civarındaki sularda savaş gemilerini konuşlandırmaktan bir süreliğine kaçınmak daha uygun olabilir. Hatta diğer deniz bölgelerinden de uzak durmaları gerekebilir. Bunun yanı sıra, Batı Avrupa’daki deniz tabanında bulunan tesislere karşı dikkatli olunması gerektiğini özellikle vurgulamak isterim.

Almanya’nın kendi topraklarına dönük bir saldırı beklentisi içinde olmadığını, sivil savunma alanında neredeyse hiçbir tedbir alınmamış olmasından anlayabiliriz. Halka, evlerinin bodrumlarını temizlemeleri ve kendilerine bol şans dilemeleri yönünde tavsiyeler dışında, Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius’un (SPD) elle tutulur bir hazırlık sunmadığı aşikâr. Oysa, bir ülkeye ve halkına zarar vermek için artık çok daha farklı araçlar mevcut.

Uzun zamandır Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un daha akıllı bir strateji izlediğini düşünüyorum. Kendisi, gereksiz yere ve erken bir dönemde risk alarak öne çıkmaktan kaçınıyor. Ancak ne yazık ki etrafında zayıf bir hükûmet ekibi var. Geçtiğimiz yıl Federal Meclis’te eleştirdiğim Ulusal Güvenlik Stratejisi, son derece zayıf bir metindi. Ama o zaman bile CDU/CSU muhalefetinin sunacak daha fazla aklı yoktu.

ABD Başkanı Joe Biden, daha önce bu tür füzelerin Rusya’daki hedeflere karşı kullanılmasına izin vermeyeceğini belirtmişti, zira bunun üçüncü dünya savaşına yol açabileceğinden endişe duyuyordu. Fakat görev süresinin sonlarına yaklaşırken, Biden’ın artık böyle bir senaryodan korkmadığı anlaşılıyor. Peki, bu süreçte ne değişti?

Biden’ın bu kararı, Trump ekibi ile Putin yönetimi arasında halihazırda yapılmış olması muhtemel anlaşmayı bozmayı amaçlıyor. Bu stratejiyle, Putin’in öyle bir tepki vermesi hedefleniyor ki, bu tepki Trump’a savaşın devam etmesinden başka bir seçenek bırakmasın. Şu anki durumda Ruslar, Amerikan tesislerine veya birliklerine saldırmaktan kaçınıyor; böyle bir adımın Trump yönetimiyle ilişkileri doğrudan etkileyebileceğini biliyorlar.

Fransa ve İngiltere’nin bu denkleme dahil edilmesi, savaşın Trump’ın göreve gelmesinden sonra da devam etmesini garanti altına alma stratejisinin bir parçası. Biden, bu noktada Fransa ve İngiltere’nin büyük güç olma heveslerini ustaca kullanıyor. Ancak hem Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron hem de İngiltere Başbakanı Keir Starmer, Rusya’nın muhtemel misilleme hamlelerinin, Trump’ın göreve başlamasından sonra özellikle onları hedef alacağının farkında. Bu nedenle, durum ciddileştiğinde İngiltere ve Fransa’nın, deyim yerindeyse, “görünmezlik moduna geçeceğini” düşünüyorum.

Rusya’nın mevcut stratejisinde NATO’nun 5. Madde’sini (bir üyeye yapılan saldırının tüm NATO üyelerine yapılmış sayılmasını öngören madde) devreye sokacak bir durumdan kaçınması önemli. Bu nedenle Rusya, NATO topraklarında herhangi bir hedefe saldırmayacaktır. Bunun yerine, İngiltere ve Fransa’nın ana vatanı dışındaki tesislere saldırılar düzenleyerek, bu ülkelerin güçlerini koruyamayacaklarını göstermeye çalışabilir. Nitekim, Rusya’nın birkaç gün önce Ukrayna’daki hedeflere dönük kombine füze ve drone saldırılarını yeniden başlatması, Moskova’nın misilleme yeteneğini açıkça ortaya koyuyor. Üstelik bu saldırılar, iyi korunan hedeflere karşı dahi başarılı bir şekilde yapılabiliyor. Bu da Rusya’nın mevcut gelişmeleri önceden öngördüğünü ve buna hazırlıklı olduğunu gösteriyor.

Açık konuşmak gerekirse, ABD’nin Rusya’ya, belirli saldırılardan önce uygun kanallar aracılığıyla uyarılarda bulunması bile beni şaşırtmaz. Bu tür bir iletişim, savaşı daha büyük bir tırmanıştan koruma amaçlı bir tedbir olabilir.

Genel olarak Kremlin’in her zamanki gibi, temkinli ve ihtiyatlı bir şekilde tepki vereceğini düşünüyorum. Ancak Putin’in basında zaman zaman “nükleer tehdit” kartını oynaması, Biden’ı başarısız bir lider gibi gösterme stratejisinin bir parçası. Bu durum, Biden’ın sırf egosu uğruna, görev süresinin son anlarında bir nükleer savaşı riske atmış bir başkan olarak algılanmasına neden olabilir. Öte yandan Trump, bu retoriği kullanarak kendisini barışın ve gerilimi düşürmenin mimarı olarak sunabilir. Bu da Trump’ın söylemsel bir üstünlük elde etmesine yol açabilir. Lütfen, benden Biden’ın liderlik becerilerine övgüler dizmemi beklemeyin. Bu bağlamda, onun kararlarının stratejik etkisi tartışmaya aşikâr.

Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy’in, ABD Başkanı Joe Biden’ın uzun menzilli füzelerle ilgili kararını medyada duyurmasından rahatsız olduğu iddiaları basında geniş yankı buldu. Uzmanlar, bu açıklamayı ABD yönetiminin Rusya’yı saldırılardan önce bilgilendirerek bir tırmanışı önleme çabası olarak yorumluyor. Peki, bu durum nasıl değerlendirilmeli?

Burada Zelenskiy için “isteğe göre bir menü” hazırlanmadığını açıkça görebiliyoruz. Ukrayna’nın lideri, kendisine sunulan yardımı olduğu gibi kabul etmek zorunda. “Büyük aktörler” sahnede kararları alırken, Ukrayna ancak bu oyunun bir parçası olabilir. Biden, bir yandan gerilimi artıracak bir açıklama yaparken, diğer yandan tansiyonu düşürme çabası içinde görünüyor. Kararını kamuoyuna duyurarak, esasen Rusya’ya dolaylı bir uyarı göndermiş ve onları bir nebze rahatlatmış oldu. Biden, bu saldırıların Zelenskiy’in istediği gibi sürpriz bir şekilde gerçekleştirilmesine izin verebilirdi; fakat bu, şu anki stratejiyle uyuşmuyor.

Bu durum, günümüz savaşlarının “medya savaşı” karakterini bir kez daha gözler önüne seriyor. Batı, medya hakimiyetinin her savaşta üstünlük sağlayacağını varsayıyor. Bu anlayış büyük ölçüde, ABD’nin Vietnam Savaşı’ndan kalma travmasına dayanıyor. Ancak bu medya savaşı içinde, Ukrayna lideri Zelenskiy’in stratejik kararlarının Rusya’nın lehine olabilecek etkiler doğurabileceği bir gerçek. Örneğin, Çernigov oblastına (Ukrayna ordusunun Kuzey Harekât Komutanlığı’nın önemli bir merkezi) asker kaydırılması, mevcut durumu Zelenskiy açısından daha da kötüleştirebilir.

Bu aşamada Ukrayna’nın, moral artırıcı bir başarıya ihtiyacı var. Bunun için Rusya’ya birkaç füze saldırısı gerçekleşebilir ve bu saldırılar daha sonra stratejik zaferler olarak lanse edilebilir. Ancak bu hamlelerin kalıcı bir askerî etkisi olup olmayacağı belli değil. Öte yandan, Trump ve Kuzey Kore güçleri hakkındaki spekülasyonlarla bir “ihanet hikayesi” hazırlığının şimdiden yapılmış olması dikkat çekici.

Biden’ın kararını basın yoluyla duyurması, aslında planın en kritik parçalarından biriydi. Bu ilan, Biden’ın başkanlık dönemi boyunca elde ettiği zayıf başarı karnesini toparlama çabasının bir parçası. Kabil’deki kaotik çekilme sonrası yaşanan utanç verici süreç, Biden’ın hanesine yazılmıştı. Buna rağmen, 2021’in aralık ayında Rusya’nın sunduğu güvenlik garantileri teklifini küçümseyip reddetme cesaretini göstermişti. Şubat 2022’den itibaren ise, ABD’nin Kiev’deki müttefikinin darbeler almasına seyirci kalmak zorunda kaldı. Şimdi, kalan iki aylık görev süresinde, bu tabloyu tersine çevirmek ve daha iyi bir izlenim bırakmak için çabalıyor.

Fakat Biden’ın, dünyayı bir nükleer savaşa sürükleme gibi bir niyet taşımadığı bariz. Bu, Biden’ın planlarının bir parçası değil. Bilakis, mevcut hamleleri hem içeride hem de uluslararası arenada itibarını artırmaya yönelik bir girişim olarak okunmalı.

Biden’ın uluslararası sahnedeki zayıflığı, yakın zamanda Peru’daki zirvede daha da belirgin hale geldi. Aile fotoğrafında Biden’ın arka ve dış köşelere yerleştirilmesi, sembolik olarak onun düşen önemini gözler önüne serdi. Üstelik, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in, Trump ile iyi bir şekilde çalışabileceğini söylemesi, Biden’a dolaylı bir mesaj göndererek onunla artık çalışmak istemediğini ima etmişti. Bu durum, Biden’ın uluslararası alandaki pozisyonunu daha da zayıflattı.

Biden, görev süresinin kalan iki ayında daha fazla aşağılanmak istemiyorsa, şimdi hızlı ve etkili hamleler yapmak zorunda. Kendi döneminin, özellikle Jimmy Carter’ın başkanlığının son dönemine benzeyen bir şekilde sona ermesini istemediği belli.

Biden’ın ABD’nin uzun menzilli silahları için genişletilmiş hedeflerine ilişkin kararını hangi biçimde aldığına dair bilginiz var mı? Bu bir başkanlık kararnamesi, resmi bir hükümet kararı ya da yalnızca Kiev’e (ve kiminle) yapılan bir telefon görüşmesi şeklinde mi? Ve bugüne kadar silahların menzil sınırlaması nasıl sağlandı, yalnızca teknik bir yöntemle mi yoksa bir emirle mi?

Bu tür detayları elbette yalnızca doğrudan taraf olanlar bilir. Ancak kararın uygulanmasının üçlü bir işbirliğiyle gerçekleştirilmesi muhtemel. Amerikan, İngiliz ve Fransız askerleri saldırıları muhtemelen birlikte planlayacak. NATO kurumlarının bu süreçte pek bir etkisinin olacağını düşünmüyorum. Zira tecrübelere göre, büyük devletler stratejik varlıklarını paylaşmayı tercih etmez; bu, genelde herkesin kendi önceliğine göre hareket ettiği bir alan. Bu kapsamda özel harekât birlikleri, stratejik silahlar, uydu ve istihbarat bilgileri gibi yalnızca hükümet düzeyinde erişilebilen araçlar yer alır. Dolayısıyla, bu tür bir işbirliğinin halihazırda kurulmuş olması pek muhtemel değil. Belki bu süreç sıfırdan oluşturulmak zorunda kalabilir.

Şimdi bir hedefleme süreci başlatılması gerekiyor. Bu süreç, durum değerlendirmesinden hedef seçimine ve etkinlik analizine kadar uzanıyor. Bunun içinde istihbarat toplama, iletişim ve navigasyon uyduları yer alıyor. Bu uyduların bazıları muhtemelen doğru yörüngeye henüz yerleştirilmiş değil. Hazırlık çalışmalarına elektronik harp alanındaki tedbirler de dâhil. Geçtiğimiz ay Rusya’nın birkaç şehrinde bizzat şahit oldum ki, Ruslar GPS sinyallerini engelliyor ve hatta zaman zaman yanıltıcı sinyaller yayıyor. Yani, GPS cihazları yanlış konumlar tespit ediyor. Bu sapmaların 15 kilometreye kadar ulaştığını gözlemlemiştim.

Tüm bu süreç, devlet başkanlarının ya da başbakanların –Biden, Starmer ve Macron’un– silahlı kuvvetlerin başkomutanı sıfatıyla verdiği bir planlama talimatını gerektiriyor. Ön hazırlıkların, yani muhtemel planların ne kadar ilerlemiş olduğuna bağlı olarak, oldukça uzun sürebilecek bir planlama sürecinin başlatılması gerekebilir. Hangi hedeflere saldırılacağı konusunda Ukraynalılar belki önerilerde bulunabilir ama son söz büyük ihtimalle Amerikalılar, İngilizler ve Fransızlara ait olacaktır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Gideon Levy: Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız İsrail’in en köklü gazetelerinden Haaretz’de yayınlanan köşe yazısında İsrail’in Gazze’deki katliamları karşısında İsrail toplumunun etik ve ahlaki olarak nasıl dönüştüğü/dönüştürüldüğü anlatılıyor:

***

Siyonistlerin yeni ideali: Gazze Savaşı’ndan utanmayan bir İsrailli nesil

Gideon Levy

“Teachers for Change” (Değişim İçin Öğretmenler) adlı bir kuruluşun CEO’su ve eğitimci olan Yair Weigler, yedek kuvvetlerdeki uzun süreli görevinden yeni döndü.

“Gazze Şeridi’ndeki çeşitli mahallelerde ve mülteci kamplarında faaliyet gösterdik, biraz da plajlarında vakit geçirdik, ardından Lübnan’da göreve devam ettik… Aramızda yerleşimciler, Tel Avivliler, 2005’te [Gazze Şeridi’ndeki] Katif Bloğu’ndan tahliye edilenler vardı; silah arkadaşlarıydık, eğitimciler ve yüksek teknoloji çalışanlarıydık… tek bir tank bölüğüydük” dedi şiirsel bir dille, sanki ordudan sonra yurtdışında bir geziye çıkıp dönen genç bir adam gibi, ziyaret ettiği yerleri övüyordu. Ah, Şucaiye, ah, ne birlik ama. Ne ordu ne halk.

Eski Başbakan Naftali Bennett, eğitimcinin sözlerini paylaşmakta gecikmedi: “İsrail’de bir aslanlar kuşağı doğdu. Hiç şüphem yok ki bu çocuklar, savaşçılar ve yedekler, sivil hayata daha idealist, daha merhametli insanlar olarak dönecekler ve önümüzdeki 50 yıl boyunca bu ülkeyi yeniden inşa edecek insanlar onlar olacak. Umut var!”

Eğer Bennett’ın küçük örme kipasıyla sergilediği aşırı duygusallığı bir kenara bırakırsak bile, şaşkın ve çaresiz gözlerimizin önünde cereyan eden kaostan dehşete düşmemek elde değil. Yedi yirmi dört. Etnik temizlik ve toplu katliam artık birer ideal; savaş suçları ise daha değer odaklı ve “iyi” siviller yaratıyor. Bennett’ın anlayışında umudun anlamı işte bu.

İnanmakta güçlük çekiyor insan. İsrail’de bir öğretmenin yedek görevindeki son derece sorunlu deneyimlerini böyle ifade ettiğini, ılımlı sağ kanadın liderlerinden alternatif için umut olan birinin ise bu şekilde tepki verdiğini okuyoruz. 2024 İsrail’inde, ordunun Gazze ve Lübnan’da yaptıklarıyla ilgili bir özeleştiri işareti görmek şöyle dursun artık suçlar ve vahşet birer ideal düzeyine yükseltiliyor. Vatandaşlık derslerinde artık, on binlerce kadın ve çocuğun katledilmesinin nasıl bir “değer” haline geldiği tartışılacak. İşte bir toprak parçasını yok edip İsraillileri daha iyi vatandaşlar haline getirmenin yolu budur. Soykırım, bir eğitim atölyesi olarak sunuluyor.

Suçluluk duygusu, bir hesaplaşma veya etik sorgulamalar bekleyen herkes tam tersini buluyor. Yaptıklarından dolayı travma yaşayan, bitmek bilmeyen kâbuslar gören, işlediği vahşetler yüzünden uykusunda çığlık atan bir nesil bekleyenler, ulusal gururla karşılaşıyor. Siyonist ideal artık Gazze’de süren savaş. Uluslararası mahkemelerde tanımlanmayı bekleyen korkunç bir suç, tüm dünyanın haklı olarak dehşetle izlediği bir savaş, şimdi bir “değer” olarak yüceltiliyor. Burada bir aslanlar kuşağı doğdu.

Bu aslanlar kuşağı, bir an bile yaptıklarıyla yüzleşmeye cesaret edemeyecek kadar korkak. Bastırma ve inkârı anlamak mümkün. Sonuçta bunlar olmadan, böylesine anlamsız ve dizginsiz bir savaş sürdürülemezdi. Ancak İsrail bunu daha akıl almaz bir noktaya taşıdı.

Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı. Subaylar kameraların önünde Gazze’deki yıkıntılar arasında göğsünü kabartarak yürüyor. Etrafında, tüm bu yıkımın anlamını sorarak mesleğinin itibarını kurtaracak tek bir muhabir bile yok. Bunun amacı neydi, yasal dayanağı neydi, ahlaki boyutu neydi? Bize böyle bir yıkımı gerçekleştirme yetkisini veren neydi? Toprak yolda, koltuk değnekleriyle, tekerlekli sandalyelerde, açlıktan bitap düşmüş eşeklerin çektiği arabalarla gidip gelen, TV muhabiri Ohad Hamo’nun soracağı herhangi bir soruya bir damla su karşılığında yanıt vermeye hazır insanların oluşturduğu konvoylar var ve bu, Hamo’nun mesleki gururunu destekleyen bir gazetecilik başarısı olarak adlandırılıyor.

Rus televizyonunun Ukrayna’dan böylesi utanç verici bir görüntüyü yayınlamaya cesaret edebileceği şüpheli. Belki orada utanç buna engel olabiliyor. Burada ise utanma hissi yok. Ne Hamo, ne Kanal 12, ne medya, ne Weigler ne de Bennett’in söylediklerinde…

Mesele sadece İsrail’in utanma duygusunu kaybetmiş olması değil. Yaptıklarıyla gurur duyuyor. İsrailliler savaşı sadece gerekli bir kötülük olarak görmüyor, bizi bununla yaşamaya mahkûm eden bir durum olarak değerlendirmiyor. Şimdi savaş, bir değer modeli – pedagojik bir şiir olarak sunuluyor. Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki sürgün ve güneyindeki katliam birer ulusal miras olarak tanıtılıyor, yakında fotoğraf albümleri ve müzelerle birlikte gelecek. Bunu telafi etmek çok daha zor olacak.

Bennett, vicdanı ve pusulası olmayan bu aslanlar kuşağının önümüzdeki 50 yıl boyunca ülkeyi inşa edeceğini vaat ediyor. Hayal edin. Bekleyip göreceğiz.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English