Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Britanya öldü

Yayınlanma

Çevirmenin notu: “Özgür dünyanın kalpleri sizinle…” Bu, Margaret Thatcher’ın 1981’de Pakistan’a yaptığı gezi sırasında Afgan cihatçılara hitaben söylediği sözdü. Bu sözler, Arjantin’in Eurobond dolandırıcılığına kurban gittiği dönemde sarf edilmişti. Ancak Britanya’nın enkaza çevirmeye kararlı olduğu yerler sadece yabancı topraklar değildi. Thatcher Britanyası, yani 1980’li yıllar yoksulluk ve işsizlik görüntüleriyle doluydu. Kömür madenleri kapatıldı ve kamunun elinde ne varsa özelleştirildi. Ülke göç vermeye başlamıştı; daha az insan evleniyordu, enflasyonun yüzde 3’e düştüğü kalıcı bir durgunluk vardı, imalat ve kamu harcamaları düşmüştü, ev fiyatları ve faiz oranları fırlamıştı ve vaaz edilen “yuppie” dönemi yaşanamamıştı. Londra, ABD’nin Afganistan’daki cihatçıları finanse etmesine, silahlandırmasına ve eğitmesine yardım ve yataklık ederken, sıradan vatandaşın cebinde sadece ekmek kırıntıları kalmıştı. Cyclone Operasyonu sırasında ABD, Usame bin Ladin ve arkadaşlarına 20 milyar dolar harcadı ve Thatcher, “bu haklı davaya” bir miktar pound’la destek sundu. Britanya’da yaşanan isyanlar hükümetin dış politikasından değil, kamu varlıklarının — telefon hatları, elektrik santralleri, demiryolları — yangından mal kaçırır gibi, en yüksek teklifi verene satılmasından kaynaklanıyordu. 2010’lara gelindiğinde David Cameron, Ulusal Sağlık Hizmetinin açık artırmaya çıkarılması ve posta hizmetinin parça parça satılmasına ön ayak oldu ve 2011 Londra isyanları başladı. David Cameron da tıpkı Thatcher gibi vergi mükelleflerinin paralarını Suriye’deki cihatçı gruplara gönderdi. Fakat Cameron için sonuç aynı olmayacaktı; ABD’nin yavaş ama emin adımlarla çökmeye başlamasıyla Britanya kendini yalnız buldu. Bir zamanlar krallığın üç sütunu olan bankacılık, deniz hakimiyeti ve hammadde egemenliği, izleri yalnızca müzede duran bir şey haline geldi. 50 yılı aşkın bir süredir Britanya’da egemen olan eski okul neo-liberal ideoloji, mevcut realiteye ayak uyduramıyor.


Britanya öldü

Samuel Mcilhagga
Palladium Magazine
27 Nisan 2023

Britanya her on yılda bir kendini krizin içinde bulur. Bu anlar, ülkenin jeopolitik öneminin ve İngiliz devletinin düşüşü üzerine nadir ve kısa süreli düşünme dönemlerinin başladığı anlar olur. Sonra kapılar kapanır, kriz ivme kaybeder ve aşırı güçlü finansal hizmetler sektörü —İngiliz kurumlarının prestijli uzun ömürlülüğü ile birleşerek— bir sonraki krize kadar düşüş eğilimlerini yumuşatır. İngiliz yönetici ve tüccar sınıfları en az bir yüzyıl daha vampir gibi finansal ve kurumsal yumuşak güçten istifade edebilir. Ancak bu anların kümülatif etkisi, İngiliz seçkinlerinin ülkenin düşüşünü önleme konusundaki derin kifayetsizliğini inkâr etmeyi giderek zorlaştırıyor.

İngiliz kurumları, küçük bir ada ülkesine göre çarpıcı miktarda yumuşak güç uyguluyor. Buranın on dördüncü yüzyıldaki bir İtalyan şehir devletinin rolünü oynadığı düşünülebilir; tarihi kültürel prestijden yararlanıyor, imparatorluk döneminden kalma seçkinlerin çocuklarını eğitiyor ve gerçekte maddi değeri olan hiçbir şey üretmezken servet ve statü oyunları alan olma işlevi görüyor.

Verimlilik, yatırım, kapasite, araştırma ve geliştirme, büyüme, yaşam kalitesi, kişi başına düşen GSYİH, servet dağılımı ve birim işgücü maliyetiyle ölçülen reel ücret artışındaki sonuçlara baktığınızda genel gidişat bariz biçimde görülüyor. Hepsi ya düşüyor ya da durgunlaşıyor. Financial Times’ın haberine göre, mevcut seviyelerde Britanya on yıl içinde Polonya’dan daha yoksul olacak ve 2024 yılına kadar Slovenya’dan daha düşük bir ortalama reel gelire sahip olacak. Pek çok taşra bölgesi halihazırda Doğu Avrupa’dan daha düşük GSYİH’ye sahip.

Yirmi birinci yüzyıl ilerledikçe tüm Avrupa yoksullaşıp zayıflarken Britanya, Almanya ve Fransa gibi akran ülkelere kıyasla çözüm bulma konusundaki göreli yetersizliği ve isteksizliği ile eşsiz. Bu, yüzyıllardır hız kazanan bir süreç ve imparatorluğun genişlemeyi sürdürdüğü 1700’lerde başlayan eğilimlere kadar uzanıyor.

Özünde, Britanya’yı Avrupa’dan ayıran, Püritanizm ve Cromwellyan cumhuriyetçiliğinde en iyi şekilde ifade edilen, kendine özgü yenilikçi ve ahlakçı kültür, kendi ülkesinde aristokrasi tarafından ezilirken bile Amerika’nın doğu yaka seçkinlerine akmaya devam etti. Başka yerlerde Washington, Napolyon, Garibaldi, Bismarck, Meiji İmparatoru, Lenin, Mao ve Nasır tarafından temsil edilen İngiliz modernleştirici sınıfı, çok daha önce İngiliz İç Savaşı ve Şanlı Devrim sırasında da ortaya çıkmıştı. Bu Amerika’da 1776’da, Fransa’da 1789’da, Japonya’da 1868’de ve Çin’de 1949’da meydana gelen yeniden kuruluş anını Britanya’ya getirmeyerek erken bir ölümle dünyadan göçtü.

Başta avantajlı bir ilk hamleci olma statüsü nedeniyle Britanya, artık mazideki çağların rantıyla yaşamaktan memnun olan güçlendirilmiş bir seçkin kesime sahip. Sosyal düzenini eski aristokrasinin kültürel mirası oluşturuyor, Londra’daki finans simsarları tarafından destekleniyor ve daralan bir orta sınıfa hizmet ediyor. İdari ve siyasi sınıflar, ne klasik anlamda bilgi edindiren genelcilik ne de derin teknik uzmanlık işleriyle ilgilenen bir amatörlük kültürü geliştirdi. Bunun modern sonucu spekülatif, danışmanlık ve finansal hizmet işlerini imalat, araştırma ve üretimden daha fazla teşvik eden bir sistem.

Britanya, aristokrasi ve burjuvazi arasındaki ortaklık tarafından yönetildiği kadar aristokratik olmayan bir aristokrasi ve üretken olmayan bir burjuvazi. Eski idari üst sınıf artık toprak ya da patronaj yoluyla güç sahibi değil. Tüccar orta sınıf çok az yenilikçi değer üretiyor, en prestijli sektörü Londra’daki aile ofisleri ve ticari bankaları aracılığıyla diğer ülkelerin artı fonlarına hizmet etmek.

Sanayi çağının hegemonu olmasına rağmen Britanya, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında ABD ve Almanya’nın kimya, ulaşım, işgücü verimliliği ve organizasyonel yöntemlerde kendisini geçmesini sağlayan mekanizmaları hiçbir zaman geliştirmedi. Londra’nın ilk hamle avantajları derin dezavantajlara dönüştü. Britanya hasta değil, İngiliz seçkinleri yaşlı emekliler gibi; en parlak dönemlerinde aşırı başarılı oldular, şu an son yatırımlarını ve birikimlerini çekiyorlar ve bu bağ evinin yıkılmasını öylece izliyorlar.

1902’den bu yana Britanya hükümetindeki pek çok kişi, büyük bir gerileme yaşanması ihtimalinden haberdardı ama yine de siyasi düzenin kendisini riske atabilecek bir rota değişikliği konusunda hiçbir teşebbüste bulunmadı. Ülkenin seçkinlerinin ufalmasının tüm etkilerini hissetmesi için bir yüz yıl daha geçmesi ve Britanya’nın tamamen dağılması gerekebilir.

Duraksamış canlanma

Kamuoyundaki sessizliğe rağmen bu sorunlar Downing Street’in koridorlarında yüzyılı aşkın bir süredir fısır fısır konuşuluyor. 1800’lerin sonunda imparatorluk zirvesindeyken bazı şahsiyetler endüstriyel ve bilimsel gelişmedeki gecikmenin Britanya’nın Almanya ve Amerika’ya göre nispeten daha düşük GSYİH büyüme oranlarına sahip olmasına yol açtığını fark etmeye başladı. 1902 yılına gelindiğinde Britanya’nın gerilemesinin nedenlerini bulmak ve düzeltmek imkânsız hale gelmeden önce bir çıkış yolu çizmek üzere sistematik girişimler başladı. Sömürgeci Cecil Rhodes ve devlet adamı Lord Milner’ın genelci imparatorluk idari sınıfını reforme etmeye yönelik ilk teşebbüsleri meyve vermedi.

Fabian cemiyetinden sosyalist çift Sidney ve Beatrice Webb, Coefficients adlı bir yemek kulübünde en önde gelen reform girişimlerinden birini organize etti. Grup, muhafazakâr paternalizm, liberal emperyalizm ve Fabian sosyalizminden Edward dönemi seçkinlerinin bir kesitini bir araya getirdi. Grupta erken dönem jeopolitikçilerden Halford John Mackinder, filozof Bertrand Russell, bilim kurgu yazarı H.G Wells ve Lord Milner’ın yanı sıra çok sayıda iş insanı, askeri yetkili, bilim insanı ve milletvekili yer alıyordu. Sonuçta bu kesit, İngiliz seçkininin genelini felç eden açmazları tekrarlamaktan başka bir işe yaramadı; imparatorluk konusunda birleşemeyen Coefficients 1909’da dağıldı. Wells daha sonra biyografisinde hepsinin kabul ettiği temel mesele üzerine fikir yürütecekti:

“Britanya’nın olası liderliğine olan inanç, Amerika’nın iktisadi kalkınması ve Almanya’nın cüreti karşısında yavaş yavaş azalmıştı. Victoria’nın refah dolu saltanatı tembellik alışkanlıkları yaratmıştı. Halk olarak eğitimden uzaklaşmıştık… Üniversitelerimiz yeni zamana ayak uyduramamıştı; avantajlarıyla korunan yönetici sınıfımız kolaycı ve son derece tembeldi… ‘Verimlilik’ daha çok ukalalık olarak algılanıyordu.”

Devamında gelen iki dünya savaşının yarattığı baskı İngiliz devletini yüksek kapasite düzeyini ve etkili biçimde harekete geçme kabiliyetini korumaya zorladı. Sonuç olarak devlet kapasitesi değil ama iktisadi ve bilimsel üretkenlik daha geniş çaplı bir gerilemeye neden oldu.

Churchill’in bilim danışmanı Frederick Lindemann ile olan dostluğu sayesinde siyaset dünyasıyla da ilişkisi olan bilim insanı Sir Henry Tizzard, 1948 yılında İngiliz Bilimi İlerletme Derneği’ne şunları söylemişti:

“Bilimsel ve endüstriyel araştırmaların niteliği ve niceliği bakımından [Amerikalıların] bizden üstün olduğu söylenemez. Ancak bizden daha yüksek bir ortalama teknoloji standardına ve sanayinin idari kontrolünde çok daha fazla oranda yüksek bilimsel eğitime sahip insanlara sahipler. Teknolojik eğitimde eşzamanlı bir genişleme olmadığı sürece araştırmadaki genişleme umulan sonucu vermeyecektir.”

Tizzard, İngiliz ordusunun Soğuk Savaş dönemindeki bilimsel stratejisini yönlendiren ve kısa ömürlü olan Savunma Araştırma Politikaları Komisyonu’na liderlik etti. Komisyon, 1947’den 1963’e kadar görev yaptı. Fakat tavsiyelerinin devletin aldığı kararlar üzerinde çok az etkisi olduğu görüldü. Tizzard, Komisyon’un kuruluşundan birkaç yıl sonra, finansmanı uzun vadeli araştırmalardan kısa vadeli askeri meselelere kaydırma baskısıyla karşı karşıya kaldı. 1951 yılında Tizzard öfkeyle şöyle yakındı: “Mevcut programdaki hiçbir madde bilimin yeni bir uygulaması değil. Hiçbir şey yok. Sunacak hiçbir sürprizimiz yok.”

Netice olarak Tizzard tarafından özetlenen sorunlar 1960’lara gelindiğinde daha da kötüleşmişti. Buna karşılık İşçi Partili Başbakan Harold Wilson, 1963 “Teknolojinin Zirvesi” programı ve Endüstriyel Yeniden Yapılanma Kurumu’nun (IRC) kurulması kapsamında ülkenin verimliliğini canlandırmaya yönelik sınırlı birkaç teşebbüste bulundu. Tekstil firması Courtaulds’un başındaki Sir Frank Kearton tarafından yönetilen IRC, karşılaştırmalı ihracat avantajlarına sahip orta ölçekli imalat sanayileri arasında birleşmeleri zorlamak için uzun vadeli bir endüstriyel planlama görevine sahip bir “ticari kamu bankası” olarak çalıştı. Amaç, İngiliz sanayisini ölçek ekonomilerinin izinden gitmeye zorlayarak kitlesel tüketici ve yüksek teknolojili bir üretim üssü yaratmaktı.

IRC kısa bir süre için GSYİH büyümesini artırarak umut vaat etse de hemen sonra hem harcama kesintileri hem de yüksek enflasyon, enerji kıtlığı, Bretton Woods sisteminin ortadan kaldırılması ve Londra’nın Avrupa Topluluğu’na girmesi ile karakterize edilen uluslararası pazar tarafından geride bırakıldı. Resmi ve gayri resmi imparatorluğun sona ermesiyle Britanya’nın dünya genelindeki enerji kaynakları üzerindeki kontrolünün azalması, finansman için büyük fazlalara ihtiyaç duyan sosyal demokrat düzeltmelerin kısıtlanmasını da beraberinde getirdi.

27 Ekim 1970’te yeni Muhafazakâr Şansölye Anthony Barber, IRC’nin kapatılacağını duyurdu. Bunun üzerine İşçi Partisi milletvekili, elektrik mühendisi ve petrol yöneticisi Raymond Carter, Avam Kamarası’nda IRC’yi savunan bir konuşma yaptı:

“Her Amerikalı işçi, İngiliz işçinin arkasındaki sermaye miktarının iki katını alıyor… Bir Alman işçinin arkasındaki sermaye miktarı ise yüzde 50 daha fazla. Ulusumuzun başını ağrıtan kritik sorun sermaye yatırımıdır… Gerçek şu ki IRC bize 30 yıl önce lazımdı.”

Carter’ın Britanya’nın rotasını tersine çevirme konusundaki son şansının 1940’ta, yani 30 yıl önce olduğu yönündeki analizi doğru. İkinci Dünya Savaşı ve ardından gelen borç artışı ve dekolonizasyon, İngiliz seçkinlerinin ve kurumlarının üstesinden gelemeyeceği, geri dönülmez bir dönem olduğunu ispatladı. Esasında Komisyon ve IRC gibi savaş sonrası teknokratik düzeltmeler ölmeye mahkûm operasyonlardı. Onları ölümcül bir şekilde kısıtlayan şey sadece kısa vadeli bütçe kesintileri değil, temelden değişen dünyaydı.

Britanya’nın hala jeopolitik zincirlerinden kurtulabileceği ve düşüşünü tersine çevirebileceği umudu mevcut. Eski Vote Leave direktörü Dominic Cummings, Boris Johnson’un yeni özel kalem müdürü olduğu sırada bu ismi kısaltılan kuruluşların mücadele etmeye çalıştığı sorunlardan ötürü hüsrana uğradı. Bunun üzerine 2020 yılında bir blog yazısı hazırlayarak “veri bilimcileri, proje yöneticileri, politika uzmanları ve çeşitli tuhaf tiplere” çağrı yaptı. Cummings’in fikri, yönetici sınıfındaki “kendine güvenen devlet okulu blöfçüleri” mirasını istihdam ederek bir düzeltici oluşturmaktı: “Gerçek jokerler, sanatçılar, hiç üniversiteye gitmemiş insanlar.”

Cummings, derin teknik uzmanlığın, “insanların uzmanlık kazanamayacakları şekilde karıştırıldığı” bir sistemin yerini alması gerektiğine inanıyordu. İngiliz idari dünyasına yönelik eleştirisi nispeten güçlü olsa da İngiliz siyasi sisteminin uzun vadeciliğe imkân tanıyacak kadar tutarlılık sağlayacağı varsayımı hatalıydı. Hizip çatışmaları sadece birkaç yıl içinde hükümette çok sayıda değişikliğe yol açtı.

Kendisini açık görüşlü bir realist olarak tanımlamasına rağmen Cummings, köklü bir reforma tabi tutulmuş herhangi bir kamu hizmetinin tabi olacağı jeopolitik ve iktisadi kısıtlamaları da ciddi anlamda hafife aldı. Sistemi içeriden reforme etmeye çalışırken sistem tarafından geri püskürtüldü. Cummings, görevi bırakmadan aylar önce daha büyük bir fikir ortaya atarak PwC, McKinsey ve diğerlerine giden 2,6 milyar pound’luk dış kaynaklı harcamaların yerini alacak devlet tarafından işletilen —daha az danışman istihdam edilmesi için danışmanların işe alınması da dahil olmak üzere— bir “Kraliyet Danışmanlığı” oluşturulmasını önerdi. Ayrılmasından birkaç hafta sonra bu fikir, birincil iş yerine “danışmanlık harcamaları konusunda tavsiyede bulunma” görevine indirgendi.

Nihayetinde bu en teknokratik politika düzeltmesi, gerilemenin yönetilmesine dönüştü. Yumuşak gücü ve yüksek maaşlı finansal hizmetleriyle övünen Britanya’nın reformcuları bile toplumun her katmanını etkileyen beşerî sermaye sorununu büyük ölçüde hafife alıyor. Kendisini ABD ve Avrupa Birliği ile kıyaslamasına rağmen, onların üretken gücünden ve yüksek vasıflı nüfusundan yoksun. Londra’nın mali gücü olmasaydı, IMF tarafından öngörülen ekonomik küçülme şüphesiz çok daha kötü olurdu. İngiliz devletinin çetin kısıtlamalarını değerlendirmede ve maddi açıdan üretken bir sosyal düzen inşa etmede kuşaklar boyu süren başarısızlığının ardından, seçkinleri yönetime olan ilgilerini temelden kaybetmiş görünüyor.

Sentetik elitin sosyolojisi

Britanya’nın idarecilik kültürü, siyasi ve idari seçkinlerinin kültürünü ve önceliklerini ifade eder. Bu kültürle ilgili sorular nihayetinde seçkin sosyolojisinin soruları. İngiliz seçkinlerine giriş, 1854 tarihli Northcote-Trevelyan Raporu’nu etkileyen, emperyal Çin sınav sisteminin gayri resmi patronaj yapılarının ortadan kaldırılmasına yol açmasıyla nesiller boyunca resmi anlamda yavaş yavaş daha meritokratik hale geldi. Ancak gayri resmi sosyal seçilim sistemi, kurumsal hafıza ve grup sosyal mühendisliği için potansiyel maliyetleri en aza indirerek yirminci yüzyıla kadar devam etti. İngiliz kurumları, geniş bir sanayi, bilim ve ticaret imparatorluğunu yönetirken hümanist ve profesyonel seçkine öncelik vermeye devam etti.

Bu dönemin İngiliz seçkinini Avrupa’nın çoğundan ayıran şey, aristokrasisinin büyük bir kısmının kapitalist üretimi benimsemesiydi. Korumacılık konusundaki ihtilaflara rağmen yeni ortaya çıkan orta sınıf hiçbir zaman Fransız ya da Amerikalı meslektaşları gibi soylularla aynı düzeyde çatışma yaşamadı. Mesela George W. Bush ve David Cameron, bu iki seçkin sınıf başbakanının geçmişlerini karşılaştırın. Bush’un baba tarafından büyük dedesi Samuel P. Bush, teknik eğitim ve çelik demiryolu parçaları üreten bir firmanın yönetimi yoluyla ailenin siyasi hakimiyetini inşa etti.

Buna karşılık Cameron’ın babası, baba tarafından büyükbabası ve büyük büyükbabası borsacı Panmure Gordon & Co şirketinin Oxford eğitimli ortaklarıyken öbürü Sir Ewen Cameron HSBC’nin başındaydı. Anne tarafından büyükbabası küçük unvanlı bir soylu ve subay ailesinden geliyordu. İngiliz seçkininin iki büyük grubu arasındaki ayırt edici faktör, aristokratik toprak mülkiyetinden mi yoksa profesyonel sınıf mali spekülasyonlardan mı rant elde ettikleriydi. İkisi de servetlerini Bush ailesini ve Amerikalı akranlarının çoğunu zenginleştiren endüstriyel temeller üzerine inşa etmemişti.

Bush ailesinin İngiliz muadilleri —imalatçı ve altyapı sahibi aileler— genellikle Britanya Kilisesi’nden ve dolayısıyla yönetim ve siyasete giden eğitim yollarından dışlanmış konformist olmayan protestanlardı. Bunun yerine ya devletle uzaktan işbirliği yaptılar ya da üretimi aşamalı olarak durdurarak ve karlarını toprak satın almak ve profesyonel eğitim için kullanarak devlete katılmaya çalıştılar. Liberal milletvekili, Unitaryan ve vida imalatçısı Joseph Chamberlain gibi seçkin olmayan tüccarlar ancak on dokuzuncu yüzyılın sonlarında, Britanya’nın ABD ve Almanya’nın gerisine düştüğü dönemde siyasi makamlara gelebilmişti.

Bunun sonucunda ortaya çıkan İngiliz devleti, aşırı derecede üretken olmayan ekonomik rant arayışına yönelmişti. Aslında Britanya’nın hayatta kalmak için kalkınmayı kovalamak gibi bir güdüsü yoktu, zira erken sanayileşmenin başat gücüydü. Sonuç olarak hiçbir zaman birincil güç ve zenginlik temeli sanayi üretimi olan ve bu nedenle bir sanayi toplumu geliştirmek ve sürdürme yönünde güçlü bir çıkarı olan bir seçkin üretmedi.

Oxford ve Cambridge’den dini ve sosyal anlamda dışlanma, orta sınıfların çoğu İngiliz seçkininin genel eğitimini paylaşmadığı anlamına geliyordu. Bu sentetik sınıf için iktidara giden yol, 19. ve 20. yüzyılların büyük bir bölümünde Oxford’un klasik Yunanca ve Latince literae humaniores dersi oldu ve bu ders genellikle İngiliz anayasa tarihine odaklanan memuriyet sınavlarına yönelik çalışmalarla desteklendi. Hem eski hem de yeni olan bu sınavlar, kurumsal ve insani bilgiye sahip ancak teknik becerisi az olan toptancı bir idari sınıf üretti. Fakat bu kısıtlamalar kaldırıldıktan sonra bile, genel eğitime yönelik eski tercih ile burjuvazinin teknik uzmanlık ihtiyacı arasındaki gerilim artmaya devam etti.

1920 yılında Oxford, kamu hizmetine giden senkretik bir teknokratik-toptancı yol yaratmak için Siyaset, Felsefe ve Ekonomi (PPE) dersini koydu. Çağdaş bir üniversite yöneticisi ve filozof olan Herbert James Paton, PPE’yi “daha yumuşak adamlar için literae humaniores’in etkisiz modern bir versiyonu” şeklinde eleştirdi.

PPE dersi İngiliz kamusal hayatında baskın olmaya devam ediyor. 2012-2017 yılları arasında Oxford Merton College’da PPE dersi veren Alman siyaset felsefecisi Matthias Brinkmann ile konuştum. “Burası hala İngiliz seçkininin eğitim alanı olduğuna dair bir hava yayıyor. Almanya’da uzaktan yakından kıyaslanabilecek bir şey yok. En iyi üniversitelerin hangileri olduğu konusunda toplumsal bir mutabakat yok… Çok düz bir hiyerarşi var,” dedi.

Dersin kendisinin derse katılanlar için değerli bir şey sunup sunmadığını merak etmiştim. Brinkmann, “Bence insanlar dersin içeriğini çok abartıyor. PPE’den önce klasikler vardı. Bir yanım içeriğin her şey olabileceğini düşünüyor. Bu büyük ölçüde koordinasyon oyunu. Eğer İngiliz seçkinleri biyokimyadan işe alınsaydı, o zaman bahsettiğimiz ders bu olurdu,” diye konuştu. PPE hayali, Fransız grand ecoles ve Alman kamu hizmetinin sıkı teknokratik huni sistemini taklit etmeye dönük gönülsüz bir girişimdi. Ancak seçkin yetiştirme yapısını reforme edecek siyasi irade ya da reformist kadrolar ve liderlerden gelen herhangi bir dış etki ile desteklenmedi. Modernist cephenin altında, on dokuzuncu yüzyılın son yarısında aktif olan aynı yetiştirme kalıpları yatıyordu.

Brinkmann, PPE dersi verirken kamu hizmetlerine katılmaya yönelik teşviklerin değiştiğini fark etmişti: “En azından 2008 mali krizinden bu yana değişen şey, insanların artık siyasete girmek istememesi. Bunun yerine finans ve danışmanlık şirketleri tercih ediliyor. Kamu hizmetine girmek isteyen çok küçük bir öğrenci azınlığı var… Kamu hizmeti sosyal statüsünü kaybetti.” J.M. Keynes ve Isaiah Berlin gibi parlak Oxford ve Cambridge figürleri kendilerini yirmi birinci yüzyılda bulsalardı, zekalarını özel sektörde kullanmak dururken devlette çalışmayı tercih edip etmeyecekleri belirsiz. Kendilerini hala kamu hizmetine adayanları hangi teşviklerin ya da eğitim unsurlarının motive ettiğini belirlemek genellikle zordur. Bunu öğrenmenin en iyi yolunun bu işi yapanlarla konuşmaya başlamak olduğuna karar verdim.

MI6’in eski Rusya masası sorumlusu Christopher Steele’in kurduğu bir istihbarat şirketinde çalışmaya başlayan eski diplomat Arthur Snell bana “30 yıl önce benimle aynı geçmişi paylaşan insanlar kente gittiler. Ama pek çoğu orduya ve dışişlerine katıldı. Bu meslekler kültürel normların bir parçası olarak görülüyordu… İngiliz —ya da daha dar anlamda İngiliz— seçkinleri, ordunun hala lüks olan bir ya da iki kısmı hariç, kamu hizmeti fikrinden büyük ölçüde vazgeçtiler,” dedi.

Kabine ticaret sekreterliğinde eski bir memur olan ve şu anda ticaret politikası üzerine çalışan Jame Kane, bana küresel rekabetin ve finansal hizmetlere para akışının kamu hizmetine yönelik teşvikleri zayıflattığını söyledi: “Hayat pahalılığını öyle bir noktaya getirdiler ki, kamu sektörü ücretlerini beklenen bir üst-orta sınıf yaşam tarzını idame ettirecek düzeye çıkarmak siyaseten imkânsız hale geldi… Sanayiye girecek aynı türden insanları işe almak için rekabet etmiyorsunuz.” Kamu görevlilerine prestij sağlaması amaçlanan çeşitli kamu hizmeti unvan listeleri —“Sir”, “Dame” veya “Commander” olma ödülü— artık bir Londra bankasında kaybedilen gelirin fırsat maliyetini telafi etmiyor.

Seçkin eğitiminin tam olarak hangi noktada olması gerektiği konusunda şaşırtıcı bir anlaşmazlık olduğunu keşfettim. Eski İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn’in eski Stratejik İletişim Direktörü James Schneider, kendi kontrolü dışındaki dışsal güçlerle karşı karşıya olan İngiliz devletinin eğitim reformları yoluyla daha etkili hale getirilemeyeceğine inanıyordu: “Eğer Kovid’e daha iyi bir karşılık verilmesini istiyorsanız, kaç kişinin klasik eğitimi aldığı ya da almadığı, sonuçları yüzde 2 ya da yüzde 3 oranında değiştirebilir.”

Diğerleri aynı görüşte değil: Mesela Kane, geniş ölçekli düşüşten muhtemelen eğitim modellerinin sorumlu olduğunu düşünüyor: “Almanya’nın Britanya ve Fransa’ya karşı neden yüzde 20’lik bir üstünlüğe sahip olduğu konusunda gerçek bir soru işareti söz konusu. Ben bunu uzun vadede becerilere yapılan daha güçlü yatırımlara bağlıyorum. Alman eğitimi, İngiliz ve Fransızlara kıyasla çok daha az seçkin odaklı, dolayısıyla çok daha vasıflı bir endüstriyel işgücüne sahipler. Bireysel çalışanların yetkinliği ve kendi kendilerini yönetme becerileri üretkenliği etkiledi.”

Eski Uluslararası Ticaret Bakanlığı Daimî Sekreteri ve Boeing Avrupa Başkanı Sir Martin Donnelly’e göre, teknik yeterlilik konusunda bu tür boşluklar onlarca yıldır varmış gibi görünüyor: “Fransa’da kamu hizmetinde çalışırken benim dönemimde üç kişiyle aynı odayı paylaşıyordum ve her biri iyi kötü birer köprü tasarlamıştı. Ben yapmamıştım.” Almanya ve Fransa’nın idari kültürlerinden kaynaklanan bu özel avantajlar, Britanya’ya kıyasla onlara küçük göreceli başarı marjları sağladı. Fakat her iki ülke de yönetim geleneklerini, yüksek enflasyon ve emtia rekabetiyle karakterize edilen yeni bir jeopolitik ve iktisadi döneme adapte olmakta zorlanıyor ve bu durum Avrupa’daki geniş çaplı mutlak gerilemeyi daha da ağırlaştırıyor.

Konuştuğum neredeyse tüm eski kamu görevlilerinin hemfikir olduğu konu, devlet kapasitesinde mutlak bir düşüş olduğuydu. Brockwell Baronu Butler ve 1988-1998 yılları arasında kabine sekreterliği yapmış olan Robin Butler bu görüşe katılmayan az sayıdaki kişiden biriydi: “Geleneksel endüstrilerimiz düşüşte. Ancak bazı sektörler, örneğin finansal hizmetler, her zaman dramatik bir büyüme halinde oldu. Başta Çin olmak üzere çok daha düşük ücretlerin olduğu ekonomilerle rekabet ediyoruz. Endemik zayıflıklarımız var ama zayıflıklar her zaman olur. Bence kalıcı bir düşüş içinde olduğumuzu söylemek çok yanlış olur.”

Fakat Schneider, daha yaygın olan görüşü özetliyor:

“İngiliz devleti çok etkin değil. Karşılaştırılabilir Avrupa ülkelerinden daha büyük ölçüde aktif şekilde parçalandı… İleride güçlü bir büyümeye sahip olacağımız kabulüne bel bağlayan bir borç dağı var, ki durum böyle görünmüyor. Üretici fiyatlarını yükselten inanılmaz derecede kırılgan tedarik zincirlerimiz var. Tarafların başlarına geleceklerle nasıl başa çıkacakları konusunda en ufak fikirleri yok.”

Kane, teknokratik kamu hizmeti aygıtına da benzer şekilde çok az ağırlık veriyor: “Kamu hizmetinin en büyük sorunu, diyebilirim ki, bir teknokrasi olarak bile etkili olmaması. Eski Babil’e kadar uzanan bürokrasi klasiklerine konu olan ölçütlerde başarısız oluyor.” Kane, örnek olarak temel kayıt tutma becerisine işaret etti: “[Bilgi] yönetim sistemi dijitalleşme ile birlikte çöktü. 2000’lerin ortasında dijitale geçtik ve bunu her türlü bilgi yönetimini ortadan kaldırmak için bir fırsat olarak gördük. Dijitalleşme, tasarruf etmek için harika bir fırsat olarak görüldü. Ne yazık ki bunun sonucu olarak elinizdeki yığınla dağınık veri.”

Bu temel etkinlik ve organizasyon kaybının sonuçları, İngiliz devletinin en kötü modern başarısızlıklarından bazılarının arkasında gizleniyordu. Snell, özellikle dış politikaya dikkat çekerek şunları söyledi: “Helmand’a gitmek yalnızca askeri kabiliyet sergileme arzusundan kaynaklanıyordu… Bu bir ölçüde kendini kandırmak. İngiliz ordusuyla brifing odalarında saatler geçirdim, size Mau Mau, Malaya ve Kuzey İrlanda isyanlarını göstererek kontrgerilla konusunda dünya lideri olduğumuzu söyleyecekler. Oysa yirmi birinci yüzyılın kontrgerillalarının ikisi de başarısızlıkla sonuçlandı.”

Avrupa Birliği’nden Çıkış Dairesi’nin eski Daimî Sekreteri Philip Rycroft, aynı başarısızlıkların Britanya’nın varlığını da tehlikeye attığını düşünüyordu. Rycroft, bu yetersizliğin varlığına 2014’teki İskoçya Bağımsızlık Referandumu sırasında ilk elden şahit oldu:

“Dairede çalışırken, o zamanlar ‘Top 200’ olarak adlandırılan, tüm daimî sekreterler ve genel müdürlerle bir sabah geçirme fırsatımız oldu. Whitehall’u kayıtsız buldum… Britanya’da çevre ihmal ediliyor… Zira merkez tarihsel olarak imparatorluk kaygısı taşıyordu. Arka plandaki radyasyon hala orada. Whitehall’dayken, daimî sekreterlerin masasının etrafında otururken İskoçya hakkında konuşurdum. Duygusal bir bağ kurmalarını sağlayabilir miydim? Kampanyanın sonunda, bir anket bağımsızlığı önde gösterdiğinde, masanın etrafındaki eklemlerin beyazlaştığını görebiliyordum. Savunma Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve casuslar ‘bunun nasıl üstesinden geleceğiz?’ diye düşünüyorlardı.”

Bu ihmal ve beceriksizliğin nihai etkisi, meslektaşlar arasında işlerin yapılması konusunda karşılıklı temel güvenin sarsılması. Cummings, danışmanlığı İngiliz devletinin kendi içinde yeniden merkezileştirmeyi umarken, bana özel danışmanların kamuda çalışmasının başlıca gerekçesinin kamu hizmetindeki meslektaşlarından kaçmak istemeleri olduğu söylendi. Donnely, “McKinsey’e girerseniz, çok sayıda kamu işi alırsınız zira bakanlar artık memurlarına güvenmiyor,” dedi. Kendinizi gerçekten müttefik olarak bile görmediğinizde, devletin en önemli işleri söz konusu olduğunda dahi işbirliği yapmak için çok az neden kalır.

Nihayetinde İngiliz devletini felç eden şey güven, yetkinlik ve ortak hedeflerdeki bu tam ölçekli çöküş. Seçkinlerinin post-endüstriyel güç ortamına uyum sağlamadaki kuşaklardır devam eden başarısızlığı yapısal sorunları daha da derinleştiriyor. Kendi sanayi, üretim, bilim ve devlet kapasitesini değerlendirememesi Britanya’nın sistematik olarak aşırıya kaçmasına neden oldu. Teknokrasinin artmasına yönelinmesi, birbirini izleyen İngiliz hükümetlerinin kemer sıkma dürtüsünden kurtulabilse bile, Britanya’nın altında faaliyet gösterdiği —yüzyıllar içinde oluşmuş— kısıtları ortadan kaldıramaz. Kritik bir eşiği aşan gerilemenin kümülatif etkileri artık apaçık ortada ama yöneticiler arasında hala yaygın bir inkâr söz konusu.

Kademeli gerileme ile ani kriz arasındaki kırılma noktasının tam olarak nereye denk geldiği belirsiz. Londra nispeten müreffeh kaldığı sürece İngiliz seçkini Britanya’nın gerilemesini on yıllarca, hatta bir yüzyıl daha yönetmeye devam edebilir. Başarılı bir yeniden kuruluştan devletin çöküşüne kadar uzun bir başarısızlık eğrisi var. Britanya’nın yönetici sınıfları 1902’de uçurumu gördüler, fakat bunun yerine kurumlarının yumuşak gücünün rotanın düzeltilmesini engellemesine göz yumdular. Daha önceki başarıları ve saygın kurumları rant elde etmek amacıyla kullanmaktan memnunlardı. Bu süreçte her şeylerini kaybettiler.

Britanya’dan çıkarılacak ders, uzun süredir beklenen krizin bir sıfırlanma anı olarak işlev görmesini beklemenin işe yaramayacağı. Düşüş genelde geçici kriz anlarının yansıttığından çok daha büyük ve yapısal olarak daha ketum. Önemli olan insanlar için işler yeterince iyi gider ve önemsiz olanlar için bolca dikkat dağıtıcı unsur bulunur. Ve sonunda kendinizi soğuk, gri bir okyanusta vasal devletlerden biri olarak bulursunuz.

DÜNYA BASINI

Moskova ve Pekin, Sibirya’nın Gücü-2 boru hattında neden anlaşmaya varamadı?

Yayınlanma

Yazar

Denis Morohın
Novaya Gazeta Europe
1 Temmuz 2024

Mayıs ayında Pekin’e gerçekleştirdiği bir başka resmi ziyarette Kremlin’in Çin ile “sınır tanımayan” ortaklığını iyimser bir şekilde dile getirmesine rağmen Vladimir Putin, Çin’e yeni bir boru hattı üzerinden gaz ihracatı için uzun süredir beklenen sözleşmenin imzalanmasına yaklaşılamaması nedeniyle gezisinden bir kez daha eli boş döndü.

Moskova ile Pekin’in Sibirya’nın Gücü doğalgaz boru hatlarından ikincisi konusunda son 20 yıldır içine düştükleri çıkmaz, büyük ölçüde Çin’in kendisine büyük avantajlar sağlamayan bir anlaşma yapma konusundaki isteksizliğine bağlanabilir. Pekin, bu dev altyapı projesini ilerletmek yerine, Moskova tarafından sunulan her yeni imtiyazı, bazen tüm teşebbüsü kasıtlı olarak sabote ediyormuş gibi görünse bile geri çevirmekten hoşnut görünüyor.

Moskova, Pekin’in bitmek bilmeyen talepleri karşısında ne kadar hayal kırıklığına uğramış olsa da çok farklı bir konumda; doğalgaz ithal etmek için birden fazla kaynağa sahip olan Çin’in aksine Rusya, yakın zamana kadar ana alıcısı olan Avrupa’yı neredeyse tamamen kaybetti ve yerine henüz benzer büyüklükte bir alıcı koyamadı. Tüm bunlar Çin’e kendi koşullarını dikte etme ve utanmadan Moskova’ya uç talepler sunma imkânı sağlıyor.

Rusya’nın enerji devi Gazprom ve Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC), Putin’in ikinci devlet başkanlığı döneminin ortalarında, 2006 yılında önerilen boru hatları için çerçeve belgeleri imzaladı. Proje, iki boru hattı inşa edilmesini öngörüyordu; bunlardan ilki Rusya’nın Uzak Doğusundan doğu rotasını izleyerek Habarovsk’tan Vladivostok üzerinden Çin’e uzanacaktı ve Sibirya’nın Gücü olarak adlandırılmıştı. İkinci boru hattı ise Batı Sibirya’yı Çin’e bağlayacaktı ve başlangıçta Altay boru hattı olarak adlandırılmış olsa da 2010’ların ortalarında adı Sibirya’nın Gücü-2 olarak değiştirildi. Sibirya’nın Gücü 2019’da faaliyete geçerken Sibirya’nın Gücü-2’nin inşaat çalışmaları, şartlar ve koşullar hala müzakere edildiği için henüz başlamadı. Karşılaşılan engellerden bazıları şunlar:

Birinci şart: Çin’e Rusya’nın yerel fiyatlarından gaz satmak

İlk çerçeve belgelerinin imzalanmasından kısa bir süre sonra Pekin, Moskova’ya gazını Avrupa’ya sattığı fiyatın yarısına hatta üçte birine satması için baskı yapmaya başladı. Hatta Çin’in Rus gazını ülkenin iç pazarı için kullanılandan daha da düşük bir fiyattan satın almak istediğine dair haberler çıktı.

CNPC başlangıçta 1000 metreküp için 70 dolar fiyat talep ettiyse de daha sonra bu rakamı yükseltti ve 100 dolar fiyatta anlaştı. Yine de bu fiyat, Gazprom’un Avrupa’ya sattığı 250 ila 300 dolardan üç kat daha düşüktü.

Böylesine mantıksız talepler karşısında Moskova, müzakereleri tamamen kesmeyi ve bunun yerine yurt içi gaz satışlarını artırmaya odaklanmayı tercih etti. Putin ile Çin yönetimi arasında birkaç tur süren müzakerelerin ardından Altay projesi 2009 yılında süresiz olarak askıya alındı.

Fakat Moskova, anlaşmaya varamaması halinde devasa ve hızla büyüyen Çin pazarına erişimini tamamen kaybedebileceğinden ve Çin’in doğalgaz tedariki için kısa sürede alternatif kaynaklar bulacağından endişe ediyordu. Ayrıca, Rusya’nın güçlü inşaat ve metalürji lobileri yeni boru hatlarının inşası için yoğun lobi faaliyetleri yürütürken Avrupa pazarında rekabet, ABD’den sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) sevkiyatındaki artış ve Azerbaycan’dan artan gaz ihracatı nedeniyle şiddetleniyordu.

Bu baskılar Rusya’yı 2011 yılında tekrar müzakere masasına oturtmaya yetti ama taraflar bir kez daha ihracat fiyatı konusunda anlaşmaya varamadı. Rusya, Çin’in Avrupa’ya uyguladığı fiyat olan 1000 metreküp başına yaklaşık 350 doları kabul etmesini umarken Pekin, Rusya’ya sadece Türkmenistan’a ödediği kadar —yaklaşık 250 dolar— ödemeye hazırdı, bu nedenle müzakerelerde yine ilerleme kaydedilemedi.

Ancak Financial Times’ın mayıs ayındaki haberine göre Çin, Sibirya’nın Gücü-2’den Rusyalı yetkililer tarafından düzenlenen yerel fiyatları üzerinden gaz satın almasına izin verilmesi yönündeki ilk talebine geri döndü. Şu anda, bölgeye bağlı olarak bu fiyat, 1000 metreküp için yaklaşık 62 dolar.

Bu durum özellikle 2023 yılında Çin’in orijinal Sibirya’nın Gücü hattından satın aldığı gazın fiyatının 1000 metreküp için 287 dolara yükselmesiyle dikkat çekici —2021 yılında sadece 159 dolar ödedikten sonra— Avrupa’nın Rus gazı ithalatı için ödediği fiyatı bile aştı.

Ancak Reuters tarafından elde edilen gizli belgelere göre, fiyat 2027 yılına kadar 157 dolara düşebilir ve bu da sadece geçen yıl 6,3 milyar avroluk rekor bir zarar açıklayan Gazprom için ek mali kayıplara neden olur. Gazprom, 2023 yılında toplam 12 milyar avro zarar etti, ancak bu zarar kârlı petrol ve elektrik satışlarıyla kısmen telafi edildi.

İkinci şart: Fiyatın pahalı yakıtlara sabitlenmemesi

Bir diğer önemli engel de doğalgaz satış fiyatının hesaplanmasında kullanılan fiyat formülü oldu; bu formül, oranı dünya piyasalarında toplu olarak kıyaslama ölçütü olarak bilinen çeşitli yakıt türlerinin fiyatına bağladı.

Uluslararası gaz alım sözleşmeleri genelde Japonya Crude Cocktail (JCC), ABD’deki Henry Hub ve AB ve Birleşik Krallık’taki yakıt borsa kotasyonları gibi çeşitli endekslere bağlı. 2000’li yılların sonlarında Çin, Gazprom’un gaz ihracat fiyatlarını oldukça yüksek olan JCC kriterine bağlama önerisini reddederek şirketin projeyi bir kez daha birkaç yıllığına rafa kaldırmasına neden oldu.

Esasında Çinliler, 2013 yılında her iki boru hattı üzerinden gaz sevkiyatı için o dönemde ABD pazarındaki arz fazlası nedeniyle düşük olan ABD’deki kaya gazı fiyatlarına dayalı sabit bir fiyat üzerinde anlaşmayı önermişti. Fakat Ruslar Pekin’in önerisine itiraz ederek fiyat üzerinde zaten anlaşmaya varılmış olduğunu vurguladı. Bu durum müzakereleri bir kez daha rayından çıkardı.

Moskova ya da Pekin’den bu sözleşmenin herhangi bir kritere bağlanması yönünde bir talep gelip gelmediği bilinmiyor, ancak analistler Çin’in güçlü müzakere pozisyonunun avantajlı bir fiyat bağı için direnmesini sağladığına inanıyor. Novaya Gazeta’ya konuşan Enerji ve Temiz Hava Araştırma Merkezi analisti Petras Katinas, “Çin istediği formülü sözleşmeye dahil edebilecek güce sahip,” dedi.

Üçüncü şart: Boru hattının gazın gerekli olduğu yere yeniden yönlendirilmesi

2000’li yılların ortalarından bu yana, Pekin’in Sibirya’nın Gücü-2’ye yönelik bir diğer önemli itirazı da Moskova’nın başlangıçta “batı rotası” olarak adlandırdığı ve doğrudan Rusya’nın dağlık Altay bölgesinden geçerek Çin’in batısına ulaşması öngörülen boru hattının güzergahı oldu.

Bir dağ silsilesi üzerinden boru hattı inşa etmenin zorluklarına ve Rus çevrecilerin planladığı protestolara rağmen Altay rotası, Gazprom’un kesin tercihi, zira bu rota, Rusya’nın Kuzey Kutbu’ndaki gaz sahaları ile Çin sınırı arasındaki en doğrudan rota.

Belki daha da önemlisi Gazprom, boru hattını Moğolistan ya da Kazakistan üzerinden geçirmekten imtina ediyor, zira bu durumda transit ücreti ödemek zorunda kalacak ve bu da kârını azaltacak. Önerilen güzergahla ilgili temel sorun, Batı Çin’in gaz talebinin, Sibirya’nın Gücü-2’nin nihai olarak sağlayabileceği 30 milyar metreküplük gaz kadar yüksek olmaması.

13 yıl süren müzakerelerin ardından Kremlin, nihayet Pekin’in taleplerine boyun eğdi ve Sibirya’nın Gücü-2’yi doğuya yönlendirmeyi kabul etti; bu da artık Çin’in endüstriyel olarak çok daha gelişmiş bölgelerine gaz ulaştıracağı anlamına geliyor. Fakat şimdi Rusya’ya düşen, transit bir ülkeyle anlaşmaya varmak.

Dördüncü şart: Çin’in yılda 30 milyar metreküp gaz almasını beklemeyin

Gazprom, 2006’daki müzakerelerin en başından itibaren Altay boru hattı üzerinden Çin’e yılda 30 milyar metreküp doğalgaz sevk etmeyi planlıyordu. Fakat proje müzakerelerinden 10 yıl sonra, Kremlin’i dehşete düşüren bir şekilde, CNPC’nin o dönemki başkanı Vang Yilin basın mensuplarına verdiği demeçte 30 milyarlık rakamın sadece basın tarafından dile getirildiğini ifade etti. Sibirya’nın Gücü-2 üzerinden yapılacak nihai gaz sevkiyatının gerçek hacminin hala müzakere edilmeyi beklediğini söyleyen Vang, tek bir yorumla müzakereleri en başa döndürdü.

Rus gazetesi Kommersant’a göre Çinliler, 2000’li yılların ortalarında Gazprom’un boru hattının yılda 30 milyar metreküp gaz taşıma kapasitesine sahip olmasını şart koşmuş, ancak sadece yılda 10 milyar metreküp gaz satın almayı garanti etmişti.

Dahası, geçen yıl Çinli yetkililer Türkmenistan’dan gelen ve Sibirya’nın Gücü-2 ile aynı kapasiteye sahip bir doğalgaz boru hattı olan D Hattını ülkenin başlıca enerji altyapısı önceliği olarak belirledi.

Columbia Üniversitesi’nden enerji araştırmacısı Erica Downs, Çin’in 2030’dan önce Sibirya’nın Gücü-2 gazına ihtiyaç duymasının muhtemel olmadığını söylerken CREA’dan Petras Katinas, Çin’in 2030’ların ortalarına kadar Rusya’dan bu ölçekte gaz sevkiyatına ihtiyaç duymayacağını öngördü.

Beşinci şart: Çin’in Rusya’nın iç enerji pazarına erişimine izin verilmesi

Putin’in görevde olduğu süre boyunca yılda birkaç kez üst düzey Çinli yetkililerle bir araya gelerek Pekin yönetimini etkilemeye çalışmasına rağmen, iki ülke arasındaki sınırsız karşılıklı güven ve dostluk iddiaları ne kadar sık dile getirilirse getirilsin, herhangi bir gerçekliği yok gibi görünüyor.

Esasında konu gaz sevkiyatını tartışmaya geldiğinde, Moskova ile Pekin’in birbirlerinin gaz işinin en kutsalları olan üretim ve satışa erişimini defalarca reddetmesi nedeniyle ortada hiç güven olmadığı ortaya çıkıyor.

CNPC, Doğu Sibirya’daki yeni sahalarda gaz üretimine dahil olmayı, sadece yakıt üretmeyi değil, aynı zamanda Gazprom ile birlikte Rusya’da bir yerel gaz boru hattı inşa etmeyi ve yönetmeyi umuyordu. CNPC’nin Rusya’nın yerel gaz işine girme arzusu ve Rusya’nın yabancıların kendi iç pazarına girmesine izin verme konusundaki isteksizliği, Sibirya’nın Gücü-2’nin daha fazla gecikmesi anlamına geliyordu.

Rusya da Çin’de kendine bir yer edinmeye çalıştı. 2013 yılında dönemin başbakan yardımcısı Arkadiy Dvorkoviç, Altay boru hattının inşasının Çin’in iç gaz piyasasının liberalleşmesine bağlı olduğunu ve Çin’deki fiyat düzenlemesinin zayıflaması halinde Gazprom’un bir zamanlar Avrupa’da yaptığı gibi kendi yakıtını kendisinin pazarlamayı tercih edeceğini açıkladı. Fakat çok geçmeden Pekin’in yabancı bir aktörün pazarlarına girmesine izin vermeye niyeti olmadığı ortaya çıktı.

Altıncı şart: Pekin’den kredi alın

Çin’in Rusya’nın iç gaz işine müdahil olması konusu gündeme gelirken aynı zamanda Çinli bankaların Gazprom’a yeni boru hattını inşa etmesi için borç vermesi ve bu borcun ne kadar olabileceği de tartışılıyordu.

Gazprom, 2014 yılına kadar yeni boru hattının inşasını kendi yatırım programını kullanarak finanse edeceğini söylüyordu, ancak Rusya hükümetinin Gazprom’a Rusya Ulusal Varlık Fonu’ndan kredi verilmesini onayladığı da konuşuluyordu.

Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi ve Gazprom’un bir anda dış borç piyasalarının kendisine kapalı olduğunu fark etmesiyle her şey bir gecede değişti. İşte bu noktada her iki boru hattı projesini finanse etmek için bir Çin kredisi gündeme geldi.

Gazprom’un mali zorluklarından sonuna kadar faydalanan Çin, Altay projesinde ilerlemeyi şirketin boru hattının Rusya bölümünü inşa etmek için “ortağından” kredi almayı kabul etmesi koşuluna bağladı. Bir Çin bankasının finansmanını kabul etmesi için Moskova’da lobi faaliyeti yürüten Pekin, 8 milyar ila 15 milyar dolar arasında bir gelir elde etmek üzere kendi bankacılık sektörünü kurmuş oldu.

Ancak Rusya ve Çin’in faiz oranı ve kredinin diğer koşulları üzerinde anlaşamaması, iki tarafı bir kez daha çıkmaza sürükledi. Gazprom’dan bir kaynağın 2015 yılında Reuters’a verdiği demeçte şirketin inşaatı finanse etmek için kendi mali kaynaklarından yoksun olduğunu söylediği bildirildi.

Yedinci şart: Çin’e esnek hacimlerde gaz teslimatı yapılması

Aşılamayan bir başka mali engel de gaz sözleşmelerinde standart bir madde olan ve alıcı teslim edilen her şeyi satın almasa bile ödenmesi gereken minimum hacmi belirleyen al ya da öde koşulu oldu.

Novaya Gazeta’nın kaynaklarına göre Gazprom, orijinal Sibirya’nın Gücü boru hattı sözleşmesinde belirlenen standart olan yüzde 80’in altında bir al ya da öde seviyesini kabul etmeyecek, ancak Pekin bu koşulları kabul etmeyecek.

Petras Katinas, Novaya Gazeta’ya verdiği demeçte, Pekin şu anda al ya da öde şartlarıyla yeni bir sözleşme imzalama niyetinde olmasının pek mümkün olmadığını söyledi ve Pekin’in muhtemelen teslimatlar için sabit bir fiyatta ısrar edeceğini ya da esnek hacimler talep edeceğini, böylece ihtiyacı olmayan gazı satın almak zorunda kalmayacağını da sözlerine ekledi. Katinas, aynı zamanda Çin’in, şirketin mali durumunun kötü olduğunun bilincinde olarak, boru hattının inşasını finanse etmek için Gazprom’un Çin’den kredi almasında ısrar edebileceğini düşünüyor.

Boş umutlar

Birkaç yıl içinde Gazprom, batı güzergahında bir boru hattı inşası için Çin ile yakında bir sözleşme imzalayacağını duyurmasının 20. yıldönümünü kutlayacak.

Çin’in devasa inşaat projesini durdurmak için kullandığı tüm araçlar hala elinin altında ve bu süre zarfındaki tek önemli gelişme boru hattının doğuya kaydırılmış olması.

Çin coğrafi konumu itibariyle şanslı ve etrafı gaz tedarikçileriyle çevrili; Türkmenistan ve Myanmar’dan boru hattıyla yakıt almanın yanı sıra Orta Doğu ve Avustralya’dan da LNG sevkiyatı yapıyor. Bunun da ötesinde Gazprom tarafından Sahalin adasında ve Novatek tarafından Rusya’nın Kuzey Kutbu’ndaki Yamal Yarımadası’nda üretilen Yamal LNG de var. Sonuç olarak Pekin, Sibirya’nın Gücü-2 konusunda acele etmeyebilir.

Ancak neredeyse 20 yıldır Çin’in şartlarını kabul edemeyen ve kendi şartlarını belirleme çabalarında başarısız olan Gazprom’un artık kaçacak bir yeri kalmadı. Rusya’nın Ukrayna’ya askeri müdahalesinden bu yana Avrupa pazarının neredeyse tamamını kaybetmesi, gaz üretiminin 1983’ten bu yana görülmemiş seviyelere inmesi anlamına geliyor ve şirketin hala Batı Sibirya gazını gönderecek bir yere ihtiyacı var. Sonuç olarak Çin, Moskova’nın zayıf bir pazarlık pozisyonunda olduğunu ve sözleşme yapmak için giderek daha fazla çaresiz kaldığını çok iyi bilerek neredeyse her türlü taviz için bastırabilir.

Columbia Üniversitesi araştırmacıları Erica Downs, Akos Losz ve Tatiana Mitrova tarafından hazırlanan raporda, “Proje inşa edilirse ve edildiğinde, muhtemelen Çin’in şartlarına göre olacaktır,” denildi. Novaya Gazeta’ya konuşan Downs’a göre Çin hangi tür yakıt bağımlılığının —Rusya’dan boru hattı gazı mı LNG teslimatları mı— daha riskli olduğuna karar vermeli. Downs’a göre Çin’in LNG ile ilgili sorunu, LNG taşıyan bazı tankerlerin uzun deniz yollarını kullanmak zorunda kalması olabilir ki bu da Pekin’in “ABD tarafından kesintiye uğratılmaya açık olarak algıladığı” bir durum.

Katinas, “Çin’in enerji güvenliğine odaklandığı göz önüne alındığında, ülkenin Rus gazına olan bağımlılığını kayda değer ölçüde artırmak isteyip istemediği epey şüpheli. Ancak ithalat için ek bir seçeneğe sahip olmak, küresel gaz piyasasında aksaklıklar yaşanması durumunda avantaj sağlayabilir,” diye konuştu.

Çin’in sahip olduğu çok sayıda etki aracına rağmen, Sibirya’nın Gücü-2’nin akıbeti belirsizliğini koruyor. Ukrayna’da savaşın patlak vermesinden bu yana Pekin’in yeni sınır ötesi enerji altyapı projeleri ve Rusya’nın enerji sektörüne yatırım yapma konusunda temkinli davrandığını belirten Downs, “Dolayısıyla Çin’in bu boru hattıyla ilgili karar verme konusunda zaman lüksü var,” dedi.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Pezeşkiyan’ın hedefi sandığa gitmeyenler, silahı ise “korku”

Yayınlanma

İran’da 14. dönem Cumhurbaşkanlığı Seçimleri’nin ikinci turuna kalan adayların seçim kampanya süreci yeniden başladı.

İran devlet televizyonuna göre, 5 Temmuz’da yapılacak cumhurbaşkanı seçiminin ikinci turu için yarışacak reformistlerin adayı Mesud Pezeşkiyan ile muhafazakarların adayı Said Celili’nin kampanya süreci 3 Temmuz’da sona erecek.

Aşağıda çevirisini okuyacağınız analiz adayların birbirlerine yönelik suçlamalarına ve seçim kampanyalarında kullandıkları argümanlara odaklanıyor:

***

İran’da reformcuların cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmak için sosyal yardım ve korku faktörüne güveniyor

Amwaj.media

Reformist Mesud Pezeşkiyan ve muhafazakâr Said Celili, 28 Haziran’daki cumhurbaşkanlığı seçiminde hiçbir aday oyların çoğunluğunu alamadığı için ikinci turda karşı karşıya gelecek.

Pezeşkiyan’ın kampanyası şimdi ilk turu boykot eden seçmenlerle iletişim kurmaya ve katılımı artırmak için olası muhafazakâr yönetimin tehlikelerini vurgulamaya hazırlanıyor. Celili’nin ekibi ise reformist rakibini plansız olarak göstermeye çalışıyor.

Sonuçlar: 28 Haziran seçimleri, muhafazakâr eski Cumhurbaşkanı Reisi’nin geçen ay bir helikopter kazasında hayatını kaybetmesiyle tetiklendi. İran anayasasına göre erken seçimlerin 50 gün içinde yapılması gerekiyor.

Milletvekili Pezeşkiyan ve eski nükleer baş müzakereci Celili, İran’da 28 Haziran’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda yeterli oyu alamadıkları için 5 Temmuz’da karşı karşıya gelecekler.

-Pezeşkiyan 10,5 milyon (yüzde 42,5) oy alırken, Celili 9,5 milyon (yüzde 38,6) oy aldı.

-Başlangıçta seçimin favorisi olarak görülen muhafazakâr Meclis Başkanı Muhammed Bakır Kalibaf ise 3.4 milyondan az (yüzde 13.8) oy alarak üçüncü oldu.

-Muhafazakâr eski adalet bakanı Mustafa Purmuhammedi ise kullanılan oyların yüzde 1’inden azını alarak (yaklaşık 200.000) sonuncu oldu.

Katılım oranı: Kamuoyu yoklamaları, 2021 seçimlerinde seçmen katılımının bir önceki rekor düşük seviye olan yüzde 48,8’den daha yüksek olacağını öngörmesine rağmen, seçime katılım sadece yüzde 39,9 oldu.

Rekor düşük katılım oranı, 2020’de başlayan ulusal seçimlere düşük katılım eğilimini tersine çeviremedi. Seçmen ilgisizliği ve reform yanlısı adayların neredeyse tamamının seçime katılımının engellenmesi bu eğilimi tetikledi.

-Muhafazakârların parlamentoyu ılımlılardan ve Reformistlerden geri aldığı 2020 yasama seçimlerinde oy kullanma hakkına sahip seçmenlerin yüzde 42’sinden biraz fazlası oy kullandı.

-Reisi’nin genel olarak “tek atlı yarış” olarak görülen seçimi kazandığı 2021 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde seçmenlerin yüzde 48,8’i oy kullandı ki bu o zamana kadar bir cumhurbaşkanlığı oylaması için en düşük katılım oranıydı.

-Bu yıl mart ayında yapılan parlamento seçimlerinin ilk turunda da seçmenlerin yaklaşık %41’i oy kullanmıştı.

Yankıları: Pezeşkiyan için kampanya yürüten eski Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif (2013-21) katılımın düşük olmasını halkın “yönetim şeklimizden memnun olmamasına” bağladı ve geçmişteki eksiklikler için özür diledi.

-Siyaset sosyoloğu Mehran Solati, 30 Haziran’da reform yanlısı Hammihan gazetesine verdiği demeçte, özellikle etnik azınlıkların çoğunlukta olduğu sınır illerindeki düşük katılımın, ülkenin seçimler konusunda “derinleşen öfke ve artan bir hayal kırıklığı” ile karşı karşıya olduğunu gösterdiğini söyledi.

Muhafazakâr Kayhan gazetesi ise katılımın düşük olmasından ılımlı Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani (2013-21) hükümetinin ekonomik performansını sorumlu tuttu.

-Kayhan, ekonominin durumu nedeniyle halkın hayal kırıklığına uğradığını ve Ruhani’nin halefi, son cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin (2021-24) Ruhani’nin kendisine bıraktığı ekonomiyi düzeltmek için yeterli zamanı olmadığını iddia etti.

-Muhafazakâr gazete 28 Mayıs’ta Reisi’nin çabaları sayesinde seçime katılımın “gözle görülür şekilde yüksek” olacağını öngörmüştü.

Pezeşkiyan’ın ekibi, 5 Temmuz’da yapılacak ikinci tur öncesinde kampanya çalışmalarına başlarken, ilk turda sandığa gitmeyenlere ulaşmaya çalışıyor.

-Zarif, Reformcu kampa bağlı kampanyacılara yaptığı bir konuşmada, halkın “yalan bombardımanına” tutulduğu için “doğrudan insanlarla konuşmalarını” önerdi. Pezeşkiyan için kampanya yürütenler 30 Haziran’da Tahran’ın farklı bölgelerinde bir araya gelerek sıradan İranlıların sorularını yanıtladılar.

Pezeşkiyan 30 Haziran’da, 5 Temmuz’daki zaferinin mecazi bir tren kazasını önlemek için gerekli olduğunu ima ederek dikkatleri üzerine çekti.

-Reformist aday, bir çiftçinin, rayları tıkayan kayalara çarpmadan önce gelen trenin sürücüsünü durdurmak için kıyafetlerini ateşe verdiği bilinen bir grafiği paylaştı. “Fedakâr çiftçi” hikayesi -1961 yılının bir Kasım gecesi yaşanan Rizali Khajavi’nin gerçek eylemlerini konu alıyor- İran ilkokullarında vatanseverlik ve görev bilinci örneği olarak öğretiliyor.

-İran’ı trene ve 28 Haziran seçimlerini boykot eden seçmenleri de yolcularına benzeten Pezeşkiyan, ülkenin “İran’ın geleceği tehlikede olduğu için” yolcuları uyarmak amacıyla “fedakâr çiftçi” gibi insanlara ihtiyaç duyduğunu söyledi.

-Pezeşkiyan’ın paylaşımına tepki olarak Khajavi’nin oğullarından biri internette bir video yayınlayarak kendisinin ve ailesinin Celili’ye oy vereceğini söyledi.

Reformcu adayın destekçileri de muhafazakâr bir cumhurbaşkanının iktidara gelmesinin kötü sonuçlar doğurabileceği korkusundan faydalanarak destek toplamaya çalışıyor.

-Eski Bilgi ve İletişim Teknolojileri Bakanı (2017-21) ve Pezeşkiyan’ın kampanyasının destekçisi olan Muhammad Cevad Azar Cahromi 29 Haziran’da olası bir Celili yönetimini Taliban tarafından yönetilen bir hükümete benzetti.

-Siyasi yorumcu Muhammed Ali Ahangaran 29 Haziran’da Pezeşkiyan’a oy vermenin işleri “mutlaka” daha iyi hale getirmeyeceğini, ancak “seçimi boykot etmenin ya da Celili’ye oy vermenin kesinlikle felaket getireceğini” yazdı.

Bu arada Celili’nin destekçileri 69 yaşındaki Pezeşkiyan’ın sağlığını ve cumhurbaşkanı olmak için gereken özelliklere sahip olup olmadığını sorguladı.

-Muhafazakâr milletvekili ve Celili’nin destekçisi Hamid Rasaee 30 Haziran’da “söylentilere” dayanarak Pezeşkiyan’ın hastalığı nedeniyle Celili ile televizyonda yapılacak bir tartışmaya katılmayacağını söyledi ve Pezeşkiyan’ın dört yıl boyunca ülkeyi yönetecek kadar sağlıklı olup olmadığını sordu. Pezeşkiyan’ın tartışmadan çekildiğine dair resmi bir açıklama yapılmadı.

-Muhafazakâr bir milletvekili ve eski bir televizyon sunucusu olan Emirhüseyin Sabeti, Pezeşkiyan’ı ülkenin sorunlarını ele alacak bir “planı olmamakla” suçladı. Sabeti ayrıca reformist adayın yarışı kazanması halinde benzin fiyatlarının sekiz kattan fazla artacağını iddia etti.

Adaylar: Eğitimli bir kalp cerrahı olan Pezeşkiyan, Batı ile ilişki kurma ve temel sosyal ve kültürel özgürlükleri güvence altına almak için mücadele etme mottosuyla yarışıyor.

– Tecrübeli milletvekili, yolsuzlukla mücadele etme sözü verdi ve İran’ı yıllardır kara listesinde tutan hükümetler arası kara para aklama karşıtı bir kuruluş olan Mali Eylem Görev Gücü (FATF) ile işbirliğinden yana konuştu.

-Pezeşkiyan, Dini Lider Ayetullah Ali Hamaney tarafından belirlenen politikalardan övgüyle bahsetti. Bu nokta, İslam Cumhuriyeti’ni eleştirenler tarafından Pezeşkiyan ve muhafazakâr rakibi Celili’nin birbirinden farkı olmadığı iddia etmek için sıklıkla referans gösteriliyor.

Celili aşırı muhafazakârlar arasında popüler ve Reisi yönetimindeki pek çok kişinin desteğine sahip.

-Muhafazakâr Celili 2007-2013 yılları arasında Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi (YGK) sekreteri olarak görev yaptı ve bu dönemde Batı ile nükleer müzakereleri de yürüttü. Müzakereler hiçbir yere varmadı.

-Batı ile ilişkilerin geliştirilmesine karşı olan ve 2015 nükleer anlaşmasına da şiddetle karşı çıkan Celili şu anda Hamaney’in YGK’deki kişisel temsilcisi olarak görev yapıyor.

Öngörü: İki cumhurbaşkanı adayı 5 Temmuz’da yapılacak ikinci tur öncesinde televizyonda yayınlanacak iki münazarada karşı karşıya gelecek.

-Celili, Kalibaf’ın oylarının kendi lehine döneceğini umuyor ancak meclis başkanının destekçilerinin Celili’nin davasına ne kadar bağlı olduğu konusunda soru işaretleri var. Şimdiden, en azından bazı oyların Pezeşkiyan’a gideceğine dair işaretler söz konusu

-İkinci turu kazanmak için Pezeşkiyan’ın katılımı artırmak için elinden gelen her şeyi yapması gerekiyor. Kampanyası, kısmen kullanılmayan her oyun Celili’ye oy vermek anlamına geldiğini savunarak ilk turu boykot edenleri kazanmaya odaklanacak.

-Sosyal medyadaki söylem, Reformist adayın Celili gibi muhafazakâr birinin cumhurbaşkanı olmasından endişe duyan seçmenlerden fayda sağlayacağını gösteriyor. Ancak bu korku faktörünün seçmen ilgisizliğini yenmeye yetip yetmeyeceğini zaman gösterecek.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Sergey Glazyev ile mülakat: Devasa sermaye kaçışı devam ediyor

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Ukrayna’daki savaşın Rusya’nın ya da Rus sermayesinin Batı’dan büyük ölçüde kopuşunu beraberinde getirdiği doğru. Fakat bu kopuşun niteliklerine dair tartışılacak çok fazla noktanın olduğu da doğru. Bu kopuş henüz nihai aşamasına ulaşabilmiş değil. Ve Rusya’nın sermayedarları ve politikacıları, 90’lardan kalma köhnemiş fikir ve anlayış biçimlerini terk etmiş değiller, Glazyev bu konuda haklı.


Glazyev: Devasa sermaye kaçışı devam ediyor

Yuriy Pronko

Tsargrad

29 Haziran 2024

Rusya, Avrupa’dan ithalatı Çin ve Hindistan’dan gelen mallarla tamamen ikame edebilir mi? Neden hala Boeing’lerle uçuyoruz? 1998’deki temerrüt bize nasıl fayda sağladı? 300 milyar doları kaybetmemek için ne yapmamız gerekiyor? Rusya Bilimler Akademisi’nden Sergey Glazyev anlattı.

Yeni Volga modelinin halka tanıtımı sırasında pek de duygusal olmayan Başbakan Mihail Mişustin yetkililere şunu sormuştu: Direksiyonunuz Çin üretimi mi? Ve otomobil markasının neden hem Rusça olmayıp hem Kiril alfabesiyle yazıldığını anlamıyorum. Gerçekten ithal ikamesi mi yapıyoruz yoksa Çin, Batı’nın yerini mi aldı?

Bu duruma göre değişiyor. Çin bugün her şeyi üretiyor. Hindistan da öyle. Ve bu iki dev ile ticaretteki büyüme şaşırtıcı: Yaptırımlara rağmen yıllık yüzde 25 ila 30. Avrupa’dan yapılan ithalatı tamamen Çin ve Hindistan’dan yapılan ithalatla ikame edebiliriz. Bu arada, Çin ile ticaret AB ile ticaretten daha iyi değil, aksine daha kötü bir yapıya sahip.

Hammadde payı AB’ye kıyasla daha büyük, nihai ürün payı ise daha küçük. AB’nin hammadde sağlayan uzantısı olduğumuzdan daha büyük ölçüde Çin’in hammadde sağlayan uzantısı haline geliyoruz. Bu eğilimin üstesinden gelmek için nihai ürün üretimini ve iş birliğini artıracak kredilere ihtiyacımız var. Çin ile birlikte katma değerli zincirlerin oluşturulmasını teşvik etmeliyiz. Farklı sektörlerde durum oldukça farklı. Otomotiv sektöründe, uzun yıllar süren endüstriyel montajın ardından, Batı’dan ithal edilen bileşenleri Doğu’dan gelenlerle ikame etmemiz gerekiyor.

Hayali başarılar

Ancak bu gerçek bir ithal ikamesi midir?

Yetkililerimiz Kaluga oblastında Volkswagen’in üretimini kurduklarıyla övünürken —zira her şey robotlara dayanıyordu— 300 istihdam yaratmıştı. Peki Avtovaz’da kaç kişinin işine son verildi? Nerede tam bir iş birliği zincirimiz var?

Ürettiğimiz nihai ürünlerle, neredeyse tüm teknolojik zincir boyunca ilgilenmemiz gerekiyor. İthal bileşenlerden makine yapımında elde ettiğimiz başarıların hayali başarılar olduğunun farkına varmamız gerekiyor. Rusya ve Avrasya Ekonomi Birliği (AEB) içinde yer alan yerli katma değer zincirlerimize dayalı daha derin ithal ikamesi fırsatlarını zorluyoruz.

Devlete ait bir şirket olmasına rağmen Aeroflot neden tamamen Rusya üretimi Tu-214 uçağı almaya ikna edilemiyor? Ya da Tamamen Rusya üretimi İl-76 satın almaya? Üç yerine iki pilotu olması gerektiği, motorunun daha az ekonomik olabileceği hakkındaki tüm iddialar saçmalık. Kendi üretimimiz uçaklara; Tu-204, 14, Tu-334, İl-96, İl-112’ye geçmemiz gerekiyor. An-70 ve An-124, Ukrayna ekipmanına sahip olmasına rağmen An-124 bile üretilebilir. Bunların hepsini kendimiz yapabiliriz.

Batı’nın servis vermediği ve motorları arızalanan Boeing’ler ise kaldırılmıyor.

Tu-214’lerimizi satın alma yükümlülüklerini yerine getirmek yerine, bir şeyler icat etmeye başladılar. Batı ile karşı karşıya geldiğimiz bir durumda, şirketleri hesaba almayıp büyük kararlar almalıyız. Kendi uçaklarımıza geçelim. Onları işletmek daha pahalı olabilir, bakımlarını yapmak daha zor olabilir.

Batı tarafından ambargo geldiğinde ve bize uçak parçaları vermeyi kestiklerinde, havacılık idaremizin kafası karıştı. Zira hem bakım hem de satın alma her şeyi yurt dışına yaptırıyorlardı. Nereden ne alacaklarını bile bilmiyorlardı. Batı ekipmanları üzerinde asalak bir yaşam sürüyorlardı ve bu da yönetimimizin tamamen gevşemesine yol açtı. İthal ekipman satın almakla değil, ülke içinde üretimi organize etmekle meşgul olunmalı.

Bu insanlar bir şeyleri değiştirebilecek kapasitede mi?

Yönetici pozisyonlarına sadece bir cepten diğerine nasıl para aktarılacağını bilen ne üzerine ihtisas yaptığı belli olmayan yöneticileri değil, mühendisleri terfi ettirmeliyiz. Yerli üretimin çıkarları, ikinci el bir Amerikan motoru nasıl alınır, Afrika üzerinden nasıl ithal edilire odaklanan konjonktürün çıkarlarından daha yüksek olmalı. Artık uzun vadeli stratejik kararlar alma zamanı. Yerli teknolojik tabana dönme zamanı.

Buna yönelik bir potansiyel olduğunu düşünüyor musunuz?

Potansiyel var. Bu da 2021 yılında yılda en az yüzde 5 oranında büyümemizi sağlıyor. Son iki yılın dinamikleri, sektörün üretim fırsatlarındaki artışa kolayca yanıt verdiğini gösteriyor.

1998 yılında Primakov-Geraşçenko’nun politikası sayesinde, eylül ayından itibaren temerrütten sonra, ithal ikamesi temelinde sanayi üretiminde patlayıcı bir büyüme yaşandı. Daha sonra ithalatın fiyatı hızla yükseldi ve Merkez Bankası enflasyon oranının altında bir oranda kredi verdi. Model mükemmel bir şekilde işledi. Sanayi her ay yüzde 2 oranında büyüdü. Dokuz aylık çalışma sonunda sanayi üretimindeki büyüme yüzde 20 oldu. Belki bugün böyle bir büyüme yok. Ama üretimde yüzde 10’a kadar büyümeyi sürdürebiliriz.

Dünyadaki en yüksek emek sömürüsü

Ve bunun için beyinlerimiz var mı?

Hem beynimiz hem de insanımız var. Ve sanayi bölgelerimizin bu deneyimi, hükümet yerli ürünlere olan talebi artırmaya başlar başlamaz, sanayinin hemen karşılık verdiğini gösteriyor. Belki işgücü piyasasında lokal açıklar var. Ancak bununla ciddi bir şekilde ilgilenmemiz gerekiyor. Uzmanlar, teknik uzmanlar, mühendislik personeli yetiştirmemiz gerekiyor. Ve ücret artışları kaçınılmaz. Ücretlerin GSYİH’deki payının diğer ülkelere kıyasla bir buçuk kat daha düşük olduğunu unutmayalım.

Üretimi ücretlere böldüğümüzde, işçilerimizin her bir ruble ücret başına Avrupa ya da ABD’ye kıyasla üç kat daha fazla üretim yaptığı ortaya çıkıyor. Dünyadaki en yüksek emek sömürüsüne sahibiz. İnsanlar “oh be ücretler artmaya başladı” derken, 1990’ların başında ücretlerin kat kat düştüğünü unutuyorlar. Ve daha fazla da artmadı.

Ücret artışlarının altına girmek zorundasınız. Bu normal bir olgudur. Bu, işgücü verimliliğindeki büyümeyi geriletiyor. Fakat bunun olmaması için otomasyona, robotlaşmaya yatırım yapmamız gerekiyor. Eğer yeterli sayıda işçimiz yoksa, istihdam edilen bin kişi başına düşen robot sayısı bakımından neden dünyada son sıralardayız?

Batı’nın hırsızlığına karşı uyarı

2014’ten bu yana Rusya’nın döviz rezervlerinin çalınabileceği konusunda uyarıda bulunan birkaç uzmandan biri, hatta tekiydiniz. Kenara itildiniz; “orada yasalar var, kimse hiçbir şeye dokunmayacak,” denmişti.

Düşmana döviz rezervlerimizle operasyon yapma fırsatı vermiş olmamız beni çok üzüyor. Ukrayna Silahlı Kuvvetleri bu rezervler karşılığında finanse ediliyor. Batı, rezervlerimize siyasi düzeyde el koymaya hazır. Ancak finansörler hala direniyor ve palyatif çözümler arıyor. Fakat bunun onlar için siyasi olarak çözülmesi gereken bir mesele olduğunu anlamalıyız.

Bu devasa meblağı kayıp mı ettik?

Batı’da iktidarda olanlar bize karşı savaş üzerine bahse girdiler, bu yüzden intihar eğilimlerini değiştiremezler. Bunun iyi bir şey getirmediği hakikatini göze alıyorlar. Avrupa’da giderek büyüyen bir ekonomik ve sosyal felaket görüyoruz. Avrupa rekabet gücünü hızla kaybediyor ama kilit pozisyonlarda Amerikan kuklaları oturuyor. Bir Rusya düşmanı daha NATO Genel Sekreteri seçildi. Bekleyeceğiz, belki birkaç yıl içinde Avrupa ülkelerinde yeniden seçim dalgası başlayacak. Belki Fransa bir ay içinde hükümetini değiştirecek.

Ancak von der Leyen’e Avrupa Komisyonu başkanı olarak beş yıl daha görev süresi tanındı.

Belki de ABD’de kaos öyle bir seviyeye ulaşacak ki, Rusya’ya karşı savaşın durumlarını daha da kötüleştirdiğini fark edecekler. Bu tamamen öznel bir durum. Paramız bize verilmiyor. Onu geri alıp alamayacağımız, bizden kendileri için olumlu şeyler isteyecekleri zaman göreceli bir siyasi soru.

Şu anda bizi yok etmeye çalışıyorlar. Ve cevabın asla kendilerine gelmeyeceğini düşündükleri sürece, yüzsüzce ve dizginlenemez bir şekilde davranıyorlar.

Batı toplumu buna daha ne kadar tahammül edecek?

Batı toplumu Rusya ile dost olmak ve ilişkileri yeniden tesis etmek isteyen siyasetçileri iktidara getirdiğinde bu soru gündeme gelecektir. Zira yaptıkları şey, finans terminolojisinde temerrüt olarak adlandırılır. Batı temerrüde düşmüş durumda, ülkeler kredibil değil. Sadece bize değil, bir dizi başka ülkeye olan borçlarını ödeyemiyorlar.

Onlara iflas etmiş muamelesi yapmalıyız. Ve tüm bu kredi notlarımız Batılı ülkelere karşı temerrüde düşürülmeli. Ahlaki açıdan bakıldığında Batı’nın yaptığı şey soygundur. Finansal açıdan bakıldığında temerrüttür. Siyasi açıdan ise bu onların stratejik hatasıdır.

Rusya’nın bu formülasyondaki durumu değerlendirmeye hazır olup olmadığından şüpheliyim. Maliye Bakanlığı’nın eylemlerine bakıyorum, Merkez Bankası’‘nın söylemlerini işitiyorum. Perde arkasında bile böyle bir şey söylenmiyor. Aynı simalar, Sergei Yuriyeviç, kameraların, sıkı sıkıya kapalı kapılar ardında konuştuğunuz simalar, size “hayır, böyle olmayacak, [bu varlıklar] hiçbir yere gitmedi,” dediler mi?

Bir hatayı kabul etmek cesaret ve nitelik gerektirir. Ne yazık ki Merkez Bankası hem dünyanın hem de bilimin uzun zaman önce terk ettiği ilkel modellere göre yön alan niteliksiz insanlar tarafından yönetiliyor.

Ancak bunun bedeli 300 milyar dolar.

Merkez Bankası şu an bile IMF’nin tavsiyelerine körü körüne bağlı. IMF tarafından kendilerine dolar ve avro dışında rezervlerinizi koyabileceğiniz başka bir varlık olmadığı, zira bu para birimlerinin likit olduğu ve iyi bir faiz oranına sahip olduğu söylendi. Onlar da Washington’dan gelen tavsiyelere uydular.

Her şeyden önce döviz rezervlerine el konulacağı konusunda defalarca uyarıda bulundum, 2014’te bu aşikardı. Gözlerimizin önünde İran’ın, Afganistan’ın, Venezuela’nın rezervlerine el konuldu. Venezuela’nın sadece döviz rezervlerine el koymakla kalmadılar, varlıkları muhalefete aktardılar.

Fakat Rusya’nın sözde muhalefetine 300 milyar verecek halleri yok.

SWIFT ile ilişkimizin kesileceğini 12 yıldan uzun bir süre önce ilk söyleyen bendim. Sonra Merkez Bankası başkanı bana dedi ki: “Merkez Bankası’na atom bombası atılması gibi bir riski göze alamayız”. Ben de “Yaparlar, atom bombasının bununla ne alakası var?” dedim. İran dışarıya kapatıldı ve biz de kapatılacağız.

Şükür ki Devlet Başkanı’nın bankalar arası bir finansal haberleşme sistemi zamanında oluşturuldu. Bu sistem, Devlet Başkanı zamanında talimat verdiği için var. Kendi başlarına ne SPFS’yi ne de Mir kartı asla yapamazlardı. Biz en azından bilişim ve teknik altyapıda, ödeme ve finans sisteminde kendimizi hazırladık.

Rezervleri elden çıkarmış olmamızın stratejik bir hata olduğunu düşünüyorum. Bundan kolayca kaçınılabilirdi. Nereye yatırım yapacağımızı bile düşünmeyebilirdik, yalnızca kendi ürettiğimiz altını satın alabilirdik. Altın ihraç etmeye devam ediyoruz. Farklı para birimlerinde oldukça büyük bir döviz kazancımız var ve bu kazançları altın biriktirmek ve rubleye dönüştürmek için kullanabilirdik. İhracatçılara ruble verip gelirlerini altına çevirebilirdik…

Son olarak, bu parayla altın satın alın. Pek çok ihtimal var, bu yüzden ellerimizi havaya kaldırmamız gerekiyor. Ve hataların tekrarlanmamasını ummalıyız.

Batı basını da neredeyse her gün çıkan makalelerle Merkez Bankası yönetimini övüyor.

Bu yüzden övülüyorlar, zira oradan gelen talimatlarla hareket ediyorlar. Ve ekonomimizin gelişmesini yasaklayarak hareket etmeye devam ediyorlar. Yatırımları engelliyorlar ve dövizi ülke dışına itiyorlar. Orada herhangi bir para birimini doğrudan kote etmelerini sağlamak zor. Yuanın kote edilmesi iyi bir şey. Ama rupi henüz kote edilmedi. Rupi neden kote edilmiyor?

Başbakan Modi’nin Moskova’ya yapacağı ziyaretten sonra belki durum değişir?

Rupinin neden kote edilmediği hiç de açık değil. Çok büyük bir döviz akışı var. İhracatçıların satacak hiçbir yeri yok. Aslında para otoriteleri, aşırı ısınma ve aşırı döviz arzı hakkında her türlü peri masalını uydurarak ekonomimizin kalkınmasını engellemeye devam ediyor.

Dolar ve avro cinsinden değil ama diğer para birimleri cinsinden devasa bir sermaye kaçışı devam ediyor. Ve yıllardır içinde sallanıp durduğumuz kısır döngüyü iktisadi refah döngüsüne dönüştürecek yatırımlardan feci şekilde yoksunuz. Bunun için ucuz kredilere, üretken yatırımları finanse edecek, ülkenin stratejik planları, Devlet Başkanı’nın açıkladığı öncelikler doğrultusunda hedefli kredilere ihtiyacımız var. Hem bilim ve teknoloji politikası hem de kalkınma hızı açısından bu önemli.

Milli ölçütlerimiz siyasi olarak formüle edildi.

Ancak bu talimatlar için para yok. Sadece bütçe var. Ve bütçe iktisadi politikanın ana aracı değildir. Bütçenin başka pek çok görevi vardır. İktisadi politikanın ana aracı kredidir, bütçe değil. Stratejik planların ve ülke liderliği tarafından belirlenen siyasi hedeflerin ana uygulayıcıları bankalar olmalıdır. Bankalar, ekonominin hızla kalkınacağı yönlerde kredi vermelidir, bu yönler görülebilir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English