Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Britanya öldü

Yayınlanma

Çevirmenin notu: “Özgür dünyanın kalpleri sizinle…” Bu, Margaret Thatcher’ın 1981’de Pakistan’a yaptığı gezi sırasında Afgan cihatçılara hitaben söylediği sözdü. Bu sözler, Arjantin’in Eurobond dolandırıcılığına kurban gittiği dönemde sarf edilmişti. Ancak Britanya’nın enkaza çevirmeye kararlı olduğu yerler sadece yabancı topraklar değildi. Thatcher Britanyası, yani 1980’li yıllar yoksulluk ve işsizlik görüntüleriyle doluydu. Kömür madenleri kapatıldı ve kamunun elinde ne varsa özelleştirildi. Ülke göç vermeye başlamıştı; daha az insan evleniyordu, enflasyonun yüzde 3’e düştüğü kalıcı bir durgunluk vardı, imalat ve kamu harcamaları düşmüştü, ev fiyatları ve faiz oranları fırlamıştı ve vaaz edilen “yuppie” dönemi yaşanamamıştı. Londra, ABD’nin Afganistan’daki cihatçıları finanse etmesine, silahlandırmasına ve eğitmesine yardım ve yataklık ederken, sıradan vatandaşın cebinde sadece ekmek kırıntıları kalmıştı. Cyclone Operasyonu sırasında ABD, Usame bin Ladin ve arkadaşlarına 20 milyar dolar harcadı ve Thatcher, “bu haklı davaya” bir miktar pound’la destek sundu. Britanya’da yaşanan isyanlar hükümetin dış politikasından değil, kamu varlıklarının — telefon hatları, elektrik santralleri, demiryolları — yangından mal kaçırır gibi, en yüksek teklifi verene satılmasından kaynaklanıyordu. 2010’lara gelindiğinde David Cameron, Ulusal Sağlık Hizmetinin açık artırmaya çıkarılması ve posta hizmetinin parça parça satılmasına ön ayak oldu ve 2011 Londra isyanları başladı. David Cameron da tıpkı Thatcher gibi vergi mükelleflerinin paralarını Suriye’deki cihatçı gruplara gönderdi. Fakat Cameron için sonuç aynı olmayacaktı; ABD’nin yavaş ama emin adımlarla çökmeye başlamasıyla Britanya kendini yalnız buldu. Bir zamanlar krallığın üç sütunu olan bankacılık, deniz hakimiyeti ve hammadde egemenliği, izleri yalnızca müzede duran bir şey haline geldi. 50 yılı aşkın bir süredir Britanya’da egemen olan eski okul neo-liberal ideoloji, mevcut realiteye ayak uyduramıyor.


Britanya öldü

Samuel Mcilhagga
Palladium Magazine
27 Nisan 2023

Britanya her on yılda bir kendini krizin içinde bulur. Bu anlar, ülkenin jeopolitik öneminin ve İngiliz devletinin düşüşü üzerine nadir ve kısa süreli düşünme dönemlerinin başladığı anlar olur. Sonra kapılar kapanır, kriz ivme kaybeder ve aşırı güçlü finansal hizmetler sektörü —İngiliz kurumlarının prestijli uzun ömürlülüğü ile birleşerek— bir sonraki krize kadar düşüş eğilimlerini yumuşatır. İngiliz yönetici ve tüccar sınıfları en az bir yüzyıl daha vampir gibi finansal ve kurumsal yumuşak güçten istifade edebilir. Ancak bu anların kümülatif etkisi, İngiliz seçkinlerinin ülkenin düşüşünü önleme konusundaki derin kifayetsizliğini inkâr etmeyi giderek zorlaştırıyor.

İngiliz kurumları, küçük bir ada ülkesine göre çarpıcı miktarda yumuşak güç uyguluyor. Buranın on dördüncü yüzyıldaki bir İtalyan şehir devletinin rolünü oynadığı düşünülebilir; tarihi kültürel prestijden yararlanıyor, imparatorluk döneminden kalma seçkinlerin çocuklarını eğitiyor ve gerçekte maddi değeri olan hiçbir şey üretmezken servet ve statü oyunları alan olma işlevi görüyor.

Verimlilik, yatırım, kapasite, araştırma ve geliştirme, büyüme, yaşam kalitesi, kişi başına düşen GSYİH, servet dağılımı ve birim işgücü maliyetiyle ölçülen reel ücret artışındaki sonuçlara baktığınızda genel gidişat bariz biçimde görülüyor. Hepsi ya düşüyor ya da durgunlaşıyor. Financial Times’ın haberine göre, mevcut seviyelerde Britanya on yıl içinde Polonya’dan daha yoksul olacak ve 2024 yılına kadar Slovenya’dan daha düşük bir ortalama reel gelire sahip olacak. Pek çok taşra bölgesi halihazırda Doğu Avrupa’dan daha düşük GSYİH’ye sahip.

Yirmi birinci yüzyıl ilerledikçe tüm Avrupa yoksullaşıp zayıflarken Britanya, Almanya ve Fransa gibi akran ülkelere kıyasla çözüm bulma konusundaki göreli yetersizliği ve isteksizliği ile eşsiz. Bu, yüzyıllardır hız kazanan bir süreç ve imparatorluğun genişlemeyi sürdürdüğü 1700’lerde başlayan eğilimlere kadar uzanıyor.

Özünde, Britanya’yı Avrupa’dan ayıran, Püritanizm ve Cromwellyan cumhuriyetçiliğinde en iyi şekilde ifade edilen, kendine özgü yenilikçi ve ahlakçı kültür, kendi ülkesinde aristokrasi tarafından ezilirken bile Amerika’nın doğu yaka seçkinlerine akmaya devam etti. Başka yerlerde Washington, Napolyon, Garibaldi, Bismarck, Meiji İmparatoru, Lenin, Mao ve Nasır tarafından temsil edilen İngiliz modernleştirici sınıfı, çok daha önce İngiliz İç Savaşı ve Şanlı Devrim sırasında da ortaya çıkmıştı. Bu Amerika’da 1776’da, Fransa’da 1789’da, Japonya’da 1868’de ve Çin’de 1949’da meydana gelen yeniden kuruluş anını Britanya’ya getirmeyerek erken bir ölümle dünyadan göçtü.

Başta avantajlı bir ilk hamleci olma statüsü nedeniyle Britanya, artık mazideki çağların rantıyla yaşamaktan memnun olan güçlendirilmiş bir seçkin kesime sahip. Sosyal düzenini eski aristokrasinin kültürel mirası oluşturuyor, Londra’daki finans simsarları tarafından destekleniyor ve daralan bir orta sınıfa hizmet ediyor. İdari ve siyasi sınıflar, ne klasik anlamda bilgi edindiren genelcilik ne de derin teknik uzmanlık işleriyle ilgilenen bir amatörlük kültürü geliştirdi. Bunun modern sonucu spekülatif, danışmanlık ve finansal hizmet işlerini imalat, araştırma ve üretimden daha fazla teşvik eden bir sistem.

Britanya, aristokrasi ve burjuvazi arasındaki ortaklık tarafından yönetildiği kadar aristokratik olmayan bir aristokrasi ve üretken olmayan bir burjuvazi. Eski idari üst sınıf artık toprak ya da patronaj yoluyla güç sahibi değil. Tüccar orta sınıf çok az yenilikçi değer üretiyor, en prestijli sektörü Londra’daki aile ofisleri ve ticari bankaları aracılığıyla diğer ülkelerin artı fonlarına hizmet etmek.

Sanayi çağının hegemonu olmasına rağmen Britanya, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında ABD ve Almanya’nın kimya, ulaşım, işgücü verimliliği ve organizasyonel yöntemlerde kendisini geçmesini sağlayan mekanizmaları hiçbir zaman geliştirmedi. Londra’nın ilk hamle avantajları derin dezavantajlara dönüştü. Britanya hasta değil, İngiliz seçkinleri yaşlı emekliler gibi; en parlak dönemlerinde aşırı başarılı oldular, şu an son yatırımlarını ve birikimlerini çekiyorlar ve bu bağ evinin yıkılmasını öylece izliyorlar.

1902’den bu yana Britanya hükümetindeki pek çok kişi, büyük bir gerileme yaşanması ihtimalinden haberdardı ama yine de siyasi düzenin kendisini riske atabilecek bir rota değişikliği konusunda hiçbir teşebbüste bulunmadı. Ülkenin seçkinlerinin ufalmasının tüm etkilerini hissetmesi için bir yüz yıl daha geçmesi ve Britanya’nın tamamen dağılması gerekebilir.

Duraksamış canlanma

Kamuoyundaki sessizliğe rağmen bu sorunlar Downing Street’in koridorlarında yüzyılı aşkın bir süredir fısır fısır konuşuluyor. 1800’lerin sonunda imparatorluk zirvesindeyken bazı şahsiyetler endüstriyel ve bilimsel gelişmedeki gecikmenin Britanya’nın Almanya ve Amerika’ya göre nispeten daha düşük GSYİH büyüme oranlarına sahip olmasına yol açtığını fark etmeye başladı. 1902 yılına gelindiğinde Britanya’nın gerilemesinin nedenlerini bulmak ve düzeltmek imkânsız hale gelmeden önce bir çıkış yolu çizmek üzere sistematik girişimler başladı. Sömürgeci Cecil Rhodes ve devlet adamı Lord Milner’ın genelci imparatorluk idari sınıfını reforme etmeye yönelik ilk teşebbüsleri meyve vermedi.

Fabian cemiyetinden sosyalist çift Sidney ve Beatrice Webb, Coefficients adlı bir yemek kulübünde en önde gelen reform girişimlerinden birini organize etti. Grup, muhafazakâr paternalizm, liberal emperyalizm ve Fabian sosyalizminden Edward dönemi seçkinlerinin bir kesitini bir araya getirdi. Grupta erken dönem jeopolitikçilerden Halford John Mackinder, filozof Bertrand Russell, bilim kurgu yazarı H.G Wells ve Lord Milner’ın yanı sıra çok sayıda iş insanı, askeri yetkili, bilim insanı ve milletvekili yer alıyordu. Sonuçta bu kesit, İngiliz seçkininin genelini felç eden açmazları tekrarlamaktan başka bir işe yaramadı; imparatorluk konusunda birleşemeyen Coefficients 1909’da dağıldı. Wells daha sonra biyografisinde hepsinin kabul ettiği temel mesele üzerine fikir yürütecekti:

“Britanya’nın olası liderliğine olan inanç, Amerika’nın iktisadi kalkınması ve Almanya’nın cüreti karşısında yavaş yavaş azalmıştı. Victoria’nın refah dolu saltanatı tembellik alışkanlıkları yaratmıştı. Halk olarak eğitimden uzaklaşmıştık… Üniversitelerimiz yeni zamana ayak uyduramamıştı; avantajlarıyla korunan yönetici sınıfımız kolaycı ve son derece tembeldi… ‘Verimlilik’ daha çok ukalalık olarak algılanıyordu.”

Devamında gelen iki dünya savaşının yarattığı baskı İngiliz devletini yüksek kapasite düzeyini ve etkili biçimde harekete geçme kabiliyetini korumaya zorladı. Sonuç olarak devlet kapasitesi değil ama iktisadi ve bilimsel üretkenlik daha geniş çaplı bir gerilemeye neden oldu.

Churchill’in bilim danışmanı Frederick Lindemann ile olan dostluğu sayesinde siyaset dünyasıyla da ilişkisi olan bilim insanı Sir Henry Tizzard, 1948 yılında İngiliz Bilimi İlerletme Derneği’ne şunları söylemişti:

“Bilimsel ve endüstriyel araştırmaların niteliği ve niceliği bakımından [Amerikalıların] bizden üstün olduğu söylenemez. Ancak bizden daha yüksek bir ortalama teknoloji standardına ve sanayinin idari kontrolünde çok daha fazla oranda yüksek bilimsel eğitime sahip insanlara sahipler. Teknolojik eğitimde eşzamanlı bir genişleme olmadığı sürece araştırmadaki genişleme umulan sonucu vermeyecektir.”

Tizzard, İngiliz ordusunun Soğuk Savaş dönemindeki bilimsel stratejisini yönlendiren ve kısa ömürlü olan Savunma Araştırma Politikaları Komisyonu’na liderlik etti. Komisyon, 1947’den 1963’e kadar görev yaptı. Fakat tavsiyelerinin devletin aldığı kararlar üzerinde çok az etkisi olduğu görüldü. Tizzard, Komisyon’un kuruluşundan birkaç yıl sonra, finansmanı uzun vadeli araştırmalardan kısa vadeli askeri meselelere kaydırma baskısıyla karşı karşıya kaldı. 1951 yılında Tizzard öfkeyle şöyle yakındı: “Mevcut programdaki hiçbir madde bilimin yeni bir uygulaması değil. Hiçbir şey yok. Sunacak hiçbir sürprizimiz yok.”

Netice olarak Tizzard tarafından özetlenen sorunlar 1960’lara gelindiğinde daha da kötüleşmişti. Buna karşılık İşçi Partili Başbakan Harold Wilson, 1963 “Teknolojinin Zirvesi” programı ve Endüstriyel Yeniden Yapılanma Kurumu’nun (IRC) kurulması kapsamında ülkenin verimliliğini canlandırmaya yönelik sınırlı birkaç teşebbüste bulundu. Tekstil firması Courtaulds’un başındaki Sir Frank Kearton tarafından yönetilen IRC, karşılaştırmalı ihracat avantajlarına sahip orta ölçekli imalat sanayileri arasında birleşmeleri zorlamak için uzun vadeli bir endüstriyel planlama görevine sahip bir “ticari kamu bankası” olarak çalıştı. Amaç, İngiliz sanayisini ölçek ekonomilerinin izinden gitmeye zorlayarak kitlesel tüketici ve yüksek teknolojili bir üretim üssü yaratmaktı.

IRC kısa bir süre için GSYİH büyümesini artırarak umut vaat etse de hemen sonra hem harcama kesintileri hem de yüksek enflasyon, enerji kıtlığı, Bretton Woods sisteminin ortadan kaldırılması ve Londra’nın Avrupa Topluluğu’na girmesi ile karakterize edilen uluslararası pazar tarafından geride bırakıldı. Resmi ve gayri resmi imparatorluğun sona ermesiyle Britanya’nın dünya genelindeki enerji kaynakları üzerindeki kontrolünün azalması, finansman için büyük fazlalara ihtiyaç duyan sosyal demokrat düzeltmelerin kısıtlanmasını da beraberinde getirdi.

27 Ekim 1970’te yeni Muhafazakâr Şansölye Anthony Barber, IRC’nin kapatılacağını duyurdu. Bunun üzerine İşçi Partisi milletvekili, elektrik mühendisi ve petrol yöneticisi Raymond Carter, Avam Kamarası’nda IRC’yi savunan bir konuşma yaptı:

“Her Amerikalı işçi, İngiliz işçinin arkasındaki sermaye miktarının iki katını alıyor… Bir Alman işçinin arkasındaki sermaye miktarı ise yüzde 50 daha fazla. Ulusumuzun başını ağrıtan kritik sorun sermaye yatırımıdır… Gerçek şu ki IRC bize 30 yıl önce lazımdı.”

Carter’ın Britanya’nın rotasını tersine çevirme konusundaki son şansının 1940’ta, yani 30 yıl önce olduğu yönündeki analizi doğru. İkinci Dünya Savaşı ve ardından gelen borç artışı ve dekolonizasyon, İngiliz seçkinlerinin ve kurumlarının üstesinden gelemeyeceği, geri dönülmez bir dönem olduğunu ispatladı. Esasında Komisyon ve IRC gibi savaş sonrası teknokratik düzeltmeler ölmeye mahkûm operasyonlardı. Onları ölümcül bir şekilde kısıtlayan şey sadece kısa vadeli bütçe kesintileri değil, temelden değişen dünyaydı.

Britanya’nın hala jeopolitik zincirlerinden kurtulabileceği ve düşüşünü tersine çevirebileceği umudu mevcut. Eski Vote Leave direktörü Dominic Cummings, Boris Johnson’un yeni özel kalem müdürü olduğu sırada bu ismi kısaltılan kuruluşların mücadele etmeye çalıştığı sorunlardan ötürü hüsrana uğradı. Bunun üzerine 2020 yılında bir blog yazısı hazırlayarak “veri bilimcileri, proje yöneticileri, politika uzmanları ve çeşitli tuhaf tiplere” çağrı yaptı. Cummings’in fikri, yönetici sınıfındaki “kendine güvenen devlet okulu blöfçüleri” mirasını istihdam ederek bir düzeltici oluşturmaktı: “Gerçek jokerler, sanatçılar, hiç üniversiteye gitmemiş insanlar.”

Cummings, derin teknik uzmanlığın, “insanların uzmanlık kazanamayacakları şekilde karıştırıldığı” bir sistemin yerini alması gerektiğine inanıyordu. İngiliz idari dünyasına yönelik eleştirisi nispeten güçlü olsa da İngiliz siyasi sisteminin uzun vadeciliğe imkân tanıyacak kadar tutarlılık sağlayacağı varsayımı hatalıydı. Hizip çatışmaları sadece birkaç yıl içinde hükümette çok sayıda değişikliğe yol açtı.

Kendisini açık görüşlü bir realist olarak tanımlamasına rağmen Cummings, köklü bir reforma tabi tutulmuş herhangi bir kamu hizmetinin tabi olacağı jeopolitik ve iktisadi kısıtlamaları da ciddi anlamda hafife aldı. Sistemi içeriden reforme etmeye çalışırken sistem tarafından geri püskürtüldü. Cummings, görevi bırakmadan aylar önce daha büyük bir fikir ortaya atarak PwC, McKinsey ve diğerlerine giden 2,6 milyar pound’luk dış kaynaklı harcamaların yerini alacak devlet tarafından işletilen —daha az danışman istihdam edilmesi için danışmanların işe alınması da dahil olmak üzere— bir “Kraliyet Danışmanlığı” oluşturulmasını önerdi. Ayrılmasından birkaç hafta sonra bu fikir, birincil iş yerine “danışmanlık harcamaları konusunda tavsiyede bulunma” görevine indirgendi.

Nihayetinde bu en teknokratik politika düzeltmesi, gerilemenin yönetilmesine dönüştü. Yumuşak gücü ve yüksek maaşlı finansal hizmetleriyle övünen Britanya’nın reformcuları bile toplumun her katmanını etkileyen beşerî sermaye sorununu büyük ölçüde hafife alıyor. Kendisini ABD ve Avrupa Birliği ile kıyaslamasına rağmen, onların üretken gücünden ve yüksek vasıflı nüfusundan yoksun. Londra’nın mali gücü olmasaydı, IMF tarafından öngörülen ekonomik küçülme şüphesiz çok daha kötü olurdu. İngiliz devletinin çetin kısıtlamalarını değerlendirmede ve maddi açıdan üretken bir sosyal düzen inşa etmede kuşaklar boyu süren başarısızlığının ardından, seçkinleri yönetime olan ilgilerini temelden kaybetmiş görünüyor.

Sentetik elitin sosyolojisi

Britanya’nın idarecilik kültürü, siyasi ve idari seçkinlerinin kültürünü ve önceliklerini ifade eder. Bu kültürle ilgili sorular nihayetinde seçkin sosyolojisinin soruları. İngiliz seçkinlerine giriş, 1854 tarihli Northcote-Trevelyan Raporu’nu etkileyen, emperyal Çin sınav sisteminin gayri resmi patronaj yapılarının ortadan kaldırılmasına yol açmasıyla nesiller boyunca resmi anlamda yavaş yavaş daha meritokratik hale geldi. Ancak gayri resmi sosyal seçilim sistemi, kurumsal hafıza ve grup sosyal mühendisliği için potansiyel maliyetleri en aza indirerek yirminci yüzyıla kadar devam etti. İngiliz kurumları, geniş bir sanayi, bilim ve ticaret imparatorluğunu yönetirken hümanist ve profesyonel seçkine öncelik vermeye devam etti.

Bu dönemin İngiliz seçkinini Avrupa’nın çoğundan ayıran şey, aristokrasisinin büyük bir kısmının kapitalist üretimi benimsemesiydi. Korumacılık konusundaki ihtilaflara rağmen yeni ortaya çıkan orta sınıf hiçbir zaman Fransız ya da Amerikalı meslektaşları gibi soylularla aynı düzeyde çatışma yaşamadı. Mesela George W. Bush ve David Cameron, bu iki seçkin sınıf başbakanının geçmişlerini karşılaştırın. Bush’un baba tarafından büyük dedesi Samuel P. Bush, teknik eğitim ve çelik demiryolu parçaları üreten bir firmanın yönetimi yoluyla ailenin siyasi hakimiyetini inşa etti.

Buna karşılık Cameron’ın babası, baba tarafından büyükbabası ve büyük büyükbabası borsacı Panmure Gordon & Co şirketinin Oxford eğitimli ortaklarıyken öbürü Sir Ewen Cameron HSBC’nin başındaydı. Anne tarafından büyükbabası küçük unvanlı bir soylu ve subay ailesinden geliyordu. İngiliz seçkininin iki büyük grubu arasındaki ayırt edici faktör, aristokratik toprak mülkiyetinden mi yoksa profesyonel sınıf mali spekülasyonlardan mı rant elde ettikleriydi. İkisi de servetlerini Bush ailesini ve Amerikalı akranlarının çoğunu zenginleştiren endüstriyel temeller üzerine inşa etmemişti.

Bush ailesinin İngiliz muadilleri —imalatçı ve altyapı sahibi aileler— genellikle Britanya Kilisesi’nden ve dolayısıyla yönetim ve siyasete giden eğitim yollarından dışlanmış konformist olmayan protestanlardı. Bunun yerine ya devletle uzaktan işbirliği yaptılar ya da üretimi aşamalı olarak durdurarak ve karlarını toprak satın almak ve profesyonel eğitim için kullanarak devlete katılmaya çalıştılar. Liberal milletvekili, Unitaryan ve vida imalatçısı Joseph Chamberlain gibi seçkin olmayan tüccarlar ancak on dokuzuncu yüzyılın sonlarında, Britanya’nın ABD ve Almanya’nın gerisine düştüğü dönemde siyasi makamlara gelebilmişti.

Bunun sonucunda ortaya çıkan İngiliz devleti, aşırı derecede üretken olmayan ekonomik rant arayışına yönelmişti. Aslında Britanya’nın hayatta kalmak için kalkınmayı kovalamak gibi bir güdüsü yoktu, zira erken sanayileşmenin başat gücüydü. Sonuç olarak hiçbir zaman birincil güç ve zenginlik temeli sanayi üretimi olan ve bu nedenle bir sanayi toplumu geliştirmek ve sürdürme yönünde güçlü bir çıkarı olan bir seçkin üretmedi.

Oxford ve Cambridge’den dini ve sosyal anlamda dışlanma, orta sınıfların çoğu İngiliz seçkininin genel eğitimini paylaşmadığı anlamına geliyordu. Bu sentetik sınıf için iktidara giden yol, 19. ve 20. yüzyılların büyük bir bölümünde Oxford’un klasik Yunanca ve Latince literae humaniores dersi oldu ve bu ders genellikle İngiliz anayasa tarihine odaklanan memuriyet sınavlarına yönelik çalışmalarla desteklendi. Hem eski hem de yeni olan bu sınavlar, kurumsal ve insani bilgiye sahip ancak teknik becerisi az olan toptancı bir idari sınıf üretti. Fakat bu kısıtlamalar kaldırıldıktan sonra bile, genel eğitime yönelik eski tercih ile burjuvazinin teknik uzmanlık ihtiyacı arasındaki gerilim artmaya devam etti.

1920 yılında Oxford, kamu hizmetine giden senkretik bir teknokratik-toptancı yol yaratmak için Siyaset, Felsefe ve Ekonomi (PPE) dersini koydu. Çağdaş bir üniversite yöneticisi ve filozof olan Herbert James Paton, PPE’yi “daha yumuşak adamlar için literae humaniores’in etkisiz modern bir versiyonu” şeklinde eleştirdi.

PPE dersi İngiliz kamusal hayatında baskın olmaya devam ediyor. 2012-2017 yılları arasında Oxford Merton College’da PPE dersi veren Alman siyaset felsefecisi Matthias Brinkmann ile konuştum. “Burası hala İngiliz seçkininin eğitim alanı olduğuna dair bir hava yayıyor. Almanya’da uzaktan yakından kıyaslanabilecek bir şey yok. En iyi üniversitelerin hangileri olduğu konusunda toplumsal bir mutabakat yok… Çok düz bir hiyerarşi var,” dedi.

Dersin kendisinin derse katılanlar için değerli bir şey sunup sunmadığını merak etmiştim. Brinkmann, “Bence insanlar dersin içeriğini çok abartıyor. PPE’den önce klasikler vardı. Bir yanım içeriğin her şey olabileceğini düşünüyor. Bu büyük ölçüde koordinasyon oyunu. Eğer İngiliz seçkinleri biyokimyadan işe alınsaydı, o zaman bahsettiğimiz ders bu olurdu,” diye konuştu. PPE hayali, Fransız grand ecoles ve Alman kamu hizmetinin sıkı teknokratik huni sistemini taklit etmeye dönük gönülsüz bir girişimdi. Ancak seçkin yetiştirme yapısını reforme edecek siyasi irade ya da reformist kadrolar ve liderlerden gelen herhangi bir dış etki ile desteklenmedi. Modernist cephenin altında, on dokuzuncu yüzyılın son yarısında aktif olan aynı yetiştirme kalıpları yatıyordu.

Brinkmann, PPE dersi verirken kamu hizmetlerine katılmaya yönelik teşviklerin değiştiğini fark etmişti: “En azından 2008 mali krizinden bu yana değişen şey, insanların artık siyasete girmek istememesi. Bunun yerine finans ve danışmanlık şirketleri tercih ediliyor. Kamu hizmetine girmek isteyen çok küçük bir öğrenci azınlığı var… Kamu hizmeti sosyal statüsünü kaybetti.” J.M. Keynes ve Isaiah Berlin gibi parlak Oxford ve Cambridge figürleri kendilerini yirmi birinci yüzyılda bulsalardı, zekalarını özel sektörde kullanmak dururken devlette çalışmayı tercih edip etmeyecekleri belirsiz. Kendilerini hala kamu hizmetine adayanları hangi teşviklerin ya da eğitim unsurlarının motive ettiğini belirlemek genellikle zordur. Bunu öğrenmenin en iyi yolunun bu işi yapanlarla konuşmaya başlamak olduğuna karar verdim.

MI6’in eski Rusya masası sorumlusu Christopher Steele’in kurduğu bir istihbarat şirketinde çalışmaya başlayan eski diplomat Arthur Snell bana “30 yıl önce benimle aynı geçmişi paylaşan insanlar kente gittiler. Ama pek çoğu orduya ve dışişlerine katıldı. Bu meslekler kültürel normların bir parçası olarak görülüyordu… İngiliz —ya da daha dar anlamda İngiliz— seçkinleri, ordunun hala lüks olan bir ya da iki kısmı hariç, kamu hizmeti fikrinden büyük ölçüde vazgeçtiler,” dedi.

Kabine ticaret sekreterliğinde eski bir memur olan ve şu anda ticaret politikası üzerine çalışan Jame Kane, bana küresel rekabetin ve finansal hizmetlere para akışının kamu hizmetine yönelik teşvikleri zayıflattığını söyledi: “Hayat pahalılığını öyle bir noktaya getirdiler ki, kamu sektörü ücretlerini beklenen bir üst-orta sınıf yaşam tarzını idame ettirecek düzeye çıkarmak siyaseten imkânsız hale geldi… Sanayiye girecek aynı türden insanları işe almak için rekabet etmiyorsunuz.” Kamu görevlilerine prestij sağlaması amaçlanan çeşitli kamu hizmeti unvan listeleri —“Sir”, “Dame” veya “Commander” olma ödülü— artık bir Londra bankasında kaybedilen gelirin fırsat maliyetini telafi etmiyor.

Seçkin eğitiminin tam olarak hangi noktada olması gerektiği konusunda şaşırtıcı bir anlaşmazlık olduğunu keşfettim. Eski İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn’in eski Stratejik İletişim Direktörü James Schneider, kendi kontrolü dışındaki dışsal güçlerle karşı karşıya olan İngiliz devletinin eğitim reformları yoluyla daha etkili hale getirilemeyeceğine inanıyordu: “Eğer Kovid’e daha iyi bir karşılık verilmesini istiyorsanız, kaç kişinin klasik eğitimi aldığı ya da almadığı, sonuçları yüzde 2 ya da yüzde 3 oranında değiştirebilir.”

Diğerleri aynı görüşte değil: Mesela Kane, geniş ölçekli düşüşten muhtemelen eğitim modellerinin sorumlu olduğunu düşünüyor: “Almanya’nın Britanya ve Fransa’ya karşı neden yüzde 20’lik bir üstünlüğe sahip olduğu konusunda gerçek bir soru işareti söz konusu. Ben bunu uzun vadede becerilere yapılan daha güçlü yatırımlara bağlıyorum. Alman eğitimi, İngiliz ve Fransızlara kıyasla çok daha az seçkin odaklı, dolayısıyla çok daha vasıflı bir endüstriyel işgücüne sahipler. Bireysel çalışanların yetkinliği ve kendi kendilerini yönetme becerileri üretkenliği etkiledi.”

Eski Uluslararası Ticaret Bakanlığı Daimî Sekreteri ve Boeing Avrupa Başkanı Sir Martin Donnelly’e göre, teknik yeterlilik konusunda bu tür boşluklar onlarca yıldır varmış gibi görünüyor: “Fransa’da kamu hizmetinde çalışırken benim dönemimde üç kişiyle aynı odayı paylaşıyordum ve her biri iyi kötü birer köprü tasarlamıştı. Ben yapmamıştım.” Almanya ve Fransa’nın idari kültürlerinden kaynaklanan bu özel avantajlar, Britanya’ya kıyasla onlara küçük göreceli başarı marjları sağladı. Fakat her iki ülke de yönetim geleneklerini, yüksek enflasyon ve emtia rekabetiyle karakterize edilen yeni bir jeopolitik ve iktisadi döneme adapte olmakta zorlanıyor ve bu durum Avrupa’daki geniş çaplı mutlak gerilemeyi daha da ağırlaştırıyor.

Konuştuğum neredeyse tüm eski kamu görevlilerinin hemfikir olduğu konu, devlet kapasitesinde mutlak bir düşüş olduğuydu. Brockwell Baronu Butler ve 1988-1998 yılları arasında kabine sekreterliği yapmış olan Robin Butler bu görüşe katılmayan az sayıdaki kişiden biriydi: “Geleneksel endüstrilerimiz düşüşte. Ancak bazı sektörler, örneğin finansal hizmetler, her zaman dramatik bir büyüme halinde oldu. Başta Çin olmak üzere çok daha düşük ücretlerin olduğu ekonomilerle rekabet ediyoruz. Endemik zayıflıklarımız var ama zayıflıklar her zaman olur. Bence kalıcı bir düşüş içinde olduğumuzu söylemek çok yanlış olur.”

Fakat Schneider, daha yaygın olan görüşü özetliyor:

“İngiliz devleti çok etkin değil. Karşılaştırılabilir Avrupa ülkelerinden daha büyük ölçüde aktif şekilde parçalandı… İleride güçlü bir büyümeye sahip olacağımız kabulüne bel bağlayan bir borç dağı var, ki durum böyle görünmüyor. Üretici fiyatlarını yükselten inanılmaz derecede kırılgan tedarik zincirlerimiz var. Tarafların başlarına geleceklerle nasıl başa çıkacakları konusunda en ufak fikirleri yok.”

Kane, teknokratik kamu hizmeti aygıtına da benzer şekilde çok az ağırlık veriyor: “Kamu hizmetinin en büyük sorunu, diyebilirim ki, bir teknokrasi olarak bile etkili olmaması. Eski Babil’e kadar uzanan bürokrasi klasiklerine konu olan ölçütlerde başarısız oluyor.” Kane, örnek olarak temel kayıt tutma becerisine işaret etti: “[Bilgi] yönetim sistemi dijitalleşme ile birlikte çöktü. 2000’lerin ortasında dijitale geçtik ve bunu her türlü bilgi yönetimini ortadan kaldırmak için bir fırsat olarak gördük. Dijitalleşme, tasarruf etmek için harika bir fırsat olarak görüldü. Ne yazık ki bunun sonucu olarak elinizdeki yığınla dağınık veri.”

Bu temel etkinlik ve organizasyon kaybının sonuçları, İngiliz devletinin en kötü modern başarısızlıklarından bazılarının arkasında gizleniyordu. Snell, özellikle dış politikaya dikkat çekerek şunları söyledi: “Helmand’a gitmek yalnızca askeri kabiliyet sergileme arzusundan kaynaklanıyordu… Bu bir ölçüde kendini kandırmak. İngiliz ordusuyla brifing odalarında saatler geçirdim, size Mau Mau, Malaya ve Kuzey İrlanda isyanlarını göstererek kontrgerilla konusunda dünya lideri olduğumuzu söyleyecekler. Oysa yirmi birinci yüzyılın kontrgerillalarının ikisi de başarısızlıkla sonuçlandı.”

Avrupa Birliği’nden Çıkış Dairesi’nin eski Daimî Sekreteri Philip Rycroft, aynı başarısızlıkların Britanya’nın varlığını da tehlikeye attığını düşünüyordu. Rycroft, bu yetersizliğin varlığına 2014’teki İskoçya Bağımsızlık Referandumu sırasında ilk elden şahit oldu:

“Dairede çalışırken, o zamanlar ‘Top 200’ olarak adlandırılan, tüm daimî sekreterler ve genel müdürlerle bir sabah geçirme fırsatımız oldu. Whitehall’u kayıtsız buldum… Britanya’da çevre ihmal ediliyor… Zira merkez tarihsel olarak imparatorluk kaygısı taşıyordu. Arka plandaki radyasyon hala orada. Whitehall’dayken, daimî sekreterlerin masasının etrafında otururken İskoçya hakkında konuşurdum. Duygusal bir bağ kurmalarını sağlayabilir miydim? Kampanyanın sonunda, bir anket bağımsızlığı önde gösterdiğinde, masanın etrafındaki eklemlerin beyazlaştığını görebiliyordum. Savunma Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve casuslar ‘bunun nasıl üstesinden geleceğiz?’ diye düşünüyorlardı.”

Bu ihmal ve beceriksizliğin nihai etkisi, meslektaşlar arasında işlerin yapılması konusunda karşılıklı temel güvenin sarsılması. Cummings, danışmanlığı İngiliz devletinin kendi içinde yeniden merkezileştirmeyi umarken, bana özel danışmanların kamuda çalışmasının başlıca gerekçesinin kamu hizmetindeki meslektaşlarından kaçmak istemeleri olduğu söylendi. Donnely, “McKinsey’e girerseniz, çok sayıda kamu işi alırsınız zira bakanlar artık memurlarına güvenmiyor,” dedi. Kendinizi gerçekten müttefik olarak bile görmediğinizde, devletin en önemli işleri söz konusu olduğunda dahi işbirliği yapmak için çok az neden kalır.

Nihayetinde İngiliz devletini felç eden şey güven, yetkinlik ve ortak hedeflerdeki bu tam ölçekli çöküş. Seçkinlerinin post-endüstriyel güç ortamına uyum sağlamadaki kuşaklardır devam eden başarısızlığı yapısal sorunları daha da derinleştiriyor. Kendi sanayi, üretim, bilim ve devlet kapasitesini değerlendirememesi Britanya’nın sistematik olarak aşırıya kaçmasına neden oldu. Teknokrasinin artmasına yönelinmesi, birbirini izleyen İngiliz hükümetlerinin kemer sıkma dürtüsünden kurtulabilse bile, Britanya’nın altında faaliyet gösterdiği —yüzyıllar içinde oluşmuş— kısıtları ortadan kaldıramaz. Kritik bir eşiği aşan gerilemenin kümülatif etkileri artık apaçık ortada ama yöneticiler arasında hala yaygın bir inkâr söz konusu.

Kademeli gerileme ile ani kriz arasındaki kırılma noktasının tam olarak nereye denk geldiği belirsiz. Londra nispeten müreffeh kaldığı sürece İngiliz seçkini Britanya’nın gerilemesini on yıllarca, hatta bir yüzyıl daha yönetmeye devam edebilir. Başarılı bir yeniden kuruluştan devletin çöküşüne kadar uzun bir başarısızlık eğrisi var. Britanya’nın yönetici sınıfları 1902’de uçurumu gördüler, fakat bunun yerine kurumlarının yumuşak gücünün rotanın düzeltilmesini engellemesine göz yumdular. Daha önceki başarıları ve saygın kurumları rant elde etmek amacıyla kullanmaktan memnunlardı. Bu süreçte her şeylerini kaybettiler.

Britanya’dan çıkarılacak ders, uzun süredir beklenen krizin bir sıfırlanma anı olarak işlev görmesini beklemenin işe yaramayacağı. Düşüş genelde geçici kriz anlarının yansıttığından çok daha büyük ve yapısal olarak daha ketum. Önemli olan insanlar için işler yeterince iyi gider ve önemsiz olanlar için bolca dikkat dağıtıcı unsur bulunur. Ve sonunda kendinizi soğuk, gri bir okyanusta vasal devletlerden biri olarak bulursunuz.

DÜNYA BASINI

Direnişin dönüşümü: İsrail’e karşı gelişen yeni stratejiler

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale İsrail’in Direniş Ekseni’ne yönelik topyekun savaş stratejisinin neden başarısız olmaya mahkum olduğuna odaklanıyor. Makalede Direniş Ekseni’nin direncinin arkasındaki sebeplere ve İsrail’in stratejinin Eksen üzerindeki uzun vadeli etkilerine değiniliyor.

***

Direniş Ekseni: İsrail; İran ve müttefiklerini hafife alıyor

Renad Mansour

Hamas’ın geçen yıl 7 Ekim’de gerçekleştirdiği saldırıya karşılık İsrail hükümeti Orta Doğu’yu yeniden şekillendirmeyi amaçlayan bölgesel bir savaş başlattı. İsrail, Gazze’de Hamas’ı, Lübnan’da Hizbullah’ı, Yemen’de Husileri, Suriye’de Beşar Esad rejimini ve Irak’ta Halk Seferberlik Güçleri’nin (Haşdi Şabi) bir kısmını içeren İran’la müttefik gruplardan oluşan ve “Direniş Ekseni” olarak adlandırılan ağı özellikle hedef aldı. İsrail, Eksen’e karşı daha önceki girişimlerden çok daha büyük bir ölçekle, bu ağın siyasi, ekonomik, askeri, lojistik ve iletişim altyapısını yok etmeye çalıştı. Ayrıca Eksen’in lider kadrosuna karşı eşi benzeri görülmemiş bir kampanya başlatarak Hamas ve Hizbullah liderleri ile İran Devrim Muhafızları Ordusu’nun (DMO) bazı üst düzey komutanlarını öldürdü.

İleri teknolojiyle desteklenen ve mahalleleri, şehirleri dümdüz edip insansızlaştıran topyekûn savaş stratejisiyle desteklenen İsrail saldırısının vahşeti, Ortadoğu’daki güç dengesini önemli ölçüde değiştirecek. Ancak tüm inkâr edilemez askeri üstünlüğüne ve ABD, Birleşik Krallık ve Avrupa’dan aldığı desteğe rağmen İsrail’in Eksen’e ait örgüt ve rejimleri umduğu şekilde ortadan kaldırması pek mümkün görünmüyor. Eksen, üye gruplarının kendi devletleri ve toplumları içinde sürdürdükleri derin bağlantıları kanıtlayan bir uyum yeteneği ve esneklik gösterdi. Dahası, Eksen’i oluşturan bu ulus ötesi ilişkiler, Hamas, Hizbullah ve diğer üye örgütlerin yalnızca bağımsız devlet dışı aktörler veya silahlı isyancı gruplar olarak değil, kalıcı siyasi, ekonomik, askeri ve ideolojik ağların iç içe geçmiş düğümleri olarak anlaşılmasını gerektiriyor.

Bölgesel ve hatta bazen küresel olan bu ağlar, Eksen üyelerinin askeri darbeler, ekonomik çöküşler ve halk ayaklanmaları gibi çeşitli şoklara uyum sağlamasına olanak tanıdı. Örneğin, 2020 Ocak ayında ABD’nin İranlı General Kasım Süleymani’yi öldürmesi, ABD Başkanı Donald Trump’ın “maksimum baskı” politikasından kaynaklanan yaptırımlar ve 2019’da birçok Eksen üyesi grubun finansal hesaplarının yok olduğu Lübnan bankacılık krizi gibi ekonomik çöküşler ve çeşitli zamanlarda İran, Irak, Lübnan, Suriye ve Gazze’de Eksen’in otoritesine meydan okuyan protestolar gibi zorluklara rağmen, Eksen üyeleri ve Eksen genel olarak yerel devletlerinden, toplumlarından ve birbirlerinden aldıkları destekle ayakta kalmayı başardı.

Direniş Ekseni’nin tarihsel direnci, İsrail’in Hamas ve Hizbullah gibi grupları ortadan kaldırmakta zorlanacağını gösteriyor. Büyük olasılıkla İsrail’in topyekûn savaş stratejisi, militan grupların ve devletlerin yeteneklerini zayıflatan ve onları bir süre hayatta kalma moduna zorlayan kısa vadeli taktiksel zaferler getirmeye devam edecek. Ancak grupların toplumsal kökleriyle hesaplaşan siyasi bir çözüm bulunmazsa, Eksen muhtemelen kendisini yerel ve bölgesel düzeylerde yeniden yapılandırmak için ulus ötesi bağlantılarının yanı sıra yerel etki kaynaklarından da yararlanacak. Aslında 7 Ekim’den bu yana Eksen içindeki daha küçük gruplar, ittifaklarını güçlendirmek için bu fırsatı değerlendirdi. İsrail’in saldırılarının yükünü Hamas, Hizbullah ve DMO taşırken, Irak’taki Kataib Hizbullah ve Yemen’deki Husiler gibi gruplar bu kargaşadan yararlanarak güçlü bölgesel aktörler olarak ortaya çıktılar.

UYUM YOLUYLA DİRENİŞ

Bugün var olan Direniş Ekseni, 1980’lerde ilk kurulan ağdan önemli ölçüde farklı. O zamanlar, yeni kurulan İran İslam Cumhuriyeti, Lübnan’da Hizbullah’ı bir güç yansıtma aracı olarak kurdu ve destekledi. Amacı, “devrimi ihraç etmek” ve asimetrik caydırıcılık yoluyla İsrail gibi tehditlere karşı “ileri savunma” yapmaktı. İran bu modeli çeşitli ülkelerde stratejik olarak yeniden uyguladı. Örneğin, Hizbullah’ı kurduğu sıralarda, Saddam Hüseyin’in devrilmesi ve 2003 sonrası Irak’ta iktidarın ele geçirilmesinde rol oynayan Bedir Tugayları gibi Iraklı Şii grupları da kurdu. İran 1990’larda Filistin İslami Cihat ve Hamas gibi Filistinli grupları destekleyerek nüfuzlarının artmasına yardımcı oldu. Ve 2011 Arap ayaklanmalarının ardından İran, Suriye’de Esad’a ve Yemen’de Husilere desteğini genişleterek bölgesel ağını daha da sağlamlaştırdı.

Bu grupları temelde ayakta tutan şey, yerel yönetim rejimlerine ve toplumsal tabanlarına duydukları derin bağlılık oldu. Bu gruplar kendilerini kendi devletlerinin dokusuna öylesine yerleştirdiler ki Lübnan, Suriye, Irak, İran, Yemen ve Gazze’deki resmi hükümet başkanlarının hepsi ya Eksen’e mensup grupların üyesiydi ya da bu grupların desteğiyle seçildiler. Dahası, gruplar arasındaki ulus ötesi bağlar, şok dönemlerinde önemli bir sigorta poliçesi işlevi gördü.

1992 yılında İsrail, Hizbullah Genel Sekreteri Abbas el-Musavi’yi suikastla öldürdüğünde Eksen için erken bir sınav gerçekleşti. O dönemde büyük bir İsrail gazetesi “Hizbullah ile rahat oyun alanında çatışma dönemi sona erdi” diye ilan etti. Ancak saldırıya rağmen Hizbullah kendini yeniden yapılandırmayı başardı. Lübnan Şii topluluğunu harekete geçirerek yerel destek kazanan Hizbullah, İran’dan mali yardım, askeri eğitim ve stratejik rehberlik sağlayarak gücünü pekiştirdi. Bu sağlam destek ağı, Hizbullah’ın yalnızca toparlanmasını değil, etkisini genişletmesini de sağladı. Şura Konseyi ve Musavi’nin halefi Hasan Nasrallah’ın rehberliğinde Hizbullah sonunda 2000 yılında İsrail’i Lübnan topraklarından çıkarmayı başaracak kadar güçlendi. Bu zafer, 2006’da İsrail ile girilen ve Hizbullah’ın İsrail’e karşı direnç gösterdiği savaşla -Arap milisleri için benzeri görülmemiş bir başarı-gücünü artırdı ve Direniş Ekseni’nin yeni ve güçlü bir versiyonunun ortaya çıkmasını sağladı.

Suriye’deki Esad rejimi, iç savaş şeklinde varoluşsal bir tehditle karşı karşıya kaldığında, Eksen yeni bir sınav verdi. Başlangıçta reform isteyen rejim karşıtı protestoları, Türkiye ve Körfez ülkelerinin desteğini alan ve rejim değişikliği talep eden grupların silahlı ayaklanması takip etti. Ancak Eksen bir kez daha bu krizin üstesinden gelmesini sağlayacak şekilde uyum sağlayabildi. Esad’a kısmen Eksen’in bölge dışındaki devletlerle kurduğu önemli bağlantılar yardımcı oldu: en önemlisi, Rusya Esad’ın imdadına yetişti ve ağ için etkili bir küresel ortak haline geldi. Ancak Esad rejimi diğer Eksen üyelerinin yardımlarından da yararlandı. Süleymani’nin stratejik yönetimi altında Devrim Muhafızları Kudüs Gücü, Iraklı Şii silahlı gruplarla birlikte İran ve Irak’tan Suriye’ye malzeme, silah ve asker taşımak için hayati bir kara köprüsü inşa etmeye başladı. Hizbullah savaşçıları sonunda iç savaşın ön cephelerine konuşlandırıldı ve silahlı ayaklanmanın bastırılmasında önemli bir rol oynadı. (Yerel destekçilerinin muhalefeti nedeniyle başlangıçta Suriye’deki çatışmaya girmekte isteksiz olan Hizbullah, İran tarafından müdahaleye zorlandı). Esad hükümeti çöküşün eşiğine geldiğinde, Hizbullah rejimi korumak ve Şam’da Eksen’e düşman yeni bir rejimin ortaya çıkmasını önlemek için kararlı bir şekilde devreye girdi.

2011 ayaklanmaları aynı zamanda Husilerin Direniş Ekseni’ne resmen entegre olmasına yol açtı. Yemen Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih’in devrilmesinin ardından İran’ın desteği, Husilerin yerel bir silahlı gruptan güçlü bir askeri kuvvete dönüşmesinde önemli bir rol oynadı. Mali yardım, ileri teknolojik silahlar ve askeri eğitim desteği sağlayan İran, Husilerin operasyonel yeteneklerini artırmasına yardımcı oldu. Bu destek ve yerel tabanları sayesinde Husiler, 2014’te Yemen’in başkenti Sana’yı ele geçirip Suudi Arabistan liderliğindeki koalisyona karşı hakimiyetlerini korumayı başardılar.

Direniş Ekseni, askeri saldırıların yanı sıra yaptırımlar şeklinde ekonomik saldırılara da maruz kaldı. Bu yüzyılın ilk yıllarında İran’ın nükleer emelleri ve artan nüfuzu, ABD öncülüğündeki uluslararası koalisyonu, İran’a ve Eksen içindeki müttefiklerine karşı yeni yaptırımlar uygulamaya sevk etti. Yaptırımlar, Trump’ın İran nükleer anlaşmasından vazgeçtiği ve maksimum baskı kampanyasını başlattığı 2018’de büyük ölçüde arttı. Bu baskı kısmen İran’ın petrol ihracatını sıfıra indirmeyi ve böylece rejimi önemli bir gelir kaynağından mahrum bırakmayı amaçlıyordu. Yaptırımlar İran’ın ekonomisini harap etti ama rejimin petrol ticaretini durdurmadı. Tahran bunun yerine petrolünü gayrı resmi piyasalar aracılığıyla satmanın yollarını buldu. Direniş Ekseni’ndeki müttefiklerinin yardımıyla İran, bu pazarları enerji ticareti, askeri operasyonlarının finansmanı ve ABD dolarına erişim için kullandı. Örneğin Irak’ta İran Eksen’deki diğer gruplarla işbirliği yaparak İran petrolünü bu ülke petrolüyle birleştirip Asya ülkelerine sattı. Bu ticaretten elde edilen gelir, İran’ın silah satın alıp bunları bölge genelindeki müttefiklerine göndermesine olanak sağladı. Ayrıca Eksen’e, Çinli petrol alıcıları gibi yeni küresel bağlantılar kazandırdı.

Direniş Ekseni’nin İsrail’in 7 Ekim sonrası Hamas ve Hizbullah’a karşı başlattığı saldırıdan önce karşılaştığı son büyük zorluk Süleymani’nin Ocak 2020’de ABD tarafından öldürülmesiydi. Süleymani Eksen’in kurulmasına yardımcı olmuştu ve fiili lideri olarak üstlendiği rolün yanı sıra yukarıdan aşağıya komuta tarzı, ölümünün İran ve müttefikleri için büyük bir gerileme olduğu anlamına geliyordu. Saldırı Eksen’de şok etkisi yaratmış olsa da -Irak’taki eksen üyesi gruplar yeraltına çekildi- sonuçta Eksen ciddi tehditlerle başa çıkma konusundaki uyum yeteneğini gösterdi.

Süleymani’nin ölümünden sonra Eksen yukarıdan aşağıya İran güdümlü bir ağdan yatay olarak daha entegre bir ittifaka dönüştü. İran Eksen’in stratejik yönünü belirlemede önemli bir rol oynamaya devam etti. Ancak yeni yapı diğer üyelere daha fazla özerklik ve hem Tahran’la hem de birbirleriyle daha bağımsız etkileşim imkânı tanıdı. Yeniden şekillenen Eksen’de Hizbullah’ın lideri Nasrallah önemli bir aracı haline geldi: Süleymani’nin halefi İsmail Kani’ye düzenli olarak stratejik rehberlik sağladı. Kaani, Eksen’i daha resmi ve tutarlı bir kuruma dönüştürmeyi, üyelerini daha fazla kontrol sahibi olmaları ve eşitler olarak faaliyet göstermeleri için güçlendirmeyi amaçladı. (Kani’nin ne Süleymani’nin köklü kişisel bağlantılarına ne de Nasrallah’ın rehberliğini daha da önemli kılan Arapça yeterliliğine sahip olmaması bu hedefe biraz da istemeden yardımcı oldu).

Örneğin Irak’ta Nasrallah ve temsilcisi Muhammed el-Kevserani, Bağdat hükümetinin kilit danışmanları olarak ortaya çıktılar. Süleymani’nin suikastından birkaç ay önce patlak veren ve göstericilerin 2003 sonrası İran müttefiki yönetim rejimine son verilmesini talep ettiği Ekim Ayaklanmasının bastırılmasına yardımcı oldular. Nasrallah ve Kevserani halkın protestolarına karşı rejimi güçlendirmeye yardımcı oldular. Bu dönemde Kevserani ayrıca Hizbullah’ın Irak’taki ekonomik çıkarlarını önemli ölçüde genişleterek Süleymani’nin ölümüyle oluşan boşluğu doldurdu. Bu değişiklikler, her ne kadar olumsuz bir şoktan kaynaklansa da Eksen’i bir kez daha yeniden şekillendirdi.

İSRAİL’İN TOPYEKÛN SAVAŞINA YANIT

Direniş Ekseni’ne önceki tehditler, İsrail’in 7 Ekim saldırısına yanıt olarak başlattığı topyekûn savaşla kıyaslanamaz. Ancak daha önce olduğu gibi, Eksen hayatta kalmak için uyum sağlamak zorunda kaldı. Özellikle de daha yatay bir komuta yapısına geçmeye devam etti ve ulus ötesi bağlantılarını daha da sıkılaştırdı.

İsrail’in Hamas ve Hizbullah’a karşı savaşı, önceki çatışmalardan çok daha büyük ölçüde, Husiler ve kökleri 1980’lerin Bedir Tugayı’na dayanan ve şu anda Irak’taki Haşdi Şabi ile bağlantılı olan Kataib Hizbullah gibi Eksen içindeki diğer müttefiklerin güçlü tepkisini çekti. Daha önce bu gruplar Orta Doğu’daki çatışmalarda daha geniş dinamiklerin periferisinde yer alıyordu. Ancak geçen yıl içinde hem özerkliklerini hem de bölgesel etkilerini derinleştirdiler.

Örneğin Husiler ilk kez anti-gemi balistik füzelerini kullanarak deniz ticaretini kesintiye uğratmayı başardılar. Kızıldeniz’den geçen gemilere saldırarak nakliye şirketlerini Afrika’nın etrafından dolaşmaya zorladılar ve bu da dünya çapında enerji, gıda ve tüketim mallarının maliyetlerin artmasına ve gecikmelere yol açtı.

Kataib Hizbullah; Hamas ve Hizbullah saldırıya uğradıkça, bölgesel arenada daha fazla yer almak ve nüfuz kazanmak için adımlar attı. Örgüt, İran’ın vekili olduğu yönündeki yaygın kanılara meydan okuyan bir hareketle Ocak 2024’te Ürdün-Suriye sınırında Kule 22 olarak bilinen ABD askeri karakoluna düzenlediği saldırıda üç ABD askerini öldürdü. Bu eylem, DMO’nun itirazlarına rağmen gerçekleştirildi ve ardından DMO, Kataib Hizbullah’tan ateşkese uymalarını istedi. Saldırı, Eksen’deki üyelerin daha özerk ve inisiyatif sahibi bir karar alma süreciyle hareket ettiğini gösteren yeni yapıyı gözler önüne serdi.

7 Ekim sonrası yeniden yapılanma, Direniş Ekseni’nin bazı üyeleri arasında daha yakın bağlar kurulmasını da teşvik etti. Husiler birkaç yıl boyunca Bağdat’ta tek bir temsilci ile Irak’ta sadece sembolik olarak varlık gösterdiler. Ancak İsrail’in Hamas ve Hizbullah’a yönelik saldırılarına karşılık olarak Husiler Haşdi Şabi ile işbirliğini derinleştirdi. Bu yoğun işbirliği silah paylaşımı ve ortak operasyonlarda artışa neden oldu ve İsrail’e yönelik saldırı kapasitesinin güçlenmesini sağladı.

Eksen üyeleri, Nasrallah’ın Eylül’deki suikastından sonra sınır ötesinde daha güçlü bir dayanışma gösterdi. Onun ölümünün ardından, Hizbullah’ın elitleri ve aileleri, Esad’ın desteğiyle Suriye üzerinden karayoluyla güney Irak’a göç etti. Süleymani’nin ölümünden sonra Hizbullah Irak’taki ticari faaliyetlerini artırdığı ve altyapı, arazi ve konut komplekslerine yatırım yaptığı için hızla yerleşecek yer buldular. Bu ekonomik bağlantılar Hizbullah’ın elitlerinin Lübnan’da doğrudan ateş hattından uzaklaşmasını sağlarken gelir elde etmeye de devam etmelerini sağladı. Bir kez daha, Eksen’in ulus ötesi bağlantıları, derin zorlukların yaşandığı bir dönemde üyeleri için çok önemli bir can simidi oldu.

HESAP VEREBİLİRLİK İHTİYACI

İsrail elbette Direniş Ekseni’nin ulus ötesi doğasının farkında. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu hükümetinin 7 Ekim’e cevaben sadece Hamas’a değil Hizbullah, İran, Esad rejimi ve diğer Eksen üyelerine karşı da farklı yoğunluklarda saldırılar içeren topyekûn savaş stratejisini başlatması tam da bu anlayıştan kaynaklanıyor. Ancak son bir yıldaki eylemleri İsrail’in bu ağın direncini ve uluslararası hukuka uymasa bile bir askeri çözümün diğer ülkelerde toplumsal bir değişim sağlayabileceğini stratejik olarak hafife aldığını ortaya gösteriyor. Geçen yıl, ağın anlamlı ölçüde askeri ve ekonomik zorluklara hala uyum sağlayabildiğini kanıtladı. Üye grupların birçoğu bu yoğun çatışma döneminde yeraltında ya da evlerine yakın kalmaya devam edecek olsa da yine de yerel destekten, ağın bölgedeki diğer üyelerinden ve Rusya ve Çin gibi küresel müttefiklerden yararlanmaya devam edecekler. Ağı tamamen ortadan kaldırmak imkânsız bir görev ve muhtemelen en azından grupların yerleştiği her yerde yıkım, işgal ve yeni devletlerin kurulmasını gerektirir. Uluslararası Ceza Mahkemesi ve BM nezdinde savaş suçlarıyla itham edilen İsrail gibi bir ülke için bu tür bir çaba, kilit müttefiklerin ve uluslararası toplumun tepkisini çekecektir.

Tarih, İsrail’in askeri eylemlerinin, özellikle de bu eylemler kendi toprakları dışında yapıldığında, kapsamlı bir siyasi çözüm olmaksızın başarıya ulaşmasının pek olası olmadığını gösteriyor. İsrail’in yürüttüğü saldırılar, muhtemelen daha da istikrarsız ve gerçek barışın uzak bir olasılık olduğu bir Orta Doğu yaratacak.

Birleşmiş Milletler ve insan hakları örgütleri tarafından kınanan İsrail’in sivillere yönelik katliamları sivil toplum için yıkıcı oldu ve Eksen grupları tarafından direniş ideolojilerini beslemek için kullanılıyor. İronik bir şekilde, İran, Irak, Lübnan ve Suriye’deki halklar artık Eksen gruplarının kendi günlük hayatlarını yönetirken hesap verebilirlik talep etmelerini veya reform istemeleri çok daha zor. İsrail’in topyekûn savaşının uzun vadedeki en büyük mağdurları, Eksen üyeleri değil bu siviller olacak.

Bu nedenle, uluslararası aktörler İsrail’in acımasız stratejisini desteklemek yerine, Gazze ve Lübnan’daki kanlı savaşları durduracak bir ateşkesle başlayacak siyasi bir çözüm bulmalı. Bir sonraki adım, bölgedeki güç dinamiklerinin gerçek doğasını dikkate alan daha geniş bir çözümü müzakere etmek üzere eksenle bağlantılı hükümetleri bir araya getirmek olmalı. Böylesi kapsayıcı bir yaklaşım olmaksızın, Orta Doğu’daki bölgesel çatışmalar gelecek nesillerin zararına olacak şekilde devam etmeye mahkumdur.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı, BRICS, Donald Trump ve Alman basınının sefaleti

Yayınlanma

Editörün notu: Kazan’da gerçekleşen BRICS+ Zirvesi’ne Batı dışından birçok ülke katıldı ve Alman basını bu zirveye taraflı ve negatif bir yaklaşımla yoğun ilgi gösterdi. Zirveye katılan BM Genel Sekreteri António Guterres, Batı medyasında eleştirilere hedef oldu; hatta görevden alınması istendi. Bu tepkiler, Batı’nın BM’yi kendi “mülkü” olarak görme anlayışını ortaya koyuyor. Dr. Alexander S. Neu, NachDenkSeiten portalında yayımlanan ayrıntılı makalesinde, ABD’de Donald Trump’ın başkanlık seçimlerini kazanmasıyla Avrupa’nın geleceğine yönelik kaygılara değiniyor. Trump’ın başkanlığı, ABD-Avrupa ilişkilerini zayıflatabilir, Batı’nın küresel egemenliğini sorgulatabilir. Neu, Avrupa’nın bu gelişmelere hazırlıksız olduğunu ve Almanya’nın stratejik değişime gitmesi gerektiğini vurguluyor.


Batı, BRICS, Donald Trump ve Alman basınının sefaleti

Alexander Neu, NachDenkSeiten

11 Kasım 2024

Ekim ayının sonunda Kazan/Rusya’da 16. BRICS+ Zirvesi gerçekleşti. Zirveye, Batı dışındaki 36 ülke katıldı; aralarında üyelik başvurusunda bulunmak isteyen pek çok ülke de vardı. Alman basınında bu zirve hakkında her zamankinden daha yoğun bir şekilde haber yapıldı.

Ne yazık ki, bu haberlerin büyük bir kısmı, artık adeta standart hale geldiği üzere, tarafsızlıktan oldukça uzaktı. Zirvenin Rusya’da, Rusya Devlet Başkanı’nın himayesinde yapılması ve Putin’in bu etkinliği Batı’nın “sözde tecridi” göstermek için kullanması, BRICS’in yine otokratlar cemiyeti olarak kötülenmesi için yeterli bir sebep olarak görüldü.

Zirveye Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri António Guterres de katıldığında ise, Alman medya dünyasında deyim yerindeyse tam anlamıyla bir “kıyamet koptu”.

Yorumlar, BM Genel Sekreteri’ne yönelik en ağır hakaretlerden görevden alınması taleplerine kadar uzandı. Hatta Almanya’nın BM’ye yaptığı mali yardımları azaltması, tamamen kesmesi ya da doğrudan BM’den çekilmesi gerektiği gibi öneriler bile gündeme geldi.

Bu öfke patlaması, Alman basını ve bazı Alman siyasetçilerin BM’ye ve BM’nin temsil ettiği uluslararası hukuk anlayışına bakışını açıkça gözler önüne serdi. Bir zamanlar gerçekten sol bir yayın organı olan ama artık tamamen ahlaki yargılarla dolup taşan TAZ gazetesi, zirveye dair bir yorumunda bu bakışı net bir şekilde özetledi: “Guterres, Birleşmiş Milletler’i itibarsızlaştırıyor; BM Genel Sekreteri, Putin’in davetini kabul etti ve onunla kameralar karşısında sakin bir şekilde poz verdi. Böylece Batı’ya ihanet etmiş oldu.”

Yazının devamında da şöyle deniyordu: “Kazan’da Batı’ya gösterişli bir şekilde kapı gösteriliyor. Ve oradaki tek Batılı temsilci buna sessiz kalıyor.”

Yani şöyle bir sonuç çıkarabiliriz: António Guterres, BM Genel Sekreteri olarak sadece dünya çapında bir organizasyon olan BM’yi değil, yalnızca “Batı’nın bir temsilcisi” olarak görülüyor.

BRICS Zirvesi’ne katılmasıyla, Guterres “Batı’nın bir temsilcisi” olarak “Batı’ya ihanet etmiş” ve bu nedenle dünya organizasyonunun –ki bu organizasyon anlaşılan o ki Batı’nın mülkü sayılıyor– itibarını sarsmış oluyor. TAZ‘ın uluslararası politika ve uluslararası hukuk konusundaki anlayışı işte bu kadar.

Tesadüf mü bilinmez, ancak TAZ‘ın ve muhtemelen yalnızca onun değil, pek çok Batılı ana akım medya kuruluşunun, siyasi elitlerin ve hatta bazı Batılı STK’ların BM ve onun alt kuruluşlarına “Batı’nın mülkü” gibi yaklaşması, Batı dışındaki ülkeler tarafından da aynı şekilde algılanıyor. Batı dışındaki bu algı ve yaşanan deneyimler, BRICS+ gibi birliğin ve Şanghay İşbirliği Örgütü gibi başka ittifakların kurulmasının en önemli motivasyon kaynaklarından birini oluşturuyor.

BRICS+: Kuruluş motivasyonu nedir?

Batı dışındaki ülkeler, yüzyıllardır süregelen Batı merkezli dünya düzenini ve uluslararası ilişkilerde öncelikle Batı’nın çıkarlarına hizmet eden kurumları ve yapıları giderek daha az kabul ediyor. “Diğer” ülkelerin bu düzene karşı tepkisi her geçen gün daha belirgin ve kendine güvenli hale geliyor. Birleşmiş Milletler ve onun bazı özel kuruluşları, özellikle de merkezi Washington D.C.’de (ABD) bulunan Dünya Bankası ve IMF gibi yapıların kapsamlı bir reforma tabi tutulması ihtiyacı uzun zamandır gündemde.

Bu reformlar, değişen güç dengelerine uygun bir dünya düzeni oluşturmak için artık kaçınılmaz. Örneğin, BM Güvenlik Konseyi’nin yapısı ve yetkileri ile BM Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi arasındaki ilişkiler göz önüne alındığında, bu güç dengelerindeki değişiklikleri yansıtacak büyük bir reform potansiyeli bulunuyor. Fakat bu reformların gerçekleşmemesinin sebebi yalnızca Batı’nın üç Daimî Güvenlik Konseyi üyesi (ABD, Fransa ve Birleşik Krallık) değil. Batı dışındaki iki üye (Çin ve Rusya) da küresel Güney ile dayanışma söylemlerine rağmen, kendi ayrıcalıklarının tehlikeye girmesini istemiyor.

Reformları engelleme motivasyonları, Daimî Güvenlik Konseyi üyelerinin farklı çıkarları kadar çeşitli. Bu çıkar çatışmaları yüzünden oluşan reform tıkanıklığı ve neredeyse tüm Güvenlik Konseyi üyeleri tarafından sürdürülen hukuksuz yaklaşımlar nedeniyle BM ve özel kuruluşlarının itibarı ciddi anlamda zedelenmiş durumda.

Küresel Güney açısından, Batı’nın hâkimiyetine uygun şekilde şekillendirilmiş bu küresel kurumların ve yapıların böyle devam etmesi artık kabul edilebilir değil; dolayısıyla alternatifler aranıyor. İşte bu noktada, Batı’nın temsil edilmediği yeni bölgesel yönetim organizasyonları ortaya çıkıyor.

Bu bölgeler içi ve bölgeler arası organizasyonlar ve ittifaklar, Batı’nın egemen olduğu küresel yönetim organizasyonlarının yerini alarak uluslararası politikayı bölgesel ve hatta bölgeler arası düzeyde şekillendirme iddiası taşıyor.

Bunun mantıksal sonucu, dünyada kurumsallaşmış bir bölünmenin ortaya çıkması oluyor: Bölgesel ve bölgeler arası yönetim organizasyonları, küresel organizasyonların ve onların alt kuruluşlarının yerini kademeli olarak alıyor.

BRICS+ nedir? Yapısı ve temel veriler

BRICS+ her ne kadar Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) gibi resmi bir organizasyon olmasa da yani kendine ait sabit bir organizasyon yapısına ve kurumsal bir merkezine sahip olmasa da yalnızca işbirliği yapan bir ülkeler grubu olarak bile önemini küçümsememek gerekiyor.

Üye ülkelerin başkentlerinde dönüşümlü olarak yapılan yıllık zirve toplantıları, hükümetlerin bu ülkeler birliğine büyük bir siyasi önem atfettiğinin önemli bir göstergesi.

BRICS ittifakı, 2006 yılında kuruldu ve kurucu üyeleri Brezilya (B), Rusya (R), Hindistan (I) ve Çin (C) idi, yani BRIC olarak anılıyordu. 2010’da Güney Afrika’nın (S) katılmasıyla BRICS’e dönüştü; böylece ağırlıklı olarak Asya kıtasından (Çin, Rusya ve Hindistan) ve Latin Amerika’dan (Brezilya) temsil edilen bu ittifakta Afrika kıtası da yer alarak, gerçekten bölgeler arası bir ittifak niteliği kazandı.

Bu ülkeler, yükselen pazar ekonomilerine sahip gelişmekte olan ülkeler olarak tanımlanıyor. 2023’te Güney Afrika’daki BRICS Zirvesi’nde 23 ülke üyelik başvurusu yaptı. Ancak zirvede, genişlemeyi derinleşme pahasına hızlandırmamak amacıyla yalnızca altı ülke, 2024 başında üye olmak üzere davet edildi: Mısır, Arjantin, Etiyopya, İran, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri.

Fakat davet edilen bu ülkelerden yalnızca dördü fiilen katılım sağladı; Arjantin ve Suudi Arabistan çeşitli nedenlerle üyelik süreçlerini ilerletmedi. Bu nedenle, BRICS ismine yeni üyelerin baş harflerini eklemek yerine pratik bir çözüm olarak “Plus” ifadesi tercih edildi ve BRICSplus ya da BRICS+ şeklinde anılmaya başlandı.

BRICS+ ülkeleri, Statista verilerine göre dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 45’ini (G7 ülkeleri ise dünya nüfusunun yalnızca yüzde 10’una yakın) ve küresel Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’nın (GSYİH) yüzde 35’ten fazlasını (G7 ülkeleri yaklaşık yüzde 30’unu) temsil ediyor.

BRICS ülkeleri, 2014 yılında, gelişmekte olan ülkelerin talep ettiği etki alanındaki reformların IMF tarafından yavaşlatılmasına yanıt olarak, Çin’de merkezi bulunan alternatif bir “Kalkınma Bankası” ve “Para Fonu” kurmaya karar verdiler.

Sonuç olarak ister bölgesel ister bölgeler arası faaliyet gösteren yönetim organizasyonları olsun, küresel güvenlik sorunlarına dair kararlar alması gereken BM’nin dışında hareket etmeye başlamış durumda.

BM Şartı’na göre (Bölüm 8, Madde 52), askeri önlemler alınmadığı sürece bu durum aslında yasal bir zemine de sahip. Ancak, 1999’dan itibaren BM yetkisi olmaksızın askeri müdahalelerin keyfi olarak yapılması da sıkça görülmeye başlandı.

AB ve NATO, kendilerini küresel güvenliğin koruyucusu olarak ilan eden ve bu rolü üstlenirken dünyanın geri kalanından herhangi bir meşruiyet talep etmeyen, en etkili bölgesel yönetim organizasyonları olarak öne çıkıyor.

Adeta, felç olmuş BM’nin yerine geçmesi gereken kolektif güvenlik sistemleri olduklarını ileri sürerek kendilerini bir tür “alternatif BM” olarak tanımlıyorlar. Ancak, bunu yalnızca kendi çıkarlarına hizmet ettiği sürece yapıyorlar, zira kısıtlı finansal ve askeri kaynakları verimli kullanmak gerekiyor.

Bu yaklaşımın en çarpıcı örneklerinden biri, NATO’nun 1999’da Yugoslavya’ya karşı yürüttüğü gayri meşru müdahale ile BM’yi etkisiz bir gözlemci konumuna indirmesidir.

ABD liderliğindeki “Gönüllüler Koalisyonu” tarafından gerçekleştirilen Irak Savaşı ise BM’nin bu dışlanmışlığını kalıcı hale getirdi. Aynı şekilde, AB de kendisini yalnızca üye ülkeleriyle sınırlı kalmayan bir güç olarak görüyor ve bu doğrultuda politika yürütüyor.

Örneğin, Avrupa Komşuluk Politikası olarak adlandırılan ve AB’nin çeperindeki ülkelere nüfuz etmeyi amaçlayan proje, süslü bir dil kullanılsa da aslında net bir güç politikası örneği teşkil ediyor. Alman Federal Meclisi Savunma Komisyonunda Dışişleri Bakanlığı’ndan bir yetkilinin, bu projenin gerçek niyetini gizlemeksizin “AB’nin, Akdeniz’in güneyine artık daha fazla dikkat göstermesi gerektiğini” ifade ettiği bir demeci hâlâ aklımda. Bu “dikkatin” insani yardım programlarını değil, daha çok güç projeksiyonunu hedeflediği, konuşmanın bağlamından net bir şekilde anlaşılıyordu.

Benzer şekilde, Rusya da Batı’nın uluslararası hukuku kendi keyfine göre kullanma anlayışını benimseyerek, aynı tavrı sergilemeye başladı. 2008 yılında Gürcistan’ın ayrılıkçı bölgeleri Güney Osetya ve Abhazya’nın diplomatik olarak tanınması ve son dönemde de Ukrayna’nın doğusundaki bölgelerin zorla ilhak edilmesi bu duruma örnek teşkil ediyor.

Batı’nın tek taraflı olarak “geliştirdiği” uluslararası hukuk, yani devletlerin tam egemenliği ve toprak bütünlüğü gibi küresel istikrarın temel ilkelerinin, Batı’nın çıkarlarına uymadığı sürece Batı dışındaki ülkelere karşı ihlal edilebilir hale gelmesi, beklenmedik sonuçlar doğurdu.

Batı’nın, Yugoslavya’nın toprak bütünlüğü ve egemenliğini ihlal ederek dış müdahale yoluyla kendi kaderini tayin hakkını ön plana çıkarması, bugün bumerang gibi Batı’ya geri dönüyor; Ukrayna ve Gürcistan örneklerinde olduğu gibi.

Elbette Batı’daki “stratejik düşünürler” –sadece onlar– Yugoslavya’nın durumu ile Gürcistan ve Ukrayna’nın yaşadığı toprak kayıpları arasında herhangi bir hukuki bağlantıyı reddediyor. Ancak, Batı dışındaki ülkelerde bu olaylara ilişkin algı son derece farklı.

BRICS+: ‘Batı’ya karşı’ mı yoksa sadece ‘Batı dışında’ mı?

Batılı siyaset çevrelerinde ve medya kuruluşlarında, BRICS’’ın Batı’ya karşı bir oluşum olduğu yönünde spekülasyonlar yapılıyor, hatta bu iddialar kesin bir gerçekmiş gibi sunuluyor. Ancak bu iddiaların sağlam bir temele dayandığı söylenemez; ne BRICS+ üye ülkelerinin açıklamaları ne de zirvelerden çıkan bildiriler böyle bir amaç güttüğüne dair güvenilir kanıtlar sunuyor.

BRICS+’ın Batı’ya karşı bir yapı olarak yorumlanabilmesi ancak, bu ülkelerin Batı’nın küresel hakimiyet iddiasından bağımsız hareket etmelerini “Batı’ya karşı” bir duruş olarak görmekle mümkün olur. Bu durum, Batı’nın katılmadığı ittifaklar ve çok taraflı toplantılar, Amerikan doları yerine alternatif para birimlerinin kullanılmasına dönük adımlar, Batı’nın üçüncü ülkelere yönelik tek taraflı yaptırımlarına dahil olmama, bu yaptırımları görmezden gelme ya da dolambaçlı yollarla aşma çabaları ve Batı dışındaki ülkelerin askeri işbirlikleri gibi unsurları kapsıyor.

Sahiden de Almanya ve Batı kamuoyuna, BM Şartı’nda güvence altına alınan ülkelerin özgür ve egemen bir şekilde gelişme hakkı “Batı’ya karşı bir hareket” olarak mı sunulmak isteniyor? Bu tuhaf bakış açısı Berlin, Paris, Brüksel ve Washington’da gerçekten hâkimse ve politika belirleyici bir etkiye sahipse, kaçınılmaz olan çok kutuplu dünya düzenine giden yolda zaten halihazırda var olan gerilimler daha fazla çatışma ve zorbalığa yol açabilir.

Özellikle de Donald Trump’ın ABD’deki seçim zaferinin ardından, Almanya ve Avrupa Birliği’nin jeopolitik ve jeoekonomik doktrinlerini ve varsayımlarını köklü bir şekilde gözden geçirmesi artık elzem hale gelmiştir.

Yeni ve eski Donald Trump: Avrupa içim muhtemel sonuçlar

Batı, artık dünyayı ne iktisadi ne askeri ne de demografik açıdan 1990’lar ve 2000’lerdeki gibi mutlak bir şekilde domine edemiyor. Bu güç unsurları her yıl Batı, Avrupa ve Almanya aleyhine zayıflıyor. Bu yüzden, dış politika, dış iktisadi ilişkiler, güvenlik, jeopolitik ve jeoekonomi alanlarında akıllıca bir yeniden yapılanmaya gitmek artık acil bir ihtiyaç.

Bu, değer temelli politikaların ötesine geçerek, reel politik bakış açısıyla stratejik kararlar almayı gerektiriyor. Ancak, önümüzdeki aylarda bu farkındalığın olgunlaşmasını beklemek muhtemelen iyimser bir düşünce.

Siyasette söz sahibi olan “uzmanların” aklına gelen tek çözüm ise basit bir şekilde silahlanmak. Berlin, önümüzdeki aylarda ulusal ve uluslararası krizlerin gerçek zorlukları yerine yeniden seçim ve seçim kampanyası konularına odaklanacak.

Avrupa’nın geri kalanında da pek bir değişiklik olması beklenmiyor. Çünkü Avrupa’daki elitler, adeta tavşanın yılan karşısında donup kalması gibi, gözlerini ABD Başkanı Donald Trump’a dikecek. Bu sırada, transatlantik dünyanın güç potansiyeli daha da azalacak.

ABD, güç kapasitesini bir miktar düşmüş olsa da küresel bir büyük güç –belki de en güçlü büyük güç– seviyesinde korumaya devam edecek ama artık süper güç konumunda olmayacak. Avrupa, AB ve Almanya ise bunu başaramıyor; zira gerçekçi politikalar ve stratejik yetkinlikler konusunda yetersizler. AB’nin, istekler ve zafer umutları yerine, gerçekçi bir analizle Ukrayna-Rusya savaşı için bir ateşkes ya da barış çözümüne bile öncülük edememesi, AB’nin düşen güç potansiyelinin kayda değer bir göstergesi.

Avrupa’nın, AB’nin ve Almanya’nın kendi kendine yarattığı egemenlik eksikliği, yeni ABD Başkanı Trump’ın muhtemelen gerçekçilik temelli bir ateşkes ve hatta sürdürülebilir bir barış çözümü önermesine yol açabilir. Eğer ABD ve Rusya, Avrupa’nın dışında, Ukrayna konusunda bir anlaşmaya varırsa –ki bu ihtimal oldukça yüksek– Avrupa ve AB, son derece utanç verici bir duruma düşecek. Böyle bir ABD-Rusya anlaşmasının sonuçlarını ve yükünü AB ve Avrupa, istemese bile kabullenmek zorunda kalacak.

Ukrayna meselesinin ötesinde, yeni ABD Başkanının küresel değişim sürecini nasıl etkileyeceği de önemli bir soru.

Donald Trump, ABD’yi abartılı güç iddiaları ve belki de askeri araçları kullanarak bir çıkmaza mı sürükleyecek? Yoksa gerekirse AB’yi devre dışı bırakarak veya hatta AB’ye karşı bir politika izleyerek diğer büyük güçlerle anlaşma politikası –yani siyasi pazarlıklar– mı yapacak? Bu, en azından değişen küresel güç dengelerini belli bir ölçüde kabul eden bir yaklaşım olur.

Bu durumda, 21. yüzyıl dünya siyasetinde, 19. yüzyılın ilk yarısında Avrupa’da görülen büyük güçler dengesi anlayışının bir tür yeniden canlanması mümkün mü? Üstelik belki de Avrupa’nın dışında kalarak? Önümüzdeki yıllarda ve on yıllarda yaşanabilecek gelişmelerin yelpazesi oldukça geniş.

En azından Donald Trump, seçim zaferi büyük oranda kesinleştiğinde, destekçilerine dünyanın geri kalanı için oldukça önemli bir mesaj verdi: “Savaş başlatmayacağım, savaşları sona erdireceğim.” Gerçek sınav ise henüz ortada. Batı dışındaki ülkeler, yeni ABD yönetiminin diplomatik girişimlerini büyük bir merakla izleyecek gibi görünüyor.

Kazan Deklarasyonu’nun kritiği

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Donald J. Trump’ın ideolojisi

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: ABD’nin yeni başkanı Donald Trump’ın eklektik fikirlerinin olması, hiçbir ideoloji olmadığı anlamına gelmiyor. “Çılgın” ve “irrasyonel” olarak damgalanan Trump’ın birbirini besleyen dört ideolojik kaynağı olduğunu savunan iktisatçı Branko Milanovic, bunları merkantilizm, özel sektöre/kâr amaçlı faaliyetlere güven, göçmen karşıtı milliyetçilik ve ABD’nin “kendisi için bir ulus” olduğuna ilişkin inanç olarak sıralıyor. Milanovic’in Trump’tan “antiemperyalist bir milliyetçilik” beklentisi gerçeklerle uyuşmayabilir veya Çin’in Trump’ın şantajını kabul ederek “daha az satıp daha çok almayı” neden kabul edeceği bir muamma; bununla birlikte, Trump ve benzeri figürlerin kolayca “faşist” veya “popülist” olarak nitelendirilemeyeceğine ilişkin vurgusu yerinde görünüyor. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Donald J. Trump’ın ideolojisi

Branko Milanovic
Global Inequality and More 3.0
12 Kasım 2024

Donald J. Trump’ın bir ideolojisi var mı ve bu ideoloji nedir? Sorunun ilk kısmı gereksiz: her bireyin bir ideolojisi vardır ve eğer bir ideolojiye sahip olmadıklarını düşünüyorsak, bunun nedeni çeşitli ideolojik çerçevelerden toplanan parçaların yeniden düzenlenmiş bir karışımını temsil etmesi ve bu nedenle bir isim koymanın zor olmasıdır. Fakat bu ideoloji olmadığı anlamına gelmez. İkinci kısım milyon dolarlık bir sorudur çünkü Donald J. Trump’ın ideolojisini bir araya getirebilseydik, önümüzdeki dört yıl boyunca yönetiminin nasıl görünebileceğini tahmin edebilir veya öngörebilirdik (oynaklık unsuru yüksektir).

Çoğu insanın Trump’ın ideolojisi hakkında tutarlı bir argüman ortaya koyamamasının nedeni, ya nefret ya da hayranlıktan gözlerinin kör olması ya da onda gözlemledikleri şeyi, alışkın oldukları ve üzerinde bir isim bulunan ideolojik bir çerçeveye oturtamamalarıdır.

Soruyu yanıtlamaya çalışmadan önce, Trump’a yakıştırılan ve bana göre tamamen yanlış olan iki sıfatı bir kenara bırakmama izin verin: faşist ve popülist. Eğer faşist bir hakaret terimi olarak kullanılıyorsa, bunda bir sorun yok ve bunu özgürce kullanabiliriz. Kimsenin umurunda değil. Fakat Trump’ın inançlarına ilişkin rasyonel bir tartışmada bir terim olarak kullanılması yanlıştır. Bir ideoloji olarak faşizm (i) dışlayıcı milliyetçilik, (ii) liderin yüceltilmesi, (iii) bireylerin ve özel sektörün aksine devletin gücüne vurgu, (iv) çok partili sistemin reddi, (v) korporatist yönetim, (vi) toplumun sınıf yapısının üniter milliyetçilikle değiştirilmesi ve (vii) partiye, devlete ve lidere yarı dini bir tapınma anlamına gelir. Trump’ın inandığı ya da empoze etmek istediği şeylerle neredeyse hiçbir ilişkisi olmadığını göstermek için bu unsurların her birini tek tek tartışmama gerek yok.

Aynı şekilde, “popülist” terimi de son zamanlarda kötüye kullanılan bir terim haline geldi ve daha iyi tanımlanması için yapılan bazı (bence oldukça başarısız) girişimlere rağmen, aslında seçimleri kazanan ama bunu “bizim” hoşlanmadığımız bir platformda yapan liderleri ifade ediyor. O zaman bu terim anlamsız hale geliyor.

Trumpizmin sınıfsal kökenleri sanıldığından daha karmaşık

Trump’ın önceki dört yıllık iktidarı sırasında gözümüze çarpan ideolojisinin bileşenleri nelerdir?

Merkantilizm. Merkantilizm, iktisadi faaliyeti ve özellikle de devletler arasındaki mal ve hizmet ticaretini sıfır toplamlı bir oyun olarak gören eski ve kutsal bir doktrindir. Tarihsel olarak, zenginliğin altın ve gümüş olduğu bir dünya ile birlikte gitmiştir. Altın ve gümüş miktarının sınırlı olduğunu kabul ederseniz, daha fazla altın ve gümüşe (diğer tüm mallardan bağımsız olarak) sahip olan devletin ve liderinin daha güçlü olduğu açıktır. Dünya 17. yüzyıldan bu yana gelişti ama pek çok insan hâlâ merkantilist doktrine inanıyor. Dahası, ticaretin başka araçlarla yapılan bir savaş olduğuna ve ABD’nin başlıca rakibinin ya da hasmının Çin olduğuna inanılırsa, Çin’e yönelik merkantilist politika çok doğal bir tepki haline gelir. Trump 2017’de Çin’e karşı bu tür politikaları başlattığında bunlar ana akım söylemin bir parçası değildi ama o zamandan beri merkeze taşındı. Biden yönetimi bunları takip etti ve önemli ölçüde genişletti. Trump’ın bu politikaları ikiye katlayacağını bekleyebiliriz. Fakat merkantilistler alışveriş yanlısıdır [transactional] ve Trump da alışveriş yanlısı olacaktır: Çin daha az satmayı ve daha çok almayı kabul ederse, memnun olacaktır. Biden’ın aksine Trump Çin rejimini zayıflatmaya ya da devirmeye çalışmayacaktır. Dolayısıyla, pek çok kişinin inandığının aksine, Trump’ın Çin için iyi olduğunu düşünüyorum (yani, alternatifler göz önüne alındığında).

Kâr amacı gütme. Tüm Cumhuriyetçiler gibi Trump da özel sektöre inanıyor. Ona göre özel sektör, regülasyonlar, kurallar ve vergiler tarafından makul olmayan bir şekilde engellenmektedir. Kendisi hiç vergi ödemeyen bir kapitalistti ve bu da ona göre iyi bir girişimci olduğunu gösteriyordu. Fakat diğerleri için, daha az kapitalistler için, regülasyonlar basitleştirilmeli veya ortadan kaldırılmalı ve vergilendirme azaltılmalıdır. Bu görüşle tutarlı olarak, sermaye üzerindeki vergilerin emek üzerindeki vergilerden daha düşük olması gerektiği inancı vardır. Girişimciler ve kapitalistler iş yaratanlardır, diğerleri ise Ayn Rand’ın deyimiyle “beleşçilerdir.” Trump’ta yeni bir şey yok. Bu doktrin Reagan’dan itibaren Bill Clinton da dahil olmak üzere aynı doktrindir. Trump sermaye üzerindeki düşük vergiler konusunda daha açık sözlü ve açık olabilir, fakat Baba Bush, Clinton ve Oğul Bush’un yaptıklarının aynısını yapacaktır. Ve liberal ikon Alan Greenspan’in derinden inandığı şeyi.

Göçmen karşıtı “milliyetçilik”. Bu gerçekten zor bir bölüm. “Milliyetçi” terimi Amerikalı politikacılara yalnızca garip bir şekilde uygulanabilir çünkü insanlar “dışlayıcı” (kapsayıcı değil) Avrupa ve Asya milliyetçiliklerine alışkındır. (Diyelim ki) Japon milliyetçiliğinden bahsettiğimizde, bu tür Japonların etnik olarak Japon olmayanları ya karar alma mekanizmasından ya da ülkedeki varlıklarından ya da her ikisinden de uzaklaştırmak istediklerini kastediyoruz. Aynı durum Sırp, Eston, Fransız ya da Kastilya milliyetçilikleri için de geçerlidir. Amerikan milliyetçiliği, ABD’yi oluşturan insanların muazzam heterojenliği nedeniyle, doğası gereği etnik ya da kan bağına dayalı olamaz. Bu nedenle yorumcular yeni bir terim icat etmişlerdir: “beyaz milliyetçiliği.” Bu tuhaf bir terim çünkü derinin rengi ile etnik (kan) ilişkilerini birleştiriyor. Gerçekte, Trump’ın “milliyetçiliğinin” tanımlayıcı özelliğinin ne etnik ne de ırksal olduğunu, sadece yeni göçmenlerden hoşlanmamak olduğunu düşünüyorum. Bugün sosyo-demokratik dünyanın kalbinde, İsveç, Hollanda, Finlandiya ve Danimarka’daki sağcı partilerin (Hollandalı sağcı lider Geert Wilders’in ünlü ifadesiyle) ülkelerinin “dolu” olduğuna ve daha fazla göçmen kabul edemeyeceklerine inandıkları İskandinav ve Kuzeybatı Avrupa ülkelerinde uygulanan göçmen karşıtı politikalardan özünde farklı değildir. Trump’ın bu görüşü sadece ABD’nin nesnel olarak hiçbir kritere göre dolu bir ülke olmaması nedeniyle sıra dışıdır: ABD’de kilometrekare başına düşen insan sayısı 38 iken Hollanda’da 520’dir.

Sağın küresel yeni biçimi: Milli muhafazakârlık

Kendisi için ulus [a nation for itself]. Merkantilizm ile göçmen karşıtlığı birleştirildiğinde, Trump yönetimindeki ABD dış politikasının neye benzeyeceğine yaklaşılır. Bu politika milliyetçi anti-emperyalizm politikası olacaktır. Bu terimleri açmam gerekiyor. Bu kombinasyon özellikle büyük güçler için nadirdir: eğer büyük, milliyetçi ve merkantilist iseler, neredeyse sezgisel olarak emperyalist olmaları gerektiği anlaşılır. Ne var ki Trump tüm dertlere çare olarak ortaya atılan bu reçeteye meydan okuyor. Kurucuların “dış karışıklıklardan” nefret eden dış politikasına geri dönüyor. Onların ve kendisinin görüşüne göre ABD, kendi çıkarlarını gözeten güçlü ve zengin bir ülkedir, ama Madeleine Albright’ın tanımladığı şekilde “vazgeçilmez bir ülke” değildir. ABD’nin görevi dünyadaki her yanlışı düzeltmek (bu doktrinin iyimser ya da kendine hizmet eden görüşüne göre) ya da parasını kendi çıkarlarıyla hiçbir ilgisi olmayan insanlara ve davalara harcamak (aynı doktrinin realist görüşüne göre) değildir.

Trump’ın 1945’ten bu yana her iki ABD partisinin de geçer akçesi haline gelen emperyalizmden neden hoşlanmadığını söylemek zor ancak içgüdüsel olarak Kurucu Babaların ve Woodrow Wilson’ın Cumhuriyetçi rakibi William Taft gibi ABD’nin iktisadi gücüne inanan ve bu gücü dünya üzerinde hegemonik bir siyasi yönetime dönüştürmeye gerek görmeyen kişilerin değerlerini benimseme eğiliminde olduğunu düşünüyorum.

Bu, Trump’ın ABD hegemonyasından vazgeçeceği anlamına gelmiyor (NATO dağıtılmayacak), çünkü Thukididis’in yazdığı gibi: “Ani bir panik havası ve siyasi ilgisizlik ruhu içinde bunun iyi ve asil bir şey olacağını düşünen bazı insanlar olsa da, bu imparatorluktan vazgeçmeniz artık mümkün değil. İmparatorluğunuz şu anda bir tiranlık gibi: onu kabul etmek yanlış olabilir; vazgeçilmesine izin vermek kesinlikle tehlikelidir.” Fakat Trump’ın merkantilist ilkeleri ışığında, ABD müttefiklerine bunun için çok daha fazla bedel ödetecektir. Perikles’in Atina’sında olduğu gibi, koruma artık bedavaya gelmeyecektir. Hepimizin hayran olduğu güzel Akropolis’in müttefiklerden çalınan altınlarla inşa edildiğini unutmamak gerekir.

Stephen Walt, 10 maddede ABD seçimlerini yazdı: Winter is coming!

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English