DÜNYA BASINI
Britanya öldü
Yayınlanma
Yazar
Emre KöseÇevirmenin notu: “Özgür dünyanın kalpleri sizinle…” Bu, Margaret Thatcher’ın 1981’de Pakistan’a yaptığı gezi sırasında Afgan cihatçılara hitaben söylediği sözdü. Bu sözler, Arjantin’in Eurobond dolandırıcılığına kurban gittiği dönemde sarf edilmişti. Ancak Britanya’nın enkaza çevirmeye kararlı olduğu yerler sadece yabancı topraklar değildi. Thatcher Britanyası, yani 1980’li yıllar yoksulluk ve işsizlik görüntüleriyle doluydu. Kömür madenleri kapatıldı ve kamunun elinde ne varsa özelleştirildi. Ülke göç vermeye başlamıştı; daha az insan evleniyordu, enflasyonun yüzde 3’e düştüğü kalıcı bir durgunluk vardı, imalat ve kamu harcamaları düşmüştü, ev fiyatları ve faiz oranları fırlamıştı ve vaaz edilen “yuppie” dönemi yaşanamamıştı. Londra, ABD’nin Afganistan’daki cihatçıları finanse etmesine, silahlandırmasına ve eğitmesine yardım ve yataklık ederken, sıradan vatandaşın cebinde sadece ekmek kırıntıları kalmıştı. Cyclone Operasyonu sırasında ABD, Usame bin Ladin ve arkadaşlarına 20 milyar dolar harcadı ve Thatcher, “bu haklı davaya” bir miktar pound’la destek sundu. Britanya’da yaşanan isyanlar hükümetin dış politikasından değil, kamu varlıklarının — telefon hatları, elektrik santralleri, demiryolları — yangından mal kaçırır gibi, en yüksek teklifi verene satılmasından kaynaklanıyordu. 2010’lara gelindiğinde David Cameron, Ulusal Sağlık Hizmetinin açık artırmaya çıkarılması ve posta hizmetinin parça parça satılmasına ön ayak oldu ve 2011 Londra isyanları başladı. David Cameron da tıpkı Thatcher gibi vergi mükelleflerinin paralarını Suriye’deki cihatçı gruplara gönderdi. Fakat Cameron için sonuç aynı olmayacaktı; ABD’nin yavaş ama emin adımlarla çökmeye başlamasıyla Britanya kendini yalnız buldu. Bir zamanlar krallığın üç sütunu olan bankacılık, deniz hakimiyeti ve hammadde egemenliği, izleri yalnızca müzede duran bir şey haline geldi. 50 yılı aşkın bir süredir Britanya’da egemen olan eski okul neo-liberal ideoloji, mevcut realiteye ayak uyduramıyor.
Britanya öldü
Samuel Mcilhagga
Palladium Magazine
27 Nisan 2023
Britanya her on yılda bir kendini krizin içinde bulur. Bu anlar, ülkenin jeopolitik öneminin ve İngiliz devletinin düşüşü üzerine nadir ve kısa süreli düşünme dönemlerinin başladığı anlar olur. Sonra kapılar kapanır, kriz ivme kaybeder ve aşırı güçlü finansal hizmetler sektörü —İngiliz kurumlarının prestijli uzun ömürlülüğü ile birleşerek— bir sonraki krize kadar düşüş eğilimlerini yumuşatır. İngiliz yönetici ve tüccar sınıfları en az bir yüzyıl daha vampir gibi finansal ve kurumsal yumuşak güçten istifade edebilir. Ancak bu anların kümülatif etkisi, İngiliz seçkinlerinin ülkenin düşüşünü önleme konusundaki derin kifayetsizliğini inkâr etmeyi giderek zorlaştırıyor.
İngiliz kurumları, küçük bir ada ülkesine göre çarpıcı miktarda yumuşak güç uyguluyor. Buranın on dördüncü yüzyıldaki bir İtalyan şehir devletinin rolünü oynadığı düşünülebilir; tarihi kültürel prestijden yararlanıyor, imparatorluk döneminden kalma seçkinlerin çocuklarını eğitiyor ve gerçekte maddi değeri olan hiçbir şey üretmezken servet ve statü oyunları alan olma işlevi görüyor.
Verimlilik, yatırım, kapasite, araştırma ve geliştirme, büyüme, yaşam kalitesi, kişi başına düşen GSYİH, servet dağılımı ve birim işgücü maliyetiyle ölçülen reel ücret artışındaki sonuçlara baktığınızda genel gidişat bariz biçimde görülüyor. Hepsi ya düşüyor ya da durgunlaşıyor. Financial Times’ın haberine göre, mevcut seviyelerde Britanya on yıl içinde Polonya’dan daha yoksul olacak ve 2024 yılına kadar Slovenya’dan daha düşük bir ortalama reel gelire sahip olacak. Pek çok taşra bölgesi halihazırda Doğu Avrupa’dan daha düşük GSYİH’ye sahip.
Yirmi birinci yüzyıl ilerledikçe tüm Avrupa yoksullaşıp zayıflarken Britanya, Almanya ve Fransa gibi akran ülkelere kıyasla çözüm bulma konusundaki göreli yetersizliği ve isteksizliği ile eşsiz. Bu, yüzyıllardır hız kazanan bir süreç ve imparatorluğun genişlemeyi sürdürdüğü 1700’lerde başlayan eğilimlere kadar uzanıyor.
Özünde, Britanya’yı Avrupa’dan ayıran, Püritanizm ve Cromwellyan cumhuriyetçiliğinde en iyi şekilde ifade edilen, kendine özgü yenilikçi ve ahlakçı kültür, kendi ülkesinde aristokrasi tarafından ezilirken bile Amerika’nın doğu yaka seçkinlerine akmaya devam etti. Başka yerlerde Washington, Napolyon, Garibaldi, Bismarck, Meiji İmparatoru, Lenin, Mao ve Nasır tarafından temsil edilen İngiliz modernleştirici sınıfı, çok daha önce İngiliz İç Savaşı ve Şanlı Devrim sırasında da ortaya çıkmıştı. Bu Amerika’da 1776’da, Fransa’da 1789’da, Japonya’da 1868’de ve Çin’de 1949’da meydana gelen yeniden kuruluş anını Britanya’ya getirmeyerek erken bir ölümle dünyadan göçtü.
Başta avantajlı bir ilk hamleci olma statüsü nedeniyle Britanya, artık mazideki çağların rantıyla yaşamaktan memnun olan güçlendirilmiş bir seçkin kesime sahip. Sosyal düzenini eski aristokrasinin kültürel mirası oluşturuyor, Londra’daki finans simsarları tarafından destekleniyor ve daralan bir orta sınıfa hizmet ediyor. İdari ve siyasi sınıflar, ne klasik anlamda bilgi edindiren genelcilik ne de derin teknik uzmanlık işleriyle ilgilenen bir amatörlük kültürü geliştirdi. Bunun modern sonucu spekülatif, danışmanlık ve finansal hizmet işlerini imalat, araştırma ve üretimden daha fazla teşvik eden bir sistem.
Britanya, aristokrasi ve burjuvazi arasındaki ortaklık tarafından yönetildiği kadar aristokratik olmayan bir aristokrasi ve üretken olmayan bir burjuvazi. Eski idari üst sınıf artık toprak ya da patronaj yoluyla güç sahibi değil. Tüccar orta sınıf çok az yenilikçi değer üretiyor, en prestijli sektörü Londra’daki aile ofisleri ve ticari bankaları aracılığıyla diğer ülkelerin artı fonlarına hizmet etmek.
Sanayi çağının hegemonu olmasına rağmen Britanya, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında ABD ve Almanya’nın kimya, ulaşım, işgücü verimliliği ve organizasyonel yöntemlerde kendisini geçmesini sağlayan mekanizmaları hiçbir zaman geliştirmedi. Londra’nın ilk hamle avantajları derin dezavantajlara dönüştü. Britanya hasta değil, İngiliz seçkinleri yaşlı emekliler gibi; en parlak dönemlerinde aşırı başarılı oldular, şu an son yatırımlarını ve birikimlerini çekiyorlar ve bu bağ evinin yıkılmasını öylece izliyorlar.
1902’den bu yana Britanya hükümetindeki pek çok kişi, büyük bir gerileme yaşanması ihtimalinden haberdardı ama yine de siyasi düzenin kendisini riske atabilecek bir rota değişikliği konusunda hiçbir teşebbüste bulunmadı. Ülkenin seçkinlerinin ufalmasının tüm etkilerini hissetmesi için bir yüz yıl daha geçmesi ve Britanya’nın tamamen dağılması gerekebilir.
Duraksamış canlanma
Kamuoyundaki sessizliğe rağmen bu sorunlar Downing Street’in koridorlarında yüzyılı aşkın bir süredir fısır fısır konuşuluyor. 1800’lerin sonunda imparatorluk zirvesindeyken bazı şahsiyetler endüstriyel ve bilimsel gelişmedeki gecikmenin Britanya’nın Almanya ve Amerika’ya göre nispeten daha düşük GSYİH büyüme oranlarına sahip olmasına yol açtığını fark etmeye başladı. 1902 yılına gelindiğinde Britanya’nın gerilemesinin nedenlerini bulmak ve düzeltmek imkânsız hale gelmeden önce bir çıkış yolu çizmek üzere sistematik girişimler başladı. Sömürgeci Cecil Rhodes ve devlet adamı Lord Milner’ın genelci imparatorluk idari sınıfını reforme etmeye yönelik ilk teşebbüsleri meyve vermedi.
Fabian cemiyetinden sosyalist çift Sidney ve Beatrice Webb, Coefficients adlı bir yemek kulübünde en önde gelen reform girişimlerinden birini organize etti. Grup, muhafazakâr paternalizm, liberal emperyalizm ve Fabian sosyalizminden Edward dönemi seçkinlerinin bir kesitini bir araya getirdi. Grupta erken dönem jeopolitikçilerden Halford John Mackinder, filozof Bertrand Russell, bilim kurgu yazarı H.G Wells ve Lord Milner’ın yanı sıra çok sayıda iş insanı, askeri yetkili, bilim insanı ve milletvekili yer alıyordu. Sonuçta bu kesit, İngiliz seçkininin genelini felç eden açmazları tekrarlamaktan başka bir işe yaramadı; imparatorluk konusunda birleşemeyen Coefficients 1909’da dağıldı. Wells daha sonra biyografisinde hepsinin kabul ettiği temel mesele üzerine fikir yürütecekti:
“Britanya’nın olası liderliğine olan inanç, Amerika’nın iktisadi kalkınması ve Almanya’nın cüreti karşısında yavaş yavaş azalmıştı. Victoria’nın refah dolu saltanatı tembellik alışkanlıkları yaratmıştı. Halk olarak eğitimden uzaklaşmıştık… Üniversitelerimiz yeni zamana ayak uyduramamıştı; avantajlarıyla korunan yönetici sınıfımız kolaycı ve son derece tembeldi… ‘Verimlilik’ daha çok ukalalık olarak algılanıyordu.”
Devamında gelen iki dünya savaşının yarattığı baskı İngiliz devletini yüksek kapasite düzeyini ve etkili biçimde harekete geçme kabiliyetini korumaya zorladı. Sonuç olarak devlet kapasitesi değil ama iktisadi ve bilimsel üretkenlik daha geniş çaplı bir gerilemeye neden oldu.
Churchill’in bilim danışmanı Frederick Lindemann ile olan dostluğu sayesinde siyaset dünyasıyla da ilişkisi olan bilim insanı Sir Henry Tizzard, 1948 yılında İngiliz Bilimi İlerletme Derneği’ne şunları söylemişti:
“Bilimsel ve endüstriyel araştırmaların niteliği ve niceliği bakımından [Amerikalıların] bizden üstün olduğu söylenemez. Ancak bizden daha yüksek bir ortalama teknoloji standardına ve sanayinin idari kontrolünde çok daha fazla oranda yüksek bilimsel eğitime sahip insanlara sahipler. Teknolojik eğitimde eşzamanlı bir genişleme olmadığı sürece araştırmadaki genişleme umulan sonucu vermeyecektir.”
Tizzard, İngiliz ordusunun Soğuk Savaş dönemindeki bilimsel stratejisini yönlendiren ve kısa ömürlü olan Savunma Araştırma Politikaları Komisyonu’na liderlik etti. Komisyon, 1947’den 1963’e kadar görev yaptı. Fakat tavsiyelerinin devletin aldığı kararlar üzerinde çok az etkisi olduğu görüldü. Tizzard, Komisyon’un kuruluşundan birkaç yıl sonra, finansmanı uzun vadeli araştırmalardan kısa vadeli askeri meselelere kaydırma baskısıyla karşı karşıya kaldı. 1951 yılında Tizzard öfkeyle şöyle yakındı: “Mevcut programdaki hiçbir madde bilimin yeni bir uygulaması değil. Hiçbir şey yok. Sunacak hiçbir sürprizimiz yok.”
Netice olarak Tizzard tarafından özetlenen sorunlar 1960’lara gelindiğinde daha da kötüleşmişti. Buna karşılık İşçi Partili Başbakan Harold Wilson, 1963 “Teknolojinin Zirvesi” programı ve Endüstriyel Yeniden Yapılanma Kurumu’nun (IRC) kurulması kapsamında ülkenin verimliliğini canlandırmaya yönelik sınırlı birkaç teşebbüste bulundu. Tekstil firması Courtaulds’un başındaki Sir Frank Kearton tarafından yönetilen IRC, karşılaştırmalı ihracat avantajlarına sahip orta ölçekli imalat sanayileri arasında birleşmeleri zorlamak için uzun vadeli bir endüstriyel planlama görevine sahip bir “ticari kamu bankası” olarak çalıştı. Amaç, İngiliz sanayisini ölçek ekonomilerinin izinden gitmeye zorlayarak kitlesel tüketici ve yüksek teknolojili bir üretim üssü yaratmaktı.
IRC kısa bir süre için GSYİH büyümesini artırarak umut vaat etse de hemen sonra hem harcama kesintileri hem de yüksek enflasyon, enerji kıtlığı, Bretton Woods sisteminin ortadan kaldırılması ve Londra’nın Avrupa Topluluğu’na girmesi ile karakterize edilen uluslararası pazar tarafından geride bırakıldı. Resmi ve gayri resmi imparatorluğun sona ermesiyle Britanya’nın dünya genelindeki enerji kaynakları üzerindeki kontrolünün azalması, finansman için büyük fazlalara ihtiyaç duyan sosyal demokrat düzeltmelerin kısıtlanmasını da beraberinde getirdi.
27 Ekim 1970’te yeni Muhafazakâr Şansölye Anthony Barber, IRC’nin kapatılacağını duyurdu. Bunun üzerine İşçi Partisi milletvekili, elektrik mühendisi ve petrol yöneticisi Raymond Carter, Avam Kamarası’nda IRC’yi savunan bir konuşma yaptı:
“Her Amerikalı işçi, İngiliz işçinin arkasındaki sermaye miktarının iki katını alıyor… Bir Alman işçinin arkasındaki sermaye miktarı ise yüzde 50 daha fazla. Ulusumuzun başını ağrıtan kritik sorun sermaye yatırımıdır… Gerçek şu ki IRC bize 30 yıl önce lazımdı.”
Carter’ın Britanya’nın rotasını tersine çevirme konusundaki son şansının 1940’ta, yani 30 yıl önce olduğu yönündeki analizi doğru. İkinci Dünya Savaşı ve ardından gelen borç artışı ve dekolonizasyon, İngiliz seçkinlerinin ve kurumlarının üstesinden gelemeyeceği, geri dönülmez bir dönem olduğunu ispatladı. Esasında Komisyon ve IRC gibi savaş sonrası teknokratik düzeltmeler ölmeye mahkûm operasyonlardı. Onları ölümcül bir şekilde kısıtlayan şey sadece kısa vadeli bütçe kesintileri değil, temelden değişen dünyaydı.
Britanya’nın hala jeopolitik zincirlerinden kurtulabileceği ve düşüşünü tersine çevirebileceği umudu mevcut. Eski Vote Leave direktörü Dominic Cummings, Boris Johnson’un yeni özel kalem müdürü olduğu sırada bu ismi kısaltılan kuruluşların mücadele etmeye çalıştığı sorunlardan ötürü hüsrana uğradı. Bunun üzerine 2020 yılında bir blog yazısı hazırlayarak “veri bilimcileri, proje yöneticileri, politika uzmanları ve çeşitli tuhaf tiplere” çağrı yaptı. Cummings’in fikri, yönetici sınıfındaki “kendine güvenen devlet okulu blöfçüleri” mirasını istihdam ederek bir düzeltici oluşturmaktı: “Gerçek jokerler, sanatçılar, hiç üniversiteye gitmemiş insanlar.”
Cummings, derin teknik uzmanlığın, “insanların uzmanlık kazanamayacakları şekilde karıştırıldığı” bir sistemin yerini alması gerektiğine inanıyordu. İngiliz idari dünyasına yönelik eleştirisi nispeten güçlü olsa da İngiliz siyasi sisteminin uzun vadeciliğe imkân tanıyacak kadar tutarlılık sağlayacağı varsayımı hatalıydı. Hizip çatışmaları sadece birkaç yıl içinde hükümette çok sayıda değişikliğe yol açtı.
Kendisini açık görüşlü bir realist olarak tanımlamasına rağmen Cummings, köklü bir reforma tabi tutulmuş herhangi bir kamu hizmetinin tabi olacağı jeopolitik ve iktisadi kısıtlamaları da ciddi anlamda hafife aldı. Sistemi içeriden reforme etmeye çalışırken sistem tarafından geri püskürtüldü. Cummings, görevi bırakmadan aylar önce daha büyük bir fikir ortaya atarak PwC, McKinsey ve diğerlerine giden 2,6 milyar pound’luk dış kaynaklı harcamaların yerini alacak devlet tarafından işletilen —daha az danışman istihdam edilmesi için danışmanların işe alınması da dahil olmak üzere— bir “Kraliyet Danışmanlığı” oluşturulmasını önerdi. Ayrılmasından birkaç hafta sonra bu fikir, birincil iş yerine “danışmanlık harcamaları konusunda tavsiyede bulunma” görevine indirgendi.
Nihayetinde bu en teknokratik politika düzeltmesi, gerilemenin yönetilmesine dönüştü. Yumuşak gücü ve yüksek maaşlı finansal hizmetleriyle övünen Britanya’nın reformcuları bile toplumun her katmanını etkileyen beşerî sermaye sorununu büyük ölçüde hafife alıyor. Kendisini ABD ve Avrupa Birliği ile kıyaslamasına rağmen, onların üretken gücünden ve yüksek vasıflı nüfusundan yoksun. Londra’nın mali gücü olmasaydı, IMF tarafından öngörülen ekonomik küçülme şüphesiz çok daha kötü olurdu. İngiliz devletinin çetin kısıtlamalarını değerlendirmede ve maddi açıdan üretken bir sosyal düzen inşa etmede kuşaklar boyu süren başarısızlığının ardından, seçkinleri yönetime olan ilgilerini temelden kaybetmiş görünüyor.
Sentetik elitin sosyolojisi
Britanya’nın idarecilik kültürü, siyasi ve idari seçkinlerinin kültürünü ve önceliklerini ifade eder. Bu kültürle ilgili sorular nihayetinde seçkin sosyolojisinin soruları. İngiliz seçkinlerine giriş, 1854 tarihli Northcote-Trevelyan Raporu’nu etkileyen, emperyal Çin sınav sisteminin gayri resmi patronaj yapılarının ortadan kaldırılmasına yol açmasıyla nesiller boyunca resmi anlamda yavaş yavaş daha meritokratik hale geldi. Ancak gayri resmi sosyal seçilim sistemi, kurumsal hafıza ve grup sosyal mühendisliği için potansiyel maliyetleri en aza indirerek yirminci yüzyıla kadar devam etti. İngiliz kurumları, geniş bir sanayi, bilim ve ticaret imparatorluğunu yönetirken hümanist ve profesyonel seçkine öncelik vermeye devam etti.
Bu dönemin İngiliz seçkinini Avrupa’nın çoğundan ayıran şey, aristokrasisinin büyük bir kısmının kapitalist üretimi benimsemesiydi. Korumacılık konusundaki ihtilaflara rağmen yeni ortaya çıkan orta sınıf hiçbir zaman Fransız ya da Amerikalı meslektaşları gibi soylularla aynı düzeyde çatışma yaşamadı. Mesela George W. Bush ve David Cameron, bu iki seçkin sınıf başbakanının geçmişlerini karşılaştırın. Bush’un baba tarafından büyük dedesi Samuel P. Bush, teknik eğitim ve çelik demiryolu parçaları üreten bir firmanın yönetimi yoluyla ailenin siyasi hakimiyetini inşa etti.
Buna karşılık Cameron’ın babası, baba tarafından büyükbabası ve büyük büyükbabası borsacı Panmure Gordon & Co şirketinin Oxford eğitimli ortaklarıyken öbürü Sir Ewen Cameron HSBC’nin başındaydı. Anne tarafından büyükbabası küçük unvanlı bir soylu ve subay ailesinden geliyordu. İngiliz seçkininin iki büyük grubu arasındaki ayırt edici faktör, aristokratik toprak mülkiyetinden mi yoksa profesyonel sınıf mali spekülasyonlardan mı rant elde ettikleriydi. İkisi de servetlerini Bush ailesini ve Amerikalı akranlarının çoğunu zenginleştiren endüstriyel temeller üzerine inşa etmemişti.
Bush ailesinin İngiliz muadilleri —imalatçı ve altyapı sahibi aileler— genellikle Britanya Kilisesi’nden ve dolayısıyla yönetim ve siyasete giden eğitim yollarından dışlanmış konformist olmayan protestanlardı. Bunun yerine ya devletle uzaktan işbirliği yaptılar ya da üretimi aşamalı olarak durdurarak ve karlarını toprak satın almak ve profesyonel eğitim için kullanarak devlete katılmaya çalıştılar. Liberal milletvekili, Unitaryan ve vida imalatçısı Joseph Chamberlain gibi seçkin olmayan tüccarlar ancak on dokuzuncu yüzyılın sonlarında, Britanya’nın ABD ve Almanya’nın gerisine düştüğü dönemde siyasi makamlara gelebilmişti.
Bunun sonucunda ortaya çıkan İngiliz devleti, aşırı derecede üretken olmayan ekonomik rant arayışına yönelmişti. Aslında Britanya’nın hayatta kalmak için kalkınmayı kovalamak gibi bir güdüsü yoktu, zira erken sanayileşmenin başat gücüydü. Sonuç olarak hiçbir zaman birincil güç ve zenginlik temeli sanayi üretimi olan ve bu nedenle bir sanayi toplumu geliştirmek ve sürdürme yönünde güçlü bir çıkarı olan bir seçkin üretmedi.
Oxford ve Cambridge’den dini ve sosyal anlamda dışlanma, orta sınıfların çoğu İngiliz seçkininin genel eğitimini paylaşmadığı anlamına geliyordu. Bu sentetik sınıf için iktidara giden yol, 19. ve 20. yüzyılların büyük bir bölümünde Oxford’un klasik Yunanca ve Latince literae humaniores dersi oldu ve bu ders genellikle İngiliz anayasa tarihine odaklanan memuriyet sınavlarına yönelik çalışmalarla desteklendi. Hem eski hem de yeni olan bu sınavlar, kurumsal ve insani bilgiye sahip ancak teknik becerisi az olan toptancı bir idari sınıf üretti. Fakat bu kısıtlamalar kaldırıldıktan sonra bile, genel eğitime yönelik eski tercih ile burjuvazinin teknik uzmanlık ihtiyacı arasındaki gerilim artmaya devam etti.
1920 yılında Oxford, kamu hizmetine giden senkretik bir teknokratik-toptancı yol yaratmak için Siyaset, Felsefe ve Ekonomi (PPE) dersini koydu. Çağdaş bir üniversite yöneticisi ve filozof olan Herbert James Paton, PPE’yi “daha yumuşak adamlar için literae humaniores’in etkisiz modern bir versiyonu” şeklinde eleştirdi.
PPE dersi İngiliz kamusal hayatında baskın olmaya devam ediyor. 2012-2017 yılları arasında Oxford Merton College’da PPE dersi veren Alman siyaset felsefecisi Matthias Brinkmann ile konuştum. “Burası hala İngiliz seçkininin eğitim alanı olduğuna dair bir hava yayıyor. Almanya’da uzaktan yakından kıyaslanabilecek bir şey yok. En iyi üniversitelerin hangileri olduğu konusunda toplumsal bir mutabakat yok… Çok düz bir hiyerarşi var,” dedi.
Dersin kendisinin derse katılanlar için değerli bir şey sunup sunmadığını merak etmiştim. Brinkmann, “Bence insanlar dersin içeriğini çok abartıyor. PPE’den önce klasikler vardı. Bir yanım içeriğin her şey olabileceğini düşünüyor. Bu büyük ölçüde koordinasyon oyunu. Eğer İngiliz seçkinleri biyokimyadan işe alınsaydı, o zaman bahsettiğimiz ders bu olurdu,” diye konuştu. PPE hayali, Fransız grand ecoles ve Alman kamu hizmetinin sıkı teknokratik huni sistemini taklit etmeye dönük gönülsüz bir girişimdi. Ancak seçkin yetiştirme yapısını reforme edecek siyasi irade ya da reformist kadrolar ve liderlerden gelen herhangi bir dış etki ile desteklenmedi. Modernist cephenin altında, on dokuzuncu yüzyılın son yarısında aktif olan aynı yetiştirme kalıpları yatıyordu.
Brinkmann, PPE dersi verirken kamu hizmetlerine katılmaya yönelik teşviklerin değiştiğini fark etmişti: “En azından 2008 mali krizinden bu yana değişen şey, insanların artık siyasete girmek istememesi. Bunun yerine finans ve danışmanlık şirketleri tercih ediliyor. Kamu hizmetine girmek isteyen çok küçük bir öğrenci azınlığı var… Kamu hizmeti sosyal statüsünü kaybetti.” J.M. Keynes ve Isaiah Berlin gibi parlak Oxford ve Cambridge figürleri kendilerini yirmi birinci yüzyılda bulsalardı, zekalarını özel sektörde kullanmak dururken devlette çalışmayı tercih edip etmeyecekleri belirsiz. Kendilerini hala kamu hizmetine adayanları hangi teşviklerin ya da eğitim unsurlarının motive ettiğini belirlemek genellikle zordur. Bunu öğrenmenin en iyi yolunun bu işi yapanlarla konuşmaya başlamak olduğuna karar verdim.
MI6’in eski Rusya masası sorumlusu Christopher Steele’in kurduğu bir istihbarat şirketinde çalışmaya başlayan eski diplomat Arthur Snell bana “30 yıl önce benimle aynı geçmişi paylaşan insanlar kente gittiler. Ama pek çoğu orduya ve dışişlerine katıldı. Bu meslekler kültürel normların bir parçası olarak görülüyordu… İngiliz —ya da daha dar anlamda İngiliz— seçkinleri, ordunun hala lüks olan bir ya da iki kısmı hariç, kamu hizmeti fikrinden büyük ölçüde vazgeçtiler,” dedi.
Kabine ticaret sekreterliğinde eski bir memur olan ve şu anda ticaret politikası üzerine çalışan Jame Kane, bana küresel rekabetin ve finansal hizmetlere para akışının kamu hizmetine yönelik teşvikleri zayıflattığını söyledi: “Hayat pahalılığını öyle bir noktaya getirdiler ki, kamu sektörü ücretlerini beklenen bir üst-orta sınıf yaşam tarzını idame ettirecek düzeye çıkarmak siyaseten imkânsız hale geldi… Sanayiye girecek aynı türden insanları işe almak için rekabet etmiyorsunuz.” Kamu görevlilerine prestij sağlaması amaçlanan çeşitli kamu hizmeti unvan listeleri —“Sir”, “Dame” veya “Commander” olma ödülü— artık bir Londra bankasında kaybedilen gelirin fırsat maliyetini telafi etmiyor.
Seçkin eğitiminin tam olarak hangi noktada olması gerektiği konusunda şaşırtıcı bir anlaşmazlık olduğunu keşfettim. Eski İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn’in eski Stratejik İletişim Direktörü James Schneider, kendi kontrolü dışındaki dışsal güçlerle karşı karşıya olan İngiliz devletinin eğitim reformları yoluyla daha etkili hale getirilemeyeceğine inanıyordu: “Eğer Kovid’e daha iyi bir karşılık verilmesini istiyorsanız, kaç kişinin klasik eğitimi aldığı ya da almadığı, sonuçları yüzde 2 ya da yüzde 3 oranında değiştirebilir.”
Diğerleri aynı görüşte değil: Mesela Kane, geniş ölçekli düşüşten muhtemelen eğitim modellerinin sorumlu olduğunu düşünüyor: “Almanya’nın Britanya ve Fransa’ya karşı neden yüzde 20’lik bir üstünlüğe sahip olduğu konusunda gerçek bir soru işareti söz konusu. Ben bunu uzun vadede becerilere yapılan daha güçlü yatırımlara bağlıyorum. Alman eğitimi, İngiliz ve Fransızlara kıyasla çok daha az seçkin odaklı, dolayısıyla çok daha vasıflı bir endüstriyel işgücüne sahipler. Bireysel çalışanların yetkinliği ve kendi kendilerini yönetme becerileri üretkenliği etkiledi.”
Eski Uluslararası Ticaret Bakanlığı Daimî Sekreteri ve Boeing Avrupa Başkanı Sir Martin Donnelly’e göre, teknik yeterlilik konusunda bu tür boşluklar onlarca yıldır varmış gibi görünüyor: “Fransa’da kamu hizmetinde çalışırken benim dönemimde üç kişiyle aynı odayı paylaşıyordum ve her biri iyi kötü birer köprü tasarlamıştı. Ben yapmamıştım.” Almanya ve Fransa’nın idari kültürlerinden kaynaklanan bu özel avantajlar, Britanya’ya kıyasla onlara küçük göreceli başarı marjları sağladı. Fakat her iki ülke de yönetim geleneklerini, yüksek enflasyon ve emtia rekabetiyle karakterize edilen yeni bir jeopolitik ve iktisadi döneme adapte olmakta zorlanıyor ve bu durum Avrupa’daki geniş çaplı mutlak gerilemeyi daha da ağırlaştırıyor.
Konuştuğum neredeyse tüm eski kamu görevlilerinin hemfikir olduğu konu, devlet kapasitesinde mutlak bir düşüş olduğuydu. Brockwell Baronu Butler ve 1988-1998 yılları arasında kabine sekreterliği yapmış olan Robin Butler bu görüşe katılmayan az sayıdaki kişiden biriydi: “Geleneksel endüstrilerimiz düşüşte. Ancak bazı sektörler, örneğin finansal hizmetler, her zaman dramatik bir büyüme halinde oldu. Başta Çin olmak üzere çok daha düşük ücretlerin olduğu ekonomilerle rekabet ediyoruz. Endemik zayıflıklarımız var ama zayıflıklar her zaman olur. Bence kalıcı bir düşüş içinde olduğumuzu söylemek çok yanlış olur.”
Fakat Schneider, daha yaygın olan görüşü özetliyor:
“İngiliz devleti çok etkin değil. Karşılaştırılabilir Avrupa ülkelerinden daha büyük ölçüde aktif şekilde parçalandı… İleride güçlü bir büyümeye sahip olacağımız kabulüne bel bağlayan bir borç dağı var, ki durum böyle görünmüyor. Üretici fiyatlarını yükselten inanılmaz derecede kırılgan tedarik zincirlerimiz var. Tarafların başlarına geleceklerle nasıl başa çıkacakları konusunda en ufak fikirleri yok.”
Kane, teknokratik kamu hizmeti aygıtına da benzer şekilde çok az ağırlık veriyor: “Kamu hizmetinin en büyük sorunu, diyebilirim ki, bir teknokrasi olarak bile etkili olmaması. Eski Babil’e kadar uzanan bürokrasi klasiklerine konu olan ölçütlerde başarısız oluyor.” Kane, örnek olarak temel kayıt tutma becerisine işaret etti: “[Bilgi] yönetim sistemi dijitalleşme ile birlikte çöktü. 2000’lerin ortasında dijitale geçtik ve bunu her türlü bilgi yönetimini ortadan kaldırmak için bir fırsat olarak gördük. Dijitalleşme, tasarruf etmek için harika bir fırsat olarak görüldü. Ne yazık ki bunun sonucu olarak elinizdeki yığınla dağınık veri.”
Bu temel etkinlik ve organizasyon kaybının sonuçları, İngiliz devletinin en kötü modern başarısızlıklarından bazılarının arkasında gizleniyordu. Snell, özellikle dış politikaya dikkat çekerek şunları söyledi: “Helmand’a gitmek yalnızca askeri kabiliyet sergileme arzusundan kaynaklanıyordu… Bu bir ölçüde kendini kandırmak. İngiliz ordusuyla brifing odalarında saatler geçirdim, size Mau Mau, Malaya ve Kuzey İrlanda isyanlarını göstererek kontrgerilla konusunda dünya lideri olduğumuzu söyleyecekler. Oysa yirmi birinci yüzyılın kontrgerillalarının ikisi de başarısızlıkla sonuçlandı.”
Avrupa Birliği’nden Çıkış Dairesi’nin eski Daimî Sekreteri Philip Rycroft, aynı başarısızlıkların Britanya’nın varlığını da tehlikeye attığını düşünüyordu. Rycroft, bu yetersizliğin varlığına 2014’teki İskoçya Bağımsızlık Referandumu sırasında ilk elden şahit oldu:
“Dairede çalışırken, o zamanlar ‘Top 200’ olarak adlandırılan, tüm daimî sekreterler ve genel müdürlerle bir sabah geçirme fırsatımız oldu. Whitehall’u kayıtsız buldum… Britanya’da çevre ihmal ediliyor… Zira merkez tarihsel olarak imparatorluk kaygısı taşıyordu. Arka plandaki radyasyon hala orada. Whitehall’dayken, daimî sekreterlerin masasının etrafında otururken İskoçya hakkında konuşurdum. Duygusal bir bağ kurmalarını sağlayabilir miydim? Kampanyanın sonunda, bir anket bağımsızlığı önde gösterdiğinde, masanın etrafındaki eklemlerin beyazlaştığını görebiliyordum. Savunma Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve casuslar ‘bunun nasıl üstesinden geleceğiz?’ diye düşünüyorlardı.”
Bu ihmal ve beceriksizliğin nihai etkisi, meslektaşlar arasında işlerin yapılması konusunda karşılıklı temel güvenin sarsılması. Cummings, danışmanlığı İngiliz devletinin kendi içinde yeniden merkezileştirmeyi umarken, bana özel danışmanların kamuda çalışmasının başlıca gerekçesinin kamu hizmetindeki meslektaşlarından kaçmak istemeleri olduğu söylendi. Donnely, “McKinsey’e girerseniz, çok sayıda kamu işi alırsınız zira bakanlar artık memurlarına güvenmiyor,” dedi. Kendinizi gerçekten müttefik olarak bile görmediğinizde, devletin en önemli işleri söz konusu olduğunda dahi işbirliği yapmak için çok az neden kalır.
Nihayetinde İngiliz devletini felç eden şey güven, yetkinlik ve ortak hedeflerdeki bu tam ölçekli çöküş. Seçkinlerinin post-endüstriyel güç ortamına uyum sağlamadaki kuşaklardır devam eden başarısızlığı yapısal sorunları daha da derinleştiriyor. Kendi sanayi, üretim, bilim ve devlet kapasitesini değerlendirememesi Britanya’nın sistematik olarak aşırıya kaçmasına neden oldu. Teknokrasinin artmasına yönelinmesi, birbirini izleyen İngiliz hükümetlerinin kemer sıkma dürtüsünden kurtulabilse bile, Britanya’nın altında faaliyet gösterdiği —yüzyıllar içinde oluşmuş— kısıtları ortadan kaldıramaz. Kritik bir eşiği aşan gerilemenin kümülatif etkileri artık apaçık ortada ama yöneticiler arasında hala yaygın bir inkâr söz konusu.
Kademeli gerileme ile ani kriz arasındaki kırılma noktasının tam olarak nereye denk geldiği belirsiz. Londra nispeten müreffeh kaldığı sürece İngiliz seçkini Britanya’nın gerilemesini on yıllarca, hatta bir yüzyıl daha yönetmeye devam edebilir. Başarılı bir yeniden kuruluştan devletin çöküşüne kadar uzun bir başarısızlık eğrisi var. Britanya’nın yönetici sınıfları 1902’de uçurumu gördüler, fakat bunun yerine kurumlarının yumuşak gücünün rotanın düzeltilmesini engellemesine göz yumdular. Daha önceki başarıları ve saygın kurumları rant elde etmek amacıyla kullanmaktan memnunlardı. Bu süreçte her şeylerini kaybettiler.
Britanya’dan çıkarılacak ders, uzun süredir beklenen krizin bir sıfırlanma anı olarak işlev görmesini beklemenin işe yaramayacağı. Düşüş genelde geçici kriz anlarının yansıttığından çok daha büyük ve yapısal olarak daha ketum. Önemli olan insanlar için işler yeterince iyi gider ve önemsiz olanlar için bolca dikkat dağıtıcı unsur bulunur. Ve sonunda kendinizi soğuk, gri bir okyanusta vasal devletlerden biri olarak bulursunuz.
İlginizi Çekebilir
-
Bakanlık, Birleşik Krallık askeri bütçesinin yüzde 56 oranında artmasını istedi
-
Londra, Trump’ı Ukrayna’ya yardıma devam etmeye ikna turunda
-
ABD, Suriye’de eğittiği gruba Esad devrilmeden önce “Zamanınız geldi” demiş
-
İngiliz The Times, Kirillov suikasti için “meşru savunma eylemi” dedi
-
Britanya, “eğitim” amacıyla Ukrayna’ya asker göndermeyi düşünüyor
-
Birleşik Krallık Hint-Pasifik ticaret bloğuna resmen katıldı
Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz makale, Tariq Ali’nin Suriye Arap Cumhuriyeti’nin çöküşünün hemen ardından New Left Review için kaleme aldığı sıcak değerlendirmeleri içeriyor. Ali, Ortadoğu’daki son gelişmelerin İsrail ve ABD için jeostratejik bir zafer, Arap dünyası için ise ağır bir yenilgi olduğu tespitini yapıyor. Yine, bölgedeki rejim değişikliklerinin nihai hedefinin İran’ı zayıflatmak ve silahsızlandırmak olduğunun altını çizerken, Esad’ın gidişini de bu resmin içine yerleştiriyor ve yaşananları bölgenin ABD ve İsrail’in stratejik çıkarlarına uygun biçimde yeniden dizayn edilmesi olarak okuyor. Ali’nin Suriye’nin “çöküş sürecinin uzamasını” Baas Partisi’nin ilerici sosyal reform ve politikalarına bağlayan tespiti ise makalenin belki de en dikkate değer noktası.
Şam’a giden yollar
Tariq Ali
New Left Review
9 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Birkaç yozlaşmış yandaş dışında sanırım kimse tiranın gidişine gözyaşı dökmeyecektir. Fakat bugün Suriye’de tanık olduğumuz şeyin Arap dünyası için muazzam bir yenilgi ve adeta ikinci bir 1967 olduğuna da kuşku yok. Ben bu satırları yazarken İsrail’in kara kuvvetleri bu harap ülkeye girmiş durumda. Henüz nihai bir uzlaşıdan uzak olunsa da bazı şeyler net: Esad Moskova’da bir mülteci durumunda. Onun Baasçı aygıtı, Doğu NATO lideri (İdlib’deki zulümleri pek çok olan) Recep Tayyip Erdoğan ile bir anlaşma yaparak ülkeyi tepside sundu. İsyancılar Esad’ın Başbakanı Muhammed Gazi el-Celali’nin şimdilik devleti yönetmeye devam etmesi konusunda anlaştı.¹ Ülke jeopolitik olarak Rusya’dan ve “Direniş Ekseni”nden geriye kalanlardan uzaklaşmak üzere olsa bile tüm bunlar Esad’sız bir Esadizm mi olacak sorusunu sorduruyor.
Tıpkı ABD’nin petrole kilitlendiği Irak ve Libya’da olduğu gibi Suriye de artık bir Amerikan-Türk ortak sömürgesi haline geliyor. ABD’nin küresel emperyal politikası, ekonomik ve siyasi hegemonya kurmak için bir seferde yutulamayacak ülkeleri parçalamak ve her türden anlamlı egemenliği ortadan kaldırmaya dayanıyor. Bu, belki sabık Yugoslavya’da “kazara” başlamış olabilir fakat aradan geçen zamanda bir model halini aldı. Buna paralel, AB uydusu olan devletler de daha küçük ulusları (Gürcistan ve Romanya gibi) kontrol altında tutmak için benzer yöntemler kullanıyor. Demokrasi ve insan hakları lafzının ise bütün bunlarla hemen hiç ilgisi yok. Bu, küresel bir kumar aslında.
2003 yılında Bağdat, ABD’nin eline geçtikten sonra, Washington’daki zaferden sarhoşa dönmüş olan İsrail Büyükelçisi George W. Bush’a şimdi durma zamanı olmadığını, Şam ve Tahran’a geçilmesini tavsiye etmişti. Ne var ki ABD zaferinin beklenmedik fakat öngörülebilir şöyle bir yan etkisi oldu: Irak, İran’ın bölgedeki konumunu muazzam ölçüde güçlendiren bir Şii devletine dönüştü. Irak’ta ve ardından Libya’da yaşanan fiyasko, Şam’ın ABD’den gereken “ilgiyi” alması için on yıldan fazla bekleyeceği anlamına geliyordu. Tabii bu arada İran ve Rusya’nın Esad’a verdiği destek, Suriye’de “rutin” bir rejim değişikliği için riskli bir yatırım gerektirdiğini de işaret ediyordu.
Esad’ın devrilmesi farklı türde bir boşluk yarattı. Bu boşluğu NATO’nun Türkiye’si ile ABD’nin “eski El Kaide”, şimdinin Heyet Tahrir eş-Şam’ı (lideri Ebu Muhammed el-Colani’nin Irak’taki bir ABD hapishanesinde geçirdiği sürenin ardından özgürlük savaşçısı olarak yeniden markalaştırıldı, ki ABD’nin önceki pratikleri düşünüldüğünde son derece tipiktir) ve İsrail aracılığıyla doldurması muhtemel. Hizbullah’ı devre dışı bırakan ve Beyrut’u bir başka büyük bombardımanla harabeye çeviren İsrail’in tüm bu yaşananlarda katkısı ihmal edilemeyecek denli büyük. Bu peş peşe gelen zaferlerin ardından İran’ın kendi haline bırakılacağını düşünmek akla ziyan. Hem ABD’nin hem de İsrail’in nihai hedefi İran’da rejim değişikliği olsa da ülkeyi zayıflatmak ve silahsızlandırmak öncelikli hedef olacağa benziyor. Bölgeyi yeniden şekillendirmeye yönelik bu geniş ölçekli plan, Washington ve onun Avrupa’daki müttefiklerinin Filistin’de devam eden İsrail soykırımına verdikleri süreğen desteği açıklamayı da kolaylaştırıyor. Yaklaşık bir yıldır devam eden katliam düşünüldüğünde, devlet eylemlerinin evrensel olarak saygı duyulan bir yasa olması gerektiğini detaylandıran Kantçı ilke, kötü bir şakadan başka bir anlama gelmiyor.
Peki Esad’ın yerine kim geçecek? Ülkeyi terk etmesinden önce ortaya çıkan bazı haberler gösteriyor ki, eğer 180 derecelik bir dönüş yapsaydı –yani İran ve Rusya ile ilişkilerini kesip daha önce kendisi ve babasının yaptığı gibi ABD ve İsrail ile iyi ilişkiler kursaydı– o zaman Amerikalılar onu iktidarda tutmaya eğilimli olabilirdi. Tabii artık çok geç fakat artık onu terk etmiş olan devlet aygıtı karşılarında kim olursa olsun iş birliği yapmaya hazır olduğunu ilan etti. Peki Erdoğan da aynısını yapar mı? Çocukluklarından beri İdlib’de beslediği kendi adamlarını iktidara getirmeyi ve Ankara’nın kontrolü altında tutmayı isteyecektir kuşkusuz. Eğer Türkiye kafasındaki kukla rejimini dayatmayı başarırsa, bu Libya’da yaşananların bir başka versiyonu olacaktır. Fakat Erdoğan’ın her şeyi kendi dilediği gibi yapması da pek olası değil elbette. Evet, Erdoğan demagoji konusunda usta ama eylem konusunda zayıf ve ABD ile İsrail, Esad’a karşı cihatçıları kullanmış olsalar dahi, “temizlenmiş” bir El Kaide hükümetini kişisel nedenlerle veto edebilirler. Yine de her halükârda Esad’ın yerine geçecek rejimin Muhaberat’ı (gizli polis teşkilatı) kaldırması, işkenceyi yasadışı ilan etmesi ya da hesap verebilir şeffaf bir yönetim sunması pek olası görünmüyor.
Altı Gün Savaşı’ndan önce Arap milliyetçiliğinin ve birliğinin temel bileşenlerinden biri Suriye’yi yöneten ve Irak’ta da güçlü bir sosyal tabanı olan Baas Partisi’ydi; diğer bir ayak ise ondan daha da etkili olan Mısır’daki Nasır hükümetiydi. [Hafız] Esad öncesi dönemde Suriye Baasçılığı nispeten aydınlanmacı ve radikaldi. Başbakan Yusuf Zuayyin ile 1967’de Şam’da görüştüğümde, ilerlemenin tek yolunun Suriye’yi “Ortadoğu’nun Küba’sı” yaparak muhafazakâr milliyetçiliği geride bırakmak olduğunu söylemişti mesela. Ancak İsrail’in o yılki saldırısı Mısır ve Suriye ordularının hızla imha edilmesine yol açarak Nasırcı Arap milliyetçiliğinin sonunu hazırladı. Zuayyin devrildi ve Hafız Esad zımni ABD desteğiyle iktidara geldi – tıpkı CIA’in Irak Komünist Partisi’nin üst düzey kadrolarının listesini verdiği Irak’taki Saddam Hüseyin gibi. Her iki ülkede de Baasçı radikaller tasfiye edilirken partinin kurucusu Mişel Eflak partinin gittiği yönü fark edince biraz da tiksintiyle istifa etmişti.
Ne var ki bu yeni Baasçı diktatörlükler, temel bir sosyal güvenlik ağı sağladıkları sürece nüfusun belirli kesimleri tarafından hep desteklendi. Saddam yönetimindeki Irak da baba ve oğul Esad yönetimindeki Suriye de acımasız fakat sosyal diktatörlüklerdi. Baba Esad köylülüğün orta tabakasından geliyordu ve kendi sınıfını memnun etmek için vergi yükünü azaltan ve tefeciliği ortadan kaldıran bir dizi ilerici reform gerçekleştirdi. 1970 yılında Suriye köylerinin büyük çoğunluğunda sadece doğal ışık vardı; yani köylüler güneşle yatıyor, güneşle kalkıyorlardı. Birkaç on yıl sonra ise, Fırat Barajı inşa edilerek bu köylerin yüzde 95’inin elektriğe kavuşması sağlanmış oldu. Enerji, devlet tarafından sübvanse ediliyordu.
Yalnızca baskı değil, asıl bu politikalar rejimin istikrarını garanti ediyordu. Halkın çoğunluğu kentlerde yaşayanlara işkence yapılmasına ve hapsedilmelerine göz yumdu. Esad ve zümresi, insanın iktisadi bir varlıktan azıcık daha fazlası olduğuna ve bu tür ihtiyaçlar karşılanabilirse, o zaman sadece küçük bir azınlığın isyan edeceğine inanıyordu (“en fazla bir ya da iki yüz kişi”, diyordu Esad, “Mezze hapishanesi başlangıçta bu tipler için tasarlanmıştı”). Oğul Esad’a karşı 2011’deki nihai ayaklanma, neoliberalizme yönelmesi ve köylülüğü dışlamasıyla tetiklendi. Acı bir iç savaşa dönüştüğünde ise, uzlaşmacı bir çözüm ve güç paylaşımı anlaşması bir seçenek olabilirdi belki fakat şu anda Erdoğan ile müzakere eden aparatçiklerin böylesi bir anlaşmaya karşı çıktıkları biliniyor.
Şam’a yaptığım ziyaretlerden birinde Filistinli entelektüel Faysal Derrac, yurtdışındaki konferanslara katılmak için ülkeden ayrılmasına izin veren Muhaberat ajanının her zaman tek bir şart koştuğunu söylemişti: “Gelirken Baudrillard ve Virilio’yu getir”. Suud doğumlu, Baas Partisi’nin önde gelen entelektüellerinden büyük Arap romancı Abdurrahman Münif’in dediği gibi, eğitimli işkencecilere sahip olmak her zaman iyidir. Münif’in 1975 tarihli romanı Şark’ul Mutavassıt (Akdeniz’in Doğusu), Mısırlı edebiyat eleştirmeni Sabri Hafız’ın “tüm çeşitleriyle nihai siyasi hapishaneyi yazmayı amaçlayan, olağanüstü iddialı bir kitap” diye tanımladığı, siyasi işkence ve hapsedilmenin yıkıcı bir anlatımı. 1990’lı yıllarda Münif ile konuştuğumda, yüzünde hüzünlü bir ifadeyle, Arap edebiyatı ve şiirine hâkim olan temaların bunlar olduğunu söylemişti. Arap ulusunun durumuna dair trajik bir yorum… Bugün ise bu durumun değişeceğine dair çok az işaret var. İsyancılar Esad’ın bazı mahkumlarını serbest bırakmış olsalar bile, yakında onların yerini kendi koydukları mahkumlar alacak.
ABD ve AB’nin büyük bir bölümü geçtiğimiz yılı Gazze’deki soykırımı başarılı şekilde sürdürmek ve bunu savunmaya çalışmakla geçirdi. Bölgede ABD’nin tüm müttefik devletleri sağlam kalırken, müttefik olmayan üç ülkenin –Irak, Libya ve Suriye– deyim yerindeyse başı kesildi. Sonuncusunun düşmesi, bir dizi anti-Siyonist grubu birbirine bağlayan çok önemli bir ikmal hattını ortadan kaldırdı. Jeostratejik açıdan bu Washington ve İsrail için açık bir zaferdir. Bu kabul edilmeli ama umutsuzluğun da bir faydası yok. Etkili bir direniş hattının kendini nasıl yeniden oluşturacağı, ABD ve Trump’ın çevresindeki bazı üyelerle doğrudan ama gizli saklı görüşmeler yapan, eş zamanlı olarak ise nükleer programını hızlandıran İran ile onu kuşatmış olan İsrail arasında yaklaşan olası çatışmaya da bağlı. Bu durumun ciddi tehlikelerle dolu olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?
¹ Yazı yazıldıktan sonra el-Celali, başbakanlığı HTŞ bağlantılı Muhammed el-Beşir’e devretti. (editörün notu)
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:
***
İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi
Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.
Yaroslav Trofimov
Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.
Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.
Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.
İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.
Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.
Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.
Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.
Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.
İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”
Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.
Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.
1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.
Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.
Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.
2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.
Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.
Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.
Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.
Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.
Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”
Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.
Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.
Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.
Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.
Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.
Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.
Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.
Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.
Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.
Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”
Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.
Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.
Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.
DÜNYA BASINI
Esad’dan sonra sırada İran mı var?
Yayınlanma
1 hafta önce14/12/2024
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.
Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.
Sırada Tahran mı var?
İran’ın güç miti paramparça oldu
Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.
26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.
İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.
İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.
ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.
Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.
Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.
Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.
Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.
Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.
Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.
Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.
¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)
Lübnanlı Bakan Harici’ye konuştu: ‘HTŞ’den beklentimiz iç meselelerimize karışmaması’
Şam’a giden yollar
Hindistan ‘sessizce’ Kuzey Kore’de
AB liderleri, küresel ve bölgesel zorlukları ele almak üzere Brüksel’de toplandı
AfD’nin seçim programına kısa bir bakış
Çok Okunanlar
-
ORTADOĞU2 hafta önce
Eski Beyaz Saray yetkilisi Doran: Suriye’de İsrail ve Türkiye’nin çıkarları örtüşüyor
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 1
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Suriye’de kim kazandı?
-
RUSYA2 hafta önce
Rusya’nın Suriye’deki üslerinin akıbeti ne olacak?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 2
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Esad rejimi neden sadece 12 günde çöktü?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Suriye hezimeti ve Rusya: Birkaç soru ve yanıt
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Şii Hilali, “Yeni Ay” Olma Yolunda