Görüş
Çin akademisinde ŞİÖ’nün genişlemesi üzerine perspektifler

Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ), temmuz ayında gerçekleşen zirvede İran’ın da katılımıyla üye sayısını dokuza yükseltti. Bu önemli gelişme, örgütün bölgesel ve küresel önemini daha da artırdı. Şu anki üye ülkeler şunlardır: Çin, Hindistan, Pakistan, Rusya, İran, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan. Belarus ve Moğolistan gözlemci statüsünde bulunurken, Ermenistan, Azerbaycan, Bahrain, Kamboçya, Mısır, Kuveyt, Maldivler, Myanmar, Katar, Nepal, Suudi Arabistan, Sri Lanka, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri diyalog partneri olarak katılım göstermektedirler. İran’ın ŞİÖ’ya katılımı ve Rusya-Ukrayna savaşının getirdiği jeopolitik dinamikler, Çin akademik ve politik çevrelerinde ŞİÖ’nun geleceğine dair çeşitli tartışmalara ve farklı görüşlere yol açmıştır. Bu tartışmaların ana başlıklarını şu şekilde özetleyebiliriz:
- Rusya-Ukrayna Savaşı
Çin akademik çevresi, Rusya ve Ukrayna arasında yaşanan çatışmanın, uluslararası arenada derin izler bırakan Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ile Soğuk Savaş’ın ardından dördüncü büyük sistemik değişimi temsil ettiği konusunda genel bir uzlaşıya sahiptir. Bu çerçevede, Rusya’nın sadece Ukrayna’ya karşı değil, aslında geniş anlamda Batı’ya karşı bir pozisyon aldığına dikkat çekilmektedir. Çin’in, Rusya’nın uluslararası arenada zayıflamasına göz yummasının beklenmediği, ancak bu durumun doğru bir şekilde değerlendirilmesi gerektiği vurgulanmaktadır.
Bu bağlamda, iki temel perspektif öne çıkmaktadır:
Rusya’nın Küresel Güç Olarak Zayıflığı: Bu görüşe göre, Rusya’nın küresel bir güç olarak etkinliği sınırlıdır ve sahadaki mevcut durumda ciddi zorluklarla karşı karşıyadır. Savaşın sonucunda, Rusya’nın elde etmek istediği sonuçları alsa dahi, çatışma öncesinde sahip olduğu güçlü konumuna dönemeyeceği belirtilmektedir. Rusya’nın bu müdahalesi, Çin’i uluslararası alanda zor bir pozisyona sokmuş ve stratejik kararlar alma noktasında zorlamıştır.
Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nün (NATO) Yayılmacı Politikaları: Diğer bir perspektife göre, yaşanan savaşın temel nedeni Rusya’nın eylemleri değil, NATO’nun yayılmacı politikalarıdır. Bu yaklaşıma göre, Rusya, bu politikalar nedeniyle savaşa zorlanmıştır. Ayrıca, ABD’nin Çin’e yönelik artan talepleri göz önünde bulundurulduğunda, Rusya’nın bu müdahalesi, dolaylı olarak Çin’in savunma stratejilerine de katkıda bulunmaktadır.
- Avrupa’nın ŞİÖ’nun Genişlemesi ve NATO Dinamikleri Karşısındaki Algısı:
Çin Akademik Perspektifinden Bir Değerlendirme
ŞİÖ’nun genişlemesi ve NATO ile olan ilişkisi, uluslararası ilişkiler ve güvenlik politikaları bağlamında önemli bir tartışma konusudur. Bu tartışma, özellikle Çin akademik çevresinde, Avrupa’nın bu iki örgüt arasındaki dinamiklere dair algısına yönelik iki temel perspektif ile şekillenmektedir:
Avrupa Birliği’nin (AB) Bağımsız Karar Alma Kapasitesinin Sınırlılığı: Bu yaklaşıma göre, AB uluslararası arenada bağımsız kararlar alamamaktadır. AB’nin, kendi çıkarlarına aykırı olmasına rağmen ABD’nin dış politikasını takip ederek Rusya’ya uyguladığı ambargolar, Rusya-Ukrayna savaşında savaşın tarafı olması ve büyük ekonomik kayıplarına rağmen Rusya karşıtlığında ısrar etmesi, bu iddianın temel dayanaklarındandır. Özellikle Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” şeklindeki ifadesine rağmen, NATO’nun etrafında birleşen bir AB görüntüsü, bu örgütün bağımsızlık kapasitesinin sınırlı olduğunu göstermektedir. Bu perspektife göre, AB’yi ikna etme çabaları, stratejik bir perspektiften boşa harcanan enerji olarak değerlendirilmektedir.
AB’nin Bağımsızlık Kapasitesinin Artışı: Diğer bir perspektife göre ise, AB’nin bağımsız kararlar alamadığı iddiası tamamen doğru değildir. AB’nin ABD’ye olan en büyük bağımlılığı savunma sanayi alanında olup, Rusya-Ukrayna savaşının başlamasından sonra AB’nin kendi savunma sanayisini kurma çabaları bu bağımlılığı azaltma potansiyeline sahiptir. Askeri açıdan bağımsız bir AB’nin, ABD dış politikasını tümüyle takip etmekten ziyade daha bağımsız kararlar alabileceği savunulmaktadır. AB’nin gelecekte daha bağımsız kararlar alabilmesine olanak sağlayacak bir savunma sanayisi geliştirmesinin gerekçesinin Ukrayna-Rusya savaşı ile ortaya çıktığı, ancak ABD’den tepki görmemek için Rusya’ya ambargolar koyarak büyük bedeller ödeyerek kendi takvimini takip ettiği ifade edilmektedir. Bu durumun uzun dönemde ABD’nin çıkarlarına aykırı, ŞİÖ’nun çıkarıyla uyumlu olacağı ön görülmektedir. Bu görüşü savunan akademisyenler, AB’nin tarihinde hiç olmadığı kadar birlik görüntüsü verdiğini iddia etmektedirler.
- Orta Asya’da ŞİÖ’nun Genişlemesinin Algılanışı ve Çin-ABD Dinamikleri Üzerine Etkileri
Son yıllarda, uluslararası ilişkilerde Çin ve ABD arasındaki gerilimlerin artması, özellikle Orta Asya bölgesindeki ülkelerin dış politika tercihlerini ve stratejik önceliklerini etkilemektedir. Bu bağlamda, ŞİÖ genişlemesi ve bu genişlemenin bölge üzerindeki etkileri, akademik çevrelerde yoğun bir şekilde tartışılmaktadır.
ABD’nin Trump döneminde Çin mallarına ek vergi uygulaması ve Tayvan’a yönelik diplomatik ve askeri adımları, Çin-ABD ilişkilerini tarihsel bir gerilim noktasına taşımıştır. Bu gerilim, Orta Asya ülkelerinin, özellikle enerji politikaları ve bölgesel güvenlik konularında, dış politika tercihlerini yeniden değerlendirmelerine neden olmuştur.
Orta Asya’da dominant bir aktör olarak görülen Rusya’nın etkisinden bağımsızlaşma arayışı içinde olan bu ülkeler, enerji kaynaklarını daha geniş bir pazar yelpazesine sunarak dış politika esnekliğini artırmayı hedeflemektedir. Orta Asya ülkeleri, enerji kaynaklarını Rusya’ya bağımlı olmadan Çin’e ve Türkiye üzerinden Batı’ya satarak bağımsız karar alma yeteneklerini artırmak istemektedirler. Bu bağlamda, Çin ile kurulan ilişkiler stratejik bir öneme sahip olup, Çin’in Xi’an kentinde düzenlediği toplantı bu stratejik ilişkinin bir göstergesi olarak değerlendirilmektedir.
Ancak, Çin’in ABD ile artan gerilimi ve Rusya-Ukrayna savaşında sergilediği Rusya yanlısı tutum, özellikle Kazakistan gibi ülkelerde endişelere neden olmaktadır. İran’ın ŞİÖ’ya üyeliği, bu endişeleri daha da derinleştirmekte ve bölgesel dengelerin nasıl şekilleneceği konusunda soru işaretleri yaratmaktadır.
Orta Asya ülkeleri, bölgesel ve küresel krizlerden kaçınma eğiliminde olup, bu krizlere neden olan aktörlere karşı mesafeli bir tutum sergilemektedirler. Bu nedenle, Çin’in bölgedeki etkinliğini sürdürebilmesi için bu ülkelerin endişelerini dikkate alması ve bu endişeleri giderici politikalar geliştirmesi gerekmektedir. Bu, hem bölgesel istikrarın korunması hem de Çin’in bölgedeki stratejik çıkarlarının sürdürülebilirliği açısından kritik bir öneme sahiptir.
- ŞİÖ İçerisinde Hindistan’ın Pozisyonu ve Çin-Hindistan Dinamikleri Üzerine Bir Değerlendirme
ŞİÖ içerisinde Hindistan’ın konumu, son yıllarda uluslararası ilişkiler literatüründe ve özellikle Çinli akademisyenler arasında yoğun bir şekilde tartışılan bir konu haline gelmiştir. 2017 yılında Pakistan ile birlikte ŞİÖ’ya katılan Hindistan’ın sergilediği tutum, bölgesel dinamikleri ve özellikle Çin-Hindistan ilişkilerini etkileyen önemli bir faktördür.
Çinli uzmanlar, genel olarak Hindistan’ın ŞİÖ’ya tam anlamıyla entegre olmadığı ve örgüt içerisinde tam üye gibi hareket etmediği konusunda bir konsensüse varmış durumdadırlar. Bu durum, özellikle Hindistan’ın Rusya ile olan yakın ilişkileri göz önüne alındığında dikkat çekicidir. Bazı analistler, Hindistan’ın Rusya’nın davetiyle ŞİÖ’ya katıldığını, ancak Rusya-Ukrayna savaşı sonrası Rusya’nın bölgedeki nüfuzunun azalmasını fırsat bilerek ABD ile daha yakın ilişkiler kurma eğiliminde olduğunu belirtmektedirler.
Çin-Hindistan ilişkileri bağlamında, Çin’in Hindistan’la herhangi bir diplomatik sorunu olmadığına dair inancı, bu iki büyük Asya gücü arasındaki ilişkilerin temelini oluşturmaktadır. Ancak, Hindistan’ın ŞİÖ içerisindeki tutumu ve özellikle G-20 zirvesinde ileri sürdüğü “tek dünya, tek aile, tek gelecek” yaklaşımı, Çinli uzmanlar tarafından eleştirilmektedir. Bu yaklaşımın, Çin’in “İnsanlığın Ortak Kader Topluluğu” politikasıyla uyumlu olduğu kabul edilse de, Doğu-Batı arasındaki sorunların temelinde ABD’nin bölgedeki kışkırtıcı politikalarının yattığına dikkat çekilmektedir.
Sonuç olarak, ŞİÖ içerisinde Hindistan’ın konumu ve bu konumun Çin-Hindistan ilişkileri üzerindeki etkileri, bölgesel dengeler ve uluslararası ilişkiler açısından büyük bir öneme sahiptir. Bu bağlamda, iki ülke arasındaki ilişkilerin geleceği, hem bölgesel hem de küresel dinamikleri şekillendirecek bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır.
Görüş
BAE ve Türkiye: Uzun soluklu işbirliği ve koordinasyon ilişkisi

Abdulla Alkindi
Anketler Bölüm Başkanı, Trends Research & Advisory
Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki ilişkiler, işbirliğinin birçok alanda artmasıyla birlikte yeni zirvelere ulaşmıştır. Bu hızlı ve geniş kapsamlı ilerleme, her iki tarafın da uzun süredir devam eden ikili bağlarımızı derinleştirme yönündeki güçlü iradesini yansıtmaktadır.
Daha yakın işbirliğine yönelik ortak arzu, yatırımlar ve altyapıdan ticaret ve turizme, kültürden sürdürülebilir enerjiye, çevreye ve teknolojiye kadar birçok alanda somut sonuçlar vermeye başlamıştır. Düzenli üst düzey diyaloglar ve kurumsal etkileşimin artmasıyla birlikte, yapıcı ve karşılıklı fayda sağlayan işbirliği yolları ile halklar arası bağlar hızla genişlemektedir.
Ekonomik alanda, son gelişmeler ikili ticarette dikkate değer bir artışa yol açmıştır. 2023 yılında imzalanan Kapsamlı Ekonomik Ortaklık Anlaşması (CEPA), ülkelerimiz için ekonomik büyüme ve işbirliğinde yeni bir dönemin habercisi olan önemli bir adım olmuştur. CEPA, sadece ticaret, yatırım ve istihdam yaratmayı teşvik eden bir araç değil; aynı zamanda ortak çıkarlar, uzun vadeli vizyon ve ekonomik dayanıklılık temelinde gerçek bir kalkınma ortaklığı kurmaktadır.
Ortaklığımız ayrıca daha derin bir anlayışı da yansıtmaktadır: bölgesel güvenliğin geleceği kapsayıcı çok taraflılıkta ve barış, refah ve siyasi istikrara yönelik sürdürülebilir bağlılıkta yatmaktadır. Gelişmiş ikili işbirliğinin yalnızca ulusal çıkarlarımıza hizmet etmeyeceğine, aynı zamanda Orta Doğu ve Afrika halkları için daha geniş fırsatlar yaratacağına da güçlü bir şekilde inanıyoruz.
Bu bağlamda, işbirliğimiz Afrika genelini de kapsamaktadır. Bu çabalar, her iki ülkenin de kıta genelindeki zorlukların üstesinden gelme konusundaki kararlılığını vurgulamaktadır. Endişe verici alanlardan biri, Sudan’da devam eden çatışmadır. Bu bağlamda, BAE, Türkiye’nin oradaki mevcut krizi çözmeye yönelik diplomatik çabalarını memnuniyetle karşılamaktadır; bu çabalar BAE için de bir önceliktir. BAE, bu çabaların Türkiye’nin bölgesel barış ve istikrarı teşvik etme konusundaki sarsılmaz bağlılığını ve uluslararası ilişkilerin güçlendirilmesine katkı sağlama isteğini yansıttığını vurgulamaktadır. BAE, Türkiye’nin çabalarıyla ve Sudan’daki çatışmayı sona erdirmeye ve krize kapsamlı bir çözüm bulmaya yönelik tüm diplomatik girişimlerle işbirliği yapmaya ve koordinasyona tamamen hazırdır.
Sudan’daki yıkıcı savaş üçüncü yılına girerken, insani kriz hayal edilemeyecek boyutlara ulaşmıştır. 30 milyondan fazla insan acil yardıma ihtiyaç duymaktadır. Kıtlık kapıdadır. Siviller hedef alınmakta ve insani yardımlar kasıtlı olarak engellenmektedir.
BAE, bu duruma aciliyetle ve kararlılıkla yanıt vermiş; Sudan ve komşu ülkelere 600 milyon ABD dolarından fazla insani yardım sağlamıştır. Derhal ateşkes çağrısında bulunmuş, engelsiz insani erişim talep etmiş ve savaşan taraflara yönelik diplomatik baskının artırılması için uluslararası toplumu harekete geçmeye çağırmıştır. Uluslararası toplum, sivil liderliğinde bir hükümete giden siyasi süreci teşvik etmeli ve nihayetinde Sudan halkı için kalıcı barış ve istikrar getirmelidir.
Sudan Silahlı Kuvvetleri (SAF) ve Hızlı Destek Kuvvetleri (RSF) tarafından işlenen zulümler savunulamazdır. BAE, aç bırakma taktikleri, kimyasal silah kullanıldığına dair iddialar ve sivillere yönelik ayrım gözetmeyen saldırılar dahil tüm bu eylemleri kınamaktadır. Birleşmiş Milletler Sudan Uzmanlar Paneli, bu suçları — hava saldırıları, sivil hedeflere saldırılar, çatışma kaynaklı cinsel şiddet ve insani yardımın silah olarak kullanılması dahil — ortaya koymuştur.
BAE, Sudan halkının çektiği acıları hafifletme ve çatışmaya barışçıl bir çözüm bulunmasına yönelik çabaları destekleme konusundaki kararlılığını sürdürmektedir. Sudan Silahlı Kuvvetleri (SAF) tarafından yakın zamanda yapılan suçlamalar, Birleşmiş Milletler’in son raporunda yer alan bulgularla desteklenmemektedir; BAE, uluslararası toplumla şeffaf bir şekilde etkileşimde bulunmaya devam etmekte, her türlü endişeyi ele alma ve insani ilkeler ile bölgesel istikrara olan bağlılığını yeniden teyit etme konusundaki kararlılığını sürdürmektedir.
Bu ruhla, BAE yapıcı uluslararası angajman yaklaşımını sürdürmektedir. Türkiye Cumhuriyeti ile olan yakın ortaklığı, küresel zorlukların işbirliği, karşılıklı saygı ve insan onuru, barış ve sürdürülebilir kalkınmaya olan bağlılıkla ele alınması yönündeki ortak vizyonu yansıtmaktadır. Bu kalıcı işbirliği, bölgesel ve küresel istikrarın sağlanmasında stratejik ortaklıkların daha geniş değerini vurgulamaktadır.
Görüş
Kazan Forum: İslam Dünyası Rusya’ya Yaklaşıyor

Bu yıl 16.’sı düzenlenecek olan Kazan Forum, geleneksel bir şekilde mayıs ayında Rusya Federasyonu’na bağlı Tataristan’ın Başkenti Kazan’da gerçekleştirilecek.
Günümüz dünyasında pek anlaşılmayan noktalardan birisi de Müslüman nüfusa sahip ancak İslam Dünyası içerisinde kabul görmeyen ülkelerdir. Mesela Rusya, Hristiyan veya “laik” bir devlet olarak kabul görse de 20 milyona yakın bir Müslüman nüfusu içinde barındırıyor.
İşte bu nedenle Rusya’da “helal ürün” endüstrisi aktif olarak gelişiyor, İslami bankacılık teşvik ediliyor ve genel olarak Müslüman nüfusa yönelik birçok ürün arz ediliyor. Moskova ile İslam Dünyası arasında küresel ekonomik boyutlarda geniş ilişki yelpazesi böylece inşa ediliyor.
Aslında bu etkileşimi halihazırda sistematik ve köklü olarak kabul etmek mümkün. Örneğin: Bu yıl 16.’sı düzenlenecek olan Kazan Forum, geleneksel bir şekilde mayıs ayında Rusya Federasyonu’na bağlı Tataristan’ın Başkenti Kazan’da gerçekleştirilecek. Bu etkinliği örnek gösterme sebebim ise Ortadoğu, Orta Asya ve Kuzey Afrika’dan İslam Dünyasının liderleri ve önde gelen girişimcilerinin katılması diyebilirim.
Bu tam teşekküllü Kazan Forum zirvesinde Rusya ve İslam İşbirliği Teşkilatı’ndan iştirak eden katılımcılar; enerji, inşaat, tarım ve diğer endüstriyel alanlarda oldukça ciddi ortak projeler başlattılar.
Kazan Forum sadece bir örnek. Aslında Moskova, dünya sahnesindeki etkileri giderek artan uluslararası örgütler aracılığıyla İslam Dünyası ülkelerine her geçen gün daha da yaklaşıyor. Rusya Federasyonu, 2005 yılından bu yana İslam İşbirliği Teşkilatı’nda “gözlemci” statüsünde yer alıyor ve taraflar arasındaki ekonomi ve güvenlik alanındaki işbirliğini teşvik ediyor.
İslam İşbirliği Teşkilatı’na ek olarak Müslüman nüfusu yoğun olan birçok ülke BRICS ve Şanghay İşbirliği Örgütü bünyesinde bulunuyor. İlgili 3 oluşum içerisindeki katılımcılar arasında, Batılı ülkelerin baskısı altında dünya ekonomisi için çok kutuplu ve karşılıklı faydaya dayanan bir ortam oluşmasını sağlayan dünyanın büyük devletleri yer alıyor.
Öte yandan Birleşik Arap Emirlikleri, İran, Etiyopya, Mısır ve Endonezya’nın yakın zamanda BRICS’e katılmasının amacı tam da ticaret süreçlerini ve dış politikalarını egemen kılmaktı.
Pekala Batı, İslam Dünyası ile Rusya’nın yakınlaşmasını engellemeye çalışıyor. Gerçek şu ki: Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği, Ortadoğu’nun en büyük ekonomilerinin bulunduğu Basra Körfezi ile Rusya Federasyonu’nun birleşmesinin; tek bir grup olarak hareket eden liberal Batı’ya çok sert darbe indirebileceğinin farkında.
Tam da bu sebeple Brüksel ve diğer bazı aktörler, İslam İşbirliği Teşkilatı katılımcılarıyla Rusya arasındaki insani işbirliğini, tarafların ekonomik ve politik etkileşiminden bahsetmeyi bile engellemeye çalışıyor.
Örneğin: Moskova, Karadeniz’deki ticaret akışının karmaşıklığı nedeniyle 2023 yılından itibaren Kuzey Afrika’daki İslam ülkelerine tahıl tedarikini artırmaya çalışıyor. Dahası Rusya, gıda kaynaklarının ücretsiz ve insani bir biçimde bu bölgelere tedarikini gündeme getirdi. Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin, 2023 ve 2024 yıllarında Moskova’nın Sudan, Somali, Yemen ve diğer birkaç devlet de dahil olmak üzere kıtlık tehdidiyle karşı karşıya kalan ülkelere tahıl bağışlamaya hazır olduğunu dile getirdi. Bu girişimler, Kuzey Afrika’daki gıda krizini daha da kötüleştiren Batı yaptırımlarına karşı koymaya yönelikti.
Ancak Avrupalılar ve Amerikalılar, Rusya’nın gıda yardımını sadece siyasi nüfuz aracı olarak kullandığını savunarak Rus girişimine karşı çıktı. Batılı ülkeler ayrıca yaptırımlar nedeniyle Rus gemilerinin uluslararası limanlara erişimini ve kargo sigortasını kısıtlayarak tedarik lojistiğini engelledi.
Gören gözler için her şey açık: Bu suçlamalar asılsızdır. Çünkü Rusya, bu insani yardımları Batı ile çatışma yaşamaya başlamadan önce uygulamaya koydu. Moskova, ürün kıtlığıyla karşı karşıya kalan Afrika’daki İslam ülkelerine 10 yılı aşkın süredir her yıl ücretsiz gıda tedariki yapıyor.
Bu bağlamda, Moskova’nın Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri’ni “gıda sömürgeciliği” ile suçlaması, Avrupa kotalarının ve tarımsal ihracat kısıtlamalarının küresel açlık sorunlarının çözümünü engellediğine işaret etmesi oldukça anlaşılır hale geliyor.
Kaldı ki 2023 ve 2024 yıllarında Ukrayna ile yapılan sözde “tahıl anlaşması” kapsamındaki gıda tedarikleri, “sebebi bilinmeyen (!)” bir nedenden ötürü Avrupa ülkelerine ulaştı. Ukrayna’nın ihraç ettiği tahılın yalnızca çok küçük bir kısmı Afrika ülkelerine ulaştı.
Her şeye rağmen Rusya, Türkiye ve Katar’ın arabuluculuğu sayesinde Suriye, Mali, Burkina Faso gibi bazı ülkelere tahıl sevkiyatları göndererek; insani gıda projelerini kısmen uygulamaya devam etti.
Bu gelişmeler, Batı yaptırımlarının İslam Dünyasının en savunmasız bölgelerine zarar verdiğini bir kez daha gözler önüne getiriyor. Tahıl konusundaki çatışma, ticari meselelerin Batı’nın küresel liderlik mücadelesinde bir argüman olarak kullandığı jeopolitik çatışmaların bir başka örneği haline geldi diyebiliriz.
Pekala Rusya ile İslam Dünyası arasındaki etkileşim, yeni bir şey değil. İslam Dünyasındaki ülkeler, geleneksel olarak Rusya’daki dindaşlarıyla iyi ilişkiler sürdürdüler. Türkiye, Suudi Arabistan, Mısır, İran ve Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetleri, uzun zamandır Moskova ile enerji, güvenlik ve ticaret alanlarında ortaklıklar kurdular.
Rusya ise İslam Dünyasının çıkarlarını her zaman dikkate aldı. Moskova, Ortadoğu’daki çatışmaların adil bir şekilde çözülmesini tutarlı bir şekilde savunuyor ve bölgedeki tüm ülkeler arasındaki diyaloğu destekliyor.
Batı merkezli artan baskı zemininde, Rusya ile İslam Dünyası arasındaki yakınlaşmanın daha da belirgin hale gelmesini bekliyorum. Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği, tek taraflı yaptırımlar uygulayarak; kendi siyasi, ekonomik ve kültürel ajandasını dayatmaya çalışarak, aslında onlarca yıldır inşa edilmiş küresel ticaret zincirlerini istikrarsızlaştırıyor.
İşte tüm bunlar, İslam Dünyasını alternatif kalkınma yolları aramaya zorluyor ve Batı’nın sözde liberalizmine karşı çıkan bir ülke olarak Rusya doğal bir müttefik haline geliyor.
Bugünlerde Rusya ve İslam Dünyası, Batı hegemonyasının ötesine geçmeyi amaçlayan yeni bir etkileşim modeli sergiliyor. BRICS, Şanghay İşbirliği Örgütü ve İslam İşbirliği Teşkilatı gibi yapılar, çok kutuplu bir dünya inşa etmek için ideal platformlar haline geliyor.
İslam Dünyası, Rusya’yı yalnızca karşılıklı olarak faydalı işbirliği sunmakla kalmayıp; aynı zamanda uluslararası ilişkilerde egemenlik ve adalet ilkelerini savunan güvenilir bir ortak olarak görüyor.
Bu yakınlaşma, Batı’nın saldırgan politikalarına bir yanıt ve daha dengeli bir küresel sisteme doğru atılmış bir adım olarak ön plana çıkıyor.
Görüş
Hindistan ve Pakistan savaşır mı?

Vay efendim “Hindistan ve Pakistan’ın savaşması an meselesi”, yok efendim “Büyük bir savaşın arifesindeyiz”, aman efendim “Hindistan ve Pakistan arasında tarihi bir hesaplaşmaya tanıklık edeceğiz”…
Felaket tellallığı iş başında (!)
Durun, daha bitmedi:
Vay efendim “Amerika düğmeye bastı, Hindistan ve Pakistan’ı savaştıracak”, yok efendim “Asya-Pasifik’te start verildi, Hindistan ve Pakistan savaştırılıp, Çin de dahil edilecek”, aman efendim “Hindistan Pakistan’ı parçalayacak, böylelikle Beluchistan’ı özgürlüğüne kavuşturacak”, yok yok “Pakistan Shimla Anlaşması’nı askıya aldı ki böylelikle Kontrol Hattı otomatik olarak Ateşkes Hattı olarak yeniden adlandırıldı ve bu da Jammu ve Keşmir’deki özgürlük mücadelesini güçlendirip, buranın özgür olmasını sağlayacak”, hayır hayır “Pakistan’ın Shimla Anlaşması’nı askıya alması ile Hindistan, Ateşkes Hattı’nı geçerek, Pakistan kontrolündeki Keşmir’i geri alacak”…
Komplo teorileri yükleniyor (!)
Önce bir ne olmuştu, onu hatırlayalım:
22 Nisan’da Hindistan’ın Cammu ve Keşmir Birlik Bölgesi’nde yer alan turistik Pahalgam kasabasında bir terör saldırısı gerçekleşti. Saldırı sonucu 25’i Hint ve 1’i Nepal vatandaşı olmak üzere 26 kişinin (biri hariç hepsi turist) öldüğü ve onlarca kişinin yaralandığı bildirildi. Son yıllarda -2008’deki 26/11 Mumbai terör saldırılarından bu yana- Hindistan’da sivillere yönelik gerçekleşen en büyük saldırı bu. Kurbanlar askerler veya memurlar değil, Hindistan’ın en güzel vadilerinden birinde tatil yapan sivillerdi. Saldırıyı Leşker-i Tayyibe isimli örgütün az bilinen bir uzantısı olan Direniş Cephesi adlı grubun üstlendiği ifade edildi. Daha sonra örgüt, Pahalgam saldırısında herhangi bir rolü olduğunu kesin bir şekilde reddetti ve bu eylemin Direniş Cephesi’ne atfedilmesinin yanlış, aceleci ve Keşmir direnişini kötülemek için düzenlenmiş bir kampanyanın parçası olduğunu iddia etti. Ayrıca her ne kadar Pakistan da suçlamaları reddetse de Hindistan Pakistan’ı suçladı ve diplomatik eyleme geçti, Pakistan’dan da misillemeler gecikmedi. Ve şu anda sınırda 22 Nisan’dan bu yana hemen her gün hafif silahlı çatışmalar söz konusu oluyor.
Olay bu. Olayın zamanlaması ise anlamlıydı: Hindistan Başbakanı Modi’nin Hindistan topraklarında olmadığı ama Amerika Başkan Yardımcısı Vance’in Hindistan topraklarında olduğu sıralarda bu saldırı gerçekleştirilmişti ki bunu zaten önceki yazıda belirtmiştik; ancak bu kez başka bir şeye, özellikle Amerika ve Çin ekseninde yürütülen komplo teorilerine bağlayacağız.
Ama öncesinde değinmek istediğim başka bir boyutu da araya iliştirmek istiyorum: Hindistan’ın güvenlik açıkları… Ya da popüler turistik yerlerindeki güvenlik açıkları… Kİ Hint medyasında, turistlerin Pahalgam’da güvenlik veya kontrolün olmadığı ve bu nedenle saldırganların herhangi bir zorlukla karşılaşmadığı üzerine söylemleri yansıyor. Ve Cammu ve Keşmir hükümetinin vadide bulunan yaklaşık 50 turistik destinasyon ve yürüyüş parkurunu kapatma kararı hem Pahalgam saldırılarına bir tepkiydi hem de tüm destinasyonlarda bir güvenlik incelemesi yapılması ihtiyacından kaynaklanıyor. Dolayısıyla güvenlik teşkilatı turizme daha fazla alan açmak için son birkaç yılda açılan turistik destinasyonların tamamında kapsamlı bir güvenlik incelemesi yapmayı ve yeterli düzenlemeler yapıldıktan sonra buraları kademeli olarak yeniden açmayı planlıyor. Neyse, Peki, Pahalgam terör saldırısının nedeni, Hindistan’ın istihbarat başarısızlığı mıydı? Belki olabilir ama ben buna doğrudan bir istihbarat başarısızlığı demeyeceğim, ancak kesinlikle öngörü ve alan farkındalığı başarısızlığı diye düşünüyorum. Hindistan zaten bir süredir saldırıyı yaptığı söylenen bu grubu biliyordu ve kendi adına onları avlamaya çalışıyordu. Neyse ama bir güvenlik açığının olduğu net. Güvenlik güçlerinin en azından bir miktar varlığı söz konusu olsaydı, belki hiç şu an bunları konuşmuyor olurduk diye düşünüyorum…
Şimdi gelelim, Amerika-Çin ticaret savaşının bu yaşananlarda etkisi olduğu veya daha da açık bir biçimde hazır Trump ticaret savaşı ile Çin’i köşeye sıkıştırmaya çalışıyorken Amerika’nın Hindistan ve Pakistan’ı savaştırmak istediği çünkü bu ikilinin savaşması durumunda Çin’in kayıtsız kalamayacağı ve zaten Pakistan ortaklığına ya da o bölgeye büyük yatırımlar yapan Çin’in de büyük zarar göreceği yönünde değerlendirmeler görülüyor.
Hayır, efendim.
Amerika şu an bu ikilinin savaşmasını istemez. Neden istemez? Neden istesin ki?
Hindistan ve Pakistan’ın savaşması her şeyden önce Hindistan ve Pakistan’a zarar verecek. Dahası, bölgesel istikrar altüst olacak ve bu daha büyük jeopolitik sonuçlar doğuracak. Amerika’nın her ikisi ile de kurduğu karmaşık bir denge var ve asıl olarak bu dengeyi korumak istiyor. Her şeyden önce Amerika için güçlü bir Hindistan’ın var olması gerek. Şu an ilişkileri hiç olmadığı kadar yakın ve ortaklıkları hiç olmadığı kadar ileri düzeyde. Amerika’nın Çin ile mücadelesinde Hindistan’ın güçlü bir ortak olarak varlığı tartışmasız istediği bir şey. Bunun yanı sıra, Amerika, cihatçı grupları izlemek ve kontrol altında tutmak için Pakistan’ın işbirliğine hala ihtiyaç duyuyor. Evet, Amerika Başkanı Donald Trump’ın Hindistan’ı desteklediğini gördük. Ya da Ulusal İstihbarat Direktörü Tulsi Gabbard gibi bazı üst düzey yetkililerin çok daha kesin destek açıklamalarına tanıklık ettik. Evet, Amerika, Pahalgam gibi saldırılardan sonra Hindistan ile dayanışma ifade ediyor.
ANCAK, Hindistan’ın Pakistan’a karşı askeri misillemesine desteğin sınırlı olduğu iyi fark edilmeli. Bunu Trump başta olmak üzere Amerikan yetkililerinin konuya ilişkin açıklamalarını dikkatle takip ettiğinizde, rahatlıkla anlayabilirsiniz diye düşünüyorum. Bu, Pakistan’ı istikrarsızlaştırabilecek veya Amerikan hedeflerini tehdit edebilecek herhangi bir Hindistan yanıtını desteklemeyeceği anlamına geliyor. YANİ bu hem terörle mücadele öncelikleri ve dolayısıyla Pakistan ile ortaklığına verdiği değerden hem de bölgesel istikrarı önceliklendirmesinden ve dolayısıyla daha geniş bölgesel çıkarlarından kaynaklanıyor. Her ne kadar Amerika Hindistan ile dayanışma içinde olduğunu ifade etse de Pakistan’a karşı herhangi bir askeri misillemeyi açıkça onaylamaktan kaçınıyor Ki tarihsel olarak, özellikle Pulwama gibi önceki yakın tarihli örneklere geri dönüp bakarsanız, her ikisinin nükleer yeteneklerini de dikkate alarak tırmanmayı önlemek için itidal ve diyaloğu savunuyor. Dolayısıyla Hindistan, güçlü askeri eylem için koşulsuz bir Amerikan desteği varsaymamalı, varsaymıyor da. Amerika’nın ihtiyatlı duruşu, Hindistan’a tam destek sağlamayı zorlaştıran stratejik çıkarlarını yansıtıyor ve Hindistan da bunun farkında. Kısacası şu an Amerika’nın bu konu üzerine öncelikli çıkarı, bölgesel istikrarı korumak ve daha geniş jeopolitik sonuçlar doğurabilecek herhangi bir tırmanışı önlemek.
Yirmi yıldan fazla bir süredir zaten Batı’nın Keşmir anlaşmazlığına müdahil olması istikrarlı bir şekilde azaldı ama ortadan kalkmadığı da akılda tutulmalı. Bunun yerine, Çin’in müdahalesi açıkça arttı. Evet, Hindistan’ın 2019’da Keşmir’in özel özerkliğinin kaldırılması yönündeki anayasa değişikliklerinin ardından Çin’in Pakistan lehine güçlü bir şekilde adım attığı görüldü. Çin, yalnızca konuyu BM Güvenlik Konseyi’nin gündemine getirmemiş, bununla beraber 2020’de Ladakh’taki Fiili Kontrol Hattı’nı tek taraflı olarak değiştirmek için harekete geçmişti. ANCAK bu, Çin’in şimdi kesinlikle ve doğrudan müdahil olacağı anlamına mı gelir? Bu kez tepkisi ne olabilir? Özellikle de Trump’ın tarife savaşları ile altüst olan kendi küresel denklemlerinde gezindiği şu sıralarda Çin’in şu anda Hindistan ve Pakistan arasında yaşanan krizlere veya çatışmalara doğrudan dahil olmasının pek olası gözükmediği gibi bu ikisi arasında şu anda savaş durumunun olmasını da istemez ve hadi savaş durumu oldu diyelim yine doğrudan dahil olma olasılığı çok düşük ve zor. Her ne kadar Pakistan ile ittifakı güçlü ve köklü olsa da. ÇÜNKÜ Çin’in bu aşamadaki eylemleri, mevcut jeopolitik dinamikler ve ticaret tarifeleri ile ilgili karmaşıklıklardan büyük ölçüde etkilenir. Kİ açıkça Pakistan’ı desteklediği yönünde değerlendirmelere denk geliniyor olsa da veya açıkça Pakistan’ı destekleyeceği beklense de iki tarafa da ısrarla itidal çağrısı yaptığı ve bölgesel barış ve istikrar vurgusu yaptığı da gözden kaçmamalı. Ha herhangi bir durumda Pakistan lehine hamleleri olur mu? Olur ama çok sınırlı ve dolaylı olur diye düşünüyorum.
Şu an tüm dış aktörler de ister Amerika, ister Avrupa ve İngiltere ve hatta Rusya olsun, hedging yani riskten korunmaya çalışıyor… Bu şu an neden Çin için de geçerli olmasın?..
Neyse, gelelim asıl merak edilene: Ufukta savaş var mı?
Hayır, efendim.
Birçok Keşmir krizinde sık sık savaş naraları duyuldu, yine de her seferinde Hindistan ve Pakistan uçurumdan geri adım attı. Bana göre asıl soru bu ikilinin savaşıp savaşmayacağı değil. Ve hatta asıl soru askeri bir yanıtın olup olmayacağı da değil. Ki zaten bu muhakkak olur diye düşünüyorum. Güçlü bir yanıt görmemiz muhtemel. O halde bence asıl soru veya asıl merak edilen, askeri yanıtın ne zaman ve ne ölçüde olacağı?
2016’da Uri’ye düzenlenen terör saldırısından sonra yapılan nokta operasyonlar ve 2019’daki Pulwama saldırısından sonra Pakistan’daki Balakot’ta bulunduğu söylenen terörist kampının bombalanmasına, yani Hindistan’ın 2016 Uri ve 2019 Pulwama saldırıları sonrasında gerçekleştirdiği bu iki büyük misillemeye geri dönüp baktığınızda, misilleme eşiğinin sınır ötesi veya hava saldırıları veya da cerrahi müdahaleler olduğunu görürsünüz. Bu örnekler Hindistan açısından nükleer silahların gölgesinde terörizm arayışını sona erdirme çabasıydı. Ve bu örneklerde her iki taraf da güç gösterdi ancak tam ölçekli bir savaştan kaçındı. ÇÜNKÜ bu ikili arasında yaşanan herhangi bir krizdeki en büyük risklerden biri, her iki tarafın da birer nükleer güç olması. Ve bu gerçek hem askeri stratejiyi hem de politik hesaplamaları şekillendirir. Dolayısıyla nükleer silahlar bir tehlike oluşturduğu gibi aynı zamanda bir kısıtlama meydana getirir Kİ her iki tarafın karar vericilerini atacağı adımı kırk kez düşünmeye sevk eder. Ukrayna savaşında, örneğin, Rusya, belirli kırmızı çizgiler aşılırsa, nükleer misilleme sinyali vermiş ancak bunu yerine getirmemişti, anımsayalım. Kİ nükleer silahlar normalde savaş araçları değil, devletin hayatta kalmasının garantörleridir. Ve bir de bir yanıt olarak veya bir tercih olarak savaşa yönelmek öyle kolay bir seçim değildir. Hele ki dünyanın zaten çalkantılı olduğu şu süreçte… Kısacası muhakkak bir yanıt verilecektir ancak bu yanıt kuvvetle muhtemel kesin ve hedefli olarak sunulacaktır. Ve Pakistan’dan da aynı şekilde misilleme beklenebilir. Ancak sonra bir çıkış yolu aranır. Çünkü her ülke de sınırlı karşı misilleme kullanmaya alıştı aslında. Dolayısıyla bu konuda rahat davranıyorlar gibi.
YANİ amaç, Hindistan prizmasından konuşuyorum, nükleer savaşı tetiklemeden Pakistan’ı cezalandırmak. Sanırım Hindistan’ın kafa yorduğu şey şu an tam olarak bu. Ki İlk kullanan olmama sorumluluğunu önemsediğini yansıtıyor. Yani doğrudan sahip olduğu nükleer caydırıcılığına yönelmek yerine Pakistan’ı çatışmayı nükleer eşiğin altında tutarak cezalandırmayı amaçlıyor Ki kontrolü tırmanış peşinde. Bu da tam ölçekli bir sıcak savaştan kaçınma isteğini ima eder. Ki savaşın nihayetinde karşılıklı olarak yıkıcı olacağı gerçeği gün gibi ortada. Ayrıca zaten nükleer silahlar caydırıcılık içindir ve mantıksız bir oyuncunun eline geçmediği sürece kullanılmaz Kİ burada ne Hindistan ne de Pakistan mantık dışı bir oyuncu… Hindistan’a göre, savaş başlarsa savaşı başlatan Pakistan olacak, Hindistan değil AMA bana göre ne Hindistan savaş başlatacak ne de Pakistan…
Şimdi Pahalgam sonrası söz konusu olan bilindik adımlar, yani diplomatik yaptırımlar, yani karşılıklı sınırların kapatılması, ticaretin askıya alınması, hava sahasının kapatılması ve iki yüksek komisyon düzeyinin düşürülmesi, bir noktada geri çevrilebilir. Açıkçası en büyük tırmanış ise İndus Su Anlaşması’nın askıya alınması kararıydı. Ancak doğrusu bu sürpriz değil. Hindistan zaten bir süredir Pakistan’ın anlaşma kapsamındaki meşru haklarını kullanmasını engellediğini hissettiğini ve iyi komşuluk ilişkileri öncülünün var olmadığını ileri sürerek, anlaşmanın gözden geçirilmesini talep ediyordu. ANCAK Pakistan’ın, Hindistan’ın Pakistan’a nehir sularının akışını engelleme olasılığını bir “savaş eylemi” olarak çerçevelemesi ve 1972 Shimla Anlaşması da dahil olmak üzere tüm önceki anlaşmaları askıya alma hakkını saklı tutma kararı, doğrusu bu ikili için bilinmeyen sulara adım atmak. Belki de bu nedenledir Kİ Hindistan, askeri bir yanıt için aceleci davranmıyor. Muhtemelen şu anda güç kullanımını Pakistan ordusu üzerinde maksimum etki yaratmak için kendi seçtiği bir zamanda ve yerde uygulamak için dikkatle planlamak ile meşgul. Çünkü bu kez Hindistan’ın güç kullanımı ne şekilde olursa olsun, Pakistan’ın askeri bir tepkisi olacak. Bu, 2019’da deneyimlendi çünkü. Anımsamak için kısaca değinelim: 2019’da Hindistan’da gerçekleşen Pulwama saldırısından sonra Hindistan’ın Pakistan’daki Balakot’a yönelik hedefli hava saldırısının ardından Pakistan tarafından bir Hint uçağı düşürülmüş ve pilotu sınır ötesinde yakalanmıştı. Ve Hindistan’ın, pilotunu serbest bırakmazsa Pakistan’a füze yağdıracağı tehdidinde bulunması üzerine Trump yönetimi sorunu yatıştırmak için müdahale etmiş ancak düşündüğü arabuluculuk rolüne de soyunmamıştı.
O zaman soru, Hindistan’ın yanıt vermesinin ardından Pakistan’ın da kuvvetle muhtemel vereceği askeri tepkisinden sonra kendisinin ne yapacağıdır. Ki Hindistan tarafından sahadaki beklenmedik gelişmeler ve uluslararası sistemin tepkisi muhtemelen bu kez daha deneyimli olarak ölçülüyordur diye düşünüyorum. Ve bence şu an Hindistan, tırmanışı ne zaman ve nasıl sonlandıracağını belirlemek için kafa yoruyor. Başbakan Modi, Hindistan Silahlı Kuvvetleri’ne yanıtın şekli, zamanlaması ve hedefi konusunda tam operasyonel özgürlük tanıdı. Ama Modi daha önce ne demişti, hatırlayalım: “Zaman, savaş zamanı değil”… Hep birlikte tanıklık edeceğiz, ancak umalım ki kısa süre içinde sükunet onlar ile olur…
-
Avrupa2 hafta önce
Almanya’da tren fabrikası tank üretimine başlıyor
-
Dünya Basını2 hafta önce
Şin-Bet Direktörü’nün yeminli beyanı ne anlama geliyor?
-
Amerika2 hafta önce
ABD’de çöküş sürüyor: Dow, 1932’den bu yana en kötü nisan ayını yaşıyor
-
Diplomasi2 hafta önce
Çin’in ABD’den enerji ithalatındaki düşüş Rusya’ya kapı açtı
-
Avrupa2 hafta önce
Alman eyaletleri silahlanma yarışına son sürat dahil oluyor
-
Ortadoğu2 hafta önce
ABD’den Suriye’ye “İran” baskısı: DMO terör örgütü ilan edilsin
-
Avrupa2 hafta önce
Orbán’ın vetoları AB’yi 7. maddeye itiyor
-
Avrupa2 hafta önce
Trump’ın tarifeleri Avrupa’da serbest ticaret yanlısı ülkeleri güçlendiriyor