Bizi Takip Edin

SÖYLEŞİ

‘Çin’in atılımı mucize değil, sabırla uygulanan kalkınma stratejisinin sonucu’

Yayınlanma

Paris Panthéon-Sorbonne Üniversitesi’nde ve Fransa’nın en büyük, temel bilimler üzerine ise Avrupa’nın en büyük araştırma merkezi Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezi’nde (CNRS) araştırmacı olan Rémy Herrera, dünden bugüne Çin’in kalkınma dinamiklerini Harici’ye değerlendirdi. 

OECD ve Dünya Bankası’nda danışmanlık yapmış olan ekonomist Rémy Herrera, ayrıca Dünya Alternatifler Forumu’nun (WFA) eski sekreteri ve Uluslararası Kriz Gözlemevi’nin (OIC) de üyesidir. 

Fransa’nın önde gelen Marksist iktisatçılarından ve neoklasik iktisadın en önemli eleştirmenlerinden olan Rémy Herrera, çalışmalarında, kapitalizmin krizlerini tetikleyen finansal ve sosyo-ekonomik nedenlerin yanı sıra, kapitalizme alternatif ekonomi politik yaklaşımları tercih ederek farklı kalkınma modelleri uygulayan ülkeleri de incelemektedir. Eserlerinde başta Çin ve Küba olmak üzere, Asya ve Latin Amerika’daki ekonomik gelişmeleri tarihsel bakışla ele alan Herrera, neoliberal okulun bu ülkelerdeki gelişmelere dair iktisadi analizlerindeki Avrupa merkezci yaklaşımı da sorgulamaktadır.

Rémy Herrera, Ferhan Bayır’ın Çin ekonomisi üzerine sorularını yanıtladı.

‘Bu denli hızlı bir büyüme, ancak Maocu dönemdeki çabalar ve başarılar sayesinde mümkün’

Çin hakkındaki kitaplarınızla başlayalım. Çin ziyaretleriniz sırasında yaptığınız araştırma ve gözlemlere dayanarak herkesin tartıştığı Çin mucizesini siz nasıl yorumluyorsunuz?

Çin’in on yıllardır gözlemlenen gayri safi yurt içi hasılasının (GSYİH) yüksek büyüme oranıyla ilgili yorumda bulunan birçok kişi, bu olguyu tanımlamak için “mucize” terimini kullanıyor. Bana kalırsa bu bir mucize değil, bu (Çin’in GSYİH’nın on yıllardır hızla büyümesi) daha çok bu ülkenin ardı ardına göreve gelen Komünist Parti yetkinliğindeki hükümetlerinden sorumlu devlet ve üst düzey yetkilileri tarafından planlanıp sabırla etkin bir şekilde uygulamaya koyulan bir kalkınma stratejisinin sonucudur.

Hemen hemen her yerde, akademik çevrelerde ve hâkim-ana akım medyada, Çin ekonomisinin “yükselişinin” yalnızca küreselleşmeye “açılmasından” kaynaklandığını okuyor ve duyuyoruz. Kendi adıma, bu denli hızlı bir büyümenin ancak Maocu dönemdeki çabalar ve başarılar sayesinde mümkün olduğunu eklemeyi gerekli görüyorum. Söz konusu küreselleşmeye açılım Çinli yetkililer tarafından çok sıkı ve sürekli olarak kontrol altında tutulmuştur. Küreselleşmeye açılımın ancak bu şartla (kontrol edilmesiyle) ülkenin tartışılmaz ekonomik başarısına katkıda bulunduğu düşünülebilir. Küreselleşmeye yönelik bu açılım, tutarlı bir kalkınma stratejisiyle tamamen uyum içerisinde olmasından ve iç hedeflerin ve ülke içi ihtiyaçların karşılanması zorunluluklarına tabi olmasından dolayı, uzun vadede Çin üzerinde bu kadar olumlu etkiler yaratabilmiştir.

Şunun çok iyi anlaşılması gerekiyor ki açıkça Çin Komünist Partisinin eseri olan böyle bir kalkınma stratejisi geliştirilmeden ve -unutulmaması gerekir ki-, Çin halkının bu kalkınma stratejisinin devrimci süreçte uygulanması için harcadığı enerji olmadan, Çin Komünist Partisi ülkeyi kapitalist dünya sistemine dahil etmiş olsaydı, Güney ve Doğu’daki diğer pek çok ülkede olduğu gibi, kaçınılmaz olarak ulusal ekonomisinin, hatta kendi varlığının tamamen yok olmasına yol açabilirdi. Temel bir noktayı aklımızda tutmalıyız: Ekim 1949’da Devrim’in zaferinden önceki yüzyıldan daha fazla bir süre boyunca “açılım”, Çin halkı için her şeyden önce teslimiyet, yıkım, sömürü, aşağılanma, çöküş ve kaos anlamına geliyordu.

‘Çin kamu işletmelerinin gücü, bunların Batılı şirketler gibi yönetilmemesinden kaynaklanıyor’

Çin’in başarısının Batılı kalkınma modellerinden farkı nedir?

Çin hükümeti tarafından uygulanan kalkınma stratejisinin başarısı ve bunun bu ülkenin nüfusu için getirdiği çok sayıda faydalı etki, Batı ülkelerinde uygulanan ve genel olarak kuzey ülkelerindeki işçiler için ekonomik, sosyal, kültürel ve hatta ahlaki açıdan felaketle sonuçlanan neoliberal ekonomi politikası uygulamalarının başarısızlığıyla keskin bir tezat oluşturmaktadır.

Özgül bir örnek vereceğim bu konu hakkında. Çin devlet mülkiyetindeki işletmelerin gücü, bunların Batılı uluslararası şirketler gibi yönetilmemesinden kaynaklanmaktadır. Borsada işlem gören ve sahiplerine ödenen temettülerin maksimize edilmesini gerektiren hissedar değeri, hisselerin değerlenmesi ve yatırımların hızlı geri dönüşü mantığına göre işleyen bu batılı şirketler, yerel veya uluslararası bir taşeron zincirini sıkıştırarak faaliyet göstermektedir. Fakat Çinli kamu işletme grupları bu şekilde davranmamaktadır. Eğer bu kadar açgözlü davranırlarsa, küçük ve orta ölçekli yerel işletmelere ve daha geniş anlamda tüm ulusal sanayi dokusuna zarar verecek şekilde hareket etmiş olacaklardır. Çinli büyük kamu şirketlerinin çoğunluğunun kar etmesinin veya kar eder hale gelmesinin sebebi onlara rehberlik eden pusula özel hissedarların zenginleşmesi değil, üretken yatırımlara verilen öncelikler ve müşterilerine sunulan hizmettir. Üstün, uzun vadeli veya ulusal stratejik çıkarlara ve kısmen yerel ekonominin geri kalanını canlandırmaya ve acil kâr yaratma vizyonunun ötesine geçmeye hizmet ettikleri sürece, Çinli kamu şirketlerinin kârlarının Batılı rakiplerinden daha düşük olmasının sonuçta onlar için bir önemi yok.

‘Neoklasik modellerin Çin’de yeri yoktur’

Bu model neoklasik veya neo Marksist model çerçevesinde tanımlanabilir mi?

Öncelikle Çinlilerin kalkınma stratejilerini bir “model” olarak görmediğine inanıyorum. Ayrıca kalkınma stratejilerini empoze etmeye ya da ihraç etmeye de çalışmıyorlar. Yalnızca dünyanın farklı halkları tarafından belirli dersler alınabileceğini, fakat kendilerine özgü belirli tarihsel, toplumsal ve kültürel koşullara sahip farklı halkların kendi kalkınmalarının amaçlarını ve araçlarını kendilerinin tanımlaması gerektiğini düşünüyorlar. Bu bakış açısı, aynı zamanda kendi “modelinin” dünyadaki tüm ülkeler tarafından takip edilmesini isteyen Batı vizyonundan da açıkça farklılık göstermektedir.

Neoklasik modellerin Çin’de yeri yoktur. İzin verirseniz, bugün iktisattaki hegemonik akım veya ana akımı oluşturan neoklasik iktisadın, sosyal adalet uygulamalarına ve kamu hizmetlerinin geliştirilmesine karşı bir ideolojisi olan neoliberal politikaların hayata geçirilmesine teorik ve sözde bilimsel bir gerekçe sağlamaya çalışmaktan başka bir amaca hizmet etmediğini de eklemek isterim. Gerçekte, neoklasik iktisat bir bilim değil, bir bilim kurgudur ya da yakın tarihte yayımlanan bir kitabımda (Confronting Mainstream Economics for Overcoming Capitalism) belirttiğim gibi, bilimsel olma iddiasında olan bir ideolojidir.

Öte yandan şu ana kadar Marksizmin bilimsel açıdan aşılamadığı kanısındayım. Günümüzde Marksizmin ciddi bir rakibi olduğunu düşünmüyorum. Marksizm, özellikle de, önemli değişiklikler olsa bile hâlâ kapitalist sistemin küresel ölçekte hakim olduğu bir dünyada yaşadığımız ve bunların dikkatli bir şekilde açıklanmasının gerekli olduğu bir dünyada yaşamamız nedeniyle geçerliliğini korumaktadır. Ortaya çıktığı zamandan bu yana Marksizm’e karşı yöneltilen çok sayıda saldırıya ve defalarca onun geçerliliği kalmadığı-bittiği-öldüğü iddia edilmesine rağmen, Marksizm kalıcıdır, dirençlidir, “yok edilemez” diyebilirim ve aynı zamanda Marksizm daha iyi bir dünyaya giden yol ve koşullar üzerinde düşünenler için temel teorik referans noktasıdır. Sıklıkla dogmatize edilmesine ve bazen kendisi aleyhine uygulamaların da olduğu SSCB ve Sovyet bloğunun da ortadan kaybolmasına rağmen, Marksizm günümüzde de özünü koruyarak, sosyalizm uğruna mücadele edenler için yeri doldurulamaz bir referans olmayı sürdürmektedir. Bu nedenle Çin için hala önemli bir teorik referans olması şaşırtıcı değildir.

‘Sosyalizm mükemmelliğe yönelik bir proje olmaktan çıkıp, hareket halinde bir inşa süreci haline geliyor’

Çin ekonomik modelinin uygulamasını teorik temellere mi dayandırdı?

Amacı sosyalist geçişi sürdürmek ve derinleştirmek olan Çin kalkınma stratejisinin, hem geleneksel Çin düşüncesinin ana felsefi akımlarından (özellikle Konfüçyüsçülük ve Taoizm’den ve diğerler farklı akımlardan) hem de Çin tarzında yeniden yorumlanmış ve modernleştirilmiş karma bir Marksizm’den alınan unsurların teorik bir kombinasyonuna dayandığını söyleyebilirim. Ancak bu teorinin pratik deneyimlerin analiziyle yakından ilişkili olduğu anlaşılmalıdır. Tüm bunlar (bahsi geçen teorik yapı ve pratik deneyimlerin analizi), günümüzün zorluklarına ve özellikle de bunlardan kaynaklanan birçok çelişkiye yanıtlar verilmesini ve uygun çözümler sunulmasını mümkün kılmıştır.

Çin’in “yeni çağın sosyalizmi” anlayışı sabırlı, kalıcı, somut dozajlarda, pragmatik ve etkilidir ve aynı zamanda Maniheist (durumları ve bir şeyleri, nüanslar ve ara durumlar olmadan, iyilik ve kötülüğün mutlak ilkelerine göre bir düalizmle değerlendiren) değildir; uzun vadeyi bilir ve dışlamalar ve ikame edilebilirliklerden ziyade tamamlayıcılıklar ve potansiyeller olarak görülen karşıtlıkların veya çelişkilerin (örneğin bireysel inisiyatif veya girişimcilikle ilgili olanlar) yüzleşmesinden korkmaz.

“Çin Marksizm’inden” çıkarılması gereken derslerden biri de karşıtlıklar arasında, insanda, insanlar arasında, insanla doğa arasında bir uyum aranması gerektiği düşüncesidir. Çin siyasi söyleminde temel değerler olarak “toplumsal uyum”, “istikrar” ve bunu başarmanın yolu olarak da “uzlaşma” ve “uzlaşı” arayışı vurgulanmaktadır.

Çin Marksizm’inde, Batı Marksizm’inin taşıdığı “sınıf savaşı” kavramından farklı olan ve Batı Marksizm’inin genellikle muhafazakâr rejimlerin karakteristiği olması nedeniyle şüpheli gördüğü pek çok kavram vardır. Bu kavramların görmezden gelinmesi, Çin düşüncesinde “karşıtların uzlaştırılması” ve “pozitif diyalektik” olarak üstlendikleri özel anlamı unutmak anlamına gelir. Bu kavramlar, örneğin bireyin kişisel çıkarları ile toplumsal ihtiyaçları ile bireysel ve kolektif çıkarlar arasında ve ihtiyaçlar ile ahlaki talepler arasında dinamik dengelerin bulunacağı anlamına gelir.Basitleştirmek gerekirse, Mao’dan bu yana Çinlilerin çelişkileri yumuşatma, hafifleştirme eğiliminde olan sarmal bir gelişmeye dayalı bir ilerleme biçimine inandıklarını söyleyebiliriz. Bu bağlamda sosyalizm mükemmelliğe yönelik bir proje (Çin düşüncesine yabancı, mutlak olana başkaldıran bir vizyon) olmaktan çıkıp, hareket halinde bir inşa süreci haline geliyor.

‘Çin neoliberal seçeneği reddetti’

Çin’in ekonomik modeli ile İkinci Dünya Savaşı sonrası Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ya da Balkan ülkelerinin ekonomik modeli arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları nasıl değerlendirirsiniz?

Çin Halk Cumhuriyeti, 1949 Ekim Devrimi’nin zaferinden hemen sonra uygulanmaya başlanan “Sovyet” tipi bir “ekonomik modeli” birkaç yıl boyunca sürdürdü. Ancak Çin Halk Cumhuriyeti 1960’lı yılların başında SSCB’den kopunca bu modelden vazgeçti. 1950’de Karşılıklı Ekonomik Yardımlaşma Konseyi’ne (CMEA veya COMECON) giren Çin, 1961’de ayrıldı ve ardından kendi başına ve kendisi için, kendi kalkınma stratejisini oluşturmaya karar verdi. Ve açıkçası bunu yapmakta Sovyetler Birliği’ndekilerden ya da Orta ve Doğu Avrupa ülkelerindekilerden çok daha etkili olduğu söylenebilir.

Çin, 1978 ile 1982 yılları arasında, Mao sonrası geçişin ve “açılım” olarak adlandırılan yapısal reformların uygulanmasının zorluklarını yansıtan bir dizi ekonomik sorunla karşılaştı. 1985-1986 dönemi, özellikle piyasa ekonomisine yönelik dönüm noktalarından birini temsil eden 1984 vergi reformunun uygulamaya konduğu dönemdi.Daha sonra, SSCB ve Sovyet bloğunun çöküşü sırasında, hızla yarıda kesilen ve terk edilen, “neoliberal” olarak tanımlanabilecek çok kısa süren bir deneye girişildi; ancak bu deneyin sonucu, 1990-1991 yıllarında ekonominin ani ve şiddetli bir şekilde gerilemesi ve buna eşlik eden bir yolsuzluk patlaması oldu. Çin merkezi hükümetinin o zamandan bu yana büyük bir enerjiyle yolsuzluğa karşı mücadele ettiği ve bu mücadelede de belirli bir başarıya ulaştığı kabul edilmelidir. Neyse ki Çin, dünya çapında pek çok ekonomiyi yıkıma uğratan bu neoliberal seçeneği reddetti. Ve bugün nüfusunun büyük çoğunluğuna belirli bir refah sağlayan sosyalizmi sürdürmeyi tercih etti.

‘Çin’de kapitalizmi kontrol eden devlettir, tersi değil’

Çin’in kapitalist yöntemleri benimsediğini iddia eden Batılı Marksistler, Çin’in finansal/servet büyümesini ne ölçüde doğru değerlendiriyorlar?

Batılı Marksist yazarlar arasındaki tartışmalarda yazarların büyük bir çoğunluğu Çin ekonomisinin kapitalist olduğunu ileri sürmektedir. Örneğin David Harvey, Çin ekonomisini 1978 yılı reformlarından bu yana, çok otoriter olarak nitelendirdiği bir merkezi kontrol çerçevesinde işletilen giderek daha fazla neoliberal bileşenin dahil edildiği bir tür piyasa ekonomisinin yer aldığı “Çin özelliklerine sahip bir neoliberalizm” olarak gördüğünü ifade ediyor. Ona katılmıyorum.Panitch ve Gindin, Çin’in dünya ekonomik sistemine entegrasyonunun sonuçlarını analiz ediyorlar ve bunu, Çin açısından küresel kapitalizmi yeniden yönlendirmek için bir fırsattan çok, daha önce Japonya tarafından üstlenilen Amerika Birleşik Devletleri’ne küresel hegemonyasını sürdürmek için gerekli sermaye akışları sağlayan “tamamlayıcı” rolünün bu sefer Çin tarafından tekrarlaması olarak görüyorlar; bu durumun da dolayısıyla Çin’de mali piyasaların serbestleştirilmesine yönelik bir eğilim oluşmasına, sermaye hareketlerini kontrol eden araçların ortadan kaldırılmasına ve Çin Komünist Partisinin gücünün temellerinin zayıflamasına yol açtığını iddia ediyorlar. Ben bu yazarların yanıldığını düşünüyorum.

Kesinlikle daha az sayıda fakat diğerleri kadar önemli olan Çinli veya yabancı diğer Marksistler ise Çin’de şu anda yürürlükte olan politik-ekonomik sistemin, “Devlet kapitalizmi” ile karşılaştırılabilir veya ona yakın olmasına rağmen,gelecek için daha geniş bir olası yörünge yelpazesine açık kapı bırakacağı fikrini savunmaya devam ediyorlar. Kendi adıma bu fikri, Çin sisteminin bugün hala sosyalizmin temel unsurlarını içerdiğini ileri sürecek kadar ileri götürüyorum.Bunu ifade ettikten sonra, bu sistemin doğasına ilişkin yorum, benim görüşüme göre, onu hâlâ kapitalizmden açıkça ayıran sütunlara dayanan “piyasa sosyalizmi” ile uyumlu hale geliyor. Kendi adıma şunu söyleyebilirim; Çin’de kapitalistler olmasına rağmen (ve çok sayıda milyarder de var), Çin sistemini kapitalist olarak nitelendirmek mümkün değildir. Elbette “devlet kapitalizminin” unsurları var ama ben Çin sistemiyle ilgili olarak “piyasa sosyalizminden”, daha doğrusu “piyasayla sosyalizmden” bahsetmeyi tercih ederim. Çinlileri “Çin renginde sosyalizmden” bahsederken ciddiye almamız gerektiğini düşünüyorum. Bu sadece propaganda değil; bu bir gerçektir, onların gerçekliğidir.

Örneğin parasal ve finansal düzeyde, Çin’in kamu otoritelerinin finansal piyasaların gücüyle başa çıkabildiğini, ancak aynı zamanda ulusal para birimi yuanı savunarak “büyük bir para duvarı” inşa edebildiklerini de belirtmek gerekir. Parayı kalkınmanın hizmetine sunmayı başardılar. Teknikleri daha esnek hale getirilmiş, modernleştirilmiş ve günümüzün taleplerine uyarlanmış, bu sayede çok daha etkili olan çok güçlü stratejik planlama, sosyalist yolun ayırt edici bir özelliğidir. Devletin para biriminin ve tüm büyük bankaların kontrolünü ele alması, mali kuruluşların faaliyetlerinin ve ulusal topraklarda faaliyet gösteren yabancı firmaların davranışlarının yakından izlenmesi gibi olmazsa olmaz bir koşuldur. Bir kez daha ifade etmek gerekirse, Çin’de kapitalizmi kontrol eden devlettir, tersi değil. En azından şimdiye kadar durum böyledir.

‘Arzuları, nüfusun çoğunluğunun bolluğun tadını çıkarabileceği sosyalist bir geçişi sürdürmek’

Şu anda Deng Xiaoping’in Çin için önemi nedir? Xi Jinping’in Deng Xiaoping ile siyasi ve ekonomik kararlarında bir bağlantı veya bir kopukluk var mıdır?

Deng Xiaoping’in iktidarın zirvesine kesin yükselişi, Ağustos 1977’de, Çin Komünist Partisi’nin 11. Kongresi ve ardından 1978 sonlarında başlayan derin ekonomik reformlara yönelik baskıyla başladı. Deng’in fikri sosyalizmden vazgeçmek değildi; Çinlilerin büyük çoğunluğunu yoksulluktan kurtarmanın yollarını bulmak ve ülkenin yerleşik ifadeyle “orta düzeyde refah” toplumuna erişmesini sağlamaktı. Dolayısıyla eski sosyalist yapılar dönüştürüldü, piyasa mekanizmaları genelleştirildi, kapitalizmin unsurları devreye girdi ve eşitsizlikler artmaya başladı fakat sistem yeniden kapitalistleşmedi.Xi Jinping’den bu yana kalkınma stratejisi sosyalist olarak yeniden onaylandı ve ülkenin genel politikasının yönelimi daha ziyade, nüfusun daha az varlıklı kesimlerinin ve ülkenin daha az gelişmiş bölgelerinin lehine oldu.

“Çin sosyalizmini” anlamanın zorluğu, liderlerinin bu sosyalizmi kıtlıkların banal hale getirilmesi veya “sefaletin paylaşılması” olarak yorumlamayı reddetmelerinden kaynaklanmaktadır. Çin Komünist Partisi liderlerinin aradığı ve yapmayı başardığı şey, Mao döneminde Çin halkının büyük bir kitlesini yoksulluktan kurtarmak, Deng Xiaoping döneminde ise onları “orta düzeyde refah” toplumu seviyesine ulaştırmaktı. O günden bu yana Devrimin mantıksal bir devamı olarak arzuları, artık nüfusun büyük bir çoğunluğunun refaha, özellikle de geniş bir yelpazedeki tüketim mallarına erişebileceği ve bolluğun tadını çıkarabileceği sosyalist bir geçişi sürdürmektir. Bunu yaparak bir taşla iki kuş vurmuş ve aynı zamanda sosyalizmin kapitalizmi aşabileceğini ve aşması gerektiğini de kanıtlamış olmazlar mı?

‘Çin’in ekonomik büyümesi zaten Mao zamanında çok çok yüksekti’ 

Çin’in ekonomik büyümesini biraz daha detaylı değerlendir misiniz?

Çin ekonomisinde, Gayri safi yurtiçi hasılasındaki (GSYİH) yüksek büyüme oranının, sıklıkla duyduğumuz gibi 1978’den bu yana benimsenen kapitalizmden kaynaklandığını söylemek yanlıştır. Tam tersi. Komünist Partinin otoritesi altına alınan Çin devletinin, kapitalizmin ülkenin kontrolünü ele geçirmesini engellemeyi başarması sayesinde ekonomik büyüme yüksek olmuştur ve bunun olumlu bir yansıması olarak zenginlikler büyük ölçekte topluma yeniden dağıtılabilmiştir. Şunu da eklemeliyim ki, Çin sisteminin kapitalist olduğuna kesinlikle inanmak istesek bile (ki öyle düşünmüyorum), Çin’in yüksek büyümesinin ancak 1978’den bu yana gözlemlenebilir olduğunu iddia etmek yanlış olacaktır. Çünkü ülkenin ekonomik büyümesi zaten Mao zamanında çok çok yüksekti, hatta aynı dönemde, planlı ekonomiye sahip diğer ülkelerden, hatta birçok sanayileşmiş Batı ülkesinden çok daha yüksekti. Batılı liderler bu gerçeği gizlemek istiyorlar çünkü sosyalist bir ülkenin başarılı olabileceğini, özellikle de kapitalizmden-kapitalist ülkelerden daha başarılı olabileceğini kabul etmek onlar için dayanılmaz bir durum.

Çin Komünist Partisinin amacının ekonomik olarak her şeyi ele geçirmek değil, her şey üzerinde siyasi kontrolü sürdürmek olduğunu söylemek durumundayım. Bu ikisi aynı anlama gelmemektedir. Çinli liderler bunu defalarca söylediler: karma, hibrit bir sistem çerçevesinde her ikisi de teşvik edilen kamu ve özel faaliyetlerin bir arada var olması, ülkenin üretici güçlerini mümkün olduğu kadar geliştirmek ve kalkınma düzeyini yükseltmek için seçilen araçtır. Yabancı sermayeyi ülkeye çekmek ve ileri teknolojileri ithal etmek de dahil olmak üzere tüm araçların kullanılmasının amacı sosyalizmi terk etmek değil, nüfusun yaşam koşullarını iyileştirmek ve 1949’da başlayan sosyalist geçiş sürecini derinleştirmektir. Çünkü Çin, çelişkili bir şekilde hâlâ gelişmekte olan bir ülke olmaya devam etmektedir; halen mütevazı olan kişi başına düşen GSYİH düzeyi bunu kanıtlamaktadır. Bu süreç uzun, zorlu, çelişkilerle ve risklerle dolu olacaktır.Yörüngesi büyük ölçüde belirsizliğini korumaktadır. Ancak, bence bunu vurgulamakta fayda var; bu sistemde hala kapitalizmden açıkça farklı olan ve bana göre sosyalist bir projenin hayata geçirilmesiyle ve bunun yeniden etkinleştirilmesi potansiyeli taşıyan unsurlarla ilgili birçok özelliğin varlığını sürdürmesi, bizi bu ülkenin siyasi liderlerinin konuşmalarının ciddiye alınmasını tavsiye etmeye sevk ediyor.

‘Çin dünyanın egemen gücü olma arzusunda değil’

Çin’in Başkan Biden’la yaptığı toplantı, ekonomik hakimiyetinden uluslararası arenada, özellikle Afrika, Latin Amerika ve Orta Doğu’da ve Rusya’ya karşı tutumunda daha belirgin bir siyasi varlığa geçişin sinyali mi oldu? Çin çok kutuplu dünyanın odak noktası olmayı mı hedefliyor?

Çin, Amerika Birleşik Devletleri’nin yerini alarak dünyanın egemen gücü olma arzusunda değil. Çin’in böyle iradesi de zihniyeti de yok. Öte yandan, şu ana kadar ABD’nin rakipsiz (ve kabul edilmelidir ki son derece saldırgan bir şekilde) hüküm sürdüğü tek kutuplu dünyaya karşı, Çin’in çok kutuplu bir dünyanın inşasına katkıda bulunmaya çalıştığı açıktır. Çin’in siyasi liderleri uluslararası ilişkilerde evrensel barış ve dengeyi amaçlıyorlar. Ama ülkelerinin egemenliğini, hiçbir yabancı egemenliğine boyun eğmeden savunacakları çok nettir.

ABD ile Çin arasındaki “ticaret savaşı” ile ilgili olarak, Çinli yazarlarla ortak yazdığımız “Turning One’s Loss Into a Win? The US Trade War With China in Perspective” başlıklı akademik makalede 1978’den bu yana iki ülke arasındaki ticarete entegre edilen çalışma saatlerinin, aynı miktardaki ticari alışverişle karşılaştırıldığında bu oranın Çin’de ABD’den daha fazla olduğu ve aralarında ABD lehine ve Çin’in aleyhine eşitsiz bir değer değişimi olduğu ortaya çıkarılmaktadır. Başka bir deyişle, Çin’in son on yılda artan ikili ticaret fazlası kaydettiği gerçeği ihracata dâhil edilen çalışma süresi açısından özellikle Amerika Birleşik Devletlerine fayda sağladığı (bizim hesaplarımıza göre) gözlemiyle değerlendirilmelidir.

Böyle paradoksal bir bağlamda, 2018’de Çin’e karşı ticaret savaşının patlak vermesi, o zamanlar Başkan Trump liderliğindeki ABD yönetiminin, ABD’nin ticaretteki avantajının yükselen ana rakibi Çin karşısında yavaş ve düzenli olarak bozulmasını yavaşlatma girişimi olarak yorumlanabilir.

 ‘Çin ve Rusya, petro-yuan-altın adı verilen alternatif yeni bir para birimini piyasaya sürmeye karar verdiler’

Çin, ABD egemenliğine karşı çok sayıda gücün olduğu bir dünya için uluslararası ekonomik ilişkileri nasıl düzenliyor? Şanghay İşbirliği Örgütü ve BRICS örneklerini düşünürsek, yakın gelecekte ABD dolarının hakimiyetini dengeleyecek küresel bir ödeme yöntemi oluşturulabilir mi?

Çin, ABD’nin kapitalist dünya sistemi üzerindeki hakimiyetinin iki temel direğinin askeri ve parasal olduğunu anladı. Bu nedenle Şanghay İşbirliği Örgütü gibi stratejik ittifak ağlarının ve BRICS grubu gibi ekonomik ittifak ağlarının oluşturulmasına aktif olarak katıldı. Ayrıca bu iki sütunun birbirine bağımlı ve dolayısıyla kırılgan olduğunu da anladı. Bu nedenle bir dizi yenilikçi ve cesur girişim başlattı.

Bunlardan bazılarına başka bir kitabımda (Money adlı Palgrave Mcmillan yayınevinden yayımlanan) değiniyorum. Örneğin Çin, dünyanın en büyük ithalatçısı olduğu petrol piyasasında hâkim olan düzene meydan okumayı planlıyor. Çin, 2018 yılından bu yana, o yıla kadar bu alanda tartışmasız olan Londra Brent ve New York West Texas Intermediate (Wall Street’te bu emtiaya ilişkin ham fiyatları ve vadeli işlem sözleşmelerini tanımlamak için standart oluşturan) gibi referanslarla rekabet edebilmek için Şanghay Uluslararası Enerji Borsası’nda yabancı yatırımcıların erişebileceği, yuan cinsinden petrol vadeli işlem sözleşmelerini teşvik etmeye karar verdi.

Bu bağlamda, Çin ve Rusya (hâlihazırda ekonomik açıdan dinamik -ve askeri açıdan caydırıcı-olan ve ABD’ye karşı güvenilir bir denge unsuru teşkil edecek bir ittifak oluşturan) “petro-yuan-altın” adı verilen doları koltuğundan edebilecek küresel ve alternatif yeni bir para birimini piyasaya sürmeye karar verdiler. Petro-yuan-altın, temel bir emtia olan petrole dayalı ve altına bağlı bir küresel para birimi projesidir ve bu artık Washington’un ulaşamayacağı bir başarıdır. Nitekim Çin’in avantajı yalnızca yüksek GSYİH büyüme oranında değil, aynı zamanda başlıca altın üreticisi ve alıcısı olması ve Rusya’nın da ABD’nin önünde dünyada üçüncü sırada yer alması gerçeğinde yatmaktadır. 2018 yılında Pekin, küresel enerji borsasında geniş bir petrol-yuan-altın ticaret tesisini teşvik etme girişiminde bulundu. Sonra sıra metal-yuan-altın’ın hayata geçirilmesine geldi. Çin, aldığı yuan’ları petrol teslimatları ve metal alımları için altın olarak değiştirmeyi teklif etti. Bu olayların küresel sistem üzerinde önemli etkileri olacaktır.

Çin uluslararası stratejisinin 5 ilkesi

İran ve Suudi Arabistan’ı diplomatik görüşmelere ikna eden Çin, Rusya ile Batı arasındaki çatışmaların yanı sıra devam eden İsrail-Filistin çatışmasının çözümünde de benzer bir başarı elde edebilir mi?

Çin, elbette, birkaç yıldır mevcut uluslararası çatışmaların hafifletilmesinde giderek daha önemli ve olumlu bir rol oynadı. Bunu yakın zamanda ABD komutasındaki NATO ile Rusya arasındaki Ukrayna savaşında, ardından ABD ve Avrupa Birliği tarafından desteklenen İsrail ile Filistin arasındaki savaşta gördük. Bir süre önce Çin’in, İran ile Pakistan arasında bir anlaşmazlığın başlamasını durdurmak için sesini duyurduğuna şahit olduk. Çin’in savaş yolunu değil kalkınma yolunu arayan birçok Güney ülkesinin sesi olduğunu düşünebiliriz. Çin’in ne istediğini ve söylediğini dikkatli bir şekilde analiz etmek de bu yüzden çok önemli.

Çin’in uluslararası stratejisi beş ilkenin onaylanmasına dayanmaktadır: 1) egemenlik ve toprak bütünlüğüne saygı; 2) karşılıklı saldırmazlık; 3) içişlerine karışmama; 4) eşitlik ve karşılıklı kazanç sağlama; 5) barış içinde bir arada yaşama. Çin’in barışı korumak ve var olan çatışmaların barışçıl bir şekilde çözümünü sağlamak yönündeki beyanlarına saygı duyulduğunu kabul etmemek için kötü niyetli olmak gerekir. Ve unutulmamalıdır ki Çin, modern tarihinde hiçbir zaman yayılmacı bir sömürge politikası uygulamamıştır. Bugün milletler arası barış anlayışına aykırı bir “soğuk savaş” iklimini yeniden canlandırmak istememektedir. Çin, her türlü askeri ittifakı reddetmektedir ve IŞİD’e karşı bile hiçbir zaman bir askeri koalisyona katılmamıştır. Yurt dışında herhangi bir askeri üs kurmamıştır, sadece deniz trafiği açısından hassas bir konumda “basit lojistik kurulum” olarak sunduğu Cibuti’de bir üs kurmuştur. Darbeleri ve askeri müdahaleleri artıran Batılı güçler ve hepsinden önemlisi ABD ile arasındaki tezat çarpıcıdır. “İşbirliği”, kalkınmaya verdiği öncelikli destek ve “kazan-kazan” ilkesi ile birlikte Çin politikasının anahtar sözcüğüdür.

‘ABD’nin tehlikeli yarışı ekonomik ve askeri caydırıcılığa sahip Çin’i etkilemek için yeterli değil’

Çin, ABD savaş ekonomisinin ortasında bölgesel ve küresel barışı ilerletme konusunda daha proaktif bir duruş sergileyebilir mi? Bu durumda Kuşak ve Yol projesi nasıl değerlendirilmelidir?

Askeri-endüstriyel kompleks, Amerika Birleşik Devletleri ekonomisinde çok önemli bir rol oynamaktadır, ancak aynı zamanda son derece endişe verici bir boyuta da ulaşmıştır ve Batı’nın “demokrasi” olarak adlandırmayı sevdiği (kendi ülkesinde giderek daha az saygı duyduğu, sınırları ötesinde ise neredeyse asla saygı duymadığı) şeyi tehdit etmektedir. Küresel askeri harcamaların yarısından fazlasını gerçekleştiren ve dünya çapında 1150’den fazla askeri üsse sahip olan (bunu “Notes on US Bases and Military Staff Abroad” başlıklı makalemde hesaplamıştım) ABD ekonomik kriz içinde, zor durumda ve tüm dünyayı giderek topyekûn savaşa doğru itmektedir. Yeni çatışmaların eksenini Uzak Doğu’ya, özellikle de Tayvan’a doğru kaydırma arzularını giderek daha açık bir şekilde belirtiyorlar. Çin, ABD’nin bu provokasyonuna ve savaşa doğru sürüklemesine direnmeli ama aynı zamanda kendi çıkarlarını ve topraklarını savunması da gerekiyor. Bunların arasında Tayvan da var. Bu nedenle yeniden birleşme Pekin için bir öncelik olmaya devam ediyor. ABD yönetimi, bir zamanlar SSCB’ye diz çöktüren silahlanma yarışını kızıştırıyor. Ancak bu tehlikeli yarışın yükselişi, ekonomik sağlığı iyi olan ve yeterince caydırıcılıkta silaha sahip bir Çin’i etkilemek için artık yeterli değil.

Genel anlamda önemli olan, sistemik bir krize hapsolmuş kapitalizmin artık anlık kârları maksimize etme mantığı ile sorunlarına çözüm bulamadığını ve daha tehlikeli hale geldiğini anlamaktır. İşletme iflasları ve kitlesel işsizlik, borsa çöküşleri ve banka istikrarsızlıkları arasında, sermayenin sistemik krizinin kötüleşme olasılığı bugün son derece yüksektir. Özellikle 2008 krizinden bu yana çok az reform gerçekleştirildiği için, sistemdeki çelişkilerin daha da belirginleşmesi için tüm koşullar mevcut durumda. Şu an için acil önem taşıyan konu Amerika Birleşik Devletleri egemenliğinde dünya sisteminin savaş yoluyla “düzenlenmesine” son verilmesidir. Barışın savunulması bir önceliktir. Sonuç olarak, mali oligopollerin işlettiği savaş makinesinin fişini, onlara kamusal ve demokratik kontrol dayatarak, çekerek devre dışı bırakmalıyız.

Bu noktada, İpek Yolu’nun hâlihazırda kısmen uygulanan geniş projesi karşımıza çıkıyor: kara yolları – “Kuşak” – ve deniz yolları – “Yol” adını taşıyor. Bu işbirliği, Çin’in, yakın ya da Ortadoğu’daki gibi daha uzak, kalkınmaları için yeterli yatırımları olmayan komşuları olması ve ayrıca Çin’in Doğu kıyısındakilere göre gelişmişlik açısından gerisinde kalmış kendi batı eyaletlerinin gelişimini teşvik edebilecek avantajları da görmesi nedeniyle öncelikle Asya ülkelerini ilgilendirmektedir. Afrika ülkeleri de aynı derecede konu ile ilgileniyorlar çünkü (Batılıların deyimiyle) “az gelişmişlikten” en çok etkilenenler Afrika ülkeleridir. Daha çok hammadde tedariğine odaklandığından bu iş birliğinin mükemmel olduğunu söyleyemeyiz fakat Çin’in hammadde tedariği karşılığında altyapı sağlaması, hastaneler ve yollar inşa etmesi Afrika ülkeleri için çok büyük önem taşımaktadır.

İpek Yolları Avrupa’ya kadar uzanıyor ve bu da stratejik bir rakipten gelmesinden ötürü kızgınlık yaratıyor. Avrupa ekonomileri prensipte kendileri gelişme imkânına ve yeterli yatırıma sahip olduğuna göre neden bazıları Çin yatırımlarını bu kadar memnuniyetle karşılıyor? Bunun nedeni açık: durgunlukta hatta gerilemekte olan ekonomilere sahip, neoliberal kemer sıkma politikalarının, borçların ve harcamaların azaltılmasının, Avrupa Birliği’nin dayattığı özelleştirmenin kurbanları olan Avrupa ülkelerinin hükümetleri varlıklarını en yüksek teklif verenlere satmayı kabul ediyor ve Çin yatırımlarını kendilerini geliştirmenin bir aracı olarak görüyorlar. Çin, Avrupa Birliği dışında Balkanlar başta olmak üzere birçok yatırımlar yaptı. Bu nedenle 11’i Avrupa Birliği üyesi olan 17 Doğu ve Güney Avrupa ülkesinin İpek Yolu girişimine katılması şaşırtıcı değil.

İpek Yolu Avrupa-Asya kıtası ve Afrika’da bitmiyor. Latin Amerika ve Karayipler ülkeleriyle, özellikle de bu bölgenin en yoksul ülkeleriyle işbirliği halihazırda oldukça ilerlemiş durumdadır. Kalkınmaya yönelik destek, esas olarak İpek Yolu Fonu (egemen bir varlık fonu) ve kamu bankalarından avantajlı oranlardaki krediler yoluyla sağlanmaktadır. Ancak Çin, bu projede tek finansör olmak istemiyor ve bu kredilere katılma olanağına sahip olan ve finanse edilecek ülkelere politik-ekonomik koşullar dayatmayan (Dünya Bankası veya Uluslararası Para Fonu’nun yaptığının aksine) tüm ülkeleri hızlı bir kalkınmanın temellerini oluşturacak altyapıya yönelik kredilere dahil etmek istiyor.

Bugün yüze yakın üyesi bulunan Asya Altyapı ve Yatırım Bankası’nın kurulmasının anlamı da budur (Asya Altyapı ve Yatırım Bankası’na Fransa, Almanya ve Birleşik Krallık üyeler, ancak IMF ve Dünya Bankası ile olduğunun tersine bu bankayı kontrol edemeyen Amerika Birleşik Devletleri elbette üye değil; bu bankanın en büyük hissedarı olan Çin ise açıkça veto hakkını sisteme dahil etmemektedir).

Toplamda, İpek Yolu sadece birkaç yıl içinde muazzam bir büyüme kaydetti: dünya nüfusunun üçte ikisini temsil eden 124 ülke ve 24 uluslararası kuruluş anlaşmalar imzaladı.

‘Kuşak Yol ortaklıkları ABD’nin hegemonyasını sorgulanır hale getirecek’

Bu projenin her türlü siyasi mülahazayı dışlama amacı taşıdığının ifade edilmesinde ısrar etmelidir. Bu “tüm ülkelere açık” olup, ortak kalkınmadan başka bir hedefi olmayan bir girişimdir. Ancak, üç milyar nüfusa ve küresel GSYİH’nın %30’una karşılık gelen, dünyada bu türden en büyük bölgeyi oluşturacak olan “Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık” örneğinde olduğu gibi, ekonomik işbirliği ve çok taraflı ticaret bölgelerinin inşasına odaklanan ortaklıklar da var. Ve bu gibi ortaklıklarda özellikle ticaret ve yatırımlar artık dolar cinsinden değil, ulusal para birimleri üzerinden gerçekleştirileceği için ABD’nin hegemonyasını sorgulanır hale getirecektir.

Sonuçta sürdürülemez hale gelen şeyin kapitalizmin kendisi olduğunu anlıyoruz. Özü itibariyle sonsuz-sınırsız birikime adanmış olan bu sistemin sonlu-sınırlı bir gezegenle uyumsuz olduğu ortadadır. Kapitalizm her geçen gün daha büyük eşitsizlikler yaratma mantığıyla her türlü toplumsal uyumu yok etmektedir. Çin, kapitalizmin bu dinamiklerini kontrol ederek kalkınmanın sağlanması iddiasındaydı. Ancak artık sınırlandırılması gerekenler bunlardır. “Çin’e özgü” piyasa sosyalizmi, eğer insanlık için gerçek anlamda alternatif bir yol somutlaştırmak istiyorsa, yavaş yavaş kapitalizmden uzaklaşmak zorunda kalacaktır. Gerçek hedef de budur; Çinli yetkililere göre ve bugün daha açık bir şekilde kapitalizmden ödünç alınan belirli özellikler “köprüyü geçene kadar” mantığıyla kullanılmak üzere ödünç alınıyorlar, bunlar komünizme giden yolda sosyalist geçiş sürecinde uzun bir “dolambaçlı yol” değildir.

Çeviren: Sercan Genç

Yazarın konuyla ilgili bazı eserleri:

HERRERA, Rémy (2023), Dynamics of China’s Economy: Growth, Cycles, and Crises, (book’s coauthor with Zhiming Long), 375 p., December, Leiden/Boston: Brill. ISBN : 978-90-04-52402-6.

– (2023), Value, Money, Profit, and Capital Today, (book’s editor), 328 p., September, London: Emerald, ISBN : 978-1804-55-7518.

– (2023), La Chine est-elle impérialiste ?, (book’s editor), 192 p., February, Paris: Éditions Critiques, ISBN: 979-10-97331-45-0.

– (2023), « Turning One’s Loss Into a Win? The US Trade War With China in Perspective », (article’s coauthor with Zhiming Long, Zhixuan Feng and Bangxi Li) Research in Political Economy, n° 39, p. 31-50, London.

– (2023), « La Chine (vue de France), une inconnue ? Sur les contradictions, la dialectique, la morale et le socialisme », (article’s coauthor with Tony Andreani and Zhiming Long), Revue de Philosophie économique, vol. 24, n° 1, p. 167-189, Paris.

– (2022), Money – From the Power of Finance to the Sovereignty of the Peoples, (book’s author), 337 p., August, New York: Palgrave Macmillan, ISBN : 978-981-19-28475.

– (2022), Confronting Mainstream Economics for Overcoming Capitalism, (book’s author), 347 p., July, New York: Palgrave Macmillan, ISBN : 978-3-031-05850-9.

– (2021), Imperialism and Transitions to Socialism, (book’s editor), 272 p., September, London: Emerald, ISBN: 978-18-00437-05-0.

– (2021), « Guerre(s) et crise(s) globales : sur leurs relations systémiques », (article’s author), Marchés & Organisations, vol. 2021/2, n° 41, p. 139-155, Paris.

– (2021), « Is China Transforming the World? », (article’s coauthor with Tony Andreani and Zhiming Long), Monthly Review, vol. 73, n° 3, p. 21-30, New York.

– (2019), La Chine est-elle capitaliste ?, (book’s coauthor with Zhiming Long), 196 p., February, Paris: Éditions Critiques. ISBN : 9791097331139.

– (2013), “Notes on US Bases and Military Staff Abroad,” (article’s coauthor Joëlle Cicchini ), Journal of Innovation Economics & Management, 2013/3, n° 42, p. 147-173, Brussels.

SÖYLEŞİ

“Avrupa, ABD’nin eklentisi olarak kalırsa, dünyanın önemsiz bir parçası haline gelecek”

Yayınlanma

Yazar

Ukrayna savaşı, Rusya karşıtı yaptırımlar, iktisadi darboğaz ve ABD-Çin gerilimi ile birlikte Avrupa bir kez daha büyük bir krizin içerisine yuvarlanmış gibi görünüyor. Yaşlı Kıtanın geldiği entegrasyon seviyesi, bir kez daha “ulusal” çıkış yollarından ziyade tüm Avrupa’yı içine alan fikirlere davet çıkarıyor.

Alman araştırmacı-yazar-yayıncı Hauke Ritz 15 yılı aşkın bir süredir Almanya, Rusya ve Batı-Rusya ilişkilerinin analizi ile uğraşıyor. Ritz, bu uğraşının, gelecekte ABD ile Rusya arasında, savaş olmasa bile güçlü bir jeopolitik çatışma olacağını anlamaya başladığı 2007 yılına dayandığını söylüyor. “Ve bunu bir kez anladıktan sonra,” diyor, “Daha önemli bir konu bulmak zor.”

Alman yazar, bu konunun hayatını “bir ölçüde ele geçirdiğini” belirtiyor. Bu gerilimin “derin nedenlerini” kavrayabilmek için Rus dilini öğrenmeye ve Rusya’yı ziyaret etmeye başladığını söylüyor.

Ritz’in en çok dikkat çeken tezlerinden birisi, “Batı” kavramı ile “Avrupa”nın örtüşmediği iddiası. Ona göre “Batı”, İkinci Dünya Savaşı sonrası düzeni imliyor ve açıkça Avrupa üzerindeki ABD hegemonyasının adı. “Avrupa” ise, tarihi binlerce yıl önceye giden, savaşların da barışın da hüküm sürdüğü, Aydınlanma’nın, devrimlerin ve Reform’un kıtası; ama hiçbir zaman tek bir gücün hegemonyası ile yönetilmeyen, güç dengesi ile kendini var eden, kültürel olarak bir ama siyasi olarak ayrı, bir tür “çok kutupluluk” vahası…

Dolayısıyla, Avrupa son 75 yılın “Batı” hegemonyasından kurtulup kendisini tekrar bulduğu vakit, hem “çok kutuplu dünyada” kutuplardan biri olacak, hem de kendi içerisinde de “çok kutuplu” bir döneme geçecek. Bu nasıl, kim aracılığıyla olacak? Ritz’in buna bir yanıtı olup olmadığı okura kalmış.

Son kitabınızla [Vom Niedergang des Westens zur Neuerfindung Europas – Batı’nın çöküşünden Avrupa’nın yeniden keşfine], kitabınızın başlığının ilk kısmıyla başlayalım, çünkü Batı’nın çöküşünden bahsediyorsunuz. Batı’nın çöküşü, Avrupa tarihinde yinelenen bir tema. Bu terimi hangi anlamda kullanıyorsunuz? Çünkü Oswald Spengler ve takipçileri tarafından popülerleştirilmişti. Batı’nın düşüşte olduğu fikrine katılıyor musunuz? Ya da başka bir şekilde soracak olursak, bu Batı’nın kaçıncı çöküşü?

Öncelikle kitapta Oswald Spengler’e atıfta bulunmadım çünkü bugün gördüğümüz çöküşün çok daha farklı bir çöküş olduğunu düşünüyorum. O zamanlar, bugün bildiğimiz Batı gerçekte yoktu. Bu olguya daha sonra tekrar döneceğiz. Sadece şunu belirtmek isterim ki, bugün Batı’nın çöküşünü birçok alanda muazzam bir hızla görüyoruz ve durumun gerçekten yıldan yıla, aydan aya hızlandığı izlenimini ediniyoruz ve bu çok görünür hale geliyor.

Mevcut durumu Berlin Duvarı’nın yıkıldığı 1989 yılı ile karşılaştırın. O dönemde, Doğu Avrupa’nın ve hatta Sovyet cumhuriyetlerinin büyük bir kısmı, Batı’dan, onun ürünlerinden, müziğinden, yaşam tarzından, medeniyet modelinden etkilenmişti. Aynı şey güneydeki, Küresel Güney’deki ve doğudaki pek çok ülke için de geçerliydi. O dönemde Batı, dünyada modernliğin tek tezahürüydü.

Sovyetler Birliği çöktükten ve sosyalist devletler sistemi çözüldükten sonra, Batı modernite üzerinde, modern dünyanın yorumlanması üzerinde bir tür tekele sahip oldu. Ve herkes ister filmlerle, ister ürünlerle, ister bir Batı ülkesine göç ederek olsun, bu dünyaya bağlanmak istedi. Batı aynı zamanda demokrasi, adil, zengin ve müreffeh bir toplum, yenilikçilik imajına sahipti.

Şimdi bugün Batı’nın neyi savunduğuna bir bakın. Yaptırımlar için, savaş için, LGBT hareketi gibi garip ideolojiler için… Ki bu sadece Küresel Güney ve doğuda değil, aynı zamanda Batı’nın kendisinde de kafaların sallanmasına neden oluyor. Böylece Batı dünyası sadece ahlaki üstünlüğünü değil, aynı zamanda yumuşak gücünü, cazibesini de kaybetti.

Sadece o da değil. Artık modernitenin yorumunu modern Çin’de görmüyoruz, modern Hindistan’ı görmeye başladık ve Rusya da büyük bir medeniyet olarak geri döndü. Yani Batı şu anda oldukça farklı bir durumda ve medeniyet modeli olma statüsünün cazibesini kaybetmesi bence kısa sürede onarılamayacak kadar ciddi bir şey.

Benim her zaman kullandığım şey de bu: Batı dünyası. Tabii ki bu konuda kullanılması gereken karşıt terim Avrupa’dır. Ve Avrupa Batı’dan oldukça farklı bir şeydir.

Buna şimdi geleceğiz. Sanırım siz Avrupalı ve batılıları ayrı kimlikler ve medeniyetler olarak görüyorsunuz. Şu anda batıdan anlamamız gereken şeyin ABD olduğunu düşünüyor musunuz? Ve ABD’nin dünya vizyonu ile Avrupa dünyası arasındaki fark nedir?

Çok fazla farklılık var. Gerçekten de batı medeniyeti ile Avrupa medeniyetinin pek çok açıdan oldukça farklı kavramlar olduğunu düşünüyorum.

Her şeyden önce Batı oldukça yeni bir şey. Batı gerçekten ne zamandır var? Bugün bildiğimiz Batı, ilk olarak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıktı ve o zamanlar temel olarak İkinci Dünya Savaşı sırasında askeri genişleme ile oluşturulan Amerikan etki alanıydı ve askerlerin durduğu yerde, Batı da durdu.

Kuzey Kore batının bir parçası değildi ama Güney Kore öyleydi. Aynı şey Almanya için de geçerlidir. Doğu Almanya Batı’nın parçası değildi, Batı Almanya öyleydi. Dolayısıyla savaş sırasındaki tesadüfi hareketler bir etki alanı yarattı ve bu da Batı olarak adlandırıldı.

Elbette, “Hayır, Batı daha eskidir,” gibi bir argüman öne sürebilirsiniz. Batı Avrupa devletlerinde devrimler oldu. Fransız Devrimi, İngiliz Devrimi, Hollanda ve diğerleri. Evet, ama bunlar aynı zamanda sadece devrim yapan ülkeler değil, aynı zamanda denizaşırı imparatorluklarda koloniler kuran ülkelerdi. Belki bu da bağlantılıdır. Denizler üzerinde büyük bir ticaretiniz varsa, aristokrasiyle rekabet etmeye başlayan çok sayıda tüccarınız vardır ve o zaman devrim yapma olasılığınız daha yüksektir.

Ne var ki Batı’nın bu ilk aşamaları birleşik değildi. Aralarında çok fazla rekabet vardı. Fakat 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında bu rekabetin bir tür ittifaka dönüşmeye başladığını görüyoruz. Örneğin, Büyük Britanya ve Fransa arasındaki Entente Cordiale, daha sonra Büyük Britanya ve Amerika Birleşik Devletleri arasındaki ittifak. Bu, bugün bildiğimiz Batı’nın bir tür embriyo hali olabilir.

Ama Batı genel olarak 100 yıldan daha eski değildir. Yani çok genç bir oluşum ve bir tarafta Kuzey Amerika, diğer tarafta Polonya gibi Slav devletlerini de içeren Avrupa Birliği’nin bugünkü Avrupa’sını içeriyor. Bir de Güney Kore, Tayvan ve Japonya var. Yani kültürel açıdan bakıldığında, bunlar oldukça farklı ülkeler, dünyanın oldukça farklı bölgeleri, farklı dinlerden etkileniyorlar ve hepsi tek bir faktörle birleşiyor: Amerikan egemenliği, Amerikan hegemonyası.

Yani sonuçta, Batı’nın temelde bu Amerikan hegemonyası olduğu sonucuna varıyorsunuz. Kültürel bir temel eksikliği var, tarih eksikliği var.

Avrupa ise bunun aksine oldukça farklı bir şey. Avrupa 2500 yaşında. Avrupa antik Yunan’da demokrasi modeliyle başladı ve demokrasi de modern zamanda Fransız devrimi ve diğer devrimlerle Avrupa’ya geri döndü. 

Fakat arada, Avrupa’nın oldukça farklı hükümet modellerine ve toplumunu organize etmenin farklı bir yoluna sahip olduğu uzun bir dönem var.

Dolayısıyla Avrupa, oldukça farklı dönemler ve çağlardan oluşan geniş bir tarihe sahip olan bir varlıktır, fakat yine de 2000 yıldan fazla olan bu zamanın tamamını tanımlayabilecek bir şey vardır. Bu nedenle Avrupa kavramı, batı kavramından çok daha karmaşık ve çok daha derin bir kavramdır.

Peki sizce Avrupalıların Batı’ya karşı bazı panzehirleri var mı?

Avrupa elbette Batı Avrupa’ya aittir ve Batı Avrupa da, Avrupa’nın denizaşırı genişleyen kolonilere sahip olmaya başlayan ve daha sonra batıya dönüşen kısmıdır. Dolayısıyla belki bazı Batılı unsurlar da Avrupa’ya aittir.

Fakat Avrupa daha çok Avrupa’nın merkezidir. Almanya, İtalya, genellikle Batı’nın bir parçası olarak görülmezler. Yüzyıllar boyunca denizaşırı büyük imparatorluklara sahip olmadılar. Merkezi olmayan bir şekilde örgütlendiler. Sonra doğuda Slav halkları var. Yani Avrupa bunların hepsi.

Ve Batı terimi, tüm bu alan ve Avrupa’nın tüm tarihi için tek bir model olduğunu öne sürer. Avrupa aynı zamanda sanat, edebiyat, müzik ve felsefe alanındaki başarılarıyla da tanımlanır. Aynı zamanda Hıristiyanlık ve Hıristiyanlık tarihi ile de tanımlanır. Aynı zamanda antik çağlara yapılan atıflarla da tanımlanır. Yani tüm Avrupa devletleri için ortak olan ve örneğin Latince ve antik Yunan dili aracılığıyla tüm Avrupa devletleri için bir tür birleşik bilgi ve referans alanı yaratan antik Roma’daki antik Yunan kültürünün hatırası ile. Yani Avrupa’da Batı’dan çok daha fazlası var.

Ayrıca dünya düzeni kavramı açısından da büyük bir fark var. ABD iki okyanus tarafından korunuyor. Kimse onlara zarar veremez. Eğer başka bir kıyıda bir savaş yürütürlerse, bunun kendileri için hiçbir yansıması olmayacağından, hiçbir şeyin kendilerine geri dönmeyeceğinden emin olabilirler.

Avrupa’da durum böyle değildi. Avrupa var olduğu süre boyunca muazzam savaşlar yaşadı. Avrupa tarihinin en acımasız dönemlerinden biri de 17. yüzyılda Almanya’da yaşanan 30 Yıl Savaşlarıydı. Ama aynı zamanda diğer Avrupa devletlerinde de iç savaşlar vardı.

Avrupa’nın bu savaştan öğrendiği şey, değerler üzerine savaş ve dış politika yürütemeyeceğinizdi. Katoliklik ve Protestanlık meselesini dış politikanızın bir parçası, ulusal genişlemenizin bir parçası haline getirmeye başlarsanız, o zaman hiç bitmeyen savaşlar yaşarsınız.

Vestfalya sistemine işaret ediyorsunuz.

Evet, öyle. Dolayısıyla bu savaştan sonra, bu genç ulus devletlerin farklılıklarına saygı duymayı, her devletin kendi iç işlerini yönetme hakkına sahip olduğunu ve dışarıdan bir etki olmaması gerektiğini öğrendikleri Vestfalya sistemi yaratıldı.

Her devlet, nüfus sayısına ve gücüne rağmen aynı şekilde uluslararası hukukun öznesiydi ve bu oldukça büyük bir medeniyet başarısıydı, tabii ki takip eden yüzyıllarda zaman zaman tekrar kaybedildi. Ama bu oldukça farklı bir dünya düzeni kavramıydı. Çok kutupluluğu kabul eden, birbirlerine müdahale etmeyen, birbirlerinin ötekiliğini düşünmeye başlayan, çeşitli güçlerin eş zamanlı varlığını kabul eden bir dünya düzeni.

ABD ise tamamen farklı bir dünya düzeni anlayışına sahip. Her şeyden önce, bir şekilde Tanrı tarafından seçildiklerini, Tanrı tarafından kendilerine verilmiş bir kutsal misyona (manifest destiny) sahip olduklarını düşünüyorlar. Kutsal misyon kavramı, sadece daha güçlü, daha güçlü ve daha güçlü olabileceklerini düşündükleri anlamına gelir. Bu nedenle de dünyayı yönetme görevi onlara aittir. Ve onlar, vazgeçilmez bir ulus. Amerikan istisnacılığı. Bu nedenle Amerikan dış politikasının tüm tarihi, ortak olamama gerçeği ile tanımlanır. Başka biriyle ortaklık kuramazlar çünkü her zaman diğerlerinden üstün olduklarını düşünürler. Her zaman diğerlerinden daha iyi bir sisteme sahip olduklarını düşünürler.

İşte bu yüzden Amerikalılar bugüne kadar örneğin Rusya ya da Çin ile gerçekten bağlı kalacakları bir sözleşme yapmakta zorlandılar çünkü her zaman diğer ulusların, diğer devletlerin bizim sahip olduğumuz türden bir demokrasiye sahip olmadıklarını, oradaki insanların baskı altında olduklarını düşündüler.

Dolayısıyla şu anda yaptığımız sözleşme sadece bir süreliğine; çünkü bu sözleşmeyi yaptığımız devlet bizim kadar gelişmiş değil. Bizimle aynı şekilde seçilmiş değil.

Bu temelde bir trajedidir, çünkü bu kutsal misyon kavramı, istisnacılık, vazgeçilmez ulus kavramı nedeniyle ABD ortaklıklar yaratamamıştır. Avrupa ile, Almanya ile, Fransa ile, İtalya ile ortaklık kurmak yerine Avrupa’yı yavaş ama emin adımlarla bir tür sömürge statüsüne dönüştürdü. Bu aynı zamanda Amerika’nın kendisi için de bir trajedidir çünkü eğer Avrupa, Amerika Birleşik Devletleri için bir ortak olsaydı, onu olumlu yönde etkileyebilirdi. Örneğin Amerikan dış politikasının Orta Doğu’da ya da Rusya konusunda yaptığı pek çok hatayı önleyebilirdik.

Ama Amerika Avrupa’yı bir ortak olarak görmediği için bizden hiçbir şey öğrenmedi. Her zaman her şeyi zaten biliyormuş gibi davrandılar. Bu da dünyanın büyük bir bölümünü düşmanlaştıran bir dış politikaya yol açtı.

ABD’nin artık sadece savaş durumuna girmiş olan Rusya ile değil, aynı zamanda Çin ile, İran ile, giderek daha fazla Türkiye ile, muazzam savaşlar ve yıkımlar gerçekleştirdikleri Arap dünyası ile, Afrika ve Latin Amerika ile de çelişkili bir ilişkisi var. Yani dünyada ABD’nin normal bir ilişki içinde olduğu hiçbir medeniyet alanı kalmadı, Hindistan’la bile.

Bu da ABD için oldukça yıkıcı bir durum çünkü ABD dünyadaki diğer tüm büyük ulusları ya da medeniyetleri düşmanlaştırarak temelde bir tür karşı ittifak yaratmış oldu.

BRICS, ABD tarafından yaratıldı, ABD BRICS’i kurdu, bunu yapmayı amaçlamamış olsalar bile; ama BRICS temelde ABD’nin dış politikasının çocuğudur.

Yani aslında çok çok farklı iki zihniyetten bahsettiniz. Bir tarafta kutsal misyon, Amerikan istisnacılığı var, diğer tarafta ise Avrupa’nın Vestfalya sistemi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın birliği, Sovyetler Birliği’ne ve komünizme karşıydı ama aynı zamanda ABD’nin kıta üzerindeki hegemonyası ile birlikte bunu yapıyordu. Kıta üzerindeki bu hegemonyayı nasıl elde ettiler? Ya da başka bir deyişle, Avrupalılar neden Amerikalıların onları Sovyetler Birliği’ne karşı yönlendirmesine izin verdi?

Avrupa, daha önce de belirttiğim gibi, yüzyıllar boyunca bir tür güçler dengesi olarak örgütlenmişti. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu sisteme geri dönmek zor oldu. Bence Sovyetler Birliği sisteme geri dönmek isterdi çünkü Sovyetler Birliği zaten çok büyük bir ülkeydi ve kendi dışında daha fazla devleti kontrol etmek bir yüktü, özellikle de İkinci Dünya Savaşının Sovyetler Birliği’nin en kalabalık bölgelerinde neden olduğu büyük yıkımı düşünürseniz.

Dolayısıyla Sovyetler Birliği’nin Avrupa’nın büyük bir bölümünü kontrol etmek gibi bir çıkarı yoktu ve Avrupa’nın tamamını kontrol etmek gibi bir çıkarı kesinlikle yoktu. Bu, örneğin 1952 yılında Sovyetler Birliği’nin tarafsızlık için kuvvetlerini Almanya’dan çekeceği, Almanya’nın Avusturya gibi tarafsız olması halinde yeniden birleşebileceği teklifini neden yaptığını açıklayabilir. Fakat bu teklif Batı Almanya hükümeti ve Amerikalıları içeride, Rusları dışarıda ve Almanları aşağıda tutmak isteyen ABD tarafından reddedildi.

Şimdi Amerikalılar oradaydı ve başladılar. Onlar için Avrupa bir tür gegenko idi, Almanca’da böyle deriz, karşı kıyı. Yani ABD için, bir deniz gücü olarak, okyanusun karşı kıyısını kontrol etmeleri çok önemliydi ve bu Avrupa’ydı ve orada kalmak istiyorlardı.

Zihniyetlerinde, Avrupa’daki varlıklarını bir tür ganimet ya da zafer olarak görüyorlardı çünkü daha iyi bir sisteme sahip oldukları izlenimini edindiler. Ve ABD, Avrupa’dan siyasi baskı ya da dini baskı nedeniyle kaçan insanlar tarafından dolduruldu. İşte bu yüzden bugüne kadar pek çok Amerikalı Avrupa hakkında olumsuz bir izlenime sahip olmuştur. Avrupa onlar için kendileri kadar özgür ve demokratik olmayan bir yerdir. İkinci Dünya Savaşından sonra Avrupa’ya dönmek onlar için artık Avrupa’yı düzeltmek anlamına geliyordu.

Bunu gerçekten yapmadılar. Elbette Avrupa sanatına, edebiyatına ve felsefesine hayranlık duyan bazı Amerikalılar var ama genel olarak Avrupa’ya saygı duymaktan çok tepeden bakıyorlar. Onlar için Avrupa kültürünü yeniden şekillendirmek, yeniden düzenlemek sorun değildi. Ayrıca burayı birleştirmek, Sovyetler Birliği’ne karşı bir tür ittifak yaratmak istiyorlardı. Birleşik Devletler kendisini kutsal bir misyona sahip istisnai bir ulus olarak gördüğü için, Sovyetler Birliği gibi bir sosyalizm projesi ve insanlık için bir fikri olan başka bir ulus olduğunu kabul edemediler. Bu yüzden hakim olmak istediler, sanırım.

Sovyetler Birliği için Amerikalıların Avrupa kıtasındaki varlığı elbette bir tehlikeydi çünkü Rusya birkaç yüzyıl boyunca güç dengesi olduğu takdirde Avrupa ile barış içinde yaşayabileceğini tecrübe etti. Fakat arada bir Avrupa, örneğin Napolyon’un yönetiminde birleşiyor ve sonra Rusya’ya saldırıyor. Ya da Avrupa Hitler ve Nazi Almanya’sının fethiyle birleşiyor ve sonra Rusya’ya saldırıyor. Şimdi Amerikalıların Avrupa kıtasındaki varlığı bir kez daha Avrupa’nın Amerikan yönetimi altında birleşmesi anlamına geliyor. Bu da Moskova açısından bir kez daha saldırıya uğrama tehlikesini beraberinde getiriyordu. Doğu Avrupa’da bulunmalarının nedeni de buydu.

Öyle olsa bile, bunu gerçekten istemediler.

Bu da bizi Rusya’ya, yani Rusya’nın Batı ile ilişkisi sorusuna getiriyor. Sizce örneğin Rusya’nın tekrar dahil olduğu bir Avrupa güvenlik mimarisi mümkün mü? Veya Kantçı “ebedi barış” fikri mi hakim olacak? Yoksa AB sonrası Avrupa bir savaşlar kıtası mı olacak? Çünkü Avrupa, Avrupa Birliği dağılsa bile Almanya ve Fransa ekseninin ya da sadece Almanya ekseninin hakim olması mümkün. AB sonrası bir Avrupa çünkü Almanya hâlâ Avrupa’nın en büyük ekonomisi. Diğer ülkeleri yönlendirmek için çok fazla imkana sahip.

Hayır, hayır. Az önce bahsettiğim sebepten dolayı bu mümkün değil. Az önce Avrupa’nın her zaman bir güç dengesi olarak organize olduğunu söyledim. Bu da eğer Avrupa’yı yöneten tek bir güç varsa Avrupa’nın istikrarsızlaştığı anlamına gelir. Bu Avrupa için iyi değildir.

Almanya belki Avrupa’nın en güçlü ülkesi ama Avrupa’yı tek başına yönetecek kadar güçlü değil. Avrupa’nın güzelliği de bu, Avrupa’da bu kadar çok devlet var ve bunların bazıları eşit derecede güçlü: Fransa ve Almanya, İngiltere, İtalya, İspanya, hepsi birbirine benziyor, en büyükler ve birbirlerini dengeliyorlar. Bence Avrupa ancak böyle bir denge içinde yönetilebilir, bu dengenin hangi ülkeler arasında gerçekleştiği yüzyıldan yüzyıla farklılık gösterebilir.

Avrupa Birliği döneminde, bu dengeyi yeniden inşa etmenin ya da çoğaltmanın bir yolu olan Alman-Fransız ekseni vardı. Ayrıca İkinci Dünya Savaşı’nın mirası nedeniyle Almanya Avrupa’nın geri kalanında pek sevilmiyor. Almanya’nın dostları var. Çin’de, Japonya’da, Rusya’da Almanya’ya büyük saygı duyuluyor. Eğer Almanya’dan uzaktaysanız, Almanya’ya saygı duyulur. Ama yakın ülkelerdeyseniz, Polonya’da, Fransa’da, Büyük Britanya’da, Almanya’ya pek saygı duyulmuyor. Tüm bu nedenlerden dolayı Almanya Avrupa’yı birleştiremez, Avrupa’yı yönetemez ve yönetmemelidir. Avrupa kendini bu benzer güçlü güçler dengesi içinde organize etmelidir.

Sonra Rusya meselesinden bahsettiniz. Avrupa devletleri ya da bir bütün olarak Avrupa kendi çıkarını anladığı anda barış mümkünse, Rusya ile bir barışı çok hızlı bir şekilde organize etmeye başlayacaktır. Çünkü bu Avrupa’nın çıkarınadır.

Avrupa tarihine bakarsanız, Avrupa’nın barış zamanlarında güçlü, savaş zamanlarında ise zayıf olduğunu görürsünüz. ABD’de ise durum tam tersidir. ABD savaş zamanlarında güçlü, barış zamanlarında ise zayıftır. Bu yüzden Avrupa’nın barışa ihtiyacı var.

Dahası, Rusya da Avrupa’nın bir parçası. Dolayısıyla Avrupa hakkında konuştuğumuzda otomatik olarak Rusya hakkında da konuşmuş oluruz ve eğer Rusya’yı Avrupa’dan dışlarsak, bu Çin’den büyük bir bölgeyi ya da Hindistan’dan önemli bir eyaleti dışlamak gibi bir şey olur.

Dolayısıyla coğrafi olarak haritada gösterilebilecek olan kıtanın bütünlüğünün yanı sıra kültürel olarak da Rusya’yı Avrupa’nın dışına itmek, örneğin klasik müziğin büyük bir başarısını Avrupa’nın dışına itmek anlamına gelecektir. Çaykovskiy, Rahmaninov ya da edebiyat, felsefe ya da sosyalizmin mirası da Avrupa’nın bir parçasıdır. Soğuk Savaş döneminde Doğu Avrupa’nın tüm tarihi Rusya ile bağlantılıdır.

Dolayısıyla Avrupa ancak tüm Avrupa’yı kapsarsa sağlıklı ve bir geleceğe sahip olabilir. Rusya’yı dışlayan bir Avrupa kötü bir şekilde bölünmüş olacak ve muhtemelen kendi kültürel gelişimi üzerinde egemenliği olmayacaktır.

Sonra bir kez daha Batı kavramı ile Avrupa kavramı arasındaki bu ayrımın içindeyiz. Tarihte ilk kez Avrupa dışarıdan bir güç tarafından, tamamen farklı bir coğrafyada, tamamen farklı bir kıtada bulunan bir güç tarafından yönetiliyor ve bu duruma Batı deniyor. Batı denen bu yapay oluşumu devam ettirmek için Rusya’yı ve Rus kültürünü Avrupa’nın dışına ittiniz. Rus kültürünün ve Rus etkisinin, İtalyan kültürü ve İtalyan etkisi ya da İspanyol kültürü ve İspanyol etkisi gibi Avrupa’nın doğal bir parçası olduğuna dair hafızayı ortadan kaldırdınız. Eğer Batı kavramına sahipseniz, her zaman doğuda sınırlarınız olacaktır.

Fakat Avrupa kavramına bakarsak, doğuda bir sınıra ihtiyaç yoktur. Avrupa yüzyıllar boyunca bir tür güç dengesi içinde organize olduğu için, bu kavramı Avrupa sınırlarının ötesine bile genişletebilir. Ve bir dereceye kadar, Avrupa’nın benzer güçlü devletler dengesinde örgütlendiği fikri, BRICS fikrini, yani Çin, Hindistan, Rusya gibi benzer güçlü devletlerden oluşan, birbirinden tamamen farklı, ancak dünya düzeninin örgütlenmesi konusunda belirli fikirleri kabul eden çok kutuplu dünyanın tuğlaları kavramını çok iyi temsil eden bir kavramdır.

Dolayısıyla, kıtada, Avrupa’da bir ABD hegemonyası amacıyla Rusya’yı Avrupa’dan koparmamız gerektiğini söyleyebiliriz.

Evet, bu ABD’nin çıkarına. Onlar Avrupa’nın bu batı yorumunu kutsal kılmak istiyorlar. Yani bugün Batı dediğimiz şey temelde Avrupa kültürünün Amerikan yorumudur.

Amerikalıların kendileri de Avrupa’dan geldiler, dolayısıyla Avrupa kültürünün mirasını da içlerinde taşıyorlar. Fakat uzun bir süre farklı bir kıtada, farklı bir iklimde, farklı bir coğrafi durumda yaşadılar. Onlar aynı zamanda ulusları eritme kazanıdır (melting pot). Sizin Avrupa’da sahip olduğunuzdan tamamen farklı bir yaşam deneyimine ve geniş bir alana sahipler. Bu koşullar altında, ABD’ye dönüşen bu Avrupa kültürü değişti. Şu anda Amerikan kültürünün hâlâ Avrupa kökenleri var ama farklı bir şey haline geldi.

Bu yarı Avrupalı, yarı Avrupalı olmayan Birleşik Devletler kültürü, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’ya geri geldi ve Avrupa’yı dönüştürmeye, Avrupa’yı ABD ve AB’nin imajına göre yeniden şekillendirmeye başladı. Avrupa Birliği, Amerika Birleşik Devletleri’nin Avrupa’daki bir tür kopyasını yaratma girişimiydi.

Ve bu aynı zamanda Avrupa Birliği’nin hatasıdır. Avrupa Birliği’nin hatası, Avrupa Birliği’nin Avrupalı olmamasıdır. Avrupa fikir tarihiyle hiçbir bağlantısı yoktur. 19’uncu yüzyıla atıfta bulunmaz. 18’inci yüzyıla, 17’nci yüzyıla atıfta bulunmaz. Hatta antik zamanlara bile atıfta bulunmaz.

20 yıldan fazla bir süre önce Avrupa anayasası planlanırkena, bazı insanlar ünlü antik Yunan politikacı Perikles’ten bir alıntı yazmak istedi. Daha sonra bu alıntı politik olarak doğru olmadığı için kaldırıldı. Perikles belki bazı azınlıklar hakkında yanlış bir şey söylemiş olabilirdi. Perikles’i daha fazla kabul edemediler ve bu nedenle alıntı kaldırıldı. Bu size Avrupa Birliği’nin Avrupa tarihiyle olan ilişkisini gösteriyor.

Ya da Avrupa’nın banknotlarına bakın. Belki cebimde bir tane vardır. Bu çok anlamlı. İşte burada. Bu beş avroluk bir banknot. Burada bir tür bina görüyorsunuz. Bu bina gerçek değil. Yapay. Fantezi. Bu köprü de gerçek değil. Sadece bir ressam tarafından hayal edilmiş yapay bir köprü.

Yani Avrupa’nın kendi tarihi ve kültürüyle çok olumsuz bir ilişkisi var. Öyle ki kendi mimarimizi banknotlarımızda bile temsil edemiyoruz.

Yani daha Avrupalı olmak için bir kurum olarak Avrupa Birliği’nden kurtulmak gerektiğini mi düşünüyorsunuz?

Bu tabii ki tehlikeli. Şu anda sahip olduğumuz gerçekliğe bakmalıyız. Şu anda avroya sahibiz. Farklı ekonomiler arasında büyük bir karşılıklı bağlantı var. Avrupa Birliği içinde çok fazla bağımlılığımız var. Avrupa Birliği’nin çözülmesi felaket olur. Tıpkı çok fazla yoksulluk ve iç savaş yaratan Sovyetler Birliği’nin çözülmesi gibi. Dolayısıyla kimse bunu istemez.

Dolayısıyla bence bu çok karmaşık bir soru ve bu soruya verebileceğim nihai bir cevabım yok. Elbette AB’nin en azından bir tür yeniden yapılanmaya ihtiyacı var. Temelden reforme edilmesi gerekiyor. Bunun mümkün olup olmadığını bilmiyorum. Nasıl olacağını, ne olacağını belki tarih gösterecek. Belki bazı devletler AB’den ayrılmaya başlayacak. Çünkü tarih çok açık bir şekilde gösteriyor ki, kendi gerçek kimliği olmayan, sadece bağımlılıklar ve yasalar temelinde inşa edilen bir devlet çok zayıf bir varlıktır ve parçalanabilir. Ve bu AB’nin de başına gelebilir.

Elbette Avrupa Birliği gerçekten dağılırsa, bu da çok çirkin bir süreç haline gelebilir çünkü iktisadi sonuçları çok büyük olur.

Ama öyle ya da böyle, şu anda AB sonrası bir döneme doğru gittiğimizi düşünüyor musunuz?

Görüyorsunuz, şu anda dünyada BRICS’in ortaya çıkışı söz konusu. Az önce BRICS’in temelde Amerikan dış politikasının eksiklikleri, kibir ve bencilce davranışları tarafından inşa edildiğinden bahsettim.

BRICS kavramında ilginç olan şey, çok farklı medeniyetleri içermesi ve bu medeniyetlerden bazılarının aynı zamanda devlet olması. Örneğin Çin bir devlet ama aynı zamanda bir medeniyet. Hindistan bir devlet ama aynı zamanda bir medeniyet. Aynı şey İran için de söylenebilir.

Rusya söz konusu olduğunda ise durum daha karmaşıktır çünkü Rusya aynı zamanda Avrupa medeniyetinin bir parçasıdır. Bazı Ruslar bunu inkar ediyor ve hayır, biz Avrupa’ya benzer bir şekilde Avrasyalıyız diyorlar. Ama eğer Rusya’daysanız, her köşede Avrupa kültürüyle karşılaşır ve hissedersiniz. Bu yüzden Rusya’yı Avrupa’dan ayırmak gerçekten zor.

Fakat medeniyet devleti kavramı çok ilginç bir kavram ya da çok ilginç bir terim. Soru şu: Avrupa bir medeniyet devleti olabilir mi? Cevap hem evet hem de hayır.

Evet, olabilir çünkü Avrupa’nın tüm tarihi boyunca, Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra Avrupa bir şekilde birleşmişti. Avrupa siyasi olarak bölünmüştü ama kültürel olarak kilise ve Hıristiyan inancı aracılığıyla ve ayrıca Avrupa’nın pek çok farklı yerinde kurulan ve hepsi de eski tarihi, eski edebiyatı ve yazıları hatırlamaya çalışan manastırlar aracılığıyla birleşmişti.

Ve bu 1500 yıl boyunca devam etti, Avrupa ya Hıristiyanlık, din, kilise yoluyla ya da daha sonra hümanizm felsefesi, Aydınlanma ve edebiyat alışverişi yoluyla birleşti.

Örneğin, farklı Avrupalı yazarlar farklı dillerde yazıyorlardı ama sürekli birbirlerini okuyorlardı. 18. ve 19. yüzyıllarda ilk çevirinin yapılması bazen sadece aylar alıyordu. Tüm önemli yazarlar, çeviri yoluyla tanıtıldıkları diğer ülkelerde tepkiye neden oldu. Alman felsefesi sadece Almanya’yı değil, tüm Avrupa’yı etkilemiştir. Aynı şey Fransız Devrimi için de geçerlidir.

Yani Avrupa bir tür, Almanya’da rezonans odası [Resonanzraum] diyoruz, kültür tarzlarının, mimari ve resim tarzlarının kıta boyunca dalga dalga yayıldığı bir rezonans odası.

Aynı zamanda, siyasi parçalanmamız var. Bu, dünyada tektir, çünkü dünyanın diğer tüm bölgeleri farklı şekilde örgütlenmiştir. Örneğin Çin’e bakacak olursanız, çok sayıda farklı dil ve halk içermesine rağmen Çin siyasi olarak birleşmişti. Aynı şey Hindistan için de geçerlidir. Sanırım aynı şey Arap dünyası ve Rusya için de geçerli. Yani dünyanın pek çok yerinde, bir noktada bir tür siyasi birliğe sahipsiniz.

Avrupa’da ise bu hiçbir zaman gerçekleşmedi. Hiçbir zaman gerçekten gerçekleşmedi. Denemeler oldu, örneğin Napolyon denedi, garip ve acımasız fikirleriyle Hitler denedi, ama her zaman başarısız oldu.

Nihayetinde, bir tür kültürel birlikle birlikte yine siyasi parçalanmalara sahibiz. Bence bu gelecek için bir model. Eğer Avrupa bu modeli temsil edebilirse, bu aynı zamanda çok kutuplu dünyanın da bir aynası olacaktır, çünkü çok kutuplu dünyada da birbirleriyle bir tür denge içinde olan farklı güç merkezleri vardır.

Avrupa bir yandan çok kutuplu dünyanın bir kutbu haline gelebilir ve aynı zamanda kendi içinde çok kutupluluğu temsil edebilir.

Bu da bizi kitabınızın başlığının ikinci ve son kısmı olan Avrupa’nın yeniden icadına getiriyor. Avrupa kendini nasıl yeniden keşfedebilir ve Avrupa’da hangi unsurlar böyle bir enerjiye sahip?

Her şeyden önce Avrupa ile Batı arasındaki farkı anlamamız gerekiyor. Şunu anlamalıyız ki biz, son 80 yılda Avrupa’nın kendisini Batı’ya benzetmesi ya da Avrupa Birliği’nin Avrupa’yı ABD’nin bir aynası, bir tür kopyası olarak yeniden inşa etmek istemesi nedeniyle çok şey kaybettik. Bu farklılıkların farkına varmalı ve sonra da gerçekte ne olduğumuzu geri kazanmaya başlamalıyız.

Bence bu süreçler her Avrupa ülkesinde farklı bir şekilde devam ediyor. Avrupa’nın gerçekte ne olduğunu, Avrupa’nın dünyaya neler sunabileceğini ve son 80 yılda bize neler yapıldığını bir kez daha anladığımızda, bir kez daha kültür, tarih ve karmaşık bir kültür anlayışı üzerine inşa edilecek bir tür Avrupa birliği inşa etmeye başlayabileceğimizi düşünüyorum; bu birlik bir kez daha eğitim ve medeniyet konusunda bir tür ütopyaya sahip olacaktır.

21. yüzyılda büyük zorluklarla karşı karşıyayız. Örneğin yapay zeka, genetik mühendisliği gibi. Avrupa’nın da bu konuda bir şeyler sunması gerekiyor. Hümanizm ve Aydınlanma mirasına sahibiz. Dolayısıyla bir tür entelektüel söylemle başlayabiliriz, eğer gerçekten elimizden gelen her şeyi yapmamız gerekiyorsa, çünkü dünyanın diğer bölgelerinde, özellikle de Amerika Birleşik Devletleri’nde, teknoloji alanında mümkün olan her şeyi yapma eğilimi var.

Avrupa ise dünyaya farklı bir öneride bulunabilir. Teknolojiyi kontrol etmeye çalışalım. İnsanı ilk sıraya koymaya çalışalım ki teknoloji insana uyum sağlasın, tersi olmasın. Ayrıca Avrupa, yapay zeka, genetik mühendisliği ve aynı zamanda kültürün korunmasına ilişkin entelektüel tartışmaların yapılabileceği küresel bir İsviçre gibi dünyanın tarafsız bir parçası haline gelebilir. 

Avrupa 21. yüzyılda bu rolü oynamak için özel bir imkana sahiptir. Çünkü Avrupa son 500 yıldır dünyanın geri kalanını etkilemiştir. İspanyol ve Portekiz imparatorluklarının yükselişinden bu yana dünya kültürü yavaş yavaş Avrupalılaştı. Bugün Latin Amerika’daysak ve siyasi tartışmalar varsa, insanlar kendi iç farklılıklarını tartışmak için Avrupa’nın siyasi felsefesinden terimler kullanırlar. Aynı şey dünyanın diğer bölgeleri için de geçerlidir.

Dünyada sadece tek bir dünya kültürü var ve bu da birkaç yüzyıl boyunca büyük ölçüde Avrupa tarafından şekillendirildi. İşte bu nedenle Avrupa şu anda 21. yüzyılda medeniyet meseleleri hakkında, kendi geleneklerini geliştirmeye ilgi duymalarına rağmen belki de diğer medeniyetler tarafından da kabul görecek bir tartışma, buluşma ve fikir alışverişi yeri sunmak için çok iyi bir konumdadır.

Belki de gelecekte bir Çin dünya kültürü ya da bir Hint dünya kültürü, bir İslam dünya kültürü göreceğiz. Bunu dışlamıyorum. Bunu memnuniyetle karşılarım, ama bu zaman alacaktır, çünkü bölgesel kültürünüzü bir dünya kültürüne dönüştürmek istiyorsanız, sanat yaratmak zorundasınız, yaratmak zorundasınız, kitaplar yazmak zorundayız, dünyanın diğer bölgelerindeki diğer insanlar için çekici olabilecek bir felsefe, müzik yaratmak zorundasınız ve bu bir nesilde yapılamaz. Hatta iki nesilde bile yapılamaz. Zamana ihtiyacı var.

Avrupa bunu son 300, 400 yıldır halihazırda yaptı. Bu sadece Avrupa için değil, dünya için de bir tür mirastır ve korunmalıdır. İşte bu yüzden Avrupa egemen olmalı, bağımsız olmalı, çok kutuplu dünyada bağımsız bir kutup olmalı; ABD’nin bir tür eklentisi, kendisini Amerikan gözlüğüyle gören ve maalesef bugün olduğu gibi bir tür sömürge bilincine sahip bir tür Amerikan sömürgesi değil.

Dolayısıyla bugün sahip olduğumuz sömürge bilincinin üstesinden gelmeli ve gerçekte ne olduğumuzu, iyi yanlarımızla, kötü yanlarımızla ne olduğumuzu görmeye başlamalıyız.

Tabii ki Avrupa’da da pek çok kötü şey oldu. Sömürgecilikten bahsettiniz, özellikle de Batı Avrupa devletlerinden. Evet, kötü bir miras var ama aynı zamanda Avrupa dünyaya da bir şeyler verdi ve ikisini birlikte görmeliyiz, kötüyü ve iyiyi. Sadece bir tarafı görmek çok sağlıklı değil.

Peki sizce Almanya bu süreçte özel bir rol oynayabilir mi? Yani, Almanya’dan ve onun özel rolünden bahsettiğinizde bu biraz dehşet verici çünkü Almanya’nın üzerindeki tarihi yükler var. Ama yine de Almanya’nın Avrupa’da çok kutupluluk, çok kutuplu bir dünyada bir kutup olarak bahsettiğiniz şeyde öncü bir rol oynaması mümkün mü?

Evet, Almanya çok kutuplu bir Avrupa’da bir kutup olabilir. Elbette Fransa gibi, İtalya gibi, diğer önemli devletler ve bölgeler gibi ve böyle bir kutup da olmalı.

Tabii ki şu anda mevcut krizden, Ukrayna’daki savaştan en çok Almanya etkileniyor, örneğin yüksek enerji fiyatları Almanya’da bir tür sanayisizleşmeye neden oldu. Dolayısıyla bunu hissetmeye başladık.

Genellikle Almanya aktif devrimlerin gerçekleştiği bir yer değildir. Bizim devrimlerimiz, Alman Köylü Savaşı ya da 1918 Devrimiydi, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’lerin; hepsi başarısız oldu.

Almanya’da bir devrim gerçekleştiyse, bu siyasi bir devrimdi. Tabii ki faşizmin bir tür siyasi devrim olduğunu söyleyebilirsiniz, ki bu oldukça çirkindi ve elbette bizim işaret etmek istediğimiz bir şey değil.

Ama tarihe baktığınızda Almanya’dan gelen ruhsal ya da zihinsel devrimler olduğunu görürsünüz. Örneğin Martin Luther, kilisede bir reform olan Protestanlık fikrini ortaya attı ki bu da bir tür devrimdi. Ama bu daha çok zihinsel bir şeydi, aktif bir siyasi devrim değildi.

Aynı şey, kökleri Alman düşünce tarihine dayanan sosyalizm düşüncesi için de geçerliydi. Marx, sonuçta bir Alman filozofuydu. Dolayısıyla belki bu anlamda Avrupa’dan, belki Almanya’dan bir şeyler çıkabilir. Belki bazı Almanlar bir fikir sunabilir.

Ama bence diğer Avrupa ülkeleri de önemli. Fransa önemli, devrim ve eylemlilik mirasıyla. İtalya önemli, Doğu Avrupa ülkeleri önemli.

Bence sonunda Avrupa’nın çeşitli köşelerinden bir şeylerin geldiğini göreceğiz. Bir taraftan bir fikir geliyor, diğer taraftan siyasi çalkantılar geliyor. Avrupa’nın başka bir köşesinden ise makul bir reform gerçekleştirilebilir. Sonunda birbirlerine katkıda bulunacak ve yardımcı olacaklardır.

Fakat şu anda bir yol ayrımındayız. Ya Avrupa şu anki durumunda kalırsa, dünyanın önemsiz bir parçası haline gelecek; Amerika Birleşik Devletleri’nin eklentisi olarak bir rol oynayamayacak; zenginliği azalacak, nüfusu da muhtemelen azalacak; Avrupa toplumları tutarlılıklarını ve kimliklerini kaybedecek ve Avrupa dünyanın önemsiz ve yoksul bir parçası haline gelecektir.

Bugünlerde durumu görmeye ve kendimize dönmeye başladık. Bence Avrupa’da buna ilgi duyan güçler var. Sadece normal nüfus değil, aynı zamanda Avrupa’da bulunan, Almanya’da bulunan, Almanya’da Mittelstand dediğimiz, yüz veya 800 çalışanı olan küçük ölçekli fabrikalar, fakat belirli bir üründe çok uzmanlaşmış büyük işletmeler.

Yani Avrupa’da hâlâ çok fazla zenginlik var. Yani bir şeyler yapabilecek güçler var. Bence bu süreçler halihazırda devam ediyor.

Gelecekte ne olacağını göremiyorum. Bu değişimin nasıl olacağını size tarif edemem. Belki de şaşırtıcı bir şekilde gelecektir. Tıpkı 1989’daki değişimin şaşırtıcı bir şekilde gerçekleşmesi gibi. Pek çok insan duvarın önümüzdeki 20 yıl boyunca orada duracağını düşündü ve aniden, bir gecede ortadan kayboldu.

Yani tarih tamamen öngörülemez. Tarih her zaman bir sürprizdir. Eğer geleceğe dair bir tahayyülümüz varsa, bu tahayyülün kendisini %100 göstermeyeceğinden emin olabiliriz. Tarih her zaman düşündüğümüzden farklıdır.

Ama eminim ki şu anda tehlikede olan çok şey var. 2500 yıllık tarih, 2500 yıllık yükselen kültürel karmaşıklık, gelişen medeniyet. Bunların hepsi bir hiç uğruna olmamalı. Avrupa sadece Avrupa için değil, dünya için de önemli.

Ve bence tarih, edebiyat, felsefe geleneğine bir kez daha sadık kalacak bir Avrupa dünyada saygı görecektir. Yine de, sömürgecilik vahşetinin mirasına sahibiz. Ama yine de her zaman iki taraf vardır. Bu yüzden kültürel ve entelektüel bir bilinç için bir gelecek görüyorum. Avrupa için. Belki de bu mümkündür.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

“Alman sermayesinin mevcut çıkarları CDU-SPD koalisyonu ile örtüşüyor”

Yayınlanma

Yazar

Almanya’da uzun süredir sallanan SPD-Yeşiller-FDP koalisyon hükümeti (“trafik lambası”) çöktü. Çöküş, FDP’nin bütçe ve anayasal borç freni üzerine koalisyon ortaklarına bayrak açmasıyla başlamış görünüyor. Fakat Alman ekonomisinin Ukrayna savaşı ve Rusya karşıtı yaptırımların öncesinde başlayan sorunları yüksek enflasyon, enerji maliyetleri ve Çin’deki ihracat pazarındaki gerileme ile birleşince Avrupa’nın en büyük ekonomisi bir kez daha “hasta adam” olarak nitelenmeye başlandı.

Almanya’da günlük olarak yayınına devam eden sol gazete Junge Welt’in yayın kurulu üyesi Arnold Schölzel, Almanya’nın büyümesinin, Ukrayna savaşının ve sosyal harcamaların aynı anda finanse edilmesinin sonuna gelindiğini, FDP’nin keskin sosyal kesinti talebinin aslında bir sonraki federal hükümetin de programı olduğunu savunuyor.

Anayasal borç freni söz konusu olduğunda bu frenin gevşetilmesine karşı çıkar görünen CDU/CSU’nun, olası bir yeni hükümette bundan geri adım atmaya hazırlandığına işaret eden Schölzel, burada hâlâ partiler arasında nüanslar olduğunu ve bunun önümüzdeki seçim kampanyasının konularından biri olacağını düşünüyor.

Alman sermayesinin Doğu Avrupa ve Ukrayna’da çıkarları bulunduğunu kaydeden gazeteci, özellikle Doğu Avrupa’nın Alman sanayisi için bir “ucuz işgücü rezervi” olduğunu hatırlatıyor ve sermayenin savaş yanlısı politikaları desteklediğinin altını çiziyor. Dolayısıyla, Alman ekonomisinin bundan sonra toplumun militarizasyonu ile birlikte ilerlemesi kuvvetle muhtemel.

Almanya için Alternatif’i (AfD) “CDU/CSU’nun devamı” olarak gören Schölzel, Alman sermayesinin çıkarlarının bir CDU-SPD koalisyonunda yattığını düşündüğünü belirtiyor.

‘FDP BİR SONRAKİ HÜKÜMETİN PROGRAMINI İLAN ETTİ’

Anlaşıldığı üzere, Almanya’daki trafik ışığı koalisyonunun çöküşü aslında çok gecikmişti. Ukrayna savaşı ve Rusya karşıtı yaptırımların “icat ettiği” ekonomik kriz ve bu yılki Avrupa Parlamentosu ve Doğu Almanya eyalet seçimlerindeki yenilgiler, hükümetin zamanının geldiğini göstermişti. Çöküş sadece FDP ile SPD-Yeşiller arasındaki ekonomik program farklılığından mı kaynaklanıyor? Parlamentodaki partiler Almanya’daki ekonomik ve siyasi krize yönelik çözüm önerilerinde ne kadar farklılar?

Bu hükümet başından beri bir savaş hükümetiydi. ABD’nin Ukrayna’daki vekalet savaşına önemli mali kaynaklarla katıldı ve Rusya’ya karşı iktisadi bir savaş yürüttü; bu Rusya için değil ama Alman sanayii için yıkıcı sonuçlar doğurdu. Kuzey Akım 2 Baltık Denizi boru hattının muhtemelen ABD hükümeti tarafından havaya uçurulmasını kabul etti. Sonuç olarak Alman ekonomisi iki yıldır durgunluk içinde ve sanayileşmiş ülkeler arasında büyüme açısından listenin en sonunda yer alıyor. Bu durum devlet bütçesinin sınırlarını zorladı. Büyüme dürtülerinin, savaşın ve sosyal yardımların aynı anda finanse edilmesi artık mümkün değil. FDP keskin sosyal kesintiler istedi. Bunu yaparken de bir sonraki federal hükümetin politikalarını ilan ediyordu.

‘DOĞU AVRUPA ÜLKELERİ ALMAN SANAYİSİ İÇİN UCUZ İŞGÜCÜ REZERVİ’

Şansölye Scholz ve hükümetine Alman iş dünyasından gelen tepkiler de dikkat çekici. Başta sanayiciler olmak üzere sermayenin tüm sözcüleri CDU/CSU’nun yanında yer alıyor ve Donald Trump’ın dönüşünü ve Ukrayna Savaşı’nı gerekçe göstererek derhal seçimlere gidilmesini talep ediyor. Ancak konu anayasal borç freni tartışmasına geldiğinde, birlik yok gibi görünüyor. Borç freni gerçekten bu kadar önemli mi? Ukrayna’yı desteklemek, Trump’ın olası gümrük vergilerine karşı mücadele etmek ve aynı zamanda Alman ulusal borcunu azaltmak mümkün mü?

Alman sermayesi Scholz’un savaş rotasıyla hemfikirdi ve şimdi de hemfikir. Rusya ile iktisadi bağları keskin bir şekilde azalttı ve daha temkinli de olsa Çin’e karşı düşmanca bir politikayı destekliyor. Hem sanayi hem de CDU/CSU şimdi borç freninde reform yapmaya istekli olduklarını açıkladılar. Sanayi için sübvansiyonlar ve Ukrayna’ya silah sevkiyatı talep ediyorlar. Alman ekonomisinin tüm Doğu Avrupa’da olduğu gibi burada [Ukrayna] da uzun vadeli çıkarları var. Doğu Avrupa ülkeleri Alman sanayisi için bir tezgah ve ucuz işgücü için bir rezerv görevi görüyor. Alman sanayisi burayı Almanya’nın arka bahçesi olarak görüyor. Sosyal kesintilerin ne kadar derin olması gerektiği konusunda hâlâ farklılıklar var. Bu konu muhtemelen seçim kampanyasının odak noktası olacaktır.

Alman devleti ekonomik yeniden yapılanma programı ile devletin, ekonominin ve toplumun militarizasyonunu bir ve aynı şey olarak mı görüyor? Yeni askerlik yasası, zorunlu askerlik tartışmaları ve Bundeswehr’in modernizasyonu krizden çıkış yolu olarak propaganda ediliyor gibi görünüyor. Parlamentonun Silahlı Kuvvetlerden Sorumlu Üyesi Eva Högl geçtiğimiz yaz yaptığı açıklamada gençlerin Bundeswehr’de “yapıyı, yoldaşlığı ve görev bilincini” öğrendiklerini, “tüm bu niteliklerden ekonominin de yararlandığını” söyledi. Ekonomiyi militarize edecek bir planla mı karşı karşıyayız?

Evet, iktidardakiler toplumun bir bütün olarak militarize edilmesinden yanalar. Bunu oldukça açık bir şekilde söylüyorlar: Bundeswehr okullarda reklam yapmalı; Bavyera’da bunun için yeni bir yasa var. Sağlık sistemi çok sayıda yaralıyı tedavi etmek için hazırlanıyor. Alman Savaş Bakanı Boris Pistorius (SPD) bunu “savaş kabiliyeti” terimiyle özetledi. Bunun dört ila beş yıl içinde yaratılması gerekecek çünkü Rusya o zaman muhtemelen NATO’ya saldıracak. Genel olarak bu, her şeyden önce sivil hakların kısıtlandığı devletin gerici-militarist bir yeniden yapılandırılmasıdır.

‘ALMANYA’DA FAŞİZM UKRAYNA SAVAŞI İLE REHABİLİTE EDİLDİ’

İsrail’in Gazze’ye saldırısı söz konusu olduğunda AfD ve Yeşiller aynı parlamento tasarısını destekliyor. Benzer şekilde, “düzensiz göçle mücadele” söz konusu olduğunda CDU/CSU neredeyse AfD ile eşleşiyor. Tüm partiler AfD ile işbirliği yapmayı reddetse de, AfD politikalarının Alman siyasetinde “ana akım” haline geldiğini söylemek mümkün mü? Her halükarda AfD’nin Almanya’nın geleceğinde bir rol oynaması muhtemel görünüyor.

AfD, CDU/CSU siyasetinin bir devamı. Aradaki fark: Parti içinde açık faşistlere izin veriyor. CDU ve CSU 40 yıldır göçmenlere ve sığınmacılara karşı ırkçı kışkırtmalar yoluyla mücadele ediyor. AfD bunu devraldı ve genişletti: ırkçılığı artırdı ve bilinçli olarak şiddeti teşvik etti. AfD, Müslümanlara yönelik baskı ve cinayetler nedeniyle her zaman İsrail’in yanında yer almıştır. Bu durum Gazze’deki mevcut soykırımla birlikte daha da artmıştır. Yeşiller bugün en kavgacı Alman partisidir. Ukrayna savaşında Rusya’ya karşı ırkçı klişeler kullanıyorlar ve Netanyahu hükümetinin ırkçı tutumuna tamamen katılıyorlar. Yeşiller, İsrail’in politikalarına yönelik her türlü eleştiriyi antisemitizm olarak suçluyor ve bunda da başarılı oluyor. AfD’deki faşistler nedeniyle, federal düzeydeki diğer partiler arasında AfD ile çalışma konusunda hâlâ çekinceler var. Eyalet düzeyinde durum farklı; işbirliği belediyelerde işe yarıyor. Almanya’da faşizm, özellikle Ukrayna’daki savaşla birlikte rehabilite edildiğinden, AfD’nin birkaç yıl içinde federal düzeyde de kabul görmesi mümkün olabilir. Rusya ile barış için çaba gösteriyormuş gibi davrandığı sürece bu pek olası değil.

‘ALMAN EMPERYALİZMİ İÇİN DAHA FAZLA BAĞIMSIZLIĞIN KOŞULLARI YARATILIYOR’

Yukarıdaki soruyla da ilişkilendirilebilir: Egemen sınıfın içinden yükselen sesler arasında “güçlü ve kararlı bir hükümet” çığlığı önemli bir yer tutuyor. Anketler olası bir federal erken seçimde CDU/CSU’nun birinci parti olacağını gösteriyor. CDU/CSU tek başına bu “güçlü ve istikrarlı hükümet” talebini karşılayabilir mi? Alman siyaseti “siyaset dışı” aktörlere ya da kurumlara yönelmek zorunda kalacak mı?

Bir sonraki federal seçimin tarihi CDU/CSU ve SPD arasında müzakere edildi. Bu semptomatik bir durum: tüm retoriğe rağmen iletişim halindeler. Şu anki duruma göre ancak her iki partinin koalisyonu bir sonraki hükümeti kurabilir. Bence bu aynı zamanda Alman sermayesinin mevcut çıkarlarıyla da örtüşüyor. Egemen sınıf henüz içeride otoriter bir rejime kararlı değil, fakat bunun koşullarını hazırlıyor. Dış politika açısından ise henüz ABD’den kopamıyor ama AB’de ve belki de NATO’da daha güçlü bir liderlik rolü için çabalıyor. Bu aynı zamanda Alman emperyalizmi için gelecekte daha fazla bağımsızlığın koşullarını yaratmaktadır.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

‘Türk dünyası ekonomik entegrasyona hazırlanıyor’

Yayınlanma

Türk dünyasının ilk uluslararası finans kurumu Türk Yatırım Fonu, 1 Ocak 2025’te politika belgesini açıklamaya hazırlanıyor. Türk Yatırım Fonu Başkanı Büyükelçi Baghdad Amreyev’e merak edilenleri sorduk.

Finansal uluslararası işbirliği kurumu olarak oldukça yenisiniz. Ve ilk Yönetim Kurulu toplantınızı mayıs ayında yaptınız. O toplantının sonuçları ve toplantıda tartışılan stratejilerin ve kararların uygulanması için oluşturulan yol haritası hakkında bilgi verir misiniz?

Bildiğiniz gibi, Türk Yatırım Fonu’nun kurulması kararı, Türk dünyasının liderleri tarafından 2022’de Semerkant’taki zirvede alındı. Kasım 2022’de, Türk dünyasının ilk finansal mekanizması ve kurumu olan Türk Yatırım Fonu’nun kurulması için özel bir anlaşma imzalandı. Orada ben de kurucu başkan olarak atandım.

Daha sonra kuruluş anlaşmasını hazırlamaya başladık ve çok kısa bir sürede anlaşmayı ortaya çıkardık. 16 Mart 2023’te, Ankara’da Türk dünyası liderlerinin olağanüstü zirvesinde, ülkelerimizin maliye ve ekonomi bakanları, liderlerimizin huzurunda bu kuruluş anlaşmasını imzaladılar. Gerçekten tarihi bir andı.

2023 yılı sonunda parlamentolarımızda onay süreci tamamlandı ve anlaşmaya göre Fon 24 Şubat 2024’te resmen yürürlüğe girdi. Bu, bizim Fonun “doğum günü” olarak kabul ettiğimiz gündür.

O tarihten bu yana çok sayıda organizasyon tamamlandı. 18 Mayıs’ta Türk Yatırım Fonu Başkanı olarak Fonun en yüksek yönetim organı olan Guvernörler Kurulu’nun ilk toplantısını düzenledim.

Türkiye Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz da o toplantıya katıldı, değil mi?

Evet, Türkiye Cumhurbaşkanı Yardımcısı Sayın Cevdet Yılmaz da bu toplantıya katıldı ve toplantıya başkanlık etti. Bizim için büyük bir onurdu.

Toplantı oldukça başarılı geçti ve Guvernörler, Fonun kurumsallaşmasının tamamlanması da dahil olmak üzere birkaç önemli karar aldılar. Ayrıca Yönetim Kurulu’nu kurdular ve onlara temel prosedür belgelerini ve diğer gerekli eylemleri hazırlamaları için talimat verdiler. O zamandan beri, Haziran ve Ağustos aylarında, iki toplantı düzenledim ve bu toplantılarda Fonun operasyonel faaliyetlerinin başlaması için önemli kararlar aldık. Operasyonel yapının oluşturulması ve yatırım politikasının hazırlanması devam eden süreçler arasında

Yatırım politikası belgemiz hala taslak aşamasında.

Yatırım politikası hazırlanması hala devam ediyor yani.

Evet, hala devam ediyor. Bu, Fonun önceliklerini ana hatlarıyla belirleyeceği, hangi projelere odaklanacağımızı ve rolümüzün ne olacağını belirteceği için önemli bir belge.

Guvernörler Kurulu’nun ilk toplantısında Azerbaycan’dan Sayın Ramil Babayev, Fonun operasyonlarını yönetmekten sorumlu Türk Yatırım Fonu Genel Müdürü olarak atandı.

Yatırım politikası kesinleştirildiğinde ve yönetim yapısı tamamen yerleştiğinde, operasyonel faaliyetlere başlamaya hazır olacağız. 

Politika hazırlıklarınızın hala devam ettiğini anlıyorum, ancak Türk Yatırım Fonu’nun hangi temel sektörleri veya endüstrileri destekleyeceği konusunda bize bir fikir verebilir misiniz? 

Evet, önceliklerimiz oldukça açık ve bunlardan birçok kez bahsettim. Her şeyden önce, Türk Yatırım Fonu’nun birden fazla amaca hizmet ettiğini belirtmek önemli. Sadece kendi ülkelerimiz içindeki projeleri finanse etmemiz gerekseydi, yeni bir fon kurmaya gerek kalmazdı. Bunun için zaten çok sayıda fon ve bankamız var.

Ancak, Türk Yatırım Fonu sadece ülkelerimiz içindeki projeleri finanse etmek için değil, aynı zamanda uluslarımızın ekonomik entegrasyonuna katkıda bulunmak için kuruldu. Fonun temel odak noktası, ülkelerimiz arasındaki entegrasyonu ve işbirliğini teşvik eden ortak projeleri finanse etmek olacak. Bu, Türk dünyasının birliği ve ekonomik gücü için hayati önem taşıyor.

Türk dünyası için ekonomik entegrasyon kavramını biraz açabilir misiniz?

Herhangi bir siyasi veya ekonomik bloğun nihai amaçları vardır. Amacımız, Türk dünyasına hizmet etme potansiyelini birleştirmek için ekonomilerimizi bir araya getirmek. Ekonomik entegrasyon, ekonomilerimizi güçlendirmek ve ekonomik potansiyelimizi birleştirmek için birlikte çalışmak anlamına geliyor. Biz yedi ülkeyiz. Ticareti teşvik ederek, yatırımları kolaylaştırarak ve altyapı, enerji ve ulaşım gibi alanlarda ortak girişimleri destekleyerek daha güçlü ve daha birleşik bir Türk dünyası inşa etmeyi amaçlıyoruz.

“Ekonomik entegrasyon” derken tam olarak neyi kastediyorsunuz? Bu entegrasyonun bir parçası olarak ortak bir Türk para birimi veya finans altyapısından mı bahsediyorsunuz?

Ekonomik entegrasyon, en azından başlangıçta, tek bir para birimi veya birleşik bir altyapıya sahip olmak anlamına gelmez. Daha çok, özellikle enerji, ulaştırma ve KOBİ’ler gibi kilit sektörlerde, ortak projeler aracılığıyla birbirimizin ekonomilerine daha derin bir şekilde dahil olmakla ilgili.

Amacımız, Avrupa Birliği veya diğer bölgesel gruplar gibi ortak hedefler doğrultusunda çalışabilen ekonomik ve politik bir blok oluşturmak. Birbirimizin ekonomilerini desteklemeli ve tüm ülkelerimize fayda sağlayacak ortak projeler üzerinde işbirliği yapmalıyız. Bu, Türk dünyasının birliği için önemli bir koşuldur.

Fon’un Türk dünyasının eksik parçası olduğunu anlıyorum. Şimdi, bu boşluğu doldurdunuz mu?

 Türk birliği halen çok taze. Türk Devletleri Teşkilatı ve diğer ilgili işbirliği örgütleri sadece 10-15 yıl önce kuruldu. Çok kısa bir süre. Elbette zamana ihtiyacımız var. Türk Yatırım Fonu’nun bu süreci hızlandıracağından eminim.

Ekonomilerimizi daha rekabetçi ve dayanıklı hale getirmek için birlikte çalışmamız gerekiyor. Zamanla Türk Yatırım Fonu, Türk dünyasında ekonomik entegrasyonu teşvik etmek için birincil finansal araç olmayı hedefliyor.

Fonun temel önceliklerinden biri, ülkelerimize yabancı yatırım çekmektir. Bunu yapmanın iki yolu vardır: Birincisi, ulusal projeleri destekleyerek ve yabancı ortakları katılmaya teşvik etmek ikincisi ise Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası, Asya Kalkınma Bankası ve İslam Kalkınma Bankası gibi diğer uluslararası finans kuruluşlarıyla işbirliği yapmak.

Elbette, büyük projeler için kendimizi finanse edemiyoruz ancak bu finans kuruluşları projelerimize katkıda bulunmak için çok istekli.

Büyükelçi Amreyev, hem kurumlar hem de ülkeler açısından Asya’daki diğer güçlere ilişkin olumlu bir işbirliği perspektifine sahip olduğunuzu anlıyorum. Ancak aynı zamanda, bu bir tür jeopolitik zorluğu da beraberinde getiriyor. Çin, Rusya, diğer bazı komşu Avrupa ülkeleri… Türk Yatırım Fonu bu jeopolitik zorluklarla nasıl başa çıkacak? Bunu takiben, bir başka soru şu olabilir: Eğer küresel bir güç olarak yükselen Türk bloğundan söz ediyorsak ve Türk Yatırım Fonu finans sektöründe aktif bir oyuncu olmak istiyorsa, bu gerçekler göz önüne alındığında stratejinizi nasıl sürdüreceksiniz?

Yatırım fonu bir siyasi örgüt değil, bir finans kuruluşudur. Bu nedenle Türk Yatırım Fonu, günümüzün sorunlu dünyasının jeopolitik rekabetine veya zorluklarına dahil olmak durumunda değil. Evet, küresel toplumun karşı karşıya olduğu dramatik zorlukları kabul ediyoruz, ancak bunlarla başa çıkmak politikacıların işidir. Finansörler olarak rolümüz rekabetten ziyade işbirliğine katkıda bulunmaktır. İşbirliğine odaklanarak, bu küresel zorlukların bazılarını hafifletmeye ve uluslararası rekabetin yoğunluğunu azaltmaya yardımcı olabiliriz.

Bu nedenle olumlu bir rolümüz var, diğer ekonomik ve finansal kurumlarla birlikte çalışıyoruz. Yapıcı işbirliği ve ortak projeler aracılığıyla, karmaşık dünyamızdaki işbirlikçi çabaları desteklemeyi ve teşvik etmeyi amaçlıyoruz.

Öte yandan, küreselleşmenin dünya çapında rekabeti önemli ölçüde artırdığını da kabul ediyoruz. Sonuç olarak, ülkelerimiz yatırım çekmede zorluklarla karşı karşıya. Bu rekabet gerçek ve hedefimiz, ülkelerimizin bu zorlukların üstesinden gelmelerine ve daha rekabetçi olmalarına yardımcı olmak. Ekonomilerimizin büyümesini başarıyla destekleyerek, uluslarımızın rekabet gücünü artırmada önemli bir rol oynayabiliriz. Şu anda altı ülke Türk Yatırım Fonu’nun tam üyesidir: Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Macaristan. Ayrıca Türkmenistan’ın yakında yedinci tam üye olarak katılmasını bekliyoruz. Ayrıca, Türk Yatırım Fonu üye olmayan kuruluşlarla işbirliğine açık. Kuruluş anlaşmamız, gerekli koşulları karşılamaları ve şartları kabul etmeleri halinde diğer ülkelerin de katılmasına olanak tanıyor. Bu, dış ortaklarla da yapıcı işbirliğine imkan sağlıyor.

Uluslararası finans kuruluşlarıyla ilgili olarak, hepsiyle çalışmaya açığız. Zaten müzakerelerdeyiz ve çeşitli finans kuruluşlarının bizimle işbirliği yapma konusunda artan bir ilgi gösterdiğini gözlemliyoruz. Büyük finans fonları, bankalar ve kuruluşlarla çalışarak, üye ülkelerimiz içinde önemli kalkınma ve altyapı projelerine katılabiliriz.

Bu büyük finans kuruluşları işbirliğine olan ihtiyacı kabul ediyorsunuz ve bu da büyük altyapı projelerine önemli yatırımlar yapılacağı anlamına geliyor. Örneğin, özellikle Rusya-Ukrayna savaşı ışığında, Kazakistan ve Türkmenistan’da enerji altyapısını genişletmeye yönelik artan bir ilgi var ve bu da Türk dünyasının Avrupa için önemini artırıyor. Avrupa Birliği’nin Türk bölgesindeki enerji projelerine milyarlarca avro yatırım yapmayı planladığını biliyoruz. Projeler hakkında daha fazla bilgi verebilir misiniz?

Büyük altyapı projeleri maliyetlidir ve birden fazla finans kuruluşunun katılımını gerektirir. Bahsettiğim gibi, Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası ve birkaç Asya bankası bu tür bir işbirliğinin kurulması konusunda istekli. Finanse edilecek özellikle enerji sektöründe olmak üzere halihazırda boru hattında birkaç projemiz var. Kazakistan, Türkmenistan ve Azerbaycan petrol ve gaz üreticisi olsa da, şu anda bu kaynakları verimli bir şekilde taşımak için boru hatları ve elektrik hatları gibi daha fazla sınır ötesi enerji altyapısına ihtiyacımız var.

Ulaşım ağının inşası sadece üretim için değil, aynı zamanda tüketiciler için de önemli. Bu nedenle diğer uluslararası finans kuruluşlarından giderek artan bir ilgi görüyoruz. Ulusal hükümetlerimizin planları var ve Kazakistan, Türkmenistan ve Azerbaycan’ın Türkmenistan’dan Azerbaycan, Türkiye ve Avrupa’ya gaz boru hatları inşa etme girişimlerinde yer aldığını biliyorum. Ülkelerimiz ve Avrupalı ortaklarımız bu projelere büyük ilgi gösteriyor.

Türk dünyasında başka enerji projeleri de var. Örneğin, Kırgızistan’da Özbekistan ve Kazakistan’a hizmet edecek bir enerji santrali inşa etme konusunda büyük planlar var. Bu devasa altyapı projeleri halihazırda çeşitli finans kuruluşları tarafından inceleniyor ve işbirliği yapılabilecek çok sayıda alan var. Elbette, hükümetlerimizle yakından çalışıyoruz, önceliklerini, planlarını ve programlarını izliyoruz. Ayrıca, ulusal hükümetler tarafından ve zirvelerimizde ve hükümetler arası komisyonlarda alınan kararları da dikkate alarak, paydaşlarımız olan üye devletlerimizin öncelikleriyle uyumlu olduğumuzdan emin oluyoruz.

Macaristan’ın, özellikle AB başkanlığı sırasında, katkılarından dolayı Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) tarafından çok takdir edildiğini biliyoruz. Macaristan’ın Avrupa ve Türk dünyasını birbirine bağlamadaki rolü çok önemli kabul ediliyor. Aynı zamanda Macaristan, Türk Yatırım Fonu’na önemli miktarda parasal katkıda bulunduğunu resmen açıkladı. Bu konuda daha fazla bilgi paylaşır mısınız?

Evet, bu bir sır değil. Fon başlangıçta beş üye ülke tarafından kuruldu ve ardından Macaristan eşit payla katıldı. Her ülke 100 milyon dolar katkıda bulundu ve fonun başlangıç ​​sermayesi 600 milyon dolar oldu. Daha önce de belirttiğim gibi, bu başlangıç ​​sermayesi önümüzdeki yıllarda fonu diğer uluslararası finans kuruluşlarıyla işbirliği için daha rekabetçi ve çekici hale getirmek için önemli ölçüde artırılacak.

Fondaki paylar her zaman eşit olarak kalacak mı?

Şart değil. Başlangıç ​​sermayesine eşit paylarla katkıda bulunuldu, ancak ek sermaye daha sonra kararlaştırılabilir ve şüphesiz aynı dağılımı takip etmeyecektir. Macaristan’a gelince, diğer üyelerle aynı payla tam üye olarak katıldı. Macaristan’ın 2018’de Türk Devletleri Örgütü’ne katılmasından bu yana Türk işbirliğinde çok yapıcı bir rol oynadığını söylemeliyim. Macaristan, diğer TDT üye devletleriyle birlikte tüm işbirliği mekanizmalarına aktif olarak katılıyor. Yakın zamanda, Macaristan’ın fona katılımını kesinleştirdiğimiz ve onları tam üye yaptığımız Budapeşte’deydim. Macaristan, Türk dünyasını Avrupa’ya ve Avrupa Birliği ile Türk Devletleri Teşkilatı arasında bağlamada gerçekten vazgeçilmez bir rol oynuyor. Macaristan’ın rolünü takdir ediyoruz ve gelecekte büyümeye devam edeceğine, yalnızca Türk dünyasının entegrasyonuna değil, aynı zamanda AB ile daha yakın işbirliği yoluyla küresel entegrasyonuna da katkıda bulunacağına inanıyorum.

Fona katkıları açıklığa kavuşturmak için soruyorum, her ülke ne kadar ödeyecek? Örneğin, Türkiye’de, Türkiye’nin Kazakistan ve Türkmenistan’daki enerji altyapısı ve boru hatları gibi projeler için devlet fonu sağlayıp sağlamadığı tartışılıyor. İnsanlar, başka ülkelerdeki projeler için hazineden ne kadar rakam ödeneceğini merak ediyor.

Herhangi bir uluslararası finans kuruluşunda olduğu gibi, proje finansmanı ve önceliklendirmeyle ilgili tüm kararlar Yönetim Kurulu tarafından verilecek. Her ülkenin çıkarları ve katkıları dikkate alınacak ve burada “kaybeden” olmayacak, sadece “kazanan” olacak. 

Bu önemli röportaj için çok teşekkür ederim, Sayın Büyükelçi. Hala birçok sürecin devam ettiği anlaşılıyor, ancak şimdilik bize bir manşet verebilir misiniz? Yakın gelecekte dünyanın hangi bölgesinin Türk Yatırım Fonuyla büyük ölçekli projelerde işbirliği yapma olasılığı en yüksek? Avrupa, Asya, Rusya veya Körfez ülkeleri mi olacak? Türk Yatırım Fonu işbirliklerinde en büyük sürpriz ne olacak?

Öncelikle Türk Yatırım Fonu yeni kurulmuş bir finans kuruluşudur ve 1 Ocak 2025’te operasyonel faaliyetlerimize başlayacağız. Avrupa, Asya, İslam dünyası ve Arap dünyasındaki finans kuruluşlarıyla yakın temas ve müzakereler içindeyiz. Onlar tarafından güçlü bir ilgi görüyoruz ve onlarla ilişkilerimizi geliştirmek için eşit derecede istekliyiz.

Bence en büyük sürpriz, üye devletlerimiz içinde Türk bölgesinde elde edeceğimiz başarı olacak. Ülkelerimizin ekonomik kalkınmasına katkıda bulunmaya ve ortak projeler üzerinde birlikte çalışan girişimcileri desteklemeye ciddi şekilde kararlıyız. Onları desteklemek ve Türk ülkeleri ve şirketleri arasında daha fazla ortak girişim teşvik etmek için buradayız.

Söylediğim gibi, nihai hedef, daha birleşmiş bir Türk dünyasının temeli olacak Türk ülkeleri arasında daha fazla ekonomik entegrasyona katkıda bulunmaktır. Bu bizim temel amacımız.

Büyükelçi Bağdat Amreyev, bu diplomatik röportaj için teşekkür ediyorum. Türk Yatırım Fonu’nun politikaları, yatırımları ve projeleri resmi olarak başlatıldığında 1 Ocak’tan sonra daha fazlasını duymayı dört gözle bekliyoruz.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English