Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Emmanuel Todd: Üçüncü Dünya Savaşı başladı

Yayınlanma

Editörün notu: Aşağıda Sercan Genç’in çevirisi ile verdiğimiz söyleşi, 12 Ocak 2023 tarihinde Alexandre Devecchio imzası ile Le Figaro’da yayınlandı. Fransa’nın önemli entelektüellerinden olan tarihçi ve antropolog Emmanuel Todd, Üçüncü Dünya Savaşı’nın başladığını düşünüyor. Todd, sanılan aksine yalnızca Rusya’nın değil, NATO kampının da bir ‘varoluş savaşı’ verdiğini savunurken, Ukrayna’nın yanı sıra Rusya’nın da, özellikle ekonomik yaptırımlara direnç bağlamında, beklentilerin ötesine geçtiğini söylüyor. 20 yıl önce yazdığı “İmparatorluktan Sonra: Amerikan Düzeninin Çöküşü” kitabında ABD liderliğindeki uluslararası düzene yönelik eleştirel bakışını sergileyen Fransız yazar, ekonomik yaptırımlara karşı Rus direncinin Amerikan emperyal sistemini uçuruma sürüklediğini vurguluyor. Todd’a göre, Rusya Çin’in desteğini almayı sürdürürken Avrupa ekonomisini tüketmeyi başarırsa, bu durumda ABD’nin dünyadaki parasal ve mali kontrolü çökecek. Todd, ABD’nin de tıpkı Rusya gibi artık bu savaştan çekilemeyeceğini ve taraflardan biri çökene kadar ‘bitmeyen bir savaş’ın içinde bulunduğumuzu ileri sürüyor.

***

Alexandre Devecchio, 12 Ocak 2023

Emmanuel Todd bu savaşın Rusya ile Ukrayna arasındaki askeri karşılaşmanın ötesinde, liberal Batı Devletleri ile tutucu ve otoriter bir bakış açısına sahip olan Dünyanın geri kalan ülkelerini ideolojik ve kültürel olarak karşı karşıya getirdiği konusunda ısrar ediyor. Kendisine göre bu durumun soyutlanan ve yalnız kalan tarafları düşünüldüğünden çok daha farklı. Antropolog bugüne kadar konu ile ilgili görüşlerini yalnızca Japonya halkı ile paylaşıyordu ve hatta bu konuda takımadada kışkırtıcı başlığa sahip bir deneme bile yayınladı: Üçüncü Dünya Savaşı çoktan başladı. Yazar Le Figaro için ikon karşıtı tezini detaylandırdı ve Ukrayna’nın askeri anlamda direnmeye devam etmesinin Rusya’nın ekonomik olarak ezileceği anlamını taşımadığının altını çizdi. Kendisine göre bu durum çatışmanın sonucunu belirsiz kılan çifte bir sürpriz…

“Üçüncü Dünya Savaşı çoktan başladı” neden bu başlık?

Çünkü bu bir gerçek, Üçüncü Dünya Savaşı başladı. Evet, “küçük” bir şekilde ve iki sürprizi beraberinde getirerek başladı. Savaşın başında Rusya ordusunun çok kuvvetli olduğu ve aksine ekonomisinin zayıf olduğu fikri ile yola çıkıldı. En başta düşünülen Ukrayna’nın askeri olarak, Rusya’nın ise ekonomik olarak ezileceğiydi. Hâlbuki bunun tersi gerçekleşti. Ukrayna topraklarının yüzde 16’sını kaybetmiş olsa bile askeri olarak ezilmedi; Rusya da ekonomik anlamda ezilmedi. Sizinle konuştuğum şu an itibariyle, savaşın başlangıcından itibaren ruble dolar karşısında yüzde 8 ve avro karşısında ise yüzde 16 değer kazandı.

Öyleyse burada bir yanılmaca olduğundan bahsedebiliriz. Fakat her ne kadar askeri anlamda yaşanan şiddet önceki dünya savaşlarına göre zayıf kalsa da belirli bir bölge içerisinde yer alan bir savaşın, sırtını Çin’e dayamış olan Rusya ile genel anlamda Batı ülkeleri arasındaki küresel bir ekonomik karşılaşmaya dönüştüğü ve bir dünya savaşı halini aldığı yadsınamaz bir gerçek.

Biraz aşırıya kaçmıyor musunuz? Batı doğrudan doğruya askeri anlamda bir taraf değil…

Yine de silah tedarik ediyoruz. Her ne kadar kendimizi göstermesek de Rusları öldürüyoruz. Fakat biz Avrupalılar savaşta özellikle ekonomik olarak taraf oluşturuyoruz. Öte yandan gerçek anlamda savaşta olduğumuzun farkına kıtlıklar ve enflasyon sayesinde varıyoruz.

Putin savaşın başında sosyal ve tarihi anlamda çok büyük anlam taşıyan büyük bir hataya imza attı. Savaş öncesinde Ukrayna üzerine çalışan kişiler bu ülkeyi yeni doğmakta olan bir demokrasi olarak değil de gelecekte “failed state” olarak anılabilecek dağılma halinde bir toplum olarak görüyorlardı. Bağımsızlığını kazandığından itibaren ülkeden ayrılan Ukrayna sakinlerinin sayısının 10 milyon mu yoksa 15 milyon mu olduğu merak konusuydu. Bu konu hakkında halen de kesin konuşmak mümkün değil çünkü gerçeklerden korkan bir toplumun alışılmış emarelerinden biri olarak Ukrayna’da 2001 yılından bu yana nüfus sayımı yapılmadı. Benim fikrim Kremlin’in parçalanma halinde olan bu toplumun ilk şokta yıkılacağı, hatta ve hatta “Hoş geldin aziz Rusya” diyeceği yönündeydi. Fakat aksine parçalanma halinde olan bir toplumun savaş esnasında dış güçler tarafından askeri ve finansal olarak desteklenmesi durumunda yeni bir denge kurabileceği ve hatta yeni bir ufuk ve umut sahibi olabileceği gerçeği ortaya çıktı. Ruslar bu durumu öngöremezdi. Kimse öngöremezdi.

Fakat parçalanma halinde olan toplum gerçeğine rağmen Rusların, Ukrayna halkının milli duygularını ve Avrupalıların Ukrayna’ya yönelik desteğini küçümsediğinden bahsedebilir miyiz? Hatta sizin de küçümsediğiniz söylenebilir mi?

Var olan eski verilere dayanarak küçük Rusya’nın aile sisteminin Büyük Rusya’nın toplumsal yapısından farklı olarak çekirdeksel bir yapıda olduğunu söyleyebilirim. Evet, bundan eminim fakat Ukrayna savaş sırasında ve öncesinde dış göçe maruz kaldı. Bu göç ve hali hazırda ülkede yaşayan vatandaşların duruşu sonucu ortaya çıkan bazı sosyal değişimler ve geniş toplum hareketleri sonucunda Ukrayna’da nasıl bir dönüşüm olduğundan bahsedemem. Bu konuda yorum yapmanın erken olduğunu düşünüyorum.

Karşılaştığım çelişkilerden birisi şu; Rusya’yı anlamakta hiçbir güçlük çekmiyorum. Bu konuda benim batıya ait çevremle uyumsuzluk içerisindeyiz. Aynı zamanda insanların heyecanını da anlayabiliyorum. Soğuk bir tarihçi olarak konuşmak benim için de zor. Fakat Vercingetorix’i Alesia’ya hapseden ve sonrasında zaferini kutlamak adına Roma’ya götüren Jules Sezar’ı düşününce, kimse Romalıların kötü olabileceğini veya değer yargılarının yetersiz olup olmadığını tartışmıyor. Bugün tüm bu coşku ile ülkemin yanında saf tutarak Rus ordusunun Ukrayna’ya girişini, bombalamaları, ölümleri, enerji altyapılarının imha edilmesini ve soğuktan ölen Ukraynalıları düşünebiliyorum. Fakat benim açımdan Putin’in ve Rusların davranışları gayet kolay bir şekilde okunabilir ve size nasıl olduğunu anlatacağım.

Savaşa hazırlıksız yakalandığımı ve beklemediğimi söyleyerek başlayabilirim. Bugün itibariyle Amerikalı realist jeopolitik uzmanı John Maersheimer’in analizini paylaşıyorum. Kendisi şu tespitte bulundu: en azından 2014 yılından beri NATO askerlerinin (Amerikalı, İngiliz ve Polonyalı) himayesi altında bulunan bir Ukrayna ordusu NATO’nun da fiili bir üyesi haline gelmişti ve Rusya NATO üyesi bir Ukrayna’ya asla tahammül etmeyeceğini açıkça belirtmişti. Öyleyse yine aynı Ruslar (Putin’in de saldırıdan bir gün önce belirttiği gibi) kendi bakış açılarına göre önlem almak amacı ile bir savunma savaşı başlattılar. Mearsheimer’ın altını çizdiği başka bir konu ise Rusların çektiği zorluklardan mutlu olmamamız gerektiği. Çünkü bu savaş onlar açısından bir varoluş meselesi haline geldiğine göre ne kadar zorluk çekerlerse bir o kadar şiddetli şekilde vurmaya devam edeceklerdir. Sanırım bu analiz doğrulanabilir. Mearsheimer’in analizine bir eleştiri bir de ekleme yapmak isterim. Bu savaş aynı zamanda Birleşik Devletler adına da bir varoluş meselesi haline geldi. Artık en az Rusya kadar çatışmanın bir parçası haline geldiler ve geri dönüşleri yok. Bu yüzden de artık sonu gelmeyecek bir savaşta olduğumuzu söyleyebiliriz. Bu öyle bir karşılaşma ki, sonucunda taraflardan biri çöküş yaşayacaktır.

Peki sizce hangi taraf?

Ekleme yapmak istediğimi belirtmiştim: Mearsheimer’in Ukrayna’nın fiili olarak NATO üyesi olduğunu söylemesi bence yeterli değil. Almaya ve Fransa NATO’nun azınlık ortakları olmalarına rağmen Ukrayna’da askeri anlamda ne olup bittiğinden haberdar değillerdi. Hatta Fransız ve Alman hükümetleri saflıklarından ötürü birçok eleştiri aldılar çünkü bir Rus istilasına ihtimal vermiyorlardı. Daha doğrusu Amerikalıların, İngilizlerin ve Polonyalıların Ukrayna’ya geniş bir savaş imkânı sunabileceklerini bilmiyorlardı. NATO’nun şu anki temel ekseni Washington-Londra-Varşova-Kiev’dir.

Şimdi de eleştirime geçeceğim: Mearsheimer iyi bir Amerikalı olarak ülkesine aşırı değer biçmektedir. Onun bakış açısına göre Ukrayna savaşı Ruslar için bir var olma savaşı iken Amerikalılar için diğerlerinden farkı olmayan bir iktidar “oyunudur”. Vietnam, Irak ve Afganistan’ın ardından yeni bir bozgun daha… Ne önemi olabilir ki? Amerikan jeopolitiğinin mantığı şu temele dayanmaktadır: “Nasıl olsa iki okyanus arasında güvende olduğumuzdan ötürü başımıza bir şey gelmeyeceğinden istediğimiz her şeyi yapabiliriz”. Amerika için hiçbir şey varoluşsal olamaz. Bu analiz eksikliğinin sonucunda Biden bugün kaçanların en önünde yer almaktadır. Amerika yorgundur. Rus ekonomisinin direnmesi Amerikan emperyal sistemini felakete sürüklemektedir. Hiç kimse Rus ekonomisinin NATO’nun “ekonomik gücü” karşısında ayakta kalacağını öngörmemişti. Hatta bence Ruslar bile bunu tahmin etmemişlerdi.

Rusya ekonomisi yaptırımlara süresiz olarak direnerek Çin tarafından desteklenmeye devam ederken, Avrupa ekonomisini tüketmeyi başarabilirse, dünyadaki Amerikan parasal ve mali kontrolleri çöker ve ABD’nin devasa ticaret açığını finanse etme olasılığı da ortadan kalkmış olur. İşte bu sebepten dolayı savaş, Birleşik Devletler için bir var oluş meselesi haline gelmiştir. Artık en az Rusya kadar çatışmanın bir parçası haline geldiler ve geri dönüşleri yok. Bu yüzden de artık sonu gelmeyecek bir savaşta olduğumuzu söyleyebiliriz. Bu öyle bir karşılaşma ki, sonucunda taraflardan biri çöküş yaşayacaktır. Çinliler, Hindistanlılar ve Suudiler bu durumdan büyük sevinç duymaktadırlar.

Fakat gene de Rus ordusu çok kötü bir durumda gibi duruyor. Bazıları rejimin yıkım aşamasında olduğunu bile öngörmekte. Siz bu kanıda değil misiniz?

Hayır, Rusya’da en başlarda bir tereddüt veya bir kandırılma hissinin oluştuğunu söyleyebiliriz.  Fakat şu anda Ruslar savaşta yerlerini sağlam bir şekilde aldılar ve Putin kimsenin fikrinin olmadığı bir şeyden yararlanıyor. 2000’li yıllar yani Putin yılları Ruslar için dengeli ve normal olarak nitelendirebileceğimiz bir hayata geri dönüş yılları oldu. Bence Macron Fransızlar için bunun tam tersini yani öngörülemez ve tehlikeli bir Dünyaya açılan kapıyı temsil ediyor. Ve bu durum korkuyu da beraberinde getiriyor. 90’lı yıllar Rusya için daha önce hiç benzeri görülmemiş kadar acılı bir dönem oldu. Ardından gelen 2000’li yıllarda Ruslar normal bir hayata geri dönebildiler ve bunu yalnızca hayat seviyesi anlamında söylemiyorum: cinayet ve intihar oranlarının aşırı azaldığına ve özellikle de benim için en değerli göstergelerden biri olan çocuk ölümü oranlarının eridiğine ve hatta Amerika’daki oranların bile altına indiğine şahit olduk hep beraber.

Rusların düşünce yapısına göre Putin (kuvvetli ve dini olarak) bu istikrarı temsil ediyor. Ve temel olarak, sıradan bir Rus vatandaşı bugün ülkesinin başkanının bir savunma savaşı verdiğine inanıyor. En başlarda yapılan hataların farkındalar fakat sonrasında gelen ekonomik hazırlık döneminin sonunda güvenlerinin arttığını söyleyebiliriz. Bu güven Ukrayna’ya karşı artmıyor, yanlış anlaşılmasın. Ukraynalıların savunması Rus halkı için anlaşılabilir (çünkü onları kendileri gibi cesur görüyorlar, bir batılıdan bu şekilde direnmesini beklemezler) fakat onların güveni özellikle “Batı birliğine” veya “Amerika ve uyruğundaki ülkelere” karşı artmakta. Rus rejiminin esas önceliği sahada askeri bir zafer kazanmak değil, son 20 senede kazanılan sosyal istikrarı kaybetmemek.

Bu yüzden söz konusu savaşı ekonomik bir şekilde yürütüyorlar, aslında buna erkek tasarrufu adını da verebiliriz. Rusya, kadın başına denk gelen 1,5 çocuk ortalaması ile var olan demografik sorununu henüz çözebilmiş değil. Bundan beş sene sonra belli yaş gruplarında boşluklar oluşmaya başlayacak. Bence bu savaşı 5 sene içerisinde kazanmalı veya kaybetmeliler. Bir dünya savaşı için normal bir süre.

Bu yüzden kısmi bir savaş ekonomisi yaratarak söz konusu savaşı ekonomik bir şekilde yürütüyorlar ve aynı zamanda erkeklerini de korumak arzusundalar.  Kharkiv ve Kiev’in ardından Kherson bölgesinden de geri çekilme operasyonu bu bakış açısı ile daha fazla anlam kazanıyor. Bizler Ukrayna’nın geri aldığı birkaç kilometre karenin hesabını yaparken Ruslar bu sırada Avrupa ekonomisinin çöküşünü bekliyorlar. Ruslar açısından ana cephe biziz. Tabi ki yanılabilirim ama ben Rusların davranışlarının akla dayandığı ve sert olduğu, bu yüzden de öngörülebilir olduğu kavramı ile yaşıyorum. Bilinmeyenleri başka yerde aramak gerekir.

Rusların bu çatışmayı bir “savunma savaşı” olarak algıladıklarını belirttiniz fakat kimse Rusya’yı işgal etme girişiminde bulunmadı. Ve bugün itibariyle savaşın bir sonucu olarak NATO, doğuda kendisine katılmak isteyen Baltık ülkeleri arasında hiç olmadığı kadar popüler hale geldi.

Sorunuzu cevaplamak adına size coğrafi – psikolojik bir çalışma öneriyorum. Geriye doğru zum yaparak uzaklaşacağınız bir çalışma. Eğer Ukrayna haritasına bakarsanız, Rus birliklerinin Kuzey, Doğu ve Güneyden giriş yaptıklarını fark edersiniz… Bu şekilde bakıldığında durum kesinlikle bir Rus istilası olarak görülecektir. Fakat geriye doğru zum yaparak uzaklaştıkça farklı bir dünya ortaya çıkacaktır. Diyelim ki Washington’u görene kadar uzaklaşalım. Buradan NATO’nun top ve füzelerinin çok uzaklardan savaş sahasına yöneldiğini fark edersiniz ve bu durum savaştan çok daha önce başlamıştı. Bahmut Washington’a 8400 kilometre mesafede olabilir fakat Rus sınırına 130 kilometredir. Yalnızca basit bir harita okuması sonucunda “Evet, bu Ruslar açısından bir savunma savaşıdır” hipotezi anlaşılabilir. 

Size göre Rusya’nın savaşa girmesi Amerika Birleşik Devletleri’nin göreceli çöküşü ile açıklanabilir mi?

2002 yılında yayınladığım İmparatorluktan sonra isimli kitabımda Birleşik Devletlerin uzun sürecek olan çöküşü ve Rusların kuvvetli günlerine geri dönüşünü ele almıştım. 2002 yılından beri Amerika başarısızlık üstüne başarısızlık yaşayarak geri çekilmeye devam ediyor. Amerika Birleşik Devletleri Irak’ı işgal etti fakat sonrasında ülkeyi İran’a teslim ederek onları Orta Doğunun en önemli aktörü haline getirdi. Afganistan’dan kaçtılar. Ukrayna’nın Avrupa ve Birleşik Devletlerin uydusu haline getirilmesi de batının beklediği canlılığı sağlamadı. Aksine 1990’lı yıllarda ortaya atılan ve sonrasında Polonya ve Baltık ülkelerindeki Rus karşıtı bir karaktere bürünen hareketin tükenmesine yol açtı. Hal böyle olunca, Amerikalıların içinde bulundukları geri çekilme bağlamında Ruslar nihayet yeterli teknik kapasiteye sahip olduklarına inanarak Ukrayna’yı dize getirmeye karar verdiler.

Eğer Brzeziński okursanız (Büyük Satranç tahtası), Amerikan imparatorluğunun İkinci Dünya savaşı sonunda bugün halen en büyük koruyucuları olan Almanya ve Japonya’nın fethedilmesi ile kurulduğunu görürsünüz. Amerikan sistemi geriye çekildikçe bu koruyucu ülkelerin elit sınıfı üzerine gittikçe fazla yük biniyor (buraya tüm Avrupa ülkelerini dâhil ediyorum). Bu durumda ulusal özerkliklerini yitirecek olan (veya çoktan yitirmiş olan) ilk toplumlar İngiliz ve Avustralyalılar olacaklardır.

İnternet, İngiliz dünyasının içerisinde Birleşik Devletler ile öyle yoğun bir insani etkileşim ortamı yarattı ki tüm üniversitelerin elit tabakası, medya önündeki kişilikler ve sanatçılar bu ortamın birer eki haline geldiler. Avrupa kıtası üzerinde ulusal dillerimiz sayesinde her ne kadar biraz korunaklı olsak da özerkliğimizi çok süratli bir şekilde kaybettiğimiz bir gerçek. Irak savaşını ve Chirac, Schröder ve Putin’in savaş karşıtı düzenledikleri ortak basın toplantısını hatırlayalım…

Birçok araştırmacı Rusya’nın İspanya ile aynı gayrisafi milli hasılaya (GSMH) sahip olduğunun altını çiziyor. Rusya’nın ekonomik gücünü ve direnme kapasitesini gereğinden fazla büyütmüyor musunuz? 

Savaş olayları tüm keskinliği ile açığa vurduğundan bir siyaset ekonomisi sınavına dönüştü. Rusya ve Beyaz Rusya’nın GSMH’si Batı ülkelerinin kinin yüzde 3,3’üne denk geliyor ki (Birleşik Devletler, İngiliz dünyası, Avrupa, Japonya ve Güney Kore) bu çok küçük bir oran.  Bu GSMH’nin nasıl olur da halen dayanmaya ve füze üretmeye devam ettiğini sorgulayabiliriz. Sebep şu ki GSMH kurgusal bir üretim ölçümü. Amerikan GSMH’sinden fazladan faturalandırmış sağlık harcamalarını, avukatlar tarafından “üretilmiş olan zenginliği”, dünyanın en dolu hapishanelerini ve senelik ortalama 120.000 dolar maaş alan, sayıları 15 ila 20.000 arasında değişen ekonomistleri “üreten” yanlış tanımlı finansal hizmet sektörünü çıkarırsanız, bu GSMH’nin büyük bir çoğunluğunun hava gazı olduğunu fark edersiniz. Savaş bizleri gerçek ekonomi ile yüzleştirir ve bir ulusun gerçek zenginliğini, üretim kapasitesini ve doğal olarak da savaş kapasitesini anlamamızı sağlar.

Rus ekonomisini materyal değişkenlerden bahsederek değerlendirebiliriz. 2014 yılında Rusya’ya karşı ilk önemli büyük yaptırımları uygulamaya başladık fakat bunun üzerine Ruslar buğday üretimlerini arttırarak 2020 senesinde 40 milyon tondan 90 milyon tona çıkardılar. Diğer yandan neoliberalizmin bir sonucu olarak Amerika’nın buğday üretimi 1980 ve 2020 yılları arasında düşüş göstererek 80’den 40 milyon tona geriledi. Yine aynı şekilde Rusya en büyük nükleer santral ihracatçısı durumuna geldi. 2007 yılında Amerikalılar stratejik rakiplerinin çok kötü olan nükleer durumundan bahsederek Birleşik Devletlerin Rusya’ya kesinlikle altından kalkamayacağı bir saldırıda bulunabileceği hayalinden bahsediyorlardı. Bugün ise Ruslar hipersonik füzeleri sayesinde nükleer olarak da üstünlüğü sağlamış durumdalar.

Böylelikle Rusya’nın gerçek bir uyum kapasitesi olduğu ortaya çıkıyor. Biliyorsunuz, merkezi ekonomilerle dalga geçmek istediğimizde onların ne kadar katı olduklarını vurguluyoruz ve kapitalizmi savunurken ve yüceltirken esnekliği ile övünüyoruz. Doğru aslında. Bir ekonominin esnek olabilmesi için bir pazara ve parasal ve maddi bir işleyişe ihtiyaç var. Fakat bundan daha da önce elinden bir iş gelen faal bir topluma ihtiyaç var. Şu an itibariyle Birleşik Devletler Rusya’nın iki katından daha da fazla bir nüfusa sahip (öğrenim yaşlarında ise bu oran 2,2). Bu yaşlardaki yüksek eğitime dâhil genç grubunu ele aldığımızda Birleşik Devletlerde mühendislik okuyanların oranı yüzde 7 iken Rusya’da bu oran yüzde 25. Bu demektir ki Rusya bahsi geçen grupta 2,2 katı az bir nüfusa sahip olmasına rağmen yüzde 30 daha fazla mühendis yetiştirebiliyor. Birleşik Devletler ise bu boşluğu büyük çoğunluğu Hindistanlı ve Çinlilerden oluşan yabancı öğrenciler ile kapatmaya çalışıyor. Fakat bu da kesin ve devamlı bir kaynak değil. İşte bu Amerikan ekonomisinin temel ikilemi: Çin ile ancak Çin’den vasıflı işgücü ithal ederek başa çıkabiliyorlar.

Ben bu noktada denge noktası kavramını öneriyorum. Rus ekonomisi pazarın işleyiş kurallarını kabul etti (hatta bu kuralların korunması Putin’in bir takıntısı). Fakat yine de bunda Devletin çok büyük bir rolü var ve bunu yaparken aynı zamanda esneklikle yetiştirdiği mühendislerin askeri ve sanayi anlamda gerekli uyumu sağlamalarını başarabiliyor. 

Size göre bu savaş yalnızca askeri ve ekonomik bir savaş değil fakat aynı zamanda kültürel ve ideolojik bir savaş…

Burada bilhassa bir antropolog olarak kendimi ifade ediyorum. Rusya’nın geçmişinde daha yoğun ve toplumsal ailevi yapılar oldu ve bu döneme ait değerlerden bazıları bugün halen yaşamaya devam ediyor. Burada bizim hayal edemediğimiz ve aile-ulus bilinçaltı tarafından beslenen bir Rus yurtseverlik hissi var. Batılı gazeteler trajik anlamda o kadar komikler ki durmadan şunu söylüyorlar: “Rusya yalnız kaldı, Rusya yalnız kaldı”. Fakat Birleşmiş Milletler oylarına baktığımızda dünyanın %75’inin Batı’yı takip etmediğini görüyoruz ki geriye çok küçük bir oran kalıyor. Bir antropolog olarak dünya haritasını bir taraftan The Economist (yani İngiliz dünyası ve Avrupa) tarafından yayınlanın en iyi demokrasi seviyesine sahip ülkeler sıralamasına ve diğer taraftan Rusya, Arap dünyası, Çin ve Afrika arasındaki en otoriter ülkeler sıralamasına göre açıklayabilirsiniz. Fakat bu çok sıradan bir açıklama olacaktır bir antropolog için. “Batı” ve çevresinde ikili ebeveyn sistemine sahip çekirdek aile yapısı olan yani çocuğun sosyal statüsünün tanımında dişi ve erkeğin ebeveyn olarak eşit olduğu ülkeler bulursunuz. Diğer yanda ise Afrika-Avrupa-Asya’da büyük bir kitle olarak topluluk halinde ve babasoylu aile sistemleri vardır. Medyamızın siyasi değerler çatışması olarak tanımladığı bu savaşın, daha derin bir düzeyde antropolojik değerler çatışması olduğunu fark ediyoruz aslında. İşte bu karşılaştırmayı tehlikeli kılan da bu bilinçsizlik ve derinliktir.

(Çeviren: Sercan Genç)

DÜNYA BASINI

Şam’a giden yollar

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz makale, Tariq Ali’nin Suriye Arap Cumhuriyeti’nin çöküşünün hemen ardından New Left Review için kaleme aldığı sıcak değerlendirmeleri içeriyor. Ali, Ortadoğu’daki son gelişmelerin İsrail ve ABD için jeostratejik bir zafer, Arap dünyası için ise ağır bir yenilgi olduğu tespitini yapıyor. Yine, bölgedeki rejim değişikliklerinin nihai hedefinin İran’ı zayıflatmak ve silahsızlandırmak olduğunun altını çizerken, Esad’ın gidişini de bu resmin içine yerleştiriyor ve yaşananları bölgenin ABD ve İsrail’in stratejik çıkarlarına uygun biçimde yeniden dizayn edilmesi olarak okuyor. Ali’nin Suriye’nin “çöküş sürecinin uzamasını” Baas Partisi’nin ilerici sosyal reform ve politikalarına bağlayan tespiti ise makalenin belki de en dikkate değer noktası.


Şam’a giden yollar

Tariq Ali
New Left Review
9 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Birkaç yozlaşmış yandaş dışında sanırım kimse tiranın gidişine gözyaşı dökmeyecektir. Fakat bugün Suriye’de tanık olduğumuz şeyin Arap dünyası için muazzam bir yenilgi ve adeta ikinci bir 1967 olduğuna da kuşku yok. Ben bu satırları yazarken İsrail’in kara kuvvetleri bu harap ülkeye girmiş durumda. Henüz nihai bir uzlaşıdan uzak olunsa da bazı şeyler net: Esad Moskova’da bir mülteci durumunda. Onun Baasçı aygıtı,  Doğu NATO lideri (İdlib’deki zulümleri pek çok olan) Recep Tayyip Erdoğan ile bir anlaşma yaparak ülkeyi tepside sundu. İsyancılar Esad’ın Başbakanı Muhammed Gazi el-Celali’nin şimdilik devleti yönetmeye devam etmesi konusunda anlaştı.¹ Ülke jeopolitik olarak Rusya’dan ve “Direniş Ekseni”nden geriye kalanlardan uzaklaşmak üzere olsa bile tüm bunlar Esad’sız bir Esadizm mi olacak sorusunu sorduruyor.

Tıpkı ABD’nin petrole kilitlendiği Irak ve Libya’da olduğu gibi Suriye de artık bir Amerikan-Türk ortak sömürgesi haline geliyor. ABD’nin küresel emperyal politikası, ekonomik ve siyasi hegemonya kurmak için bir seferde yutulamayacak ülkeleri parçalamak ve her türden anlamlı egemenliği ortadan kaldırmaya dayanıyor. Bu, belki sabık Yugoslavya’da “kazara” başlamış olabilir fakat aradan geçen zamanda bir model halini aldı. Buna paralel, AB uydusu olan devletler de daha küçük ulusları (Gürcistan ve Romanya gibi) kontrol altında tutmak için benzer yöntemler kullanıyor. Demokrasi ve insan hakları lafzının ise bütün bunlarla hemen hiç ilgisi yok. Bu, küresel bir kumar aslında.

2003 yılında Bağdat, ABD’nin eline geçtikten sonra, Washington’daki zaferden sarhoşa dönmüş olan İsrail Büyükelçisi George W. Bush’a şimdi durma zamanı olmadığını, Şam ve Tahran’a geçilmesini tavsiye etmişti. Ne var ki ABD zaferinin beklenmedik fakat öngörülebilir şöyle bir yan etkisi oldu: Irak, İran’ın bölgedeki konumunu muazzam ölçüde güçlendiren bir Şii devletine dönüştü. Irak’ta ve ardından Libya’da yaşanan fiyasko, Şam’ın ABD’den gereken “ilgiyi” alması için on yıldan fazla bekleyeceği anlamına geliyordu. Tabii bu arada İran ve Rusya’nın Esad’a verdiği destek, Suriye’de “rutin” bir rejim değişikliği için riskli bir yatırım gerektirdiğini de işaret ediyordu.

Esad’ın devrilmesi farklı türde bir boşluk yarattı. Bu boşluğu NATO’nun Türkiye’si ile ABD’nin “eski El Kaide”, şimdinin Heyet Tahrir eş-Şam’ı (lideri Ebu Muhammed el-Colani’nin Irak’taki bir ABD hapishanesinde geçirdiği sürenin ardından özgürlük savaşçısı olarak yeniden markalaştırıldı, ki ABD’nin önceki pratikleri düşünüldüğünde son derece tipiktir) ve İsrail aracılığıyla doldurması muhtemel. Hizbullah’ı devre dışı bırakan ve Beyrut’u bir başka büyük bombardımanla harabeye çeviren İsrail’in tüm bu yaşananlarda katkısı ihmal edilemeyecek denli büyük. Bu peş peşe gelen zaferlerin ardından İran’ın kendi haline bırakılacağını düşünmek akla ziyan. Hem ABD’nin hem de İsrail’in nihai hedefi İran’da rejim değişikliği olsa da ülkeyi zayıflatmak ve silahsızlandırmak öncelikli hedef olacağa benziyor. Bölgeyi yeniden şekillendirmeye yönelik bu geniş ölçekli plan, Washington ve onun Avrupa’daki müttefiklerinin Filistin’de devam eden İsrail soykırımına verdikleri süreğen desteği açıklamayı da kolaylaştırıyor. Yaklaşık bir yıldır devam eden katliam düşünüldüğünde, devlet eylemlerinin evrensel olarak saygı duyulan bir yasa olması gerektiğini detaylandıran Kantçı ilke, kötü bir şakadan başka bir anlama gelmiyor.

Peki Esad’ın yerine kim geçecek? Ülkeyi terk etmesinden önce ortaya çıkan bazı haberler gösteriyor ki, eğer 180 derecelik bir dönüş yapsaydı –yani İran ve Rusya ile ilişkilerini kesip daha önce kendisi ve babasının yaptığı gibi ABD ve İsrail ile iyi ilişkiler kursaydı– o zaman Amerikalılar onu iktidarda tutmaya eğilimli olabilirdi. Tabii artık çok geç fakat artık onu terk etmiş olan devlet aygıtı karşılarında kim olursa olsun iş birliği yapmaya hazır olduğunu ilan etti. Peki Erdoğan da aynısını yapar mı? Çocukluklarından beri İdlib’de beslediği kendi adamlarını iktidara getirmeyi ve Ankara’nın kontrolü altında tutmayı isteyecektir kuşkusuz. Eğer Türkiye kafasındaki kukla rejimini dayatmayı başarırsa, bu Libya’da yaşananların bir başka versiyonu olacaktır. Fakat Erdoğan’ın her şeyi kendi dilediği gibi yapması da pek olası değil elbette. Evet, Erdoğan demagoji konusunda usta ama eylem konusunda zayıf ve ABD ile İsrail, Esad’a karşı cihatçıları kullanmış olsalar dahi, “temizlenmiş” bir El Kaide hükümetini kişisel nedenlerle veto edebilirler. Yine de her halükârda Esad’ın yerine geçecek rejimin Muhaberat’ı (gizli polis teşkilatı) kaldırması, işkenceyi yasadışı ilan etmesi ya da hesap verebilir şeffaf bir yönetim sunması pek olası görünmüyor.

Altı Gün Savaşı’ndan önce Arap milliyetçiliğinin ve birliğinin temel bileşenlerinden biri Suriye’yi yöneten ve Irak’ta da güçlü bir sosyal tabanı olan Baas Partisi’ydi; diğer bir ayak ise ondan daha da etkili olan Mısır’daki Nasır hükümetiydi. [Hafız] Esad öncesi dönemde Suriye Baasçılığı nispeten aydınlanmacı ve radikaldi. Başbakan Yusuf Zuayyin ile 1967’de Şam’da görüştüğümde, ilerlemenin tek yolunun Suriye’yi “Ortadoğu’nun Küba’sı” yaparak muhafazakâr milliyetçiliği geride bırakmak olduğunu söylemişti mesela. Ancak İsrail’in o yılki saldırısı Mısır ve Suriye ordularının hızla imha edilmesine yol açarak Nasırcı Arap milliyetçiliğinin sonunu hazırladı. Zuayyin devrildi ve Hafız Esad zımni ABD desteğiyle iktidara geldi – tıpkı CIA’in Irak Komünist Partisi’nin üst düzey kadrolarının listesini verdiği Irak’taki Saddam Hüseyin gibi. Her iki ülkede de Baasçı radikaller tasfiye edilirken partinin kurucusu Mişel Eflak partinin gittiği yönü fark edince biraz da tiksintiyle istifa etmişti.

Ne var ki bu yeni Baasçı diktatörlükler, temel bir sosyal güvenlik ağı sağladıkları sürece nüfusun belirli kesimleri tarafından hep desteklendi. Saddam yönetimindeki Irak da baba ve oğul Esad yönetimindeki Suriye de acımasız fakat sosyal diktatörlüklerdi. Baba Esad köylülüğün orta tabakasından geliyordu ve kendi sınıfını memnun etmek için vergi yükünü azaltan ve tefeciliği ortadan kaldıran bir dizi ilerici reform gerçekleştirdi. 1970 yılında Suriye köylerinin büyük çoğunluğunda sadece doğal ışık vardı; yani köylüler güneşle yatıyor, güneşle kalkıyorlardı. Birkaç on yıl sonra ise, Fırat Barajı inşa edilerek bu köylerin yüzde 95’inin elektriğe kavuşması sağlanmış oldu. Enerji, devlet tarafından sübvanse ediliyordu.

Yalnızca baskı değil, asıl bu politikalar rejimin istikrarını garanti ediyordu. Halkın çoğunluğu kentlerde yaşayanlara işkence yapılmasına ve hapsedilmelerine göz yumdu. Esad ve zümresi, insanın iktisadi bir varlıktan azıcık daha fazlası olduğuna ve bu tür ihtiyaçlar karşılanabilirse, o zaman sadece küçük bir azınlığın isyan edeceğine inanıyordu (“en fazla bir ya da iki yüz kişi”, diyordu Esad, “Mezze hapishanesi başlangıçta bu tipler için tasarlanmıştı”). Oğul Esad’a karşı 2011’deki nihai ayaklanma, neoliberalizme yönelmesi ve köylülüğü dışlamasıyla tetiklendi. Acı bir iç savaşa dönüştüğünde ise, uzlaşmacı bir çözüm ve güç paylaşımı anlaşması bir seçenek olabilirdi belki fakat şu anda Erdoğan ile müzakere eden aparatçiklerin böylesi bir anlaşmaya karşı çıktıkları biliniyor.

Şam’a yaptığım ziyaretlerden birinde Filistinli entelektüel Faysal Derrac, yurtdışındaki konferanslara katılmak için ülkeden ayrılmasına izin veren Muhaberat ajanının her zaman tek bir şart koştuğunu söylemişti: “Gelirken Baudrillard ve Virilio’yu getir”. Suud doğumlu, Baas Partisi’nin önde gelen entelektüellerinden büyük Arap romancı Abdurrahman Münif’in dediği gibi, eğitimli işkencecilere sahip olmak her zaman iyidir. Münif’in 1975 tarihli romanı Şark’ul Mutavassıt (Akdeniz’in Doğusu), Mısırlı edebiyat eleştirmeni Sabri Hafız’ın “tüm çeşitleriyle nihai siyasi hapishaneyi yazmayı amaçlayan, olağanüstü iddialı bir kitap” diye tanımladığı, siyasi işkence ve hapsedilmenin yıkıcı bir anlatımı. 1990’lı yıllarda Münif ile konuştuğumda, yüzünde hüzünlü bir ifadeyle, Arap edebiyatı ve şiirine hâkim olan temaların bunlar olduğunu söylemişti. Arap ulusunun durumuna dair trajik bir yorum… Bugün ise bu durumun değişeceğine dair çok az işaret var. İsyancılar Esad’ın bazı mahkumlarını serbest bırakmış olsalar bile, yakında onların yerini kendi koydukları mahkumlar alacak.

ABD ve AB’nin büyük bir bölümü geçtiğimiz yılı Gazze’deki soykırımı başarılı şekilde sürdürmek ve bunu savunmaya çalışmakla geçirdi. Bölgede ABD’nin tüm müttefik devletleri sağlam kalırken, müttefik olmayan üç ülkenin –Irak, Libya ve Suriye– deyim yerindeyse başı kesildi. Sonuncusunun düşmesi, bir dizi anti-Siyonist grubu birbirine bağlayan çok önemli bir ikmal hattını ortadan kaldırdı. Jeostratejik açıdan bu Washington ve İsrail için açık bir zaferdir. Bu kabul edilmeli ama umutsuzluğun da bir faydası yok. Etkili bir direniş hattının kendini nasıl yeniden oluşturacağı, ABD ve Trump’ın çevresindeki bazı üyelerle doğrudan ama gizli saklı görüşmeler yapan, eş zamanlı olarak ise nükleer programını hızlandıran İran ile onu kuşatmış olan İsrail arasında yaklaşan olası çatışmaya da bağlı. Bu durumun ciddi tehlikelerle dolu olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?


¹ Yazı yazıldıktan sonra el-Celali, başbakanlığı HTŞ bağlantılı Muhammed el-Beşir’e devretti. (editörün notu)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

WSJ: İsrail ve Türkiye karşı karşıya

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:

***

İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi

Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.

Yaroslav Trofimov

Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.

Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.

İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.

Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.

Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.

Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.

Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.

İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”

Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.

Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.

1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.

Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.

Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.

2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.

Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.

Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.

Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.

Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.

Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”

Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.

Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.

Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.

Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.

Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.

Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.

Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.

Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.

Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.

Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”

Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.

Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.

Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English