Bizi Takip Edin

Dünya Basını

Eski NATO-Rusya Konseyi Başkanı Kujat: İsviçre tarafsızlığını dişiyle tırnağıyla korumalı

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Finlandiya’nın NATO’ya girerek Baltık kulübüne dahil olması, denize kıyısı olmayan ve boru hattı gazına bağımlı İsviçre ve Avusturya’nın Moskova’yı hedef alan yaptırımlara tarihinde ilk defa katılarak NATO üyeliği yolunda istikrarlı bir şekilde ilerlemesi, eskinin söz konusu tarafsız ülkelerinin neyi neye feda ettikleri konusunda yanlış hesap yaptıklarını gösteriyor. Ucuz emtia tüccarı Rusya’ya sırt dönmek neticede son bir yıldır enflasyonu körüklüyor. Fakat bu ülkelerdeki şahinlerin seslerinin gür çıkmasına rağmen ihtiyatlı adımlar atılmasını talep eden politikacı ve aydınlar da mevcut. Eski NATO-Rusya Konseyi Başkanı, emekli Tümgeneral Harald Kujat (Kızıl Ordu’ya karşı savaşırken öldürülen bir Nazinin oğlu), Ukrayna’daki çatışmaların seyri, müzakere ihtimalleri ve İsviçre’nin tarafsızlıktan cayma sürecini değerlendiriyor.


“İsviçre tarafsızlığını dişiyle tırnağıyla korumalı”

Roger Köppel

Die Weltwoche

3 Eylül 2023

Eski NATO Generali Harald Kujat, İsviçre’yi NATO’ya yakınlaşmaması konusunda uyarıyor. General, Ukrayna’daki savaş ve Batı’daki askeri hatalar hakkında yorumda bulunuyor.

1942’de Batı Prusya’da doğan Harald Kujat, belki de kendi kuşağının en tecrübeli Alman askeri. Babasını İkinci Dünya Savaşı’nda kaybetmesine rağmen Alman ordusuna katıldı ve burada çarpıcı bir kariyere sahip oldu. Kujat, 2000’den 2002’ye kadar Alman Silahlı Kuvvetlerinin 13. Genelkurmay Başkanı olarak görev yaptı ve bu, onu ülkesindeki en yüksek rütbeli subay yaptı. Daha sonra Brüksel’e, NATO karargahına geçti ve burada 2005 yılına kadar Askeri Komite Başkanı olarak görev aldı.

Şubat 2022’de Ukrayna’daki çatışmaların tırmanmasından bu yana Kujat, yaşananların dürüst bir gözlemcisi olarak kendini gösterdi ve Batı’yı eleştirmekten imtina etmedi. Son olarak, fazlaca konuşulan barış planını kamuoyuna açıkladı. Emekli generale, Ukrayna’daki savaş hakkında konuşmak üzere görüntülü arama yoluyla ulaştık.

Weltwoche: Sayın General Kujat, Ukrayna’da çokça müjdelenen yaz taarruzu pek de başarılı olacağa benzemiyor. Buna rağmen Batı basını neredeyse her gün cepheden Ukrayna’nın başarı öykülerini yayımlıyor. Siz durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Harald Kujat: Bu savaş sadece askeri bir savaş değil, aynı zamanda bir enformasyon savaşı. Bu askeri savaşta belirleyici bir faktör. Batı’da neredeyse sadece Ukrayna tarafından gelen bilgileri duyuyoruz ve bu da Ukrayna’ya yansıyor. Örneğin Ukraynalılar büyük bir başarı elde ettiklerini söylediklerinde, Batı basını Ukrayna’nın bu savaşı kazanabileceğini söylüyor. Ukrayna yönetimi bunu yaptıklarının teyidi olarak algılıyor. Bu şekilde savaşın uzamasına katkıda bulunuyoruz.

Weltwoche: Yani bu savaşın Ukrayna açısından kazanılamaz olduğunu mu söylüyorsunuz?

Kujat: Bu savaş ne Rusya ne ABD ne de Ukrayna tarafından kazanılabilir. Rusya NATO’nun genişlemesini engellemek istedi. Şimdi Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya girişini izlemek zorunda. ABD Rusya’yı zayıflatmak istedi. Ancak Rusya mutlak hareket kabiliyetine sahip. Ekonomisi Alman ekonomisinden bile daha iyi gelişiyor. Ukrayna, NATO’ya katılmak ve Rus askerlerini topraklarından çıkarmak istiyor. Bu da işe yaramayacak.

Weltwoche: Neden olmasın?

Kujat: Rusya Silahlı Kuvvetleri, Clausewitz’in deyimiyle, karşı tarafı savunmasız bırakarak Ukrayna kuvvetlerini yok etmek istiyor. Ve şu anda yaşanan da tam olarak bu. Ukrayna bu taarruzda muazzam kayıplar verdi, personel kaybı yaşadı ve Batı hala silah tedarik ederek personel kaybını telafi edebileceğini sanıyor. Bu galiz bir hata. Zafer veya yenilgiyi silahlar değil, bu silahları kullanan askerler belirler.

Weltwoche: Ukraynalıların Rusları defetmesini sağlayabilecek bir silah türü yok mu? Şu anda F-16 savaş uçakları hakkında fazlaca konuşuluyor.

Kujat: Şimdiye kadar teslim edilen tüm silahların —tanklar, obüsler— bir tür oyun değiştirici olduğu düşünülüyordu. Şimdi de F-16’ların öyle olması bekleniyor. Elbette bu silahlar Ukraynalıların muharebe gücünü artıracak, özellikle de Ruslar hava üstünlüğüne sahip oldukları ve bu avantajı kullandıkları için. Tanklara ve mekanize piyadelere karşı etkili bir silah olan atak helikopterleri kullanıyorlar. Dolayısıyla F-16’lar Ukrayna hava savunmasına takviye sağlayacaktır. Fakat onlarla bile Rus hava sahasına girmek son derece zor olacaktır. Rusya’nın son teknoloji ürünü S-400 savunma sistemine sahip entegre hava savunması oldukça etkili. F-16’ların sürekli gökyüzünden düşmesi Batı’nın hoşuna gitmeyecektir.

Weltwoche: Almanya, Taurus seyir füzelerinin teslimatını tartışıyor. Bunlar ne işe yarayabilir?

Kujat: Taurus çoklu navigasyon sistemlerine, güçlü nüfuz etme gücüne sahip ve angaje edilmesi zor. Bunlar 1945’ten sonra Rus topraklarında konuşlandırılan ilk Alman silah sistemleri olacaktır. Ki bu da muazzam bir gerilim yükselişi anlamına gelecektir. Ukrayna, 26 Aralık 2022’de Saratov civarındaki Engels üssüne bir saldırı düzenlemişti. Burası Rusya açısından stratejik bir havaalanı.

Silahlı Kuvvetler, nükleer silahların konuşlandırılması için önemli. Taurus ile birlikte Ukraynalılar bu türden saldırıları düzenli olarak gerçekleştirebilecekler. Bu da Rusya’nın ağır bir tepki vermesine yol açacaktır.

Weltwoche: Sizce bu ne kadar tehlikeli olur?

Kujat: Rusya devletinin ve halkının varlığı riske atılmamalı. Aksi takdirde Rusya’nın doktrini nükleer silah kullanımını haklı çıkaracaktır. Bu da pek çok uzmanın düşündüğü gibi Ukrayna Silahlı Kuvvetlerine karşı değil, Avrupa’daki stratejik hedeflere karşı olacaktır.

Weltwoche: Bu savaşı kimsenin kazanamayacağını söylüyorsunuz. Önümüzdeki aylarda neler olabilir?

Kujat: Bence Rusya, Ukrayna kuvvetleri yeterince zayıflar zayıflamaz karşı taarruza geçmeye çalışacaktır. Halihazırda cephenin kuzeyinde ve Lıman civarında bunu yapmaya başladılar. Orada, sahada kayda değer kazanımlar elde ediyorlar. Amaç muhtemelen Devlet Başkanı Putin’in 30 Eylül 2022’de Rusya toprağı ilan ettiği bu dört bölgeyi tamamen ele geçirmek. Putin’in o dönem “özel askerî harekâtın” amacına ulaştığını söylemesinin kuvvetle muhtemel olduğunu düşünüyorum.

Weltwoche: Bu Batı için ne anlama geliyor?

Kujat: Batılı devlet ve hükümet başkanları öyle bir durumda, bu savaşta nasıl ilerleyeceklerine karar vermek gibi tatsız bir durumla karşı karşıya kalacaklar. Ukrayna, Batı’dan aldığı onca desteğe rağmen askeri bir yenilgiye uğrayabilir mi? Ya da şimdi silahları askerlerin takip etmesi gerektiği söylenebilir mi? Bu durumdan her ne pahasına olursa olsun kaçınılmalı, şimdi, gerçekleştiğinde değil. O zaman çıkmaza girmiş oluruz.

Weltwoche: Sizin çözümünüz nedir?

Kujat: Bugün Batı, müzakerelerde Ruslara taleplerini dikte edebilmek için Ukrayna’nın askeri olarak belli bir pozisyona getirilmesi gerektiğini söylüyor. Söz konusu enformasyon savaşının resmi dili bu. İki profesör Peter Brandt ve Hajo Funke, Şansölye Kohl’ün eski danışmanı Horst Teltschik ve ben bir öneri üzerinde çalıştık. Kısaca üç aşamadan oluşuyor: Ateşkes, müzakereler, askerden arındırılmış bölge. Önemli olan tam da bu üçüncü aşama, zira Avrupa’da istikrarlı bir barış düzeninin ancak Rusya ve Ukrayna’nın bu güvenlik mimarisinde yer almasıyla mümkün olabileceğine inanıyorum.

Weltwoche: İlk iki aşama —ateşkes ve müzakereler— Rusya tarafıyla temasa geçmemizi gerektiriyor. Fakat Batı, şu anda Putin’in kabul edilebilir bir muhatap değil, bir katil ve savaş suçlusu olduğunu söylüyor.

Kujat: İnsanlar Rusya ile müzakere etmek istemedikleri için bu savaş devam ederse, yüz binlerce inanın daha ölmesini ve ülkenin yok olmasını kabul etmiş olacaklar. Peki ne için? Bir ilke için. Ahlaki açıdan hangisi daha üstün; bir saldırganı cezalandırmak mı yoksa Ukrayna halkının acılarına son vermek mi? Buna ilave olarak, bu öncelikle Donbass ile ilgili. Savaştan önce burada, kendilerini Rus olarak tanımlayanlar da dahil olmak üzere, ağırlıklı olarak Rusça konuşan Ukraynalılar yaşıyordu. Ukrayna bu bölgeyi yeniden ele geçirmek istiyor. Orada yaşayan insanlar böyle istediği için değil, bir ilke bunu gerektirdiği için.

Weltwoche: Tecrübeli bir general ve NATO uzmanı olarak İsviçre’ye dair yorumunuz nedir? NATO’ya yaklaşmalı mı, hatta bu rahatsız edici şekilde kötüleşen durumda NATO’ya katılmalı mı?

Kujat: İsviçre güvenliğini tarafsızlığı sayesinde kazandı. Tarafsızlığını dişiyle tırnağıyla korumalı. Eğer NATO’ya katılırsa, eski slogan geçerli olacaktır: “Bir peni için, bir pound için orada”. Öyle olursa İsviçre de bu savaşın içinde olacaktır. Ve bu çok rahatsız edici bir durum haline gelebilir. Bunu NATO Askeri Komitesi’nin eski bir başkanı olarak da söylüyorum.

Weltwoche: Bu zor zamanlarda ne umut ediyorsunuz? Dünya hakkında vizyonunuz nedir?

Kujat: Ben blokların güçlendirilmesinden değil, çözülmesinden yanayım. Çok kutuplu bir dünyaya ulaşmamız için her ülkenin üçüncü bir ülkeye çok fazla bağımlı olmadan güvenlik ve egemenliğini teminat altına alan bir konuma sahip olması gerekir. Örneğin İsviçre’yi ele alalım: İsviçre’nin kendi hedefleri, kendi çıkarları var ve bunları korumalı. Kendisini başka ülkelerin çıkarlarının uygulayıcısı haline getirmemeli.

Dünya Basını

FP: ABD anlaşma değil teslimiyet istiyor

Yayınlanma

Foreign Policy’ye göre, Washington’un İran’dan talepleri gerçekçi bir anlaşmadan çok, koşulsuz teslimiyet anlamına geliyor. İran ise nükleer programını ulusal bir hak olarak görüyor ve bu ilkesinden vazgeçmeye yanaşmıyor. Geçmişte Şah döneminde başlayan bu kararlılık, bugün de İslam Cumhuriyeti yönetiminde devam ediyor. FP’nin analizine göre, diplomasi ancak karşılıklı taviz ve doğrulanabilir denetim mekanizmalarıyla mümkün olabilir:

***

FP: İran’la müzakerelerde maksimalist bir yaklaşım neden işe yaramaz?

İslam Cumhuriyeti, tıpkı kendisinden önceki monarşi gibi, nükleer yakıt üretimini bir hak olarak görüyor.

Sina Azodi

İran Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi ile ABD özel temsilcisi Steve Witkoff arasında yürütülen beşinci tur nükleer görüşmeler geçen hafta Roma’da “bir miktar ama kesin olmayan” ilerlemeyle sona erdi, görüşmelere aracılık eden Ummanlı diplomat böyle açıkladı.

Görüşmelerdeki temel anlaşmazlık noktası İran’ın zenginleştirme kapasitesi oldu. İran, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması (NPT) çerçevesinde uranyum zenginleştirme hakkına sahip olduğunu uzun süredir savunurken, ABD bu iddiayı tutarlı şekilde reddediyor. Washington’a göre NPT açıkça böyle bir hak tanımıyor. ABD şu anda İran’dan uranyum zenginleştirme programından tamamen vazgeçmesini talep ediyor, ancak bu maksimalist bir talep ve İran tarafından kabul edilmeyecek.

Irakçi, ABD ile yürütülen görüşmelere liderlik eden isim olarak, İran’ın bu konudaki tavrını yeniden teyit etti. Nükleer silahlara sahip olmamasını garanti altına alacak bir anlaşmanın “mümkün” olduğunu söyleyen Irakçi, uranyum zenginleştirmenin ise “anlaşma olsun ya da olmasın devam edeceğini” belirtti. Ayetullah Ali Hamaney, 20 Mayıs’ta ABD’nin talepleri hakkında yaptığı konuşmada, “İran’da kimse onların iznini beklemiyor. İslam Cumhuriyeti’nin kendi politikaları ve yönü belli ve buna sadık kalacakt” dedi.

ABD-İran nükleer müzakerelerinde 5. tur Roma’da yapıldı

ABD tarafındaysa iki farklı görüş var ama her ikisi de İran’ın uranyumu kendisinin zenginleştirmesine karşı çıkıyor. Daha önce sınırlı bir zenginleştirme kapasitesine yeşil ışık yakabileceğini ima eden Witkoff, 18 Mayıs’ta bu tutumunu değiştirerek, ABD’nin “Yüze bir oranında dahi zenginleştirmeye” izin veremeyeceğini söyledi.

Trump yönetimi yetkilileri, İran’ın uranyumu zenginleştirmediği sürece sivil bir nükleer programa sahip olabileceği görüşünde. Dışişleri Bakanı Marco Rubio, Nisan ayında, “İran sivil bir nükleer program istiyorsa, dünyadaki diğer birçok ülke gibi zenginleştirilmiş uranyumu ithal edebilir” demişti.

Ancak bu tutum 1990’larda ABD’nin İran’daki sivil amaçlı da olsa her türlü nükleer programa tamamen karşı olduğu yaklaşımdan açık bir sapma olarak görülse de iki tarafın istediği türden bir anlaşmaya götürmeyecek. Çünkü İran’ın nükleer faaliyetlerin tüm aşamalarına erişimi hak gören tutumu İslam Cumhuriyeti’nden önceye dayanıyor. Aslında, bu konu İran ile ABD arasındaki uzun süredir devam eden çıkmazın göbeğinde.

1970’lerde, o dönemde ABD’nin yakın müttefiki olan İran Şahı, Tahran’ın devasa petrol gelirlerini iddialı bir nükleer programa yatırdı. Haziran 1974’te, İran Fransa ile beş adet 1.000 megavatlık nükleer reaktör inşa edilmesi için 4 milyar dolarlık anlaşma imzaladı; reaktörlerin 1985’e kadar tamamlanması planlanıyordu. Aynı yılın Kasım ayında İran, Batı Alman şirketi Kraftwerk Union ile Buşehr’de iki adet 1.200 megavatlık hafif su reaktörü (İran I ve İran II) inşası için anlaşma yaptı. Anlaşma, reaktörler tamamlandıktan sonra İran’ın, Batı Almanya ile istişare ederek kullanılmış nükleer yakıtı yeniden işlemek üzere tesisler kurmasını öngörüyordu.

İranlılar ABD’den reaktör satın almakla da ilgilenmişti, ancak Washington ile yürütülen müzakereler çok daha zordu. Hindistan’ın 1974 Mayıs’ında gerçekleştirdiği “Barışçıl Nükleer Patlama” sonrasında ABD, İran gibi gelişmekte olan ülkelere hassas teknoloji ihracatı konusundaki kısıtlamaları sıkılaştırmıştı. İronik olarak, Hindistan bu testi ABD Atom Enerjisi Komisyonu Başkanı Dixy Lee Ray Tahran’ı ziyaret ederken gerçekleştirmişti.

ABD’li yetkililer, Şah’tan sonra düşmanca bir rejimin iktidara gelmesi durumunda neler olabileceği konusunda giderek daha fazla endişe duymaya başladı. Haziran 1974 tarihli bir notta Savunma Bakanı James Schlesinger’a, “İran nükleer silah kapasitesi geliştirmeye çalışırsa… planlanan 20.000 MW’lık İran nükleer enerji programından elde edilecek yıllık plütonyum, 600-700 nükleer başlığa denk olacaktır” uyarısı yapıldı.

ABD ayrıca Şah’ın gerçek niyetlerinden de endişeliydi. Ekim 1977’de, CIA psikiyatristi Jerrold Post, gizli bir notta ajansın Şah’ın nükleer silah konusundaki taahhütlerine güven duymadığını belirtti. 1978’e gelindiğinde, İran ordusu bir generalin gözetiminde nükleer silahla ilgili araştırmalar yürütüyordu.

ABD ve İsrail arasında İran gerginliği: Telefonda hararetli tartışma

Tahran ile Washington arasındaki temel anlaşmazlık, kullanılmış uranyumunun yeniden işlenmesiyle elde edilen ve silah yapımı için kritik önemdeki plütonyum konusundaydı. ABD, yakın müttefiki Şah’a, yeniden işleme planlarını terk ederek ABD’nin denetiminde bir çözümle ilerlemesini ve nükleer sahnede “devlet adamlığı” göstermesini istedi.

Bu talep, Tahran için ciddi bir ikilem oluşturuyordu. Yıllar sonra bir röportajda, Şah’ın nükleer programının mimarı Ekber İtimad, bunu şöyle açıklamıştı: “Amerikalılarla çalışamazdık çünkü bize dediler ki eğer yakıtı bizden alırsanız, kullanılmış yakıtla ne yapacağınıza biz karar veririz”

“Ön onay hakkı” olarak bilinen bu koşul, ABD’den ithal etse dahi İran’ın kullandığı yakıtı kendisinin işlemesini engelleyecekti. İranlılara göre bu tür kısıtlamalar ülkenin egemenliğini ihlal ediyordu ve karşı çıkılması gerekiyordu.

İranlı yetkililer, İtimad ve Şah dahil, yeniden işlemeyi hem yasal bir hak hem de ulusal egemenlik meselesi olarak değerlendirdiler. ABD ile yürütülen müzakerelerde, İran tarafı NPT’nin yeniden işleme dahil barışçıl nükleer teknolojilere tam erişim garantisi verdiğini savundu. ABD ise bu yorumu reddetti.

Tahran’ın bu konudaki inatçılığında nükleer milliyetçilik de rol oynadı. İtimad, “Hiçbir ülke başka bir ülkeye nükleer politikayı dikte etme hakkına sahip değil” diyerek bu duruşu özetledi. Şah da ABD’li yetkililere “Bizden, egemenliğimizle bağdaşmayan güvenceler istiyorsunuz” diyerek açıkça itiraz etti.

Reaktör satışlarındaki anlaşmazlıklar, ABD yetkililerinin ifadesiyle ikili ilişkilerde “ciddi bir rahatsızlık” haline gelmişti. Ancak Washington, Şah’ın hassasiyetlerini göz önünde bulundurarak bu algıyı yumuşatmaya çalıştı. Kasım 1975’te Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, dönemin İran Büyükelçisi Richard Helms’e, ABD’nin “İran’a özel ve olumsuz bir muamele uygulamadığını” iletmesini istedi. Ford yönetimi, “veto hakkı” talebini “sıkı güvenlikli program” ifadesiyle değiştirmeyi teklif ettiğinde bile İran yine reddetti.

Tahran ayrıca ABD’nin İran’da çok uluslu bir yeniden işleme tesisi kurulması önerisini de komşu ülkelerle zayıf ilişkileri gerekçe göstererek reddetti. Kissinger daha sonra çok uluslu yeniden işleme fikrini “aldatmaca” olarak nitelendirdi. Sonuçta, Ford yönetimi İran’ın güçlü karşı çıkışları nedeniyle anlaşmaya varamadı.

Yine de İran, Şubat 1977’de kullanılmış yakıtı yeniden işleme konusundaki ısrarından kısmen vazgeçmeyi kabul etti. Bu taviz karşılığında ABD, İran’a “En çok gözetilen ulus” statüsündeki diğer müttefiklerine sağladığı ayrıcalıklı muameleyi tanıdı. Temmuz 1978’de nükleer reaktör satışı konusunda bir anlaşma imzalandı, ancak bu anlaşma Şah’ın Şubat 1979’da devrilmesi nedeniyle hayata geçirilemedi.

Ancak bu gelişme İran’ın nükleer hedeflerinin sonu olmadı aksine yeni bir yönetim altında aynı hedeflerle, anti-emperyalist bir söylemle dönüştü.

İslam Cumhuriyeti, Şah’ın nükleer programını devraldığında, önce faaliyetleri durdurdu ve azalttı. Fakat 1982’den itibaren yeniden başladı ve kısa sürede öncülünün hedeflerine benzer bir yola girdi. 1999 yazında uranyum zenginleştirme kapasitesine ulaşan İran, o tarihten bu yana programını istikrarlı şekilde genişletti. Nükleer programını, Batı’dan ekonomik ve ticari tavizler almak için pazarlık aracı olarak kullanmaya çalıştı.

ABD’nin İran’dan istediklerinin gerçekçi olmadığını anlaması zaman aldı. Clinton yönetimi, İran’da herhangi bir nükleer programa kesinlikle karşıydı. Dışişleri Bakanı Warren Christopher, Mayıs 1995’te “İran’ın tüm nükleer programının sona erdirilmesi gerektiğini düşünüyoruz” demişti.

Daha sonra Başkan George W. Bush’un ulusal güvenlik danışmanı Condoleezza Rice, ABD’nin İran’da sınırlı ama sıfır zenginleştirmeye dayalı bir programa razı olması gerektiğini kabul etti. Gerçek bir diplomatik çözüm ancak Başkan Barack Obama, ABD’nin “sıfır zenginleştirme” talebinden vazgeçmesi gerektiğini fark ettiğinde mümkün olabildi.

ABD istihbaratı: İsrail İran’a saldırı hazırlığında olabilir

Ancak Washington’daki görevden alınan Ulusal Güvenlik Danışmanı Mike Waltz ve Senatör Lindsey Graham dahil bazı şahin isimler hâlâ İran’ın nükleer programının tamamen sonlandırılmasını savunuyor; bu da İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun talepleriyle örtüşüyor. Tahran’a göre böyle bir anlaşma, koşulsuz teslimiyet anlamına gelir ve kesinlikle reddedilecektir.

İran’ın dini lideri Hamaney, uzun süredir eski Libya lideri Muammer Kaddafi örneğini bir uyarı olarak gösteriyor. Hamaney 2011’deki bir vaazında, “Kaddafi, nükleer ekipmanlarını batıya teslim etti. Sonra onlar Libya’ya saldırdı ve petrolünü aldı” demişti.

İran liderliğine göre bu tür taleplerin esas hedefi rejim değişikliği. Ülkede, halk arasında bir anlaşma isteği bulunsa da böyle bir teslimiyetin kabul edilmesi İran yönetimi için telefisi zor siyasi bedeller doğurur. İran yönetimi, nükleer programını 1951’deki petrolün millileştirilmesinden bile daha büyük bir ulusal hak olarak görüyor.

Kendinden önceki monarşi gibi, İslam Cumhuriyeti de nükleer yakıt üretiminden vazgeçmeye istekli görünmüyor. İran’ın nükleer programı ve teknolojik kapasitesi artık sahadaki bir gerçek. Eğer Trump yönetiminin amacı Tahran’ın nükleer silah eşiğini aşmasını önlemekse, akıllıca strateji teslimiyet dayatmaları değil, denetime ve karşılıklı tavizlere dayanan diplomasi olmalı.

İran, yaptırımların ciddi olarak hafifletilmesi karşılığında zenginleştirme kapasitesine sınır getirilmesini kabul etmeye hazır olduğuna dair sinyaller veriyor. Kalıcı bir anlaşmanın temeli de budur; tek taraflı, koşulsuz teslimiyet değil.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Ehud Olmert: Evet, İsrail savaş suçu işliyor

Yayınlanma

İsrail’in eski Başbakanı Ehud Olmert, Haaretz gazetesinde yayımlanan son makalesinde, ülkesinin Gazze’deki askeri operasyonlarını sert bir dille eleştirerek, İsrail’in savaş suçu işlediğini ve sivil halkı bilinçli şekilde hedef aldığını söyledi:

***

Artık yeter. İsrail savaş suçu işliyor

Gazze Şeridi’nde son dönemde yürütülen operasyonların meşru savaş hedefleriyle bir ilgisi yok. Bu artık özel bir siyasi savaşa dönüştü.

Ehud Olmert / Haaretz

İsrail hükümeti şu anda amacı, hedefi veya açık bir planı olmayan ve başarı şansı bulunmayan bir savaş yürütüyor. İsrail Devleti’nin kuruluşundan bu yana böyle bir savaşa tanık olunmamıştı. Binyamin Netanyahu liderliğindeki suç şebekesi bu alanda da eşi benzeri görülmemiş bir örnek teşkil ediyor.

Gideon’un Arabaları Operasyonu’nun en belirgin sonucu, Gazze çevresine konuşlandırılmış İsrail askeri birimlerinin karmaşık faaliyetleridir. Özellikle, askerlerimizin daha önce çarpıştığı, yaralandığı, hayatını kaybettiği ve birçok Hamas savaşçısını – ki ölmeyi hak ediyorlardı – ve çok daha fazla masum sivili öldürdüğü mahallelerde bu durum geçerli. Bu siviller, anlamsızca ölen Filistinli kurbanlar istatistiklerine eklendi ve sayı korkunç boyutlara ulaştı.

Gazze’deki son operasyonların hiçbir meşru savaş hedefi yok. Hükümet, askerlerimizi ki ordu da buna itaat ediyor; Gazze Şehri, Cebeliye ve Han Yunus mahallelerinde dolaşmaya gönderiyor. Bu meşru bir askeri operasyon değil. Bu artık kişisel bir siyasi savaşa dönüşmüş durumda. Bunun doğrudan sonucu, Gazze’nin bir insani felaket bölgesine dönüşmesidir.

Son bir yıl içinde, dünyanın dört bir yanından İsrail hükümetine ve ordusunun Gazze’deki davranışlarına yönelik ağır suçlamalar yöneltildi: Soykırım, savaş suçları. İsrail kamuoyundaki tartışmalarda ve uluslararası platformda bu suçlamaları hep kesin bir dille reddettim, ama hükümeti eleştirmekten geri durmadım. Uluslararası medya, İsrail kamuoyundaki tartışmalarda tüm sesleri dinler. Netanyahu’nun borazanlığını yapanlarla ona muhalif olanları ayırt edebilir. Ben de İrlanda, İtalya, Hollanda, Birleşik Krallık ve başka yerlerde röportajlar vererek görüşlerimi paylaştım. Çoğu zaman gazetecileri hayal kırıklığına uğrattım çünkü Gazze’de savaş suçu işlenmediğini ısrarla savundum. Evet, öldürme vakaları fazlaydı ama hiçbir hükümet yetkilisinin sivil halkı kasıtlı olarak hedef alma talimatı verdiğine inanmadım.

Gazze’de ölen masum sivillerin sayısı akıl almaz, adaletsiz ve kabul edilemezdi. Ama bu ölümler, her yerde söylediğim gibi, zalim bir savaşın sonucu olarak meydana gelmişti.

Bu savaş 2024 başlarında sona ermeli, artık sürmemeliydi. Çünkü artık gerekçesi kalmadı, açık bir hedefi yok ve Gazze ya da genel olarak Ortadoğu için bir siyasi vizyon içermiyor. Hükümetin verdiği emirlere uymak zorunda olan ordu, birçok durumda aceleci, dikkatsiz ve aşırı saldırgan davrandı. Ancak hiçbir zaman üst düzey askeri liderlikten sivilleri bilinçli şekilde hedef alma talimatı almadılar. Bu yüzden, o dönemde anladığım kadarıyla, savaş suçu işlenmemişti.

Soykırım ve savaş suçları, savaşın hedeflerini, yürütülüşünü, sınırlarını ve güç kullanımındaki sınırlamaları belirleyen yetkililerin niyetine ve sorumluluğuna dayanan hukuki terimlerdir. Her fırsatta şu ayrımı yaptım: suçlamaları reddettim, ama Gazze’deki sivillerin kurban edilmesindeki umursamazlığı ve insanlık dışı kayıpları kabul ettim.

Fakat son haftalarda bunu artık yapamıyorum. Gazze’de yaptığımız şey artık bir yıkım savaşıdır: ayrım gözetmeyen, sınırsız, acımasız ve suç oluşturan sivil katliamları. Bu, kontrol kaybının bir sonucu ya da belirli birliklerdeki bireysel taşkınlıklar değil. Bu, hükümetin bilinçli, kötü niyetli ve sorumsuz politikasının ürünüdür. Evet, İsrail savaş suçu işliyor.

Öncelikle, Gazze’yi aç bırakıyoruz. Bu konuda hükümet yetkililerinin tutumu açık. Evet, Gazzelilere gıda, ilaç ve temel ihtiyaçlar kasıtlı olarak sağlanmıyor. Netanyahu, her zamanki gibi, verdiği emirleri muğlak hale getirerek cezai sorumluluktan kaçmaya çalışıyor. Ancak bazı yandaşları bunu açıkça söylüyor, hatta gururla: “Gazze’yi aç bırakacağız. Çünkü tüm Gazeliler Hamas.” Bu bakış açısıyla, iki milyondan fazla insanı yok etmenin ahlaki ya da operasyonel bir sınırı yok.

İsrail medyası, çeşitli nedenlerle (bazıları anlaşılabilir) Gazze’deki olayları daha ılımlı bir dille aktarmaya çalışıyor. Ancak dünyanın gördüğü tablo çok daha geniş ve yıkıcı. Bunu sadece “herkes bize düşman” diyerek antisemitizm olarak açıklamak mümkün değil.

Hayır. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron antisemit değil. Onu iyi tanıyorum, son aylarda birçok kez görüştük. Fransa ordusu, İsrail’e yönelik İran saldırılarına karşı savunmada yer aldı. Macron kısa süre önce şöyle dedi: “Düşmanlarınıza karşı yanınızdayım ama beni terör destekçisi olmakla suçluyorsunuz.” Macron İsrail’in dostudur. Aynı şekilde İngiltere Başbakanı Keir Starmer, Hollanda Başbakanı Dick Schoof, İtalya Başbakanı Giorgia Meloni ve diğer Avrupalı liderler de öyle.

Bu liderler, Gazze’den gelen sesleri duyuyor. Yüz binlerce sivilin çektiği acıyı görüyorlar. İsrail kabine toplantılarındaki konuşmaları da takip ediyorlar ve açıkça şunu fark ediyorlar: Netanyahu liderliğindeki İsrail hükümeti, sivil nüfusu açlığa mahkûm eden bir politika yürütüyor. Bu durum felaketle sonuçlanabilir.

Artık İsrail dostu hükümetlerden – Kanada, Birleşik Krallık, Fransa gibi – somut yaptırımlar yönünde sesler yükseliyor. Macron, İsrail’in AB ile olan ortaklık anlaşmasının gözden geçirilmesini önerdi. Hollanda ve İtalya’dan da bu öneriye destek geldi. Bu iki ülke sağ eğilimli hükümetlere sahip ve daha önce İsrail’i zor durumda bırakacak hiçbir adıma yanaşmıyorlardı.

Bu sesler artacak. Uluslararası Ceza Mahkemesi dışında, İsrail’e karşı somut yaptırımlar uygulanma riski doğdu; bu da ekonomik ve diplomatik olarak yıkıcı olabilir.

Netanyahu hükümetinin sözcüleri ve nefret üreten mekanizması hemen mağdur söylemine sarılacaktır: “Herkes bize düşman. Yahudi düşmanı bunlar. Terörü destekliyorlar.” Ama gerçek şu: İsrail’e değil hükümete karşılar. Onlara göre bu hükümet, İsrail’e ve halkına savaş ilan etti ve geri dönülmez zararlar verdi.

Ben de aynı fikirdeyim. Bu hükümet artık içimizdeki düşmandır. İsrail devletine ve halkına karşı savaş ilan etmiştir. Son 77 yılda dışarıdan gelen hiçbir tehdit, Netanyahu, Ben-Gvir ve Smotrich’in verdiği zarar kadar yıkıcı olmamıştır. Bu hükümet, 1948’den bu yana İsrail toplumunu ayakta tutan toplumsal dayanışmayı yerle bir etti.

Bugün İsrail toplumunun geniş kesimlerinin kabul ettiği şu gerçeği tekrar ediyorum: Bu hükümet bu ülkeyi yönetmeyi hak etmiyor. Ne niyeti var ne de kapasitesi. Tek yaptığı şey, halkı birbirine düşürmek, toplumsal uyumu yok etmek. Kardeşi kardeşe, askeri askere, rehineleri ailelerine karşı kışkırtmak. Sadistçe, hasta bir keyifle bunu yapıyor. Rehineleri de hâlâ geri getiremiyor.

Ve tüm bunlar olurken, Batı Şeria’da da Filistinli siviller öldürülmeye devam ediyor. Daha önce de söyledim, yine söylüyorum: “Tepelik Gençliği” adı verilen radikal yerleşimci çeteler her gün korkunç suçlar işliyor, güvenlik güçleri ise buna göz yumuyor.

Tzeela Gez’in öldürülmesi korkunçtu. Bu genç kadın doğuma giderken hayatını kaybetti. Umarım oğlu hayatta kalır ve ailesi onu sevgiyle büyütebilir. Ama Samarya Bölge Konseyi Başkanı Yossi Dagan’ın “Filistin köyleri yok edilmeli” açıklaması soykırım çağrısıdır. Bazı köyler yakıldığında bize bunun birkaç radikalin işi olduğu söylenecek. Bu yalan. Onlar çoklar. Ön safta olanlar küçük bir grup olabilir ama arkalarında onları destekleyen, ilham veren Yossi Daganlar var.

Peki polis nerede? Ordu nerede? Bu suçluları durdurmak için ses çıkarması gereken yerleşimciler nerede?

İsrail ordusunun bazı birliklerinde de sorunlar yaşanıyor. Bazı özel kuvvetlerde bile sivillere acımasız şekilde ateş açıldığı, evlerin yıkıldığı, mülklere el konduğu olaylar var. Hatta bazı askerler bunları sosyal medyada paylaştı. Evet, İsrailliler savaş suçu işliyor. Eski Genelkurmay Başkanı Moşe Yaalon’un “etnik temizlik yapıyoruz” ifadesine katılmıyorum, ama gidişat bu suçlamaların reddedilemeyeceği noktaya yaklaşıyor.

Durmalıyız. Aksi halde milletler ailesinden dışlanacağız. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanacağız. Ve buna karşı savunmamız olmayacak.

Artık yeter.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Tantura katliamı: İsrail’in örtbas ettiği savaş suçu

Yayınlanma

Yazar

Gazeteci Thomas Karat tarafından kaleme alınan bu makale, 1948 Nekbe’si sırasında Filistin’in Tantura köyünde yaşanan ve on yıllarca örtbas edilen vahşi katliamı mercek altına alıyor. Karat, Aleksandroni Tugayı’na bağlı İsrail milislerinin silahsız köylüleri nasıl infaz ettiğini, bu savaş suçunun nasıl gizlendiğini ve gerçeği ortaya çıkarmaya çalışan Teddy Katz gibi isimlerin nasıl acımasız bir tepkiyle karşılaştığını detaylandırıyor. Makale, Tantura’yı Filistin’in daha geniş çaplı etnik temizliği bağlamına oturtarak, İsrail’in süregelen inkâr politikalarını ve bu bastırılmış tarihlerle yüzleşmenin adalet ve uzlaşma için taşıdığı acil önemi inceliyor.


Tantura: Örtbas edilen savaş suçunun yıldönümü

İsrail’in bugüne kadar yankılanan katliamı örtbas edişi

Thomas Karat

16 Mayıs 2025

Giriş

23 Mayıs 1948’de, Nekbe (“Felaket”) Filistin geneline yayılırken, Karmel sahilindeki Tantura adlı küçük balıkçı köyü vahşi bir katliama sahne oldu. Bir gece ve bir gün boyunca, Aleksandroni Tugayı’na bağlı İsrailli milis güçleri, teslim olduktan sonra silahsız onlarca Filistinli köylüyü infaz etti. Kurbanların çoğu —aralarında gençlerin de bulunduğu genç erkekler— soğukkanlılıkla vuruldu ve cesetleri deniz kenarında aceleyle kazılmış toplu mezarlara atıldı. On yıllar boyunca Tantura katliamı şiddetle gizlenen bir sır olarak kaldı. Hayatta kalanların tanıklıkları korkuyla bastırıldı ve İsrail’in resmi anlatısı 1948 olaylarını kahramanca terimlerle sunarak sivillere yönelik herhangi bir sistematik şiddeti reddetti. Theodore “Teddy” Katz adında İsrailli bir yüksek lisans öğrencisi, 2000 yılında titiz sözlü tarih araştırmasıyla gerçeği nihayet ortaya çıkardığında, acımasız bir tepkiyle —davalar, kamuoyunda aşağılama ve çalışmalarının bastırılması— karşılaştı. Tantura olayı, İsrail akademisinin ve toplumunun Nekbe’nın rahatsız edici tarihlerini nasıl susturduğunun bir simgesi hâline geldi.

Bugün Tantura’nın kalıntıları üzerine inşa edilmiş hareketli bir İsrail tatil beldesi olan Dor Plajı’nda, bir Nekbe anma katılımcısı, silinmiş Filistin köyünün eski bir fotoğrafını kaldırıyor. Güneşlenenlerin ve yüzenlerin altında, 1948’in işaretsiz toplu mezarları yatıyor.

Bu araştırma makalesi, Tantura’nın hikâyesini —katliamın kendisini, Filistinli hayatta kalanların ve hatta İsrail askerlerinin itiraflarını içeren görgü tanıklarının ifadelerini ve bu vahşeti tarihten silmeye çalışan sonraki örtbası— gün yüzüne çıkarıyor. Katz’ın tezinin yasal ve kurumsal güçler tarafından nasıl ezildiğini inceleyecek, bu olayı İsrail tarih yazımındaki daha geniş bir inkâr örüntüsü içine yerleştireceğim. Ayrıca Tantura’yı bağlamına oturtacağım: Münferit bir olaydan ziyade, hem Filistinli tarihçilerin hem de Ilan Pappé, Benny Morris ve Avi Shlaim gibi İsrail’in kendi “Yeni Tarihçileri”nin (hepsiyle röportaj yaptım) belgelediği gibi, 1948’deki daha geniş bir etnik temizlik kampanyasının parçasıydı. Onların araştırmaları —Nur Masalha, Velid Halidi ve Salih Abdülcevad gibi akademisyenlerin çalışmalarıyla birlikte— Tantura’da yaşananların, Filistinli mülteci sorununu yaratan sürgün ve katliamlar mozaiğinin bir ipliği olduğunu ortaya koyuyor. İsrail propagandasının ve devlet kurumlarının bu hakikatleri sistematik olarak —Nekbe’yi çıkarmak için ders kitaplarını sansürleyerek, vahşetler hakkında şüphe uyandırmak için Hasbara (propaganda) argümanlarını kullanarak, muhalif tarihçileri hain veya sahtekâr olarak karalayarak ve Filistin hafızasını ve sözlü tarihini bastırarak— nasıl inkâr ettiğini veya gizlediğini inceleyeceğim. Son olarak, bu inkârın bugünkü mirasını ele alıyorum, hâlâ tanınma ve geri dönüş arayan Tantura kurbanlarının torunlarından dinliyor ve İsrail’in işgal altındaki topraklarda Filistinlileri devam eden yerinden etmesiyle bağlantılar kuruyorum. Vurgulamak istediğim noktayı desteklemek için Tantura katliamından hayatta kalan iki kişiyle görüştüm; biri Ürdün’de yaşlı bir hanımefendi, diğeri ise Almanya’da bir beyefendi. Her iki röportaj da Youtube kanalımda mevcut.

1948’den yetmiş yedi yıl sonra, Tantura’nın hayaletleri hâlâ bugüne musallat oluyor. Bu gömülü gerçekle yüzleşmek sadece tarihsel bir adalet eylemi değil, aynı zamanda bugüne kadar şiddeti sürdüren sömürgeci mitleri yıkmak için gerekli bir adım. Aşağıda, kasıtlı olarak unutturulmuş bir katliama —ve hatırlamanın acil ahlaki zorunluluğuna— doğru bir yolculuk yer alıyor.

Tantura katliamı: 22-23 Mayıs 1948 gecesi

22-23 Mayıs 1948 gecesi karanlığında, Filistin kıyı köyü et-Tantura Siyonist güçlerin eline geçti. Hayfa’nın yaklaşık 35 kilometre güneyinde bulunan ve yaklaşık 1500 sakini olan Tantura, o zamana kadar savaşın saldırılarından kurtulmuştu. Fakat İsrail’in devlet ilanından bir hafta sonra, Aleksandroni Tugayı’nın (sonrasında İsrail ordusu olacak olan Haganah’ın bir birimi) 33. Taburu köyü ele geçirmek için bir saldırı başlattı. Yaklaşık 20 köylünün çatışarak öldüğü ve geri kalanının teslim olduğu bildirilen kısa bir savaştan sonra, galipler aniden ve vahşice mağluplara yöneldi.

23 Mayıs’ta şafak sökerken, işgal altındaki köy terör sahnelerine tanık oldu. İsrail askerleri silahsız Filistinli esirleri topluca infaz etmeye başladı. Almanya’da görüştüğüm erkek kurtulan Dr. Adnan Yahya, genellikle NAZİ Almanyası ile ilişkilendirdiğimiz, burada tekrarlamayacağım kadar korkunç sahneler anlattı. Kuzeni Feyza Yahya, Ürdün’de onu ziyaret ettiğimde bu anlatıyı tamamladı, ancak bir kadının bakış açısından, çünkü İsrailliler erkeklere ve kadınlara farklı şeyler yapmıştı.

Tantura 1948, “Halksız Topraklar” yıkılmadan önce böyle görünüyordu.

Hem Filistinli hayatta kalanların hem de Aleksandroni gazilerinin ifadelerine göre, katliam iki ayrı aşamada gerçekleşti:

Aşama 1: Cinnet: Tantura’nın kalan köylüleri beyaz bayrakları kaldırdıktan hemen sonra bir silah sesi duyuldu —ya başıboş bir keskin nişancı ya da panik kaynaklı bir karışıklık— ve buna karşılık Aleksandroni birlikleri kanlı bir cinnet geçirdi. Tanıklar, öfkeli askerlerin gözaltındaki kalabalıkların üzerine kurşun yağdırmaya başladığını hatırlıyor. İsrailli bir görgü tanığı daha sonra, teslimiyetten sonra özellikle sevilen bir Yahudi savaşçının keskin nişancı ateşiyle vurulduğunu ve bunun yoldaşlarını kanlı bir çılgınlığa sürüklediğini söyledi. Bu ilk şiddet patlamasında en az 70 ila 100 Filistinli köylü olay yerinde öldürüldü. Hayatta kalanlar, “İnsanları sıraya dizip sokaklarda vurdular,” diye hatırladı. Haganah’lılar ev ev dolaştı ve bir anlatıda belirtildiği gibi, teslim olan köylülere “hiç merhamet gösterilmedi”.

Aşama 2: Sistematik infazlar: İlk cinnet yatıştıktan sonra daha kasıtlı bir katliam izledi. İsrail istihbarat subayları ve yerli paramiliter üyeler (Zihron Yakov ve Binyamina gibi yakındaki Yahudi kolonilerinden yerleşimciler dahil) kalan Filistinli erkek ve kadınları ayrı gruplara ayırdı ve erkekleri teker teker sistematik olarak infaz etti. İsim listeleri kullanarak, savaşmış olabileceğinden veya silah saklıyor olabileceğinden şüphelenilen tüm erkekleri aradılar. Özünde, kurbanların çoğu savaşta hiçbir rolü olmayan sıradan silahsız köylülerdi. Dehşete düşmüş bazı Yahudi askerler de dahil olmak üzere görgü tanıkları daha sonra, her seferinde yedi ila on kişilik bağlı esir gruplarının ya köy mezarlığına ya da caminin yanındaki bir duvara götürülüp başlarının arkasından vurulduğunu ifade etti. Bu “temizlik” operasyonu, yaklaşık 100 erkek daha infaz edilene kadar devam etti. Sadece Zihron Yakov’dan birkaç Aleksandroni subayının çok fazla masum insanın “düşman” olarak öldürüldüğünü protesto etmesiyle, kan banyosu gecikmeli olarak durduruldu. Dr. Adnan Yahya ayrıca bana, özellikle kurbanın ailesinin gözleri önünde gerçekleşen, korkunç bir intikam tecavüzünden de bahsetti.

23 Mayıs’ın sonunda bilanço şaşırtıcıydı. Çatışmada öldürülen yaklaşık yirmi kişi de eklendiğinde, Tantura’dan yaklaşık 200 ila 250 Filistinli, köyün teslim olmasından sonra katledilmişti. Ölüleri gömmekle görevlendirilen bir Yahudi Aleksandroni askeri daha sonra toplam 230 ceset saydığını hatırladı. Köyde kalan 13-30 yaşları arasındaki neredeyse tüm erkekler infaz edildi. Sadece bir avuç genç erkek, ya cesetlerin altına saklanarak ya da sempatik Yahudi komşuların son dakika müdahalesiyle hayatta kaldı. Tantura’yı 1948 savaşında tanık olduğu “en utanç verici” olaylardan biri olarak tanımlayan Aleksandroni gazisi Joel Solnik, “Kimseyi sağ bırakmadılar,” diye itiraf etti.

Hayatta kalan Filistinlilerin tanıklıkları o saatlerin korkunç bir resmini çiziyor. Bazı kadınlar ve çocuklar, kocalarının, babalarının veya erkek kardeşlerinin silah zoruyla götürülüp bir daha geri dönmediklerine tanık oldu. 1948’de küçük bir çocuk olan Mustafa Mısri, daha sonra askerlerin tüm ailesini gözlerinin önünde infaz etmesini izlediğini anlattı. On yıllar sonra, araştırmacı Teddy Katz ile konuşurken Mısri’nin sesi hâlâ travmayla titriyordu: “İnanın bana, bu şeylerden bahsedilmemeli… Bizden intikam almalarını istemiyorum. Bize sorun çıkaracaksınız,” diye yalvardı, gerçeği söylemenin bile misillemeye davetiye çıkarabileceğinden dehşete düşmüştü. Korku ve kederin ağırlığı pek çok hayatta kalanı sessiz tuttu.

Araştırmacı Teddy Katz, tanıklıkların olduğu kasetlerini dinliyor.

Doğrudan öldürülmeyenler acımasız bir kaderle karşılaştı. Katliamın ardından Haganah, kalan tüm köylüleri —kadınları, çocukları ve yaşlıları— toplayıp yakındaki sahile yürüttü. Aileler parçalandı: “savaşacak yaştaki” erkekler ayrılıp 18 aylığına gözaltı kamplarına gönderilirken, topluluğun geri kalanı kamyonlara yüklenip bölgeden sürüldü. Çoğu, Hayfa ile Tel Aviv arasında yıkımdan kurtulan tek Filistin köylerinden biri olan (ironik bir şekilde komşu Yahudi yerleşimlerinin emeğine ihtiyaç duyulduğu için) Fureydis’e ve Cisr ez-Zerka’ya gitti. Bu bile geçiciydi; nihayetinde, esaretten kurtulan Tantura’nın erkekleri sürgüne gönderildi, yerinden edilmiş ailelerine katılmak üzere (o zamanlar Ürdün kontrolündeki) Batı Şeria’ya gönderildi. Birkaç Tantura ailesi, kendilerine kefil olan Yahudi tanıdıklarının şahsi müdahalesi sayesinde yeni İsrail devleti içinde kalmayı başardı. Bu, İsrail’in şu anda Gazze ve Batı Şeria’ya saldığı vahşete tanık olurken bile, tüm Yahudilerin veya daha doğrusu İsraillilerin intikamcı katiller olmadığını bize hatırlatmalı.

Bu arada, Tantura bir köy olarak var olmaktan çıktı. Sakinleri öldürüldükten veya sürüldükten sonra, Siyonist güçler alabildiklerini yağmaladı ve köyü haritadan silmek için hızla harekete geçti. Haziran 1948 tarihli bir İsrail belgesinde şöyle deniyor: “Toplu mezarı hallettik ve her şey yolunda.” Gerçekten de, cellatlar suçlarını örtbas etmek için çalışmışlardı: Hayatta kalanlar daha sonra silah zoruyla ölüleri gömmek için hendek kazmaya zorlandıklarını hatırladılar. En az bir büyük toplu mezar, Filistinli esirler tarafından köy mezarlığında kazıldı ve cesetlerle dolduruldu, sahile yakın başka bir mezar ise orada infaz edilenlerle dolduruldu. Dr. Adnan Yahya, kameraya, arkadaşıyla birlikte makineli tüfeklerle karşı karşıya kalarak, arkadaşının yaralı babasını —hâlâ hayattayken— toplu mezara atmak zorunda kaldıklarını anlattı.

Haziran ortasına gelindiğinde, İsrail ordusu karargâhına “köydeki gömülmemiş cesetlerin” koku ve hastalığa neden olduğuna dair şikayetler ulaştı ve bu da ordunun kurbanları düzgün bir şekilde gömmeyi bitirmek için defin ekipleri göndermesine neden oldu. Sonraki aylarda, Tantura’nın evlerinin kalıntıları sistematik olarak yıkıldı veya toprakları üzerine kurulan yeni bir İsrail kibutzu (Nahşolim kibutzu) bünyesine dahil edildi. Mezar yerleri bile gizlendi: Ana toplu mezarın bir kısmı daha sonra Dor Plajı tatil beldesi için bir otopark olarak asfaltlandı ve burada hiçbir şeyden habersiz plaj müdavimleri bütün bir topluluğun kalıntıları üzerinde güneşleniyor.

Fakat bir ev bugüne kadar ayakta kaldı. Tesadüfen bu ev Dr. Adnan’ın ailesine aitti ve Dr. Adnan’a yeğeni Hala Gabriel’in evi ziyaret edebildiği bir klip gösterdiğimde kendi duygularımı tarif etmekte zorlanıyorum. YouTube kanalıma abone olduysanız, bu hikâyeyi yayınladığımda (umarım) bilgilendirileceksiniz.

Hala Gabriel, Tantura’dan geriye kalan tek bina olan ailesinin evinin kalıntılarında oturuyor.

Tantura’da yaşananlar, mikro düzeyde bir etnik temizlikti. İsrailli bir subay, Katz’a 1948’de her yerli komutanın “teslim olsalar da esir alınsalar da sakinlere uygun gördüğü şekilde davranma konusunda tam yetkiye sahip olduğunu” açıkça teyit etti. Olağan Haganah taktiği, köyleri üç taraftan kuşatmak, bir “kaçış koridoru” açık bırakmak ve sakinleri kaçmaya zorlayarak terörize etmekti (büyük esir nüfuslarıyla uğraşmaktan kaçınmak için birçok köyde kullanılan bir yöntem). Ancak Tantura’da zayıf koordinasyon, karadan ve denizden tam bir kuşatmaya yol açarak sakinleri içeride hapsetti. Kaçış yolu olmayan 1500 Filistinli, işgalcilerin eline düştü ve bu da ardından gelen katliam ve toplu sürgüne yol açtı. İsrail’in muhalif tarihçilerinden Ilan Pappé, katliamın bu koşulların doğrudan sonucu olduğunu belirtiyor: “Bu kadar büyük bir köyün işgalcinin elinde toplanması… Cinneti, katliamı ve infazları üretti,” diye yazdı. Bazı Aleksandroni savaşçıları katliamı “güvenlik” önlemi olarak —potansiyel direnişi ortadan kaldırmak— meşrulaştırırken, diğerleri sadece intikam aldı veya kişisel hesaplarını gördü. Her iki durumda da sonuç aynıydı: Bütün bir köy yok edildi. Tantura, 1948’de katliama maruz kalan Filistin yerleşimlerinin acı listesine katıldı, yıllar sonra ancak gün ışığına çıkacak onlarca bu türden vahşetten biriydi.

Tarihi susturmak: Teddy Katz olayı ve İsrail akademisinin tepkisi

1948’den sonra elli yılı aşkın bir süre boyunca Tantura katliamı özenle korunan bir sır olarak kaldı. Resmi İsrail tarihleri, Tantura’nın düşüşünü normal bir askeri zafer olarak tanımladı, belki köyün Arap sakinlerinin “kaçtığını” veya esir alındığını belirtti, fakat toplu infazlardan hiç bahsetmedi. Artık kamplara dağılmış mülteciler olan Filistinli hayatta kalanlar kesinlikle hatırlıyordu —katliamın hikâyesi aileler içinde fısıltılarla aktarılıyordu— ancak onların anlatılarının İsrail toplumunda veya akademisinde bir platformu yoktu, ki bu da devletin doğuşuna kasıtlı vahşetlerin eşlik ettiğini büyük ölçüde inkâr ediyordu. Bu sessizlik duvarı nihayet 1990’ların sonlarında, beklenmedik bir kişi sayesinde aşıldı: Hayfa Üniversitesi’nde İsrailli bir yüksek lisans öğrencisi (ve kendini Siyonist olarak tanımlayan) Theodore “Teddy” Katz.

O zamanlar 50’li yaşlarında olan Katz, Hayfa bölgesindeki köylerin 1948’deki tahliyesini araştıran bir yüksek lisans tezine başladı. Arapçayı akıcı bir şekilde konuşan Katz, Umm Zinat ve Tantura gibi köylerde neler olduğunu yeniden yapılandırmak için sözlü tarihi —tanıklarla yapılan ses kayıtlı röportajları— kullanmaya karar verdi. Birkaç yıl boyunca Katz, hem Filistinli hayatta kalanlarla (İsrail’de ve Batı Şeria/Gazze’de, ayrıca bazıları sürgünde olanlarla) hem de Aleksandroni Tugayı’nın Yahudi gazileriyle konuşarak 60 saatten fazla röportaj yaptı. Bu çığır açıcıydı; o zamana kadar çok az İsrailli akademisyen, hatta hiçbiri, 1948’in Filistin sözlü tanıklıklarını aramaya zahmet etmemişti. Katz’ın araştırması sansasyonel bulgular ortaya çıkardı: Tezinin bir bölümünde, Tantura’daki katliamı tüyler ürpertici ayrıntılarla belgeledi ve teslim olduktan sonra yaklaşık 200 silahsız köylünün öldürüldüğü tahmininde bulundu. Özellikle, Katz, katılan Aleksandroni askerlerinin kendilerinden doğrulayıcı ifadeler almıştı, aksi takdirde, daha sonra belirttiği gibi, çalışması muhtemelen tamamen göz ardı edilecekti. Bir gazi ona açıkça, “Orada utanç verici şeyler oldu… Kimseyi sağ bırakmadık,” dedi. Bir diğeri 200’den fazla ceset saydığını itiraf etti. Katz, suçu ima eden birkaç gizliliği kaldırılmış İsrail ordusu belgesini bile ortaya çıkardı: Tantura’daki birliklerin “usulsüzlükleri” hakkında bir rapor ve salgınları önlemek için bir “toplu mezarla” ilgilenilmesi gerektiğine dair bir tugay bildirisi. Tez, parça parça, Tantura’nın bir savaş suçuna tanık olduğuna dair mahkûm edici bir dava oluşturdu.

Mart 1998’de Katz, “Arapların 1948’de Güney Karmel Dağı Eteklerindeki Köylerden Göçü” başlıklı tezini Hayfa Üniversitesi’ne sundu. Tez büyük bir başarıyla geçti ve bölümdeki en yüksek notu aldı. Kısa bir an için, bu uzun süredir bastırılmış hikâyenin akademik kanallar aracılığıyla tarihsel kayıtlara girebileceği görülüyordu. Ancak Ocak 2000’de Katz’ın bulgularının haberi İsrail medyasına ulaştı ve tepki ani ve şiddetli oldu. İbranice günlük gazete Ma’ariv, Tantura katliamı hakkında manşet bir makale yayımlayarak Katz’ın ifşaatlarını genel kamuoyuna duyurdu. Neredeyse derhal, Aleksandroni Tugayı’nın öfkeli gazileri (birçoğu hâlâ kendilerini İsrail’in bağımsızlık savaşının kahramanları olarak görüyordu) inkârda birleşti. Katz’a karşı bir karalama kampanyası başlattılar, hiçbir katliamın asla gerçekleşmediğini ve Katz’ın itibarlarını lekelediğini şiddetle savundular. Günler içinde, Aleksandroni Gaziler Derneği, Katz’a karşı 1 milyon şekelden fazla tazminat talep eden bir hakaret davası açtı.

Ardından gelenler, İsrail akademisinin ulusal mitleri korumadaki rolünün çarpıcı bir örneğiydi. Hayfa Üniversitesi, öğrencisini savunmak yerine Katz’ı adeta kurtların önüne attı. Üniversite yetkilileri, özellikle Eretz İsrael (İsrail Diyarı) Çalışmaları Bölümü’ndeki (genelde milliyetçi anlatılarla aynı çizgide olan bir bölüm) kıdemli öğretim üyeleri, derhal Katz’ın yetkinliği ve dürüstlüğü hakkında şüphe uyandırdı. Araştırmasının kusurlu hatta uydurma olduğunu ima ettiler ve kurumsal desteği geri çektiler. Mükemmel tezi için özel bir ödül alması planlanan Katz, adının programdan kelimenin tam anlamıyla daksille silindiğini gördü. Üniversitedeki statüsü, uzaklaştırılmış bir öğrencininkine eşdeğer hâle geldi ve akademik bir kariyer umutları bir anda suya düştü. Mesaj açıktı: Kahraman Siyonist anlatıyla çelişen bir katliamı ortaya çıkararak Katz, akademinin bekçilerinin gözünde bir ihanet eylemi işlemişti.

Bu düşmanca iklime rağmen Katz, mahkemede çalışmalarını savunmaya hazırlandı. İsrail’deki Filistinli bir hukuk merkezi olan Adalah’ın (ona yardım etmeye istekli birkaç kişiden biri) yardımıyla, gönüllü avukatlardan oluşan bir ekip topladı. Hakaret davası Aralık 2000’de başladı. Ardından gelen mahkeme salonu dramasında, gerçek usule ilişkin saldırıların gerisinde kaldı. Savcılık, Katz’ın 200 sayfalık tezini didik didik etti ve küçük tutarsızlıklara —yüzlerce referans arasından bir avuç atıf hatası ve hafif yanlış çevirilere— odaklandı. Örneğin, bir keresinde Katz’ın bir tanığın sözlerinin İbranice özetinde “Naziler” yerine “Almanlar” kullanılmıştı; bir diğerinde ise, bir hayatta kalanın açıkça belirtilmeyen (ancak ima açıktı) bir anlatısından bir katliam çıkarımı yapmıştı. Bunlar, genel katliam anlatısının esaslı reddi değil, önemsiz detaylardı. Esasında, tezdeki 230 spesifik referanstan en az 224’ünün doğru ve tartışmasız olduğu bulundu. Katz’la konuşan eski askerlerden hiçbiri, kaydedilmiş ifadelerini inkâr etmek için kürsüye çıkmaya cesaret edemedi. Bununla birlikte, İsrail medyası ve akademisi, Katz’ı itibarsızlaştırmak için birkaç tutarsızlığa odaklandı.

İki günlük duruşmanın ardından Katz’ın avukatları iyimserdi: Savcılık dipnotlara yönelik saldırılarını tüketmişti ve meselenin özü —toplu katliamların görgü tanığı delilleri— incelenmek üzereydi. Katz ve destekçileri, bu kasetler ve transkriptler mahkemede yayınlanırsa, Tantura gerçeğinin nihayet kamuoyunda duyulacağına inanıyordu. Fakat o an hiç gelmedi. Muazzam baskı altında ve sağlık durumu kötü olan (Katz haftalar önce felç geçirmişti) Katz, sonunda —bazıları zorlandığını söylüyor— davayı mahkeme dışında çözmek için bir geri çekilme “özrü” imzalamaya ikna edildi. 21 Aralık 2000’de geç saatlerde yapılan bir toplantıda, avukatlarından ikisi yokken Katz, üçüncü bir avukatın (aynı zamanda bir akrabasıydı) tavsiyesine ve üniversitenin hukuk danışmanının pes etmenin kendi çıkarına olduğu yönündeki ısrarlarına uydu. Sağlığı ve mali durumu için endişelenen ailesi ve arkadaşları da ona bu çileye son vermesi için baskı yaptı. Katz, ancak Orwellvari olarak tanımlanabilecek bir ifade imzaladı: Kendi araştırmasını reddetti ve “Kanıtları kontrol edip tekrar kontrol ettikten sonra, şimdi benim için hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde açıktır ki, Aleksandroni Tugayı’nın… Köy teslim olduktan sonra Tantura’da insanları öldürdüğü iddiasının hiçbir temeli yoktur,” dedi. Bir katliamın meydana geldiği sonucundan “kendisini ayrı tuttuğunu” belirtti. Aslında, ortaya çıkardığı gerçeği inkâr etmeye, göstermelik duruşmaları andıran zorla bir itirafa zorlanmıştı.

Bu zoraki özrün mürekkebi kurumadan Katz pişman oldu. 12 saat içinde ifadeyi geri çekmeye ve savunmasını yeniden başlatmaya çalıştı. Ancak zarar verilmişti. Yargıç, davayı yeniden açmayı reddetti ve yalnızca Katz’ın uzlaşmasını geri alma hakkının teknik sorusuna odaklandı (ve alamayacağına karar verdi). Böylece hakaret davası, bir katliamın gerçekten gerçekleşip gerçekleşmediğine dair herhangi bir adli inceleme yapılmadan sona erdi. İsrail haber kuruluşları, Katz’ın teslimiyetini katliamın bir yalan olduğunun kanıtı olarak duyurdu. Büyük gazeteler onu “sahtekâr” ve “sözde tarihçi” olarak etiketledi ve siyasi nedenlerle bir katliam uydurduğunu öne sürdü. Sağcı yorumcular, “İsrail karşıtı bir anlatının” çürütülmesinden dolayı sevindi. Özellikle acımasız bir şekilde, bazı sol eğilimli İsrailli entelektüeller bile yüklendi; önde gelen gazeteci Tom Segev, “Belki bir katliam vardı ama yanlış tarihçiyle karşılaştı,” diyerek Katz’ın göreve uygun olmadığını ima etti. İsrail kamuoyu büyük ölçüde Tantura’nın asılsız bir söylenti olduğu izlenimiyle bırakıldı. Eğer katliam olmadıysa, o zaman —dolayısıyla— belki de 1948 etnik temizliğine dair Filistin iddialarının hiçbiri doğru değildi. Bu olay böylece, İsrail vahşetine yönelik herhangi bir suçlamanın Arapların uydurması veya hatası olduğu yönündeki rahatlatıcı ulusal miti güçlendirmeye hizmet etti.

Hayfa Üniversitesi içinde cadı avı devam etti. Hakaret davasındaki uzlaşma, resmi tarihin koruyucularını tatmin etmedi. İsrail Devlet Arşivcisi ve diğerleri, üniversiteye Katz’ın yüksek lisans derecesini tamamen geri alması için baskı yaptı. Üniversite, tezi iptal etmek için bahaneler arayarak Katz’ın kasetlerini ve danışmanının davranışlarını incelemek üzere araştırma komiteleri topladı. Sonunda, Katz’ın derecesini (bazı küçük düzeltmeler yaptıktan sonra) korumasına izin verildi, ancak itibarı onarılamaz bir şekilde zedelendi. Akademik çevrelerden kayboldu, fiilen kara listeye alındı. Diğerleri üzerindeki caydırıcı etki açıktı: Hiçbir genç İsrailli akademisyen, yıllarca 1948 katliamları konusuna dokunmaya cesaret edemeyecekti.

Katz’ın yanında duran birkaç İsrailli akademisyenden biri, o zamanlar Hayfa Üniversitesi’nde kıdemli bir öğretim görevlisi olan Dr. Ilan Pappé idi. Pappé, “post-Siyonist” tarih dediği şeyi teşvik ediyor, İsraillileri 1948’in karanlık yönleriyle yüzleşmeye çağırıyordu. Katz olayı sırasında Pappé, Katz’ın bazı röportaj transkriptlerini meslektaşlarının okuması için üniversitenin dahili internet sitesinde yayınlayacak kadar ileri gitti. Bu transkriptlerin, hem Arap hem de Yahudi tanıklardan “infazın, çocukların önünde babaların öldürülmesinin, tecavüzün ve işkencenin korkunç tanımlarını” içerdiğini bildirdi. Pappé, “Transkriptleri okuduktan sonra, Katz’ın araştırmasının kalitesi hakkında çekinceleri olsa bile bir dizi insan, Tantura’da ne olduğu konusunda artık hiçbir şüphe duymuyordu,” diye yazdı. Bununla birlikte, Pappé’nin akademik destek toplama çabaları büyük ölçüde karşılıksız kaldı. Kendisini meslektaşları tarafından giderek daha fazla izole edilmiş ve aşağılanmış buldu. Birkaç yıl içinde Pappé de sürülecekti: 2007’de, İsrail’in Nekbe inkârına yönelik sesli eleştirileri nedeniyle ölüm tehditleri ve resmi kınamalar arasında istifa etti ve Birleşik Krallık’ta öğretmenlik yapmak üzere İsrail’den ayrıldı (El-Cezire‘nin belirttiği gibi, Pappé “İsrail toplumundan sert bir tepkiyle karşılaştı” ve 1948’in bir etnik temizlik vakası olduğu konusunda ısrar etmeye devam ettikten sonra Hayfa Üniversitesi’ndeki kadrolu pozisyonundan kovuldu). Onunla yaptığım röportajda Pappé, Üniversiteye karşı bir davayı kazanmasına rağmen neden İsrail’den ayrılmak zorunda hissettiğini anlattı.

Ilan Pappé: Siyonist projenin sonuna tanık oluyoruz.

Tantura katliamının susturulması böylece hukuki yıldırma, akademik suç ortaklığı ve medya manipülasyonunun ortaklığıyla başarıldı. Bu, İsrail müesses nizamının ulusal mitolojiyi tehdit eden doğru bir anlatıyı bastırmak için ne kadar ileri gidebileceğini gösterdi. Yine de ironik bir şekilde, hakikati örtbas etme girişimleri yalnızca onun yeniden dirilişini geciktirdi. Katz’ın orijinal kayıtları hayatta kaldı ve on yıllar sonra kamuoyuna (özellikle 2022’de bir belgesel filmde) yeniden ortaya çıkarak bulduklarını doğruladı. Yaşlı askerlerin sessizlik yemini de zamanla çatlamaya başladı; bazı gaziler, hayatlarının sonlarına yaklaşırken, nihayet 1948’de yaptıklarını itiraf ettiler. Göreceğimiz üzere, bu doğrulamalar ortaya çıktı, Katz’ın çalışmalarını haklı çıkardı ve onun hakkında söylenen yalanları çürüttü. Fakat bugünkü hesaplaşmayı incelemeden önce, Tantura’nın 1948’in daha büyük resmine nasıl uyduğunu anlamalıyız. Bu köyde yaşananlar bir anormallik değildi; İsrail devletinin kuruluşuna eşlik eden açık bir sürgün ve katliam modelinin —uzun süredir inkâr edilen, ancak yıllar içinde tarihçiler ve araştırmacılar tarafından kapsamlı bir şekilde belgelenen bir model— parçasıydı.

Tasarlanmış etnik temizlik: Nekbe bağlamında Tantura

Tantura katliamı ve nüfusunun sürülmesi, kontrolden çıkmış bir olay veya savaş sırasındaki bir cinnet olarak göz ardı edilemez. Bu, 1948 savaşı sırasında, Siyonist güçlerin yeni İsrail devleti için toprak fethederken uyguladığı daha geniş bir “etnik temizlik” politikasının bir düğüm noktasıydı. Yıllarını gizliliği kaldırılmış İsrail arşivlerini araştırarak geçiren İsrailli “Yeni Tarihçi” Benny Morris, açıkça şu sonuca vardı: “Filistinlilerin kökünden sökülmesi olmadan bir Yahudi devleti ortaya çıkamazdı.” Başka bir deyişle, Filistinlilerin toplu sürgünü savaşın tesadüfi bir yan ürünü değildi; İsrail’in yaratılmasının bir ön koşuluydu. Kendisiyle yaptığım röportajın bağlantısı aşağıdaki kaynaklar listesinde.

1947’nin sonlarından 1948’e kadar, yaklaşık 750 bin Filistinli (İsrail olan bölgenin Arap nüfusunun dörtte üçü) sistematik olarak yerinden edildi veya baskı altında kaçtı ve 400’den fazla kasaba ve köy sakinlerinden boşaltıldı. Haganah tarafından Mart 1948’de yayınlanan bir ana plan olan Dalet Planı (Plan D) sahneyi hazırladı. Tarihçi Velid Halidi’nin tanımladığı üzere, Dalet Planı kelimenin tam anlamıyla “Filistin’in fethi için bir ana plandı.” İsrailli komutanlara, Yahudi devletine (ve ötesine) tahsis edilen toprağı güvence altına almak için köyleri yok etme ve sakinleri kovma yetkisi verdi. Planın yönergeleri açıkça köylerin kuşatılmasını, aranmasını ve silahsızlandırılmasını ve direniş durumunda “nüfusun sınırlar dışına sürülmesini” gerektiriyordu. Sonraki aylarda bu talimatlar büyük ölçekte uygulamaya konuldu. 1948’in sonunda 500’den fazla Filistin yerleşimi boşaltılmıştı; birçoğu yerle bir edildi, diğerleri Yahudi göçmenlerle yeniden iskan edildi ve yeniden adlandırıldı. Filistin halkının topraklarındaki varlığı siliniyordu; bu Filistinlilerin en-Nekbe olarak bildiği süreçti.

1948’de kaçan Filistinli köylüler

Tantura’nın kaderi bu siyasi çerçevenin doğrudan bir sonucuydu. Kıyıdaki stratejik konumu, onu savaşın başlarında bir hedef hâline getirdi. Haganah’ın Hayfa’nın güneyindeki kıyı “temizliği” operasyonlarının bir parçası olarak, Aleksandroni Tugayı birlikleri önceki haftalarda Kefr Lam ve es-Sarafand gibi köyleri halihazırda boşaltmıştı. Aleksandroni’nin standart hareket tarzı, saldırı sırasında sakinleri —onları yakalamak yerine kaçmaları için bir yol vermek— kovmaktı. Fakat bir nüfus kaçamazsa veya kaçmazsa (Tantura’da olduğu gibi), daha sert önlemler alındı. Tugay komutanının teslim olan Araplarla “uygun gördüğü gibi yapma” konusundaki “tam yetkisi”, Tantura’da ve başka yerlerde, terör aşılamayı amaçlayan yargısız infazlar ve katliamlarla sonuçlandı. Tarihçi Ilan Pappé, Filistin’in Etnik Temizliği adlı ufuk açıcı kitabında, 1948’deki sürgün kampanyasını birden fazla katliamın nasıl noktaladığını — nisanda Deyr Yasin’den (İrgun/Lehi milisleri tarafından 100’den fazla kişinin katledildiği) temmuzda Lidda’ya (İzak Rabin komutasındaki askerler de dahil olmak üzere İsrail birlikleri tarafından 200’den fazla kişinin katledildiği) ve ekimde el-Devayime’ye (bir İsrail biriminin 100’den fazla köylüyü öldürdüğü)— belgeliyor.

Bu türden kaç vahşet yaşandı? İsrailli tarihçilerin muhafazakâr tahminleri bile 1948 savaşı sırasında en az yirmi katliamı kabul ediyor. Benny Morris’in kendisi (başlangıçta bazı Filistin anlatılarına şüpheyle yaklaşıyordu) İsrail güçleri tarafından en az 24 ayrı olayda öldürülen “kabaca 800 [Filistinli] sivil ve savaş esirini” kaydetti ve bu olaylar katliam olarak tanımlanabilir. Filistinli akademisyen Salih Abdülcevad ve diğerlerinin daha kapsamlı araştırmaları, sürgünlere eşlik eden onlarca daha ufak çaplı katliam veya tek seferlik infazlara işaret ediyor. BADIL (Filistinli mülteci hakları merkezi) tarafından alıntılanan Birleşmiş Milletler ve İsrail ordusu arşivlerinin analizi, 1948’de 30’dan fazla belgelenmiş katliam tespit etti; bunların 24’ü kuzey bölgesinde (Celile ve Hayfa bölgesi), 5’i merkezde ve 5’i güneydeydi. İsrailli bir askeri tarihçi olan Arye İzaki (eski İsrail ordusu arşivlerinden), İsrail güçleri tarafından “100’den fazla” katliamın işlendiğini, bunların yaklaşık 10’unun büyük ölçekli olduğunu öne sürdü. “En iyi bilinenler” arasında Deyr Yasin, el-Devayime ve Tantura’yı listeledi. Kısacası, Tantura bir sapma değildi, aynı sürecin parçasıydı. Nekbe’nin kötü şöhretli katliamları arasında yer alıyor, fakat failleri uzun süre örtbas etmeyi başardığı için belki de uluslararası alanda daha az biliniyordu.

1948’de yaşananların bir dizi talihsiz kaza veya kontrolden çıkmış askerlerin işi değil, daha ziyade uzun süredir devam eden ideolojik hedeflerin gerçekleştirilmesi olduğunu vurgulamak önemli. Nur Masalha, savaş öncesi Siyonistlerin Arapların uzaklaştırılması için bir örtmece olan “Nakil” hakkındaki düşüncelerini kronikleştirdi. Gelecekteki İsrail Başbakanı David Ben Gurion da dahil olmak üzere 1930’lardan itibaren Siyonist liderler, Arap nüfusunun kurulacak Yahudi devletinden zorla nakledilmesini tartışmış ve buna hazırlanmışlardı. 1948’e gelindiğinde, bu fikirler savaşın dumanı altında eyleme dönüştü. Ben Gurion hükümeti ve askeri komutanlığı, demografik dengeyi kalıcı olarak değiştirmek için, şiddetten kaçanlar da dahil olmak üzere Filistinli mültecilerin geri dönüşüne izin vermemeye açıkça karar verdi. Savaş sona erdiğinde yeni İsrail devleti, 750 bin sürgün edilmiş Filistinlinin topraklarına ve mülklerine el koymak için hızla yasalar çıkardı ve eve dönememelerini sağladı. Yaşananların büyüklüğü, Pappé ve diğerlerinin neden “etnik temizlik” —etnik olarak tanımlanmış bir nüfusun kendi topraklarından kasıtlı olarak tasfiye edilmesi— terimini kullandığını açıklıyor.

Tantura katliamının örtbas edildiği iklimi anlamak için, savaşın ardından oluşturulan güçlü İsrail ulusal anlatısını da tanımak gerekir. On yıllardır İsrail söylemindeki resmi anlatı, 1948’de yeni Yahudi devletinin Arapların ezici saldırganlığına karşı bir savunma savaşı verdiği; Filistinlilerin kendi istekleriyle veya Arap liderlerin emriyle kaçtığı ve İsrail güçlerinin baştan sona yüksek bir ahlaki standardı (“silahların saflığı”) koruduğu —yani herhangi bir sapmanın münferit ve üzücü olduğu, politika olmadığı— yönündeydi. Uzun yıllar boyunca İsrail arşivleri gizli tutuldu ve kamuoyu bu anlatıyı büyük ölçüde sorgusuz sualsiz kabul etti. Sürgün ve katliamlara ilişkin Filistin anlatıları propaganda veya fantezi olarak reddedildi. Örneğin 1988’de, seçkin Filistinli tarihçi Velid Halidi, 1948’de yok edilen 418 köyün anıtsal bir belgesi olan All That Remains‘i (Geriye Kalan Her Şey) yayımladı. Tantura’nın nüfusunun boşaltılmasını içeriyordu, ancak o sırada Halidi katliamın kanıtına sahip değildi ve bu nedenle yalnızca köyün işgalini ve halkının sürülmesini kaydetti. Bu tür çalışmalar, Filistinliler tarafından toplanan sözlü tarihlerle birlikte, İsrail akademisi tarafından büyük ölçüde göz ardı edildi. Ancak 1980’lerin sonlarında ve 1990’larda, bazı İsrail arşivleri açıldıkça, yeni nesil İsrailli tarihçiler Filistinlilerin başından beri söylediklerini doğrulamaya başladı. Benny Morris’in 1988 tarihli Filistin Mülteci Sorununun Doğuşu, 1947-49 adlı kitabı, yüz binlerce Filistinlinin sürüldüğünü ve İsrail güçlerinin genellikle vahşetlere karıştığını kabul ederek bazı çığırlar açtı; ancak Morris “etnik temizlik” terimini kullanmaktan kaçındı ve zaman zaman olayları savaşın zorunlu bir gerekliliği olarak rasyonelleştiriyor gibi görünüyordu. Avi Shlaim, Demir Duvar (2000) adlı eserinde benzer şekilde, Ben Gurion’dan itibaren İsrail liderliğinin toprak maksimalizmi ve mültecileri geri göndermeyi reddetme konusunda nasıl katı bir tutum takındığını, yeni devleti güvence altına almak için askeri gücün “demirden duvarını” tercih ettiğini ayrıntılarıyla anlatarak pek çok miti yıktı. Avi ile iki kez konuşma fırsatım oldu: Önce bir tarihçi olarak, sonra da İsrail’in Irak Yahudilerine karşı düzenlediği bombardıman harekatının — onları anavatanlarını terk etmeye ve İsrail’e göç etmeye zorlamak için tasarlanmış gizli bir operasyon— bir kurbanı olarak (aşağıdaki kaynaklara bakınız).

Ancak Katz’ın müttefiki Ilan Pappé, 1948’in organize bir etnik temizlik operasyonu —İsrail’in ahlaki sorumluluk taşıması gerektiğini savunduğu bir suç— oluşturduğunu açıkça savunan en açık sözlü ses olarak ortaya çıktı.

Bu akademisyenlerin her biri tepkiyle karşılaştı ama çalışmaları (genellikle İsrail devlet arşivlerine dayanarak) Filistinlilerin gerçek olarak yaşadığı bir anlatıyı doğruladı: Nekbe’nin gönüllü bir göç değil, şiddetli bir mülksüzleştirme olduğu. Bu bulguları İsrailli Yahudi tarihçiler yayınlamaya başladığında ancak İsrail toplumunun bazı kesimlerinin Nekbe’nin bazı yönlerini isteksizce kabul etmeye başlaması manidar. The Guardian‘ın belirttiği üzere, 2000’lerde “yeni nesil revizyonist İsrailli tarihçiler, Filistinlilerin, kendi talihsizliklerinden sorumlu oldukları yönündeki eski resmi anlatıyı reddetti”. Hatta İsrail başbakanlarından Ehud Olmert, 2007’de Filistinlilerin ” çektiği acıyı” çekingen bir şekilde kabul etti. Ancak mutlak bir hesaplaşma çok uzaktaydı. Sahiden de, diğerleri inkârda direndi; örneğin, Binyamin Netanyahu gibi Likud liderleri, Nekbe anlatısını öğretmenin düşman propagandası yaymakla eşdeğer olduğu konusunda ısrar etti.

Dolayısıyla Tantura, tarih ve hafızanın kavşağında yer alıyor. Bir yandan, 1948’deki olayın kendisi, Nekbe’nin şiddetli sürgünlerinin özlü bir örneğiydi, Pappé, Halidi, Masalha ve hatta kısmen Morris gibi tarihçiler tarafından sistematik olarak belgelenen türden bir olaydı. Öte yandan, Tantura’da yaşananların savaş sonrası bastırılması, İsrail’in on yıllardır süren temizlenmiş bir ulusal hikâyeyi koruma çabasını örneklemektedir. Katz, bu iki alanı —Tantura’nın bastırılmış gerçeğini kamuoyuna enjekte ederek— köprülemeye çalıştığında, İsrail’in inkâr aygıtının ağırlığı onun üzerine çöktü.

Yine de gerçeklerin yeniden ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır. Bugün, devam eden araştırmalar ve cesur tanıklıklar sayesinde, Tantura’nın 1948’de İsrail’in kuruluşunun bir parçası olarak “etnik olarak temizlendiğini” —ve bunun münferit bir sapma değil, politika olduğunu— biliyoruz. Tantura köylüleri tek değildi. Celile’den Necef’e kadar, Filistinli siviller düzinelerce yerde öldürüldü ve yüz binlercesi ata topraklarından söküldü. Bu farkındalık, İsrail’in geliştirdiği kahramanca öz imajına derinden meydan okuyor. İsrail’in kuruluşunun sadece yiğitlik ve fedakârlık (ki Yahudi İsrailliler için kesinlikle öyleydi) değil, aynı zamanda yerli bir nüfusa karşı toplu şiddet ve onların varlığının silinmesini içerdiğinin kabulünü gerektirir. Bunu tanımak, İsrail’in bugünkü varlığı gerçeğini baltalamaz, ancak kuruluşunda sık sık iddia edilen ahlaki aklamayı ortadan kaldırır. Ve işte bu yüzden Tantura’yı —ve genel olarak Nekbe’yi— kabul etmek, İsrail müesses nizamında hâlâ böyle bir tabu olmaya devam ediyor, öyle ki olağanüstü inkâr çabaları sergilendi.

Propaganda, inkâr ve hafıza savaşı

Başından beri, İsrail devleti ve destekçileri 1948 anlatısını inkâr etmeye veya yeniden çerçevelemeye büyük yatırım yaptılar. Tantura gibi katliamları kabul etmek, yalnızca İsrail’in “Bağımsızlık Savaşı” mirasını lekelemekle kalmaz, aynı zamanda potansiyel olarak Filistinlilerin adalet ve geri dönüş talebini de güçlendirir. Bu nedenle, bu olayları gizlemek için çeşitli propaganda teknikleri ve sansür araçları kullanıldı Tantura katliamı, sessizlik, saptırma ve itibar suikastının —İsrail söyleminde Nekbe’ye yönelik daha geniş yaklaşımın simgesi olan taktikler— birleşimiyle inkâr edildi.

İnkârın önemli bir alanı eğitim sistemi oldu. On yıllardır İsrail okul müfredatları, 1948’e ilişkin herhangi bir Filistin perspektifini basitçe dışladı. Filistinlilerin mülksüzleştirilmesine atıfta bulunan Arapça “Nekbe” —felaket— terimi, ders kitaplarında uzun süre bahsedilmedi. 2009’da, sağcı Netanyahu hükümetinin anlamlı bir adımıyla İsrail Eğitim Bakanlığı, İsrail’in Filistinli vatandaşlarına hizmet veren Arap okulu ders kitaplarından “Nekbe” kelimesini yasaklayacak kadar ileri gitti. Eğitim bakanı Gideon Sa’ar tarafından duyurulan bu yasak, açıkça 1948’in Filistinliler için bir felaket olarak kabul edilmesini önlemeyi amaçlıyordu. Sa’ar, “Resmi bir öğretim programında İsrail devletinin kuruluşunu bir felaket olarak sunmak için hiçbir neden yok,” dedi ve eğitim sisteminin “devletin gayrimeşrulaştırılmasını teşvik etmemesi gerektiğini” ekledi. Filistin deneyiminin dahil edilmesi bile hain bir eylem olarak çerçevelendi. Bu tür ders kitabı sansürü, nesiller boyu genç İsraillilerin hikâyenin yalnızca bir tarafını —Siyonistlerin zaferini— öğrenerek büyümesini sağlar, ülkelerinin doğuşunun yüzlerce köyün yıkılmasını ve bütün bir halkın sürülmesini içerdiğine dair çok az veya hiç farkındalıkları olmaz. Daha önceki, daha liberal yönetimler altında bazı materyallere kısaca girmeyi başaran Filistin acılarına yapılan atıflar bile milliyetçi yetkililer tarafından çıkarıldı. Tarihsel şuurun bu sistematik şekillendirilmesi, ortalama bir İsraillinin genelde Tantura katliamı gibi olaylardan habersiz olduğu veya bunları mesnetsiz “Arap masalları” olarak gördüğü anlamına gelir.

Resmi eğitimin ötesinde, İsrail hükümeti uzun süredir kendi tarih anlatısını pekiştirmek için uluslararası alanda Hasbara (propaganda) kampanyaları yürütüyor. 1948 ile ilgili temel bir Hasbara argümanı şuydu: “Katliam yok, Filistinliler gönüllü olarak veya Arap ordularının emriyle topraklarını terk etti.” Bu anlatı, İsrail diplomasisinde tekrarlandı ve on yıllardır dünya çapında sempatik gazeteciler ve akademisyenler tarafından tekrar edildi. Bu, tarihsel araştırmalarla tamamen çürütülmüş bir anlatıdır (Arap liderlerin Filistinlilere ayrılmalarını söyleyen genel bir emrine dair hiçbir güvenilir kanıt ortaya çıkmadı; bilakis, çoğu doğrudan Yahudi askeri saldırıları veya bunlardan korkma nedeniyle kaçtı). Yine de Nekbe inkârcıları arasında kalıcı bir klişe olmaya devam ediyor. Hatta çağdaş söylemde bile ortaya çıktığını görüyoruz; örneğin, 2022’deki Tantura belgeselinin bazı muhalifleri, “Eğer gerçekten bir katliam olsaydı, köylüler neden o zaman bunu yaygın olarak bildirmedi? Herkes gibi onlar da ayrıldı,” iddiasında bulundu. Bu tür argümanlar, hayatta kalanların konuştuğu (dinleyecek herkese) ve Deyr Yasin gibi vahşet haberlerinin kesinlikle yayıldığı ve Filistinliler arasında paniğe yol açtığı gerçeğini göz ardı ediyor. Ancak İsrailli propagandacılar, her bir özel vahşet hakkında şüphe uyandırmak için daha geniş kamuoyunun cehaletine güveniyor.

Doğrudan inkâr yeterli olmadığında, strateji aynı zamanda resmi anlatıya meydan okuyanların karakter suikastını ve karalanmasını da içeriyordu. Teddy Katz’ın Tantura’yı belgelemeye cüret ettiği için nasıl bir sahtekâr olarak etiketlendiğini ve akademiden neredeyse silindiğini gördük. Benzer şekilde, Ilan Pappé, Katz’ı sesli bir şekilde destekledikten ve İsrail’i etnik temizlikle suçladıktan sonra İsrail’de acımasızca saldırıya uğradı; meslektaşları tarafından dışlandı, politikacılar tarafından tehdit edildi ve sonunda işinden atıldı. Tantura belgeseli hakkındaki el-Cezire haberi, Pappé’nin 1948 hakkındaki tutumu nedeniyle “alay edildiğini ve Hayfa Üniversitesi’ndeki kadrolu pozisyonundan kovulduğunu” belirtti. Filistin tarihine ses veren diğer İsrailli akademisyenler ve gazeteciler genelde kendilerini “kendinden nefret eden Yahudiler” veya “hainler” olarak damgalanmış bulurlar. Amaç, mesajı geçersiz kılmak için habercinin itibarını sarsmak. Hatta solcu olmaktan uzak olan (sonuçta sürgünleri haklı çıkaran bir Siyonist olarak kalan) Benny Morris bile, bulgularını ilk yayımladığında bazıları tarafından eleştirildi; daha sonra, tutumunu sertleştirdiğinde ve Ben Gurion’un tüm Arapları sürmesi gerektiğini öne sürdüğünde, sağcı çevreler onu bir nevi isteksiz bir doğruyu söyleyen olarak rehabilite etti. Tutarlı örüntü, yalnızca İsrail’i yanlış yapma niyetinden aklayan bir anlatının kabul edilebilir olmasıdır. Aksini söyleyenler marjinalleştirilir.

Filistinli seslerin bastırılması bir diğer kilit unsur. Filistinli tarihçiler ve kurumlar, on yıllardır halklarının Nekbe anılarını —anılarda, sözlü tarih projelerinde ve akademik çalışmalarda— titizlikle kaydettiler. Fakat İsrail kurumları genellikle bu kaynakları taraflı olarak reddetti. Bir Filistinli yorumcu, “Filistinliler tarafından yapılmış on yıllarca titiz bilimsel çalışma var, size tüm bunları anlatabilirdi ama İsrail anlatısını Filistin anlatısına tercih etmenin tek nedeni saf ırkçılıktır,” dedi. Hakikaten de, bir Filistinli söylediği sürece, resmi İsrail bunun bir yalan olması gerektiğini — yerlilerin kendi acılarının güvenilmez anlatıcıları olduğu sömürgeci tutumlara dayanan bir zihniyet— varsaydı. Bu, yalnızca İsraillilerin kendileri —arşivlenmiş belgeler veya asker tanıklıkları aracılığıyla— Filistinlilerin söylediklerini “doğruladığında” biraz değişmeye başladı. El-Cezire tarafından vurgulanan bir Tweet bunu kısaca şöyle ifade etti: “Sömürgeci failler, sömürgeci akademisyenler ve sömürgeci arşivler otomatik olarak ‘anlatma’ yetkisiyle donatılmıştır…. Bu noktada, Nekbe’nin İsrail anlatısını Filistin anlatısına tercih etmek saf bir ırkçılık eylemidir.” Tantura örneğinde, Dr. Adnan ve Feyza Yahya gibi Filistinli hayatta kalanlar katliamı on yıllar önce anlatmışlardı ve Palestine Remembered gibi Filistinli mecralar, kurbanların ailelerinin tanıklıklarını korumuştu. Ancak bu tür anlatılar İsrail’de göz ardı edildi, ta ki Katz, Aleksandroni gazilerinin esasen cinayetleri itiraf ettiği ses kayıtlı röportajlar üretene kadar. Bu çifte standart, söylemin çoğunda bugüne kadar devam ediyor.

İsrail devleti ayrıca daha somut hafıza bastırma yöntemleri de kullandı. Filistin varlığının fiziki kalıntıları kaldırıldı veya gizlendi; köyler buldozerle yıkıldı, Arapça yer adları İbranice olanlarla değiştirildi, toplu mezar alanları eğlence tesislerinin, otoparkların veya kapalı askeri bölgelerin altına gizlendi. Örneğin, Tantura’daki toplu mezarlar işaretsiz ve erişilemezdi; Dor Plajı otoparkı ve bir kibutz alanı altındaki olası sınırlarını belirlemek için (Forensic Architecture ve diğerleri tarafından) gelişmiş adli ve kartografik analizlerin yapılması 2023’ü buldu. Şimdi bile, bu mezarların resmi olarak anılmasına karşı bir direniş var. Bu arada, İsrail’in devlet arşivleri, uygunsuz olduğunda seçici olarak kapatıldı. Son yıllarda, bir İsrail Savunma Bakanlığı dairesinin (MALMAB) daha önce erişilebilir olan birçok 1948 belgesini —sürgünler ve cinayetler hakkındaki raporlar da dahil olmak üzere— “olumsuz” anlatıları körüklemesini açıkça önlemek için sistematik olarak yeniden sınıflandırdığına dair kanıtlar ortaya çıktı. İsrailli gazeteciler tarafından aktarılan bu ifşaat, hükümetin inkârı sürdürmek için tarihsel kaydı aktif olarak düzenlediğini doğruladı.

Ardından Filistin anmasını bastırmak için yasal ve siyasi önlemler geliyor. 2011’de İsrail Knesset’i, yaygın olarak “Nekbe Yasası” olarak adlandırılan yasayı çıkardı; bu yasa, hükümete Nekbe’yi bir yas günü olarak anan herhangi bir kamu kurumundan (okullar veya belediyeler gibi) fon kesme yetkisi veriyor. Yasanın amacı bariz: İsrail’in Filistinli vatandaşlarının (nüfusun yaklaşık yüzde 20’sini oluşturuyorlar) 15 Mayıs’ı bir yas günü olarak kamuya açık bir şekilde anmasını mali olarak cezalandırıcı hâle getirmek. “Nekbe” demeyi açıkça suç saymıyor, fakat caydırıcı bir etki yaratıyor. Sonuç olarak, İsrail içindeki pek çok Filistin okulu ve toplum merkezi resmi Nekbe törenlerinden kaçınıyor veya bunu kapalı kapılar ardında yapıyor. Hatırlama eyleminin kendisi şüpheli hâle getiriliyor. Benzer şekilde, Nekbe ile ilgili etkinlikler için izinler genellikle reddediliyor ve anıt anıtlarına izin verilmiyor (Yahudi tarihinin, travmatik olaylar da dahil olmak üzere, kapsamlı İsrail devlet anmasıyla karşılaştırıldığında, çifte standart bariz). Sanat veya medyadaki Nekbe referansları bile tepki çekebilir; örneğin, yıkılmış Filistin köyleri hakkında farkındalık yaratmaya adanmış bir İsrail STK’sı olan Zohrot, boşaltılmış köy alanlarında sergiler düzenlediğinde veya anma plaketleri yerleştirdiğinde, düşmanlıkla ve bazen tabelalarının tahrip edilmesiyle karşılaştı. Zohrot’un Tantura üzerine çalışması —İsrailli ziyaretçileri siteyi gezmeye ve kalan cami kalıntılarını görmeye getirmek— bazı İsraillileri eğitmede paha biçilmez oldu, ancak genelde sağcılar tarafından şeytanlaştırılan niş bir çaba olarak kalıyor.

Yurt dışındaki Hasbara da benzer şekilde anlatıyı denetlemeye çalıştı. İsrailli diplomatlar ve insan hakları grupları, Nekbe veya 1948 sürgünleri uluslararası forumlarda bahsedildiğinde şiddetle protesto ediyor. Yayıncıları ve film yapımcılarını “İsrail perspektifini” (bu genellikle sert hakikatleri küçümsemek veya “bağlamsallaştırmak” anlamına gelir) dahil etmeleri için baskı yapıyorlar. Klasik bir örnek, İsrailli yetkililerin potansiyel savaş suçları soruşturmaları haberlerine nasıl yanıt verdiği: İddialarla ilgilenmek yerine, onları “Yahudi karşıtı” veya İsrail’i gayri meşrulaştırma komplosunun bir parçası olarak yaftalıyorlar. İsrail’in kuruluşunda toplu vahşetler işlediği fikri, meşruiyetine bir saldırı olarak görülüyor; bu nedenle bu fikrin herhangi bir habercisi buna göre saldırıya uğruyor. İsrailli film yapımcısı Alon Schwarz’ın 2022 yapımı Tantura belgeseli örneğinde, İsrail’deki bazı uzmanlar tarafından filmi itibarsızlaştırmak için ortak bir çaba gösterildi. Bunun bir “yalanı” yeniden gündeme getirdiğini savundular ve (yalan bir şekilde) yeni bir kanıt sunulmadığını iddia ettiler. Özellikle, İsrail’in önde gelen liberal gazetesi Haaretz, filmi fiilen destekledi ve gazilerin Tantura’daki toplu katliam hakkında “nihayet itiraf ettiklerini” belirten bir manşet yayınladı. Ancak diğer yayın organları ve yorumcular, özellikle sağcılar, onu yerden yere vurdu. Filmin yayınlanması tartışmaları yeniden alevlendirdi ve inkâr propagandasının hâlâ ortaya çıkan gerçeklerle çatıştığını gösterdi. Filmi gören genç İsrailliler şok olduklarını ifade ettiler —”bunu okulda hiç öğrenmedik!”— ve bu da örtbasın ne kadar etkili olduğunun bir kanıtı. Yönetmen Schwarz, Katz’ın kasetlerini keşfettikten sonra maruz kaldığı muamele konusunda dehşete düştükten sonra filmi yapmaya yönlendirildiğini söyledi. Film, izleyicilerin eski Aleksandroni askerlerinin kendi seslerinden silahsız adamları vurduklarını ve cesetleri attıklarını itiraf ettiklerini duymalarını sağladı. Sakin bir şekilde kameraya evet, onları öldürdük diyen yaşlı bir sabra (İsrail doğumlu Yahudi) İsrail ordusu gazisine yalancı demek zor. Ve yine de, inkârcılar hâlâ denedi: Bir eski asker, itirafının film görüntülerinin kullanılmasını engellemek için dava açtı (başarısız oldu). Küçük bir azınlık bile Schwarz’ı “kurgu hileleri” yapmakla veya askerleri yanlış hatırlamakla suçladı. Bu, bazılarının yapıştığı neredeyse patolojik inkârı gösteriyor; hiçbir kanıt miktarı asla yeterli değil, zira bunu kabul etmek ulusal mite çok yıkıcı geliyor.

İsrail’in kolektif şuurunda 1948, kahramanca bir destan, “azınlığın çoğunluğa karşı mücadelesi,” bir hayatta kalma ve zafer mucizesi olarak kutsandı. Bu anlatıda asil fedakârlıklara ve belki birkaç üzücü aşırılığa yer var, ancak sivillerin önceden tasarlanmış katliamlarına yer yok. Bu değerli öz imajı korumak için devlet ve toplum, Filistinlilerin hafızasını bir tehdit olarak gördü. Tantura hikâyesinin bu kadar uzun süre bastırılması bunun bir örneğiydi. Fakat, her geçen yıl daha fazla arşiv kanıtı ortaya çıkıyor ve daha fazla tanık konuşuyor (çok geç olmadan, bu 90’lı yaşlarındaki gaziler 1948’in yaşayan son katılımcıları arasında). Bu oldukça, inkâr propagandası sürdürülmesi zorlaşıyor. Modern teknoloji de bir rol oynuyor: Tantura’da yürütülen gibi adli çalışmalar, mezar alanlarını ortaya çıkarmak için kelimenin tam anlamıyla toprağı kazabilir. Mayıs 2023’te, Nekbe’nin 75. yıldönümünde, araştırmacıların Tantura’da birden fazla olası toplu mezar yeri tespit ettiklerini —aktivistlerin şimdi resmi tanınma ve anma talep etmek için kullandıkları bir bilgi— duyurmaları yerinde oldu.

Forensic Architecture, İngiliz manda dönemi hava fotoğraflarını analiz etti ve olası toplu mezarları tespit etti.

Bununla birlikte, tarihsel anlatı üzerindeki mücadele devam ediyor. Hasbara çabaları şimdi genellikle yeni bir çizgi izliyor: Giderek daha savunulamaz hâle gelen toptan inkâr yerine, gerekçelendirme ve görecelileştirmeye kayıyorlar. Örneğin, bazı İsrailli yorumcular Tantura gibi “kötü şeylerin” olmuş olabileceğini kabul ediyor, fakat sonra hızla ekliyorlar: “Savaştı, tüm savaşlarda vahşetler olur; başkalarının ne yaptığına bakın; Yahudiler hayatta kalmak için savaşıyordu,” vb. Bu, inkârdan önemsizleştirmeye bir geçiştir. Benny Morris bu geçişi örnekliyor. 2004’e gelindiğinde, 1948’de İsrail tarafından işlenen düzinelerce katliam ve tecavüzü kabul etti ama bir röportajcıya rezil bir şekilde şunları söyledi: “Tarihte etnik temizliği haklı çıkaran koşullar vardır,” ve Ben Gurion’un yeterince Arap sürmediğini düşündüğünü söyledi. Bu şok edici samimiyet —esasen Nekbe’yi kabul etmek— ironik bir şekilde olanların gerçeğiyle örtüşüyor, fakat bunu gerekli hatta övgüye değer bir şey olarak normalleştirmeye çalışıyor. İnkâr edilemez kanıtlar karşısında, bazıları “Ne olmuş yani? Yapmak zorundaydık,” demeyi seçti. Bu da ahlaki suçluluğu aklamayı amaçlayan bir propaganda çizgisidir. Bu, hedeflerin nasıl değiştiğini gösteriyor: Önce olmadığını iddia et; olduğu kanıtlandığında, haklı olduğunu savun.

Bu arada, Filistin anlatısı onu silmeye yönelik tüm girişimlere rağmen varlığını sürdürdü. Aileler, Tantura ve diğer köylerdeki evlerin anahtarlarını, o evler çoktan gitmiş olsa bile, nesilden nesile aktarıyor. Mülteci kampı duvar resimleri kayıp yerleri tasvir ediyor. İsrail içindeki Zohrot gibi kuruluşlar veya Filistin Araştırmaları Enstitüsü gibi enstitüler tarafından tutulan arşivler hafızayı canlı tutuyor. Ve giderek artan bir şekilde, bazı İsrailli Yahudiler —özellikle daha genç olanlar ve alternatif eğitime maruz kalanlar— dinlemeye başlıyor. Ancak bunu genelde devletlerinin resmi tutumuna karşı çıkarak yapıyorlar.

İnkârın mirası ve devam eden Nekbe

Nekbe’den yetmiş yedi yıl sonra, Tantura gibi olayların etrafındaki inkâr mirası —sadece tarihsel gerçek üzerinde değil, aynı zamanda uzlaşma ve barış umutları üzerinde de— bedel ödetmeye devam ediyor. Tantura’dan hayatta kalanların ve kurbanların torunları için 1948 yaraları hâlâ açık. Birçoğu Batı Şeria, Gazze, Lübnan veya Suriye’deki mülteci kamplarına düştü, bazıları bugün hâlâ orada ikamet ediyor ve ata toprakları olan sahil köyüne dönmeleri engelleniyor. Diğerleri Filistin/İsrail’in başka yerlerinde hayatlarını yeniden kurdu; örneğin, bir dizi Tanturalı aile, birçoğunun başlangıçta gönderildiği yakındaki köy olan Fureydis’e entegre oldu. Yine de, ister sürgünde ister birkaç kilometre uzakta olsunlar, bu aileler Dor Plajı’nın altındaki toprağın babalarını ve dedelerini içeren bir toplu mezar olduğu bilgisiyle yaşadılar. Ve yakın zamana kadar, daha geniş dünyanın bu suç hakkında çok az şey bildiği ve daha az umursadığı sinir bozucu bilgiyle yaşadılar.

Ailesi Tantura’dan olan Filistin asıllı Amerikalı bir kadın ve film yapımcısı olan Dr. Adnan’ın yeğeni Hala Gabriel’in hikâyesini ele alalım. Hala, amcasının katliam sırasında ölümden kıl payı nasıl kurtulduğuna dair parçalar duyarak büyüdü. Onunla yaptığım röportajda, sayısız cesedi yeni kazılmış bir toplu mezara attıktan sonra vurulmak üzere nasıl sıraya dizildiğini ve nasıl kurtulduğunu duyacaksınız.

Ailesinin tarihini ortaya çıkarmaya kararlı olan Hala, İsrail/Filistin’e gitti ve Tantura gerçeğini araştırdı. Röportajlarda, akrabalarının öldürüldüğü sahilde durduğunu ve hatta katılan bir Aleksandroni gazisiyle yüz yüze geldiğini anlattı. Hala, “Saldırıyı yöneten komutan Benzion (Binyamin) Pridan (Fridman), aileme zarar verdiyse özür dilediğini söyledi,” diye inanılmaz bir şekilde anlattı, “sanki herhangi bir şüphe varmış gibi!” Bu yarım ağızla yapılan özür —”eğer” sana zarar verdiysem— ömür boyu tam olarak hesap vermeyi reddedenlerin tipik kaçamaklığını örnekliyordu. Hala ve onun gibi birçokları için bu tür karşılaşmalar derin bir öfke ve travma uyandırıyor. Yine de bu hikâyelerin anlatılmasının önemini de gösteriyorlar. Yakında çıkacak belgeseliyle Hala Gabriel, kendi neslinin ve gelecek nesillerin unutmamasını sağlamayı amaçlıyor. İsrail’deki Filistinlilerin, anlatılarını suç sayan bir devletin altında azınlık olmanın bir mirası olarak, açıkça konuşmaktan sürekli korku içinde yaşadıklarını belirtiyor. Bu korkuyu yenmek —sözlü tarihleri belgeleyerek ve bunları küresel olarak paylaşarak— silinmeye karşı bir direniş biçimi. Hala ile bir röportaj yapım aşamasında, bu yüzden kaçırmak istemiyorsanız bana Substack’te veya YouTube’da abone olun.

İsrail tarafında, faillerin torunları bile bu mirasla boğuşuyor. Zohrot tarafından 2024’te yayımlanan dikkate değer bir kişisel tanıklıkta, Yail adında İsrailli bir kadın, kendi babasının Katz’ı susturma ve Tantura katliamını inkâr etme kampanyasına öncülük eden Aleksandroni gazileri arasında olduğunu açıkladı. Genç bir kızken, babasının hakaret davasını organize etmesini ve hiçbir katliamın olmadığını iddia etmesini izledi. İçten içe ondan şüpheleniyor ve utanıyordu ama evlatlık görevi nedeniyle sessiz kaldı. Yıllar sonra, babasının ölümünden sonra Yail, Tantura belgeselini izledi ve onun yalan söylediğini —o gece şahsen orada olmadığını iddia etse bile, katliamı muhtemelen çok iyi bildiğini— fark ederek sarsıldı. “Film, kendini dürüst bir adam olarak sunan babamın yalan söylediğini bana açıkça gösterdi. Aktif bir rol alıp almadığını asla bilemeyeceğiz… Orada olmadığını iddia etti. Ancak Teddy [Katz] ile yaptığı ve bazı bölümleri filmde yer alan bir röportajda, ne olduğunu bildiğini itiraf ediyor,” diye yazdı. Yail, bu farkındalığın duygusal bedelini ve bunun onu bir süre İsrail’den ayrılmaya, suçlarını kabul etmeyi reddeden bir devlette yaşamaya dayanamaz hâle getirdiğini anlatıyor. Cesur yansıması, hakikatin bir kez bilindiğinde, ulusal mitlerle büyüyenleri bile derinden sarsabileceğini gösteriyor. Aynı zamanda sömürgecilik karşıtı bir içgörünün altını çiziyor: Sömürgeci toplum, sömürgeleştirilenin insanlığını inkâr ederek ve yanlışlarıyla yüzleşmeyi reddederek, sonunda kendini yalanlarla zehirler. Hem sömürgeleştirilen hem de sömürgeci için iyileşme, doğruyu söylemekle başlar.

Önemli bir şekilde, geçmişteki etnik temizliğin inkârı, günümüz politikalarıyla doğrudan alakalı. Filistinliler genellikle “devam eden Nekbe”den bahsederler; 1948’de başlayan yerinden edilme sürecinin hiçbir zaman gerçekten durmadığı fikri. İsrail bugün, ev yıkımları, toprak müsadere etme ve toplulukların fiili olarak sürülmesi gibi mekanizmalarla, daha küçük ölçekte de olsa Filistinlileri yerinden etmeye devam ediyor. İşgal altındaki Batı Şeria’da (1967’den beri askeri kontrol altında), Han el-Ahmer gibi bütün köyler veya Mesafir Yatta’daki topluluklar, Yahudi yerleşimcilerine veya askeri bölgelere yer açmak için zorla tahliye ile —1948’in ürkütücü bir yankısı— karşı karşıya. Doğu Kudüs’te, Şeyh Cerrah’taki Filistinli aileler, yerleşimci örgütleri evlerini ele geçirmeye çalışırken tahliye emirleriyle mücadele ediyor ve Yahudilerin 1948 öncesi mülkleri “geri almalarına” izin veren, fakat Filistinlilerin aynı şeyi yapmasını engelleyen İsrail yasalarını kullanıyorlar. Bu eylemlerin her biri, Filistin haklarını ve tarihini reddeden bir anlatı tarafından mümkün kılınıyor. Eğer İsrail toplumu Tantura ve Nekbe hakkında yaygın bir şekilde bilinçli ve pişman olsaydı, yeni yerinden edilmelerin gelişmesini bu kadar kayıtsızca izleyebilir miydi? Muhtemelen hayır. Dolayısıyla geçmiş suçların inkârı, benzer suçların tekrarını kolaylaştırır. Ahlaki bir uyuşukluk yaratır. Sahiden de, bazı İsrailli yetkililer açıkça 1948’den ilham alıyor. Çok değil, 2021’de, önde gelen bir İsrailli politikacı, şimdi bir bakan olan Bezalel Smotriç, Knesset’te Arap milletvekillerine şunları söyledi: “Ben Gurion’un 1948’de işi bitirmemesi ve hepinizi dışarı atmaması bir hataydı.” Bu tüyler ürpertici ifade —etkili bir şekilde daha eksiksiz bir etnik temizlik dilemek— İsrail’deki aşırı sağın Nekbe’yi özür dilenecek bir şey olarak değil, tekrarlanacak bir şey olarak nasıl yücelttiğini gösteriyor. Smotriç daha sonra, 2023’te bir Filistin kasabası hakkında, “Huvara’nın silinmesi gerekiyor; İsrail devleti bunu yapmalı,” diyerek ısrar etti. Bu tür soykırımcı bir dil, yüksek yetkililerden çok az sonuçla geldiğinde, inkârın bazıları için açık bir gurura dönüştüğünü vurgular. Tantura’yı inkâr etmiyorlar zira bunun bir yalan olduğunu düşünüyorlar; inkâr ediyorlar zira içten içe bunun haklı olduğunu ve belki de tekrar yapılması gerektiğini düşünüyorlar ve bunu kabul etmek tekrar yapmayı zorlaştıracaktır. Bu korkutucu bir geri bildirim döngüsüdür, bugünkü adaletsizliği mümkün kılmak için geçmişi mitleştirmektir.

Yine de umuda az da olsa yer var. Tarihçilerin, insan hakları gruplarının ve hatta belgesel film yapımcılarının ısrarlı çalışmaları inkâr duvarını çatlattı. İsrail kamuoyu bugün “Nekbe” teriminin 20 yıl öncesine göre daha fazla farkında (birçoğu hâlâ sonuçlarını reddetse de). STK’ların eğitim girişimleri, dinlemeye istekli olanlara alternatif anlatılar sunuyor. Uluslararası alanda Nekbe giderek daha fazla tanınıyor; 2023’te Birleşmiş Milletler ilk kez resmi olarak Nekbe Günü’nü andı, bu da İsrail’in diplomatik canını sıktı. Ve önemli bir şekilde, Filistinli hayatta kalanlar ve onların torunları hafıza ve adalet haklarını savunmaya devam ediyor. Örneğin Tantura aileleri son zamanlarda örgütleniyor, İsrail’in katliamı tanımasını ve toplu mezar alanlarını korumasını talep etmek için bir komite kuruyorlar. Adalah’ın yasal yardımıyla, 2023’te Dor Plajı’ndaki bu mezarları işaretlemek ve korumak için bir dilekçe verdiler. Gelecekte o plajın yanında, ziyaretçilere altında ne yattığını bildiren bir anıtın durduğunu hayal edebiliriz. Bu tür doğruyu söyleyen anıtlar, karanlık geçmişleriyle hesaplaşan pek çok başka toplumda mevcuttur (örneğin, Bosna’daki katliam alanlarındaki işaretler veya Kuzey Amerika’daki yerli halklara adanmış anıtlar). İsrail bir gün Tantura’da bir plakete izin verecek mi? Şu anda bu pek mümkün görünmüyor, hükümet buna şiddetle karşı çıkacaktır. Ancak sivil toplum baskısı, uluslararası denetimle birleştiğinde, bunu yavaş yavaş mümkün kılabilir. Halihazırda Haaretz ve The Guardian gibi ana akım yayın organlarındaki Tantura’nın toplu mezarları hakkındaki haberler İsrail makamlarını zor durumda bıraktı.

Filistinliler için aranan birincil “adalet”, geri dönüş hakkıdır (mültecilerin ve onların torunlarının orijinal evlerine veya topraklarına geri dönebilme imkanı). Tantura örneğinde, bu, o ailelerin bölgede tekrar yaşamasına veya en azından İsrail’de vatandaş olarak yaşamasına izin vermek anlamına gelecektir. Bu, Yahudi demografik çoğunluğunu baltalayacağından korkan çoğu İsrailli Yahudi için kabul edilemez bir durumdur. Ancak geri dönüş hakkını kabul etmeden (sembolik olarak bile, fiili uygulama müzakere edilse bile) bir kapanış yoktur. Tantura halkı haksız yere sürüldü; torunları bu adaletsizlik nedeniyle yerinden edilmiş durumda. Suçu inkâr etmek, çözüm haklarını inkâr etmekle el ele gider. Tersine, suçu tanımak, herhangi bir anlamlı uzlaşma veya çözüme doğru atılan ilk adımdır. Belki bir gün bir uzlaşmaya varılabilir —örneğin, sınırlı bir geri dönüş veya tazminat— fakat İsrail’in resmi çizgisi “hiçbir suç işlenmedi, hiçbir borcumuz yok” olduğu sürece değil.

İşte bu yüzden hafıza ve anlatı üzerindeki mücadele bu kadar önemli. Bu sadece tarih kitaplarıyla ilgili değil; bugün ve gelecekle ilgili. Bir ulus kimliğini bir başkasının silinmesiyle tanımladığı sürece, gerçek barış ondan kaçacaktır. Zihnin de-kolonize edilmesi —kendi tarafının günahlarıyla yüzleşme istekliliği— zemindeki sömürgesizleştirme için gereklidir.

İsrailliler için sömürgecilik karşıtı bir perspektif benimsemek, gücün haklı olduğu ve devletin kurucu şiddetinin Yahudi acılarıyla otomatik olarak haklı çıkarıldığı şeklindeki kayıtsız görüşü reddetmek anlamına gelir. İki hakikatin bir arada var olabileceğini anlamak anlamına gelir: Evet, Yahudiler 1948’de hayatta kalmak için savaştı ve evet, bu süreçte Filistinlileri etnik olarak temizlediler. Bunu tanımak, Nekbe’yi Holokost ile eşitlemez (tartışmayı susturmak için kullanılan yaygın asılsız argüman, elbette bunlar farklı olgulardır). Sadece Nekbe’yi, inkâr edilmesi değil, ele alınması gereken tarihsel adaletsizlik kategorisine yerleştirir. Pek çok ulusun mazisinde karanlık bölümler vardır, onlarla yüzleşmek zayıflık değil, olgunluğun işaretidir.

Filistinliler için, gerçeklerinin kabul edilmesi, insanlıklarının doğrulanmasıdır. Tantura gibi bir katliam nihayet faillerin toplumu tarafından tanındığında, bu kurbanlara ve hayatta kalanlara şereflerinin iadesidir. Aynı zamanda bir rahatlama —yaşadıklarını hatırladıkları için deli veya yalancı olmadıkları— ölçüsüdür. On yıllardır taşıdıkları ispat yükünü indirebilirler.

Nekbe küresel farkındalığa daha fazla girdikçe ve İsrail toplumu artan ahlaki sorularla (önde gelen insan hakları gruplarının şimdi İsrail’in Filistinliler üzerindeki yönetimini “apartheid” olarak etiketlemesi dahil) karşılaştıkça, 1948’deki bozulmamış erdem cephesini sürdürmek zorlaşıyor. Hafıza aktivistleri ulusal amneziyi yavaş yavaş kırıyor. Yıkılmış bir köyün her rehberli turu, İsrail medyasında bir katliamla ilgili her makale, çevrimiçi dolaşan her tanıklık videosu yavaş bir değişime katkıda bulunuyor.

Sonuç: Örtbas edilen hakikatlerle yüzleşmek, ulusal mitleri yıkmak

Tantura destanı —1948’deki katliamdan, yarım yüzyıllık sessizliğe, 2000 civarındaki cesur ifşa ve şiddetli bastırmaya ve nihayet son yıllarda hakikatin kademeli olarak haklı çıkarılmasına kadar— İsrail/Filistin’in kalbindeki daha geniş meydan okumayı özetliyor. İnkâr üzerine kurulu bir ulusun komşularıyla veya kendisiyle tam olarak iyileşip iyileşemeyeceğini veya barış içinde olup olamayacağını soruyor. İsrail’in karşı karşıya olduğu tarihsel ve ahlaki zorunluluk, bu gömülü hakikatlerle yüzleşmek ve şimdiye kadar dürüst bir öz yansımayı engelleyen ulusal mitleri yıkıyor.

Vicdanlı İsrailliler için Tantura katliamını ve Nekbe’yi kabul etmek, suçluluk duygusuna kapılmak veya geçmiş olaylar için bugünkü nesle toplu suç yüklemekle ilgili değil. Bu, bugün için sorumluluk almakla ilgili. Bu, şunu söylemekle ilgili: Evet, bu yaşandı. Yanlıştı. Bunu kabul etmeli, öğretmeli, anmalı ve en önemlisi, bir daha asla olmaması için bundan ders almalıyız. Böyle bir kabul, mülteci topluluklarından resmi olarak özür dilemek, katliam alanlarını tarihi simge yapılar olarak korumak ve Nekbe eğitimini İsrail okullarına dahil etmek (tıpkı Almanya’nın Holokost’u “bir daha asla” sağlamanın bir parçası olarak öğretmesi gibi) gibi uzlaşma jestlerine kapı açabilir. Aynı zamanda politikayı da etkileyebilir; örneğin, İsrail’i bugün insanları yerinden etmek için güç kullanma konusunda daha temkinli hâle getirmek ve Filistinlilerin geri dönüş hakkının en azından kısmen gerçekleştirilmesine (sembolik aile birleşmeleri veya köy alanlarına ziyaretler bile bir başlangıç olacaktır) daha açık hâle getirmek.

Filistin tarafında, İsraillilerin bu hakikatlerle yüzleşmesi son derece anlamlı olacaktır. Tanınma ve haklar için verdikleri kalıcı mücadeleyi doğrulayacaktır. Bu, fiili hakların yerine geçmez ama çözüm yollarını tartışmanın mümkün olduğu bir iklim yaratır. Diğer çatışmaların deneyimi, uzlaşmanın ancak fail tarafın ne yaptığını kabul ettiğinde gerçekçi olduğunu gösteriyor. Bir İsrail başbakanının Dor Plajı’nda durup Tantura’daki erkeklerin katliamını kabul ettiğini; bunun ne kadar güçlü bir insanlık jesti olacağını ve Filistinlilerin belki de affetmeyi (asla unutmamayı) ve ortak bir geleceğe doğru ilerlemeyi düşünme yolunu nasıl kolaylaştırabileceğini düşünün. O noktadan çok uzaktayız ama bu tutulacak bir vizyon.

Önemli bir şekilde, geçmişle yüzleşmek aynı zamanda gerçeğin kendisi için de bir zorunluluktur. Siyasi hesabın ötesinde, haksız yere öldürülenlerin anılarını onurlandırmak için temel bir ahlaki görev vardır. Tantura’da sıraya dizilip teker teker vurulan genç erkekler; onların hikâyesi dürüstçe anlatılmayı, acıları kabul edilmeyi hak ediyor. Onları bunca yıl görünmez tutmak, cinayetlerinin üzerine ikinci bir aşağılama ekledi. İsrailli akademisyen Yehuda Elkana’nın (bir Holokost kurtulanı) bir zamanlar savunduğu gibi, “gerçek uzlaşma, mağdur edenin mağdurun acısını mağdur edenin kendi tarihinin bir parçası olarak kabul etmesiyle başlar.” Bu durumda, İsrailliler 1948’de Filistinlilerin çektiği acıyı, dışsal veya inkâr edilen bir şey olarak değil, İsrail tarihinin bir parçası olarak kabul etmelidir.

Mitlerin yıkılması asla kolay değildir. Mitler rahatlatıcıdır; kahramanlık veya masumiyetin düzenli bir anlatısını sunarlar. Fakat mitler bütün bir halkın travmasının silinmesi üzerine kurulduğunda, adaletsizliği sürdüren tehlikeli yalanlar hâline gelirler. “Tantura’da katliam olmadı” miti on yıllarca kendini sürdürdü ama sonunda kanıtların ağırlığı altında çöktü. “Filistinliler isteyerek ayrıldı,” veya “Arap-İsrail çatışması Arapların Yahudilerden mantıksız bir şekilde nefret etmesiyle başladı,” gibi diğer mitler de çökebilir. Bunları olgusal, incelikli bir tarihle değiştirmek İsrail’in var olma hakkını veya Yahudilerin güvenlik hakkını ortadan kaldırmaz, bilakis Filistinlilerin adalete yönelik çok gerçek iddiasını bağlamsallaştırır.

Pek çok yönden İsrail, şimdi kendi ilk günahlarıyla yüzleşmek zorunda kalan diğer yerleşimci toplumlarına (Amerika’nın yerli soykırımı ve köleliğiyle, veya Avustralya ve Kanada’nın İlk Milletlere muamelesiyle olduğu gibi) benzer bir kavşakta. Bazıları pişmanlık ve onarım yolunu seçer; diğerleri direnir ve inkârda ısrar eder. İkinci yol yalnızca acıyı ve çatışmayı derinleştirir. Birincisi, ne kadar zayıf olursa olsun, tahakküm üzerine değil, paylaşılan insanlık üzerine kurulu bir gelecek şansı sunar.

Bir zamanlar bastırılan Tantura’nın hikâyesi, şimdi dikkat çekmek için yeniden gün yüzüne çıkıyor. Soruyor: Kumdaki hayaletleri dinleyecek miyiz? Hayatta kalanlar yaşlanıyor, görgü tanıkları neredeyse tükendi. Yine de kaydedilmiş sesleri ve torunlarının sesleri güçlü bir şekilde yankılanıyor, bunu kişisel deneyimlerimden doğrulayabilirim.

Sessizliği bozmak bir adalet biçimidir. Son ifşaatlardan sonra öfkeyle alıntılanan bir Filistinlinin tweet’inde belirtildiği üzere: “Bu noktada Nekbe’nin İsrail anlatısını Filistin anlatısına tercih etmenin tek nedeni saf ırkçılıktır… Filistinliler tarafından yapılmış on yıllarca bilimsel çalışma var, size tüm bunları anlatabilirdi.” O bilimsel çalışmaya, o seslere hak ettikleri değerin verilmesinin zamanı geldi de geçiyor bile.

Tantura katliamı hakikatini ortaya çıkarmak, Nekbe’nin daha büyük gerçeğini ortaya çıkarmaya yönelik bir adımdır. Ve Nekbe’yi ortaya çıkarmak, çatışmanın köklerini anlamak ve adil bir çözüm bulmak için elzemdir. Tantura’daki toprak, kelimenin tam anlamıyla tarihin kemiklerini barındırıyor. O plajda altında ne yattığını bilmeden yürümek, kasıtlı bir cehalet içinde yürümektir. Bu neslin görevi, İsrailliler ve Filistinliler —ve evrensel insan haklarıyla dayanışma içinde olan herkes— cehaletin aklıselimle kovulmasını sağlamaktır.

Mayıs 1948’de o sahil köyünde ne olduğunu tanıyarak basit bir ilkeyi onaylıyoruz: Kimin sebep olduğuna veya hangi gerekçeleri öne sürdüklerine bakılmaksızın, hiçbir halkın acısı silinmemelidir. Tantura’nın ölüleri adına, hâlâ çözülmemiş bir mirasla yaşayanlar adına ve barış inşa etmek için dürüst bir temeli hak eden gelecek nesiller adına, hakikat anlatılmalı ve mitler yıkılmalıdır. Ancak o zaman İsrailliler ve Filistinliler yeni bir anlatı —fatih ve fethedilen değil, sömürgeci ve yerinden edilmiş değil, acı bir geçmişi kabul eden ve bir daha asla tekrarlanmamasını sağlamak için birlikte çalışan iki halk— hayal etmeye başlayabilirler. O geleceğe giden yol, Tantura’nın hayaletleriyle yüzleşmek ve sizi görüyoruz, hatırlıyoruz ve hakikatinizin daha fazla inkâr edilmesine izin vermeyeceğiz demekle başlar.

Daha Fazla Bağlantı:

Tantura katliamından kurtulan Feyza Yahya ile röportajım.

Benny Morris ile röportajım: Benny Morris, İsrail’in çirkin yüzleri

Avi Shlaim ile röportajım: İsrail’in kuruluş mitleri

Bu yazıyı okuduğunuz zamana bağlı olarak, burada Dr. Adnan ve Feyza Yahya, Hala Gabriel ve Ilan Pappé ile yapılan röportajların bağlantılarını bulacaksınız (yayınlanması bekleniyor).

Kaynaklar:

Ilan Pappé – “The Tantura Case in Israel: The Katz Research and Trial,” Journal of Palestine Studies, Cilt. 30, No. 3 (İlkbahar 2001), s. 19-39.

ore.exeter.ac.uk Pappé, Teddy Katz’ın Tantura üzerine yaptığı araştırmayı ve ardından gelen hakaret davasını inceliyor, katliamın (teslim olduktan sonra yaklaşık 200 köylünün vurulması) ve akademik tepkinin ayrıntılı anlatımlarını sunuyor.

Ilan Pappé – Filistin’in Etnik Temizliği (2006). Pappé’nin kitabı, Tantura’yı daha geniş 1948 etnik temizliği içine yerleştiriyor, Dalet Planı’nın komutanlara kovma veya öldürme konusunda nasıl açık çek verdiğini ve Tantura’nın tam kuşatılmasının doğrudan katliama yol açtığını anlatıyor.

Benny Morris – Filistin Mülteci Sorununun Doğuşu, 1947–1949 (1988) ve 1948: İlk Arap-İsrail Savaşının Tarihi (2008). Morris, 1948 göçünün nedenlerini belgeliyor ve İsrail tarafından işlenen katliamları kaydediyor. Yaklaşık 24 katliam olayı ve İsrail güçleri tarafından öldürülen yaklaşık 800 Filistinli sivil/savaş esiri olduğunu belirtiyor.

Avi Şlaim – Demir Duvar: İsrail ve Arap Dünyası (2000). Şlaim, İsrail’in 1948 sonrası politikaları hakkında bağlam sunuyor, liderliğin mülteci geri dönüşüne izin vermeyi reddetmesini ve askeri güce (“demir duvar”) dayanmasını gösteriyor. Bu bağlam, Tantura gibi vahşetlerin neden sistematik olarak inkâr edildiğini açıklamaya yardımcı oluyor.

Nur Masalha – Filistinlilerin Sürgünü: Siyonist Siyasi Düşüncede Nakil Kavramı, 1882-1948 (1992). Masalha’nın araştırması, Arapların “nakli” (sürgünü) fikrinin 1948’den çok önce Siyonist liderler tarafından tartışıldığını gösteriyor ve Tantura gibi köylerin boşaltılmasının anlık bir karar olmadığını, ideolojik hedeflerle uyumlu olduğunu ortaya koyuyor.

Velid Halidi – “Dalet Planı: Filistin’in Fethi İçin Ana Plan,” Middle East Forum (1961) / Journal of Palestine Studies yeniden basımı (Sonbahar 1988). Halidi, Plan D’yi “Filistin’in fethi için bir ana plan” olarak adlandırıyor ve köyleri yok etme ve nüfusları kovma talimatlarını ayrıntılarıyla anlatıyor, bu da Tantura’da yaşananlarla doğrudan ilgilidir.

Velid Halidi – Geriye Kalan Her Şey: 1948’de İşgal Edilen ve Boşaltılan Filistin Köyleri (1992). Halidi’nin ansiklopedik çalışması, Tantura’nın işgalini ve nüfusunun boşaltılmasını belgeliyor. (Kanıtlar daha sonra ortaya çıktığı için katliamdan bahsetmeyi istemeden atlamıştır). Tantura’nın 1948 öncesi demografik ve coğrafi verilerini sunar.

Salih Abdülcevad – “Siyonist Katliamlar: 1948 Savaşında Filistin Mülteci Sorununun Yaratılması,” Filistin Hafızasında Katliamlar (Arapça, 2007). Abdülcevad, 1948’de İsrail güçlerinin cinayet veya katliam işlediği en az 68 köyü listeliyor. Araştırması, Tantura da dahil olmak üzere yaygın şiddetin kapsamlı bir görünümünü sunuyor.

BADIL Kaynak Merkezi – Al-Majdal Dergisi, Sayı No.7 (Sonbahar 2000), makale “Katliamlar ve Nekbe.” 1948’de 30’dan fazla katliamın meydana geldiğini belirten araştırmayı özetliyor. İsrailli bir kaynağın 100’den fazla yerde vahşet yaşandığını öne sürdüğünü ve Tantura’nın başlıcaları arasında adlandırıldığını aktarıyor.

Haaretz (Adam Raz) – “Popüler Bir İsrail Plajında Filistinlilere Ait Toplu Mezar Var, Gaziler İtiraf Ediyor – Ama Kimsenin Umurunda Değil,” Haaretz, 20 Ocak 2022. “Tantura” filmindeki Aleksandroni gazilerinin yeni tanıklıklarını bildiriyor; toplu katliamı doğruluyor ve Dor Plajı otoparkının en az bir toplu mezarı (yaklaşık 200 kurban) kapladığını belirtiyor.

The Guardian (Bethan McKernan) – “Birleşik Krallık araştırması, 1948’deki İsrail’in Filistin köyü katliamındaki toplu mezar alanlarını ortaya çıkardı,” The Guardian, 25 Mayıs 2023. theguardian.com Forensic Architecture’ın hava görüntüleri ve tanıklıkları kullanarak yaptığı araştırmayı kapsıyor; bu araştırma Tantura’da iki olası toplu mezar alanı tespit etti ve Adalah tarafından bunları korumak için yasal bir dilekçeye yol açtı.

The Guardian (Ian Black) – “1948: Felaket değil, diyor İsrail, Nekbe terimi Arap ders kitaplarından yasaklanırken,” The Guardian, 23 Temmuz 2009. theguardian.com İsrail Eğitim Bakanlığı’nın Arap vatandaşları için okul kitaplarından “Nekbe”yi çıkarmasını tartışıyor, bu da Filistin tarihinin kurumsal sansürüne bir örnektir. Gideon Sa’ar ve Netanyahu gibi yetkililerin Nekbe referanslarını İsrail karşıtı propagandayla eşitlediğini aktarıyor.

El-Cezire – “Filistinliler, Tantura’daki İsrail katliamları için soruşturma çağrısında bulunuyor,” Al Jazeera English, 22 Ocak 2022. aljazeera.com Tantura belgeseline ve Haaretz haberine verilen tepkileri kapsıyor. Filistin Yönetimi’nin uluslararası hesap verebilirlik çağrısını içeriyor, İsrail arşivlerinin ve tarihçilerinin (Morris, Pappé) konuyu nasıl ele aldığını ve Pappé’nin 1948’i bir etnik temizlik vakası olarak adlandırdığı için 2008’de nasıl dışlandığını belirtiyor.

Mondoweiss (Jonathan Ofir) – “Yeni belgesel gösteriyor: İsrail’de Nekbe inkârı uzun ve derin,” 21 Ocak 2022. Alon Schwarz’ın Tantura belgeselini ve İsrail’in inkâr tarihini inceliyor. Tantura’da “200’den fazla Filistinlinin Siyonist bir milis tarafından vurulduğunu” belirtiyor ve kurbanları içeren bir toplu mezarın (35 x 4 m) boyutlarını veriyor. Ayrıca Katz’ın yaşadığı çileyi ve gazilerin hakaret davasını anlatıyor mondoweiss.net.

Mondoweiss – “Tantura Yolunda: Hala Gabriel ile Röportaj,” 27 Ağustos 2015. mondoweiss.net Tantura’dan bir mültecinin kızı olan film yapımcısı Hala Gabriel ile röportaj. Tantura’ya saldıran Aleksandroni komutanı (Benzion Pridan) ile görüşmesini ve onun yarım ağızla yaptığı özrü anlatıyor, torunlar için çözülmemiş travmayı ve faillerin inkârını vurguluyor.

Zohrot – Tanıklık: Yael’den “Tantura Katliamı Üzerine”, 3 Mart 2024. zochrot.org Tantura hikâyesini susturmaya karışan bir Aleksandroni gazisinin kızının kişisel anlatımı. Utancını ifade ediyor ve inkârın nesiller arası etkisini ve 2022 Tantura filminin babasının yalanlarını nasıl ortaya çıkardığını anlatıyor.

Forensic Architecture & Adalah – “Tantura’da İnfazlar ve Toplu Mezarlar, 23 Mayıs 1948” (Rapor, 2023). Hava fotoğrafları, hayatta kalanların tanıklıkları (örneğin, Adnan Yahya) ve 3D modeller kullanılarak sahilde bilinen bir toplu mezar doğrulandı ve caminin yakınındaki eski bir meyve bahçesinde ikinci bir mezar keşfedildi. Teslim olduktan sonra infaz edilenler için mezarların kazıldığını doğruluyor forensic-architecture.org. Bu alanları işaretlemeye dönük hukuki çabayı destekleyen ortak proje.

BADIL – “Devam Eden Nekbe” ve son yerinden edilme bağlamı. IMEU’nun Dalet Planı açıklayıcısından: İsrail’in 1948’den sonra, 1948 sınırları içinde ve 1967’de işgal edilen topraklarda sürgün politikalarını sürdürdüğünü ve bunun Filistinlilerin “devam eden Nekbe” olarak adlandırdığı şeyi körüklediğini belirtiyor. Modern örnekler ve hatta alıntılar sunuyor (örneğin, Smotriç’in 2021’de Filistinlileri sürme hakkındaki açıklaması) imeu.org.

Haaretz (Görüş, Yoav Gelber) – “Tantura Miti: Filistinli Köylülerin Bir Katliamdan Hiç Bahsetmemiş Olması Mantıksız,” Haaretz, 7 Ekim 2022. (İkincil kaynaklar aracılığıyla referans verilmiştir). Gelber başlangıçta Tantura’dan şüpheleniyordu ancak 2022’ye gelindiğinde Filistinli tanıkların aslında bundan bahsettiğini kabul etti ve kendi önceki şüpheciliğini çürüttü (kanıtlar arttıkça bazı İsrailli tarihçiler arasında bir değişim olduğunu gösteriyor).

Reuters – “İsrail, ‘felaket’ terimini Arap okullarından yasakladı,” 22 Temmuz 2009. The Guardian’ın “Nekbe”nin ders kitaplarından yasaklanması hakkındaki haberini yansıtıyor ve politika düzeyinde resmi bastırmayı gösteriyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English