DÜNYA BASINI
Foreign Affairs: Orta Doğu’da ABD liderliği Godot’yu beklemek gibi
Yayınlanma
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, ABD Dış İlişkiler Konseyinin (Council on Foreign Relations-CFR) yayın organı Foreign Affairs’ta yayınlandı. 7 Ekim’den sonra her ne kadar tersine dönmüş gibi görünse de ABD’nin orta ve uzun vadede eskisi gibi Orta Doğu’ya “dönmeyeceğini” açıklayan makale, Orta Doğu’nun istikrarının ancak bölgesel güçlerin işbirliği ile sağlanabileceği fikrini öne sürüyor. Makale, bunun koşullarının mevcut olduğunu açıkladıktan sonra bir yol haritası da sunuyor.
***
Orta Doğu’yu sadece Orta Doğu düzeltebilir
Amerika sonrası bölgesel düzene giden yol
Dalia Dassa Kaye ve Sanam Vakil,
2024’ün ilk haftalarında, Gazze Şeridi’ndeki yıkıcı savaş tüm bölgeyi alevlendirmeye başladığında, Orta Doğu’nun istikrarı bir kez daha ABD dış politika gündeminin merkezine oturmuş gibi görünüyordu. Hamas’ın 7 Ekim saldırılarından sonraki ilk günlerde, Biden yönetimi iki uçak gemisi saldırı grubunu ve nükleer enerjiyle çalışan bir denizaltıyı Orta Doğu’ya gönderirken Başkan Joe Biden da dahil üst düzey ABD yetkilileri sürekli olarak bölgeye yüksek profilli ziyaretler yapmaya başladı. Ardından, çatışmanın kontrol altına alınması zorlaştıkça ABD daha da ileri gitti. Kasım ayı başlarında, İran destekli grupların Irak ve Suriye’deki ABD askeri personeline yönelik saldırılarına karşılık olarak ABD, Suriye’de İran Devrim Muhafızları tarafından kullanılan askeri tesislere saldırılar düzenledi; ocak ayı başlarında ABD güçleri Bağdat’ta bu gruplardan birinin üst düzey bir komutanını öldürdü. Ocak ayı ortalarında ise, yine İran tarafından desteklenen Husi hareketinin Kızıldeniz’deki ticari gemilere haftalarca süren saldırılarının ardından ABD, İngiltere ile birlikte Yemen’deki Husi üslerine yönelik bir dizi saldırı başlattı.
Bu güç gösterisine rağmen, ABD’nin uzun vadede büyük diplomatik ve güvenlik kaynaklarını Orta Doğu’ya aktaracağına dair bahse girmek akıllıca olmaz. Hamas’ın 7 Ekim saldırılarından çok önce, birbirini izleyen ABD yönetimleri yükselen Çin’le daha fazla ilgilenmek için bölgeden uzaklaşma niyetlerinin sinyallerini vermişlerdi. Biden yönetimi aynı zamanda Rusya’nın Ukrayna’daki savaşıyla da uğraşıyor ve bu da Orta Doğu’yla başa çıkmak için kapasitesini daha da kısıtlıyor. 2023 yılına gelindiğinde, ABD’li yetkililer İran’la nükleer anlaşmanın yeniden canlandırılmasından büyük ölçüde vazgeçmiş, bunun yerine İranlı muhataplarıyla gayrı resmi gerilimi azaltma anlaşmalarına varmaya çalışıyorlardı. Aynı zamanda yönetim, güvenlik yükünün bir kısmını Washington’un üstünden almak için Suudi Arabistan gibi bölgesel ortakların askeri kapasitesini güçlendiriyordu. Biden’ın, ABD istihbaratının Suudi gazeteci ve Washington Post yazarı Cemal Kaşıkçı’nın 2018’de öldürülmesinden sorumlu olduğuna inandığı Riyad’la iş yapma konusundaki ilk isteksizliğine rağmen Başkan, Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki ilişkileri normalleştirecek bir anlaşmaya öncelik verdi. ABD bu anlaşmayı yaparken her iki tarafa da önemli teşvikler sunmaya hazırdı ve Filistin meselesini çoğunlukla görmezden geliyordu.
7 Ekim bu yaklaşımı altüst ederek Filistin meselesinin merkezi önemini hatırlattı ve ABD’yi daha doğrudan askeri angajmana zorladı. Yine de Gazze’deki savaş Washington’un temel politikalarında önemli bir değişikliğe yol açmadı. Yönetim, İsrail’in Filistinliler için ayrı bir devlete karşı çıkmasına rağmen Suudi Arabistan’ın normalleşmesi için bastırmaya devam ediyor ki Suudiler böyle bir anlaşmayı şart koşuyor. Ve ABD’li yetkililer, ABD’yi Orta Doğu’daki çatışmalardan uzak tutma çabalarından vazgeçecek gibi görünmüyor. Aksine, savaşın giderek karmaşıklaşan dinamikleri ABD’nin bölgeye angaje olma iştahının daha da azalmasına neden olabilir. Orta Doğu’daki taahhütlerini artırmak da kritik bir seçim yılında Amerikan siyasi partileri için kazanan bir strateji olmayacaktır.
Elbette ABD Orta Doğu’da yer almaya devam edecek. ABD güçlerine yönelik füze saldırıları Amerikalıların ölümüyle sonuçlanırsa ya da Gazze çatışmasıyla bağlantılı bir terör saldırısı Amerikalı sivilleri öldürürse, bu durum ABD’yi yönetimin istemediği daha büyük bir askeri angajmana zorlayabilir. Ancak ABD’nin Gazze’yi etkin bir şekilde yönetme ve kalıcı bir Orta Doğu barışı sağlama konusunda liderliği üstlenmesini beklemek Godot’yu beklemek gibi olacaktır: mevcut bölgesel ve küresel dinamikler Washington’un bu baskın rolü oynamasını çok zorlaştırıyor. Bu, diğer küresel güçlerin ABD’nin yerini alacağı anlamına gelmiyor. ABD’nin etkisi azalsa bile Avrupalı veya Çinli liderlerin bu görevi üstlenmeye ne ilgisi var ne de kapasiteleri. Ortaya çıkan bu gerçek karşısında bölgesel güçlerin -özellikle de İsrail’in yakın Arap komşuları Mısır ve Ürdün’ün yanı sıra savaş başladığından beri koordinasyon halinde olan Katar, Suudi Arabistan, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE)- acilen adım atması ve ileriye dönük ortak bir yol belirlemesi gerekiyor.
Hamas’ın 7 Ekim’deki acımasız saldırıları ve İsrail’in Gazze’deki yıkıcı harekâtının ardından ortak bir zemin bulmak son derece zor olacak. Ve savaş ne kadar uzun sürerse, Orta Doğu’da daha geniş çaplı kırılmalar yaşanması riski de o kadar artacak. Ancak saldırılardan önceki yıllarda hem Arap hem de Arap olmayan devletler, bölge genelinde ilişkilerin büyük ölçüde sıfırlanması anlamına gelen yeni işbirliği biçimleri için potansiyel olduğunu gösterdi. Aylar süren savaştan sonra bile bu bağların çoğu sağlam kaldı. Şimdi, bu eğilim tersine dönmeden önce, bu hükümetler çatışmaların önlenmesi ve nihayetinde barış için kalıcı mekanizmalar oluşturmak üzere bir araya gelmelidir.
En acil olarak, bölgesel güçler İsrailliler ve Filistinliler arasında anlamlı bir siyasi süreci desteklemeli. Ancak aynı zamanda böyle bir felaketin tekrar yaşanmasını önlemek için kararlı adımlar atmalılar. Özellikle de ABD liderliğinde olsun ya da olmasın istikrar sağlayabilecek yeni ve daha güçlü bölgesel güvenlik düzenlemeleri oluşturmaya çalışmalılar. Orta Doğu’nun bölgesel güvenlik için kendi güçleri arasında kalıcı diyalog zemini oluşturacak bir foruma sahip olmasının zamanı çoktan geldi. Trajediden fırsat çıkarmak için çok çalışmak ve en üst siyasi düzeylerde kararlılık göstermek gerekecek. Ancak bu vizyon bugün ne kadar uzak görünse de Orta Doğu liderlerinin şiddet sarmalını durdurma ve bölgeyi daha olumlu bir yöne taşıma potansiyeli mevcuttur.
Etki Kaygısı
Savaşı sona erdirmek için kararlı adımlar atmadığı için Biden yönetimine yönelik artan hayal kırıklığına rağmen, Washington’daki müdahale yanlılarıyla birlikte bazı Arap liderler ABD’nin Orta Doğu’ya “geri döndüğünü” görmeye hevesli olabilir. Biden yönetiminin hızlı diplomatik ve askeri tepkisi -ve İran’a bağlı gruplara karşı güç kullanma konusundaki istekliliği- bölgenin bir kez daha ABD’nin ulusal güvenlik kaygılarının merkezinde yer aldığını gösterdi. Aslında, askeri güç açısından ABD bölgeden hiç ayrılmamıştı: 7 Ekim saldırıları sırasında on binlerce ABD askeri bölgedeydi ve Washington; Bahreyn ve Katar’da büyük askeri üslerin yanı sıra Suriye ve Irak’ta daha küçük askeri konuşlanmaları sürdürmeye devam ediyordu.
Ancak ABD’nin 7 Ekim’den bu yana yürüttüğü askeri ve diplomatik faaliyetler güven telkin etmedi. Bir kere, yönetimin daha geniş çaplı bir bölgesel çatışmayı önleme çabaları kesinlikle karışık. En kaygı verici parlama noktalarından biri olan İsrail’in Lübnan sınırında Hizbullah ile yaşadığı çatışmada, Washington her iki tarafta da artan şiddeti önleyemedi. Önemli askeri ve sivil kayıpların yanı sıra, on binlerce sivil, kuzey İsrail ve güney Lübnan’daki kasabaları boşaltmak zorunda kaldı. Hizbullah şu ana kadar ekonomik teşvikler karşılığında güçlerini sınırdan çekmeyi reddetti ve Beyrut’ta üst düzey bir Hamas yetkilisine suikast düzenleyen İsrail diplomasi için zamanın tükenmekte olduğunun sinyallerini verdi.
Bu arada ABD, İran’ın Irak, Suriye ve Yemen’deki vekillerinden gelen askeri baskıyı kontrol altına almakta zorlanıyor. Savaşın başlamasından bu yana Irak ve Suriye’deki ABD güçleri bu grupların 150’den fazla saldırısıyla karşı karşıya kaldı. ABD ve Birleşik Krallık’ın bir dizi misilleme saldırısına rağmen Washington, Husilerin Kızıldeniz’deki amansız füze ve insansız hava aracı saldırılarına son veremedi. Husiler şimdiden uluslararası ticarette önemli aksamalara yol açarak büyük nakliye şirketlerini Süveyş Kanalı’ndan kaçınmaya zorladı. ABD’nin bu tehdide karşı çok uluslu bir deniz gücü oluşturma girişimleri, yönetimin Gazze politikalarına temkinli yaklaşan Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan gibi bölgesel ortakların ilgisini çekmeyi başaramadı.
Washington’un askeri gücü azaldıkça diplomatik gücü de zayıfladı. Üst düzey yönetim yetkililerinin bölgeye sürekli ziyaretleri, kararlılık göstermek yerine, ABD’nin ne kadar az nüfuza sahip olduğunu ya da İsrail örneğinde, yönetimin bunu kullanma konusundaki isteksizliğini gösterdi. Savaşın ilk aylarında, yönetimin görünürdeki birkaç başarısından biri, Kasım ayı sonlarında çatışmalara bir haftalık ara verilmesi, 100’den fazla İsrailli ve yabancı rehinenin serbest bırakılması ve Gazze’ye mütevazı bir insani yardım ulaştırılması oldu. Ancak bu durumda bile Katar ve Mısır’ın arabuluculuğu çok önemliydi. Aksi takdirde ABD (en azından bu yazı yazıldığı sırada) ateşkes çağrısında bulunma konusunda isteksiz davrandı ve yönetimin kamu diplomasisi çoğunlukla İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve sağcı hükümetinin en kötü dürtülerini dizginlemeye yönelik retorik çabalarla sınırlı kaldı.
Yönetim, Batı Şeria ve Gazze’de “canlandırılmış” bir Filistin Yönetimi liderliği ve Gazze’nin yeniden inşası için bölgesel destek olarak adlandırdığı şeye odaklanan “ertesi gün” için barış fikirlerini destekleme konusunda daha yüksek sesle konuşuyor. Ancak başta zengin Körfez Arap ülkeleri olmak üzere bölgesel güçler, Filistin devletine yönelik geri dönüşü olmayan adımlar atılmadan bu tür planları desteklemeyeceklerini açıkça belirttiler. ABD’li yetkililer Suudi Arabistan ile daha büyük bir normalleşme anlaşmasının parçası olarak iki devletli bir çözümün gerekliliğinden daha açık bir şekilde bahsetmeye başladıktan sonra Netanyahu bu olasılığı kesin bir dille reddetti ve İsrail’in Filistin bölgelerinde tam güvenlik kontrolüne sahip olması gerektiğinde ısrar etti. Ancak merkezdeki İsrailli yetkililer bile Hamas’a karşı topyekûn savaş devam ederken ABD’nin barış girişimlerini zorlamasına şaşırdıklarını ifade ettiler. Bu arada yönetimin çatışmalarda İsrail’i desteklemesi ve Filistinlilerin çektiği acılara empati duymadığı algısı, Amerika’nın öncülük ettiği herhangi bir plan için Filistinlilerin katılımı bir yana, bölgesel desteği çekmenin önünde önemli engeller yarattı.
ABD, askeri varlıkları ve İsrail ile olan benzersiz ilişkisi nedeniyle bölgede önemli bir oyuncu olmaya devam edecek. Ancak Washington’un İsrail-Filistin çatışmasını kesin olarak sona erdirecek büyük bir pazarlık yapabileceği beklentisi günümüz Orta Doğu’sunun gerçeklerinden kopuktur. Nihayetinde, büyük diplomatik atılımlar büyük olasılıkla bölgenin kendisinden gelecek ve bölgenin kendisine bağlı olacak.
Yalnız ya da birlikte
Washington’un Orta Doğu’da azalan etkisinin sonuçları mevcut çatışmayla sınırlı kalmadı. ABD’nin bölgedeki etkinliği 7 Ekim’den önceki yıllarda azalırken, büyük bölgesel güçler güvenlik düzenlemelerini şekillendirme ve belirleme çabalarını istikrarlı bir şekilde artırdı. Gerçekten de 2019’dan itibaren bölgedeki hükümetler daha önce gergin olan ilişkilerini düzeltmeye başladılar. Bu alışılmadık bölgesel yeniden yapılanma sadece ekonomik önceliklerden -daha önce ticareti ve büyümeyi sekteye uğratan ya da engelleyen sürtüşmelerin üstesinden gelmek- değil, aynı zamanda Washington’un Orta Doğu’daki çatışmaları yönetmeye olan ilgisinin azaldığı algısından da kaynaklandı.
Körfez ülkeleri ile İran arasındaki yakınlaşmayı ele alalım. BAE, 2019’da üç yıllık bir kopuşun ardından İran’la ikili ilişkilerini yeniden kurmaya başladı ve ilişkileri doğrudan yönetme ve çıkarlarını Körfez taşımacılığını aksatan ve Emirlik turizmini ve ticaretini tehdit eden İran destekli gruplardan koruma fırsatı gördü. Abu Dabi 2022 yılında Tahran ile diplomatik ilişkilerini resmen yeniden başlatarak Riyad’ın da aynı yolu izlemesinin önünü açtı. Mart 2023’te, uzun süredir rakip olan Suudi Arabistan ve İran; Umman ve Irak’ın moderatörlüğünde aylarca süren arka kanal görüşmelerinin ardından Çin’in aracılık ettiği bir anlaşmayla ilişkilerini yeniden başlattıklarını duyurdular. ABD’nin bu anlaşmalarda hiçbir rolü yoktu.
Bu arada 2021 yılında Bahreyn, Mısır, Suudi Arabistan ve BAE; Müslüman Kardeşler gruplarını destekleyen, İran ve Türkiye ile yakın ilişkileri olan ve aktivist el Cezire televizyon kanalının sahibi Katar’a yönelik sürdürdükleri üç buçuk yıllık ablukayı sona erdirdi. Aynı dönemde BAE ve Suudi Arabistan, Katar’a ve Müslüman Kardeşler ile bağlantılı gruplara verdiği desteğe tepki olarak daha önce uzak durdukları Türkiye ile uzlaştı. (Suudi-Türk ilişkileri, Kaşıkçı’nın İstanbul’daki Suudi konsolosluğunda öldürülmesine ilişkin Türk adli soruşturması nedeniyle de gerilmişti). İlişkileri yeniden başlatan Suudiler ve Birleşik Arap Emirlikleri, zor durumdaki Türk ekonomisine önemli Körfez yatırımlarının kapısını açmış oldu. Ve Mayıs 2023’te Arap liderler Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ı Arap Birliği’ne geri davet ederek Suriye’nin acımasız iç savaşı sırasında on yıldan fazla süren izolasyonun sona erdirdiler.
Bu daha geniş kapsamlı yeniden yapılanmanın bir parçası olarak Orta Doğu’daki hükümetler de çeşitli bölgesel forumlara katılmaya başladı. Irak’ın istikrarını görüşmek üzere ilk kez 2021’de Bağdat’ta ve 2022’de Amman’da toplanan Bağdat İşbirliği ve Ortaklık Konferansı, İran ve Türkiye, Körfez İşbirliği Konseyi üyeleri ve Ürdün ve Mısır da geniş yelpazedeki eski rakipleri bir araya getirdi. 2020’de kurulan ve gaz güvenliği ve karbonsuzlaştırma üzerine inşa edilmiş düzenli bir diyalog olarak tasarlanan Doğu Akdeniz Gaz Forumu; (Güney) Kıbrıs, Mısır, Fransa, Yunanistan, İsrail, İtalya ve Ürdün’ün yanı sıra Filistin Yönetimi’nden temsilcileri bir araya getirdi. Hindistan, İsrail, BAE ve ABD’nin yer aldığı I2U2 adlı grup ise 2021 yılında sağlık, altyapı ve enerji konularına odaklanan bölgeler arası ortaklıkları teşvik etmek üzere kuruldu.
Bu bölgesel yeniden yapılanmanın bir başka yönü de İsrail’in bazı Arap hükümetleriyle normalleşmesiydi. Bahreyn, Fas ve BAE, 2020 İbrahim Anlaşmalarında İsrail ile resmi ilişkiler kurmayı kabul ederek yeni ekonomik ilişkiler ve ticaret için fırsatlar yarattı. Anlaşmaların bir hedefi de İsrail ile Arap dünyası arasında yeni, doğrudan güvenlik ilişkilerinin önünü açmaktı. Biden yönetimi, 7 Ekim saldırılarından önce Arap dünyasının önde gelen bir üyesi olarak Suudi Arabistan’ın da bu gruba katılacağına dair büyük umutlar besliyordu. Bu anlaşmalar üzerine inşa edilen Mart 2022 Negev Zirvesi; Bahreyn, Mısır, İsrail, Fas, BAE ve ABD’yi düzenli bir toplantı olması planlanan ekonomik ve güvenlik işbirliğini teşvik etmek üzere bir araya getirdi.
Ancak normalleşme anlaşmalarında gözle görülür bir şekilde yer almayan Filistin meselesi büyük ölçüde bir kenara bırakıldı. Sonuç olarak Ürdün Negev Zirvesi’ne katılmayı reddetti ve İsrail’in Batı Şeria’daki yerleşimleriyle ilgili gerginlik 2023’ün başlarında alevlenince grubun bir sonraki toplantısı defalarca ertelendi. Şimdi, Gazze’nin yıkımıyla birlikte, daha fazla ilerleme kaydedilmesi sadece savaşı sona erdirmeye değil, aynı zamanda Filistin devleti için uygulanabilir bir plan oluşturmaya da bağlı olacak.
Kırılmalar ve direnç
Teorik olarak, Gazze’deki yıkıcı savaşın Orta Doğu’nun yeniden yapılanması için ciddi bir tehdit oluşturduğu düşünülebilir. Çoğu durumda, yeni kurulan bölgesel ilişkiler hâlâ kırılgan ve silahların yayılması, BAE’nin Libya ve Sudan’daki militan grupları desteklemeye devam etmesi, İran’ın bölgedeki devlet dışı silahlı milis gruplara desteği ve Suriye’nin uyuşturucu Captagon ihracatı gibi çetrefilli konular henüz ele alınmadı. İsrail’in Arap hükümetleriyle yeni yeni normalleşmeye başlayan ilişkilerini tehlikeye atmanın yanı sıra, Hizbullah ve Husilerden Suriye ve Irak’taki çeşitli milislere kadar İran destekli grupların artan dahli, İran ve Körfez ülkeleri arasında yeni çatlaklar yaratma potansiyeline sahip. Ancak şu ana kadar, ortaya çıkan yeniden hizalanmalar şaşırtıcı derecede dayanıklı oldu.
Gazze savaşı İran ve Suudi Arabistan arasındaki ilişkileri bozmak yerine daha da güçlendirmiş görünüyor. Kasım 2023’te İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın ev sahipliğinde Riyad’da düzenlenen Arap Birliği ve İslam İşbirliği Teşkilatı’nın nadir ortak toplantısına katıldı ve ertesi ay İranlı ve Suudi liderler Gazze savaşını görüşmek üzere Pekin’de tekrar bir araya geldi. İki ülke ayrıca önümüzdeki aylarda Reisi ve Muhammed’in karşılıklı devlet ziyaretleri gerçekleştirmesini de planladı; bu ziyaretlerin yeni ekonomik ve güvenlik bağlarını resmileştirmesi bekleniyor. Özellikle Husiler konusunda tırmanan gerilime rağmen İran ve Suudi Arabistan dışişleri bakanları Ocak 2024’te Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu’nda da bir araya geldi.
Bu arada İsrail ile İbrahim Anlaşması ortakları arasındaki diplomatik bağlar şu ana kadar devam etti. BAE, mevcut krizde bile İsrail hükümeti ile diyaloğu İsrail-Filistin siyasi çözümünde ilerleme sağlamanın önemli bir yolu olarak gördüğünü açıkça ortaya koydu. Bahreyn parlamentosu Gazze’ye yönelik devam eden saldırıyı kınamış olsa da ülke, İsrail ile bağlarını resmen koparmış değil. Her iki Arap ülkesi için de normalleşme sadece İsrail ile ekonomik bağları güçlendirmek değil, aynı zamanda ABD ile stratejik ilişkileri pekiştirmek anlamına geliyor. Zira Washington’un son yıllarda bölgeden uzaklaştığı algısına rağmen Körfez Arap ülkeleri hâlâ ABD’nin güvenlik garantilerini ve korumasını arıyor: Ocak 2022’de Biden Katar’ı “NATO üyesi olmayan önemli bir müttefik” olarak tanımladı ve Eylül 2023’te Bahreyn ve ABD stratejik ortaklıklarını güçlendirmek için bir anlaşma imzaladı.
Kuşkusuz savaş, özellikle İsrail ve komşu devletler söz konusu olduğunda bölgesel işbirliğinin önünde yeni engeller yarattı. Hem Türkiye hem de Ürdün İsrail’deki büyükelçilerini geri çekti ve İsrail ile Fas arasındaki doğrudan uçuşlar Ekim ayında durdu. Ocak ayı sonunda Gazze’de 26.000’den fazla kişi öldürülmüş ve görünürde ateşkes yokken Arap kamuoyu normalleşmeye her zamankinden daha güçlü bir şekilde karşı çıkıyordu. Ayrıca pek çok kişi ABD ve İngiltere’nin Husilere yönelik askeri saldırılarının Yemen’deki grubu cesaretlendirebileceğinden ve Husilerin Yemen’de Suudi Arabistan’la yaklaşık on yıldır süren savaşında uzun süredir aranan ateşkesi resmileştirme çabalarını sekteye uğratabileceğinden korkuyor. Her ne kadar Körfez Arap ülkeleri, Tahran’la diplomatik temaslarını sürdürme taahhüdünde bulunmuş olsalar da bölgedeki çok az sayıda yetkili İran’ın “ileri savunma” yaklaşımını değiştireceği konusunda umutlu; zira İran, stratejik güç oluşturmak ve caydırıcılığını korumak için militan gruplara bel bağlıyor. Ocak ayı ortasında İsrail’in saldırılarına karşılık Tahran’ın Irak, Pakistan ve Suriye’ye doğrudan füze saldırısı düzenlemesi ve IŞİD’in İran’ın Kerman kentine saldırması gerilimi daha da artırdı.
Şimdilik Orta Doğu liderlerinin bu anlaşmazlıkları aşmaya çalıştığına dair işaretler var. Örneğin İran, artan ekonomik baskıyı ve içerideki huzursuzluğu yönetmek için sadece Körfez Arap ülkeleriyle değil, Irak, Türkiye ve Orta Asya ülkelerinin yanı sıra Çin ve Rusya ile de bölgesel iş ve ticari ilişkilerine yeni bir öncelik verdi. Bu durum, Tahran’ın çeşitli vekil grupları desteklemesine rağmen Gazze çatışmasına doğrudan müdahil olmaktan kaçındığı mesajını veren pragmatik dürtülere işaret ediyor. Ancak Gazze’de ateşkes sağlanamaması halinde bölgede kısasa kısas saldırılar arttıkça İran’ın hesapları da değişebilir.
Gazze etkisi
Paradoksal bir şekilde, bölgeyi bir arada tutan en güçlü nedenlerden biri Gazze’nin içinde bulunduğu kötü durum ve savaşın dünyanın dikkatini bu kadar keskin bir şekilde çektiği Filistin meselesi olabilir. Halkın büyük öfkesi ve uzun vadede radikalleşme ve aşırılık yanlısı grupların geri dönme potansiyeliyle karşı karşıya kalan bölge liderleri, savaşa yönelik politikalarını büyük ölçüde uyumlu hale getirdiler. İsrail ve Filistinlilere yönelik 7 Ekim öncesindeki farklı stratejilere rağmen, Orta Doğu’daki hükümetler acil ateşkes talebi, Filistinlilerin Gazze dışına göç ettirilmesine karşı çıkma, Gazze’ye insani erişim ve acil yardım sağlanması çağrısında bulunma ve savaşın sona ermesi karşılığında İsrailli rehinelerin serbest bırakılması için müzakereleri destekleme konularında büyük ölçüde birleşmiş durumdalar. Şimdi asıl soru bu birlikteliğin meşru bir barış sürecinin inşasına yönlendirilip yönlendirilemeyeceği.
Bölgedeki pek çok Arap ve Müslüman ülke için en büyük öncelik Gazze ve nihayetinde Filistin devleti için net bir plan belirlemek. İsrailli liderler, Suudi Arabistan ve BAE gibi önemli kaynaklara sahip Körfez ülkelerinin Gazze’nin yeniden inşasının maliyetini paylaşabileceğini öne sürdü. Ancak İsrail’in mevcut hükümeti bir Filistin devletine karşı olduğunu söyledi ve savaş devam ederken hiçbir Arap hükümeti böyle bir taahhütte bulunmaya ya da İsrail’in savaş çabalarını finanse ediyor görünmeye istekli değil. Bunun yerine savaş sonrası barış için kendi önerilerini açıkladılar.
Aralık 2023’te Mısır ve Katar, rehinelerin aşamalı olarak serbest bırakılması ve esir takası şartına bağlı bir ateşkesle başlayan bir plan ortaya koydu. Bir geçiş döneminin ardından, bu güven artırıcı adımlar teoride bir Filistin birlik hükümetinin kurulmasına yol açacaktı. Uzun süredir Filistin Yönetimi’ni kontrol eden milliyetçi parti el-Fetih ve Hamas’ın üyelerinden oluşan yeni yönetim, farklı Filistin bölgelerinin artık siyasi olarak ayrılmaması yönündeki kritik bölgesel talep göz önünde bulundurularak Batı Şeria ve Gazze’yi ortaklaşa yönetecekti. Bu son aşama Filistin seçimlerini ve bir Filistin devletinin kurulmasını gerektirecekti. Her ne kadar İsrail hem Hamas’ın dahil edilmesi hem de devlet meselesi nedeniyle planın kendisini reddetmiş olsa da plan daha sonraki tartışmalar için bir başlangıç noktası oluşturdu.
Buna karşılık Türkiye, bölgedeki devletlerin Filistin’in güvenliğini ve yönetimini koruyup destekleyeceği, ABD ve Avrupa ülkelerinin de İsrail için güvenlik garantileri sağlayacağı çok ülkeli bir garantörlük sistemi kavramını ortaya attı. Diğerleri ise Birleşmiş Milletler’in Batı Şeria ve Gazze’de Filistin yönetim yapısının elden geçirilmesi için zaman tanıyacak ve nihayetinde Filistin seçimlerine zemin hazırlayacak bir geçiş dönemi otoritesini yönetmesini önerdi. İran ise Filistinliler tarafından desteklenen her türlü sonucu destekleyeceğini defalarca dile getirdi; bu da Tahran’ı bir anlaşmayı desteklemeye ikna etmek ve her zamanki oyun bozucu rolünü engellemek için yeni bir fırsat olduğunu gösteriyor.
Bu arada Suudi Arabistan diğer Arap devletleriyle birlikte İsrail’le ilişkilerin normalleştirilmesini, Filistin devletine giden geri dönülmez yolun açılması şartına bağlayan bir barış planı geliştiriyor. Riyad’ın yaklaşımı, Doğu Kudüs, Gazze ve Batı Şeria’da bir Filistin devletinin kurulması karşılığında Arapların İsrail’i tanımasını taahhüt eden 2002 Arap barış girişimiyle destekleniyor. Suudi Arabistan’ın mevcut planı, Washington’un İsrail-Suudi normalleşmesi yönündeki çabalarıyla örtüşüyor. Ancak Suudilerin, özellikle İsrail’in güçlü direnişi göz önüne alındığında, Filistin devletine yönelik inandırıcı ve geri döndürülemez adımları neyin oluşturduğu konusunda Amerikalı mevkidaşlarıyla hemfikir olup olmayacakları belirsizliğini koruyor.
Netanyahu yönetimindeki İsrail hükümeti tüm bu önerileri reddetmeye devam ediyor. Ancak ocak ayı sonu itibariyle İsrail, Hamas’ı ortadan kaldırmaya yönelik savaş hedefini gerçekleştirmekten çok uzaktı ve kalan 100’den fazla rehinenin serbest bırakılmasını henüz sağlayamamıştı. Ayrıca hem savaş kabinesinde hem de İsrail kamuoyunda askeri harekatın gelecekteki seyri konusunda gerilim artıyordu. Dahası, ülke gelecekteki güvenliğine ilişkin ciddi bir kamusal ya da siyasi tartışmayı savaş bitene kadar erteledi. Bu gerçekleştiğinde İsrail’in Arap hükümetleriyle diplomatik kanalları açık tutması, onlardan finansman ve güvenlik garantileri alması ve süreç boyunca Washington’un angajmanını sürdürmesi gerekecek.
Böylesine korkunç bir savaşın ardından ciddi bir barış süreci için gerekli siyasi koşulları oluşturmak yıllar alabilir. Bununla birlikte, çatışma ve bunun bölgeye yayılması, her ne kadar İsrail-Filistin çatışması tek neden olmasa da devam ettiği sürece bölgesel istikrarın sürekli risk altında olacağının açık bir hatırlatıcısıdır. Ve bölgedeki hükümetler, kendileri için gerçekçi bir barış süreci başlatma konusunda yalnızca ABD’ye güvenemeyeceklerinin giderek daha fazla farkına varıyorlar.
Rakipler komşuya dönüşüyor
Filistin meselesini yeniden uluslararası gündemin ön sıralarına taşısa da Gazze’deki savaş, Orta Doğu’daki önemli yeni siyasi dinamiklerin altını çizdi. Bir yandan Amerika Birleşik Devletleri’nin etkisi azalmış görünüyor. Ancak aynı zamanda, daha önce anlaşmazlık içinde olanlar da dahil bölgesel güçler inisiyatif alıyor, arabuluculuğa dahil oluyor ve politik tepkilerini koordine ediyor. Özellikle Mısır, Ürdün, Katar, Suudi Arabistan, Türkiye ve BAE gibi bölgesel güçler 7 Ekim’den önce Filistin meselesinde daha az uyumluyken, şimdi etkileyici bir birlik, koordinasyon ve planlama ile hareket ediyorlar. Ancak bu ortak kararlılığı kalıcı bir kolektif liderlik kaynağına dönüştürmek için bu güçler daha kalıcı bölgesel kurum ve düzenlemeleri benimsemeli.
En önemlisi de bu kurumların tüm bölge için daimî bir diyalog forumu içermesidir. Bakanlar için düzenlenen dönemsel zirveler ve Doğu Akdeniz Gaz Forumu ve I2U2 gibi geçici “mini” gruplaşmalar şüphesiz önümüzdeki yıllarda da bölgesel manzarayı belirlemeye devam edecek. Ancak bölgesel güvenlik için kalıcı bir forum eksik. Dünyanın diğer bölgelerinde, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ve Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği gibi işbirliğine dayalı güvenlik forumları, ikili ve bölgesel güvenlik ittifaklarının yanı sıra gelişebilmiş, hasımlar arasında bile iletişimi artırmış ve çatışmaların önlenmesine yardımcı olmuştur. Orta Doğu’nun küresel bir istisna olarak kalması için hiçbir neden yok. Bölgenin acil koordinasyon ve gerilimi azaltma ihtiyacı göz önüne alındığında, mevcut kriz böyle bir girişimi başlatmak için çok önemli bir fırsat sunuyor.
Her ne kadar liderler tüm bölgeyi kapsayan bir forum fikrine şüpheyle yaklaşsalar da yeni işbirlikçi güvenlik mekanizmalarının inşa edilebileceği çeşitli yollar var. Örneğin, 1990’ların başında İsrail-Filistin çatışmasını ele almak üzere Madrid barış sürecinin başlatılmasından bu yana, bu tür düzenlemeler uzmanlar arasındaki diyaloglarda gayrı resmi olarak önerilmişti. Geçen birkaç yıl içinde, çok sayıda politikacı ve diğerleri bu yaklaşımın resmi düzeyde uygulanmaya hazır olduğunu açıkça ortaya koydu. Her ne kadar böyle bir forumun tüm Arap devletleri, İran, İsrail ve Türkiye olmak üzere tüm bölgeyi kapsaması hedeflense de bu hemen mümkün olmayacak. Ancak daha az sayıda kilit devlet resmi bir süreç başlatarak ileride daha geniş bir katılım olasılığını açık tutabilir. Bazı Arap devletleri ve Türkiye’nin hem İsrail hem de İran ile ilişkileri olduğundan katılımları başlangıçta özellikle değerli olacaktır.
Orta Doğu ve Kuzey Afrika bölgesini en geniş anlamda kapsayacak şekilde Orta Doğu Forumu olarak adlandırılabilecek yeni örgüt, başlangıçta iklim, enerji ve krizlere acil müdahale gibi üzerinde geniş bir mutabakat bulunan kesişen konulara odaklanmalı. Her ne kadar Gazze savaşı ve İsrail-Filistin çatışmasının çözümü için ayrı bir Arap girişimine ihtiyaç duyulacak olsa da forum, Filistinlilere yönelik insani destek ve yeniden inşa yardımı da dahil acil müdahale gündemi aracılığıyla savaş sonrası Gazze’ye ilişkin pozisyonları koordine edebilir. Forumun kendisi doğrudan çatışmalara arabuluculuk yapmayacak: İşbirliğine dayalı güvenlik diyaloglarının; gerilimleri yatıştırmak için iletişim ve koordinasyonu geliştirmeye ve üyelere karşılıklı güvenlik ve sosyoekonomik faydalar sağlamaya odaklandığında etkili oldukları kanıtlandı. Ancak düzenli temaslar ve aşamalı bir güven inşası yoluyla böyle bir süreç İsrail-Filistin arenasında ve ötesinde çatışma çözümünü destekleyebilir.
Gerçekten de daimî bölgesel toplantılar, başka türlü doğrudan iletişim kanalları bulunmayan rakipler ve hasımlar arasındaki çekişmeli anlaşmazlıklara ilişkin diyaloglar için siyasi kılıfın yanı sıra önemli fırsatlar da sağlayabilir. Bu toplantılar sadece İsrailliler ve Filistinlileri değil, nihayetinde İsrailliler ve İranlıları da kapsayabilir ve bunlar teknik çalışma gruplarında karşılıklı endişe yaratan tartışmalı olmayan konularda bir araya gelebilirler. Bu tür etkileşimler, iklim ve su konularına odaklanan diğer çok taraflı forumların kenarlarında şimdiden sessizce ortaya çıktı; bu da daha kapsayıcı bölgesel işbirliğinin nihayetinde mümkün olduğunu gösteriyor.
Bir Orta Doğu güvenlik forumunun kurulması için en üst düzeyde siyasi iradenin yanı sıra tarafsız güç kabul edilen güçlü bir bölgesel destekçi de gerekecek. Bir olasılık, yeni organizasyonun bir dışişleri bakanları toplantısında, muhtemelen Ürdün’deki Ölü Deniz’de düzenlenen ekonomik oturumlardan biri gibi başka bir bölgesel toplantının marjında duyurulması olabilir. Girişimin hem oluşturulması hem de bölgeden yönetilmesi halinde başarılı olma ihtimali daha yüksek olacak. Örneğin Asya ve Avrupa’daki orta güçler, değerli uzmanlıklarının olduğu alanlarda siyasi ve teknik destek sağlayabilirler. En azından başlangıçta Çin, Rusya ve Amerika Birleşik Devletleri, forumun büyük güçlerin rekabeti için başka bir platforma dönüşmesini önlemek için sınırlı rollere sahip olmalı. Bununla birlikte, forumun bölgede kendi diplomasileri için bir tehditten ziyade faydalı bir tamamlayıcı olmasını sağlamak için hem Washington hem de Pekin’in desteği kritik önem taşıyacaktır.
Liderlik zamanı
Gazze’deki savaşın ortaya çıkardığı zor gerçekler arasında, en belirgin olanlarından biri Amerikan gücünün sınırları olabilir. Ne kadar arzu edilirse edilsin Amerika Birleşik Devletleri’nin, kalıcı bir İsrail-Filistin çözümünü gerçekleştirmek için gerekli olan kesin liderliği veya baskıyı sağlama olasılığı düşük. Sorumluluğu üstlenmek Orta Doğu’nun kendi liderlerine ve diplomatlarına kalacak. Bölgenin dikkatini ve diplomatik enerjisini üzerine çeken savaş, yeni işbirlikçi liderlik biçimleri için nadir bir fırsat yarattı.
Bölgesel bir güvenlik forumu tek başına Orta Doğu barışını sağlayamaz; bunu tek bir girişim yapamaz. Hesap verebilir bir yönetişim olmadan da uzun vadeli gerçek bir istikrarın sağlanması zor olmaya devam edecek. Ayrıca, böyle bir organizasyon, uzun süredir Orta Doğu devletçiliğinin bir özelliği olan rekabetçi güç dengesini tamamen değiştirmeyecek. Asya ve Avrupa’da bile, Ukrayna’daki savaşın çok acı bir şekilde gösterdiği gibi, işbirliğine dayalı düzenlemeler ulusal stratejik rekabetlerin yerini alamadı ya da askeri çatışmaları engelleyemedi. Yine de düzenli bir forum, çatışma eğilimli Orta Doğu’ya hayati bir istikrar katmanı ekleyecek. Bu tür bir proje aynı zamanda giderek daha acil hale geldi.
Her ne kadar 7 Ekim henüz gerilimi azaltma ve uzlaşma yanlısı tüm bölgesel akımları tersine çevirmemiş olsa da bu sıfırlanmadan faydalanmak için zaman daralıyor olabilir. Önde gelen Arap devletleri, Türkiye gibi bölgesel güçlerle birlikte, Gazze’den önceki yakınlaşmayı ve o zamandan beri ortaya çıkan koordinasyonu pekiştirmek için anı yakalamalı. Orta Doğu bir hesaplaşma anıyla karşı karşıya. Eğer Gazze’de akan korkunç kan karşısında felç olursa, kriz ve çatışma ortamına daha da sürüklenebilir. Ya da farklı bir gelecek inşa etmeye başlayabilir.
İlginizi Çekebilir
-
Meloni: Trump düşman değil, ‘pragmatik’ bir AB yaklaşımı gerek
-
Reuters: Ukrayna’ya askeri yardım koordinasyonunu ABD yerine NATO üstlendi
-
İsveç’ten “enerji kablosu” projesine Alman elektrik reformu şartı
-
‘İkinci Trump döneminin en büyük zorluklarından biri Çin olacak’
-
İsrail’den Suriye ve Gazze’de uzun süreli işgal sinyali
-
İsviçreli Büyükelçi Buch: Rusya’yı zayıflatmış olabilirler, ama aynı zamanda tüm Batı’yı da zayıflatmış oldular
DÜNYA BASINI
Esad’dan sonra sırada İran mı var?
Yayınlanma
5 gün önce14/12/2024
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.
Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.
Sırada Tahran mı var?
İran’ın güç miti paramparça oldu
Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.
26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.
İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.
İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.
ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.
Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.
Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.
Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.
Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.
Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.
Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.
Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.
¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)
DÜNYA BASINI
Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?
Yayınlanma
6 gün önce12/12/2024
Yazar
Harici.com.trSuriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.
***
11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim
Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.
Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.
Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.
Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.
O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.
Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.
Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?
Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?
Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.
Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.
Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.
Ve giderek daha da ısınıyordu.
Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.
Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.
Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.
Esad’a diplomatik kalkan
Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.
Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.
Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.
Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.
Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”
Esad’ın Suriye’sinde Çin parası
Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.
Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.
COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.
Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.
2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.
2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.
Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.
Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.
Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.
KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.
Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.
Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?
Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.
Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.
Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.
Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.
Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.
Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”
Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.
Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.
Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.
Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.
Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.
Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.
Editörün notu: Lübnan asıllı Amerikalı siyaset bilimi profesörü Esad Ebu Halil, Consortium News‘te yayımlanan son makalesinde Suriye rejiminin tarihsel gelişimini ve çöküşünü ele alarak Arap dünyasında yaşanan dönüşümleri analiz ediyor. Halil’e göre, Hafız ve Beşar Esad’ın liderlik ettiği Esad hanedanı, başta Arap sosyalizmi ve birliği gibi modernite hedefleriyle yola çıkmış olsa da zamanla baskıcı bir azınlık yönetimine dönüşerek halkın desteğini kaybetti. Bununla beraber Halil, ABD ve İsrail’in Orta Doğu’daki ülkeleri zayıflatarak toplumları parçalama stratejisinin, Suriye gibi ülkelerde daha karmaşık ve tehlikeli bir geleceğe yol açacağına işaret ediyor.
Bundan sonra Suriye
Esad Ebu Halil, Consortium News
Zorla ayakta tutulan Esad ailesi rejiminin çökmesi mukadderdi ve şimdi çeşitli silahlı milisler arasındaki çatışmalar Afganistan’a benzer bir durum ortaya çıkarabilir.
Suriye’nin bu tarihi anının kaçınılmaz olduğu artık açık: Hafız Esad ve oğlu Beşar Esad rejimi yıkılmaya mahkûmdu. Bu rejim artık sona erdi.
Arap dünyasındaki Baas Partisi yönetimleri de tarihe karışmış durumda ve bu rejim, Arap zorbalığının karanlık bir örneği olarak tarihe geçti. Arap dünyasında çeşitli baskı rejimleri bulunuyor; çoğu, Batı ittifakı ve İsrail ile uyumlu şekilde varlığını sürdürdü. Örneğin, Washington’un baskısıyla yapılan İsrail’le normalleşme anlaşmaları, Arap despotik düzeninin pek çok yönden sağlamlaştırılması ve genişletilmesini gerektirmişti.
Suriye halkı, Esad hanedanının yönetimi altında onlarca yıl geçirdi. Arap birliği, sosyalizm ve Filistin’in kurtuluşu prensipleri üzerine kurulan bir parti, Hafız Esad döneminde ve oğlu Beşar Esad döneminde neden bir azınlık yönetimi haline geldi ve Suriye ile Arap dünyasında ayrışma ve parçalanma tohumları ekti?
Modernite fikirleriyle çağdaş bir cumhuriyet kurmayı amaçlayan bir parti, neden bir hanedanı andıran bir rejime dönüştü ve cumhuriyet çatısı altında babadan oğula miras kalan bir yönetim kurdu? Bu hanedanın tek başarısı, gücün mutlak şiddet yoluyla korunması olmuştur. Suriyeliler, bu hanedanın devamı konusunda hiçbir şekilde söz sahibi olmadılar. Hafız Esad’ın 2000 yılında ölümüyle birlikte Beşar’ın başa geçebilmesi için yaşının küçük olması sebebiyle Suriye Anayasası bile değiştirildi.
Baba: Hafız Esad
Hafız Esad, 1963 yılından itibaren Suriye’yi yönetimde etkili bir figür olarak kontrol etti. Bu, onu tartışmasız lider yapan darbeden yedi yıl öncesine dayanır. O, daha sonra Suriye Baas Partisi’ni ve Suriye hükûmetini ele geçiren komplocu askeri klik içinde yer aldı.
Hafız, 1966’da iktidarı ele geçiren Baasçı askeri klikten biriydi, fakat Salah Cedid yönetimi ele geçiren asıl isimdi ve kendisi, savunma bakanı olan Hafız ile çatışma içindeydi. Cedid, diğer Baasçı liderler gibi acımasız bir diktatördü ama yine de ilkelerine sadık bir lider olarak biliniyordu.
Cedid, Filistin’i geri kazanmak için halkın kurtuluş savaşına inanıyor ve Filistinli direniş örgütlerine silah ve mali destek sağlıyordu. Ancak Hafız, Cedid’in bu maceracı yaklaşımını onaylamadı ve rejimin İsrail’in tehditleri karşısında hayatta kalamayacağından endişe etti.
1970 yılı yazında, Kara Eylül olayları sırasında (Ürdün rejimi ile FKÖ güçleri arasındaki çatışma) Cedid, Filistinlileri desteklemek için Suriye askerlerini göndermek istedi ancak Hafız, savunma bakanı olarak hava desteği sağlamaktan kaçındı. Birkaç ay sonra Hafız, Cedid’i devirdi.
Tarihçi Hanna Batatu, bana Hafız’ın, Cedid hapisteyken bile ondan korktuğunu söylemişti, zira Cedid, silahlı kuvvetler içinde desteğe sahipti ve düşük profilini korumasıyla şöhret kazanmıştı.
Hafız Esad, Suriye dışında, özellikle Lübnan’da düşmanlarını öldürmek için adamlarını gönderen baskıcı bir yönetim sürdürdü. Hükûmet deneyimi, şiddetin ve hesapçılığın bir kombinasyonu olarak şekillendi ve bu, onu iktidarda tutan temel unsurdu.
1973’te İsrail ile savaşa giren Hafız, bu savaşın kurgusal bir zafer olarak rejimin meşruiyetini sağlamak için kullandı. Ancak savaşın sonunda, Golan Tepeleri de dahil olmak üzere İsrail’in işgalindeki topraklar kurtarılamadı.
2011 yılında rejimin çökmesi gerekirdi. Suriye halkı, babadan oğula devreden bu baskı rejiminden bıkmıştı. Yaşam koşulları kötüleşmiş ve hizmet sektörü, köylerdeki yoksullardan kopmuş zengin bir sermayedar zümresi yaratmıştı.
Rejimin sonunu getiren 15 neden
Geçtiğimiz hafta boyunca el-Esad rejiminin ani çöküşü ve pazar günü Şam’ın düşüşü, yıllarca süreğen bir sürecin sonucu olarak gerçekleşti. İşte bu çöküşe yol açan temel nedenler:
1) Rejim, Batı güçlerini memnun etmek için uyguladığı neo-liberal politikalar nedeniyle kırsal kesimdeki desteğini kaybetti. Baas rejimi, ilk yıllarda köylüler ve işçiler adına hareket ederken, Beşar rejimi komşu ekonomilerin açık kapı politikasını benimseyerek zengin ve fakir arasındaki uçurumu derinleştirdi.
2) Direniş örgütlerine verilen destek, Batı’nın ve İsrail’in yaptırımlarını beraberinde getirdi. Bu yaptırımlar büyük oranda rejim yandaşlarını değil, Suriye halkını cezalandırdı. 2003 yılında ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Beşar Esad’a ilettiği talepler reform, demokrasi ya da hukukun üstünlüğü içermiyor; direniş örgütleriyle ilişkileri sonlandırmasını hedefliyordu.
3) Yönetici elit arasındaki yolsuzluk artış gösterdi. Özellikle son yıllarda uyuşturucu ticareti ve fuhşun Mahir Esad tarafından yönetildiği iddiaları bu durumu daha da kötüleştirdi.
4) Lübnanlı iş insanı ve eski Başbakan Refik Hariri’nin suikasta uğraması ve bu olayda Beşar’ın suçlanması, Suriye rejiminin neredeyse tamamen tecrit edilmesine yol açtı (bu rejim 2011’deki ayaklanmanın başlamasının ardından Arap Birliği’nden çıkarılmıştı). Körfez rejimleri, suikastın ardından rejime karşı Arap Sünni mezhepçiliğini körüklemeyi başardı (Peki, bu olayın arkasında Suriye rejimi mi yoksa Hizbullah mı vardı? Zira Batı-İsrail ittifakı bir türlü karar veremiyor gibi görünüyor. Bazen Hizbullah’ı, bazen de Beşar’ı suçluyorlar.)
5) Son yıllarda Suriye rejimi, BAE ile —ve daha az ölçüde Suudi Arabistan ile— bir Faust anlaşmasına girdi. Görünüşe göre, rejim BAE üzerinden ABD ile dolaylı olarak pazarlık yaparak İran’dan yavaşça uzaklaşma karşılığında bazı yaptırımların hafifletilmesini sağlamaya çalışıyordu. Beşar’ın, Türkiye’nin baş düşmanı olan BAE ile yaptığı bu anlaşmanın Erdoğan’ı öfkelendirdiği ve sonunda isyancıların saldırıya geçmesini teşvik ettiği bildiriliyor. İran ve Hizbullah, BAE ile bu tür pazarlıkların haberini almış olmalı ve durumdan hoşnutsuzluk duymuş olmalılar. Rejim için savaşırken İranlılar ve Lübnanlılar öldü ama Beşar onların arkasından düşmanlarıyla pazarlık yapıyordu.
6) Rejim 2011’den ders almayı reddetti. Beşar, 2016’da Suriye’nin bir kısmı üzerinde kontrolünü sağladıktan sonra, ılımlı muhalefete (bu muhalefetin bazı unsurları Moskova ile bağları olan seküler solculardı) herhangi bir taviz vermeyi reddetti. İsyancılara karşı zafer sarhoşluğuna kapılmış gibiydi ve bu zaferin kendi ordusunun eseri olduğunu düşündü. İktidarı paylaşmak istemedi ve uzlaşmayı babasının mirasına ihanet olarak gördü.
7) Beşar, babasından daha kibirli. Hafız, halkına hitap eder, iktidarının ilk yıllarında uzun konuşmalar yapar ve Arap ve Batı basınına mülakatlar verirdi. Beşar ise sadece Batı medyasını (ve daha sonra Rus medyasını) tercih etti. Kendi halkına hitap etmeyi hiçbir zaman gerekli görmedi, hatta ülkeyi terk edip Moskova’ya sığınmadan önce bile. Onun kibri, Suriye savaşı yıllarında açıkça ortaya çıktı. İktidara gelir gelmez halkla iletişim kurmakla ilgilenmedi. Bu, bir despotun evinde büyüyen ve çevresi tarafından “kraliyet ailesi” gibi yetiştirilen bir adam.
8) Beşar ilkesiz bir adam. Hiçbir zaman iktidardaki Baas Partisi’nin ilkelerine inandığını ifade etmedi. Babası da ilkesizdi ama en azından Arap milliyetçiliği davasına bağlıymış gibi görünüyordu. Beşar, Baas Partisi’nin Arapçılık ilkesine aykırı olan Suriye milliyetçiliği ile bile flört etti. İktisadi konularda ise Arap sosyalizmini savunan Baas Partisi’ne rağmen neo-liberal reformların şampiyonu oldu.
9) Rejim, Arap-İsrail çatışmasını kötü yönetti. 1970’lerden başlayarak çeşitli direniş örgütlerini desteklemesine rağmen, 1976’da Lübnan’a girip sağcı, İsrail yanlısı milisleri ezilmekten kurtardığında Filistin direnişiyle savaştı. 1973’ten sonra Golan Tepelerini kurtarmayı hiç düşünmedi. Oysa Lübnan, İsrail’i 2000 yılında ülkeden çekilmeye zorlayan başarılı bir direniş yürüttü. Ve Esad rejimi, İsrail’den gelen yüzlerce hava saldırısını yanıtsız bıraktı. Arap dünyasında, Suriye rejimi yıllarca şu şekilde yanıt verdiği için alay konusu oldu: “Suriye, savaşın zamanını ve yerini seçecektir.” Geçen yıl Beşar ve rejim, İsrail’in soykırım saldırılarına karşı sessiz kaldı.
10) 1970’ten beri rejimin acımasızlığı ve vahşiliği kaderini mühürledi. Baas Partisi’nin (2003’te Irak’ta yasa dışı ilan edilmişti) bir daha asla iktidara gelemeyeceğini garantiledi. Hem Suriye hem Irak’taki Baas rejimlerinin muhaliflere dönük aşırı vahşeti onları hep öne çıkardı. Her iki rejim de muhalifleri yurt dışında avlayıp öldürmekten çekinmedi. Suriye rejiminin pek çok muhalifi Lübnan’da öldürüldü. Baas’ın istihbarat birimleri, işkence yöntemlerinde yeni ve sapkın teknikler geliştirmekle tanınıyordu. İşkence, suçun niteliğine ve mahkûmun yaşına bakılmaksızın yaygın olarak uygulanıyordu. Baas rejimleri, vahşetle tanınmanın halk üzerinde korku yaratacağını düşünüyordu ve iktidarlarını bu korku sayesinde muhafaza ediyorlardı. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemini domine ederken, işkence ve korku yöntemlerini buraya da yaymayı başardı. Suriye ve Irak’ta Baas rejimleri korkuyu bir yönetim aracı olarak benimsedi (Sadece bu ülkeler değil, özellikle günümüz BAE ve Suudi Arabistan gibi diğer Arap ülkelerinin de korkuyu kullandığı bir gerçek). Suriye hapishaneleri insanlık dışı koşulları ve yaygın işkence kullanımıyla meşhurdu. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemine hâkim olduğu dönemde işkence ve korku yöntemlerini Lübnan’a da yaymayı başardı.
11) Beşar, Arap despotlarıyla ilişkilerini yönetmeyi hiç öğrenemedi. Babası Hafız, siyasi tavizler ve uzlaşmalar karşılığında Suudi Arabistan’dan milyarlarca dolar koparabilirdi. Fakat Beşar, özellikle Arap zirve toplantılarında liderlere ders verir gibi konuşarak onları kendinden uzaklaştırdı. Arap liderler arasında tek bir dostu bile yoktu; oysa babası, Mısır ve Körfez ülkelerindeki liderlerle güçlü bağlara sahipti.
12) Baas döneminde ifade özgürlüğü neredeyse yoktu. Yönetimi sorgulamak ya da hafif eleştirilerde bulunmak bile, kişinin yaşı ne olursa olsun, ağır cezalarla sonuçlanıyordu. Siyasi ifade özgürlüğü, yalnızca rejimi övgü dolu bir dille yüceltenlere tanınıyordu.
13) Suriye ve Irak’taki Baas rejimleri aşırı bir lider kültüne başvurdu. Bu tür uygulamalar, sadece Arnavutluk ve Romanya’nın komünist yönetimleri dışında başka bir yerde görülmedi. Liderlerin heykelleri, şehirlerin ve kasabaların çoğuna dikilmişti ve liderlere saygı göstermek okul müfredatının bir parçasıydı. Liderin yüceltilmesi, aile üyelerine kadar uzanıyor ve bu durum her iki rejimde de cumhuriyetçi hanedanlıkların inşasının bir parçası oluyordu.
14) Bir cumhuriyette hanedanlık fikri Suriye halkına aykırı. Suriye modern bir ülke ve Körfez ülkelerindeki gibi hanedan yönetimine alışık değil. Halk, Hafız Esad’ın yönetimine ancak zorla boyun eğdi ve iktidarda kalabilmek için (1982’de Hama’da olduğu gibi) kitlesel şiddete başvurmak zorunda kaldı.
15) Rejim mezhep temelliydi. Hafız Esad’ın 1970’te iktidara gelmesinden bu yana, rejim Alevi bir karaktere ve tabana sahip oldu, oysa Aleviler nüfusun sadece yüzde 14’ünü oluşturuyor. Hafız Esad döneminde hükümetin üst kademelerindeki görevlerin çoğu, genelde başkanla akraba olan Alevilere ayrılmıştı. Saddam Hüseyin’in rejimi bu bakımdan daha az mezhepçiydi. Beşar ise hükümetin üst kademelerine daha fazla Aleviyi dahil etmeye çalıştı ancak iktidarın en kritik ipleri yine ailenin elinde kaldı.
Cihatçıların güzellenmesi
Suriye, uzun bir hoşgörü ve birlikte yaşama geçmişine sahip çok mezhepli bir ülke iken, bu durum Baas yönetimi altında yozlaştı ve tahrip edildi. İsyancıların yeni saldırıları, başta ABD, İsrail ve Türkiye olmak üzere dış güçler tarafından düzenlendi. Zafer kazanan milislerin kökeni IŞİD ve el-Kaide’ye dayanıyor, ancak Batı medyası onların imajını güzellemeye çalışarak onları sadece “muhalefet” olarak tanımlıyor.
Aljazeera (ve arkasındaki Katar hükümeti) isyancıları destekleme ve propagandalarını yayma konusunda büyük bir rol oynadı. Suriye’de yönetimin kesin çizgileri hakkında bir tahmin yürütmek için henüz çok erken ama Suriye halkının istikrarlı ve demokratik bir hükümete kavuşması pek olası görünmüyor.
Tıpkı Sudan, Suriye, Lübnan, Yemen, Libya ve Irak’ta olduğu gibi, ABD-İsrail ittifakı, İsrail’in faşist devletini güvende hissettirmek adına pek çok Arap ülkesinde devletleri ve toplumları yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütüyor.
Ve ABD’nin kanıtlanmış bir geçmişi var: Bir rejimi —ne kadar tiksindirici ve zalim olursa olsun— daha kötü bir rejimle değiştirebilir ve değiştirecektir. ABD’nin 2001’de Afganistan’da kurduğu rejim o kadar iğrençti ki Afgan halkı Taliban’ı tercih etti. Libya ve Irak’taki insanlar şimdi eski rejimlerin yönetimine özlem duyuyorlar.
Suriye halkının acılarının yakın zamanda sona ermesi pek mümkün değil ve silahlı milisler arasındaki iç çekişmeler, 1992’de komünistlerin düşüşünden sonraki Afganistan’a benzer bir durum yaratabilir.
Meloni: Trump düşman değil, ‘pragmatik’ bir AB yaklaşımı gerek
Reuters: Ukrayna’ya askeri yardım koordinasyonunu ABD yerine NATO üstlendi
İsveç’ten “enerji kablosu” projesine Alman elektrik reformu şartı
‘İkinci Trump döneminin en büyük zorluklarından biri Çin olacak’
İsrail’den Suriye ve Gazze’de uzun süreli işgal sinyali
Çok Okunanlar
-
ORTADOĞU1 hafta önce
Eski Beyaz Saray yetkilisi Doran: Suriye’de İsrail ve Türkiye’nin çıkarları örtüşüyor
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Bir kere daha girdiğimiz çıkmaz yol
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 1
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Suriye’de kim kazandı?
-
RUSYA1 hafta önce
Rusya’nın Suriye’deki üslerinin akıbeti ne olacak?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 2
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Esad rejimi neden sadece 12 günde çöktü?
-
GÖRÜŞ6 gün önce
Suriye hezimeti ve Rusya: Birkaç soru ve yanıt