Dünya Basını
Foreign Affairs: Orta Doğu’da ABD liderliği Godot’yu beklemek gibi

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, ABD Dış İlişkiler Konseyinin (Council on Foreign Relations-CFR) yayın organı Foreign Affairs’ta yayınlandı. 7 Ekim’den sonra her ne kadar tersine dönmüş gibi görünse de ABD’nin orta ve uzun vadede eskisi gibi Orta Doğu’ya “dönmeyeceğini” açıklayan makale, Orta Doğu’nun istikrarının ancak bölgesel güçlerin işbirliği ile sağlanabileceği fikrini öne sürüyor. Makale, bunun koşullarının mevcut olduğunu açıkladıktan sonra bir yol haritası da sunuyor.
***
Orta Doğu’yu sadece Orta Doğu düzeltebilir
Amerika sonrası bölgesel düzene giden yol
Dalia Dassa Kaye ve Sanam Vakil,
2024’ün ilk haftalarında, Gazze Şeridi’ndeki yıkıcı savaş tüm bölgeyi alevlendirmeye başladığında, Orta Doğu’nun istikrarı bir kez daha ABD dış politika gündeminin merkezine oturmuş gibi görünüyordu. Hamas’ın 7 Ekim saldırılarından sonraki ilk günlerde, Biden yönetimi iki uçak gemisi saldırı grubunu ve nükleer enerjiyle çalışan bir denizaltıyı Orta Doğu’ya gönderirken Başkan Joe Biden da dahil üst düzey ABD yetkilileri sürekli olarak bölgeye yüksek profilli ziyaretler yapmaya başladı. Ardından, çatışmanın kontrol altına alınması zorlaştıkça ABD daha da ileri gitti. Kasım ayı başlarında, İran destekli grupların Irak ve Suriye’deki ABD askeri personeline yönelik saldırılarına karşılık olarak ABD, Suriye’de İran Devrim Muhafızları tarafından kullanılan askeri tesislere saldırılar düzenledi; ocak ayı başlarında ABD güçleri Bağdat’ta bu gruplardan birinin üst düzey bir komutanını öldürdü. Ocak ayı ortalarında ise, yine İran tarafından desteklenen Husi hareketinin Kızıldeniz’deki ticari gemilere haftalarca süren saldırılarının ardından ABD, İngiltere ile birlikte Yemen’deki Husi üslerine yönelik bir dizi saldırı başlattı.
Bu güç gösterisine rağmen, ABD’nin uzun vadede büyük diplomatik ve güvenlik kaynaklarını Orta Doğu’ya aktaracağına dair bahse girmek akıllıca olmaz. Hamas’ın 7 Ekim saldırılarından çok önce, birbirini izleyen ABD yönetimleri yükselen Çin’le daha fazla ilgilenmek için bölgeden uzaklaşma niyetlerinin sinyallerini vermişlerdi. Biden yönetimi aynı zamanda Rusya’nın Ukrayna’daki savaşıyla da uğraşıyor ve bu da Orta Doğu’yla başa çıkmak için kapasitesini daha da kısıtlıyor. 2023 yılına gelindiğinde, ABD’li yetkililer İran’la nükleer anlaşmanın yeniden canlandırılmasından büyük ölçüde vazgeçmiş, bunun yerine İranlı muhataplarıyla gayrı resmi gerilimi azaltma anlaşmalarına varmaya çalışıyorlardı. Aynı zamanda yönetim, güvenlik yükünün bir kısmını Washington’un üstünden almak için Suudi Arabistan gibi bölgesel ortakların askeri kapasitesini güçlendiriyordu. Biden’ın, ABD istihbaratının Suudi gazeteci ve Washington Post yazarı Cemal Kaşıkçı’nın 2018’de öldürülmesinden sorumlu olduğuna inandığı Riyad’la iş yapma konusundaki ilk isteksizliğine rağmen Başkan, Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki ilişkileri normalleştirecek bir anlaşmaya öncelik verdi. ABD bu anlaşmayı yaparken her iki tarafa da önemli teşvikler sunmaya hazırdı ve Filistin meselesini çoğunlukla görmezden geliyordu.
7 Ekim bu yaklaşımı altüst ederek Filistin meselesinin merkezi önemini hatırlattı ve ABD’yi daha doğrudan askeri angajmana zorladı. Yine de Gazze’deki savaş Washington’un temel politikalarında önemli bir değişikliğe yol açmadı. Yönetim, İsrail’in Filistinliler için ayrı bir devlete karşı çıkmasına rağmen Suudi Arabistan’ın normalleşmesi için bastırmaya devam ediyor ki Suudiler böyle bir anlaşmayı şart koşuyor. Ve ABD’li yetkililer, ABD’yi Orta Doğu’daki çatışmalardan uzak tutma çabalarından vazgeçecek gibi görünmüyor. Aksine, savaşın giderek karmaşıklaşan dinamikleri ABD’nin bölgeye angaje olma iştahının daha da azalmasına neden olabilir. Orta Doğu’daki taahhütlerini artırmak da kritik bir seçim yılında Amerikan siyasi partileri için kazanan bir strateji olmayacaktır.
Elbette ABD Orta Doğu’da yer almaya devam edecek. ABD güçlerine yönelik füze saldırıları Amerikalıların ölümüyle sonuçlanırsa ya da Gazze çatışmasıyla bağlantılı bir terör saldırısı Amerikalı sivilleri öldürürse, bu durum ABD’yi yönetimin istemediği daha büyük bir askeri angajmana zorlayabilir. Ancak ABD’nin Gazze’yi etkin bir şekilde yönetme ve kalıcı bir Orta Doğu barışı sağlama konusunda liderliği üstlenmesini beklemek Godot’yu beklemek gibi olacaktır: mevcut bölgesel ve küresel dinamikler Washington’un bu baskın rolü oynamasını çok zorlaştırıyor. Bu, diğer küresel güçlerin ABD’nin yerini alacağı anlamına gelmiyor. ABD’nin etkisi azalsa bile Avrupalı veya Çinli liderlerin bu görevi üstlenmeye ne ilgisi var ne de kapasiteleri. Ortaya çıkan bu gerçek karşısında bölgesel güçlerin -özellikle de İsrail’in yakın Arap komşuları Mısır ve Ürdün’ün yanı sıra savaş başladığından beri koordinasyon halinde olan Katar, Suudi Arabistan, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE)- acilen adım atması ve ileriye dönük ortak bir yol belirlemesi gerekiyor.
Hamas’ın 7 Ekim’deki acımasız saldırıları ve İsrail’in Gazze’deki yıkıcı harekâtının ardından ortak bir zemin bulmak son derece zor olacak. Ve savaş ne kadar uzun sürerse, Orta Doğu’da daha geniş çaplı kırılmalar yaşanması riski de o kadar artacak. Ancak saldırılardan önceki yıllarda hem Arap hem de Arap olmayan devletler, bölge genelinde ilişkilerin büyük ölçüde sıfırlanması anlamına gelen yeni işbirliği biçimleri için potansiyel olduğunu gösterdi. Aylar süren savaştan sonra bile bu bağların çoğu sağlam kaldı. Şimdi, bu eğilim tersine dönmeden önce, bu hükümetler çatışmaların önlenmesi ve nihayetinde barış için kalıcı mekanizmalar oluşturmak üzere bir araya gelmelidir.
En acil olarak, bölgesel güçler İsrailliler ve Filistinliler arasında anlamlı bir siyasi süreci desteklemeli. Ancak aynı zamanda böyle bir felaketin tekrar yaşanmasını önlemek için kararlı adımlar atmalılar. Özellikle de ABD liderliğinde olsun ya da olmasın istikrar sağlayabilecek yeni ve daha güçlü bölgesel güvenlik düzenlemeleri oluşturmaya çalışmalılar. Orta Doğu’nun bölgesel güvenlik için kendi güçleri arasında kalıcı diyalog zemini oluşturacak bir foruma sahip olmasının zamanı çoktan geldi. Trajediden fırsat çıkarmak için çok çalışmak ve en üst siyasi düzeylerde kararlılık göstermek gerekecek. Ancak bu vizyon bugün ne kadar uzak görünse de Orta Doğu liderlerinin şiddet sarmalını durdurma ve bölgeyi daha olumlu bir yöne taşıma potansiyeli mevcuttur.
Etki Kaygısı
Savaşı sona erdirmek için kararlı adımlar atmadığı için Biden yönetimine yönelik artan hayal kırıklığına rağmen, Washington’daki müdahale yanlılarıyla birlikte bazı Arap liderler ABD’nin Orta Doğu’ya “geri döndüğünü” görmeye hevesli olabilir. Biden yönetiminin hızlı diplomatik ve askeri tepkisi -ve İran’a bağlı gruplara karşı güç kullanma konusundaki istekliliği- bölgenin bir kez daha ABD’nin ulusal güvenlik kaygılarının merkezinde yer aldığını gösterdi. Aslında, askeri güç açısından ABD bölgeden hiç ayrılmamıştı: 7 Ekim saldırıları sırasında on binlerce ABD askeri bölgedeydi ve Washington; Bahreyn ve Katar’da büyük askeri üslerin yanı sıra Suriye ve Irak’ta daha küçük askeri konuşlanmaları sürdürmeye devam ediyordu.
Ancak ABD’nin 7 Ekim’den bu yana yürüttüğü askeri ve diplomatik faaliyetler güven telkin etmedi. Bir kere, yönetimin daha geniş çaplı bir bölgesel çatışmayı önleme çabaları kesinlikle karışık. En kaygı verici parlama noktalarından biri olan İsrail’in Lübnan sınırında Hizbullah ile yaşadığı çatışmada, Washington her iki tarafta da artan şiddeti önleyemedi. Önemli askeri ve sivil kayıpların yanı sıra, on binlerce sivil, kuzey İsrail ve güney Lübnan’daki kasabaları boşaltmak zorunda kaldı. Hizbullah şu ana kadar ekonomik teşvikler karşılığında güçlerini sınırdan çekmeyi reddetti ve Beyrut’ta üst düzey bir Hamas yetkilisine suikast düzenleyen İsrail diplomasi için zamanın tükenmekte olduğunun sinyallerini verdi.
Bu arada ABD, İran’ın Irak, Suriye ve Yemen’deki vekillerinden gelen askeri baskıyı kontrol altına almakta zorlanıyor. Savaşın başlamasından bu yana Irak ve Suriye’deki ABD güçleri bu grupların 150’den fazla saldırısıyla karşı karşıya kaldı. ABD ve Birleşik Krallık’ın bir dizi misilleme saldırısına rağmen Washington, Husilerin Kızıldeniz’deki amansız füze ve insansız hava aracı saldırılarına son veremedi. Husiler şimdiden uluslararası ticarette önemli aksamalara yol açarak büyük nakliye şirketlerini Süveyş Kanalı’ndan kaçınmaya zorladı. ABD’nin bu tehdide karşı çok uluslu bir deniz gücü oluşturma girişimleri, yönetimin Gazze politikalarına temkinli yaklaşan Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan gibi bölgesel ortakların ilgisini çekmeyi başaramadı.
Washington’un askeri gücü azaldıkça diplomatik gücü de zayıfladı. Üst düzey yönetim yetkililerinin bölgeye sürekli ziyaretleri, kararlılık göstermek yerine, ABD’nin ne kadar az nüfuza sahip olduğunu ya da İsrail örneğinde, yönetimin bunu kullanma konusundaki isteksizliğini gösterdi. Savaşın ilk aylarında, yönetimin görünürdeki birkaç başarısından biri, Kasım ayı sonlarında çatışmalara bir haftalık ara verilmesi, 100’den fazla İsrailli ve yabancı rehinenin serbest bırakılması ve Gazze’ye mütevazı bir insani yardım ulaştırılması oldu. Ancak bu durumda bile Katar ve Mısır’ın arabuluculuğu çok önemliydi. Aksi takdirde ABD (en azından bu yazı yazıldığı sırada) ateşkes çağrısında bulunma konusunda isteksiz davrandı ve yönetimin kamu diplomasisi çoğunlukla İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve sağcı hükümetinin en kötü dürtülerini dizginlemeye yönelik retorik çabalarla sınırlı kaldı.
Yönetim, Batı Şeria ve Gazze’de “canlandırılmış” bir Filistin Yönetimi liderliği ve Gazze’nin yeniden inşası için bölgesel destek olarak adlandırdığı şeye odaklanan “ertesi gün” için barış fikirlerini destekleme konusunda daha yüksek sesle konuşuyor. Ancak başta zengin Körfez Arap ülkeleri olmak üzere bölgesel güçler, Filistin devletine yönelik geri dönüşü olmayan adımlar atılmadan bu tür planları desteklemeyeceklerini açıkça belirttiler. ABD’li yetkililer Suudi Arabistan ile daha büyük bir normalleşme anlaşmasının parçası olarak iki devletli bir çözümün gerekliliğinden daha açık bir şekilde bahsetmeye başladıktan sonra Netanyahu bu olasılığı kesin bir dille reddetti ve İsrail’in Filistin bölgelerinde tam güvenlik kontrolüne sahip olması gerektiğinde ısrar etti. Ancak merkezdeki İsrailli yetkililer bile Hamas’a karşı topyekûn savaş devam ederken ABD’nin barış girişimlerini zorlamasına şaşırdıklarını ifade ettiler. Bu arada yönetimin çatışmalarda İsrail’i desteklemesi ve Filistinlilerin çektiği acılara empati duymadığı algısı, Amerika’nın öncülük ettiği herhangi bir plan için Filistinlilerin katılımı bir yana, bölgesel desteği çekmenin önünde önemli engeller yarattı.
ABD, askeri varlıkları ve İsrail ile olan benzersiz ilişkisi nedeniyle bölgede önemli bir oyuncu olmaya devam edecek. Ancak Washington’un İsrail-Filistin çatışmasını kesin olarak sona erdirecek büyük bir pazarlık yapabileceği beklentisi günümüz Orta Doğu’sunun gerçeklerinden kopuktur. Nihayetinde, büyük diplomatik atılımlar büyük olasılıkla bölgenin kendisinden gelecek ve bölgenin kendisine bağlı olacak.
Yalnız ya da birlikte
Washington’un Orta Doğu’da azalan etkisinin sonuçları mevcut çatışmayla sınırlı kalmadı. ABD’nin bölgedeki etkinliği 7 Ekim’den önceki yıllarda azalırken, büyük bölgesel güçler güvenlik düzenlemelerini şekillendirme ve belirleme çabalarını istikrarlı bir şekilde artırdı. Gerçekten de 2019’dan itibaren bölgedeki hükümetler daha önce gergin olan ilişkilerini düzeltmeye başladılar. Bu alışılmadık bölgesel yeniden yapılanma sadece ekonomik önceliklerden -daha önce ticareti ve büyümeyi sekteye uğratan ya da engelleyen sürtüşmelerin üstesinden gelmek- değil, aynı zamanda Washington’un Orta Doğu’daki çatışmaları yönetmeye olan ilgisinin azaldığı algısından da kaynaklandı.
Körfez ülkeleri ile İran arasındaki yakınlaşmayı ele alalım. BAE, 2019’da üç yıllık bir kopuşun ardından İran’la ikili ilişkilerini yeniden kurmaya başladı ve ilişkileri doğrudan yönetme ve çıkarlarını Körfez taşımacılığını aksatan ve Emirlik turizmini ve ticaretini tehdit eden İran destekli gruplardan koruma fırsatı gördü. Abu Dabi 2022 yılında Tahran ile diplomatik ilişkilerini resmen yeniden başlatarak Riyad’ın da aynı yolu izlemesinin önünü açtı. Mart 2023’te, uzun süredir rakip olan Suudi Arabistan ve İran; Umman ve Irak’ın moderatörlüğünde aylarca süren arka kanal görüşmelerinin ardından Çin’in aracılık ettiği bir anlaşmayla ilişkilerini yeniden başlattıklarını duyurdular. ABD’nin bu anlaşmalarda hiçbir rolü yoktu.
Bu arada 2021 yılında Bahreyn, Mısır, Suudi Arabistan ve BAE; Müslüman Kardeşler gruplarını destekleyen, İran ve Türkiye ile yakın ilişkileri olan ve aktivist el Cezire televizyon kanalının sahibi Katar’a yönelik sürdürdükleri üç buçuk yıllık ablukayı sona erdirdi. Aynı dönemde BAE ve Suudi Arabistan, Katar’a ve Müslüman Kardeşler ile bağlantılı gruplara verdiği desteğe tepki olarak daha önce uzak durdukları Türkiye ile uzlaştı. (Suudi-Türk ilişkileri, Kaşıkçı’nın İstanbul’daki Suudi konsolosluğunda öldürülmesine ilişkin Türk adli soruşturması nedeniyle de gerilmişti). İlişkileri yeniden başlatan Suudiler ve Birleşik Arap Emirlikleri, zor durumdaki Türk ekonomisine önemli Körfez yatırımlarının kapısını açmış oldu. Ve Mayıs 2023’te Arap liderler Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ı Arap Birliği’ne geri davet ederek Suriye’nin acımasız iç savaşı sırasında on yıldan fazla süren izolasyonun sona erdirdiler.
Bu daha geniş kapsamlı yeniden yapılanmanın bir parçası olarak Orta Doğu’daki hükümetler de çeşitli bölgesel forumlara katılmaya başladı. Irak’ın istikrarını görüşmek üzere ilk kez 2021’de Bağdat’ta ve 2022’de Amman’da toplanan Bağdat İşbirliği ve Ortaklık Konferansı, İran ve Türkiye, Körfez İşbirliği Konseyi üyeleri ve Ürdün ve Mısır da geniş yelpazedeki eski rakipleri bir araya getirdi. 2020’de kurulan ve gaz güvenliği ve karbonsuzlaştırma üzerine inşa edilmiş düzenli bir diyalog olarak tasarlanan Doğu Akdeniz Gaz Forumu; (Güney) Kıbrıs, Mısır, Fransa, Yunanistan, İsrail, İtalya ve Ürdün’ün yanı sıra Filistin Yönetimi’nden temsilcileri bir araya getirdi. Hindistan, İsrail, BAE ve ABD’nin yer aldığı I2U2 adlı grup ise 2021 yılında sağlık, altyapı ve enerji konularına odaklanan bölgeler arası ortaklıkları teşvik etmek üzere kuruldu.
Bu bölgesel yeniden yapılanmanın bir başka yönü de İsrail’in bazı Arap hükümetleriyle normalleşmesiydi. Bahreyn, Fas ve BAE, 2020 İbrahim Anlaşmalarında İsrail ile resmi ilişkiler kurmayı kabul ederek yeni ekonomik ilişkiler ve ticaret için fırsatlar yarattı. Anlaşmaların bir hedefi de İsrail ile Arap dünyası arasında yeni, doğrudan güvenlik ilişkilerinin önünü açmaktı. Biden yönetimi, 7 Ekim saldırılarından önce Arap dünyasının önde gelen bir üyesi olarak Suudi Arabistan’ın da bu gruba katılacağına dair büyük umutlar besliyordu. Bu anlaşmalar üzerine inşa edilen Mart 2022 Negev Zirvesi; Bahreyn, Mısır, İsrail, Fas, BAE ve ABD’yi düzenli bir toplantı olması planlanan ekonomik ve güvenlik işbirliğini teşvik etmek üzere bir araya getirdi.
Ancak normalleşme anlaşmalarında gözle görülür bir şekilde yer almayan Filistin meselesi büyük ölçüde bir kenara bırakıldı. Sonuç olarak Ürdün Negev Zirvesi’ne katılmayı reddetti ve İsrail’in Batı Şeria’daki yerleşimleriyle ilgili gerginlik 2023’ün başlarında alevlenince grubun bir sonraki toplantısı defalarca ertelendi. Şimdi, Gazze’nin yıkımıyla birlikte, daha fazla ilerleme kaydedilmesi sadece savaşı sona erdirmeye değil, aynı zamanda Filistin devleti için uygulanabilir bir plan oluşturmaya da bağlı olacak.
Kırılmalar ve direnç
Teorik olarak, Gazze’deki yıkıcı savaşın Orta Doğu’nun yeniden yapılanması için ciddi bir tehdit oluşturduğu düşünülebilir. Çoğu durumda, yeni kurulan bölgesel ilişkiler hâlâ kırılgan ve silahların yayılması, BAE’nin Libya ve Sudan’daki militan grupları desteklemeye devam etmesi, İran’ın bölgedeki devlet dışı silahlı milis gruplara desteği ve Suriye’nin uyuşturucu Captagon ihracatı gibi çetrefilli konular henüz ele alınmadı. İsrail’in Arap hükümetleriyle yeni yeni normalleşmeye başlayan ilişkilerini tehlikeye atmanın yanı sıra, Hizbullah ve Husilerden Suriye ve Irak’taki çeşitli milislere kadar İran destekli grupların artan dahli, İran ve Körfez ülkeleri arasında yeni çatlaklar yaratma potansiyeline sahip. Ancak şu ana kadar, ortaya çıkan yeniden hizalanmalar şaşırtıcı derecede dayanıklı oldu.
Gazze savaşı İran ve Suudi Arabistan arasındaki ilişkileri bozmak yerine daha da güçlendirmiş görünüyor. Kasım 2023’te İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın ev sahipliğinde Riyad’da düzenlenen Arap Birliği ve İslam İşbirliği Teşkilatı’nın nadir ortak toplantısına katıldı ve ertesi ay İranlı ve Suudi liderler Gazze savaşını görüşmek üzere Pekin’de tekrar bir araya geldi. İki ülke ayrıca önümüzdeki aylarda Reisi ve Muhammed’in karşılıklı devlet ziyaretleri gerçekleştirmesini de planladı; bu ziyaretlerin yeni ekonomik ve güvenlik bağlarını resmileştirmesi bekleniyor. Özellikle Husiler konusunda tırmanan gerilime rağmen İran ve Suudi Arabistan dışişleri bakanları Ocak 2024’te Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu’nda da bir araya geldi.
Bu arada İsrail ile İbrahim Anlaşması ortakları arasındaki diplomatik bağlar şu ana kadar devam etti. BAE, mevcut krizde bile İsrail hükümeti ile diyaloğu İsrail-Filistin siyasi çözümünde ilerleme sağlamanın önemli bir yolu olarak gördüğünü açıkça ortaya koydu. Bahreyn parlamentosu Gazze’ye yönelik devam eden saldırıyı kınamış olsa da ülke, İsrail ile bağlarını resmen koparmış değil. Her iki Arap ülkesi için de normalleşme sadece İsrail ile ekonomik bağları güçlendirmek değil, aynı zamanda ABD ile stratejik ilişkileri pekiştirmek anlamına geliyor. Zira Washington’un son yıllarda bölgeden uzaklaştığı algısına rağmen Körfez Arap ülkeleri hâlâ ABD’nin güvenlik garantilerini ve korumasını arıyor: Ocak 2022’de Biden Katar’ı “NATO üyesi olmayan önemli bir müttefik” olarak tanımladı ve Eylül 2023’te Bahreyn ve ABD stratejik ortaklıklarını güçlendirmek için bir anlaşma imzaladı.
Kuşkusuz savaş, özellikle İsrail ve komşu devletler söz konusu olduğunda bölgesel işbirliğinin önünde yeni engeller yarattı. Hem Türkiye hem de Ürdün İsrail’deki büyükelçilerini geri çekti ve İsrail ile Fas arasındaki doğrudan uçuşlar Ekim ayında durdu. Ocak ayı sonunda Gazze’de 26.000’den fazla kişi öldürülmüş ve görünürde ateşkes yokken Arap kamuoyu normalleşmeye her zamankinden daha güçlü bir şekilde karşı çıkıyordu. Ayrıca pek çok kişi ABD ve İngiltere’nin Husilere yönelik askeri saldırılarının Yemen’deki grubu cesaretlendirebileceğinden ve Husilerin Yemen’de Suudi Arabistan’la yaklaşık on yıldır süren savaşında uzun süredir aranan ateşkesi resmileştirme çabalarını sekteye uğratabileceğinden korkuyor. Her ne kadar Körfez Arap ülkeleri, Tahran’la diplomatik temaslarını sürdürme taahhüdünde bulunmuş olsalar da bölgedeki çok az sayıda yetkili İran’ın “ileri savunma” yaklaşımını değiştireceği konusunda umutlu; zira İran, stratejik güç oluşturmak ve caydırıcılığını korumak için militan gruplara bel bağlıyor. Ocak ayı ortasında İsrail’in saldırılarına karşılık Tahran’ın Irak, Pakistan ve Suriye’ye doğrudan füze saldırısı düzenlemesi ve IŞİD’in İran’ın Kerman kentine saldırması gerilimi daha da artırdı.
Şimdilik Orta Doğu liderlerinin bu anlaşmazlıkları aşmaya çalıştığına dair işaretler var. Örneğin İran, artan ekonomik baskıyı ve içerideki huzursuzluğu yönetmek için sadece Körfez Arap ülkeleriyle değil, Irak, Türkiye ve Orta Asya ülkelerinin yanı sıra Çin ve Rusya ile de bölgesel iş ve ticari ilişkilerine yeni bir öncelik verdi. Bu durum, Tahran’ın çeşitli vekil grupları desteklemesine rağmen Gazze çatışmasına doğrudan müdahil olmaktan kaçındığı mesajını veren pragmatik dürtülere işaret ediyor. Ancak Gazze’de ateşkes sağlanamaması halinde bölgede kısasa kısas saldırılar arttıkça İran’ın hesapları da değişebilir.
Gazze etkisi
Paradoksal bir şekilde, bölgeyi bir arada tutan en güçlü nedenlerden biri Gazze’nin içinde bulunduğu kötü durum ve savaşın dünyanın dikkatini bu kadar keskin bir şekilde çektiği Filistin meselesi olabilir. Halkın büyük öfkesi ve uzun vadede radikalleşme ve aşırılık yanlısı grupların geri dönme potansiyeliyle karşı karşıya kalan bölge liderleri, savaşa yönelik politikalarını büyük ölçüde uyumlu hale getirdiler. İsrail ve Filistinlilere yönelik 7 Ekim öncesindeki farklı stratejilere rağmen, Orta Doğu’daki hükümetler acil ateşkes talebi, Filistinlilerin Gazze dışına göç ettirilmesine karşı çıkma, Gazze’ye insani erişim ve acil yardım sağlanması çağrısında bulunma ve savaşın sona ermesi karşılığında İsrailli rehinelerin serbest bırakılması için müzakereleri destekleme konularında büyük ölçüde birleşmiş durumdalar. Şimdi asıl soru bu birlikteliğin meşru bir barış sürecinin inşasına yönlendirilip yönlendirilemeyeceği.
Bölgedeki pek çok Arap ve Müslüman ülke için en büyük öncelik Gazze ve nihayetinde Filistin devleti için net bir plan belirlemek. İsrailli liderler, Suudi Arabistan ve BAE gibi önemli kaynaklara sahip Körfez ülkelerinin Gazze’nin yeniden inşasının maliyetini paylaşabileceğini öne sürdü. Ancak İsrail’in mevcut hükümeti bir Filistin devletine karşı olduğunu söyledi ve savaş devam ederken hiçbir Arap hükümeti böyle bir taahhütte bulunmaya ya da İsrail’in savaş çabalarını finanse ediyor görünmeye istekli değil. Bunun yerine savaş sonrası barış için kendi önerilerini açıkladılar.
Aralık 2023’te Mısır ve Katar, rehinelerin aşamalı olarak serbest bırakılması ve esir takası şartına bağlı bir ateşkesle başlayan bir plan ortaya koydu. Bir geçiş döneminin ardından, bu güven artırıcı adımlar teoride bir Filistin birlik hükümetinin kurulmasına yol açacaktı. Uzun süredir Filistin Yönetimi’ni kontrol eden milliyetçi parti el-Fetih ve Hamas’ın üyelerinden oluşan yeni yönetim, farklı Filistin bölgelerinin artık siyasi olarak ayrılmaması yönündeki kritik bölgesel talep göz önünde bulundurularak Batı Şeria ve Gazze’yi ortaklaşa yönetecekti. Bu son aşama Filistin seçimlerini ve bir Filistin devletinin kurulmasını gerektirecekti. Her ne kadar İsrail hem Hamas’ın dahil edilmesi hem de devlet meselesi nedeniyle planın kendisini reddetmiş olsa da plan daha sonraki tartışmalar için bir başlangıç noktası oluşturdu.
Buna karşılık Türkiye, bölgedeki devletlerin Filistin’in güvenliğini ve yönetimini koruyup destekleyeceği, ABD ve Avrupa ülkelerinin de İsrail için güvenlik garantileri sağlayacağı çok ülkeli bir garantörlük sistemi kavramını ortaya attı. Diğerleri ise Birleşmiş Milletler’in Batı Şeria ve Gazze’de Filistin yönetim yapısının elden geçirilmesi için zaman tanıyacak ve nihayetinde Filistin seçimlerine zemin hazırlayacak bir geçiş dönemi otoritesini yönetmesini önerdi. İran ise Filistinliler tarafından desteklenen her türlü sonucu destekleyeceğini defalarca dile getirdi; bu da Tahran’ı bir anlaşmayı desteklemeye ikna etmek ve her zamanki oyun bozucu rolünü engellemek için yeni bir fırsat olduğunu gösteriyor.
Bu arada Suudi Arabistan diğer Arap devletleriyle birlikte İsrail’le ilişkilerin normalleştirilmesini, Filistin devletine giden geri dönülmez yolun açılması şartına bağlayan bir barış planı geliştiriyor. Riyad’ın yaklaşımı, Doğu Kudüs, Gazze ve Batı Şeria’da bir Filistin devletinin kurulması karşılığında Arapların İsrail’i tanımasını taahhüt eden 2002 Arap barış girişimiyle destekleniyor. Suudi Arabistan’ın mevcut planı, Washington’un İsrail-Suudi normalleşmesi yönündeki çabalarıyla örtüşüyor. Ancak Suudilerin, özellikle İsrail’in güçlü direnişi göz önüne alındığında, Filistin devletine yönelik inandırıcı ve geri döndürülemez adımları neyin oluşturduğu konusunda Amerikalı mevkidaşlarıyla hemfikir olup olmayacakları belirsizliğini koruyor.
Netanyahu yönetimindeki İsrail hükümeti tüm bu önerileri reddetmeye devam ediyor. Ancak ocak ayı sonu itibariyle İsrail, Hamas’ı ortadan kaldırmaya yönelik savaş hedefini gerçekleştirmekten çok uzaktı ve kalan 100’den fazla rehinenin serbest bırakılmasını henüz sağlayamamıştı. Ayrıca hem savaş kabinesinde hem de İsrail kamuoyunda askeri harekatın gelecekteki seyri konusunda gerilim artıyordu. Dahası, ülke gelecekteki güvenliğine ilişkin ciddi bir kamusal ya da siyasi tartışmayı savaş bitene kadar erteledi. Bu gerçekleştiğinde İsrail’in Arap hükümetleriyle diplomatik kanalları açık tutması, onlardan finansman ve güvenlik garantileri alması ve süreç boyunca Washington’un angajmanını sürdürmesi gerekecek.
Böylesine korkunç bir savaşın ardından ciddi bir barış süreci için gerekli siyasi koşulları oluşturmak yıllar alabilir. Bununla birlikte, çatışma ve bunun bölgeye yayılması, her ne kadar İsrail-Filistin çatışması tek neden olmasa da devam ettiği sürece bölgesel istikrarın sürekli risk altında olacağının açık bir hatırlatıcısıdır. Ve bölgedeki hükümetler, kendileri için gerçekçi bir barış süreci başlatma konusunda yalnızca ABD’ye güvenemeyeceklerinin giderek daha fazla farkına varıyorlar.
Rakipler komşuya dönüşüyor
Filistin meselesini yeniden uluslararası gündemin ön sıralarına taşısa da Gazze’deki savaş, Orta Doğu’daki önemli yeni siyasi dinamiklerin altını çizdi. Bir yandan Amerika Birleşik Devletleri’nin etkisi azalmış görünüyor. Ancak aynı zamanda, daha önce anlaşmazlık içinde olanlar da dahil bölgesel güçler inisiyatif alıyor, arabuluculuğa dahil oluyor ve politik tepkilerini koordine ediyor. Özellikle Mısır, Ürdün, Katar, Suudi Arabistan, Türkiye ve BAE gibi bölgesel güçler 7 Ekim’den önce Filistin meselesinde daha az uyumluyken, şimdi etkileyici bir birlik, koordinasyon ve planlama ile hareket ediyorlar. Ancak bu ortak kararlılığı kalıcı bir kolektif liderlik kaynağına dönüştürmek için bu güçler daha kalıcı bölgesel kurum ve düzenlemeleri benimsemeli.
En önemlisi de bu kurumların tüm bölge için daimî bir diyalog forumu içermesidir. Bakanlar için düzenlenen dönemsel zirveler ve Doğu Akdeniz Gaz Forumu ve I2U2 gibi geçici “mini” gruplaşmalar şüphesiz önümüzdeki yıllarda da bölgesel manzarayı belirlemeye devam edecek. Ancak bölgesel güvenlik için kalıcı bir forum eksik. Dünyanın diğer bölgelerinde, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ve Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği gibi işbirliğine dayalı güvenlik forumları, ikili ve bölgesel güvenlik ittifaklarının yanı sıra gelişebilmiş, hasımlar arasında bile iletişimi artırmış ve çatışmaların önlenmesine yardımcı olmuştur. Orta Doğu’nun küresel bir istisna olarak kalması için hiçbir neden yok. Bölgenin acil koordinasyon ve gerilimi azaltma ihtiyacı göz önüne alındığında, mevcut kriz böyle bir girişimi başlatmak için çok önemli bir fırsat sunuyor.
Her ne kadar liderler tüm bölgeyi kapsayan bir forum fikrine şüpheyle yaklaşsalar da yeni işbirlikçi güvenlik mekanizmalarının inşa edilebileceği çeşitli yollar var. Örneğin, 1990’ların başında İsrail-Filistin çatışmasını ele almak üzere Madrid barış sürecinin başlatılmasından bu yana, bu tür düzenlemeler uzmanlar arasındaki diyaloglarda gayrı resmi olarak önerilmişti. Geçen birkaç yıl içinde, çok sayıda politikacı ve diğerleri bu yaklaşımın resmi düzeyde uygulanmaya hazır olduğunu açıkça ortaya koydu. Her ne kadar böyle bir forumun tüm Arap devletleri, İran, İsrail ve Türkiye olmak üzere tüm bölgeyi kapsaması hedeflense de bu hemen mümkün olmayacak. Ancak daha az sayıda kilit devlet resmi bir süreç başlatarak ileride daha geniş bir katılım olasılığını açık tutabilir. Bazı Arap devletleri ve Türkiye’nin hem İsrail hem de İran ile ilişkileri olduğundan katılımları başlangıçta özellikle değerli olacaktır.
Orta Doğu ve Kuzey Afrika bölgesini en geniş anlamda kapsayacak şekilde Orta Doğu Forumu olarak adlandırılabilecek yeni örgüt, başlangıçta iklim, enerji ve krizlere acil müdahale gibi üzerinde geniş bir mutabakat bulunan kesişen konulara odaklanmalı. Her ne kadar Gazze savaşı ve İsrail-Filistin çatışmasının çözümü için ayrı bir Arap girişimine ihtiyaç duyulacak olsa da forum, Filistinlilere yönelik insani destek ve yeniden inşa yardımı da dahil acil müdahale gündemi aracılığıyla savaş sonrası Gazze’ye ilişkin pozisyonları koordine edebilir. Forumun kendisi doğrudan çatışmalara arabuluculuk yapmayacak: İşbirliğine dayalı güvenlik diyaloglarının; gerilimleri yatıştırmak için iletişim ve koordinasyonu geliştirmeye ve üyelere karşılıklı güvenlik ve sosyoekonomik faydalar sağlamaya odaklandığında etkili oldukları kanıtlandı. Ancak düzenli temaslar ve aşamalı bir güven inşası yoluyla böyle bir süreç İsrail-Filistin arenasında ve ötesinde çatışma çözümünü destekleyebilir.
Gerçekten de daimî bölgesel toplantılar, başka türlü doğrudan iletişim kanalları bulunmayan rakipler ve hasımlar arasındaki çekişmeli anlaşmazlıklara ilişkin diyaloglar için siyasi kılıfın yanı sıra önemli fırsatlar da sağlayabilir. Bu toplantılar sadece İsrailliler ve Filistinlileri değil, nihayetinde İsrailliler ve İranlıları da kapsayabilir ve bunlar teknik çalışma gruplarında karşılıklı endişe yaratan tartışmalı olmayan konularda bir araya gelebilirler. Bu tür etkileşimler, iklim ve su konularına odaklanan diğer çok taraflı forumların kenarlarında şimdiden sessizce ortaya çıktı; bu da daha kapsayıcı bölgesel işbirliğinin nihayetinde mümkün olduğunu gösteriyor.
Bir Orta Doğu güvenlik forumunun kurulması için en üst düzeyde siyasi iradenin yanı sıra tarafsız güç kabul edilen güçlü bir bölgesel destekçi de gerekecek. Bir olasılık, yeni organizasyonun bir dışişleri bakanları toplantısında, muhtemelen Ürdün’deki Ölü Deniz’de düzenlenen ekonomik oturumlardan biri gibi başka bir bölgesel toplantının marjında duyurulması olabilir. Girişimin hem oluşturulması hem de bölgeden yönetilmesi halinde başarılı olma ihtimali daha yüksek olacak. Örneğin Asya ve Avrupa’daki orta güçler, değerli uzmanlıklarının olduğu alanlarda siyasi ve teknik destek sağlayabilirler. En azından başlangıçta Çin, Rusya ve Amerika Birleşik Devletleri, forumun büyük güçlerin rekabeti için başka bir platforma dönüşmesini önlemek için sınırlı rollere sahip olmalı. Bununla birlikte, forumun bölgede kendi diplomasileri için bir tehditten ziyade faydalı bir tamamlayıcı olmasını sağlamak için hem Washington hem de Pekin’in desteği kritik önem taşıyacaktır.
Liderlik zamanı
Gazze’deki savaşın ortaya çıkardığı zor gerçekler arasında, en belirgin olanlarından biri Amerikan gücünün sınırları olabilir. Ne kadar arzu edilirse edilsin Amerika Birleşik Devletleri’nin, kalıcı bir İsrail-Filistin çözümünü gerçekleştirmek için gerekli olan kesin liderliği veya baskıyı sağlama olasılığı düşük. Sorumluluğu üstlenmek Orta Doğu’nun kendi liderlerine ve diplomatlarına kalacak. Bölgenin dikkatini ve diplomatik enerjisini üzerine çeken savaş, yeni işbirlikçi liderlik biçimleri için nadir bir fırsat yarattı.
Bölgesel bir güvenlik forumu tek başına Orta Doğu barışını sağlayamaz; bunu tek bir girişim yapamaz. Hesap verebilir bir yönetişim olmadan da uzun vadeli gerçek bir istikrarın sağlanması zor olmaya devam edecek. Ayrıca, böyle bir organizasyon, uzun süredir Orta Doğu devletçiliğinin bir özelliği olan rekabetçi güç dengesini tamamen değiştirmeyecek. Asya ve Avrupa’da bile, Ukrayna’daki savaşın çok acı bir şekilde gösterdiği gibi, işbirliğine dayalı düzenlemeler ulusal stratejik rekabetlerin yerini alamadı ya da askeri çatışmaları engelleyemedi. Yine de düzenli bir forum, çatışma eğilimli Orta Doğu’ya hayati bir istikrar katmanı ekleyecek. Bu tür bir proje aynı zamanda giderek daha acil hale geldi.
Her ne kadar 7 Ekim henüz gerilimi azaltma ve uzlaşma yanlısı tüm bölgesel akımları tersine çevirmemiş olsa da bu sıfırlanmadan faydalanmak için zaman daralıyor olabilir. Önde gelen Arap devletleri, Türkiye gibi bölgesel güçlerle birlikte, Gazze’den önceki yakınlaşmayı ve o zamandan beri ortaya çıkan koordinasyonu pekiştirmek için anı yakalamalı. Orta Doğu bir hesaplaşma anıyla karşı karşıya. Eğer Gazze’de akan korkunç kan karşısında felç olursa, kriz ve çatışma ortamına daha da sürüklenebilir. Ya da farklı bir gelecek inşa etmeye başlayabilir.
Dünya Basını
ABD ve İsrail, UAEA’yı nasıl ele geçirdi?

Editörün notu: Medea Benjamin ve Nicolas J.S. Davies, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi’nin, ABD ve İsrail ile işbirliği yaparak, ajansın İran’ın aktif bir nükleer silah programı olmadığı yönündeki kendi bulgularına rağmen İran’a karşı bir savaş bahanesi yaratmak için kurumu manipüle ettiğini anımsatıyor. Bu durum, İsrail’in askeri saldırılar için hazırlandığı bir dönemde, eski ve potansiyel olarak uydurma İsrail istihbaratına dayanan tartışmalı bir UAEA kararının zayıf bir çoğunlukla geçirilmesiyle sağlandı. Yazarlar, Grossi’nin eylemlerini, benzer baskılara direnen selefi Muhammed el-Baradey’in dürüstlüğüyle karşılaştırıyor ve Grossi’nin bu tutumunun onu hem mevcut görevi hem de gelecekteki BM Genel Sekreterliği gibi pozisyonlar için uygunsuz kıldığına işaret ediyor.
ABD ve İsrail, UAEA’yı ele geçirip İran’a savaş başlatmak için Rafael Grossi’yi nasıl kullandı?
Medea Benjamin, Nicolas J.S. Davies
Common Dreams
23 Haziran 2025
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi, kendi kurumunun İran’ın nükleer silah programı olmadığı yönündeki sonucuna rağmen, ajansının ABD ve UAEA kurallarını uzun süredir ihlal eden ve nükleer silah sahibi olduğunu beyan etmemiş bir devlet olan İsrail tarafından İran’a karşı savaş bahanesi üretmek için kullanılmasına izin verdi.
12 Haziran’da, Grossi’nin hazırladığı ezici rapora dayanarak, UAEA Yönetim Kurulu’nun zayıf bir çoğunluğu, İran’ın bir UAEA üyesi olarak yükümlülüklerine uymadığı yönünde bir karar aldı. 35 ülkeden oluşan Kurul’da sadece 19 ülke karar lehine oy kullanırken, 3 ülke karşı oy kullandı, 11’i çekimser kaldı ve 2’si oylamaya katılmadı.
Amerika Birleşik Devletleri, 10 Haziran’da sekiz yönetim kurulu üyesi hükümetle temasa geçerek onları ya karar lehine oy kullanmaya ya da oylamaya katılmamaya ikna etti. İsrailli yetkililer, ABD’nin UAEA kararı için yaptığı baskıyı, İsrail’in savaş planlarına yönelik önemli bir ABD desteği sinyali olarak gördüklerini söyledi. Bu durum, İsrail’in savaş için diplomatik bir kılıf olarak UAEA kararına ne kadar değer verdiğini ortaya koyuyordu.
UAEA yönetim kurulu toplantısı, Başkan Trump’ın İran’a yeni bir nükleer anlaşma müzakere etmesi için verdiği 60 günlük ültimatomun son gününe denk getirildi. UAEA kurulu oy kullanırken bile İsrail, İran’a yapılacak uzun uçuş için savaş uçaklarına silah, yakıt ve ilave yakıt tankları yüklüyor ve pilotlarına hedefleri hakkında brifing veriyordu. İlk İsrail hava saldırıları o gece saat 03.00’te İran’ı vurdu.
İran, 20 Haziran’da Genel Direktör Grossi’yi, hem kamuoyuna yaptığı açıklamalarda İsrail’in İran’a yönelik tehditlerinin ve güç kullanımının yasa dışı olduğuna değinmeyerek hem de sadece İran’ın sözde ihlallerine odaklanarak kurumunun tarafsızlığını zedelediği gerekçesiyle BM Genel Sekreteri ve BM Güvenlik Konseyi’ne resmi şikâyette bulundu.
Bu karara yol açan UAEA soruşturmasının kaynağı, İsrail’in 2018’de ajanlarının İran’da daha önce açıklanmamış ve 2003’ten önce uranyum zenginleştirme faaliyeti yürüttüğü üç tesisi tespit ettiğini iddia ettiği bir istihbarat raporuydu. Grossi 2019’da bir soruşturma başlattı ve UAEA sonunda bu tesislere erişim sağlayarak zenginleştirilmiş uranyum izleri tespit etti.
Eylemlerinin vahim sonuçlarına rağmen Grossi, İranlı yetkililerin öne sürdüğü gibi, İsrail’in Mossad istihbarat teşkilatının veya Halkın Mücahitleri Örgütü (HMÖ) gibi İranlı işbirlikçilerinin bu zenginleştirilmiş uranyumu o tesislere kendilerinin yerleştirmediğinden UAEA’nın nasıl emin olabildiğini kamuoyuna hiçbir zaman açıklamadı.
Bu savaşı tetikleyen UAEA kararı yalnızca İran’ın 2003 öncesi zenginleştirme faaliyetleriyle ilgili olsa da, ABD’li ve İsrailli siyasetçiler hızla İran’ın nükleer silah yapmanın eşiğinde olduğuna dair asılsız iddialara yöneldi. ABD istihbarat teşkilatları daha önce, İsrail ve ABD’nin İran’ın mevcut sivil nükleer tesislerini bombalamaya ve tahrip etmeye başlamasından önce bile, böylesine karmaşık bir sürecin üç yıla kadar süreceğini bildirmişti.
UAEA’nın İran’daki bildirilmemiş nükleer faaliyetlere ilişkin önceki soruşturmaları, Aralık 2015’te UAEA Genel Direktörü Yukiya Amano’nun İran’ın Nükleer Programına İlişkin Geçmişteki ve Günümüzdeki Çözümlenmemiş Konular Hakkında Nihai Değerlendirme başlıklı raporunu yayımlamasıyla resmen tamamlanmıştı.
UAEA, İran’ın geçmişteki bazı faaliyetlerinin nükleer silahlarla ilgili olabileceğini, ancak bunların “fizibilite ve bilimsel çalışmaların, belirli ilgili teknik yetkinliklerin ve kabiliyetlerin edinilmesinin ötesine geçmediğini” değerlendirdi. UAEA, “İran’ın nükleer programının olası askeri boyutlarıyla bağlantılı olarak nükleer materyalin başka amaçla kullanıldığına dair hiçbir güvenilir belirti bulamamıştır,” sonucuna vardı.
Yukiya Amano’nun 2019’da görev süresi dolmadan hayatını kaybetmesi üzerine Arjantinli diplomat Rafael Grossi, UAEA Genel Direktörlüğü’ne atandı. Grossi, Amano döneminde Genel Direktör Yardımcısı ve ondan önce de Genel Direktör Muhammed el-Baradey döneminde Özel Kalem Müdürü olarak görev yapmıştı.
İsraillilerin, İran’ın nükleer faaliyetleri hakkında sahte deliller uydurma konusunda uzun bir geçmişi var. Tıpkı 2004’te HMÖ tarafından CIA’e verilen ve Mossad tarafından yaratıldığına inanılan kötü şöhretli “dizüstü bilgisayar belgeleri” gibi. 2009’da Senato Dış İlişkiler Komisyonu için İran’ın nükleer programı hakkında bir rapor yazan Douglas Frantz, Mossad’ın 2003’te “İran içinden ve başka yerlerden gelen belgeleri” kullanarak İran’ın nükleer programı hakkında gizli brifingler vermek üzere özel bir birim kurduğunu ortaya çıkardı.
Yine de Grossi, İsrail’in son iddialarını takip etmek için onlarla işbirliği yaptı. İsrail’de birkaç yıl süren toplantılar, İran’da ise müzakereler ve denetimlerin ardından UAEA Yönetim Kurulu’na raporunu yazdı ve kurul toplantısını İsrail’in savaşı için planlanan başlangıç tarihine denk gelecek şekilde planladı.
İsrail, son savaş hazırlıklarını, kararı hazırlayan ve lehte oy kullanan Batılı ülkelerin uydularının ve istihbarat teşkilatlarının gözü önünde yaptı. 13 ülkenin çekimser kalması veya oy kullanmaması şaşırtıcı değil, ancak daha fazla tarafsız ülkenin bu sinsi karara karşı oy kullanacak bilgeliği ve cesareti bulamaması trajik.
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) resmi amacı, “nükleer teknolojilerin güvenli, emniyetli ve barışçıl kullanımını teşvik etmek.” 1965’ten bu yana 180 üye ülkenin tamamı, nükleer programlarının “herhangi bir askeri amacı ilerletecek şekilde kullanılmamasını” sağlamak için UAEA’nın güvenlik denetimlerine tabi.
UAEA’nın çalışmaları, halihazırda nükleer silahlara sahip ülkelerle uğraşırken bariz bir şekilde tehlikeye giriyor. Kuzey Kore 1994’te UAEA’dan, 2009’da ise tüm güvenlik denetimlerinden çekildi. Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, Birleşik Krallık, Fransa ve Çin’in UAEA ile olan güvenlik denetimi anlaşmaları, yalnızca “seçilmiş” askeri olmayan tesisler için yapılan “gönüllü tekliflere” dayanıyor. Hindistan’ın askeri ve sivil nükleer programlarını ayrı tutmasını gerektiren 2009 tarihli bir güvenlik denetimi anlaşması bulunurken, Pakistan’ın ise yalnızca sivil nükleer projeler için 10 ayrı güvenlik denetimi anlaşması var; bunlardan sonuncusu, Çin yapımı iki elektrik santralini kapsamak üzere 2017’de yapıldı.
Ancak İsrail’in, ABD ile 1955’te imzaladığı sivil nükleer işbirliği anlaşması için yalnızca 1975 tarihli sınırlı bir güvenlik denetimi anlaşması bulunuyor. 1977’de yapılan bir ek, kapsadığı ABD ile işbirliği anlaşması dört gün sonra sona ermesine rağmen, UAEA güvenlik denetimi anlaşmasını süresiz olarak uzattı. Dolayısıyla, ABD ve UAEA’nın yarım asırdır göz yumduğu bu uyum parodisi sayesinde İsrail, tıpkı Kuzey Kore gibi UAEA güvenlik denetimlerinden etkili bir şekilde kaçtı.
İsrail, 1950’lerde Fransa, İngiltere ve Arjantin dahil Batılı ülkelerden aldığı önemli yardımlarla nükleer silah üzerinde çalışmaya başladı ve ilk silahlarını 1966 veya 1967’de üretti. İran’ın 2015’te Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) nükleer anlaşmasını imzaladığı sırada, eski Dışişleri Bakanı Colin Powell sızdırılan bir e-postada, “İsrail’in hepsi Tahran’a hedeflenmiş 200 nükleer silahı olduğu için” bir nükleer silahın İran için işe yaramaz olacağını yazmıştı. Powell, eski İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın, “Nükleer silahla ne yapardık ki? Cilalar mıydık?” diye sorduğunu aktarmıştı.
2003’te Powell, BM Güvenlik Konseyi’nde Irak’a savaş açmak için bir gerekçe sunmaya çalışıp başarısız olurken, Başkan Bush, İran, Irak ve Kuzey Kore’yi “kitle imha silahları” peşinde oldukları iddiasına dayanarak “şer ekseni” olarak karaladı. Mısırlı UAEA Direktörü Muhammed el-Baradey, Güvenlik Konseyi’ne defalarca UAEA’nın Irak’ın nükleer silah geliştirdiğine dair hiçbir kanıt bulamadığını temin etti.
CIA, tıpkı İsrail’in 1960’larda Arjantin’den gizlice ithal ettiği gibi, Irak’ın Nijer’den sarı kek uranyum ithal ettiğini gösteren bir belge ortaya çıkardığında, UAEA’nın belgenin sahte olduğunu anlaması sadece birkaç saat sürdü ve el-Baradey bunu derhal Güvenlik Konseyi’ne bildirdi.
Bush, Nijer’den gelen sarı kek yalanını ve Irak hakkındaki diğer bariz yalanları tekrarlamaya devam etti ve ABD, onun yalanlarına dayanarak Irak’ı işgal edip yok etti. Bu, tarihi boyutlarda bir savaş suçuydu. Dünyanın çoğu, el-Baradey ve UAEA’nın başından beri haklı olduğunu biliyordu ve 2005’te, Bush’un yalanlarını ortaya çıkardıkları, güç odaklarına karşı gerçeği söyledikleri ve nükleer silahların yayılmasının önlenmesini güçlendirdikleri için Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldüler.
2007’de, 16 ABD istihbarat teşkilatının tamamı tarafından hazırlanan bir Ulusal İstihbarat Değerlendirmesi (NIE), UAEA’nın, Irak gibi İran’ın da nükleer silah programı olmadığı yönündeki bulgusunu teyit etti. Bush’un anılarında yazdığı üzere, “… NIE’den sonra, istihbarat camiasının aktif bir nükleer silah programı olmadığını söylediği bir ülkenin nükleer tesislerini yok etmek için orduyu kullanmayı nasıl açıklayabilirdim ki?” Bush bile aynı yalanları geri dönüştürerek İran’ı da Irak gibi yok etmekten sıyrılabileceğine inanamıyordu ve Trump şimdi bunu yaparak ateşle oynuyor.
El-Baradey, kendi anı kitabı Aldatma Çağı: Hain Zamanlarda Nükleer Diplomasi‘de, eğer İran nükleer silahlar üzerine bir ön araştırma yaptıysa, bunun muhtemelen 1980’lerdeki İran-Irak Savaşı sırasında, ABD ve müttefiklerinin Irak’a 100 bin kadar İranlıyı öldüren kimyasal silahlar üretmesine yardım ettikten sonra başladığını yazdı.
ABD’nin Soğuk Savaş sonrası dış politikasına hâkim olan yeni muhafazakârlar (neocon’lar), Nobel ödüllü el-Baradey’i dünya çapındaki rejim değişikliği emellerine bir engel olarak gördüler ve 2009’da görev süresi dolduğunda daha uysal yeni bir UAEA Genel Direktörü bulmak için gizli bir kampanya yürüttüler.
Japon diplomat Yukiya Amano yeni Genel Direktör olarak atandıktan sonra, Wikileaks tarafından yayımlanan ABD diplomatik yazışmaları, onun ABD’li diplomatlar tarafından kapsamlı bir şekilde incelendiğinin ayrıntılarını ortaya çıkardı. Diplomatlar Washington’a, Amano’nun “üst düzey personel atamalarından İran’ın iddia edilen nükleer silah programının ele alınışına kadar her kilit stratejik kararda kesin olarak ABD’nin tarafında olduğunu” bildirmişlerdi.
Rafael Grossi, 2019’da UAEA Genel Direktörü olduktan sonra, sadece UAEA’nın ABD ve Batı çıkarlarına boyun eğmesini ve İsrail’in nükleer silahlarını görmezden gelme pratiğini sürdürmekle kalmadı, aynı zamanda UAEA’nın İsrail’in İran’a karşı savaş yürüyüşünde kritik bir rol oynamasını sağladı.
Grossi, kamuoyunda İran’ın nükleer silah programı olmadığını ve Batı’nın İran hakkındaki endişelerini çözmenin tek yolunun diplomasi olduğunu kabul ederken bile, UAEA’nın İran’ın geçmiş faaliyetlerine ilişkin soruşturmasını yeniden açarak İsrail’in savaş sahnesini hazırlamasına yardım etti. Ardından, tam da İsrail savaş uçaklarına İran’ı bombalamak için silahların yüklendiği gün, UAEA Yönetim Kurulu’nun İsrail ve ABD’ye istedikleri savaş bahanesini verecek bir kararı geçirmesini sağladı.
UAEA Direktörü olarak son yılında Muhammed el-Baradey, Grossi’nin 2019’dan beri karşılaştığına benzer bir ikilemle yüzleşmişti. 2008’de, ABD ve İsrail istihbarat teşkilatları, UAEA’ya İran’ın dört farklı türde nükleer silah araştırması yürüttüğünü gösteren belgelerin kopyalarını vermişti.
2003’te Bush’un Nijer’den gelen sarı pasta belgesi açıkça sahteyken, UAEA İsrail belgelerinin gerçek olup olmadığını tespit edemedi. Bu yüzden el-Baradey, önemli siyasi baskılara rağmen bu belgeler üzerinde işlem yapmayı veya bunları kamuoyuna açıklamayı reddetti. Zira Aldatma Çağı‘nda yazdığı gibi, ABD ve İsrail’in “İran’ın yakın bir tehdit oluşturduğu izlenimini yaratmak, belki de güç kullanımına zemin hazırlamak istediklerini” biliyordu. El-Baradey 2009’da emekli oldu ve bu iddialar, 2015’te Yukiya Amano tarafından çözülmek üzere geride bıraktığı “çözümlenmemiş konular” arasındaydı.
Eğer Rafael Grossi, Muhammed el-Baradey’in 2009’da gösterdiği aynı ihtiyat, tarafsızlık ve bilgeliği göstermiş olsaydı, bugün ABD ve İsrail’in İran’la savaşta olmaması kuvvetle muhtemeldi.
Muhammed el-Baradey, 17 Haziran 2025’te attığı bir tweette şöyle yazdı: “Müzakerelere değil de güce güvenmek, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’nı (NPT) ve nükleer silahların yayılmasını önleme rejimini (kusurlu da olsa) yok etmenin kesin bir yoludur ve pek çok ülkeye ‘nihai güvenliklerinin’ nükleer silah geliştirmek olduğu yönünde net bir mesaj gönderir!!!”
Grossi’nin UAEA Genel Direktörü olarak ABD-İsrail savaş planlarındaki rolüne rağmen, ya da belki de bu rolü yüzünden, 2026’da Antonio Guterres’in yerine BM Genel Sekreteri olacak Batı destekli bir aday olarak lanse edildi. Bu, dünya için bir felaket olurdu. Neyse ki, dünyayı Rafael Grossi’nin ABD ve İsrail’in içine sürüklemesine yardım ettiği krizden çıkaracak çok daha nitelikli adaylar var.
Rafael Grossi, nükleer silahların yayılmasının önlenmesini daha fazla baltalamadan ve dünyayı nükleer savaşa daha da yaklaştırmadan önce UAEA Direktörlüğü’nden istifa etmeli. Ayrıca BM Genel Sekreterliği adaylığından da adını çekmeli.
Dünya Basını
Sınıfsız modern para teorisi muhasebedir

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız, Steven D. Grumbine tarafından kaleme alınan metin, teknik terimlerin ve nötralize edilmiş kavramların egemenliğindeki iktisat yazınında, paranın sınıfsal doğasını ve politik işlevini görünür kılarak iktisadı “yeniden” siyasileştirme çağrısı yapıyor. Grumbine bu kısa makalesiyle, Modern Para Teorisi’nin devletin sınıfsal karakterinden soyutlanarak araçsallaştırılmasına karşı, parasal egemenliğin ancak ve ancak sınıf mücadeleleri içinden devrimci bir imkâna dönüşebileceğini anımsatarak, teknik iktisat jargonu ardına gizlenmiş sınıf savaşımını teşhir ediyor. Kemer sıkma politikalarının, işsizliğin ve enflasyon korkularının nesnel değil, ideolojik ve sınıfsal tercihlerle inşa edildiğini göstermesi bakımından, akademik nötralitenin ötesine geçen ve hâkim iktisat anlayışlarına doğrudan meydan okuyan bir nitelik taşıyor.
Sınıf Mücadelesinden Yoksun Modern Para Teorisi, Muhasebeden İbarettir
Steven D. Grumbine
Real Progressives
11 Haziran 2025
Çev. Leman Meral Ünal
Solun iktisat eğitimi uzun süredir iki ölümcül eksiklikten mustarip: Anaakım iktisadın kemer sıkma mitleri ile ortodoks Marksizmin meta-para fetişizmi. Pavlina Tcherneva’nın The Case for a Job Guarantee [İş Garantisi Savunusu] (2020) adlı çalışmasında gösterdiği üzere, hâkim sınıflar işsizliği, işçi gücünü ve ücretleri baskılamak amacıyla bir disiplin aracı olarak kasıtlı biçimde sürdürür, ki bu da, “kıtlığın” iktisadi bir zorunluluktan ziyade siyasal bir inşa olduğunun somut kanıtıdır. Öte yandan, Marx’ın siyasal iktisat eleştirisi (Kapital, Cilt 1, 1867) temel metin olmayı sürdürdüğü için, birçok sosyalist onun emek-değer kuramını yanlış biçimde uygulayarak parayı meta değişimiyle özdeşleştirmekte ve devlet tarafından yaratılan itibari paranın modern gerçekliğini göz ardı etmektedir. Bu kuramsal kargaşa, devrimci potansiyeli felce uğratmıştır.
Kapitalist devletin parasal egemenliği, Stephanie Kelton tarafından Deficit Myth [Bütçe Açığı Efsanesi] (2020) eserinde etraflıca açıklandığı gibi, kemer sıkma politikalarının sınıf savaşımından başka bir şey olmadığını ortaya koyar. Nitekim para basma yetkisine sahip hükümetler, mali değil, fiziksel kaynak kısıtlarıyla karşı karşıyadır (Mitchell, Wray & Watts, Makroekonomi, 2019). Wynne Godley’nin sektörel denge yaklaşımının (Seven Unsustainable Processes, 1999) matematiksel olarak kanıtladığı üzere, politikacılar trilyon dolarlık askeri bütçeleri onaylarken “evrensel sağlık hizmetini karşılayamayız” dediklerinde, muhasebe hatası yapmıyor, sınıf önceliklerini dayatıyorlar. “Ulusal borç” denilen şey ise, gerçekte egemen sınıfa aktarılan reel kaynakların finansal yansımasından ibaret.
Ne var ki, seçim illüzyonlarını doğru şekilde reddeden Marksistler arasında dahi tehlikeli iktisadi yanılgılar varlığını sürdürüyor. Soldaki enflasyon fobisi, sıklıkla Godley’nin temel öngörüsünü, yani fiyat istikrarının soyut para arzından değil, reel üretim ile talep arasındaki dengeden kaynaklandığı gerçeğini, göz ardı eder. Şili oligarşisi Allende’yi devirmek için kasıtlı olarak kıtlık yarattığında, Marx’ın veciz sözünü (“Modern devletin yürütme organı, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir”, Komünist Manifesto, 1848) teyit etmiş oldu. Randy Wray’ın Modern Money Theory [Modern Para Teorisi] (2015, 2024) eseri, itibari paranın değerini herhangi bir metaya bağlı olmaktan değil, devletin vergi toplama ve dayatma otoritesinden aldığını ortaya koyar, yine de bazı sosyalistler hâlâ altın standardını veya emek bonolarını savunmakta, mevcut parasal sistemi ele geçirmek yerine ütopyacılığa sığınmaktalar.
Tcherneva ile Mitchell & Muysken (Full Employment Abandoned, [Tam İstihdamın Terk Edilişi] 2008) tarafından geliştirilen İş Garantisi (JG) önerileri, kapitalizm altındaki reformun diyalektik doğasını açığa çıkarır: Mevcut sistem içinde uygulandığında, JG, basitçe ücret disiplinini dayatmanın bir aracına dönüşebilir [çünkü] ancak işçilerin denetimi altında, işsizler ordusu tamamen ortadan kaldırılabilir. Bu çelişki, MMT’nin tüm içgörülerinin belirleyici özelliğidir – yani bu içgörüler, yalnız ve yalnız sermayenin yapısal gücünü kıracak denli güçlü hareketlerin elinde devrimci bir niteliğe kavuşabilirler. Gramsci’nin kültürel hegemonya kuramı (Hapishane Defterleri, 1935), burjuvazinin kapitalist ilişkileri doğal ve kaçınılmaz göstermek yoluyla denetimi nasıl kurduğunu ve sürdürdüğünü açıklar.
Tarihin dersi açıktır. Wray’in belgelediği gibi, 1930’ların işyeri grevleri, politika belgeleriyle değil, Ulusal Çalışma İlişkileri Yasası imzalanana kadar fabrikaların fiziksel işgali yoluyla kazanılmıştır. Mitchell’in savaş sonrası tam istihdam üzerine yaptığı çalışmalar, tam istihdamın yalnızca militan ve mücadeleci sendikaların grev kapasitesini koruduğu sürece var olabileceğini kanıtlamıştır. Gramsci’nin kültürel hegemonya anlayışını ve Godley’nin sektörel denge analizini içselleştirmiş günümüzün finansallaşmış oligarşisi, artık çok daha rafine baskı biçimlerine başvuruyor: Algoritmik ücret gaspı, finans piyasasına endekslenmiş konut hakkı ve her yere sirayet eden borç köleliği. Kelton haklı, tüm toplumsal ihtiyaçlara yetecek para mevcut; Tcherneva ispatladı, işler derhal yaratılabilir; ve Marx haklıydı, sermaye ayrıcalığını asla gönüllü olarak terk etmeyecek.
Dolayısıyla görevimiz “MMT politikalarını uygulamak” değil, ürettiğimiz artık değeri denetleyebilecek işçi sınıfı gücünü inşa etmektir. Mitchell’in JG modelleri, ancak kendiliğinden grevlerle birleştiği bir durumda devrimci nitelik kazanır. Wray’ın parasal analizi yalnızca kredinin spekülasyondan toplumsal ihtiyaçlara yönlendirilmesi söz konusu olduğunda önem arz eder. Gramsci’nin öğrettiği gibi, hem anlık mücadelelerin “siperlerinde” (kira grevleri, borçların reddi) hem de ideolojinin “katedralinde” (paranın sınıfsal bir silah olarak teşhiri) eş zamanlı savaşmalıyız. Kelton’un bütçe açığı gerçekleri ile Marx’ın artık-değer kuramı tek bir talepte kesişiyor: Mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmek. Seçimlerle falan değil- 1917, 1936 ve 1968’de olduğu gibi sermayeyi tir tir titreten örgütlü bir güçle.
Para, işçilere karşı oynanan hileli bir oyunda burjuvazinin skor tablosudur. Tcherneva’nın JG planları, Godley’nin sektörel denge analizleri ve Wray’ın vergi temelli para teorisi, başka bir dünyanın teknik olarak mümkün olduğunu gösteriyor. Fakat Marx’ın dediği gibi, “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa asıl mesele onu değiştirmektir.” Değiştireceğiz: Grev hatlarımız onların polislerini sayıca aştığında, direnişlerimiz onların rezervlerini tükettiğinde ve dayanışmamız yeni bir kültürel hegemonya haline geldiğinde. Fabrikalar âtıl halde, işçiler hazır bekliyor; bizi engelleyen tek şey sermayenin şiddet tehdidi. O şiddeti tarihin çöplüğüne yollayalım.
Dünya Basını
Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.
James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025
Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.
Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.
Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.
İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.
İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.
Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.
Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.
Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.
Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.
Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.
Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Görüş1 hafta önce
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?
-
Ortadoğu1 hafta önce
İsrail’de hangi ‘halk’ yaşıyor?
-
Diplomasi1 hafta önce
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Avrupa1 hafta önce
Merz: İsrail hepimizin kirli işlerini yapıyor
-
Dünya Basını2 hafta önce
İran’la savaş kapıda mı?
-
Görüş1 hafta önce
İsrail’in ‘Bildiği Şeytan” ile İşi Bitti mi?
-
Dünya Basını1 hafta önce
Savunma sanayiinde ‘Amerikan malı’ baskısı geri tepiyor
-
Dünya Basını2 gün önce
Sınıfsız modern para teorisi muhasebedir