DÜNYA BASINI
Foreign Affairs: Washington’un Ukrayna’da sona ihtiyacı var
Yayınlanma
Yazar
Emre KöseÇevirmenin notu: Savaşın maliyetli bir süreç olduğu aşikâr. Şimdilik sahası Ukrayna olan ve son bir buçuk yıldır tırmanan NATO-Rusya çatışması da benzer şekilde tarafların sırtına ağır yükler bindiriyor. Ukrayna, Batı’dan kontrolsüz ve koşulsuz bir şekilde ciddi miktarda askeri ve mali yardım aldı ve almaya devam ediyor, fakat bu sürdürülebilir bir durum değil. Bir son gerekiyor ama tarafların tutumları birbiriyle taban tabana zıt. ABD dış politikasında söz sahibi olduğu bilinen düşünce kuruluşu RAND Corporation’ın üst düzey araştırmacılarından Samuel Charap’ın Foreign Affairs’ta yayımlanan makalesinde Ukrayna ihtilafında Kore Savaşı ya da Arap-İsrail Savaşlarındakine benzer çözüm formülleri öneriliyor. Benzer öneriler şimdiye dek fazlaca odaktan gelmiş olsa da bu önerilerin geldiği yer makaleyi dikkat çekici kılıyor.
Kazanılamayacak savaş: Washington’un Ukrayna’da sona ihtiyacı var
Samuel Charap
5 Haziran 2023
Rusya’nın 2022’nin şubat ayında Ukrayna’yı işgal etmesi ABD ve müttefikleri açısından dönüm noktası oldu. Önlerinde acil bir görev vardı, o da Rus saldırganlığına karşı koyan Ukrayna’ya yardım etmek ve Moskova’yı ihlalleri nedeniyle cezalandırmak. Batı’nın reaksiyonu başından beri açık olsa da hedef —savaşın sonu— belirsizdi.
Bu belirsizlik ABD’nin yürüttüğü politikanın bir marazı olmaktan çok niteliği oldu. Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan’ın 2022’nin haziran ayında ifade ettiği üzere, “Esasında oyunun sonu olarak gördüğümüz şeye zemin hazırlamaktan imtina ettik. […] Ukraynalıların elini önce savaş alanında, sonra da müzakere masasında mümkün olan en üst düzeyde güçlendirmek için bugün, yarın, gelecek hafta neler yapabileceğimize odaklandık.” Bu yaklaşım ihtilafın ilk aylarında anlamlıydı. O dönemde savaşın gidişatı netlikten uzaktı. Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelensky, hala Rus mevkidaşı Vladimir Putin ile görüşmeye hazır olduğunu söylüyordu ve Batı, Kiev’e bugünden farklı olarak bırakın tankları ve uzun menzilli füzeleri, henüz sofistike kara tabanlı roket sistemleri bile tedarik etmemişti. Ayrıca, ABD’nin kendi kuvvetlerinin yer almadığı bir savaşın hedefi hakkındaki görüşlerini dile getirmesi her zaman zordu. Ülkeleri için can veren Ukraynalılar, bu yüzden Washington ne isterse istesin ne zaman duracaklarına nihayetinde onlar karar verecek.
Ancak ABD’nin artık savaşın nasıl sona ereceğine dair bir vizyon geliştirmesinin zamanı geldi. On beş aydır süren çatışmalar, her iki tarafın da —dış yardımla bile olsa— diğerine karşı mutlak bir askeri zafer elde etme kapasitesine sahip olmadığını açıkça ortaya koydu. Ukrayna kuvvetleri ne kadar toprak kurtarabilirse kurtarsın Rusya, Ukrayna için kalıcı bir tehdit oluşturma kapasitesini muhafaza edecektir. Ukrayna ordusu da ülkenin Rus kuvvetleri tarafından işgal edilen bölgelerini risk altında tutma ve Rusya’nın kendi içindeki askeri ve sivil hedeflere zarar verme kapasitesine sahip olacaktır.
Bu faktörler, net bir sonuç vermeyen, yıkıcı ve yıllar sürecek bir çatışmaya yol açabilir. Dolayısıyla Amerika Birleşik Devletleri ve müttefikleri gelecekteki stratejileri konusunda bir seçim yapmak durumunda. Önümüzdeki aylarda savaşı üzerinde müzakere edilmiş bir sona doğru yönlendirmeye çalışabilirler. Ya da bunu yıllar sonra da yapabilirler. Bekleme kararı alırlarsa çatışmanın temelleri muhtemelen aynı kalacak, fakat savaşın maliyetleri —insani, mali ve diğer— katlanmış olacak. Bu nedenle, en azından bir neslin en önemli uluslararası krizi haline gelen bu durum için etkili stratejilerden biri, ABD ve müttefiklerinin odak noktalarını değiştirmelerini ve oyunun sonunu kolaylaştırmaya başlamalarını gerektiriyor.
Kazanmak ne anlama gelmiyor?
Mayıs sonu itibariyle Ukrayna ordusu önemli bir karşı taarruz gerçekleştirmenin eşiğindeydi. Kiev’in 2022 sonbaharında daha önceki iki harekatta elde ettiği başarıların ardından ve bu çatışmanın genel manada öngörülemeyen tabiatı göz önüne alındığında, karşı taarruzun anlamlı kazanımlar üretmesi kesinlikle mümkün.
Batılı karar alıcıların dikkati öncelikle bunun gerçekleşmesi için lazım olan askeri teçhizat, istihbarat ve eğitimi sağlamaya yönelmiş durumda. Savaş alanında görünürde bu kadar çok şey değişirken, bazıları Batı’nın oyunun sonunu tartışmaya başlamasının zamanı olmadığını iddia edebilir. Ne de olsa Ukraynalılara başarılı bir taarruz harekâtı için şans verme görevi Batılı hükümetlerin kaynaklarını halihazırda zorluyor. Ancak iyi gitse bile karşı taarruz askerî açıdan belirleyici bir sonuç doğurmayacaktır. Hakikaten de cephe hattının büyük ölçüde hareketlenmesi bile çatışmayı mutlak anlamda sona erdirmeyecektir.
Daha geniş anlamda, ülkeler arası savaşlar genelde bir tarafın kuvvetleri haritada belirli bir noktanın ötesine itildiğinde sona ermez. Başka bir deyişle, toprak fethi —ya da yeniden fethi— kendi başına bir savaş sonlandırma biçimi değil. Muhtemelen Ukrayna’da da aynı şey geçerli olacak: Kiev tüm beklentilerin ötesinde başarılı olsa ve Rus birliklerini uluslararası kabul gören sınırın ötesine çekilmeye zorlasa bile Moskova’nın savaşmayı bırakması mümkün olmayacak. Fakat bunun yakın vadede gerçekleşmesi şöyle dursun, pek çok kişi için bir noktada gerçekleşmesi bile imkânsız. Önümüzdeki aylar için iyimser beklenti, bundan ziyade Ukraynalıların güneyde bazı kazanımlar elde edeceği, belki de Zaporijya ve Herson oblastlarının bazı kısımlarını geri alacağı ve Rusya’nın doğudaki saldırısını püskürteceği yönünde.
Bu muhtemel kazanımlar önemli olacaktır ve arzu edilir olması haklı. Bundan sonra Rus işgalinin tarifsiz dehşetine daha az Ukraynalı maruz kalacaktır. Kiev, Avrupa’nın en büyüğü olan Zaporijya Nükleer Enerji Santrali gibi önemli ekonomik varlıkların kontrolünü yeniden ele geçirebilir. Rusya ise askeri kabiliyetlerine ve küresel prestijine bir darbe daha indirerek bu durumun maliyetini daha da artırmış olur, nitekim bu Moskova adına stratejik bir felaket anlamına gelir.
Batı başkentlerindeki umut, Kiev’in savaş alanındaki kazanımlarının Putin’i müzakere masasına oturmaya zorlayacağı yönünde. Bir başka taktiksel gerilemenin Moskova’nın savaşa devam etme konusundaki iyimserliğini azaltması da mümkün. Ancak nasıl ki toprak kontrolünü kaybetmek savaşı kaybetmek anlamına gelmiyorsa bu, siyasi tavizleri de beraberinde getirmeyecektir. Putin yeni bir seferberlik ilan edebilir, Ukrayna kentlerine dönük bombardıman harekâtını yoğunlaştırabilir ya da zamanın kendisi için ve Ukrayna’nın aleyhine işleyeceğine inanarak mevcut çizgiyi koruyabilir. Kaybedeceğini düşünse bile savaşmaya devam edebilir. Diğer ülkeler de yenilginin kaçınılmaz olduğunu kabul etmelerine rağmen savaşmaya devam etmeyi seçmişlerdi; mesela I. Dünya Savaşı’ndaki Almanya’yı aklınıza getirin. Kısacası, savaş alanındaki kazanımlar tek başlarına savaşın sonunu getirmeyecektir.
İmkânsız görev mi?
Bir yılı aşkın süredir devam eden çatışmaların ardından, bu savaşın gideceği muhtemel istikamet netleşmeye başladı. Cephe hattının konumu bu bulmacanın önemli bir parçası, fakat en önemlisi olmaktan çok uzak. Aslında bu çatışmanın kilit yönleri iki yönlü: Her iki tarafın da birbirlerine karşı oluşturacağı daimî tehdit ve Rusya’nın ilhak ettiğini iddia ettiği Ukrayna toprakları üzerindeki huzursuz anlaşmazlık. Bunlar muhtemelen önümüzdeki uzun yıllar boyunca sabit kalacaktır.
Ukrayna, Batı’dan aldığı on milyarlarca dolarlık yardım, kapsamlı eğitim ve istihbarat desteğiyle etkileyici bir savaş gücü oluşturdu. Ukrayna Silahlı Kuvvetleri, Rus işgali altındaki tüm bölgeleri risk altında tutabilecektir. Dahası Kiev, geçtiğimiz yıl tekrar tekrar gösterdiği üzere Rusya’yı bizzat vurma kabiliyetini de koruyacaktır.
Elbette Rus ordusu da Ukrayna’nın güvenliğini tehdit etme kapasitesine sahip olacaktır. Silahlı kuvvetleri, telafisi yıllar sürecek ciddi kayıplar ve teçhizat kayıpları yaşamış olsa da hala çok güçlüler. Ve her gün birer kez daha gösterdikleri üzere, şu anki üzücü durumlarında bile, Ukrayna askeri kuvvetleri ve siviller için ciddi ölçüde ölüm ve yıkıma neden olabilirler. Ukrayna’nın elektrik şebekesini yok etme harekâtı başarısız olmuş olabilir ama Moskova hava gücü, kara unsurları ve denizden fırlatılan silahlarla Ukrayna’nın kentlerini her an vurabilme kabiliyetini koruyacaktır.
Başka bir deyişle cephe hattı her nerede olursa olsun, Rusya ve Ukrayna birbirlerine karşı kalıcı bir tehdit oluşturacak kapasiteye sahip olacaktır. Ancak geçtiğimiz yılın gösterdikleri, Rusya’nın kitle imha silahlarına başvurmadığını varsayarsak (ki bu bile zaferi garantilemeyebilir), her ikisinin de mutlak bir zafer elde etme kapasitesine sahip olmadığını ya da olmayacağına işaret ediyor. 2022’nin başlarında, kuvvetleri çok daha iyi durumdayken Rusya, Kiev’i kontrol altına alamadı ya da demokratik olarak seçilmiş Ukrayna hükümetini deviremedi. Bu aşamada Rus ordusu, Moskova’nın Ukrayna’da kendisine ait olduğunu iddia ettiği tüm bölgeleri ele geçiremeyecek gibi görünüyor. Geçtiğimiz kasım ayında Ukraynalılar, Rusları Herson oblastındaki Dinyeper Nehri’nin doğu yakasına çekilmeye zorladı. Bugün Rus ordusu Herson ve Zaporijya oblastlarının geri kalanını ele geçirmek için nehrin karşısına geçecek durumda değil. Ocak ayında Donetsk oblastının Vuhledar civarındaki düzlüklerinde kuzeye doğru ilerleme teşebbüsü —nehir geçişinden çok daha az yorucu bir saldırı—Ruslar için kan gölüyle sonuçlandı.
Bu arada Ukrayna ordusu beklentilere meydan okudu ve okumaya da devam edebilir. Fakat sahada daha fazla ilerleme sağlanmasının önünde büyük engeller var. Rus kuvvetleri güneydeki en muhtemel ilerleme eksenine yoğun bir şekilde konuşlanmış halde. Açık kaynaklı uydu görüntüleri, cephe hattı boyunca aşılması zor olacak çok katmanlı fiziksel savunmalar —yeni siperler, araç önleyici bariyerler, teçhizat ve malzeme için engeller ve setler— oluşturduklarını gösteriyor. Putin’in geçen sonbaharda ilan ettiği seferberlik, daha önce Ukrayna’nın, Rusya’nın zayıf savunma hatlarının sürpriz bir saldırıya karşı savunmasız olduğu Harkov bölgesinde ilerlemesine imkân veren insan gücü sorunlarını telafi etti. Ve Ukrayna ordusu, çeşitli kabiliyetlerin entegre edilmesini gerektiren taarruz harekatlarıyla pek sınanmamış durumda. Ayrıca savaş sırasında, en son Donetsk oblastındaki küçük bir kent olan Bahmut’ta yaşanan savaşta kayda değer kayıplar verdi. Kiev, ayrıca topçu ve hava savunması da dahil olmak üzere kritik mühimmatlarda sıkıntı yaşıyor ve Batı’dan aldığı teçhizatın karmakarışık olması bakım ve eğitim kaynaklarını zorluyor.
Her iki tarafta da söz konusu olan bu kısıtlar, önümüzdeki aylarda hatta yıllarda iki tarafın da askeri yollarla belirtilen toprak hedeflerine ulaşamayacağını güçlü bir şekilde gösteriyor. Ukrayna için hedef son derece net: Kiev, Kırım ve Donbass’ın Rusya tarafından 2014’ten bu yana işgal edilen kısımlarını da içeren, uluslararası alanda tanınan tüm toprakları üzerinde kontrol sahibi olmak istiyor. Rusya’nın tutumu ise o kadar net değil, zira Moskova ilhak ettiğini iddia ettiği beş Ukrayna bölgesinden ikisinin —Zaporijya ve Herson— sınırları konusunda müphemiyetini koruyor. Bu ne olursa olsun, nihayetinde ne Ukrayna ne de Rusya kendi toprakları olarak gördükleri yerler üzerinde kontrol kuracak gibi görünmüyor (Bu, her iki tarafın da hak iddialarına eşit meşruiyet tanınması gerektiği anlamına gelmiyor. Ancak Rusya’nın tutumunun açıkça gayri meşru olması Moskova’yı bu tutumu korumaktan alıkoyacak gibi de görünmüyor). Başka bir deyişle, savaş toprak anlaşmazlığına bir çözüm bulunmadan sona erecektir. Ya Rusya ya da Ukrayna ya da daha büyük olasılıkla her ikisi de uluslararası sınır olarak tanımadığı fiili bir kontrol hattına razı olmak zorunda kalacak.
Sonsuz savaş başlıyor
Büyük ölçüde sabit olan bu faktörler Rusya ile Ukrayna arasında uzun süreli bir sıcak savaşa yol açabilir. Nitekim tarih de bunun en muhtemel netice olduğunu gösteriyor. Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi’nin, Uppsala Üniversitesi tarafından derlenen ve 1946-2021 yılları arasındaki verileri kullanarak yaptığı çalışma, ülkeler arası savaşların yüzde 26’sının bir aydan kısa bir sürede, yüzde 25’inin ise bir yıl içinde sona erdiğini ortaya koydu. Fakat çalışma aynı zamanda “ülkeler arası savaşlar bir yıldan uzun sürdüğünde, ortalama on yıldan fazla sürdüğü” sonucuna da vardı. On yıldan az sürenler bile son derece yıkıcı olabiliyor. Mesela İran-Irak savaşı 1980’den 1988’e kadar yaklaşık sekiz yıl sürmüş ve neredeyse yarım milyon insanın ölümüne ve bir o kadarının da yaralanmasına yol açmıştı. Ukrayna yaptığı onca fedakarlıktan sonra böyle bir akıbetten kaçınmayı hak ediyor.
Siyaset bilimci Miranda Priebe ile birlikte yazdığım yakın tarihli bir RAND çalışmasının da gösterdiği üzere Rusya ve Ukrayna arasında uzun sürecek bir savaş, ABD ve müttefikleri açısından da son derece sorunlu olacaktır. Uzun sürecek bir çatışma, Rusya’nın nükleer silah kullanması ya da Rusya-NATO savaşı gibi olası bir tırmanma riskini mevcut yüksek seviyede tutacaktır. Ukrayna, Batı’dan neredeyse tamamen iktisadi ve askeri yaşam desteği almak zorunda kalacak ve bu da eninde sonunda Batılı ülkeler için bütçe sıkıntılarına ve orduları için hazırlık sorunlarına neden olacaktır. Tahıl ve enerji fiyatlarındaki dalgalanma da dahil olmak üzere savaşın küresel iktisadi etkileri devam edecektir. ABD, kaynaklarını başka önceliklere odaklayamayacak ve Rusya’nın Çin’e olan bağımlılığı derinleşecektir. Uzun bir savaş Rusya’yı daha da zayıflatacak olsa da bu fayda bu maliyetlerden daha ağır basmayacak.
Batılı hükümetler Ukrayna’nın karşı taarruza hazırlanmasına yardımcı olmak için ellerinden geleni yapmaya devam ederken, aynı zamanda savaşın sona erdirilmesine yönelik bir strateji benimsemeli; bu ideal olmaktan uzak koşullar altında makul olan bir oyun sonu vizyonu. Mutlak bir askeri zafer pek mümkün olmadığından, belirli oyun sonları artık makul değil. Moskova ile Kiev arasında sınırlar gibi temel konulardaki görüş ayrılıklarının devam ettiği ve bunca can kaybı ve sivil ölümden sonra yaşanan yoğun mağduriyetler göz önüne alındığında, Rusya ile Ukrayna arasındaki ilişkileri normalleştirecek bir barış anlaşması veya kapsamlı bir siyasi çözüm de imkânsız görünüyor. İki ülke sıcak savaş sona erdikten çok sonra da düşman olmaya devam edecek.
Savaşı herhangi bir müzakere olmaksızın sona erdirmek Batılı hükümetler ve Kiev için kışkırtılmamış bir saldırı eylemi ve korkunç savaş suçları işlemiş bir hükümetin temsilcileriyle görüşmeye tercih edilebilir görünebilir. Ancak bu yoğunluk seviyesine ulaşan ülkeler arası savaşlar, müzakere olmaksızın kolayca sona erme eğiliminde olmaz. Savaş devam ederse, 2014’ten 2022’ye kadar Donbass’ta olduğu gibi düşük yoğunluklu lokal bir çatışmaya dönüştürmek de son derece zor olacaktır. Bu dönemde savaşın Ukrayna’daki çatışma bölgesi dışındaki yaşam üzerinde nispeten az bir etkisi oldu. Mevcut cephe hattının uzunluğu (600 milden fazla), hattın çok ötesindeki kentlere ve diğer hedeflere yapılan saldırılar ve her iki ülkede de devam eden seferberlik (Rusya’da kısmi, Ukrayna’da tam) iki savaşan taraf üzerinde sistemik —belki de neredeyse varoluşsal— etkilere sahip olacaktır. Mesela, hava sahası kapalı, limanları büyük ölçüde abluka altında, kentleri ateş altında, çalışma çağındaki erkekleri cephede savaşırken ve milyonlarca sığınmacı ülkeye dönmek istemezken Ukrayna ekonomisinin nasıl toparlanabileceğini tahayyül etmek zor. Bu savaşın etkilerinin belirli bir coğrafya ile sınırlandırılabileceği noktayı çoktan geçtik.
Müzakereler gerekli olacağından ancak bir çözüm söz konusu olmadığından, en makul olanı nihai bir ateşkes anlaşmasıdır. Ateşkes —esasen siyasi ayrışmalar arasında köprü kurmayan kalıcı bir ateşkes anlaşması— Rusya ile Ukrayna arasındaki sıcak savaşı sona erdirecek ama daha geniş çaplı çatışmayı sona erdirmeyecektir. Bunun en iyi örneği 1953 Kore ateşkesidir; bu ateşkes sadece ateşkesin sürdürülmesinin mekaniği ile ilgilenmiş ve tüm siyasi meseleleri masanın dışında bırakmıştı. Her ne kadar Kuzey ile Güney Kore teknik olarak hala savaş halinde olsalar ve her ikisi de yarımadanın tamamının kendi egemenlik alanları olduğunu iddia etseler de, ateşkes büyük ölçüde geçerli oldu. Böyle tatmin edici olmayan bir netice, savaşın sona ermesinin en muhtemel yolu.
Kore örneğinin aksine ABD ve müttefikleri Ukrayna’da savaşmıyor. Kiev ile Moskova’da alınacak kararlar Berlin, Brüksel ya da Washington’da alınacak kararlardan çok daha belirleyici olacaktır. Batılı hükümetler isteseler bile Ukrayna’ya ya da Rusya’ya şartları dikte edemezler. Yine de Kiev’in nihayetinde kendi kararlarını vereceğini kabul etmekle birlikte ABD ve müttefikleri, Ukrayna ile yakın istişare içinde, oyunun sonuna ilişkin vizyonlarını tartışmaya ve ortaya koymaya başlayabilirler. Bir ölçüde halihazırda aylardır bunu yapıyorlar: ABD Başkanı Joe Biden’ın 2022’nin mayıs The New York Times’ta yayımlanan köşe yazısı, yönetiminin bu savaşın müzakere masasında sona ereceğini düşündüğünü açıkça ortaya koydu. Üst düzey yetkilileri o zamandan beri bu görüşü düzenli olarak yinelediler, ancak Ukrayna’ya “gerektiği kadar” yardım etme dili genellikle daha fazla dikkat çekiyor. Fakat Washington daha fazla ayrıntı vermekten ısrarla kaçındı. Dahası ne ABD hükümeti içinde ne de Washington, müttefikleri ve Kiev arasında nihai müzakerelerin pratikleri ve muhtevası üzerine düşünme üzerine devam eden herhangi bir çaba var gibi görünmüyor. Karşı taarruz için kaynak sağlama çabalarıyla karşılaştırıldığında, bundan sonra ne olacağını şekillendirmek için neredeyse hiçbir şey yapılmıyor. Biden yönetimi bu boşluğu doldurmaya başlamalı.
Beklemenin maliyeti
Diplomasinin rayına oturtulması için atılacak adımların Ukrayna’ya askeri yardım sağlama ya da Rusya’ya maliyet yükleme çabalarını etkilemesi gerekmiyor. Tarihsel olarak, savaşlarda aynı anda hem savaşıp hem de müzakere etmek yaygın bir uygulama olmuştur. Kore Savaşı sırasında en yoğun çatışmalardan bazıları, ABD’nin kayıplarının yüzde 45’inin yaşandığı iki yıllık ateşkes müzakereleri sırasında gerçekleşmişti. Kaçınılmaz diplomasi için plan yapmaya başlamak, ABD politikasının diğer mevcut unsurlarına ve devam etmekte olan savaşa paralel olarak gerçekleşebilir ve gerçekleşmelidir.
Kısa vadede bu, hem karşı taarruzda Kiev’e yardım etmeye devam etmek hem de müttefikler ve Ukrayna ile oyunun sonu hakkında paralel müzakerelere başlamak anlamına geliyor. Prensipte Rusya ile müzakere yolunun açılması savaş alanındaki ilerlemeyle çelişmemeli, aksine onu tamamlamalı. Ukrayna’nın kazanımları Kremlin’i uzlaşmaya daha istekli hale getirmişse, bunu öğrenmenin tek yolu işleyen bir diplomatik kanal olacaktır. Böyle bir kanalın kurulması ne Ukrayna’nın ne de Batılı ortaklarının Rusya üzerindeki baskıyı azalttığının göstergesi olarak görülmemeli. Etkili bir strateji hem zorlama hem de diplomasi gerektirecektir. Biri diğerinin zararına olamaz.
Müzakerelere zemin hazırlamak konusunda beklemenin de bir maliyeti var. Müttefikler ve Ukrayna, diplomatik bir strateji geliştirmeden ne kadar uzun süre beklerse, bunu yapmak o kadar zorlaşacaktır. Aylar geçtikçe ilk adımı atmanın siyasi bedeli de artacaktır. Şimdiden, ABD ve müttefiklerinin diplomatik yolu açmak için yapacakları herhangi bir hamlenin —Ukrayna’nın desteğiyle bile olsa— politikadan geri dönüş ya da Batı’nın Kiev’e verdiği destekten vazgeçmesi olarak algılanmaması için hassas bir şekilde yönetilmesi gerekecek.
Hazırlıklara şimdi başlamak da mantıklı zira çatışma diplomasisi bir gecede sonuç vermeyecektir. Sahiden de müttefikler ve Ukrayna’nın müzakere stratejisine dair aynı noktada buluşması haftalar, belki de aylar alacaktır; müzakereler başladığında Rusya ile anlaşmaya varmak ise daha da uzun sürecektir. Kore ateşkesi örneğinde, yaklaşık 40 sayfalık anlaşmaya son şeklini vermek için iki yıl boyunca 575 toplantı yapılması gerekmişti. Diğer bir deyişle, yarın bir müzakere platformu kurulsa bile, silahların susması için aylar geçmesi gerekecektir (eğer müzakereler başarıya ulaşırsa, ki bu da kesin değil).
Ateşkesi kalıcı hale getirecek tedbirlerin tasarlanması çetrefilli ama kritik bir görev olacaktır ve Washington, bu çabada Kiev’e yardımcı olmaya hazır olup olmadığından emin olmalı. Zelenskiy de dahil olmak üzere Ukraynalı yetkililerin alaycı bir şekilde “Minsk 3” olarak tanımladıkları ve Rusya’nın daha önceki işgallerinin ardından 2014 ve 2015 yıllarında Belarus’un başkentinde yapılan iki başarısız ateşkes anlaşmasına atıfta bulunan durumdan nasıl kaçınılacağı konusunda ciddi bir çalışma başlatılmalı. Bu anlaşmalar şiddeti kalıcı olarak sona erdirememiş ve tarafların uymasını sağlayacak etkili mekanizmalar içermemişti.
Siyaset bilimci Virginia Page Fortna, 1946 ve 1997 yılları arasındaki çatışmalardan elde edilen verilere başvurarak askerden arındırılmış bölgeler, üçüncü taraf garantileri, barış gücü veya anlaşmazlıkların çözümüne dönük ortak komisyonlar düzenleyen ve spesifik (belirsizliğe karşı) bir dil içeren güçlü anlaşmaların daha kalıcı ateşkesler sunduğunu göstermişti. Bu mekanizmalar, ezeli düşmanların temel farklılıklarını çözmeden barışa ulaşmalarını sağlayan karşılıklılık ve caydırıcılık ilkelerini güçlendirir. Bu mekanizmaların Ukrayna savaşına uyarlanması zor olacağından, hükümetlerin şimdiden bunları geliştirme konusunda çalışması gerekiyor.
Bu savaşı sona erdirecek bir ateşkes iki taraflı bir anlaşma olacak olsa da ABD ve müttefikleri Ukrayna’ya müzakere stratejisinde yardımcı olabilir ve olmalıdır. Buna ek olarak, tarafları masaya oturmaya teşvik etmek ve muhtemel ateşkesin çökme ihtimalini en aza indirmek adına, paralel olarak ne gibi tedbirler alabileceklerini düşünmeliler. Fortna’nın araştırmasının da ortaya koyduğu gibi, Ukrayna’ya yönelik güvenlik garantileri —Moskova’nın yeniden saldırması halinde Kiev’in Rusya ile tek başına yüzleşmeyeceğine dair güvence— bu denklemin bir parçası olmalı. Güvenlik garantileri tartışması çoğu zaman Ukrayna’nın NATO üyeliği meselesine indirgeniyor. Bir üye olarak Ukrayna, NATO’nun kurucu anlaşmasının, üyelerin aralarından birine karşı silahlı bir saldırıyı hepsine karşı yapılmış olarak kabul etmelerini gerektiren 5. Maddesinden faydalanacaktır. Fakat NATO üyeliği 5. Maddeden daha fazlası. Moskova’nın bakış açısına göre ittifaka üyelik, Ukrayna’yı ABD’nin kendi güç ve imkanlarını konuşlandıracağı bir hazırlık sahasına dönüştürecektir. Dolayısıyla, müttefikler arasında Kiev’e üyelik teklif etme konusunda bir fikir birliği olsa bile (ki yok), Ukrayna’ya NATO üyeliği yoluyla bir güvenlik garantisi verilmesi barışı Rusya için cazip olmaktan çıkarabilir ki Putin de savaşı sürdürmeye karar verebilir.
Bu çemberin içini doldurmak zor ve siyasi açıdan sıkıntılı olacaktır. Muhtemel modellerden biri, İsrail’in Mısır ile barışı kabul etmesinin temel ön koşullarından biri olan 1975 tarihli ABD-İsrail mutabakat zaptı. Belgede “ABD’nin İsrail’in bekası ve güvenliğine dönük uzun süredir var olan taahhüdü ışığında, ABD hükümetinin İsrail’in güvenliğine veya egemenliğine bir dünya gücü tarafından yapılacak tehditleri özel bir ciddiyetle değerlendireceği” belirtiliyor. Belge, böyle bir tehdit durumunda ABD hükümetinin “anayasal uygulamalarına uygun olarak İsrail’e verebileceği diplomatik ya da başka türlü destek ya da yardım konusunda” İsrail ile istişarede bulunacağını ifade ediyor. Belgede ayrıca Mısır’ın ateşkesi ihlal etmesi durumunda “ABD’nin düzeltici eylemde bulunacağı” da açıkça taahhüt ediliyor. Bu, İsrail’i hedef alan bir saldırının ABD’yi hedef almış bir saldırı olarak görüleceğine dair açık bir taahhüt değil, ancak buna yaklaşıyor.
Ukrayna’ya verilecek benzer bir güvence Kiev’e daha fazla güvenlik hissi kazandıracak, Ukrayna ekonomisine özel sektör yatırımını teşvik edecek ve gelecekteki Rus saldırganlığına karşı caydırıcılığı artıracaktır. Bugün Moskova, Ukrayna’ya saldırması halinde ABD’nin askeri müdahalede bulunmayacağından emin olsa da bu tür bir açıklama Kremlin’in iki kez daha düşünmesine neden olacaktır; fakat Rusya’nın sınırlarında yeni Amerikan üsleri kurulması olasılığını artırmayacaktır. Elbette Washington’un ateşkesin kalıcılığına güvenmesi gerekir ki taahhüdün sınanma olasılığı düşük kalsın. Rusya ile savaştan kaçınmak bir öncelik olmaya devam etmeli.
Zamanı geldiğinde Ukrayna, Kiev’in inandırıcı bir caydırıcı güç oluşturmasına yardımcı olmak için yeniden inşa yardımı, Rusya için hesap verebilirlik tedbirleri ve barış döneminde daimî askeri yardım gibi başka teşviklere ihtiyaç duyacaktır. Buna ek olarak, ABD ve müttefikleri Rusya’ya uygulanan zorlayıcı baskıyı, barışı daha cazip bir alternatif haline getirme çabalarıyla desteklemeli; örneğin yaptırımların koşullu olarak hafifletilmesi —uyulmaması halinde geri adım atılması— uzlaşmayı teşvik edebilir. Batı ayrıca ileride Rusya ile benzer bir krizin patlak verme ihtimalini en aza indirmek için Avrupa’nın daha geniş güvenlik meseleleri konusunda diyaloğa açık olmalı.
Müzakereler başlasın
Önümüzdeki aylarda bu vizyonu gerçeğe dönüştürmeye yönelik ilk adım, ABD hükümetinde diplomatik yolu geliştirmeye yönelik çabanın başlatılması olabilir. ABD’nin yeni bir askeri komuta unsuru olan Ukrayna Güvenlik Yardımı Girişimine üç yıldızlı bir general tarafından yönetilen ve 300 kişilik bir kadroya sahip olan yardım ve eğitim misyonu tahsis edildi. Yine de ABD hükümetinde tam zamanlı işi çatışma diplomasisi olan tek bir yetkili yok. Biden, neredeyse tüm ilgili başkentlerde bu krizde kenara itilmiş olan dışişleri bakanlıklarının ötesine geçebilecek bir şahsiyet, belki de özel bir başkanlık elçisi atamalı. Daha sonra ABD, Ukrayna ile ve G7 ve NATO’daki müttefikleri arasında oyunun sonu hakkında gayrı resmi müzakerelere başlamalı.
Buna paralel olarak ABD, savaşla ilgili olarak Ukrayna, müttefikleri ve Rusya’yı kapsayan düzenli bir iletişim kanalı kurmayı düşünmeli. Bu kanal başlangıçta ateşkes sağlamayı amaçlamayacaktır. Bundan ziyade kilit devletler ve uluslararası kurumların temsilcilerinden oluşan gayrı resmi bir grubun düzenli olarak bir araya geldiği, Balkan savaşları sırasında kullanılan temas grubu modeline benzer şekilde, katılımcıların tek seferlik karşılaşmalar yerine sürekli olarak etkileşimde bulunmalarına olanak sağlayacaktır. Bu tür tartışmalar, ABD’nin İran ile 2015 yılında imzalanan nükleer anlaşmayla ilgili ilk temaslarında olduğu gibi, kamuoyunun gözü önünde başlamalı.
Bu çabalar anlaşmayla sonuçlanmayabilir. Başarı ihtimali düşük ve müzakerelerden bir anlaşma çıksa bile kimse tam anlamıyla tatmin olmuş olarak ayrılmayacaktır. Kore ateşkesi, imzalandığı dönemde hiçbir şekilde ABD dış politikasının bir zaferi olarak görülmüyordu; ne de olsa Amerikan halkı net bir çözümü olmayan kanlı savaşlara değil, mutlak zaferlere alışmıştı. Ancak aradan geçen yaklaşık 70 yıl boyunca yarımadada yeni bir savaş patlak vermedi. Bu arada Güney Kore, 1950’lerin yıkımından çıkarak bir ekonomik güç merkezi ve nihayetinde gelişen bir demokrasi haline geldi. Savaş sonrası Ukrayna’nın da benzer şekilde müreffeh, demokratik ve Batı’nın güvenliğine güçlü bir şekilde bağlı olduğu bir ülke olması gerçek bir stratejik zafer anlamına gelecektir.
Ateşkese dayalı bir oyun sonu, Ukrayna’yı —en azından geçici olarak— tüm topraklarından yoksun bırakacaktır. Fakat ülke ekonomik olarak toparlanma fırsatına sahip olacak ve ölüm ve yıkım sona erecektir. Ülke, Moskova’nın işgal ettiği bölgeler üzerinde Rusya ile çatışma içinde kalmaya devam edecek ama bu çatışma Batı’nın desteğiyle Ukrayna’nın avantajlı olacağı siyasi, kültürel ve iktisadi alanlarda yaşanacaktır. Barış şartlarıyla bölünmüş bir başka ülke olan Almanya’nın 1990’da başarılı bir şekilde yeniden birleşmesi, çekişmenin askeri olmayan unsurlarına odaklanmanın sonuç verebileceğini gösteriyor. Bu arada, Rusya ile Ukrayna arasındaki bir ateşkes de Batı’nın Rusya ile çatışmasını sona erdirmeyecektir, fakat doğrudan bir askeri çatışma riski ciddi ölçüde azalacak ve savaşın küresel sonuçları hafifleyecektir.
Pek çok yorumcu bu savaşın sadece muharebe alanında karara bağlanması gerektiği konusunda ısrar etmeye devam edecektir. Ancak bu görüş, cephe değişse bile savaşın yapısal gerçeklerinin değişme ihtimalinin ne kadar düşük olduğunu ortaya koyuyor ki bu da garanti olmaktan uzak bir sonuç. ABD ve müttefikleri, Ukrayna’ya aynı anda hem savaş alanında hem de müzakere masasında yardım edebilmeli. Şimdi başlamanın tam vakti.
İlginizi Çekebilir
Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz makale, Tariq Ali’nin Suriye Arap Cumhuriyeti’nin çöküşünün hemen ardından New Left Review için kaleme aldığı sıcak değerlendirmeleri içeriyor. Ali, Ortadoğu’daki son gelişmelerin İsrail ve ABD için jeostratejik bir zafer, Arap dünyası için ise ağır bir yenilgi olduğu tespitini yapıyor. Yine, bölgedeki rejim değişikliklerinin nihai hedefinin İran’ı zayıflatmak ve silahsızlandırmak olduğunun altını çizerken, Esad’ın gidişini de bu resmin içine yerleştiriyor ve yaşananları bölgenin ABD ve İsrail’in stratejik çıkarlarına uygun biçimde yeniden dizayn edilmesi olarak okuyor. Ali’nin Suriye’nin “çöküş sürecinin uzamasını” Baas Partisi’nin ilerici sosyal reform ve politikalarına bağlayan tespiti ise makalenin belki de en dikkate değer noktası.
Şam’a giden yollar
Tariq Ali
New Left Review
9 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Birkaç yozlaşmış yandaş dışında sanırım kimse tiranın gidişine gözyaşı dökmeyecektir. Fakat bugün Suriye’de tanık olduğumuz şeyin Arap dünyası için muazzam bir yenilgi ve adeta ikinci bir 1967 olduğuna da kuşku yok. Ben bu satırları yazarken İsrail’in kara kuvvetleri bu harap ülkeye girmiş durumda. Henüz nihai bir uzlaşıdan uzak olunsa da bazı şeyler net: Esad Moskova’da bir mülteci durumunda. Onun Baasçı aygıtı, Doğu NATO lideri (İdlib’deki zulümleri pek çok olan) Recep Tayyip Erdoğan ile bir anlaşma yaparak ülkeyi tepside sundu. İsyancılar Esad’ın Başbakanı Muhammed Gazi el-Celali’nin şimdilik devleti yönetmeye devam etmesi konusunda anlaştı.¹ Ülke jeopolitik olarak Rusya’dan ve “Direniş Ekseni”nden geriye kalanlardan uzaklaşmak üzere olsa bile tüm bunlar Esad’sız bir Esadizm mi olacak sorusunu sorduruyor.
Tıpkı ABD’nin petrole kilitlendiği Irak ve Libya’da olduğu gibi Suriye de artık bir Amerikan-Türk ortak sömürgesi haline geliyor. ABD’nin küresel emperyal politikası, ekonomik ve siyasi hegemonya kurmak için bir seferde yutulamayacak ülkeleri parçalamak ve her türden anlamlı egemenliği ortadan kaldırmaya dayanıyor. Bu, belki sabık Yugoslavya’da “kazara” başlamış olabilir fakat aradan geçen zamanda bir model halini aldı. Buna paralel, AB uydusu olan devletler de daha küçük ulusları (Gürcistan ve Romanya gibi) kontrol altında tutmak için benzer yöntemler kullanıyor. Demokrasi ve insan hakları lafzının ise bütün bunlarla hemen hiç ilgisi yok. Bu, küresel bir kumar aslında.
2003 yılında Bağdat, ABD’nin eline geçtikten sonra, Washington’daki zaferden sarhoşa dönmüş olan İsrail Büyükelçisi George W. Bush’a şimdi durma zamanı olmadığını, Şam ve Tahran’a geçilmesini tavsiye etmişti. Ne var ki ABD zaferinin beklenmedik fakat öngörülebilir şöyle bir yan etkisi oldu: Irak, İran’ın bölgedeki konumunu muazzam ölçüde güçlendiren bir Şii devletine dönüştü. Irak’ta ve ardından Libya’da yaşanan fiyasko, Şam’ın ABD’den gereken “ilgiyi” alması için on yıldan fazla bekleyeceği anlamına geliyordu. Tabii bu arada İran ve Rusya’nın Esad’a verdiği destek, Suriye’de “rutin” bir rejim değişikliği için riskli bir yatırım gerektirdiğini de işaret ediyordu.
Esad’ın devrilmesi farklı türde bir boşluk yarattı. Bu boşluğu NATO’nun Türkiye’si ile ABD’nin “eski El Kaide”, şimdinin Heyet Tahrir eş-Şam’ı (lideri Ebu Muhammed el-Colani’nin Irak’taki bir ABD hapishanesinde geçirdiği sürenin ardından özgürlük savaşçısı olarak yeniden markalaştırıldı, ki ABD’nin önceki pratikleri düşünüldüğünde son derece tipiktir) ve İsrail aracılığıyla doldurması muhtemel. Hizbullah’ı devre dışı bırakan ve Beyrut’u bir başka büyük bombardımanla harabeye çeviren İsrail’in tüm bu yaşananlarda katkısı ihmal edilemeyecek denli büyük. Bu peş peşe gelen zaferlerin ardından İran’ın kendi haline bırakılacağını düşünmek akla ziyan. Hem ABD’nin hem de İsrail’in nihai hedefi İran’da rejim değişikliği olsa da ülkeyi zayıflatmak ve silahsızlandırmak öncelikli hedef olacağa benziyor. Bölgeyi yeniden şekillendirmeye yönelik bu geniş ölçekli plan, Washington ve onun Avrupa’daki müttefiklerinin Filistin’de devam eden İsrail soykırımına verdikleri süreğen desteği açıklamayı da kolaylaştırıyor. Yaklaşık bir yıldır devam eden katliam düşünüldüğünde, devlet eylemlerinin evrensel olarak saygı duyulan bir yasa olması gerektiğini detaylandıran Kantçı ilke, kötü bir şakadan başka bir anlama gelmiyor.
Peki Esad’ın yerine kim geçecek? Ülkeyi terk etmesinden önce ortaya çıkan bazı haberler gösteriyor ki, eğer 180 derecelik bir dönüş yapsaydı –yani İran ve Rusya ile ilişkilerini kesip daha önce kendisi ve babasının yaptığı gibi ABD ve İsrail ile iyi ilişkiler kursaydı– o zaman Amerikalılar onu iktidarda tutmaya eğilimli olabilirdi. Tabii artık çok geç fakat artık onu terk etmiş olan devlet aygıtı karşılarında kim olursa olsun iş birliği yapmaya hazır olduğunu ilan etti. Peki Erdoğan da aynısını yapar mı? Çocukluklarından beri İdlib’de beslediği kendi adamlarını iktidara getirmeyi ve Ankara’nın kontrolü altında tutmayı isteyecektir kuşkusuz. Eğer Türkiye kafasındaki kukla rejimini dayatmayı başarırsa, bu Libya’da yaşananların bir başka versiyonu olacaktır. Fakat Erdoğan’ın her şeyi kendi dilediği gibi yapması da pek olası değil elbette. Evet, Erdoğan demagoji konusunda usta ama eylem konusunda zayıf ve ABD ile İsrail, Esad’a karşı cihatçıları kullanmış olsalar dahi, “temizlenmiş” bir El Kaide hükümetini kişisel nedenlerle veto edebilirler. Yine de her halükârda Esad’ın yerine geçecek rejimin Muhaberat’ı (gizli polis teşkilatı) kaldırması, işkenceyi yasadışı ilan etmesi ya da hesap verebilir şeffaf bir yönetim sunması pek olası görünmüyor.
Altı Gün Savaşı’ndan önce Arap milliyetçiliğinin ve birliğinin temel bileşenlerinden biri Suriye’yi yöneten ve Irak’ta da güçlü bir sosyal tabanı olan Baas Partisi’ydi; diğer bir ayak ise ondan daha da etkili olan Mısır’daki Nasır hükümetiydi. [Hafız] Esad öncesi dönemde Suriye Baasçılığı nispeten aydınlanmacı ve radikaldi. Başbakan Yusuf Zuayyin ile 1967’de Şam’da görüştüğümde, ilerlemenin tek yolunun Suriye’yi “Ortadoğu’nun Küba’sı” yaparak muhafazakâr milliyetçiliği geride bırakmak olduğunu söylemişti mesela. Ancak İsrail’in o yılki saldırısı Mısır ve Suriye ordularının hızla imha edilmesine yol açarak Nasırcı Arap milliyetçiliğinin sonunu hazırladı. Zuayyin devrildi ve Hafız Esad zımni ABD desteğiyle iktidara geldi – tıpkı CIA’in Irak Komünist Partisi’nin üst düzey kadrolarının listesini verdiği Irak’taki Saddam Hüseyin gibi. Her iki ülkede de Baasçı radikaller tasfiye edilirken partinin kurucusu Mişel Eflak partinin gittiği yönü fark edince biraz da tiksintiyle istifa etmişti.
Ne var ki bu yeni Baasçı diktatörlükler, temel bir sosyal güvenlik ağı sağladıkları sürece nüfusun belirli kesimleri tarafından hep desteklendi. Saddam yönetimindeki Irak da baba ve oğul Esad yönetimindeki Suriye de acımasız fakat sosyal diktatörlüklerdi. Baba Esad köylülüğün orta tabakasından geliyordu ve kendi sınıfını memnun etmek için vergi yükünü azaltan ve tefeciliği ortadan kaldıran bir dizi ilerici reform gerçekleştirdi. 1970 yılında Suriye köylerinin büyük çoğunluğunda sadece doğal ışık vardı; yani köylüler güneşle yatıyor, güneşle kalkıyorlardı. Birkaç on yıl sonra ise, Fırat Barajı inşa edilerek bu köylerin yüzde 95’inin elektriğe kavuşması sağlanmış oldu. Enerji, devlet tarafından sübvanse ediliyordu.
Yalnızca baskı değil, asıl bu politikalar rejimin istikrarını garanti ediyordu. Halkın çoğunluğu kentlerde yaşayanlara işkence yapılmasına ve hapsedilmelerine göz yumdu. Esad ve zümresi, insanın iktisadi bir varlıktan azıcık daha fazlası olduğuna ve bu tür ihtiyaçlar karşılanabilirse, o zaman sadece küçük bir azınlığın isyan edeceğine inanıyordu (“en fazla bir ya da iki yüz kişi”, diyordu Esad, “Mezze hapishanesi başlangıçta bu tipler için tasarlanmıştı”). Oğul Esad’a karşı 2011’deki nihai ayaklanma, neoliberalizme yönelmesi ve köylülüğü dışlamasıyla tetiklendi. Acı bir iç savaşa dönüştüğünde ise, uzlaşmacı bir çözüm ve güç paylaşımı anlaşması bir seçenek olabilirdi belki fakat şu anda Erdoğan ile müzakere eden aparatçiklerin böylesi bir anlaşmaya karşı çıktıkları biliniyor.
Şam’a yaptığım ziyaretlerden birinde Filistinli entelektüel Faysal Derrac, yurtdışındaki konferanslara katılmak için ülkeden ayrılmasına izin veren Muhaberat ajanının her zaman tek bir şart koştuğunu söylemişti: “Gelirken Baudrillard ve Virilio’yu getir”. Suud doğumlu, Baas Partisi’nin önde gelen entelektüellerinden büyük Arap romancı Abdurrahman Münif’in dediği gibi, eğitimli işkencecilere sahip olmak her zaman iyidir. Münif’in 1975 tarihli romanı Şark’ul Mutavassıt (Akdeniz’in Doğusu), Mısırlı edebiyat eleştirmeni Sabri Hafız’ın “tüm çeşitleriyle nihai siyasi hapishaneyi yazmayı amaçlayan, olağanüstü iddialı bir kitap” diye tanımladığı, siyasi işkence ve hapsedilmenin yıkıcı bir anlatımı. 1990’lı yıllarda Münif ile konuştuğumda, yüzünde hüzünlü bir ifadeyle, Arap edebiyatı ve şiirine hâkim olan temaların bunlar olduğunu söylemişti. Arap ulusunun durumuna dair trajik bir yorum… Bugün ise bu durumun değişeceğine dair çok az işaret var. İsyancılar Esad’ın bazı mahkumlarını serbest bırakmış olsalar bile, yakında onların yerini kendi koydukları mahkumlar alacak.
ABD ve AB’nin büyük bir bölümü geçtiğimiz yılı Gazze’deki soykırımı başarılı şekilde sürdürmek ve bunu savunmaya çalışmakla geçirdi. Bölgede ABD’nin tüm müttefik devletleri sağlam kalırken, müttefik olmayan üç ülkenin –Irak, Libya ve Suriye– deyim yerindeyse başı kesildi. Sonuncusunun düşmesi, bir dizi anti-Siyonist grubu birbirine bağlayan çok önemli bir ikmal hattını ortadan kaldırdı. Jeostratejik açıdan bu Washington ve İsrail için açık bir zaferdir. Bu kabul edilmeli ama umutsuzluğun da bir faydası yok. Etkili bir direniş hattının kendini nasıl yeniden oluşturacağı, ABD ve Trump’ın çevresindeki bazı üyelerle doğrudan ama gizli saklı görüşmeler yapan, eş zamanlı olarak ise nükleer programını hızlandıran İran ile onu kuşatmış olan İsrail arasında yaklaşan olası çatışmaya da bağlı. Bu durumun ciddi tehlikelerle dolu olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?
¹ Yazı yazıldıktan sonra el-Celali, başbakanlığı HTŞ bağlantılı Muhammed el-Beşir’e devretti. (editörün notu)
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:
***
İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi
Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.
Yaroslav Trofimov
Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.
Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.
Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.
İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.
Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.
Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.
Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.
Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.
İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”
Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.
Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.
1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.
Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.
Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.
2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.
Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.
Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.
Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.
Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.
Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”
Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.
Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.
Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.
Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.
Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.
Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.
Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.
Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.
Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.
Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”
Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.
Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.
Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.
DÜNYA BASINI
Esad’dan sonra sırada İran mı var?
Yayınlanma
1 hafta önce14/12/2024
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.
Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.
Sırada Tahran mı var?
İran’ın güç miti paramparça oldu
Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.
26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.
İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.
İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.
ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.
Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.
Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.
Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.
Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.
Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.
Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.
Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.
¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)
Lübnanlı Bakan Harici’ye konuştu: ‘HTŞ’den beklentimiz iç meselelerimize karışmaması’
Şam’a giden yollar
Hindistan ‘sessizce’ Kuzey Kore’de
AB liderleri, küresel ve bölgesel zorlukları ele almak üzere Brüksel’de toplandı
AfD’nin seçim programına kısa bir bakış
Çok Okunanlar
-
ORTADOĞU2 hafta önce
Eski Beyaz Saray yetkilisi Doran: Suriye’de İsrail ve Türkiye’nin çıkarları örtüşüyor
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 1
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Suriye’de kim kazandı?
-
RUSYA2 hafta önce
Rusya’nın Suriye’deki üslerinin akıbeti ne olacak?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 2
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Esad rejimi neden sadece 12 günde çöktü?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Suriye hezimeti ve Rusya: Birkaç soru ve yanıt
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Şii Hilali, “Yeni Ay” Olma Yolunda