Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

FT: İran’ın nükleer güç olma yolculuğu durdurulabilir mi?

Yayınlanma

İran’ın nükleer silah üretmenin eşiğine gelmesi ve bölgedeki “düşmanları” ile diplomatik ilişkileri yeniden kurması Batı başkentlerinde endişeyle takip ediliyor. ABD’nin eski başkanı Trump’ın nükleer anlaşmadan çekilmesinden bu yana Tahran nükleer kabiliyetlerini önemli oranda artırdı. Artık hiç kimse KOEP’in şartlarına dönülmesini beklemiyor. Ancak KOEP’e benzemese de olası bir anlaşmaya kapı tamamen kapalı değil. Ekonomik koşulları İran’ı, İsrail ile olası bir çatışma ise Washington’u diplomasiyi yeniden canlandırmaya itiyor. Bu kapsamda ABD ve İran arasında, bir süre önce başlayan ve gizli tutulan müzakerelerin sürdüğü biliniyor. Müzakerelerde taraflar karşılıklı olarak taleplerini birbirlerine iletiyor. ABD’nin İran’da tutuklu vatandaşlarının serbest bırakılması ve Tahran’ın nükleer çalışmalarını frenlemeyi hedeflediği belirtilirken İran’ın ise yurt dışında dondurulan mal varlıklarının serbest bırakılması konusunda ısrarcı olduğu ifade ediliyor.

Görüşmelerin sonucunda yeni bir anlaşma mümkün mü, İran nükleer faaliyetlerinden geri adım atmaya hazır mı, ABD’nin elindeki kozlar ve ne kadar ileri gidebileceğine ilişkin Financial Times’ta yayınlanan analizi dikkatinize sunuyoruz:

***

İran’ın nükleer güç olma yolculuğu durdurulabilir mi?

İslam Cumhuriyeti uranyumu hiç olmadığı kadar zenginleştirirken, batılı diplomatlar görüşmeleri yeniden canlandırmaya çalışıyor

Andrew England-Londra, Najmeh Bozorgmehr-Tahran ve Felicia Schwartz-Washington

İki BM atom müfettişi ocak ayında İran’ın Fordow nükleer tesisine doğru yola çıktıklarında, İranlı muhataplarına yaklaşan ziyaret hakkında neredeyse hiçbir bilgi vermediler.

Bu, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) deyimiyle, İslam Cumhuriyeti’nin en gizli tesislerinden birindeki personele, ekipman üzerinde herhangi bir değişiklik yapmalarına imkân tanımamak için tasarlanmış rutin bir plansız denetimdi.

Bu vesileyle, endişe verici bir keşif yapacaklardı. Müfettişler laboratuvar önlüklerini giyip ABD ve İsrail bombalarından korunmak için bir dağın derinliklerinde inşa edilmiş olan Fordow’a indiklerinde kaygılanmak için sebep buldular.

Ajans’ın bildirdiğine göre uranyum zenginleştiren iki gelişmiş santrifüj “kademesi” İran’ın nükleer yetkililerinin UAEA’ya beyan ettiklerinden “önemli ölçüde” farklı bir şekilde yapılandırılmıştı.

Bu bulgu, müfettişler ile hiçbir şeyin değişmediğinde ısrar eden İranlı bilim adamları arasında kısa bir tartışmaya yol açtı. UAEA uzmanları ertesi gün geri dönerek eldivenlerini giydiler, pamuklu çubuklar ve plastik torbalarla tesisten kalıntı örnekleri aldılar ve bunları UAEA’nın Viyana’daki merkezine götürdüler.

Bilim adamları parçacıkları inceledikten sonra UAEA dış dünyayı şok edecek bir bulguya ulaştı. Kalıntılardaki uranyum, İran’da tespit edilen en yüksek seviye olan yüzde 83.7 saflığa kadar zenginleştirilmişti. Bu bulgu, Tahran’ın nükleer silah üretme kapasitesine her zamankinden daha yakın olduğunu gösteriyordu.

Bu bulgu, Başkan Donald Trump yönetimindeki ABD’nin 2018 yılında Tahran’ın dünya güçleriyle imzaladığı ve KOEP olarak bilinen anlaşmadan tek taraflı olarak çekilmesinden bu yana İran’ın nükleer programının ne kadar ilerlediğinin en son kanıtı oldu.

Aradan geçen beş yılda İslam Cumhuriyeti, Washington’la tehlikeli bir restleşme oyununa kilitlendi ve bugün İran nükleer bir devlet olmanın eşiğinde.

Genelkurmay Başkanı General Mark Milley, mart ayında Senato’da yapılan bir oturumda İran’ın “yaklaşık 10-15 gün içinde bir nükleer silah için yeterli bölünebilir madde üretebileceğini ve gerçek bir nükleer silah üretmesinin sadece birkaç ay alacağını” söyledi.

Mevcut gidişatın sürdürülemez olduğu ve Orta Doğu’da bir sonraki çatışmayı tetikleme riski taşıdığı yönündeki korkuların ortasında, batılı diplomatların gelişmeleri tersine çevirmek ya da en azından durdurmak için uygulanabilir seçenekler bulmakta zorlandığı bir kriz bu.

Geçici çözüm

Son aylarda Avrupa ve ABD’deki yetkililer krizi nasıl ele alabileceklerine dair görüşmelere sessizce yeniden başladılar.

E3 olarak adlandırılan Fransa, Almanya ve İngiltere’den yetkililer de mart ayında Oslo’da İran’ın nükleer müzakerecisi Ali Bakıri Kani ile bir araya geldi. Bakıri Kani ayrıca bu ay Abu Dabi’de E3 yetkilileriyle bir araya geldiğini söyledi.

ABD ve İran arasındaki görüşmeler ise yılın ilk çeyreğinde artan gerginlikten doğdu. Amerikalı bir müteahhit Suriye’de İran’a ait bir insansız hava aracı tarafından öldürüldü ve ABD de buna İran Devrim Muhafızları tarafından kullanılan bir tesise düzenlediği ve İran yanlısı savaşçıların öldüğü bir hava saldırısıyla karşılık verdi.

Konu hakkında bilgi sahibi bir kişiye göre, bu karşılıktan sonra ABD, gerilimi düşürmek için görüşmelere ilgilendiklerine ve konuyu bilen bir kaynağa göre daha ciddi göründüklerine dair İran’dan işaretler aldı.

Kaynak ABD ve İran arasında mayıs ayında Umman’da gerçekleşen dolaylı görüşmelerin ardından İran’ın küçük de girişimde bulunarak nükleer konusunda adım atmaya istekli olduğunu gösterdiğini belirtiyor. ABD, Tahran’ın bunu yapıp yapmayacağını görmek için bekliyor.

Ancak ABD’nin İran’a %60’ın üzerinde zenginleştirmeyi “silahlaştırma yönünde ilerleme” olarak gördüğünü bildirdiğini söyleyen kaynak, ABD’nin bu yolda ilerlemenin ciddi sonuçlar doğuracağını ilettiğini de sözlerine ekledi.

ABD’li yetkililer eş zamanlı olarak, çifte vatandaşlığı bulunan en az üç Amerikalı için İran’la olası bir mahkûm takasına odaklanmış durumda. ABD’nin İran elçisi Rob Malley, İran’ın BM elçisi Emir Said İrvani ile birkaç kez bir araya geldi.

Üst düzey yabancı bir diplomat “Amerikalılar için mahkumlar ve nükleer meseleyle ilgili bir şeylerin aynı anda olması önemli” diyor. “Mahkûm takası nükleer müzakerelerin kilidini açmaya yardımcı olabilir.”

Çok az sayıda yetkili, yaptırımların hafifletilmesi karşılığında İran’ın nükleer faaliyetlerine katı sınırlamalar getirmeyi ve UAEA tarafından sıkı bir şekilde izlenmeyi kabul ettiği KOEP’i canlandırmanın hâlâ mümkün olduğuna inanıyor.

Diplomatlara göre bunun yerine en iyi umut, İran’ın nükleer faaliyetlerinin bir kısmını azaltması karşılığında bazı yaptırımların hafifletilmesini ve gerilimi azaltıcı önlemleri öngören ancak ABD Kongresi’nin onayını gerektirmeyen geçici bir anlaşma.

Washington Yakın Doğu Politikaları Enstitüsü’nde kıdemli araştırmacı olan Henry Rome, İran’ın “çok tehlikeli nükleer girişimlerinin” diplomasinin yenilenmesine ivme kazandırdığını söylüyor.

Yüzde 83,7 oranında zenginleştirilmiş parçacıkların keşfinin “gerilimi düşürmek için çaba gösterilmemesi halinde işlerin nereye varabileceğinin dramatik bir göstergesi” olduğunu da ekliyor.

Ancak İran’ın giderek artan yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyum stoku gerçeği, risklerin tehlikeli bir şekilde tırmandığı anlamına geliyor. Pentagon yetkilileri ABD’nin çatışmaya sürüklenmesine yol açacak bir gerilimden endişe ediyor.

İsrail, İran’ın nükleer silah edinmesini engellemek için ne gerekiyorsa yapacağına dair uyarılarını artırarak İran’ı vurma riskini alıp almayacağına dair şüpheleri çoğalttı. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu pazar günü yaptığı açıklamada, “herhangi bir tehdide karşı kendimizi savunmak için kendi güçlerimizle ne yapmamız gerekiyorsa yapacaklarını” söyledi.

Silah Kontrol Derneği’nin nükleer silahların yayılmasını önleme politikası direktörü Kelsey Davenport, “İran’ın nükleer programının ne kadar ilerlemiş olduğu göz önüne alındığında, Tahran’ın ABD ve İsrail’in kırmızı çizgilerini aşmadan gerilimi tırmandırabileceği çok az alan var” diyor: “Geçici çözümler için hâlâ bir şans var ama yanlış hesaplama riski giderek artıyor ve gerilimi azaltacak adımlar atılmadığı sürece de artmaya devam edecek.”

Ancak İran’ın tam olarak neyi kabul edeceği, görüşmeleri yeniden başlatan ABD’li ve Avrupalı diplomatların kafasını kurcalayan bir soru.

Avrupalı bir yetkili “İranlılar gerilimi düşürmek için bir şeyler yapmaya istekli mi, bunu öğrenmek istiyoruz” diyor: “Karşılığında bizden ne istiyorlar ve biz bunu vermeye istekli miyiz?”

Başkan Joe Biden’ın öncelikleri, İran’ın talepleri ve taraflar arasındaki güvensizliğin derinliği göz önüne alındığında, geçici bir çözümden daha fazlasını başarılı bir şekilde müzakere etme şansı konusunda şüpheler var.

Rome, “Buradaki amaç, yönetimin diğer önceliklerinin kapsamı ve daha yoğun bir diplomatik çabaya girişmenin getireceği siyasi maliyet göz önünde bulundurulduğunda, bu konunun üstünü örtmek ve Başkan’ın masasından uzak tutmaktır” diyor: “Umut, gerilimi azaltma yolunu izleyerek, başkanlık seçimlerine kadar olası bir patlamayı engelleyebilmeleri.”

Silahlanma elimizin altında

Yüksek oranda zenginleştirilmiş parçacıkların bulunması tüm dünyada alarm zillerinin çalmasına yol açtı. E3 bu ay, bunu “benzeri görülmemiş ve son derece vahim bir gelişme” olarak nitelendirdi.

Diplomatlar ve analistler bunun Tahran’ın kasıtlı bir gerilimi artırma hamlesi mi, yoksa UAEA’nın izleme kapasitesini test etmeye yönelik bir manevra mı, hatta bir kaza mı olduğu konusunda kafa yordular.

İran UAEA’ya parçacıkların “zenginleştirme seviyelerindeki istenmeyen dalgalanmaların” bir sonucu olduğunu söyledi, müfettiş haziranda yaptığı açıklamada, (İran’ın açıklamasının) sağladıkları diğer bulgularla “tutarsız olmadığını” duyurdu.

Ancak soğuk gerçek şu ki İran iki yıldır uranyumu yüzde 60 oranında zenginleştiriyor ve sadece nükleer silah sahibi ülkeler bu seviyelerde zenginleştirme yapıyor.

Uzmanlar genellikle yüzde 90 saflık oranını silahlanma için sınır olarak kabul ediyor. Ancak Davenport, İran’ın en zor teknik adımları çoktan attığını ve şubat ayından bu yana neredeyse üçte bir oranında artan 114 kg’lık stokunu %60’a kadar zenginleştirerek “neredeyse üç bomba” üretebileceğini söylüyor.

Davenport’a göre İran’ın silahlanma riskinin değerlendirilmesinde kritik nokta da bu.

Davenport, “Eğer İran birden fazla bombaya yetecek kadar malzeme üretmek için hızla hareket edebilir ve bu malzemeyi bir dizi gizli bölgeye taşıyabilirse, bu süreci kesintiye uğratmak çok daha zor olacaktır” diye ekliyor: “O zaman İran kendisine nükleer caydırıcılık sağlayacak, sınırlı bir nükleer cephanelik kurma şansı bulur.”

Bu, İran’ın KOEP kapsamında kabul ettiği ve Trump’ın anlaşmayı terk edip ülkeye yaptırım dalgaları uygulamasından bir yıl sonrasına kadar uyduğu şartlardan dramatik bir dönüşüm.

Anlaşma kapsamında İran, verimsiz ve kazaya meyilli nispeten basit IR-1 santrifüjlerini çalıştırıyordu ve yüzde 3.67’den daha fazla zenginleştirme yapmamayı ve zenginleştirilmiş uranyum stokunu 300 kg’da tutmayı kabul etti. Fazlası denizaşırı ülkelere gönderilecekti. İran Fordow’da zenginleştirme yapmıyordu.

Bugün tesislerinde çok daha hızlı bir şekilde zenginleştirme yapmasına olanak sağlayan çok sayıda gelişmiş IR-4 ve IR-6 santrifüjleri ve 4,000 kg’ın üzerinde zenginleştirilmiş uranyum stoku bulunuyor.

İran son aylarda UAEA ile müfettişlerin tesislere kamera yerleştirmesine izin de dahil iş birliğini geliştirme sözü verdi. Ancak E3 “aşamalı ve sınırlı adımların ne yeterli ne de tatmin edici olduğunu” söyledi.

Batılı diplomatlar için uzun süredir devam eden zorluk İran’ın müzakereler konusunda ne kadar ciddi olduğunu ölçmek.

Tahran, Biden’ın göreve gelmesinden sonra KOEP’i canlandırma çabalarının başlamasından bu yana AB arabuluculuğundaki önerileri iki kez reddetti ve Batılı yetkililerin gerçekçi olmadığını söylediği, gelecekteki hiçbir ABD yönetiminin anlaşmayı tek taraflı olarak terk edemeyeceğinin garanti edilmesi gibi taleplerde ısrar etti.

Son diplomatik girişim ağustos ayında durma noktasına geldi. İran daha sonra eylül ayında patlak veren protestoları şiddetle bastırarak ve Rusya’ya insansız hava araçları göndererek Batı’yı daha da çileden çıkardı ve ilişkileri diplere çekti.

Başka bir Batılı diplomat “İran’a güvenemeyiz çünkü 20 yıldır sorulara cevap vermiyorlar” diyor: “Bugün bu kapasiteye sahip değiller . . . [Ama] nükleer bomba olup olmayacağını kimse bilmiyor.”

‘Kedi fare oyunu’

Tahran nükleer programının sivil amaçlı olduğunda ısrar ediyor; Ayetullah Ali Hamaney 2010 yılında nükleer silahları yasaklayan bir fetva yayınladı, ve ek garantiler sağlanırsa KOEP’e geri dönmekten yana olduğunu söylüyorlar.

Son haftalarda diplomatlar ve analistler, Cumhuriyet’in nihai karar mercii olan Hamaney’in bir dizi konuşmasını deşifre ederek tonda bir değişiklik olup olmadığını tespit etmeye çalışıyorlar.

Geçen ay İranlı diplomatlarla yaptığı bir konuşmada “kahramanca esneklik” ifadesini kullanan Hamaney, 2013 yılında Tahran’ın ABD ve diğer dünya güçleriyle geçici bir anlaşma imzalayarak KOEP’in temellerini atmasından aylar önce de aynı ifadeyi kullanmıştı.

Ancak Hamaney aynı zamanda ABD ile düşmanlığın devam edeceğini öne sürdü ve rejimin nükleer faaliyetlerini artırma hamlesini onaylayan 2020 parlamento önergesine desteğini yineledi.

2015’te KOEP’i tasarlayan liderler pragmatistti ve artık iktidarda değiller. Bugün devletin tüm kolları, anlaşmayı eleştiren ve ideolojik olarak ABD ile ilişkiye karşı olan muhafazakârlar tarafından kontrol ediliyor.

Yine de rejim içinden bir kaynak, Tahran’ın yaptırımlarla boğuşan ekonomi üzerindeki baskıyı hafifletme ve Arap rakipleriyle yakın geçmişteki yakınlaşmayı geliştirme arzusuna atıfta bulunarak, Hamaney’in “nükleer bir anlaşma için çerçeve oluşturduğunu” söylüyor.

“İran, dış politikasında gerilimi azaltma arayışında. Reformistler iktidardayken, her zaman meseleleri kendi ellerine alacakları ve ABD ile normalleşmeyi zorlayacakları korkusu vardı” diyor içeriden biri kaynak: “Ama şimdi siyasi sistem muhafazakarların elinde olduğu için böyle bir endişe yok.”

Bununla birlikte, herhangi bir anlaşmanın KOEP’e dayanması gerektiğini ve İran’ın nükleer altyapıya “dokunmaması” da dahil koşullar koyacağını söyleyen kaynak, “gelecek vaatlerinin” işe yaramayacağını da sözlerine ekledi. “Artık bizi daha fazla baskı altına alamayacaklarını biliyor olmalılar. İran’la bir anlaşmaya varamazlarsa nükleer bombaya daha da yaklaşacağız” dedi.

Eski bir İranlı üst düzey yetkili olan ve şu anda Princeton Üniversitesi’nde görev yapan Hüseyin Mousavian, anlaşma olmaması halinde İran’ın yüzde 90 oranında zenginleştirmeye gitmesi, Batı’nın BM yaptırımlarını geri getirmesi ve Tahran’ın Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması üyeliğini askıya almasıyla gerilimin tırmanacağını söylüyor.

Ancak yine de İran’ın KOEP’i canlandırmaya ya da Tahran’ın gerilimi azalttığı ve ABD’nin petrol ve petrokimya ihracatına “gözlerini kapattığı” “daha azına karşılık daha az” bir anlaşmaya varmaya hazır olduğuna inanıyor.

Mousavian, İran’ın ağustos ayında taslak önerileri reddettiğinde, Ukrayna savaşının Avrupa’yı İran petrol ve doğalgazına muhtaç hale getireceği ve Tahran’ın daha iyi bir anlaşma sağlama şansını artıracağı “yanılsaması” içinde olduğunu söylüyor.

Ancak şimdi İran’ın iktidardaki muhafazakarları ekonomiyi kurtarmak istiyor. “1997’den bu yana hep iki grup birbirine meydan okudu; reformistler muhafazakarları, muhafazakârlar reformcuları suçladı. Şimdi ise her şey muhafazakârların elinde. Suçlama oyunu dönemi sona erdi.”

İranlı analist Seyid Leyla, Tahran’ın gelecek yıl yapılacak parlamento seçimlerinden önce de bir tür anlaşma yapmak zorunda olduğunu ve rejimin 2021’deki cumhurbaşkanlığı seçiminde sadece yüzde 49 oy kullanılmasının ardından makul bir katılım sağlamaya hevesli olduğunu söylüyor.

Leyla’ya göre Cumhuriyet, protestoların ardından meşruiyetinin kanıtı olarak İranlıları oy kullanmaya teşvik etmek istiyor. “İnsanların umudunu artırmak için bir şeyler yapılmalı.”

Ancak iki yılı aşkın bir süredir İranlı işadamları ve reformistler umutlarını iç baskıların, muhafazakarları dişlerini sıkarak ezeli düşmanlarıyla bir anlaşmaya zorlamasına bağladılar, ancak iyimserlikleri boşa çıktı.

Johns Hopkins Üniversitesi’nde İran asıllı Amerikalı bir akademisyen olan Vali Nasr, 84 yaşındaki Hamaney’in halefinin İran siyasetinde büyük önem taşıdığını ve dolayısıyla “dini lider dahil hiç kimsenin ABD ile yapılacak yeni bir kötü anlaşmanın siyasi bedelini göze almayacağı” uyarısında bulunuyor.

“Bir kere kandırırsan, ayıp sana. İkinci kez kandırırsan, ayıp bana” diyor Nasr: “İsrail dışındaki tüm tarafların iradesi bir zemin oluşturmak ve etrafına korkuluklar çekmektir.”

Ancak Tahran’ın agresif nükleer programını sürdürmesi gerekiyor çünkü “ellerindeki tek koz bu”.

Nasr, “İranlılar ABD ya da Avrupa’nın kendilerini yüzde 100 rahat hissetmeleriyle ilgilenmiyorlar çünkü o zaman onları unutacaklar” diye ekliyor: “Kedi fare oyununun içindeyiz.”

İran’ın uzun vadeli hedefi

Diplomatlar için kilit soru, nükleer programın genişletilmesinin hâlâ sadece müzakere masasında koz elde etmekle mi ilgili olduğu yoksa daha büyük bir hırsın parçası haline mi geldiği.

Bu bir müzakere taktiği olsa bile, program ne kadar ilerlerse Tahran’ın kazanımlarından vazgeçme karşılığında o kadar fazla şey talep etmesi beklenir.

Washington Yakın Doğu Politikaları Enstitüsü’nden Rome, “Nükleer alanda giderek daha fazla koz biriktirdikçe, evet bir kısmından geri adım atabilirler ama bu onları uzun vadeli hedefleri olan nükleer eşik devlet olarak tanınmaya daha da yaklaştırır” diyor: “Bir kez o noktaya gelindiğinde, bundan vazgeçmeyi tartışmak zor olabilir.”

Zaman da çözümden umutlu olanların aleyhine işleyebilir. Ekim ayında İran’ın balistik füze programına yaptırım uygulayan KOEP maddelerinin süresi doluyor ve bu durum, özellikle de İran, Rusya’ya silah tedarik etmeye devam ederse Batı için hazmedilmesi zor olabilir.

Trump’ın ya da başka bir İran şahininin 2024’te Beyaz Saray’a geri dönme ihtimali de bir başka istikrarsızlaştırıcı faktör olacaktır.

Mousavian şöyle diyor: “Eğer Trump ekolünden biri gelirse zorlama ya da savaş dışında A planı, B planı, KOEP gibi her şey sona erer: “Yanıt bir anlaşmaya varmak için nükleere yönelmek olacaktır.”

Yine de Mousavian, Hamaney dini lider olduğu sürece İran’ın bir silah geliştirmeye çalışmayacağını öngörüyor: “Ama sonrasında ne olacağını kimse bilmiyor.”

DÜNYA BASINI

WSJ: İsrail ve Türkiye karşı karşıya

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:

***

İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi

Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.

Yaroslav Trofimov

Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.

Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.

İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.

Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.

Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.

Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.

Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.

İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”

Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.

Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.

1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.

Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.

Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.

2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.

Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.

Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.

Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.

Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.

Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”

Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.

Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.

Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.

Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.

Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.

Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.

Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.

Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.

Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.

Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”

Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.

Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.

Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Suriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

***

11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim

Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.

Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.

Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.

Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.

O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.

Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.

Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?

Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?

Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.

Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.

Ve giderek daha da ısınıyordu.

Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.

Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.

Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.

Esad’a diplomatik kalkan

Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.

Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.

Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.

Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.

Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”

Esad’ın Suriye’sinde Çin parası

Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.

Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.

COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.

Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.

2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.

2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.

Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.

Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.

Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.

KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.

Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.

Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?

Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.

Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.

Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.

Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.

Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.

Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”

Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.

Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.

Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.

Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.

Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.

Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English