Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

FT: İran’ın nükleer güç olma yolculuğu durdurulabilir mi?

Yayınlanma

İran’ın nükleer silah üretmenin eşiğine gelmesi ve bölgedeki “düşmanları” ile diplomatik ilişkileri yeniden kurması Batı başkentlerinde endişeyle takip ediliyor. ABD’nin eski başkanı Trump’ın nükleer anlaşmadan çekilmesinden bu yana Tahran nükleer kabiliyetlerini önemli oranda artırdı. Artık hiç kimse KOEP’in şartlarına dönülmesini beklemiyor. Ancak KOEP’e benzemese de olası bir anlaşmaya kapı tamamen kapalı değil. Ekonomik koşulları İran’ı, İsrail ile olası bir çatışma ise Washington’u diplomasiyi yeniden canlandırmaya itiyor. Bu kapsamda ABD ve İran arasında, bir süre önce başlayan ve gizli tutulan müzakerelerin sürdüğü biliniyor. Müzakerelerde taraflar karşılıklı olarak taleplerini birbirlerine iletiyor. ABD’nin İran’da tutuklu vatandaşlarının serbest bırakılması ve Tahran’ın nükleer çalışmalarını frenlemeyi hedeflediği belirtilirken İran’ın ise yurt dışında dondurulan mal varlıklarının serbest bırakılması konusunda ısrarcı olduğu ifade ediliyor.

Görüşmelerin sonucunda yeni bir anlaşma mümkün mü, İran nükleer faaliyetlerinden geri adım atmaya hazır mı, ABD’nin elindeki kozlar ve ne kadar ileri gidebileceğine ilişkin Financial Times’ta yayınlanan analizi dikkatinize sunuyoruz:

***

İran’ın nükleer güç olma yolculuğu durdurulabilir mi?

İslam Cumhuriyeti uranyumu hiç olmadığı kadar zenginleştirirken, batılı diplomatlar görüşmeleri yeniden canlandırmaya çalışıyor

Andrew England-Londra, Najmeh Bozorgmehr-Tahran ve Felicia Schwartz-Washington

İki BM atom müfettişi ocak ayında İran’ın Fordow nükleer tesisine doğru yola çıktıklarında, İranlı muhataplarına yaklaşan ziyaret hakkında neredeyse hiçbir bilgi vermediler.

Bu, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) deyimiyle, İslam Cumhuriyeti’nin en gizli tesislerinden birindeki personele, ekipman üzerinde herhangi bir değişiklik yapmalarına imkân tanımamak için tasarlanmış rutin bir plansız denetimdi.

Bu vesileyle, endişe verici bir keşif yapacaklardı. Müfettişler laboratuvar önlüklerini giyip ABD ve İsrail bombalarından korunmak için bir dağın derinliklerinde inşa edilmiş olan Fordow’a indiklerinde kaygılanmak için sebep buldular.

Ajans’ın bildirdiğine göre uranyum zenginleştiren iki gelişmiş santrifüj “kademesi” İran’ın nükleer yetkililerinin UAEA’ya beyan ettiklerinden “önemli ölçüde” farklı bir şekilde yapılandırılmıştı.

Bu bulgu, müfettişler ile hiçbir şeyin değişmediğinde ısrar eden İranlı bilim adamları arasında kısa bir tartışmaya yol açtı. UAEA uzmanları ertesi gün geri dönerek eldivenlerini giydiler, pamuklu çubuklar ve plastik torbalarla tesisten kalıntı örnekleri aldılar ve bunları UAEA’nın Viyana’daki merkezine götürdüler.

Bilim adamları parçacıkları inceledikten sonra UAEA dış dünyayı şok edecek bir bulguya ulaştı. Kalıntılardaki uranyum, İran’da tespit edilen en yüksek seviye olan yüzde 83.7 saflığa kadar zenginleştirilmişti. Bu bulgu, Tahran’ın nükleer silah üretme kapasitesine her zamankinden daha yakın olduğunu gösteriyordu.

Bu bulgu, Başkan Donald Trump yönetimindeki ABD’nin 2018 yılında Tahran’ın dünya güçleriyle imzaladığı ve KOEP olarak bilinen anlaşmadan tek taraflı olarak çekilmesinden bu yana İran’ın nükleer programının ne kadar ilerlediğinin en son kanıtı oldu.

Aradan geçen beş yılda İslam Cumhuriyeti, Washington’la tehlikeli bir restleşme oyununa kilitlendi ve bugün İran nükleer bir devlet olmanın eşiğinde.

Genelkurmay Başkanı General Mark Milley, mart ayında Senato’da yapılan bir oturumda İran’ın “yaklaşık 10-15 gün içinde bir nükleer silah için yeterli bölünebilir madde üretebileceğini ve gerçek bir nükleer silah üretmesinin sadece birkaç ay alacağını” söyledi.

Mevcut gidişatın sürdürülemez olduğu ve Orta Doğu’da bir sonraki çatışmayı tetikleme riski taşıdığı yönündeki korkuların ortasında, batılı diplomatların gelişmeleri tersine çevirmek ya da en azından durdurmak için uygulanabilir seçenekler bulmakta zorlandığı bir kriz bu.

Geçici çözüm

Son aylarda Avrupa ve ABD’deki yetkililer krizi nasıl ele alabileceklerine dair görüşmelere sessizce yeniden başladılar.

E3 olarak adlandırılan Fransa, Almanya ve İngiltere’den yetkililer de mart ayında Oslo’da İran’ın nükleer müzakerecisi Ali Bakıri Kani ile bir araya geldi. Bakıri Kani ayrıca bu ay Abu Dabi’de E3 yetkilileriyle bir araya geldiğini söyledi.

ABD ve İran arasındaki görüşmeler ise yılın ilk çeyreğinde artan gerginlikten doğdu. Amerikalı bir müteahhit Suriye’de İran’a ait bir insansız hava aracı tarafından öldürüldü ve ABD de buna İran Devrim Muhafızları tarafından kullanılan bir tesise düzenlediği ve İran yanlısı savaşçıların öldüğü bir hava saldırısıyla karşılık verdi.

Konu hakkında bilgi sahibi bir kişiye göre, bu karşılıktan sonra ABD, gerilimi düşürmek için görüşmelere ilgilendiklerine ve konuyu bilen bir kaynağa göre daha ciddi göründüklerine dair İran’dan işaretler aldı.

Kaynak ABD ve İran arasında mayıs ayında Umman’da gerçekleşen dolaylı görüşmelerin ardından İran’ın küçük de girişimde bulunarak nükleer konusunda adım atmaya istekli olduğunu gösterdiğini belirtiyor. ABD, Tahran’ın bunu yapıp yapmayacağını görmek için bekliyor.

Ancak ABD’nin İran’a %60’ın üzerinde zenginleştirmeyi “silahlaştırma yönünde ilerleme” olarak gördüğünü bildirdiğini söyleyen kaynak, ABD’nin bu yolda ilerlemenin ciddi sonuçlar doğuracağını ilettiğini de sözlerine ekledi.

ABD’li yetkililer eş zamanlı olarak, çifte vatandaşlığı bulunan en az üç Amerikalı için İran’la olası bir mahkûm takasına odaklanmış durumda. ABD’nin İran elçisi Rob Malley, İran’ın BM elçisi Emir Said İrvani ile birkaç kez bir araya geldi.

Üst düzey yabancı bir diplomat “Amerikalılar için mahkumlar ve nükleer meseleyle ilgili bir şeylerin aynı anda olması önemli” diyor. “Mahkûm takası nükleer müzakerelerin kilidini açmaya yardımcı olabilir.”

Çok az sayıda yetkili, yaptırımların hafifletilmesi karşılığında İran’ın nükleer faaliyetlerine katı sınırlamalar getirmeyi ve UAEA tarafından sıkı bir şekilde izlenmeyi kabul ettiği KOEP’i canlandırmanın hâlâ mümkün olduğuna inanıyor.

Diplomatlara göre bunun yerine en iyi umut, İran’ın nükleer faaliyetlerinin bir kısmını azaltması karşılığında bazı yaptırımların hafifletilmesini ve gerilimi azaltıcı önlemleri öngören ancak ABD Kongresi’nin onayını gerektirmeyen geçici bir anlaşma.

Washington Yakın Doğu Politikaları Enstitüsü’nde kıdemli araştırmacı olan Henry Rome, İran’ın “çok tehlikeli nükleer girişimlerinin” diplomasinin yenilenmesine ivme kazandırdığını söylüyor.

Yüzde 83,7 oranında zenginleştirilmiş parçacıkların keşfinin “gerilimi düşürmek için çaba gösterilmemesi halinde işlerin nereye varabileceğinin dramatik bir göstergesi” olduğunu da ekliyor.

Ancak İran’ın giderek artan yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyum stoku gerçeği, risklerin tehlikeli bir şekilde tırmandığı anlamına geliyor. Pentagon yetkilileri ABD’nin çatışmaya sürüklenmesine yol açacak bir gerilimden endişe ediyor.

İsrail, İran’ın nükleer silah edinmesini engellemek için ne gerekiyorsa yapacağına dair uyarılarını artırarak İran’ı vurma riskini alıp almayacağına dair şüpheleri çoğalttı. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu pazar günü yaptığı açıklamada, “herhangi bir tehdide karşı kendimizi savunmak için kendi güçlerimizle ne yapmamız gerekiyorsa yapacaklarını” söyledi.

Silah Kontrol Derneği’nin nükleer silahların yayılmasını önleme politikası direktörü Kelsey Davenport, “İran’ın nükleer programının ne kadar ilerlemiş olduğu göz önüne alındığında, Tahran’ın ABD ve İsrail’in kırmızı çizgilerini aşmadan gerilimi tırmandırabileceği çok az alan var” diyor: “Geçici çözümler için hâlâ bir şans var ama yanlış hesaplama riski giderek artıyor ve gerilimi azaltacak adımlar atılmadığı sürece de artmaya devam edecek.”

Ancak İran’ın tam olarak neyi kabul edeceği, görüşmeleri yeniden başlatan ABD’li ve Avrupalı diplomatların kafasını kurcalayan bir soru.

Avrupalı bir yetkili “İranlılar gerilimi düşürmek için bir şeyler yapmaya istekli mi, bunu öğrenmek istiyoruz” diyor: “Karşılığında bizden ne istiyorlar ve biz bunu vermeye istekli miyiz?”

Başkan Joe Biden’ın öncelikleri, İran’ın talepleri ve taraflar arasındaki güvensizliğin derinliği göz önüne alındığında, geçici bir çözümden daha fazlasını başarılı bir şekilde müzakere etme şansı konusunda şüpheler var.

Rome, “Buradaki amaç, yönetimin diğer önceliklerinin kapsamı ve daha yoğun bir diplomatik çabaya girişmenin getireceği siyasi maliyet göz önünde bulundurulduğunda, bu konunun üstünü örtmek ve Başkan’ın masasından uzak tutmaktır” diyor: “Umut, gerilimi azaltma yolunu izleyerek, başkanlık seçimlerine kadar olası bir patlamayı engelleyebilmeleri.”

Silahlanma elimizin altında

Yüksek oranda zenginleştirilmiş parçacıkların bulunması tüm dünyada alarm zillerinin çalmasına yol açtı. E3 bu ay, bunu “benzeri görülmemiş ve son derece vahim bir gelişme” olarak nitelendirdi.

Diplomatlar ve analistler bunun Tahran’ın kasıtlı bir gerilimi artırma hamlesi mi, yoksa UAEA’nın izleme kapasitesini test etmeye yönelik bir manevra mı, hatta bir kaza mı olduğu konusunda kafa yordular.

İran UAEA’ya parçacıkların “zenginleştirme seviyelerindeki istenmeyen dalgalanmaların” bir sonucu olduğunu söyledi, müfettiş haziranda yaptığı açıklamada, (İran’ın açıklamasının) sağladıkları diğer bulgularla “tutarsız olmadığını” duyurdu.

Ancak soğuk gerçek şu ki İran iki yıldır uranyumu yüzde 60 oranında zenginleştiriyor ve sadece nükleer silah sahibi ülkeler bu seviyelerde zenginleştirme yapıyor.

Uzmanlar genellikle yüzde 90 saflık oranını silahlanma için sınır olarak kabul ediyor. Ancak Davenport, İran’ın en zor teknik adımları çoktan attığını ve şubat ayından bu yana neredeyse üçte bir oranında artan 114 kg’lık stokunu %60’a kadar zenginleştirerek “neredeyse üç bomba” üretebileceğini söylüyor.

Davenport’a göre İran’ın silahlanma riskinin değerlendirilmesinde kritik nokta da bu.

Davenport, “Eğer İran birden fazla bombaya yetecek kadar malzeme üretmek için hızla hareket edebilir ve bu malzemeyi bir dizi gizli bölgeye taşıyabilirse, bu süreci kesintiye uğratmak çok daha zor olacaktır” diye ekliyor: “O zaman İran kendisine nükleer caydırıcılık sağlayacak, sınırlı bir nükleer cephanelik kurma şansı bulur.”

Bu, İran’ın KOEP kapsamında kabul ettiği ve Trump’ın anlaşmayı terk edip ülkeye yaptırım dalgaları uygulamasından bir yıl sonrasına kadar uyduğu şartlardan dramatik bir dönüşüm.

Anlaşma kapsamında İran, verimsiz ve kazaya meyilli nispeten basit IR-1 santrifüjlerini çalıştırıyordu ve yüzde 3.67’den daha fazla zenginleştirme yapmamayı ve zenginleştirilmiş uranyum stokunu 300 kg’da tutmayı kabul etti. Fazlası denizaşırı ülkelere gönderilecekti. İran Fordow’da zenginleştirme yapmıyordu.

Bugün tesislerinde çok daha hızlı bir şekilde zenginleştirme yapmasına olanak sağlayan çok sayıda gelişmiş IR-4 ve IR-6 santrifüjleri ve 4,000 kg’ın üzerinde zenginleştirilmiş uranyum stoku bulunuyor.

İran son aylarda UAEA ile müfettişlerin tesislere kamera yerleştirmesine izin de dahil iş birliğini geliştirme sözü verdi. Ancak E3 “aşamalı ve sınırlı adımların ne yeterli ne de tatmin edici olduğunu” söyledi.

Batılı diplomatlar için uzun süredir devam eden zorluk İran’ın müzakereler konusunda ne kadar ciddi olduğunu ölçmek.

Tahran, Biden’ın göreve gelmesinden sonra KOEP’i canlandırma çabalarının başlamasından bu yana AB arabuluculuğundaki önerileri iki kez reddetti ve Batılı yetkililerin gerçekçi olmadığını söylediği, gelecekteki hiçbir ABD yönetiminin anlaşmayı tek taraflı olarak terk edemeyeceğinin garanti edilmesi gibi taleplerde ısrar etti.

Son diplomatik girişim ağustos ayında durma noktasına geldi. İran daha sonra eylül ayında patlak veren protestoları şiddetle bastırarak ve Rusya’ya insansız hava araçları göndererek Batı’yı daha da çileden çıkardı ve ilişkileri diplere çekti.

Başka bir Batılı diplomat “İran’a güvenemeyiz çünkü 20 yıldır sorulara cevap vermiyorlar” diyor: “Bugün bu kapasiteye sahip değiller . . . [Ama] nükleer bomba olup olmayacağını kimse bilmiyor.”

‘Kedi fare oyunu’

Tahran nükleer programının sivil amaçlı olduğunda ısrar ediyor; Ayetullah Ali Hamaney 2010 yılında nükleer silahları yasaklayan bir fetva yayınladı, ve ek garantiler sağlanırsa KOEP’e geri dönmekten yana olduğunu söylüyorlar.

Son haftalarda diplomatlar ve analistler, Cumhuriyet’in nihai karar mercii olan Hamaney’in bir dizi konuşmasını deşifre ederek tonda bir değişiklik olup olmadığını tespit etmeye çalışıyorlar.

Geçen ay İranlı diplomatlarla yaptığı bir konuşmada “kahramanca esneklik” ifadesini kullanan Hamaney, 2013 yılında Tahran’ın ABD ve diğer dünya güçleriyle geçici bir anlaşma imzalayarak KOEP’in temellerini atmasından aylar önce de aynı ifadeyi kullanmıştı.

Ancak Hamaney aynı zamanda ABD ile düşmanlığın devam edeceğini öne sürdü ve rejimin nükleer faaliyetlerini artırma hamlesini onaylayan 2020 parlamento önergesine desteğini yineledi.

2015’te KOEP’i tasarlayan liderler pragmatistti ve artık iktidarda değiller. Bugün devletin tüm kolları, anlaşmayı eleştiren ve ideolojik olarak ABD ile ilişkiye karşı olan muhafazakârlar tarafından kontrol ediliyor.

Yine de rejim içinden bir kaynak, Tahran’ın yaptırımlarla boğuşan ekonomi üzerindeki baskıyı hafifletme ve Arap rakipleriyle yakın geçmişteki yakınlaşmayı geliştirme arzusuna atıfta bulunarak, Hamaney’in “nükleer bir anlaşma için çerçeve oluşturduğunu” söylüyor.

“İran, dış politikasında gerilimi azaltma arayışında. Reformistler iktidardayken, her zaman meseleleri kendi ellerine alacakları ve ABD ile normalleşmeyi zorlayacakları korkusu vardı” diyor içeriden biri kaynak: “Ama şimdi siyasi sistem muhafazakarların elinde olduğu için böyle bir endişe yok.”

Bununla birlikte, herhangi bir anlaşmanın KOEP’e dayanması gerektiğini ve İran’ın nükleer altyapıya “dokunmaması” da dahil koşullar koyacağını söyleyen kaynak, “gelecek vaatlerinin” işe yaramayacağını da sözlerine ekledi. “Artık bizi daha fazla baskı altına alamayacaklarını biliyor olmalılar. İran’la bir anlaşmaya varamazlarsa nükleer bombaya daha da yaklaşacağız” dedi.

Eski bir İranlı üst düzey yetkili olan ve şu anda Princeton Üniversitesi’nde görev yapan Hüseyin Mousavian, anlaşma olmaması halinde İran’ın yüzde 90 oranında zenginleştirmeye gitmesi, Batı’nın BM yaptırımlarını geri getirmesi ve Tahran’ın Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması üyeliğini askıya almasıyla gerilimin tırmanacağını söylüyor.

Ancak yine de İran’ın KOEP’i canlandırmaya ya da Tahran’ın gerilimi azalttığı ve ABD’nin petrol ve petrokimya ihracatına “gözlerini kapattığı” “daha azına karşılık daha az” bir anlaşmaya varmaya hazır olduğuna inanıyor.

Mousavian, İran’ın ağustos ayında taslak önerileri reddettiğinde, Ukrayna savaşının Avrupa’yı İran petrol ve doğalgazına muhtaç hale getireceği ve Tahran’ın daha iyi bir anlaşma sağlama şansını artıracağı “yanılsaması” içinde olduğunu söylüyor.

Ancak şimdi İran’ın iktidardaki muhafazakarları ekonomiyi kurtarmak istiyor. “1997’den bu yana hep iki grup birbirine meydan okudu; reformistler muhafazakarları, muhafazakârlar reformcuları suçladı. Şimdi ise her şey muhafazakârların elinde. Suçlama oyunu dönemi sona erdi.”

İranlı analist Seyid Leyla, Tahran’ın gelecek yıl yapılacak parlamento seçimlerinden önce de bir tür anlaşma yapmak zorunda olduğunu ve rejimin 2021’deki cumhurbaşkanlığı seçiminde sadece yüzde 49 oy kullanılmasının ardından makul bir katılım sağlamaya hevesli olduğunu söylüyor.

Leyla’ya göre Cumhuriyet, protestoların ardından meşruiyetinin kanıtı olarak İranlıları oy kullanmaya teşvik etmek istiyor. “İnsanların umudunu artırmak için bir şeyler yapılmalı.”

Ancak iki yılı aşkın bir süredir İranlı işadamları ve reformistler umutlarını iç baskıların, muhafazakarları dişlerini sıkarak ezeli düşmanlarıyla bir anlaşmaya zorlamasına bağladılar, ancak iyimserlikleri boşa çıktı.

Johns Hopkins Üniversitesi’nde İran asıllı Amerikalı bir akademisyen olan Vali Nasr, 84 yaşındaki Hamaney’in halefinin İran siyasetinde büyük önem taşıdığını ve dolayısıyla “dini lider dahil hiç kimsenin ABD ile yapılacak yeni bir kötü anlaşmanın siyasi bedelini göze almayacağı” uyarısında bulunuyor.

“Bir kere kandırırsan, ayıp sana. İkinci kez kandırırsan, ayıp bana” diyor Nasr: “İsrail dışındaki tüm tarafların iradesi bir zemin oluşturmak ve etrafına korkuluklar çekmektir.”

Ancak Tahran’ın agresif nükleer programını sürdürmesi gerekiyor çünkü “ellerindeki tek koz bu”.

Nasr, “İranlılar ABD ya da Avrupa’nın kendilerini yüzde 100 rahat hissetmeleriyle ilgilenmiyorlar çünkü o zaman onları unutacaklar” diye ekliyor: “Kedi fare oyununun içindeyiz.”

İran’ın uzun vadeli hedefi

Diplomatlar için kilit soru, nükleer programın genişletilmesinin hâlâ sadece müzakere masasında koz elde etmekle mi ilgili olduğu yoksa daha büyük bir hırsın parçası haline mi geldiği.

Bu bir müzakere taktiği olsa bile, program ne kadar ilerlerse Tahran’ın kazanımlarından vazgeçme karşılığında o kadar fazla şey talep etmesi beklenir.

Washington Yakın Doğu Politikaları Enstitüsü’nden Rome, “Nükleer alanda giderek daha fazla koz biriktirdikçe, evet bir kısmından geri adım atabilirler ama bu onları uzun vadeli hedefleri olan nükleer eşik devlet olarak tanınmaya daha da yaklaştırır” diyor: “Bir kez o noktaya gelindiğinde, bundan vazgeçmeyi tartışmak zor olabilir.”

Zaman da çözümden umutlu olanların aleyhine işleyebilir. Ekim ayında İran’ın balistik füze programına yaptırım uygulayan KOEP maddelerinin süresi doluyor ve bu durum, özellikle de İran, Rusya’ya silah tedarik etmeye devam ederse Batı için hazmedilmesi zor olabilir.

Trump’ın ya da başka bir İran şahininin 2024’te Beyaz Saray’a geri dönme ihtimali de bir başka istikrarsızlaştırıcı faktör olacaktır.

Mousavian şöyle diyor: “Eğer Trump ekolünden biri gelirse zorlama ya da savaş dışında A planı, B planı, KOEP gibi her şey sona erer: “Yanıt bir anlaşmaya varmak için nükleere yönelmek olacaktır.”

Yine de Mousavian, Hamaney dini lider olduğu sürece İran’ın bir silah geliştirmeye çalışmayacağını öngörüyor: “Ama sonrasında ne olacağını kimse bilmiyor.”

DÜNYA BASINI

FT: Suudi Arabistan Trump’ın İsrail politikalarını dengeleyebilir

Yayınlanma

Trump-selman

Financial Times’tan Andrew England’ın kaleme aldığı bu makale, Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemine dair bölgesel beklentileri ve endişeleri ele alıyor. Trump’ın İsrail yanlısı politikalarını dengelemede Suudi Arabistan’ın kilit rol oynayabileceği değerlendiriliyor. Makaleye göre Trump’la yakın ilişkisi ile bilinen Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın diplomatik manevraları, Filistin meselesinin çözümünde merkezi rol oynayabilir. Riyad, Filistin devletine giden bir plan olmadan İsrail ile normalleşmenin mümkün olmayacağını açıkça deklare etmesine rağmen İsrail’in bu çözüme giden yolu kapamış olması ise Trump’ın önündeki en büyük engel…

***

Orta Doğu, Trump’ı dizginlemesi için Suudi Arabistan’a güveniyor

Andrew England

Trump’ın aşırı İsrail yanlısı bir gündem izleyeceğinden korkan Arap ülkeleri, Donald Trump ile ilişkisini ve bölgedeki siyasi ağırlığını kullanarak Suudi Arabistan’ın, Trump’ın Ortadoğu politikalarını dengelemesini umuyor.

Trump’ın kilit pozisyonlara bir dizi ateşli İsrail yanlısı ve İran karşıtı şahin aday atamasının ardından Arap yetkililer yeni yönetimin İsrail’in işgal altındaki Batı Şeria’yı ilhak etme, Gazze’yi işgal etme ya da Tahran’la gerilimi tırmandırma hamlelerini onaylayabileceğinden endişe ediyor.

Ancak yetkililer, Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın Trump ile olan ilişkisini, başkanın finansal anlaşmalara olan ilgisini ve Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki ilişkilerin normalleşmesine yol açacak “büyük pazarlık” yapma arzusunu kullanarak, yeni yönetimin bölgedeki politikalarını yumuşatabileceğini umuyor.

Bir Arap diplomat, “Bölgedeki kilit aktör, Trump’la bilinen ilişkileri nedeniyle Suudi Arabistan, dolayısıyla ABD’nin yapmaya karar verebileceği herhangi bir bölgesel eylemin kilit noktası olacak” dedi.

Bir başka Arap yetkili de Prens Muhammed’in Trump’ın İsrail’in Gazze’de Hamas’a karşı yürüttüğü savaşı sona erdirmeye yönelik politikalarını ve daha geniş anlamda Filistin meselesini etkilemede “kilit” rol oynayacağını ve İsrail’le normalleşme potansiyelini bir koz olarak kullanacağını söyledi.

Yetkili, “Suudi Arabistan, Trump’ın Gazze ve Filistin’le nasıl başa çıkacağını büyük ölçüde etkileyebilir. Bölgedeki pek çok ülke bundan sonra ne olacağı konusunda endişeli” dedi.

Trump’ın ilk başkanlık döneminde, Suudi Arabistan onun “alışveriş odaklı” yönetim tarzını ve bölgesel rakibi İran’a karşı yürüttüğü “maksimum baskı” kampanyasını destekledi. Suudi ajanların 2018’de gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı öldürmesinin ardından diğer Batılı liderler Krallığın fiili liderine soğuk davranırken Trump, Prens Muhammed’in yanında durdu.

Trump, İsrail-Filistin çatışmasını çözmek için “nihai anlaşmayı” yapacağını da iddia etmişti. Ancak damadı Jared Kushner tarafından yürütülen bu planlar başarısız oldu. Filistinliler ve Arap devletleri, önerilerin İsrail lehine fazlasıyla taraflı olduğunu düşündü. Trump ayrıca Filistin’e yardımı kesti, Washington’daki diplomatik misyonlarını kapattı, ABD Büyükelçiliği’ni statüsü tartışmalı olan Kudüs’e taşıdı ve işgal altındaki Golan Tepeleri üzerindeki İsrail egemenliğini tanıdı. Öte yandan, Trump, BAE ve üç Arap ülkesinin İsrail ile ilişkilerini normalleştirdiği “İbrahim Anlaşmaları”na da aracılık etti.

Trump geçen ay bir Suudi televizyon kanalı olan El Arabiya’ya verdiği demeçte başkanlığı döneminde ABD ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin büyük harflerle “MÜKEMMEL” olduğunu söyledi.

“Kral’a büyük saygı duyuyorum, Muhammed’e de büyük saygı duyuyorum; gerçekten harika bir iş çıkarıyor, o tam bir vizyoner” dedi.

ABD Başkanı Joe Biden göreve geldikten sonra Riyad, Trump ile bağlarını sürdürdü. Veliaht Prens Muhammed’in başkanlık ettiği Suudi Arabistan Kamu Yatırım Fonu (PIF), Kushner’in kurduğu özel sermaye fonuna 2 milyar dolar yatırım yaptı.

PIF’in yöneticisi Yasir al-Rumayyan, hafta sonu New York’ta düzenlenen bir UFC dövüşünde Trump ile ön sırada oturdu. Ayrıca, Trump’a ait golf sahaları, PIF’in en dikkat çeken spor girişimlerinden biri olan LIV Golf etkinliklerine ev sahipliği yaptı.

Ancak Prens Muhammed, Biden’ın göreve gelmesinden bu yana Suudi Arabistan’ın bölgesel politikalarını yeniden ayarladı. Riyad, 2023 yılında İran ile diplomatik ilişkileri yeniden kurdu özellikle Hamas’ın 7 Ekim 2023 saldırısının bölgede bir dizi çatışmayı tetiklemesinin ardından sürdürdüğü yumuşama politikası izlemeye devam etti.

Biden yönetiminin, Suudi Arabistan ile ABD arasında bir savunma anlaşmasını içeren üçlü bir anlaşma kapsamında İsrail ile ilişkilerin normalleşmesini hedefleyen planı, savaş nedeniyle sekteye uğrasa da ABD, Suudi Arabistan’ı krize yönelik herhangi bir bölgesel çözümde kritik bir aktör olarak görmeye devam ediyor.

Ancak Riyad, Filistinlilerin ölü sayısı arttıkça İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun aşırı sağcı hükümetine yönelik eleştirilerini sertleştirdi.

Ekim ayında Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Faysal bin Ferhan, Riyad’da düzenlenen bir basın toplantısında, İsrail ile normalleşmenin, “Filistin devletine dair bir çözüm bulunana kadar gündemde olmadığını” söyledi.

Prens Muhammed de geçen hafta Riyad’da düzenlenen Arap ve İslam zirvesinde İsrail’i Gazze’de “soykırım” yapmakla suçlarken, Lübnan’da Hizbullah’a karşı yürüttüğü savaşı ve İran’a yönelik saldırılarını kınadı.

Diplomatlar ve analistler, Veliaht Prens Muhammed’in konuşmasını, Müslüman dünyasının İsrail’in askeri saldırılarını kınamada ve bir Filistin devleti kurulmasına destek verme konusunda birleştiği mesajı olarak yorumladı. Salı günü Riyad, “İsrail’in Batı Şeria üzerinde egemenlik kurmaya yönelik aşırılık yanlısı açıklamalarını” da kınadı.

Trump seçim kampanyası sırasında Orta Doğu’ya barış getirme ve savaşı sona erdirme sözü vermişti. Ancak İsrail Büyükelçisi olarak seçtiği Mike Huckabee ve Orta Doğu temsilcisi olarak atadığı emlak kralı Steven Witkoff da dahil adaylarının çoğu ateşli birer İsrail yanlısı.

Trump, buna rağmen İbrahim Anlaşmaları’nı genişletmek istediğini belirterek Al-Arabiya’ya şunları söyledi: “Çerçeve zaten hazır, tek yapılması gereken bunu yeniden devreye sokmak ve bu çok hızlı gerçekleşebilir. Eğer kazanırsam bu kesinlikle bir öncelik olacak… sadece Ortadoğu’da barışı sağlamak… Bu olacak” dedi.

İbrahim Anlaşmaları’nın genişletilmesinde Suudi Arabistan kilit bir rol oynayabilir. Ancak Arap yetkililer, Trump’ın bunu ancak Netanyahu’ya, Filistin devleti kurulmasına yönelik tavizler vermesi için baskı yaparak başarabileceğine inanıyor. Bu, İsrail Başbakanı’nın şiddetle karşı çıktığı bir mesele.

Bir diğer Arap diplomat ise, “Trump’ın şu anda Ortadoğu’da Suudi Arabistan’dan daha çok ihtiyaç duyduğu başka bir aktör yok. Trump, kendisine sunulmuş hazır anlaşmalardan kredi almayı seven biri. Eğer Muhammed bin Selman ona bir anlaşma sunarsa, bu bir olasılık olabilir, hatta tek olasılık olabilir” yorumunda bulundu.

Arap yetkililer de Gazze’deki yıkımın neden olduğu öfkenin, Filistin davasını yeniden bölgesel gündemin en üst sırasına taşıması nedeniyle Trump’ın Filistinlileri göz ardı etmesinin daha zor olacağını umuyor. Liderler çatışmanın kendi halklarının bazı kesimlerini, özellikle de Prens Muhammed’in ana seçmen kitlesi olan gençleri radikalleştirmesinden endişe ediyor.

İlk Arap diplomat “Trump’ın Gazze’deki savaşı sona erdirmesi gerekecek ve bunu yapmak için de ertesi günü ele alması gerekiyor” dedi: “Filistin meselesine odaklanmadan bölgesel çözüm işe yaramaz. Suudi Arabistan açıkça belirtti ki, bir Filistin devleti kurulmadıkça normalleşme bir seçenek değil.”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat: Rusya’dan hangi karşılık beklenebilir?

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: ABD Başkanı Joe Biden’ın Rusya topraklarına yönelik uzun menzilli füzelerin kullanılmasına izin verme kararı, Rusya’nın olası tepkilerini gündeme taşıdı. İsviçre Genelkurmay Başkanlığı’ndan emekli yarbay ve siyasi ve askeri strateji analisti Ralph Bosshard, Rusya’nın tepkisinin genelde ihtiyatlı ve kademeli olacağını, ancak uluslararası sulardaki veya üçüncü ülkelerdeki İngiliz ve Fransız hedeflerinin vurulabileceğini belirtiyor. Buna karşın, NATO’nun 5. Maddesi’ni devreye sokacak bir saldırının pek olası olmadığı ifade eden Bosshard, Ukrayna’nın Batı’dan aldığı silahlarla elde edebileceği askeri başarıların sınırlı kalacağını, çünkü Rusya’nın buna yönelik hazırlık yaptığını söylüyor. Ayrıca, Rusya’nın komuta merkezlerini sık sık yer değiştirdiğini ve geniş lojistik ağını koruma kapasitesine sahip olduğunu vurgulayan uzman, Batı’nın uzun menzilli silahlarının, savaşın seyrini kökten değiştirme potansiyelinin olmadığını, asıl belirleyicinin Rusya ve Çin liderlerinin kararları olduğunu ifade ediyor. Bosshard’a göre, Biden’ın bu kararını görev süresinin sonunda alması, Trump yönetimini zora sokma ve kendi dönemini daha güçlü bir şekilde kapatma çabası olarak yorumlanabilir. Moskova’nın şu ana kadar temkinli hareket ettiğini belirten Bosshard, Kremlin’in Batı’ya temkinli mesajlar verdiğini ve bu gerilimin medya üzerinden yönetildiğini dile getiriyor.


Rusya’dan nasıl bir askeri karşılık bekleyebiliriz? İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat

Éva Péli, NachDenkSeiten

Görev süresi sona ermekte olan ABD Başkanı Joe Biden, ABD’nin uzun menzilli füzelerinin Rusya topraklarındaki hedeflere karşı kullanılmasına izin verdi. Bu kapsamda, daha önce uygulanan kısıtlamalar kaldırıldı ve Beyaz Saray da bunu resmî olarak teyit etti. İsviçreli askerî uzman Ralph Bosshard, bu kararın muhtemel sonuçlarını NachDenkSeiten’a değerlendirdi.

Éva Péli: Joe Biden’ın bu açıklaması askerî açıdan nasıl değerlendirilmeli? Rusya’dan beklenen askerî tepki nedir ve bu tepki kimlere (ABD, İngiltere, Fransa ya da Ukrayna) yönelebilir?

Ralph Bosshard: Ruslar, Ukrayna topraklarındaki hedeflere dönük saldırıların yanı sıra, uluslararası sularda, denizaşırı varlıklarda ya da üçüncü ülkelerde bulunan İngiliz ve Fransız askerî hedeflerini vurma alternatifine de sahip. Fakat üçüncü ülkelerdeki operasyonlar büyük ihtimalle bazı kısıtlamalarla karşılaşacaktır. Şu ana kadar çatışan taraflar birbirlerinin uydularını hedef almaktan kaçındılar, zira bu durum Pandora’nın kutusunu açabilir. Uydu hedefleme şu an için bir tabu gibi görünüyor. Bu konuda silahlanma kontrolü müzakereleri için fırsatlar bile olduğunu düşünüyorum.

Batı tarafından Ukrayna’ya şu ana kadar sağlanan kısa ve orta menzilli silahlarla Ukrayna, mevcut en acil askerî sorunlarını çözmeyi deneyebilir.

Bu sorunlardan biri, Rusya’nın FAB adı verilen ağır uçak bombalarının, iyi inşa edilmiş saha tahkimatlarını imha etmek için kullanılması. 2014-2022 yılları arasında inşa edilen ve betonla güçlendirilmiş bu tahkimatlar artık Ruslar tarafından her yerde aşılmış durumda. Şimdi ise Ukrayna birlikleri, özellikle yerleşim yerlerinde bu tahkimatları savunarak pozisyonlarını korumaya çalışıyor. FAB bombaları yönlendirme modülleriyle donatılmış olup yaklaşık 70 kilometre uzaklıktan bırakılabiliyor. Ruslar bu bombaları artık oldukça hassas bir şekilde kullanıyor. Bu bombaların taşıyıcıları, taktik bombardıman uçaklarıdır ve bu uçaklar 170-200 kilometre derinlikteki hava üslerinden operasyon düzenler. Eğer bu hava üsleri, Batı menşeli uzun menzilli silahların menziline girerse, Ruslar daha gerideki üslerden operasyon yapmaya başlayacaktır. Moskova’daki Genelkurmay Akademisi’ndeki eğitimim sırasında Su-24 tipi cephe bombardıman uçaklarını hesaba katarak planlama yapıyorduk. Bugün kullanılan Su-34 uçaklarının menzilinin Su-24’lerden çok daha fazla olduğunu söyleyebilirim. Geriye çekilerek operasyon düzenlemek Ruslar açısından sorunsuz olacaktır.

Rusya’nın lojistik destek hatlarını ve cepheye asker taşınmasını kesintiye uğratmak, yalnızca belirli hedef kategorilerine karşı yoğun ve sistematik saldırılarla mümkün. Bunlar, mesela mühimmat veya yakıt depoları gibi tesisler ya da demir yolu ağı olabilir. Ruslar, lojistik tesislerini geniş bir alana yayabilir ve Donbass’taki sıkı demir yolu ağından faydalanabilir. Ayrıca bu ağ, ek demir yolu hatlarıyla daha da güçlendirilebilir. Bu görev, Rusya ordusunda bulunan demir yolu birliklerine ait. Ukraynalıların bu ağı kesintiye uğratması için ciddi bir çaba göstermesi ve çok sayıda füze kullanması gerekecektir. Fakat Ukrayna’nın savaş uçakları ve roketatarlarıyla cepheye ne kadar yaklaşabileceği belli değil.

Bununla beraber yer hedeflerine yönelik saldırılar da karmaşık bir hedefleme süreci gerektirir. Ruslar, geçerli operasyon prosedürlerine göre, komuta merkezlerini günlük olarak değiştirir. Son zamanlarda Rusya’nın komuta merkezlerinin imha edildiğine dair neredeyse hiç haber duymadım.

Temel olarak Rusya ordusunun operasyon prosedürleri, düşman tarafından kısa ve orta menzilli silahların kullanılmasını öngörüyor. Ruslar bu tür bir duruma hazırlanmış durumda ve eğitimlerini buna göre aldılar. Dolayısıyla, Batı tarafından tedarik edilen kısa ve orta menzilli silahlarla Rusya Silahlı Kuvvetlerine baskı uygulanması ancak geçici bir etki yaratacaktır.

İlave olarak, Ukraynalılar, askerlerin moralini artırmak amacıyla sembolik açıdan önemli hedeflere saldırabilirler. Ancak bu tür saldırıların kalıcı bir askerî etkisi olmayacaktır. Bunun aksine, yalnızca askerî hedeflere yönelik saldırıların Ukraynalıların moraline etkisi sınırlı kalacaktır.

Bütün bu süreçte hedeflerin kontrolü Batı’nın –özellikle de ABD’nin– elinde. Ukraynalılar, saldırıların gerçekleşmesi için gerekli olan seyrüsefer, iletişim ve istihbarat araçlarına doğrudan erişime sahip görünmüyor. Özellikle en yeni sistemler için üretici firmalardan teknik destek alınması gerektiği de anlaşılıyor. Bu araçların kullanımıyla Biden, Rusya’nın ilerleyişini yavaşlatabilir ve muhtemel bir çöküşü –en azından Trump’ın göreve başlamasına kadar– erteleyebilir. “Benim gözetimimde olmadı,” anlayışı burada geçerli gibi görünüyor.

Bu kararlar ışığında müzakereli çözüm şansı nasıl değerlendirilebilir?

Bu kararların müzakereli çözüm şansını ciddi ölçüde etkileyeceğini düşünmüyorum. Ukrayna’daki savaşın nasıl ve ne zaman sona ereceğini Batı’nın silah sevkiyatları belirlemeyecek. Batı’nın “mucize silahları” olarak lanse edilen sistemler, Şubat 2022’den bu yana savaşın gidişatında kayda değer bir değişiklik yaratamadı. Daha önce belirttiğim üzere ATACMS, Storm Shadows ve diğer benzeri sistemler de bu savaşın kaderini kökten değiştiremeyecek. Bu savaş, Şi Cinping ve Vladimir Putin’in “tamam yeter” dedikleri zaman sona erecek. Genel manada, Rusya veya Çin ile Batı adına bir savaşa girmeye hazır olan herkesin uyarıyı almış olması gerektiğini düşünüyorum.

Eylül ayında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Batı’nın uzun menzilli silahlarını Rusya’ya karşı kullanmasının, NATO ülkelerinin Ukrayna’daki çatışmaya doğrudan katılımı anlamına geleceğini söylemiş ve şu uyarıda bulunmuştu: “Eğer savaşı Ukrayna topraklarından Doğu’ya taşırlarsa, savaş orada sona ermeyecek; zira savaş Batı’yı da içine alacak.”

NATO’nun, Putin’in öngördüğü bu muhtemel tepkiye nasıl hazırlanacağı büyük bir soru işareti. Şu anda Fransızlar ve İngilizler açısından, Bab el-Mandeb Boğazı ya da İran kıyıları civarındaki sularda savaş gemilerini konuşlandırmaktan bir süreliğine kaçınmak daha uygun olabilir. Hatta diğer deniz bölgelerinden de uzak durmaları gerekebilir. Bunun yanı sıra, Batı Avrupa’daki deniz tabanında bulunan tesislere karşı dikkatli olunması gerektiğini özellikle vurgulamak isterim.

Almanya’nın kendi topraklarına dönük bir saldırı beklentisi içinde olmadığını, sivil savunma alanında neredeyse hiçbir tedbir alınmamış olmasından anlayabiliriz. Halka, evlerinin bodrumlarını temizlemeleri ve kendilerine bol şans dilemeleri yönünde tavsiyeler dışında, Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius’un (SPD) elle tutulur bir hazırlık sunmadığı aşikâr. Oysa, bir ülkeye ve halkına zarar vermek için artık çok daha farklı araçlar mevcut.

Uzun zamandır Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un daha akıllı bir strateji izlediğini düşünüyorum. Kendisi, gereksiz yere ve erken bir dönemde risk alarak öne çıkmaktan kaçınıyor. Ancak ne yazık ki etrafında zayıf bir hükûmet ekibi var. Geçtiğimiz yıl Federal Meclis’te eleştirdiğim Ulusal Güvenlik Stratejisi, son derece zayıf bir metindi. Ama o zaman bile CDU/CSU muhalefetinin sunacak daha fazla aklı yoktu.

ABD Başkanı Joe Biden, daha önce bu tür füzelerin Rusya’daki hedeflere karşı kullanılmasına izin vermeyeceğini belirtmişti, zira bunun üçüncü dünya savaşına yol açabileceğinden endişe duyuyordu. Fakat görev süresinin sonlarına yaklaşırken, Biden’ın artık böyle bir senaryodan korkmadığı anlaşılıyor. Peki, bu süreçte ne değişti?

Biden’ın bu kararı, Trump ekibi ile Putin yönetimi arasında halihazırda yapılmış olması muhtemel anlaşmayı bozmayı amaçlıyor. Bu stratejiyle, Putin’in öyle bir tepki vermesi hedefleniyor ki, bu tepki Trump’a savaşın devam etmesinden başka bir seçenek bırakmasın. Şu anki durumda Ruslar, Amerikan tesislerine veya birliklerine saldırmaktan kaçınıyor; böyle bir adımın Trump yönetimiyle ilişkileri doğrudan etkileyebileceğini biliyorlar.

Fransa ve İngiltere’nin bu denkleme dahil edilmesi, savaşın Trump’ın göreve gelmesinden sonra da devam etmesini garanti altına alma stratejisinin bir parçası. Biden, bu noktada Fransa ve İngiltere’nin büyük güç olma heveslerini ustaca kullanıyor. Ancak hem Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron hem de İngiltere Başbakanı Keir Starmer, Rusya’nın muhtemel misilleme hamlelerinin, Trump’ın göreve başlamasından sonra özellikle onları hedef alacağının farkında. Bu nedenle, durum ciddileştiğinde İngiltere ve Fransa’nın, deyim yerindeyse, “görünmezlik moduna geçeceğini” düşünüyorum.

Rusya’nın mevcut stratejisinde NATO’nun 5. Madde’sini (bir üyeye yapılan saldırının tüm NATO üyelerine yapılmış sayılmasını öngören madde) devreye sokacak bir durumdan kaçınması önemli. Bu nedenle Rusya, NATO topraklarında herhangi bir hedefe saldırmayacaktır. Bunun yerine, İngiltere ve Fransa’nın ana vatanı dışındaki tesislere saldırılar düzenleyerek, bu ülkelerin güçlerini koruyamayacaklarını göstermeye çalışabilir. Nitekim, Rusya’nın birkaç gün önce Ukrayna’daki hedeflere dönük kombine füze ve drone saldırılarını yeniden başlatması, Moskova’nın misilleme yeteneğini açıkça ortaya koyuyor. Üstelik bu saldırılar, iyi korunan hedeflere karşı dahi başarılı bir şekilde yapılabiliyor. Bu da Rusya’nın mevcut gelişmeleri önceden öngördüğünü ve buna hazırlıklı olduğunu gösteriyor.

Açık konuşmak gerekirse, ABD’nin Rusya’ya, belirli saldırılardan önce uygun kanallar aracılığıyla uyarılarda bulunması bile beni şaşırtmaz. Bu tür bir iletişim, savaşı daha büyük bir tırmanıştan koruma amaçlı bir tedbir olabilir.

Genel olarak Kremlin’in her zamanki gibi, temkinli ve ihtiyatlı bir şekilde tepki vereceğini düşünüyorum. Ancak Putin’in basında zaman zaman “nükleer tehdit” kartını oynaması, Biden’ı başarısız bir lider gibi gösterme stratejisinin bir parçası. Bu durum, Biden’ın sırf egosu uğruna, görev süresinin son anlarında bir nükleer savaşı riske atmış bir başkan olarak algılanmasına neden olabilir. Öte yandan Trump, bu retoriği kullanarak kendisini barışın ve gerilimi düşürmenin mimarı olarak sunabilir. Bu da Trump’ın söylemsel bir üstünlük elde etmesine yol açabilir. Lütfen, benden Biden’ın liderlik becerilerine övgüler dizmemi beklemeyin. Bu bağlamda, onun kararlarının stratejik etkisi tartışmaya aşikâr.

Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy’in, ABD Başkanı Joe Biden’ın uzun menzilli füzelerle ilgili kararını medyada duyurmasından rahatsız olduğu iddiaları basında geniş yankı buldu. Uzmanlar, bu açıklamayı ABD yönetiminin Rusya’yı saldırılardan önce bilgilendirerek bir tırmanışı önleme çabası olarak yorumluyor. Peki, bu durum nasıl değerlendirilmeli?

Burada Zelenskiy için “isteğe göre bir menü” hazırlanmadığını açıkça görebiliyoruz. Ukrayna’nın lideri, kendisine sunulan yardımı olduğu gibi kabul etmek zorunda. “Büyük aktörler” sahnede kararları alırken, Ukrayna ancak bu oyunun bir parçası olabilir. Biden, bir yandan gerilimi artıracak bir açıklama yaparken, diğer yandan tansiyonu düşürme çabası içinde görünüyor. Kararını kamuoyuna duyurarak, esasen Rusya’ya dolaylı bir uyarı göndermiş ve onları bir nebze rahatlatmış oldu. Biden, bu saldırıların Zelenskiy’in istediği gibi sürpriz bir şekilde gerçekleştirilmesine izin verebilirdi; fakat bu, şu anki stratejiyle uyuşmuyor.

Bu durum, günümüz savaşlarının “medya savaşı” karakterini bir kez daha gözler önüne seriyor. Batı, medya hakimiyetinin her savaşta üstünlük sağlayacağını varsayıyor. Bu anlayış büyük ölçüde, ABD’nin Vietnam Savaşı’ndan kalma travmasına dayanıyor. Ancak bu medya savaşı içinde, Ukrayna lideri Zelenskiy’in stratejik kararlarının Rusya’nın lehine olabilecek etkiler doğurabileceği bir gerçek. Örneğin, Çernigov oblastına (Ukrayna ordusunun Kuzey Harekât Komutanlığı’nın önemli bir merkezi) asker kaydırılması, mevcut durumu Zelenskiy açısından daha da kötüleştirebilir.

Bu aşamada Ukrayna’nın, moral artırıcı bir başarıya ihtiyacı var. Bunun için Rusya’ya birkaç füze saldırısı gerçekleşebilir ve bu saldırılar daha sonra stratejik zaferler olarak lanse edilebilir. Ancak bu hamlelerin kalıcı bir askerî etkisi olup olmayacağı belli değil. Öte yandan, Trump ve Kuzey Kore güçleri hakkındaki spekülasyonlarla bir “ihanet hikayesi” hazırlığının şimdiden yapılmış olması dikkat çekici.

Biden’ın kararını basın yoluyla duyurması, aslında planın en kritik parçalarından biriydi. Bu ilan, Biden’ın başkanlık dönemi boyunca elde ettiği zayıf başarı karnesini toparlama çabasının bir parçası. Kabil’deki kaotik çekilme sonrası yaşanan utanç verici süreç, Biden’ın hanesine yazılmıştı. Buna rağmen, 2021’in aralık ayında Rusya’nın sunduğu güvenlik garantileri teklifini küçümseyip reddetme cesaretini göstermişti. Şubat 2022’den itibaren ise, ABD’nin Kiev’deki müttefikinin darbeler almasına seyirci kalmak zorunda kaldı. Şimdi, kalan iki aylık görev süresinde, bu tabloyu tersine çevirmek ve daha iyi bir izlenim bırakmak için çabalıyor.

Fakat Biden’ın, dünyayı bir nükleer savaşa sürükleme gibi bir niyet taşımadığı bariz. Bu, Biden’ın planlarının bir parçası değil. Bilakis, mevcut hamleleri hem içeride hem de uluslararası arenada itibarını artırmaya yönelik bir girişim olarak okunmalı.

Biden’ın uluslararası sahnedeki zayıflığı, yakın zamanda Peru’daki zirvede daha da belirgin hale geldi. Aile fotoğrafında Biden’ın arka ve dış köşelere yerleştirilmesi, sembolik olarak onun düşen önemini gözler önüne serdi. Üstelik, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in, Trump ile iyi bir şekilde çalışabileceğini söylemesi, Biden’a dolaylı bir mesaj göndererek onunla artık çalışmak istemediğini ima etmişti. Bu durum, Biden’ın uluslararası alandaki pozisyonunu daha da zayıflattı.

Biden, görev süresinin kalan iki ayında daha fazla aşağılanmak istemiyorsa, şimdi hızlı ve etkili hamleler yapmak zorunda. Kendi döneminin, özellikle Jimmy Carter’ın başkanlığının son dönemine benzeyen bir şekilde sona ermesini istemediği belli.

Biden’ın ABD’nin uzun menzilli silahları için genişletilmiş hedeflerine ilişkin kararını hangi biçimde aldığına dair bilginiz var mı? Bu bir başkanlık kararnamesi, resmi bir hükümet kararı ya da yalnızca Kiev’e (ve kiminle) yapılan bir telefon görüşmesi şeklinde mi? Ve bugüne kadar silahların menzil sınırlaması nasıl sağlandı, yalnızca teknik bir yöntemle mi yoksa bir emirle mi?

Bu tür detayları elbette yalnızca doğrudan taraf olanlar bilir. Ancak kararın uygulanmasının üçlü bir işbirliğiyle gerçekleştirilmesi muhtemel. Amerikan, İngiliz ve Fransız askerleri saldırıları muhtemelen birlikte planlayacak. NATO kurumlarının bu süreçte pek bir etkisinin olacağını düşünmüyorum. Zira tecrübelere göre, büyük devletler stratejik varlıklarını paylaşmayı tercih etmez; bu, genelde herkesin kendi önceliğine göre hareket ettiği bir alan. Bu kapsamda özel harekât birlikleri, stratejik silahlar, uydu ve istihbarat bilgileri gibi yalnızca hükümet düzeyinde erişilebilen araçlar yer alır. Dolayısıyla, bu tür bir işbirliğinin halihazırda kurulmuş olması pek muhtemel değil. Belki bu süreç sıfırdan oluşturulmak zorunda kalabilir.

Şimdi bir hedefleme süreci başlatılması gerekiyor. Bu süreç, durum değerlendirmesinden hedef seçimine ve etkinlik analizine kadar uzanıyor. Bunun içinde istihbarat toplama, iletişim ve navigasyon uyduları yer alıyor. Bu uyduların bazıları muhtemelen doğru yörüngeye henüz yerleştirilmiş değil. Hazırlık çalışmalarına elektronik harp alanındaki tedbirler de dâhil. Geçtiğimiz ay Rusya’nın birkaç şehrinde bizzat şahit oldum ki, Ruslar GPS sinyallerini engelliyor ve hatta zaman zaman yanıltıcı sinyaller yayıyor. Yani, GPS cihazları yanlış konumlar tespit ediyor. Bu sapmaların 15 kilometreye kadar ulaştığını gözlemlemiştim.

Tüm bu süreç, devlet başkanlarının ya da başbakanların –Biden, Starmer ve Macron’un– silahlı kuvvetlerin başkomutanı sıfatıyla verdiği bir planlama talimatını gerektiriyor. Ön hazırlıkların, yani muhtemel planların ne kadar ilerlemiş olduğuna bağlı olarak, oldukça uzun sürebilecek bir planlama sürecinin başlatılması gerekebilir. Hangi hedeflere saldırılacağı konusunda Ukraynalılar belki önerilerde bulunabilir ama son söz büyük ihtimalle Amerikalılar, İngilizler ve Fransızlara ait olacaktır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Gideon Levy: Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız İsrail’in en köklü gazetelerinden Haaretz’de yayınlanan köşe yazısında İsrail’in Gazze’deki katliamları karşısında İsrail toplumunun etik ve ahlaki olarak nasıl dönüştüğü/dönüştürüldüğü anlatılıyor:

***

Siyonistlerin yeni ideali: Gazze Savaşı’ndan utanmayan bir İsrailli nesil

Gideon Levy

“Teachers for Change” (Değişim İçin Öğretmenler) adlı bir kuruluşun CEO’su ve eğitimci olan Yair Weigler, yedek kuvvetlerdeki uzun süreli görevinden yeni döndü.

“Gazze Şeridi’ndeki çeşitli mahallelerde ve mülteci kamplarında faaliyet gösterdik, biraz da plajlarında vakit geçirdik, ardından Lübnan’da göreve devam ettik… Aramızda yerleşimciler, Tel Avivliler, 2005’te [Gazze Şeridi’ndeki] Katif Bloğu’ndan tahliye edilenler vardı; silah arkadaşlarıydık, eğitimciler ve yüksek teknoloji çalışanlarıydık… tek bir tank bölüğüydük” dedi şiirsel bir dille, sanki ordudan sonra yurtdışında bir geziye çıkıp dönen genç bir adam gibi, ziyaret ettiği yerleri övüyordu. Ah, Şucaiye, ah, ne birlik ama. Ne ordu ne halk.

Eski Başbakan Naftali Bennett, eğitimcinin sözlerini paylaşmakta gecikmedi: “İsrail’de bir aslanlar kuşağı doğdu. Hiç şüphem yok ki bu çocuklar, savaşçılar ve yedekler, sivil hayata daha idealist, daha merhametli insanlar olarak dönecekler ve önümüzdeki 50 yıl boyunca bu ülkeyi yeniden inşa edecek insanlar onlar olacak. Umut var!”

Eğer Bennett’ın küçük örme kipasıyla sergilediği aşırı duygusallığı bir kenara bırakırsak bile, şaşkın ve çaresiz gözlerimizin önünde cereyan eden kaostan dehşete düşmemek elde değil. Yedi yirmi dört. Etnik temizlik ve toplu katliam artık birer ideal; savaş suçları ise daha değer odaklı ve “iyi” siviller yaratıyor. Bennett’ın anlayışında umudun anlamı işte bu.

İnanmakta güçlük çekiyor insan. İsrail’de bir öğretmenin yedek görevindeki son derece sorunlu deneyimlerini böyle ifade ettiğini, ılımlı sağ kanadın liderlerinden alternatif için umut olan birinin ise bu şekilde tepki verdiğini okuyoruz. 2024 İsrail’inde, ordunun Gazze ve Lübnan’da yaptıklarıyla ilgili bir özeleştiri işareti görmek şöyle dursun artık suçlar ve vahşet birer ideal düzeyine yükseltiliyor. Vatandaşlık derslerinde artık, on binlerce kadın ve çocuğun katledilmesinin nasıl bir “değer” haline geldiği tartışılacak. İşte bir toprak parçasını yok edip İsraillileri daha iyi vatandaşlar haline getirmenin yolu budur. Soykırım, bir eğitim atölyesi olarak sunuluyor.

Suçluluk duygusu, bir hesaplaşma veya etik sorgulamalar bekleyen herkes tam tersini buluyor. Yaptıklarından dolayı travma yaşayan, bitmek bilmeyen kâbuslar gören, işlediği vahşetler yüzünden uykusunda çığlık atan bir nesil bekleyenler, ulusal gururla karşılaşıyor. Siyonist ideal artık Gazze’de süren savaş. Uluslararası mahkemelerde tanımlanmayı bekleyen korkunç bir suç, tüm dünyanın haklı olarak dehşetle izlediği bir savaş, şimdi bir “değer” olarak yüceltiliyor. Burada bir aslanlar kuşağı doğdu.

Bu aslanlar kuşağı, bir an bile yaptıklarıyla yüzleşmeye cesaret edemeyecek kadar korkak. Bastırma ve inkârı anlamak mümkün. Sonuçta bunlar olmadan, böylesine anlamsız ve dizginsiz bir savaş sürdürülemezdi. Ancak İsrail bunu daha akıl almaz bir noktaya taşıdı.

Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı. Subaylar kameraların önünde Gazze’deki yıkıntılar arasında göğsünü kabartarak yürüyor. Etrafında, tüm bu yıkımın anlamını sorarak mesleğinin itibarını kurtaracak tek bir muhabir bile yok. Bunun amacı neydi, yasal dayanağı neydi, ahlaki boyutu neydi? Bize böyle bir yıkımı gerçekleştirme yetkisini veren neydi? Toprak yolda, koltuk değnekleriyle, tekerlekli sandalyelerde, açlıktan bitap düşmüş eşeklerin çektiği arabalarla gidip gelen, TV muhabiri Ohad Hamo’nun soracağı herhangi bir soruya bir damla su karşılığında yanıt vermeye hazır insanların oluşturduğu konvoylar var ve bu, Hamo’nun mesleki gururunu destekleyen bir gazetecilik başarısı olarak adlandırılıyor.

Rus televizyonunun Ukrayna’dan böylesi utanç verici bir görüntüyü yayınlamaya cesaret edebileceği şüpheli. Belki orada utanç buna engel olabiliyor. Burada ise utanma hissi yok. Ne Hamo, ne Kanal 12, ne medya, ne Weigler ne de Bennett’in söylediklerinde…

Mesele sadece İsrail’in utanma duygusunu kaybetmiş olması değil. Yaptıklarıyla gurur duyuyor. İsrailliler savaşı sadece gerekli bir kötülük olarak görmüyor, bizi bununla yaşamaya mahkûm eden bir durum olarak değerlendirmiyor. Şimdi savaş, bir değer modeli – pedagojik bir şiir olarak sunuluyor. Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki sürgün ve güneyindeki katliam birer ulusal miras olarak tanıtılıyor, yakında fotoğraf albümleri ve müzelerle birlikte gelecek. Bunu telafi etmek çok daha zor olacak.

Bennett, vicdanı ve pusulası olmayan bu aslanlar kuşağının önümüzdeki 50 yıl boyunca ülkeyi inşa edeceğini vaat ediyor. Hayal edin. Bekleyip göreceğiz.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English