Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Fransa’da solcu Yeni Halk Cephesi için sırada ne var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Fransa’da seçimlerden birinci parti çıkmasına rağmen Emmanuel Macron tarafından hükümet kurmasına izin verilmeyen sol koalisyon Yeni Halk Cephesi (NFP), Barnier hükümetini deviren ana unsurlar arasında yer alıyor. Ama tüm güçlü görüntüsüne rağmen, NFP hem içsel gerilimlerden muzdarip, hem de kendi programını uygulayabilecek bir çoğunluktan yoksun. Aşağıda çevirisini verdiğimiz analiz, bütünlüklü bir söylem üretemeyen NFP’nin muhtemelen bölüneceğine ve Le Pen liderliğindeki Ulusal Birlik’in (RN) öne çıkacağına işaret ediyor.


Yeni Halk Cephesi için sırada ne var?

Philippe Marlière
Dissent
9 Aralık 2024

Temmuz ayında Fransa’da yapılan erken genel seçimlerde sol partilerin koalisyonu Yeni Halk Cephesi (NFP) birinci gelerek Ulusal Mecliste 193 sandalye kazandı. Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’u destekleyen merkezci blok 166, aşırı sağcı Ulusal Birlik (RN) 142 ve merkez sağ Cumhuriyetçiler kırk yedi sandalye elde etti.

Üç tartışılmaz gerçek göze çarpıyor. Birincisi, Macron’un iktidar koalisyonu seçimi kaybetti. İkincisi, Macroncuların ve solcuların belirleyici ikinci turda taktiksel oy kullanmaları ve stratejik olarak adaylarını geri çekmeleri, ilk turda en fazla oyu alan RN’nin seçimi tamamen kazanmasını engelledi. Bu “cumhuriyetçi cephe” stratejisi tüm beklentilerin ötesinde işe yaradı: RN, tüm partiler arasında en fazla oyu almasına rağmen sandalye sayısı bakımından üçüncü oldu. Sonuç olarak, seçim askıda bir parlamento ile sonuçlandı ve siyasi bir muamma yarattı. NFP Ulusal Mecliste en fazla sandalyeyi kazandı ama mutlak çoğunluktan neredeyse 100 sandalye eksik kaldı.

Manevra alanı sınırlı olan NFP, devlet memuru Lucie Castets’i başbakan adayı olarak öne sürdü. Ağustos ayında Macron, hükümetinin derhal bir güvensizlik önergesine boyun eğeceği gerekçesiyle Castets’in adaylığını reddetti. Bu, cumhurbaşkanının anayasal yetkilerinin tartışmalı bir yorumuydu. Bir NFP hükümetinin hızla gensoru alıp almayacağı ya da uzlaşmaya zorlandığında çöküp çökmeyeceği önemsizdir. Oylarını aşırı sağı yenmek için kullanan vatandaşlar bunu öğrenmeyi hak etti.

Gerçek şu ki Macron emeklilik reformunun geri alınmasını istemedi, bu yüzden sağa döndü ve Avrupa Birliği’nin eski Brexit baş müzakerecisi Michel Barnier’i atadı. Barnier, oyların yüzde 5,4’ünü alan ve cumhuriyetçi cephe stratejisine katılmayı reddeden bir parti olan Cumhuriyetçiler’in bir üyesi. Başında bulunduğu azınlık hükümetinin hiçbir siyasi meşruiyeti, birliği ve solu görevden uzak tutmak dışında gerçek bir amacı yoktu.

Ekim ayında Barnier, hükümetinin kamu açığını GSYİH’nin yüzde 6,1’inden yüzde 5’ine çekmeyi amaçlayan 2025 bütçe tasarısını sundu. Tasarı vergi artışları ve yarısı devlet bütçesinden, geri kalanı sosyal güvenlik ve yerel yönetimlerden karşılanmak üzere 40 milyar Avroluk harcama kesintisi içeriyordu. Ulusal Mecliste tasarıyı ileriye taşıyacak çoğunluğa sahip olmayan Barnier, başbakanın oylama olmaksızın yasa çıkarmasına olanak tanıyan Anayasanın 49.3 maddesini kullanmak zorunda kaldı. Solun gensoru önergesi vermekten başka çaresi kalmamıştı. Barnier’in RN’nin kilit bütçe taleplerini kabul etmesine rağmen Marine Le Pen, 4 Aralık’ta hükümete güvensizlik oyu vermek için solla birlikte oy kullanmaya karar verdi. Bu, 1962’den bu yana ilk başarılı gensoru önergesiydi ve Barnier, 1958’de Beşinci Cumhuriyet’in başlangıcından bu yana en kısa süre görev yapan başbakan oldu.

Barnier hükümetinin düşmesinden bir gün sonra Macron canlı yayına çıkarak 2027’deki görev süresinin sonuna kadar iktidarda kalacağını ve kısa süre içinde yeni bir başbakan atayacağını söyledi. Bu da sola bir hükümet kurma ya da en azından bir koalisyona katılma şansı verdi. Geçen yaz sol, Ulusal Meclis’teki en büyük bloğu kazanmasının ardından göreve getirilmediği için anlaşılabilir bir şekilde öfkeliydi. Boyun Eğmeyen Fransa (LFI, NFP koalisyonundaki en radikal parti) lideri Jean-Luc Mélenchon, Macron’un seçimi “çaldığını” ilan etti ve cumhurbaşkanının görevden alınması çağrısında bulundu. Yine de NFP muhalefette kalmaya devam etti.

Bundan sonra ne olabileceğine dair üç olasılık var. Birincisi bir NFP hükümeti. Macron solun hedeflerine derinden karşı çıkmaya devam ettiği için bu en az olası senaryo. Sol bir hükümet, milletvekillerinin yüzde 70’i aşırı sağcı değilse bile muhafazakâr iken ilerici yasaları nasıl geçirebilir? Bu, NFP’nin cevabını bulamadığı zor bir soru. İkincisi, Macroncular ve Cumhuriyetçilerden oluşan bir koalisyona liderlik etmesi için bir Barnier 2.0 atanması. Böyle bir atama halkın öfkesini daha da artırabilir ve kaçınılmaz olarak Macron’un göze alamayacağı yeni bir güvensizlik oylamasına yol açabilir.

Üçüncü olarak, merkez soldan bir ismin liderliğinde bir koalisyon hükümeti kurulabilir. Sosyalist Parti (PS) lideri Olivier Faure, sağ ile uzlaşmaya açık solcu bir başbakanın atanabileceğini ima etti. Bu kişi, gensoruya karşı dokunulmazlık karşılığında 49.3. Maddeyi kullanmadan hükümet etmeye kararlı olacaktır. Burada bir sorun var: PS’den bazıları bir koalisyon hükümetini kabul edecek ama LFI bunu reddedecektir. Bu durum NFP ortakları arasında büyük gerilimlere yol açabilir ve hatta koalisyonu bölebilir.

Sosyalist ve Macronist milletvekillerinin toplam sayısı (Macron’un merkezci müttefikleri de dahil olmak üzere) 252’yi bulacaktır ki bu da mutlak çoğunluğun (289) altında kalacaktır. Fakat Cumhuriyetçiler yeni koalisyona karşı çekimser oy kullanırsa bu yeni azınlık hükümeti işleyebilir; LFI ve RN birlikte hükümeti düşürmek için yeterli oya sahip olmayacaktır. PS böyle bir koalisyon hükümetine ancak yeterli sayıda Yeşil ve Komünist milletvekilinin de katılması halinde katılacaktır; Sosyalistler NFP’yi yıkan güç olarak görülmek istemiyorlar. Bu dağınık ve oldukça olasılık dışı senaryo, solun şu anda siyasi etki için en iyi şansı olabilir.

Birleşik Bir Sol

NFP, Macron’un Ulusal Meclisi feshetmesinin ardından 13 Haziran’da kuruldu. Fransız solunun dört ana partisinden oluşuyor: PS, Ekolojistler, Komünist Parti (PCF) ve LFI. Mayıs 2022’de parlamento seçimleri öncesinde kurulan ve LFI’nın Hamas’ı terör örgütü olarak sınıflandırmayı reddetmesinin ardından Ekim 2023’te dağılan Yeni Ekolojik ve Sosyal Halk Birliğine (NUPES) benzer bir seçim ittifakı.

NFP, adaylarından radikal bir sosyal demokrat platformu desteklemelerini istedi: Macron’un emeklilik yaşını 62’den 64’e çıkaran emeklilik reform yasasını çöpe atmak; asgari ücreti ve kamu sektörü maaşlarını artırmak; temel gıda maddeleri ve enerji fiyatlarını dondurmak ve tüm bunları finanse etmek için bir servet vergisi getirmek ve en yüksek gelirlilerin gelir vergilerini artırmak.

NUPES ve NFP koalisyonları kısmen Sosyalistlerin son dönemde sola dönmesiyle mümkün oldu. Bir zamanlar baskın bir siyasi güç olan PS, Sosyalist seçmenlerin büyük bir kısmının Macron ya da Mélenchon için partiyi terk etmesiyle 2017 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ezici bir yenilgiye uğradı. Buna karşılık Olivier Faure, ekonomi ve kanun ve düzen konularında sürekli sağa kayan François Hollande’ın cumhurbaşkanlığından uzaklaştı. Bu değişim faydalı oldu: PS geçtiğimiz haziran ayında yapılan Avrupa seçimlerinde tüm sol partiler arasında en fazla oyu aldı ve temmuz ayında Ulusal Meclisteki milletvekili sayısını ikiye katladı.

Sosyalistlerin bu göreceli yükselişi, Mélenchon’un popülaritesi düşerken gerçekleşti. İki yıl önce NUPES, başbakanlık için LFI liderinin arkasında toplanmıştı fakat bu kez partinin ortakları onun adaylığını kesin bir dille reddetti. Yarım asır önce François Mitterrand’ın PS’sinde yaşananlara benzer bir duruma tanıklık ediyor olabiliriz. Parti 1972’de, o zamanlar solun hakim partisi olan PCF ile bir seçim anlaşması yapmıştı. 1978’deki parlamento seçimlerinde PS, Komünistlerden daha fazla oy almıştı. Mitterrand’ın stratejisi plana uygun olarak işledi: solun birleştiği bir ortamda seçmenler daha ılımlı olan partiyi tercih etti.

Son seçimlerde birinci parti çıkmasına rağmen, sol azınlık bir güç olmaya devam ediyor. Kamuoyu yoklamaları ve akademik araştırmalar Fransa’nın göç, cinsellik, cinsiyet eşitliği ve idam cezası gibi konularda eskiye kıyasla daha liberal ve daha hoşgörülü olduğunu gösteriyor. Fakat bu eğilim sandıkta sola destek olarak yansımadı. Aksine, solun gücü azaldı. 2012’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda sol adaylar birlikte oyların yüzde 44’ünü almıştı. Bu oran 2022’de yüzde 32’ye düştü. Son yedi yıldır muhalefette olmasına rağmen sol, seçimlerde toparlanma belirtisi göstermiyor. 2024 yasama seçimlerinde NFP’nin dört partisi ilk turda oyların yüzde 28,1’ini, ikinci turda ise yüzde 25,7’sini aldı. Bu rakamları RN’nin ilk turda aldığı yüzde 33,2 ve ikinci turda aldığı yüzde 37 oyla karşılaştırın. Oyların üçte birinden azını alan birleşik sol gerçekten de bir azınlık bloğu.

Dahası, RN’ye verilen destek sosyal kategoriler arasında sola verilen desteği aşıyor. Avrupa Parlamentosu ve 2024 seçimlerinden sonra yayınlanan bir araştırma, özel sektör çalışanlarının yüzde 23’ünün parlamento seçimlerinde NFP’ye oy verirken, yüzde 42’sinin RN’ye oy verdiğini gösteriyor. Mavi yakalı işçilerin yüzde 22’si NFP’ye, yüzde 41’i ise RN’ye oy verdi. İşçilerin büyük bir kısmı oy kullanmıyor, fakat bu grubun seçimlere katılımının solun oy oranını artırıp artırmayacağını göreceğiz. RN son zamanlarda beyaz yakalı mesleklerde de başarılı olmaya başlamıştır. Kamu sektörü çalışanları arasında (solun geleneksel kalesi) sadece öğretmenler hâlâ solu destekliyor. Kamu sektörü çalışanlarının yüzde 36’sı RN’ye, yüzde 25’i ise NFP’ye oy verdi ki bu da geleneksel olarak kamu hizmetlerini savunan bir sol için endişe verici bir eğilimdir. Kamuoyu yoklamaları halkın bu hizmetlere talep gösterdiğini ama seçmenlerin çoğunluğunun solun bu hizmetleri iyileştireceğine ya da modernize edeceğine güvenmediğini ortaya koyuyor.

Mélenchon Sorunu

Jean-Luc Mélenchon 1976’dan 2008’e kadar PS üyesi ve parti yetkilisiydi ve Lionel Jospin hükümetinde bakanlık yaptı. Mitterrand’ın en yorulmaz savunucusu olan Mélenchon, özünde Fransız cumhuriyetçiliğinin değerlerinden ilham alan bir sol milliyetçi. Sosyal ve ekonomik konularda ise bir sosyal demokrat. Bugün yaygın olarak aşırı solcu bir politikacı olarak kabul edilen Mélenchon’un retorik radikalizmi, PS’nin sürekli sağa kaymasıyla açılan seçim alanından faydalanma stratejisinin bir parçasıdır. Üç etkileyici başkanlık kampanyasından sonra Mélenchon’un popülaritesi azalıyor gibi görünüyor. Fakat yine de sol siyaset üzerindeki sıkı kontrolünü sürdürüyor.

Mélenchon, üyelerinin yönetim organlarını seçme ya da önemli kararlara muhalefet etme yetkisi bulunmayan bir hareket olan LFI’nın kendi kendini tayin eden lideridir. Son zamanlarda iç demokrasinin yokluğunu kınayan LFI üyeleri sert sonuçlarla karşılaştı. Özellikle Mélenchon’un PS yıllarındaki iki tarihi müttefiki Alexis Corbière ve Raquel Garrido, feminist ve radikal sol bir figür olan Clémentine Autain ve kuzey Fransa’nın beyaz işçi sınıfı bölgesinden milletvekili seçilen tanınmış bir gazeteci olan François Ruffin olmak üzere, 2024 yasama seçimleri öncesinde birçok yüksek profilli milletvekili eleştirel yorumlarda bulunduktan sonra hareketten ayrıldı ya da tasfiye edildi.

Mélenchon 2008’den bu yana radikal solun farklı kesimlerini seçim koalisyonlarına dahil ederek birleştirmeye çalıştı. 2016’da halk ile elit kesim arasındaki bölünme teorisine dayanan popülist bir strateji benimsedi. Bugün Mélenchon’un sistem karşıtı söylemi, pek çok kişinin de belirttiği gibi, aşırı sağın repertuarı ile benzerlikler taşıyor. RN’den farklı olarak LFI ırkçılıkla mücadele ediyor ve çok sayıda kişi için sosyal reformları teşvik ediyor. Ama her iki parti de “elitlere” karşı aynı abartılı dili kullanıyor, siyasi kişilikleri (genellikle Macron’u) şeytanlaştırıyor, halkın öfkesini kışkırtıyor, komplo teorileri üretiyor (COVID-19 salgını sırasında hem LFI hem de RN’de aşı karşıtı duygular yükselişe geçti) ve ABD emperyalizmine karşı mücadele adına NATO’ya karşı çıkıyor.

Mélenchon, siyasi rakiplerine ve medyaya karşı düşmanlaştırıcı ve zaman zaman küfürlü bir retorik kullanarak, gençler, işçi sınıfı ve etnik azınlıklar da dahil olmak üzere siyasetten vazgeçmiş olanları harekete geçirdi. Fakat bu taktikler şu ana kadar sola seçimlerde fayda sağlamadı. Seçmenlerin çoğu LFI’yı “aşırı sol” bir hareket olarak görüyor ve uzlaşmaz yaklaşımı solcu müttefikleriyle sürekli bir gerilim kaynağı. Mélenchon’un tabanı küçük ve büyüyor gibi de görünmüyor. RN’in popülaritesi ve ana akım saygınlığı giderek artan Marine Le Pen’e karşı doğrudan bir seçimi nasıl kazanabileceğini hayal etmek zor.

Kayıp Bir Anlatı

Temmuz ayındaki seçim gecesinde Mélenchon, solun iktidara gelmesi ve “tüm programını” uygulaması gerektiğini ilan etti – NFP’nin mutlak çoğunluktan neredeyse 100 sandalye eksik olduğu düşünüldüğünde bu imkansızdı. Yeni başbakanın seçilmesi sürecinde de benzer bir siyasi yanılsama hüküm sürdü. NFP, koalisyon dışındaki unsurlarla geçici çoğunluklar oluşturmak zorunda olduğu gerçeğinden bihaber bir şekilde, bir aday üzerinde mücadele etmek için çok zaman harcadı. (Lucie Castets muhaliflerle temaslar kurulduğunu ve kendisinin “uzlaşmaya” hazır olduğunu ima etti ama bunların hepsi muğlak kaldı).

Macron’un Castets’i atamayacağı netleşince, destekçileri ve medya tarafından iki merkez sol adayın ismi ortaya atıldı. Bunlardan biri eski bir Sosyalist başbakan olan Bernard Cazeneuve idi. Diğeri ise Paris’in eteklerinde etnik çeşitliliğe sahip bir şehir olan Saint-Ouen’in genç Sosyalist belediye başkanı Karim Bouamrane idi. Macron’un her iki adayı da atayıp atamayacağını bilmiyoruz ama her iki isim de müsaitti ve bir koalisyon hükümeti kurmaya hazırdı. NFP liderleri sol birliğe zarar vereceği gerekçesiyle her iki ismi de reddetti ve Castets’e desteklerini yineledi. Gerçekte LFI her iki ismi de fazla “sağcı” olarak değerlendirdi ve PS de buna boyun eğdi. Macron’un sağa dönmek ve Michel Barnier’i atamak için bir bahaneye ihtiyacı olmasa da, Mélenchon bunu yapmasını kolaylaştırdı.

Şimdi Barnier hükümeti dağıldığına göre, sol bir kez daha denenmemiş bir alternatif olarak görünebilir. Fakat Barnier deneyi hiçbir azınlık hükümetinin uzun süre ayakta kalamayacağını göstermiştir. Eğer solun bazı kesimleri Cumhuriyetçiler ve Macron’un partisiyle bir koalisyon hükümetine girmeye karar verirse, bu NFP için büyük bir siyasi meydan okuma anlamına gelecek. Sonuç ne olursa olsun sol, siyasi tempoyu belirleyecek yeterli nüfuza sahip olmayan zayıf bir konumda kalacak.

Her şeyden önce bir seçim fiyaskosunu önlemeye yönelik bir koalisyon olan NFP’nin iddialı bir sosyal demokrat programı var. Sorun şu ki, birleştirici bir anlatısı yok. RN’nin ise her kesimden Fransız seçmen için giderek daha cazip hale gelen bir anlatısı var. Fransız toplumunu iki karşıt sınıfa ayırıyor: Bir tarafta çok çalışarak geçimini sağlayan ve vergi ödeyen “üreticiler” var. Diğer tarafta ise hem küreselleşmeden nemalanan ulusötesi iktisadi elitlerden hem de servetin yeniden dağıtımı ve sosyal yardımların “gayrimeşru alıcılarından” (göçmenler, yabancılar, Müslümanlar) oluşan “asalaklar” var. Bu anlatı, RN’nin kendisini, filozof Michel Feher’in deyimiyle, sömürücü zenginlere ve hak etmeyen yoksullara karşı “çalışkan Fransız halkını” desteklediği iddia edilen parti olarak konumlandırmasını sağlıyor. Ulusal elitlere ve uluslarüstü kurumlara (Avrupa Birliği gibi) yapılan saldırılar RN’nin mazlumların partisi gibi görünmesini sağlarken, göçmenlere ve yabancılara yapılan saldırılar seçmenlere sorunları için suçlayacakları birilerini veriyor. RN giderek namuslu Fransız vatandaşlarını önemseyen tek parti olarak görülüyor.

Buna karşılık sol, bir politika önerileri kataloğu ortaya koyuyor ama özgürleştirici bir anlatı ifade edemiyor. Solun sorunu birlik olmaması ya da iyi fikirlere sahip olmaması değil. Sol hiçbir zaman birlik olamadı ve muhtemelen hiçbir zaman da olamayacak. Politikaları mevcut koşullarda olabildiğince iyi. Zayıflığı farklı bir nitelikte. Liderleri ya seçmenlerin çoğu tarafından sevilmiyor (Mélenchon) ya da donuk (diğerleri).

Çoğu seçmen için anlamsız olan “kapitalizmden kopuş” gibi soyut vaatleri bir kenara bırakmanın ve bunun yerine işyerinde ve yaşam tercihlerinde somut özgürlük biçimleri için mücadele etmenin zamanı geldi. RN’ye oy veren milyonlarca kişi ırkçılıkla motive olmuş olsa da, beyaz işçi sınıfı veya kamu sektörü seçmenlerinden vazgeçmek çözüm değil. Bu seçmenlerin solu desteklemesinin üzerinden çok zaman geçmedi.

NFP, kentsel ve kırsal bölgelerdeki işçi ve orta sınıfları birleştiren ilerici bir anlatı bulmak zorunda. Bu kolay bir iş değil. Sendikalar ve dernekler aracılığıyla yerelde insanlarla yeniden ilişki kurmayı ve sosyal medyanın ötesine geçmeyi gerektiriyor. Bu hedefe ulaşmak için solun, 1971’de Mitterrand’ın PS’sinin yaptığı gibi, çeşitli siyasi gelenekleri kapsayabilecek baskın bir partiye –geniş bir cemaate– ihtiyacı var. Bu parti demokratik ve çoğulcu olmalı, radikalleri ve ılımlıları, “eski solu”, feministleri ve çevrecileri bir araya getirmelidir. Ağırlık merkezi sosyal demokrat olmalıdır. Abartılı sol dil ve sürekli ajitprop sadıklara hitap etse de çoğu seçmen için itici.

Fransız seçmenin kafası karışık ve öfkeli. Sol bu olumsuz havayı anlamalı ve ona göre tepki vermeli. İlkelerine sadık kalmalı ve Macronizme siyasi bir alternatif sunmalıdır ve bunu bir koalisyon hükümetinde başarmak kolay olmayacaktır – fakat solcu kampçılığı veya hizipçiliği de yardımcı olmayacaktır. Sadece pragmatik ve kararlı bir sol fark yaratabilir. Antonio Gramsci’nin çok kullanılan bir sözü mevcut koşullar için çok doğru: “Eski ölüyor ve yeni doğamıyor; bu ara dönemde çok çeşitli hastalıklı semptomlar ortaya çıkıyor.” Fransız solunun içinde bulunduğu durum özet olarak bu.

DÜNYA BASINI

Trump ateşkes için İsrail’e neden baskı yaptı?

Yayınlanma

Yazar

Editörün notu: Aşağıda sıcağı sıcağına çevirisini verdiğimiz makalenin yazarı Electronic Intifada yayının genel yayın yönetmeni Ali Abunimah. İsrail’in 1 yılı aşkın süredir Gazze’ye yönelik yürüttüğü soykırıma varan askeri saldırı, yeni Trump yönetiminin müdahalesiyle 19 Ocak’tan itibaren duracak. Filistin direnişinin veya İsrail saldırganlığının kazanıp kazanmadığına ilişkin tartışmalar bir süre daha devam edecek gibi görünüyor. Abunimah, İsrail’in askeri ve siyasi hedeflerine ulaşamadığını, Filistin direnişinin ise aslında daha önce işgalci güçlerin zafer ilan ettiği bölgelerde siyonistlere karşı silahlı mücadelesini sürdürmeye devam ettiğine işaret ediyor. Direnişin askeri kapasitesi, yazara göre, İsrail’in içerisinde de kamuoyu değişikliğine neden olmuş durumda. Elbette, en büyük faktörler arasında, Trump da yer alıyor.


Trump neden İsrail’e Gazze’ye yönelik savaşını sonlandırması için baskı yapıyor?

Ali Abunimah
Electronic Intifada
15 Ocak 2024

Çarşamba sabahı itibariyle Filistin’de, Gazze’deki İsrail soykırımını sona erdirecek ve Filistinli ve İsrailli esirleri serbest bırakacak bir anlaşmanın yakın olduğuna dair umutlar hâlâ yüksekti.

Doha’daki müzakerecilerin, en az on binlerce kişinin ölümüne ve milyonlarca kişinin hayatının altüst olmasına neden olan, 15 aydan fazla bir süredir İsrail’in acımasız bombardımanı ve açlık gibi tarifsiz zulümlerine maruz kalan bir halka rahat bir nefes aldıracak bir anlaşmanın son detaylarını belirledikleri bildirildi.

Anlaşma kabul edildiği ve uygulandığı takdirde İsrail için büyük bir stratejik yenilgi anlamına da gelecek.

Medyada yer aldığı şekliyle anlaşmanın ana hatları, mayıs ayında ABD Başkanı Joe Biden tarafından ortaya konan ve Hamas tarafından kabul edilen çerçeveye dayanan üç aşamalı bir süreci öngörüyor.

Buna göre derhal ateşkes ilan edilecek, büyük miktarda insani yardım girişi sağlanacak ve İsrail Gazze’den kademeli olarak çekilecek, buna birkaç hafta sürecek esir takası eşlik edecek.

Salı günü BreakThrough News kanalındaki Dispatches programında gazeteci Rania Khalek ile tartıştığım kilit soru, geçen yıl hiçbir yere varmayan aynı anlaşmanın neden şimdi imzalanmak üzere olduğuydu.

Geniş kapsamlı bir tartışmada ayrıca Suriye hükümetinin çöküşü, Direniş Ekseninin geleceği ve çok daha fazlası hakkında konuştuk. Tüm tartışmayı videoda izleyebilirsiniz.

Direniş hâlâ güçlü

Khalek’e de söylediğim gibi, iki kilit faktör direnişin gücü ve bir haftadan kısa bir süre sonra ABD Başkanı olarak Beyaz Saray’a dönecek olan Donald Trump.

Genel kanının aksine Trump, İsrail’e Tel Aviv’i şoke eden ve Biden yönetiminin uygulamayı kesinlikle reddettiği türden olağanüstü bir baskı uyguluyor.

15 ay sonra Filistinli direniş savaşçıları, İsrail’in işgalinin ilk haftalarında girdiği ve sözde kontrol altına aldığı kuzey bölgeleri de dahil olmak üzere, Gazze’nin bulundukları her yerinde İsrail işgal güçlerine saldırmaya devam ediyor.

Ağır kayıplar ve sürekli yıpranma, aylardır İsrail ordusunun, büyük ölçüde sağlam kalan geniş bir tünel sistemiyle hareket eden bir direnişi yenmek için nafile bir çaba sürdürme yeteneğini ve moralini tüketiyor.

Bunun ışığında, İsraillilerin açık bir çoğunluğu artık savaşı sona erdirecek kapsamlı bir anlaşmayı destekliyor, sadece İsrail’in gelişigüzel bombardımanından kurtulan esirler eve dönene kadar geçici bir duraklamayı değil. Bu, 7 Ekim 2023 direniş operasyonu nedeniyle Gazze’deki Filistinlilerden intikam alma arzusu doyumsuz görünen İsrail kamuoyunda büyük bir değişim.

Gücün gerçekte saklı olduğu yer

Diğer kilit faktör ise Trump’ın müdahalesi. Seçilmiş başkan geçen hafta Orta Doğu temsilcisini göndererek İsrail’e haddini bildirdi.

İsrail ile ABD arasındaki gerçek güç ilişkilerini sembolik bir şekilde ortaya koyan Steve Witkoff, geçtiğimiz cuma günü Binyamin Netanyahu’nun ofisine ertesi gün İsrail’e geleceğini ve kendisiyle görüşmek istediğini bildirdi.

İsrail gazetesi Haaretz’e göre Netanyahu’nun yardımcıları “kibarca bunun Şabat günü olduğunu ama başbakanın kendisiyle cumartesi gecesi memnuniyetle görüşebileceğini” söyledi.

Haaretz, “Witkoff’un açık tepkisi onları şaşırttı” diye ekledi. “Onlara aşağılayıcı bir İngilizceyle Şabat’ın kendisini ilgilendirmediğini açıkladı. Mesajı açık ve netti.”

Netanyahu Trump’ın elçisinin emirlerine itaat etti ve “Witkoff ile resmi bir görüşme yapmak üzere” emredildiği gibi ofisine gitti ve ardından anlaşmayı imzalamak üzere Katar’a döndü.

Haaretz’e göre bu görüşmenin sonucu, “Witkoff’un İsrail’i, Netanyahu’nun son altı ayda defalarca reddettiği bir planı kabul etmeye zorlaması” ve İsrailli esirlerin serbest bırakılmasının Filistinli esirlerin serbest bırakılması, savaşın sona ermesi ve İsrail’in Gazze’den aşamalı da olsa tamamen çekilmesi şartına bağlı olduğu yönündeki tutumundan vazgeçmeyen Hamas’a ciddi bir taviz vermesi oldu.

Bu tek hareket, İsrail lobisinin ABD hükümeti üzerinde belirleyici bir etkiye sahip olduğu efsanesini yıkabilir.

Stratejik bir yenilgi

İsrail’in devam eden soykırımının korkunç ve hâlâ tam olarak bilinmeyen bedeli karşısında bu nasıl İsrail için stratejik bir yenilgi ve Filistin direnişi için bir zafer anlamına gelecektir?

Basitçe ifade etmek gerekirse, İsrail Netanyahu’nun defalarca sözünü ettiği “topyekûn zafere” ulaşmakta tamamen başarısız olacaktır.

Netanyahu haziran ayında ABD Kongresinde yaptığı konuşmada, “Hamas teslim olur, silahsızlanır ve tüm rehineleri geri verirse Gazze’deki savaş yarın sona erebilir,” demişti. “Fakat bunu yapmazlarsa İsrail, Hamas’ın askeri yeteneklerini ve Gazze’deki yönetimini yok edene ve tüm rehinelerimizi eve getirene kadar savaşacaktır.”

Başbakan, “İşte tam zafer budur ve daha azına razı olmayacağız,” diye eklemişti.

Eğer bu anlaşma gerçekleşirse İsrail bu hedeflerin hiçbirine ulaşamamış olacak: Hamas yok edilmemiş ya da silahsızlandırılmamış olacak. Savaş sonrası düzenlemeler ne olursa olsun Hamas Gazze’de fiili kontrolü elinde tutmaya devam edecek ve İsrail neredeyse 500 gün süren soykırıma varan imha ve eşi benzeri görülmemiş kitlesel yıkımın ardından kuşatma altındaki küçük bir bölgeye kendi iradesini dayatmayı başaramamış olacak.

İsrail’in Gazze halkını etnik olarak temizleme ve Yahudi sömürgecilerle yeniden yerleştirme yönündeki pek de gizli olmayan arzuları yenilgiye uğratılmış olacak.

Dahası, İsrail bir zamanlar dünyada sahip olduğu yere geri dönmeyecek. Her zamankinden daha fazla, liderleri ve askerleri kaçak savaş suçluları olan, dünyayı özgürce dolaşamayan, hor görülen birer parya olacak.

Beklenmedik baskı

“Trump’ın şu anda uyguladığı baskı İsrail’in ondan beklediği türden bir baskı değil. Meselenin özü bu baskıdır,” dedi Netanyahu’nun bir vekili geçenlerde.

Başta İsrailli liderler olmak üzere herkes, ilk döneminde olabildiğince İsrail yanlısı olan Trump’ın Netanyahu üzerinde herhangi bir baskı kurmasına şaşırmış görünüyor.

ABD seçim kampanyası sırasında Trump, İsrail’in Gazze’deki “işini bitirmesine” izin vermekten bahsetmişti ki bu hem kendi tabanı hem de İsrail hükümeti için heyecan verici bir söylem anlamına geliyordu.

Bu yazarın da belirttiği gibi, başka bir şeylerin döndüğüne dair ilginç bir gösterge, Trump’ın bu ayın başlarında sosyal medyada Netanyahu’yu ziyadesiyle eleştiren bir video yayınlamasıydı.

Videoda Columbia Üniversitesi profesörü Jeffrey Sachs, Netanyahu’yu ABD’yi Irak’taki savaşa sürüklemekle, ABD’nin İran’la savaşa girmesini sağlamaya çalışmakla suçluyor ve İsrail liderini “derin, karanlık bir orospu çocuğu” olarak nitelendiriyor.

Bu, Biden’ın aksine Trump’ın koşulsuz desteğine kesin gözüyle bakılamayacağının bir işaretiydi.

Fakat daha önce de işaretler vardı: Temmuz ayında, daha ABD seçimlerinden önce, Trump Netanyahu’ya Gazze’deki savaşın Trump göreve dönmeden önce sona ermesini istediğini söyledi.

Trump’ın elçisi Witkoff’un da bu son tarih konusunda kararlı ve tutarlı olduğu bildiriliyor.

Ve kampanyanın son aşamalarında Trump, Biden-Harris yönetiminin soykırıma verdiği amansız destekten tiksinen geleneksel olarak Demokrat ağırlıklı seçmenlere kur yapmıştı.

“Michigan’daki ve ülke genelindeki Müslüman ve Arap seçmenler sonu gelmeyen savaşların durmasını ve Orta Doğu’da barışa dönülmesini istiyor. Tek istedikleri bu,” demişti Trump, diğer tüm kararsız eyaletlerle birlikte kazandığı Michigan’daki bir mitingde.

Trump’ın motivasyonu nedir?

Khalek ve bu yazarın da tartıştığı gibi, Trump’ın İsrail’e baskı yapma konusundaki şaşırtıcı istekliliğinin arkasında ne olabileceğini anlamak için Filistin mücadelesine herhangi bir sempati duyduğunu düşünmek gerekmiyor.

Trump genellikle öngörülemez ve değişken olsa da, dünya görüşünün tutarlı bir yönü, Amerika’nın geleneksel “müttefiklerini” Amerikan cömertliğinden yararlanan müşteri devletlerden başka bir şey olarak görmemesi.

Onlara karşı duygusal bir bağlılığı yok gibi görünüyor ve onları “Önce Amerika” gündemi için hayati önemde görmüyor.

İlk döneminde, transatlantik güvenlik ittifakının temel taşı olduğu varsayılan Almanya’yı, ülkede konuşlu ABD birliklerinden “servet kazanmakla” suçladığında NATO’ya bakışı buydu.

Görünürdeki müttefik ve ortaklarından milyarlarca dolar talep ederek, “Neden ülkeleri savunalım ve karşılığını almayalım?” diye gürlemişti.

Şimdi bu tutumunda daha da inatçı.

ABD’nin en büyük ticaret ortağı olan Kanada’ya bile saldırarak ABD’nin sömürüldüğünü ve Kanada’nın mallarına ihtiyacı olmadığını söyledi.

Hatta ABD’nin Kanada’yı 51. eyalet olarak bünyesine katması çağrısında bulundu.

Trump’ın uzun zamandır transatlantik egemen sınıflar tarafından –ikincil de olsa– ortak olarak görülen ülkeleri küçümsediği düşünüldüğünde, İsrail’e neden farklı davrandığı sorusu akla geliyor.

Özellikle de İsrail’in uzun zamandır Amerikan cömertliğinin en büyük alıcısı olduğu bir dönemde.

En azından Trump, İsrail’in faturalarını Amerika ödediği için emirleri de Amerika’nın vereceği yaklaşımını benimseyecek gibi görünüyor.

Gazze anlaşması henüz tamamlanmamış olsa da, Trump’ın müdahalesiyle birkaç gün içinde kaydedilen ilerleme, Washington’un emir vermesinin ABD-İsrail ilişkisinin gerçek doğası olduğunun ve her zaman da öyle olduğunun altını çiziyor.

Bu gelişmeler, Biden yönetiminin ateşkes sağlamadaki başarısızlığının her zaman kasıtlı olduğunu ve Demokrat Parti hükümetinin soykırımı silahlandırmayı ve desteklemeyi olumlu bir şekilde seçtiğini şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya koyuyor.

Bunun için hesap verilmesi gerekecek.

Trump’ın bölge için daha büyük planlarının ne olduğu henüz belli değil.

Yaygın olarak belirtildiği üzere, Trump’ın en cömert kampanya bağışçılarından biri fanatik İsrail yanlısı milyarder Miriam Adelson.

Adelson, 100 milyon dolarlık bağışını Trump’ın İsrail’in işgal altındaki Batı Şeria’yı ilhak etmesine destek vermesi şartına bağladığı yönündeki haberleri yalanladı.

Fakat onun ve Trump’ın tabanının diğer unsurlarının, Trump’ın kendisinin de söz verdiği gibi, Filistin dayanışma hareketine yönelik daha fazla iç baskı da dahil olmak üzere, aşırı Filistin karşıtı önlemleri uygulamak için yönetime yakın ve yönetim içindeki konumlarını kullanacaklarına şüphe yok.

Trump bu vaadini yerine getirirse ve getirdiğinde de kimse şaşırmamalı.

Fakat Trump, Çin’in, Rusya’nın ve BRICS gibi yeni çok kutuplu oluşumların devam eden yükselişi göz önüne alındığında, göreve ilk geldiği zamana kıyasla göreceli olarak çok daha zayıf bir ABD’nin başkanı olarak geri dönüyor.

ABD artık iradesini tek taraflı olarak tüm dünyaya dayatamayabilir, fakat Güneybatı Asya’daki küçük soykırım bağımlısı İsrail’e iradesini dayatabilir.

Gazze’deki Filistin halkının iyiliği için, Trump’ın baskısının korkunç kan banyosuna mümkün olduğunca çabuk bir son vermesini umalım.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

İsrail-Hamas ateşkes anlaşmasının şartları ve gerginlikler

Yayınlanma

LEE KEATH ve SAMY MAGDY /AP

İsrail ve Hamas arasında varılan ateşkes anlaşması mevcut taslağa göre yürürse Gazze’de çatışmalar 42 gün boyunca duracak, onlarca İsrailli rehine ve yüzlerce Filistinli tutuklu serbest bırakılacak. Bu ilk aşamada İsrail askerleri Gazze’nin sınırlarına çekilecek ve yardımlar artarken pek çok Filistinli evlerinden geriye kalanlara dönebilecek.

Asıl soru ateşkesin bu ilk aşamanın ötesine geçip geçemeyeceği.

Bu da birkaç hafta içinde başlaması beklenen müzakerelere bağlı. Bu görüşmelerde İsrail, ve Hamas ile ABD, Mısır ve Katarlı arabulucular, Gazze’nin nasıl yönetileceği gibi zorlu bir konuyu ele almak zorunda kalacaklar.

Bu 42 gün içinde ikinci aşamayı başlatacak bir anlaşma yapılmazsa İsrail, Hamas’ı yok etmek için rehinelerin tamamı kurtarılmadan Gazze’deki saldırılarına devam edebilir.

İki yetkili Hamas’ın ateşkes anlaşmasının taslağını kabul ettiğini doğruladı ancak İsrailli yetkililer ayrıntılar üzerinde hala çalışıldığını, yani bazı şartların değişebileceğini ya da tüm anlaşmanın suya düşebileceğini söylüyor. İşte Associated Press’in yayınladığı ateşkes taslağı ve muhtemel zorluklar:

Rehinelerin tutuklu Filistinlilerle takas edilmesi

İlk aşamada Hamas, İsrail tarafından hapsedilen yüzlerce Filistinlinin serbest bırakılması karşılığında 33 rehineyi serbest bırakacak. Aşamanın sonunda militanların elindeki yaşayan tüm kadın, çocuk ve yaşlıların serbest bırakılması gerekiyor.

Gazze’de sivil ve askerlerden oluşan yaklaşık 100 rehine bulunuyor ve ordu bunların en az üçte birinin öldüğüne inanıyor.

Ateşkesin ilk resmi gününde Hamas üç rehineyi, yedinci günde de dört rehineyi serbest bırakacak. Bundan sonra haftalık açıklamalar yapacak.

İsrail-Hamas ateşkes anlaşmasının taslağı

  1. AŞAMA (42 gün)
  • Hamas, aralarında kadın sivil ve askerler, çocuklar ve 50 yaş üstü sivillerin de bulunduğu 33 rehineyi serbest bırakacak.
  • İsrail her sivil rehine için 30, her kadın asker için 50 Filistinli mahkûmu serbest bırakacak.
  • Çatışmalar duracak, İsrail güçleri nüfusun yoğun olduğu bölgelerden Gazze Şeridi’nin sınırlarına doğru çekilecek.
  • Yerlerinden edilen Filistinliler evlerine dönmeye başlayacak ve Gazze’ye daha fazla yardım girecek.
  1. AŞAMA (42 gün)
  • “Sürdürülebilir sükûnet” ilanı.
  • Hamas, henüz müzakere edilmemiş sayıda Filistinli mahkûm ve İsrail askerlerinin Gazze Şeridi’nden tamamen çekilmesi karşılığında kalan erkek rehineleri (askerler ve siviller) serbest bırakacak.
  1. AŞAMA
  • Ölen İsrailli rehinelerin cesetleri ölen Filistinli savaşçıların cesetleriyle takas edilecek.
  • Gazze’de yeniden yapılanma planının uygulanmasına başlanacak.
  • Gazze’ye giriş ve çıkışlar için sınır kapıları yeniden açılacak.

Hangi rehinelerin ve kaç Filistinlinin serbest bırakılacağı konusu karmaşık. Bu 33 kişi kadınları, çocukları ve 50 yaş üzerindekileri, yani neredeyse tüm sivilleri kapsayacak ancak anlaşma Hamas’ı tüm yaşayan kadın askerleri serbest bırakmaya da zorluyor. Hamas önce yaşayan rehineleri serbest bırakacak, ancak yaşayanlar 33 kişiyi tamamlamazsa, cesetler teslim edilecek. Rehinelerin hepsi Hamas’ın elinde değil, dolayısıyla diğer militan grupların rehineleri teslim etmesi sorun olabilir.

Buna karşılık İsrail serbest bırakılan her sivil rehine için 30 Filistinli kadın, çocuk ya da yaşlıyı serbest bırakacak. Serbest bırakılan her kadın asker için İsrail, 30’u ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış 50 Filistinli mahkûmu serbest bırakacak. Hamas tarafından teslim edilen cesetler karşılığında İsrail, savaşın başladığı 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana Gazze’de alıkoyduğu tüm kadın ve çocukları serbest bırakacak.

Aralarında askerlerin de bulunduğu onlarca kişi ikinci aşamaya kadar Gazze’de rehin tutulmaya devam edecek.

İsrail’in geri çekilmesi ve Filistinlilerin dönüşü

Taslak anlaşmaya göre, ilk aşamada İsrail askerlerinin, Gazze ile İsrail arasındaki sınır boyunca, yaklaşık bir kilometre genişliğinde bir tampon bölgeye çekilmesi gerekecek.

Bu da yerinden edilmiş Filistinlilerin Gazze şehri ve Gazze’nin kuzeyi dahil evlerine dönmelerine olanak tanıyacak. Gazze nüfusunun büyük bir kısmının devasa, bakımsız çadır kamplara sürülmesiyle birlikte Filistinliler, İsrail’in saldırıları nedeniyle birçoğu yıkılmış ya da ağır hasar görmüş olsa da evlerine geri dönmek için çaresizlik içinde.

Ancak bazı güçlükler var. Geçen yıl yapılan müzakereler sırasında İsrail, Hamas’ın bu bölgelere silah sokmasını engellemek için Filistinlilerin kuzeye doğru hareketlerini kontrol etmesi gerektiğinde ısrar etti.

Savaş boyunca, İsrail ordusu kuzeyi, Gazze’nin geri kalanından ayırarak, Netzarim Koridoru adı verilen ve askerlerin Filistinlileri bölgeden çıkararak üsler kurduğu bir alanı denetledi. Bu, kuzeyden merkeze doğru kaçan insanları aramalarına ve geri dönmeye çalışanları engellemelerine olanak tanıdı.

AP’nin yayınladığı taslakta İsrail’in koridordan çekilmesi öngörülüyor. İlk hafta içinde askerler kuzey-güney arasındaki ana sahil yolundan -Raşid Caddesi- çekilecek ve bu da Filistinlilerin geri dönüşü için bir yol açacak. Ateşkesin 22. gününde ise İsrail askerleri koridorun tamamından çekilmiş olacak.

Yine de salı günü görüşmeler devam ederken İsrailli bir yetkili ordunun Netzarim’de kontrolü elinde tutacağını ve kuzeye dönen Filistinlilerin buradaki denetimlerden geçmek zorunda kalacağını ısrarla vurguladı, ancak ayrıntı vermekten kaçındı.

Bu çelişkilerin giderilmesi gerginliklere yol açabilir.

İlk aşama boyunca İsrail, Refah Sınır Kapısı da Gazze’nin Mısır sınırı boyunca uzanan Philadelphia Koridoru’nun kontrolünü elinde tutacak. Hamas, İsrail’in bu bölgeden çekilmesi yönündeki taleplerini geri çekti.

İnsani yardım

İlk aşamada, Gazze’ye günde yüzlerce kamyon dolusu yiyecek, ilaç, malzeme ve yakıt gibi insani yardım girişinin artırılması planlanıyor. Bu, savaş boyunca İsrail’in izin verdiğinden çok daha fazla.

Aylarca yardım kuruluşları, İsrail’in askeri kısıtlamaları ve çete yağmacılığı nedeniyle Gazze’ye giren kısıtlı yardımları bile dağıtmakta zorlandı. Çatışmaların sona ermesi bu durumu hafifletebilir.

İhtiyaçlar ise çok büyük. Çadırlarda sıkışmış ve yiyecek ile temiz su sıkıntısı çeken Filistinliler arasında yetersiz beslenme ve hastalıklar yaygın. Hastaneler hasar görmüş durumda ve malzeme sıkıntısı çekiyor. Taslak anlaşma, evleri yıkılan on binlerce kişiye barınak yapmak ve elektrik, kanalizasyon, iletişim ve yol sistemleri gibi altyapıyı yeniden inşa etmek için ekipmanların girişine izin verileceğini belirtiyor.

Ancak burada da uygulama sorunları olabilir. Savaş öncesinde bile İsrail, Hamas’ın bu ekipmanları askeri amaçlarla kullanabileceği gerekçesiyle bazı malzemelerin girişini kısıtlıyordu. Başka bir İsrailli yetkili, yardımın dağıtımı ve temizlik çalışmaları üzerinde hâlâ düzenlemelerin yapıldığını, ancak Hamas’ın hiçbir rolünün olmayacağını söyledi.

Durumu daha da karmaşık hale getiren bir diğer konu, İsrail hükümetinin BM’nin Filistinli Mültecilere Yardım ve Çalışma Ajansı’nın (UNRWA) faaliyetlerini yasaklama ve bu ajansla tüm bağları kesme planına hâlâ bağlı olması. UNRWA, Gazze’deki yardımın ana dağıtıcısı ve eğitim, sağlık ve diğer temel hizmetleri sağlayan bir kurum.

İkinci aşama

Tüm bunlar işe yararsa, tarafların ikinci aşamayı da ele alması gerekiyor. Bu konudaki müzakereler ateşkesin 16. gününde başlayacak.

İkinci aşamanın ana hatları taslakta belirtiliyor: İsrail’in Gazze’den tamamen çekilmesi ve “sürdürülebilir sükûnet” karşılığında kalan tüm rehinelerin serbest bırakılması.

Ancak bu basit gibi görünen takas çok daha büyük meseleleri ortaya çıkarıyor.

İsrail, Hamas’ın askeri ve siyasi kabiliyetleri ortadan kaldırılmadan ve Hamas yeniden silahlanmadan, yani Hamas artık Gazze’yi yönetemez hale gelmeden tam bir çekilmeyi kabul etmeyeceğini söyledi. Hamas ise İsrail Gazze’deki tüm askerlerini çekene kadar son rehineleri teslim etmeyeceğini söylüyor.

Dolayısıyla müzakerelerde her iki tarafın da Gazze’yi yönetmek için bir alternatif üzerinde anlaşması gerekecek. Sonuç olarak Hamas’ın kendisinin iktidardan uzaklaştırılmasını kabul etmesi gerekiyor ki Hamas bunu yapmaya hazır olduğunu söyledi ancak İsrail’in şiddetle reddettiği gelecekteki herhangi bir hükümetten rol talep edebilir.

Taslak anlaşmada, ikinci aşama için bir anlaşmanın ilk aşamanın sonunda yapılması gerektiği belirtiliyor.

Eğer bir anlaşmaya varılamazsa ne olur? Bu birçok yönde ilerleyebilir.

Hamas, ikinci aşama üzerinde anlaşma sağlanana kadar ateşkesin devam edeceğine dair yazılı garantiler istemişti. Ancak ABD, Mısır ve Katar’dan sözlü garantilerle yetindi.

İsrail ise hiçbir güvence vermedi. Dolayısıyla İsrail müzakerelerde Hamas’a baskı yapmak için yeni bir askerî harekât tehdidinde bulunabilir ya da Başbakan Binyamin Netanyahu’nun tehdit ettiği gibi askerî harekâta yeniden başlayabilir.

Hamas ve arabulucular ilk aşamadan elde edilen ivmenin bunu yapmasını zorlaştıracağını düşünüyor. Saldırıyı yeniden başlatmak, kalan rehineleri kaybetme riskini artırabilir ve Netanyahu’ya karşı büyük bir öfkeye yol açabilir. Ancak Hamas’ı yok etmeden durmak, Netanyahu’nun kilit siyasi ortaklarını da kızdırabilir.
Üçüncü aşamanın daha az tartışmalı olması muhtemel: Kalan rehinelerin cesetleri, ölen Filistinli savaşçıların cesetleriyle takas edilecek ve uluslararası denetim altında Gazze’de 3 ila 5 yıllık bir yeniden inşa planı uygulanacak.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

FP: Türkiye Suriye’de henüz bir şey kazanmadı

Yayınlanma

Yazar

erdoğan-zafer

Esad’ın gidişini Erdoğan’ın zaferi olarak kutlamak için çok erken.

Steven A. Cook / Foreign Policy

Beşar Esad’ın aralık ortasında düşmesinden bu yana çeşitli dış politika analistleri ve gazeteciler Türkiye’yi Suriye’de “kazanan” ilan etti. Bu, Türk yetkililerin ve destekçilerinin hem beceriksizce hem de rahatsız edici bir şekilde teşvik edilen bir anlatı. Peki bu doğru mu? Hayır. Ya da en azından Türkiye henüz bir şey kazanmadı.

Türkiye’nin Suriye’de avantajlı bir konumda olduğu doğru. Ankara’nın hamisi olduğu Heyet-i Tahrir Şam (HTŞ) ve Suriye Ulusal Ordusu adı verilen milisler topluluğu Esad rejiminin sona ermesinden sorumluydu. Türkiye’nin Suriye’ye yakınlığı ve Türkiye’nin altyapı geliştirme konusundaki bilinen uzmanlığı da Ankara’da iyi bağlantıları olan firmaların yeniden inşa ihalelerini kazanmasına yardımcı olacaktır.

Ancak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Şam’da kendisini dış güç olarak kabul ettirme konusunda büyük engellerle karşı karşıya.

Türkiye’nin Suriye’yi kazandığı iddiasının büyük bir kısmı, HTŞ ve Suriye Ulusal Ordusu milislerinin Halep’in düşmesine öncülük ederek Esad’ın, ailesinin yarım yüzyıl boyunca hâkim olduğu ülkeden kaçmasına yol açmasına dayanıyor. Ancak işler her zaman göründüğü gibi değildir. Halep’e yönelik Kasım ayı sonunda başlayan Türk onaylı saldırının sınırlı olması amaçlanıyordu. Ankara’nın amacı Esad’ın düşmesinden ziyade, dönemin Suriye Devlet Başkanı’na Türkiye-Suriye normalleşmesini müzakere etmesi için baskı yapmaktı ki bu Türk hükümetinin önceki iki yıl boyunca takip ettiği bir hedefti. Ancak Suriye ordusu çöktüğünde Türkler politikalarını gözden geçirdiler ve Beşar’ın düşüşünün her zaman planları olduğunu iddia ettiler.

HTŞ’nin Şam’ı kurtarmasından kısa bir süre sonra Türk Dışişleri Bakanı Hakan Fidan Suriye’nin başkentinde ortaya çıktı ve burada HTŞ’yi mecazi ve gerçek anlamda kucakladı. (Bu arada, Türkiye’nin HTŞ’yi alenen himaye ettiğini iddia etmesindeki ironi, Ankara’nın bu El Kaide bağlantılı grupla koordinasyonunu ortaya çıkaran cesur Türk gazetecilere karşı yürütülen acımasız yargılamayı hatırlayanlar için fazlasıyla dikkat çekiciydi. Bu koordinasyonu, o dönem istihbarat şefi olan Hakan Fidan yönlendirmişti.)

Türkiye- HTŞ ortaklığının verimli olduğu açık ama Ankara’nın Suriye’de zafer kazandığı fikri, Türk hükümetinin bu ilişkide tüm güce sahip olduğunu varsayıyor. Muhtemelen bir zamanlar öyleydi ama Esad rejiminin sona ermesinden sonra HTŞ’nin Erdoğan ve arkadaşlarına duyduğu ihtiyaç azaldı.

Fidan herkesten önce Şam’a gitmiş olsa da aralarında ABD, Birleşik Krallık, Fransa ve Almanya’dan (Avrupa Birliği’ni temsilen) diplomatların da bulunduğu heyetler HTŞ lideri Ahmed el-Şara’nın kapısını çaldı. Irak’ın istihbarat şefi de Suriye’ye bir ziyaret gerçekleştirdi. Suriye yönetiminin temsilcileri de komşularıyla temaslarını sürdürüyor. Geçici Dışişleri Bakanı Asad Hasan el-Şeybanî, Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’ı, Birleşik Arap Emirlikleri’nin başkenti Abu Dabi’yi, Katar’ın başkenti Doha’yı ve Ürdün’ün başkenti Amman’ı ziyaret etti. Açıkça görülüyor ki Şara’nın iki ay öncesine kıyasla daha fazla dış ortak seçeneği var.

Elbette Türkiye tamamen devre dışı değil, ancak büyük Arap devletlerinin Suriye’nin yeni liderleriyle temas kurma ve iş birliği yapma çabaları, Ankara’nın bölgedeki bir zayıflığını gözler önüne seriyor: Ankara’daki liderler Arap ülkeleriyle kültürel bir yakınlık içinde olduklarını ve bunun da kendilerine Ortadoğu toplumları hakkında eşsiz bir kavrayış sağladığını iddia ediyorlar. Bu, Osmanlı tarihini yanlış okumalarına dayanan çoğunlukla boş bir iddia. Şüphesiz, yıllar boyunca yapılan anketler özellikle Filistinlilere verdiği destek nedeniyle Erdoğan’ın popüler olduğunu gösteriyor. İstanbul’da hatırı sayılır sayıda Arap turist var ve Ortadoğuluların Türk dizilerine olan ilgisi kanıtlanmış durumda. Ancak bu, kültürel bir yakınlık oluşturmak için yeterli değil.

İslamcı olarak Erdoğan ve iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Arap dünyasına, özellikle de Mısır’daki Müslüman Kardeşler, Hamas ve diğer İslamcı dostlarına karşı bir sempati duyması daha muhtemel. Türkler Suriyeliler aralarında yakınlık hissetmelerine rağmen bu yakınlığın Suriyelilerin diğer Araplarla olan bağlarına kıyasla oldukça zayıf olduğu söylenebilir. Bu da Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Irak, Ürdün ve diğerlerine Şam’da Türkiye’ye karşı bir avantaj sağlıyor.

Bir de Kürt milliyetçiliği ve Washington’un Suriye’de İslam Devleti’ne (IŞİD) karşı ortağı Suriye Demokratik Güçleri’nin çekirdeğini oluşturan Halk Savunma Birlikleri (YPG) adlı Suriyeli Kürt savaş güçleri gibi çetrefilli bir mesele var. Türk hükümeti Esad rejiminin sona ermesi, Şam’da HTŞ’nin iktidara gelmesi ve ABD’nin seçilmiş başkanı Donald Trump’ın Amerikan güçlerini geri çekmeye hazır olduğunu açıklamasıyla birlikte Suriye Ulusal Ordusu’nu, terör örgütü olarak tanımlanan Kürdistan İşçi Partisi’nden (PKK) ayırt etmediği YPG’yi yok etmek için kullanma fırsatı doğduğuna inanıyor. Bu, Ankara’nın bakış açısına göre, güneyden gelen bir güvenlik tehdidini nihayet ortadan kaldıracaktır.

Türkiye açısından Kürt milliyetçiliğine karşı yıkıcı bir darbe vurmak için uygun bir zaman gibi görünüyor. Ve Ankara’nın Suriye’deki görünür zaferi, Türkiye’ye bu hedefi gerçekleştirebilecek bir güç sağlıyor.

Bu basit senaryoyu karmaşıklaştıran birkaç mesele var: Birincisi, Kürtler kendi yıkımlarını gönüllü olarak kabul etmeyecek. Karşılık verme kapasiteleri var ve bu da Türkiye’yi iki cephede birden gerilla savaşı vermek zorunda bırakıyor: Suriye ve PKK’nın yuvalandığı Irak.

Unutulmamalıdır ki, güçlü Türk Silahlı Kuvvetleri bile 40 yılı aşkın bir süredir PKK’yı tamamen ortadan kaldıramadı. Türklerin ve Suriyeli müttefiklerinin bu konuda daha başarılı olacağına inanmak için bir sebep yok. İkinci olarak HTŞ, Türkiye’nin Kürtleri ortadan kaldırma mücadelesinde mutlaka bir ortak olmayabilir. Esad sonrası Şam’daki Türk gücünün Ankara’nın herkesin inanmasını istediği gibi olmadığının somut bir işareti olarak Erdoğan, YPG’yi yok etme mücadelesinde yeni hükümetin yardımını beklediğini açıkladı. Bu, Türkiye’nin Suriye’nin başkentindeki gücünün sınırlarının üstü kapalı bir itirafıydı.

“Suriye’yi Türkiye kazandı” fikri etrafındaki erken zafer havası, gerçekliğe dayanmayan bir dizi varsayım ve beklenti yaratıyor ve politika yapıcıları potansiyel olarak nahoş sürprizlerle karşı karşıya bırakıyor.

Eğer politika yapıcılar bu anlatıyı olduğu gibi kabul ederlerse, Şam’da bölgesel güçler arasında devam eden pozisyon mücadelesinin inceliklerini gözden kaçıracaklardır. Bu, Suriye’yi kimin kontrol edeceğine dair uzun süredir devam eden dramanın sadece bir sonraki perdesi. Hiç şüphesiz, Türkiye çok sayıda kazanımı olan önemli bir başrol, ancak Ankara’nın aynı zamanda oldukça fazla sayıda mesuliyeti de var. Suriye’de ayaklanmanın başladığı Mart 2011’den bu yana her adımda Türklerin yanlış hesap yaptığını, Esad’ı reform yapmaya ikna edebileceklerine, ABD’yi Suriye liderini devirmeye ikna edebileceklerine ve sonra da vazgeçip Esad’la yakınlaşma arayışına girmeden önce aynı amaç doğrultusunda radikalleri kullanabileceklerine inandıklarını unutmamak gerekir.

Elbette Ankara’nın Suriye’de geçmişte yaptığı hatalar Erdoğan’ın şimdi başarısız olacağı anlamına gelmiyor ancak Türkiye’yi galip ilan etmek için henüz çok erken.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English