Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Güncel bir Etiyopya ve Somali karşılaştırması: Somaliland, Eş-Şebab ve Türkiye

Yayınlanma

Editörün notu: Doğu Afrika’da, Afrika Boynuzu’nda Etiyopya, Somali ve Somaliland arasında devam eden gerilim yalnızca bölgeyi değil, Körfez’den Türkiye’ye kadar birçok ülkeyi ilgilendiriyor. Bu bölgede ABD, Çin ve Türkiye’nin askeri varlığı bulunurken, Eş-Şebab gibi örgütler istikrarı tehdit ediyor. Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale Etiyopya ve Somali arasında yaşanan olaylara daha bölgesel bir perspektiften bakıyor.


Güncel bir Etiyopya ve Somali karşılaştırması: Somaliland, Eş-Şebab ve Türkiye

Mukerrem Miftah
EthioExplorer
18 temmuz 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Etiyopya ve Somali arasındaki ilişkiler 2018 yılından bu yana en az iki büyük epizodik an yaşadı. Birincisi, Etiyopya, Eritre ve Somali arasındaki üçlü anlaşma ve bunun kısa ömürlü de olsa yarattığı coşkuyla ilgili. “Afrika Boynuzu”(*) tarihsel olarak çözülmemiş şikayetler ve çekişmeler biriktirdiğinden, anlaşmanın bölgenin modern siyasi tarihinde yeni bir dönemi müjdelemesi bekleniyordu. 1998’deki sınır savaşının tetiklediği çözülmemiş anlaşmazlıklar, vekalet savaşları ve diplomatik düşmanlıklarla geçen neredeyse üç asırlık karşılıklı kuşkular göz önüne alındığında, artık Etiyopya ve Eritre arasında sağlıklı ilişkilerin başlayabileceği düşünülüyordu. Aslına bakılırsa, Eritre-Somali ilişkileri de pek barışçıl olmamıştı. Eritre hükümeti Somali’deki Hareket eş-Şebab el-Mücahidin (Eş-Şebab) militanlarını doğrudan desteklemekle suçlanmıştı, keza ülkenin Cibuti ile de çözülmemiş sınır sorunları mevcut.

Pek çok gözlemciyi şaşkına çevirse de Abiy’nin [2018’deki] gelişi bölge için umut çıtasını yükseltti. Büyük ölçüde Abiy’nin öncülük ettiği düşünülen üçlü koalisyonun Boynuz’da yeni bir yol çizmesi bekleniyordu. Etiyopya, Somali ve Eritre arasında kapsamlı iş birliği kurulmasına ilişkin bildiri 5 Eylül 2018’de Asmara’da imzalanmıştı. Ocak 2020’de Eritre, Etiyopya ve Somali liderleri, “2020 için Ortak Eylem Planı” adını verdikleri plan kapsamında aralarındaki bağları daha da derinleştirme sözü verdiler. Bu plan, barış, istikrar ve güvenliği pekiştirmenin yanı sıra ekonomik ve sosyal kalkınmayı teşvik etmek gibi iki ana ve iç içe geçmiş hedefe odaklanmayı da amaçlıyordu.

Fakat ne yazık ki, dört yıl içinde yaşananlar, bölgede on yıllardır süregelen karşılıklı kuşku ve siyasi çekişmeleri yeniden canlandırdı ve katmerledi. Tigray bölgesindeki iki yıllık yıkıcı savaş ve Etiyopya’nın Somaliland ile yakın zamanda imzaladığı Mutabakat Zaptı, genel olarak Afrika Boynuzu’nu, özel olarak ise bölgedeki barış ve güvenliği yeniden tanımlıyor. Pretoria Anlaşması’nın imzalanmasından bu yana, Etiyopya-Eritre ilişkileri, devletlerarası ilişkilerin olası tüm göstergeleriyle birlikte ölçüldüğünde, evet kötüye gidiyor. Eritre’nin anlaşmaya katılmaması ve/veya katılmayı reddetmesi, Etiyopyalı yetkililerin Kızıldeniz’e Eritre üzerinden erişim konusunda yaptıkları iddia edilen bazı “saldırgan” yorumlar, İsaias liderliğindeki Demokrasi ve Adalet için Halk Cephesi’nin (PFDJ) Etiyopya’nın devam eden savaşında vekalet savaşına sponsor olduğu gibi iddialar Nobel öncesi açmazı yeniden kuruyor gibi görünüyor.

Etiyopya’nın Somaliland ile yaptığı anlaşma ve 1 Ocak 2024’te imzalanan Mutabakat Zaptı, önemli sonuçları olan bir diğer büyük epizodik andır. Söz konusu Mutabakat Zaptı, Etiyopya-Somali ilişkilerini birçok yönden zayıflatma potansiyeline sahip. Mesela Eş-Şebab’ın Boynuz’daki varlığını ve etkisini kesinlikle güçlendirdi. Yine komşu ve Afrikalı olmayan aktörler buraya dönük hamlelerini yeniden tanımlıyor ve belki de büyüyen bu fiyaskoyu araçsallaştırıyorlar. Eritre, Mısır, Türkiye, Avrupa ve ABD gibi kimi aktörler ise bölgede kendi ihtiyaçlarını güvence altına almak için taktik ve stratejik hamleler yapıyor.

Bununla birlikte, Mutabakat Zaptı Etiyopya ve Somaliland’ın karşılıklı ihtiyaçlarını karşılıyor gibi görünüyor. Etiyopya için bu anlaşmanın iki büyük faydası var ve başka bir nedenden ötürü, öyle kolayca vazgeçilmesi pek olası değil. İlk olarak, anlaşma Etiyopya’nın Kızıldeniz’e ticari erişimini güvence altına alacaktır. Etiyopya, Eritre’nin bağımsızlığından bu yana denize kıyısı olmayan bir ülke konumunda. Anlaşma uyarınca Somaliland, elli yıl boyunca kıyı şeridinin 20 kilometresini Etiyopya’ya kiralayacak. İkinci olarak, Somaliland’ın kıyı şeridi Etiyopya’yı Kızıldeniz bölgesinde bir deniz gücü haline getirecek çünkü Etiyopya burada bir askeri üs inşa etmeyi planlıyor. Üçüncüsü, Etiyopya, Dubai’nin DP World’ü ve Somaliland 2017’de Berbera limanını geliştirmek ve yönetmek için bir anlaşma imzalamış olsa da, Etiyopya’nın sahiplik anlaşmasını tamamlamak için gereken koşulları yerine getirememesi nedeniyle yüzde 19’luk payını kaybettiği bildirildi. Sonuç olarak, Eritre ile barışçıl yollarla Kızıldeniz’e erişim fırsatını ve üçlü Berbera anlaşmasını zaten kaybetmiş olan Etiyopya, ekonomik ve stratejik çıkarları için büyük önem teşkil ettiğinden, Kızıldeniz’e erişim sağlayabilecek veya deniz ticareti yeteneklerini geliştirebilecek fırsatlara karşı oldukça korumacı olacaktır.

Yine bazı açılardan farklı olsa da, Etiyopya’nın siyasi ve kalkınma hedefleri açısından tartışmalı bir proje olan Büyük Etiyopya Rönesans Barajı’nın (Grand Ethiopian Renaissance Dam – GERD) inşasını sürdürme konusundaki kararlılığı, Somaliland ile imzalanan Mutabakat Zaptı’nın izleyeceği olası rotaya işaret edebilir. Mutabakat Zaptı başarıyla uygulanırsa, hem önemli ekonomik ve siyasi faydalar sağlanır hem de Etiyopya’nın genel olarak Afrika’da ve özel olarak ise Doğu Afrika’daki göreceli konumu güçlenir. Somaliland için ise Etiyopya’nın Somaliland’i resmen tanıması gerekecektir. Nitekim bu, otuz yıldır uluslararası toplum tarafından hayal kırıklığına uğratılan bir süreç olarak görülüyor.

Fakat Somali anlaşmayı reddetti ve daha fazla ilerleme kaydedilmesine şiddetle karşı çıktı. Anlaşmaya yönelik ilk tepki, bunu ülkesinin “egemenliğine ve toprak bütünlüğüne karşı bir saldırı eylemi” olarak gören Somali hükümetinden geldi. Aralarında Mısır, ABD ve Türkiye’nin de bulunduğu pek çok ülke, Somali’nin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne desteklerini ifade ederek konuya dönük endişelerini dile getirdiler. Ancak bu tepkilerin anlamlı bir sonuç doğurup doğurmayacağı ya da diplomatik bir laf kalabalığı olup olmayacağı halen belirsizliğini koruyor.

Uluslararası topluma yapılan diplomatik çağrılara ek olarak, Somali Cumhurbaşkanı Hasan Şeyh Mahmud bir dizi önlem açıkladı. Etiyopya’yı iç işlerine “açıkça müdahale etmekle” suçlayarak, Etiyopya büyükelçisinin sınır dışı edilmesini ve Somali’deki iki konsolosluğun kapatılmasını emretti. Hasan hükümeti ayrıca hem ikili düzenlemeler kapsamında gelenler hem de Somali’deki Afrika Birliği Geçiş Misyonu (ATMIS) olmak üzere tüm Etiyopya birliklerinin 2024 yılı sonuna kadar Somali’den ayrılmasını talep etti. Somali Ulusal Güvenlik Danışmanı Hüseyin Şeyh Ali’ye göre bunun Somali açısından manası, Etiyopya’nın Somaliland ile yaptığı anlaşmayı reddettiğini göstermek.

Yine de Somali Federal Hükümeti’nin (SFG) bu anlaşmazlığı ele almadaki yaklaşımı olumlu sonuçlar doğurmayabilir. Zaten anlaşmadan sonraki günlerde çığ gibi büyüyen kanıtlar bunun aksini gösteriyor. Her şeyden öte, federal hükümetin (yeniden giriştiği) eylemler, onun ve ortaklarının Afrika Boynuzu’ndaki Eş-Şebab’a karşı çabalarını zayıflatacaktır. Mutabakat Zaptı’nın imzalanmasının ardından anlaşmayı açıkça kınayan yalnızca federal hükümet değil aynı zamanda Eş-Şebab da oldu. Eş-Şebab, Zapt’ı reddeden basın duyurusunda, Etiyopya’nın bu zapttaki rolü ile tarihi haçlı seferleri arasında yakın bir paralellik çizdi. Eş-Şebab’ın açıklaması şöyle idi:

“Hareket eş-Şebab el-Mücahidin (EşŞebab), Somali topraklarının veyahut kıyı şeridinin bir karışının dahi Etiyopyalı Hıristiyan haçlılara teklif edilmesini, teslim edilmesini veya tek bir santiminde misafir edilmelerini dahi kesin bir dille reddetmektedir. Ahmed Gurey, Hasan Barsane ve Seyyid Muhammed Abdullah Hasan gibi atalarımızın yürüttüğü cihad, Etiyopya’nın Afrika Boynuzu’ndaki hedeflerini gerçekleştirmesini daha önce engellemişti ve Allah’ın izniyle EşŞebab, Etiyopyalı haçlılarla savaşmaya ve dinimizi, topraklarımızı, onurumuzu ve kaynaklarımızı savunma mirasını sürdürecektir (Eş-Şebab, basın açıklaması, 18 Ekim 2023).”

Durumu istismar eden Eş-Şebab şimdilerde Etiyopya’ya karşı büyük bir propaganda kampanyası yürütüyor ve bölgede yeni bir terör dalgası için Etiyopyalılar da dâhil olmak üzere pek çok insanı silah altına alıyor. Eş-Şebab’ın güçlü bir şekilde ortaya çıkışı, hali hazırda zaten epey zayıf olan SFG’nin Boynuz’daki politik ve güvenlik krizini daha da karmaşık hale getirebilir. Başka bir yerde Somali ulusal ordusunun “zayıf askeri strateji, deneyimsiz saha komutanları ve karaborsada satmak üzere gıda tayınları, askeri teçhizat, silah ve mühimmat hırsızlığını da içerecek şekilde liderler arasında yolsuzluktan” mustarip olduğu belirtilmişti. Bu nedenle, SFG’nin zaten zayıf olan askeri kapasitesi ve propaganda kampanyası göz önüne alındığında, Eş-Şebab daha fazla güç toplamaya, federal hükümeti daha da güçten düşürmeye ve komşu ülkelere dönük saldırılara devam etmeye ve sonuç olarak da bölgeyi kırılgan ve güçsüz devletler için uygun bir alana dönüştürecektir.

Her halükarda, SFG’nin talebinin aksine, Etiyopya güçlerinin Somali’yi terk edip etmeyeceği, ne zaman terk edeceği ve hatta bunun gerekli olup olmadığı belirsizliğini koruyor. Etiyopya’nın güvenliği ve siyasi çıkarları –hatta buna siyasi grupları da ekleyin- göz önüne alındığında, Etiyopya güçleri Somali’den ayrılmayı hiçbir zaman düşünmeyebilir. Bu da Etiyopya’nın varlığının her iki ülke için de işlevsel olabileceği anlamına geliyor. Etiyopya kuvvetlerinin olası geri çekilmesi, Eş-Şebab’ın operasyonlarını orta ve güney Somali’nin ötesine genişletmesi için elverişli bir ortam yaratacaktır. Her iki senaryoda da Somali’nin Etiyopya ve/veya Somaliland’a planladığı ortak girişimlerden vazgeçmesi için baskı yapacak başka bir mekanizmaya ihtiyacı var.

Türkiye bu çıkmazdan barışçıl- ya da en azından çatışmasız- bir çıkış yolu bulmak için aktif olarak çalışıyor gibi görünüyor. Türkiye’nin müdahalesi, mevcut siyasi ve ekonomik çıkarlarını korumayı ya da Afrika Boynuzu’ndaki “stratejik derinliğini” (Bu kavram, Türkiye’nin eski Başbakanı, şimdilerde ise hükümete muhalif olan Ahmet Davutoğlu tarafından popülerleştirilmişti) ve varlığını ya da her ikisini birden genişletmeyi amaçladığı için haklı görülebilir. Eğer başarılı olursa, Türkiye’nin fiili müdahalesinin iki olası sonuca yol açması muhtemel. İlki, iki ülke arasındaki diplomatik gerilimin azalması. Türkiye, bu noktada, doğrudan görüşmeleri ve karşılıklı anlaşmayı kolaylaştırabilir. Bu da çatışan aktörlerin tek taraflı eylemlerinin potansiyel tırmanışını azaltabilir ve hatta önleyebilir.

Ankara’da yapılan ilk tur görüşmeler sahiden de bu yöndeki umutları yeşertti. Etiyopya Dışişleri Bakanlığı toplantıyı “dostane ve şeffaf” olarak değerlendirdi. Ancak Cumhurbaşkanı Hasan Şeyh Mahmud, “Şu ana kadar [Etiyopya’nın] bu yoldan geri döndüğüne dair hiçbir belirti yok” diyor. Eylül 2024’te Ankara’da başka bir görüşme turunun daha yapılması planlanıyor. Yine de, [sırasıyla Etiyopya ve Somaliland kastediliyor] Addis Ababa ve Hargeisa Mutabakat Zaptı’nı uygulamakta ısrarcı olursa Türkiye’nin rolü sadece bu zaptın koşullarını hafifletmek ve çatışan aktörlerin kaçınılmaz olanı küçük sürtüşmelerle kabul etmelerine yardımcı olmak ile sınırlı kalabilir.

Ancak Somali’nin böyle bir sonucu kolayca kabul edip etmeyeceği, etmeyeceği bir durumda hangi yollarla yanıt vereceği gibi konular belirsiz. Bir başka zorluk da Somaliland’ın Türkiye’nin öncülük ettiği bu tartışmaya aktif olarak katılmıyor gibi görünmesi. Pek anlaşılır bir şekilde, bu durum Somali’yi tedirgin ediyor, zira ülkenin fiili olarak tanınması ve dolayısıyla Etiyopya ile yaptığı anlaşmanın kabul görmesi gibi bir anlam taşıyor. Yine de tüm bu bulmacanın vazgeçilmez bir parçası olarak Türkiye’nin Somaliland’ı dâhil etmek için daha başka yenilikçi yollar bulması gerekecektir. Son olarak ise, herhangi bir yanlış adım veya yanlış bir hesap, masanın tüm tarafları için büyük sonuçlar doğurma potansiyeli taşıyor.


(*) Afrika kıtasının doğu kısmından Aden Körfezi’nin doğusuna doğru uzanan coğrafi bölge. Bir gergedan boynuzunu andırdığı için bu şekilde isimlendirilmektedir. Bu coğrafi bölge genellikle Somali, Cibuti, Etiyopya ve Eritre’yi imlese de kimi yorumcular, Boynuz’a Sudan ve Kenya’yı da eklemektedir. (ç.n)

DÜNYA BASINI

Wolfgang Streeck: Kapitalizm evcilleştirilmelidir

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz mülakat, kapitalizm üzerine araştırmalarıyla bilinen sosyolog Wolfgang Streeck ile Die Zeit’te yapılmış ve Thomas Fazi tarafından İngilizceye çevirmişti (her nedense, Fazi bu mülakatı yayınladığı sayfayı yayından kaldırmış). Sahra Wagenknecht İttifakı’nın (BSW) “entelektüel beyni” olarak da görülen Streeck, eşitlikçi dünya görüşünü bir tür refah devleti savunusu (veya nostaljisi?) ile birleştiriyor ve demokratik bir yenilenme için ulus-devlet ölçeğine dönmeyi (veya o ölçeği yeniden kazanmayı) vaaz ediyor. Streeck’in BSW’den asgari beklentisi, kapitalizmin altın çağında, kapitalizmi de evcilleştiren dayanışma mekanizmalarının ortadan kalkmasının ardından, yeni dayanışma mekanizmalarını başka bir düzlemde yeniden kurmasından ibaret görünüyor. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


“Kapitalizm evcilleştirilmelidir”

Wolfgang Streeck’in Die Zeit için Lars Weisbrod’a verdiği röportajın İngilizce çevirisi. [Orijinal röportaj]

Wolfgang Streeck, Köln’deki Max Planck Toplum Araştırmaları Enstitüsü’nün emeritus direktörü olan Alman sosyolog ve politik iktisatçıdır. Streeck’in çalışmaları kapitalizm ve demokrasi arasındaki gerilimlere, özellikle de iktisadi sistemlerin toplumsal ve siyasi yapıları nasıl etkilediğine odaklanmaktadır. Önemli kitapları arasında  neoliberal politikaların uzun vadeli sonuçlarını incelediği Buying Time: The Delayed Crisis of Democratic Capitalism [Zaman Kazanmak: Demokratik Kapitalizmin Ertelenmiş Krizi] yer almaktadır. Streeck, gelişmiş ekonomilerde kapitalizmin geleceğine ilişkin tartışmalara yaptığı katkılarla tanınmaktadır.

Zeit: Şu anda ne düşünüyorsunuz, Bay Streeck?

Wolfgang Streeck: On yıllardır politik iktisat üzerine çalışan benim gibi biri, bugün, toplumlara bakış açımızın uzun zamandır sınırlı olduğunu, çünkü genellikle ulusal toplumlarla uğraştığımız gerçeğini göz ardı ettiğimizi fark etmekten kendini alamıyor. Örneğin demokratik kapitalizmin tarihi, ancak tek tek ulusal toplumlar ile küresel toplum arasındaki bağlantıları incelediğimizde anlaşılabilir.

Zeit: Sahra Wagenknecht’in siyaseti üzerinde önemli bir entelektüel etkiye sahip olduğunuz düşünülüyor. Sahra Wagenknecht İttifakı’nın (BSW) Saksonya ve Thüringen’deki başarısından memnun musunuz?

Streeck: Tanrım, nadiren memnun oluyorum ama büyük bir sempati ile bakıyorum. Alman siyasi sisteminin krizi yadsınamaz ve bu sadece Almanya’ya özgü bir olgu olmayıp tüm Batılı kapitalist toplumlarda gözlemlenebilir: merkezin çöküşü, sosyal demokrasinin gerilemesi ve daha önce yerleşik parti yelpazesinde yeri olmayan çıkar ve değerleri temsil eden yeni partilerin ortaya çıkışı. Bu genellikle bir çürüme süreci olarak tanımlanır, en azından eski partilerin perspektifinden bakıldığında bu şekilde görülebilir. Fakat demokrasiyi vatandaşların farklı deneyimlerine yer veren, bu deneyimleri ifade etmelerine ve siyasete taşımalarına olanak tanıyan bir kurum olarak anlıyorsanız, bunu bir demokratik yenilenme süreci olarak da tanımlayabilirsiniz. Bu yeni partilerin birçoğu gerçekten de hiç sempatik değil: örneğin Trump ve Hollanda, İtalya, Fransa’daki benzerleri. Fakat demokrasiyi başarısız siyasi elitleri oylama fırsatı olarak anlıyorsanız, o zaman yine de şunu kabul edebilirsiniz: evet, demokrasi seçmenlerin iradesinin bu tür bir şekilde ifade edilmesi için vardır.

Zeit: Fakat bu sağcı popülist partiler antidemokratik hedefleri takip ediyor.

Streeck: Evet, eğer demokrasiyi birbirimize iyi davranmak, Habermasçı bir söylem kültürünü sürdürmek ya da başkalarının sahip olmadığı bazı değerlere sahip çıkmak olarak tanımlıyorsanız, bu tanıma göre bu yeni partiler kesinlikle demokrat değildir. Fakat seçimlerle ilgili yorumlarda yeterince tartışılmayan bir konu, bu iki federal eyalette seçime katılımın yaklaşık yüzde on puan artmış olmasıdır. Bu sansasyonel bir durum, zira seçimlere katılım sürekli olarak düşmekteydi. İnsanların bu seçimleri yeniden ciddiye almaya başlaması, bir demokrasi destekçisi olarak benim kötü olarak görmediğim bir şey. Özellikle de Wagenknecht’in partisi daha önce oy kullanmayan seçmenleri harekete geçirdi. Ayrıca tüm bu merkezci mobilizasyon çabalarının –çoğunluğu yüz binlerle ifade edilen duyarlı insanların sokaklara döküldüğü bu gösterilerin– AfD’nin sonuçları üzerinde gözle görülür bir etkisi olmadığı da ortaya çıktı. Bu da benim merkezci endoktrinasyon olarak adlandırdığım şeye karşı nüfusun bazı kesimlerinde ilginç bir direnç olduğunu gösteriyor. Merkezci siyasetin bariz sorunlarını bir cephe yaratarak örtbas etmeye çalışan bir endoktrinasyon: “Biz, demokratlar, otoriterliğe karşıyız!” Bu arada, kendinden menkul demokratik güçler altyapının çürümesinden, eğitim sisteminin sefaletinden, okullardan, kreş eksikliğinden, demiryollarından, 1960’lar ve 1970’lerden kalma fiziksel ve kurumsal altyapının çöküşünden sorumludur; buna bir de göçmen politikasını ekleyin. Merkez, bu sorunlar karşısında durmakta ve bu konuda nasıl hiçbir şey yapılamadığına hayret etmektedir. Ve sonra bu harekete geçememe durumu, sözde popülistler tarafından verilen sözde basit cevapların aksine, karmaşık sorunlara karmaşık bir yanıt olarak ilan ediliyor.

Zeit: BSW ile kişisel bir ilişkiniz var mı?

Streeck: Ben bir sempatizanım, ama aynı zamanda 78 yaşındayım ve çok sabırsız olduğum için artık parti toplantılarına katılamıyorum. Aktif bir üye değilim. Fakat son yıllarda yazdıklarımın çoğunun parti çevrelerinde kabul gördüğünü görüyorum ve bence bu iyi bir şey. Yeniden siyasi sorumluluk alabileceğimiz bir yere ihtiyacımız var ve bu yer de ancak demokratik ulus-devlet olabilir. Dahası, Almanya’da sorulması gereken önemli sorular şu anda sadece marjlardan gelebilir; CDU, SPD veya [FDP’li Christian] Lindner’den  gelemez. Fakat Wagenknecht gibi kendi metinlerini yazarak kendini diğerlerinden ayıran bir siyasetçi bunu yapabilir.

Zeit: Az önce birçok siyasi sorunu sıraladınız ve ardından göç konusunu eklediniz. Ama Solingen’deki saldırıdan bu yana asıl mesele bu değil mi?

Streeck: Sorun sadece insanların festivallerde bıçaklanmak istememesi değildir. Toplumlar kendilerini, yeni gelenlerin de benimsemesini bekledikleri önceki anlayış ve anlaşmalarla tanımlarlar. Ve burada, Avrupa toplumları artık büyük ölçekli göçle nasıl başa çıkacakları konusunda hiçbir fikre sahip değil. İnsanları nasıl entegre edersiniz, gettoların oluşmasını nasıl engellersiniz? Bizler “Habermasçı insanlar” değiliz; ortak bir anayasanın dayanıksız temeli üzerinde sosyalleşmiyoruz, fakat tabiri caizse, belirgin görünümleri güveni teşvik eden gelenek ve görenekler var. Ayrıca, göç koşulları altında ortaya çıkan yabancılaşma etkisinin siyasi olarak yönetilebilir olması gerekir; bunun için bir şeyler bulmalısınız. İnsanları ırkçı olmamaları konusunda uyarmakla yetinemezsiniz. Bu ülkedeki göçmenlerin büyük çoğunluğunun toplumun merkezine girmeyi başarmasını sağlamak zorundasınız. Çünkü bunu başaramayanlar, bu topluma karşı siyasi açıdan verimsiz ve tehlikeli hınçlar biriktiriyor.

Zeit: Siz ve Wagenknecht kendinizi kapitalizm eleştirmeni olarak görmeye devam ediyorsunuz. O halde bu tür kültüralist kategorilere başvurmak tuhaf değil mi? Rekabetçi bir toplumun zorunlu olarak ürettiği kaybedenlerin şehrin bazı bölgelerinde varlıklarını sürdürmelerine yol açan iktisadi nedenler vardır. Bunun kültürel farklılıklarla hiçbir ilgisi yoktur.

Streeck: “Kapitalizm eleştirmeni” terimine katılmıyorum. Ben bir kapitalizm teorisyeniyim. Kapitalizm eleştirisinin sosyolojik, tarihsel ve siyaset bilimi geleneğini, kapitalizmin sürekli değişen biçimiyle neyle ilgili olduğunu anlamak istediğim anlamında ciddiye alıyorum. Mesele sadece belirli insanların rekabetçi bir ortamda kaybetmeleri değil, bu konuda bir şeyler yapabilecek kaynakların ortaya çıktığı bir yaşam bağlamında var olup olmadıklarıdır. Sosyalleşme ve eğer böyle adlandırmak isterseniz, sömürü kolayca birbirinden ayrılamaz. Kapitalizmde siyaset aynı zamanda onun yaratıcı yıkıcı gücünü kontrol altına alma girişimidir ve bunun ön koşullarından biri dayanışmadır. Fakat dayanışma koşulları artık karşılanmıyorsa, o zaman kapitalizm evcilleştirilemez. Ve evcilleştirilmelidir, aksi takdirde cinayet ve adam öldürme hüküm sürecektir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra geliştirilen dayanışma kaynaklarının çoğu –güçlü sendikalar veya kitlesel siyasi partiler gibi– neoliberal yıllarda temelden zayıfladı. Kitlesel siyasi partiler üye kaybediyor, reklam profesyonellerinden –ya da ısıtma uzmanlarından (Almanya’nın tartışmalı ısıtma yasasınabir gönderme)– oluşan bir çekirdeğe doğru küçülüyor. Geriye kalan yerel dayanışma toplulukları göçmenleri entegre etmeyi başarmalı ve ardından birlikte mücadele etmelidir. Bugün federal düzeyde bile sözde göçmen kökenli insanlardan çok güçlü bir şekilde etkilenen IG Metall gibi iyi örnekler her zaman vardır. Fakat tüm bunların öğrenilmesi ve inşa edilmesi gerekiyor ve hiçbir şekilde bir gecede gerçekleşemez.

Zeit: Bunun için neden Sahra Wagenknecht İttifakı’na ihtiyacınız var? CDU’da da benzer şekilde göçe şüpheyle yaklaşan pozisyonlar bulabilirsiniz.

Streeck: Çünkü doğru sorular sorulmalı ve çünkü sorulara boş cevaplar verilmemesini sağlamalısınız. Parlamento ne için vardır? Kürsünün arkasında hükümetin hayatını zorlaştıracak kadar bilgili insanların olması içindir. AfD bunu yapamaz; sadece kızgınlıklara hitap eder. Başka bir örnek vermek gerekirse, göç politikasının yanı sıra: dış politikamız hakkında gerçek bir tartışma nerede yapılıyor? BSW dışında doğru soruları kim soruyor? Şansölye bir basın toplantısında 2026’dan itibaren Almanya’da nükleer kapasiteli orta menzilli Amerikan füzelerinin konuşlandırılacağından bahsediyor. Arkasından hiçbir tartışma gelmiyor. Aslında bu, Avrupa’nın güvenlik mimarisinde benzersiz bir değişiklik. Bunu istiyor muyuz? BSW parlamentoda bu tür soruları gündeme getirmeyi başarabilir ve böylece bu sorulardan artık kaçınılamaz. Amaç, eski merkezin üstünü örtmeye, piyasaya bırakmaya veya Brüksel’e kaydırmaya çalıştığı gerçek sorunları ele almak için ulusal siyasi arenayı geri kazanmaktır. Belki de yeniden canlanan demokratik bir kamusal alanda duyarlı bir devleti yeniden tesis etmeyi başaracaktır. Her şey burada başlar; demokrasinin dayandığı kaynak budur. “Otoriterlere karşı demokratlar” gösterileriyle gerçek soruların üstünü örterek bu kaynağın kasıtlı olarak etkisizleştirilmesi, kasıtlı olarak altını oymaktadır. O zaman resmi sözde söylem şu hale gelir: “Wagenknecht milliyetçidir!” Evet, başka ne olabilir ki, ulus-devletlerimiz var ve nihayetinde bu, bir toplum olarak çıkarlarımızı formüle etmek ve savunmak için potansiyel olarak etkili tek aracımız.

Zeit: Liberalizm ve kapitalizm de sağ tarafından özenle teorize ediliyor ve eleştiriliyor. Sizin pozisyonunuzu muhafazakâr ya da gerici bir pozisyondan ayıran nedir?

Streeck: En önemli hocam New York’taki Columbia Üniversitesi’nde Amitai Etzioni adında bir adamdı. Sosyologların sosyoloğuydu. İlginç bir hayatı vardı. Köln’de doğmuş, İsrail’de bir kibbutzda büyümüş, Martin Buber’in öğrencisi olmuş ve doktorasını Berkeley, Kaliforniya’da yapmıştı. Etzioni daha sonra komüniteryanizmin mucidi olarak kabul edildi. Bu teori, Etzioni’nin toplumlar arasındaki yaşam deneyimini ve belirli topluluklarla olan bağlantısını bir araya getirmiştir. Örneğin kibbutz onu hiç terk etmedi. Deneyimleri, insanların bir topluluğa entegre olamazlarsa ve kendilerini diğer gruplardan ayıran bir ortaklık duygusu geliştiremezlerse yaşayamayacakları yönündeydi. Fakat aynı zamanda insanlar, herkesin eşit derecede insan olduğu bir bağlama uyum sağlamaya da muhtaçtır. Bu, Habermasçı evrenselcilerde ortaya çıkan ve insan topluluklarının aslında ahlaki açıdan meşru tek bir insan topluluğu olan bir bütün olarak insanlık olana kadar daha da yukarılara çekildiği aşırı seyreltmeye bir alternatiftir. Etzioni’nin komüniteryanizmi böyle bir kavramın sosyolojik olmadığını ve bu nedenle de başarısız olmaya mahkum olduğunu anlamıştır. Günümüz koşullarında sorun bana, gerçekte sadece depolitizasyon ve teknokrasi anlamına gelen bir evrenselciliğin nasıl daha da ilerletileceği değil, gerçek “çeşitliliğin” kendi evinde olduğu taban denilen şeye nasıl biraz daha inileceği gibi görünüyor. İnsanlar içinde yaşadıkları somut topluluklarda kendilerini nasıl güçlendirebilirler?

Zeit: Eğer durum buysa, neden AfD’yi ve Björn Höcke’yi desteklemiyorsunuz?

Streeck: Aman Tanrım. Höcke ve takipçilerinin tek bir tutarlı düşüncesini bile bilmiyorum. Hepsi alaycı sembolik provokasyonlardan ibaret. Ama bir şekilde muhafazakâr olsaydı bile, onunla hiçbir işim olmazdı. Sağ muhafazakârlar doğal bir hiyerarşiye, daha iyi olanların daha az iyi olanlara ne yapmaları gerektiğini söylemek için orada olduğu bir dünyaya inanırlar. Fakat ben din değiştirmemiş bir eşitlikçiyim: tüm insanlar eşit değerdedir. Dahası, sağcı muhafazakârlar bu dünyada barış olamayacağına inanırlar: Schmittçi varoluşsal düşmanlar vardır ve ancak onların yaşamasına izin vermezsek yaşayabiliriz. Bu sonuncusu, Amerikan neoconlarının ve dışişleri bakanımız da dahil olmak üzere Avrupalı NATO muhafazakârlarının ana teması haline gelmiştir.

Zeit: Annalena Baerbock’u Höcke ile mi kıyaslıyorsunuz?

Streeck: Eğer bu savaşın ancak Putin’i Lahey’e teslim ettiğimizde sona erebileceğini söylüyorsanız, bu nihai zafer anlamına gelir: Alman tankları Moskova’da. Ben de bunu tekrar düşünmemiz gerektiğini söylüyorum.

Zeit: Bu retoriğe eleştirel bir gözle bakabilirsiniz, fakat aslında bu evrenselci değerler adına bir taleptir – Schmittçi düşman düşüncesi adına değil. Tam tersi: tikelci, cemaatçi konumunuz aslında kendinizden farklı bir düşmanın varlığına dayanıyor.

Streeck: Of, hadi ama. Dünyada başkalarının da olduğu gerçeği, başa çıkmamız gereken bir gerçektir. Onları sevmek zorunda değilsiniz ama onlarla birlikte yaşamayı öğrenmek zorundasınız. Etzioni’ye geri dönecek olursak: dünya topluluklardan oluşur ve siyasetin görevi, şans ve beceri ile bunları mümkün olduğunca iyi bir şekilde topluluklar topluluğu olarak organize etmektir; bu arada, bu oldukça orijinal olmayan bir şekilde Birleşmiş Milletler Şartı’nda yazılmıştır. Bir kez daha, herhangi bir sağcı gruba katılmamın neden imkansız olduğunu anlıyorum: aşağı yukarı hepsi, doğal olarak ait oldukları bir azınlığın çoğunluğa ne yapması gerektiğini söyleme hakkına sahip olduğu varsayılan elitist bir dünya görüşüne bağlılar. Ben bunu destekleyemem; ben son derece eşitlikçiyim. Benim için her insanın yaşam deneyimi eşit derecede değerlidir, işte bu nedenle bir demokraside, Nobel Ödülü sahibi olsun ya da olmasın, herkesin lise notlarına göre ağırlıklandırılmamış tam olarak bir oyu ve yalnızca bir oyu vardır. Buna karşı çıkan biri benim arkadaşım olamaz. BSW ile ilgili olarak: siyasi hareketleri kültürel olarak özgürlükçü veya muhafazakâr ve sosyo-politik olarak ilerici veya liberal olmak üzere iki boyutta kategorize edebilirsiniz. Bu dört çeyrek oluşturur ve bunlardan üçü doludur. Dördüncü çeyrek, kültürel olarak muhafazakâr ve sosyo-politik olarak ilerici, şimdiye kadar işgal edilmemiştir. BSW’nin kalıcı olarak yerleşebileceği ve benim de kendimi rahat hissettiğim yer burasıdır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Kiev’in Rusya içlerine saldırmasına izin veren Batı hangi riskleri göğüslüyor?

Yayınlanma

Yazar

Geçen hafta İngiliz basınında çıkan haberlere göre, İngiltere hükümeti Ukrayna’ya uzun menzilli Storm Shadow füzelerini verme kararı aldı. The Guardian gazetesine konuşan hükümet kaynakları, bu füzelerin Rusya’nın iç bölgelerini hedef almak için kullanılabileceğini belirtti. Kaynaklar, kararın alındığını ancak henüz kamuoyuna duyurulmadığını ifade etti.

The Times gazetesi ise konuyla ilgili farklı bir boyuta dikkat çekti. Gazeteye göre, ABD yönetimi Ukrayna’nın İngiliz ve Fransız yapımı uzun menzilli füzeleri Rus topraklarına karşı kullanmasına onay verirken, kendi üretimi olan ATACMS füzelerini vermekten kaçınıyor. Başkan Joe Biden’ın bu tutumunun arkasında, çatışmanın daha fazla tırmanmasını engelleme çabası olduğu belirtiliyor.

Öte yandan Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, konuyla ilgili yaptığı açıklamada ilginç bir iddiada bulundu. Putin, Kiev’in bu tür ileri teknoloji füzeleri kendi başına kullanamayacağını, Batılı ülkelerin uydu istihbaratına ihtiyaç duyacağını öne sürdü. Ayrıca, bu füze sistemlerinin uçuş planlamasının yalnızca üretici ülkelerin askeri uzmanları tarafından yapılabileceğini iddia etti. Şu anda Quincy Enstitüsü kadrosunda olan CIA’in eski Rusya analisti George Beebe, ilgili kararın Batılı ülkeler açısından yaratacağı risklere işaret ediyor.


Ukrayna için fark yaratacak kadar uzun menzilli füzeler yok

Kiev’in Rusya içlerine saldırmasına izin vermek, bizi doğrudan savaşın içine çekebilir

George Beebe, Responsible Statecraft

Rusya ile Batı arasındaki gerilim tırmanıyor ve askeri çatışmayı önlemek için hareket alanı giderek daralıyor.

ABD ve İngiltere’nin Rusya’nın iç bölgelerine saldırı için Batı menşeili füzelerin kullanımını onaylayacağı söylentileri üzerine, Putin dün sert bir açıklama yaptı. Bu hamlenin “çatışmanın doğasını değiştireceğini” ve NATO ile Rusya’nın fiilen savaşta olacağı anlamına geleceğini belirtti. Rusya’nın “gerekli adımları atacağı” konusunda uyarıda bulundu.

Buna karşılık İngiltere Başbakanı Keir Starmer şöyle konuştu: “Bu çatışmayı Rusya başlattı. Rusya, Ukrayna’yı hukuksuz bir şekilde işgal etti. Rusya isterse bu çatışmayı hemen bitirebilir. Ukrayna’nın kendini savunma hakkı var.”

Rusya’nın kararlılığını sınamanın askerî açıdan mantığı net değil. Havadan fırlatılan seyir füzelerinin kullanılması, Rusya’nın nüfus ve askeri üretim açısından büyük avantaja sahip olduğu bu yıpratma savaşında, Ukrayna’nın kazanma şansını kayda değer ölçüde artırmayacak. Ruslar, Ukrayna’nın iyi eğitimli ve donanımlı güçlerini savaşa sokma kabiliyetini zayıflatıyor ve seyir füzeleri bu durumu değiştirmeyecek.

Ayrıca, Ruslar Ukrayna’nın daha uzun menzilli saldırı yeteneklerine uyum sağlayabilir. Nitekim HIMARS topçuları ve ATACMS karadan fırlatılan füzelerine karşı halihazırda önlem aldılar. Örneğin, ikmal depolarını taşıdılar ve gelişmiş Batı silahlarını etkisiz hale getirmeye dönük elektronik harp yöntemlerini daha etkin kullanmaya başladılar.

Ukrayna’nın Rusya anavatanına gerçek manada zarar verebilmesi için, Batı’nın çok sayıda uzun menzilli füze sağlaması gerekecek. Fakat Batı’nın bu miktarda füze temin etme kapasitesi sınırlı ve bu füzelerin sağlanması neredeyse kesin olarak Rusya’nın doğrudan misillemesine yol açacak.

Rusya’ya yönelik derin saldırılara onay vermenin siyasi mantığı da belirsiz. Bu tür saldırıların Putin üzerinde savaşı sona erdirme baskısı yaratacağı veya onu müzakere masasına oturtacağı konusunda iyimser olmak için pek sebep yok. Bilakis, Rusya’nın Ukrayna halkıyla değil NATO ile savaştığı iddialarını güçlendirmesi muhtemel. Tarihte geniş çaplı bombardımanların halk direnişini artırdığına dair çok sayıda örnek var. Şimdiye dek Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırıları da bunu kanıtladı ve Ukrayna milliyetçiliğini ve Rusya karşıtı duyguları körükledi.

İstenmeyen bir başka muhtemel sonuç, Batı’nın artan askeri desteğinin, Rusya’nın gelecekteki müzakerelerdeki taleplerini sertleştirmesi. Batı, Ukrayna’yı Rusya’ya karşı kullanmaya ne kadar istekli görünürse, Ruslar da bir çözümün koşulu olarak Ukrayna’nın kapsamlı bir şekilde silahsızlandırılması konusunda o kadar ısrarcı olacak.

Öte yandan, riskler olası kazanımlara göre çok daha büyük. En büyük tehlike, Rusya’nın “caydırıcılığını yeniden tesis etmek” zorunda hissetmesi ve Batı’ya, Ukrayna’ya sağladığı silahların etkisini ve menzilini sonsuza dek artıramayacağını göstermek istemesi. Putin, kendi ülkesinde, Rusya’nın NATO ile geniş çaplı bir savaştan başka seçeneği kalmayana kadar Batı’nın müdahalesini derinleştirmemesi için Batılı bir hedefi vurarak net bir sınır çizmesi yönünde baskı altında kalabilir.

Putin hangi “gerekli önlemleri” alabilir? Rusya’nın derhal nükleer bir tırmanışa gitmesi pek olası değil. Bunun yerine, Avrupa’daki sabotaj eylemlerini (şimdiye kadar büyük saldırılardan çok uyarı niteliğindeydi) ciddi ölçüde artırabilir; Hizbullah’a veya Husilere füze ve uydu istihbaratı sağlayabilir; ya da daha ileri gitmek isterse, Ukrayna saldırıları için kritik öneme sahip Batı uydularına saldırabilir.

Bu eylemlerden herhangi biri Batı’ya ciddi zarar verebilir ve Batı’nın tepkisine yol açabilir. Bu da sonu belirsiz, son derece tehlikeli bir tırmanma döngüsünü tetikleyebilir.

Sınırı nerede çizeceğini yalnızca Putin bilebilir. Ancak dünyanın en büyük nükleer güçleri arasında doğrudan bir savaşın tehlikeleri göz önüne alındığında, bu sınırın nerede olabileceğini zorlamaya devam etmek bizim açımızdan oldukça riskli.

Rusya bu savaşı kayıtsız şartsız kazanamaz. Ukrayna’nın geniş topraklarının tamamını ele geçirip yönetemez, zira bu Rusya’nın mevcut ordusunun kat kat üstünde bir işgal gücü gerektirir. Fakat Ukrayna’yı harap edebilir, yeniden inşa edilemeyecek ya da kimseyle ittifak kuramayacak kadar işlevsiz bırakabilirler.

Ukrayna’nın bağımsızlığını koruyan ve müreffeh bir gelecek fırsatı sunan bir çözüme ulaşmayı zorlaştırmak ne Batı’nın ne de Ukrayna’nın çıkarına.

Ukrayna’nın şu anda acilen ihtiyaç duyduğu şey uzun menzilli silahlar değil, bu savaşın müzakere yoluyla sona erdirilmesi ve Ukrayna’ya kendini yeniden inşa etme ve refaha kavuşma konusunda gerçekçi bir şans tanıyan uygulanabilir bir plan.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Fransa’da “Macro-Lepenizm” dönemi başladı

Yayınlanma

Editörün notu: Fransa’da Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un, bütün teamüllere aykırı olarak ve bir “darbe” görüntüsü ile solcu Yeni Halk Cephesi’ne hükümet kurma şansı vermeyip Marine Le Pen’in partisi Ulusal Birlik (RN) ile zımni bir anlaşma ile muhafazakâr başbakan Barnier’yi ataması tartışmaları alevlendirdi. Macron’un düşmanı gibi görülen Le Pen ve sağcı partisi, görünen o ki göç gibi bazı meselelerde takındığı tutumdan memnun kalarak Barnier’ye güven oylamasında destek çıkacak. Bu, Macron-Le Pen iktidarının ilk adımı gibi görünüyor; ama bunun da ötesinde, Batı’da “proto-faşist” gibi görünen partilerin ana akım “neoliberal” unsurlarla kutsal olmayan ittifakında önemli bir aşama kat edildiğini de gösteriyor. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çeirmene aittir.


Macron ve Le Pen’in “kutsal olmayan” iktidarı: Bu tehlikeli birliktelik, Avrupa’yı yeniden şekillendirebilir

Thomas Fazi
Unherd
7 Eylül 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Macron, temmuz ayında aldığı parlamentoyu erken seçime götürme kararı nedeniyle acımasız eleştirilere maruz kaldı. Le Pen’in Ulusal Birlik’in (RN) Avrupa Parlamentosu seçimlerinde ilk sıraya yükselmesinin ardından halktan bir “açıklama” istediğini söyleyen Macron, yapılan seçimlerde çoğunluğu kaybederek “asılı parlamento” ile karşı karşıya kaldı. Bunu Fransa’yı kaosa sürükleyen iki aylık siyasi tıkanıklık süreci takip etti. Gerçekten de Cumhurbaşkanı’nın fevri kumarı başta feci bir şekilde ters tepmiş gibi görünüyordu.

Ancak 5 Eylül’de şaşırtıcı bir gelişme yaşandı ve Élysée sonunda yeni başbakan üzerinde uzlaşıldığını duyurdu. Bu tanıdık bir isimdi: AB’nin önceki dönem Brexit baş müzakerecisi Michel Barnier. Macron onu “ülkenin hizmetinde birleştirici bir hükümet” kurmakla görevlendirmişti. İlk bakışta bu zayıf bir ihtimal gibi görünebilir. Zira Barnier Fransa’da ne popüler ne de o kadar iyi tanınıyor, partisi Cumhuriyetçiler de son seçimlerde ancak yüzde 5 kadar oy alabildi. Dört kez hükümette bakanlık ve iki kez de AB komiserliği yapmış olan 73 yaşındaki Barnier, uzun zamandır merkezci, liberal görüşlü bir neo-Gaullist olarak görülüyor ve (seçmenlerin kitlesel olarak reddettiğini gördüğümüz) müesses nizamın bir temsilcisi. Hatta “Fransız Joe Biden” olarak biliniyor. Macron için uzun süredir devam eden bir dizi siyasi kumarın sonuncusu olan bu hamle belki de pek yakında dahice olarak anılacak.

Daha iki ay önce, Macron’un Avrupa seçimlerinde Le Pen karşısında aldığı ezici yenilgi, onu derin bir gayrimeşruluk girdabının içine sokmuştu. Bir zar attı ve Le Pen’i uzak tutmayı başardı- ancak karşılığında Macronizm’in yeminli düşmanı Jean-Luc Mélenchon’un sol-popülist partisi Boyun Eğmeyen Fransa’dan [La France insoumise] oluşan yeni bir sol kanat bloku güçlendirdi. Macron şimdi hem solda hem de sağda iki düşman arasında sıkışmış durumda. Oysa hem kurumsal protokol [teamül gereği] hem de temel demokratik mantık, en çok sandalyeyi kazanan koalisyon olan Yeni Halk Cephesi’nden bir başbakan atanması gerektiğini dikte ediyor.

Ne var ki bu Macron için pek çok bakımdan felaket anlamına gelebilirdi: Yeni Halk Cephesi [Nouveau Front populaire], diğer vaatlerinin yanı sıra, emeklilik yaşını 62’den 64’e çıkaran ve Macron’un amiral gemisi niteliğindeki oldukça tartışmalı emeklilik yasasını yürürlükten kaldırmayı taahhüt etmişti. Bu senaryoyu bertaraf edebilmek için Macroncu blok ve Fransız müesses nizamı ciddi bir manevra yaptı. Le Pen’i yenmek için bir “cumhuriyetçi cephe” kurmada solun desteğini başarıyla aldıktan sonra aynı mantığı bu kez solun kendisine karşı kullandı. Artık iktidardan uzak tutulması gereken “tehlikeli radikaller” ya da “aşırı sağdakiler” değil, “aşırı soldakiler” idi. Bununla tutarlı olarak da Mélenchon’un partisi ile çalışmayı ya da herhangi bir iş birliğini ivedilikle reddetti.

Yeni Halk Cephesi, başbakan adayı olarak 37 yaşında, pek de radikal sayılmayacak bir devlet memuru olan Lucie Castets’i ortaya attığında, Macron bir açıklama yaparak sol koalisyondan bir başbakan atamayacağını, çünkü onların istikrarlı şekilde hükümet edebilecek bir durumda olmadıklarını öne sürecekti. Bu ilk bakışta belki de şok edici bir demokrasi ihlaliydi. Fakat Fransız cumhurbaşkanının günden güne daha baskıcı olan tekno-otoriter yönetimi ve sağa karşı solu kendi çıkarına kullanma, karşılığında ise hiçbir şey sunmayan pratiği düşünüldüğünde bütünüyle tutarlıydı.

Her ne kadar Yeni Halk Cephesi’nden bu kararın bir “rezalet” ya da “kabul edilemez bir irade gaspı” olduğu şeklinde pek çok ses çıksa da Macron ekonomik reformlarını korumak ve solu iktidardan uzak tutmak için elinden ne gerekiyorsa yapacaktı. Temel demokratik ilkeleri göz ardı etmekten çekinmeyecek ve hatta Le Pen ile anlaşmaya varmaktan dahi geri durmayacaktı.

Barnier’e gelelim. Belki de Macroncu blok ile AB karşıtı Ulusal Birlik arasındaki olası anlaşmaya aracılık etmesi beklenmeyen bir aday. AB’nin baş Brexit müzakerecisi olarak üstlendiği görevde, karşılıklı fayda sağlayacak bir ilişki kurmaya çalışmaktansa Birleşik Krallık’ı birlikten ayrılmaya cüret ettiği için “cezalandırmaya” daha niyetli görünen radikal bir AB yanlısı ideolog olarak ün kazandı. Pazarın bütünlüğü ve İrlanda sınırı meselesi başta olmak üzere AB’nin kırmızı çizgileri konusundaki ısrarı, Brexit yanlıları tarafından Birleşik Krallık’ın tatmin edici bir anlaşma elde etmesini engellediği ve benzer ayrılıkları düşünen diğer üye devletler için caydırıcı olduğu şeklinde değerlendirilmişti.

Yeni başbakanı onaylamak için resmi bir ittifaka gerek olmasa da –Le Pen’in Macron ile resmi bir anlaşma sürecine girmesi kendi siyasi intiharı anlamına geleceğinden elbette böyle bir şey söz konusu değil– Cumhurbaşkanı, Le Pen ile önden anlaşmadan Barnier’in ismini telaffuz edemezdi. Le Pen’in, adı geçen başbakana karşı sol ile birlikte bir güvensizlik önergesini desteklemesi riski göze alınamazdı zira (ki sol cephe böylesi bir oylamayı gündeme getirme sözünü zaten vermişti). Le Pen ise yeni hükümeti bazı tekil politikaları konusunda desteklemeye açık olduğunun sinyallerini çoktan vermiş durumda: “Michel Barnier en azından talep ettiğimiz ilk kriteri karşılıyor gibi görünüyor, yani farklı siyasi güçlere saygılı ve Ulusal Meclis’teki birinci parti olan Ulusal Birlik ile diyalog kurabilecek bir isim.”

Anlaşmanın nasıl gerçekleşmiş olabileceğini tahmin etmek pek zor değil aslında: Ulusal Birlik’in Macron’un ekonomik reformlarına karşı çıkmaması ve Fransa’nın mevcut Ukrayna politikasını desteklemesi ön koşuluyla yeni hükümet, başta göç olmak üzere Ulusal Birlik’in öncelik bellediği bazı konulara eğilecek. Elbette bu anlaşmanın geçerli olup olmayacağının ya da devam edip etmeyeceğinin bir garantisi yok. Ancak sürecin buraya kadarki kısmını dahi Macron için büyük bir zafer olarak görmemek güç. Tek hamlede solu marjinalleştirirken, Ulusal Birlik’i ana akım siyasetin içine çekti ve ekonomi ve dış politika konularında sivri yanlarını köreltmeye zorladı – öyle ki müesses nizama yanaştığı düşünülürse partiye olan desteğin azalma ihtimali dahi var. Sadece birkaç ay önce siyasi olarak ölü kabul edilen biri için hiç de fena bir netice sayılmaz.

Elbette bu, kilit konularda hükümet politikasını etkileyebilme potansiyeline sahip Le Pen için kötü bir sonuç değil. Macron yanlısı blok ve geriye kalan merkez sağ partiler mutlak çoğunluğa sahip olmadığından, Le Pen’in partisi hükümet politikası üzerinde fiili bir veto yetkisine sahip. Merkezde yer alan bir milletvekilinin ifadesiyle Barnier’in kaderi fiilen “Ulusal Birlik’in elinde” olacak. Yine de burada asıl kazananın müesses nizam olduğunu görmek lazım: Macron, göç ve güvenlik konularında verdiği tavizin karşılığında, ekonomi ve dış politikadaki mevcut yönelimi –AB’nin dayattığı bütçe kesintileri ve neoliberal yapısal reformlar ile NATO bayrağı altında Ukrayna’ya mali-askeri desteğin devam ettirilmesi– sürdürecek bir istikrar sağlamayı başardı.

Fransız tarihçi Emmanuel Todd’un 2018’de ortaya attığı “Macro-Lepenizm” kavramı düşünüldüğünde, bu sonucun çoktan öngörüldüğü fark edilecektir. Bu kavram, Macron’un temsil ettiği finans sermayesi ile Le Pen’e zımni olarak atfedilen otoriterlik arasındaki örtük bir anlaşmayı imliyor. Todd, Macron ve Le Pen’in siyasi yelpazenin farklı uçlarını temsil ettiği iddialarına rağmen, politikalarının ve eylemlerinin görünenden daha derin bir uyumu olduğunu savunuyor. Todd’a göre her iki isim de daha büyük toplumsal değişimler pahasına yönetici sınıfın, özellikle de servet sahiplerinin çıkarına olacak bir siyasal sistemi destekliyor. Todd’un ortaya koyduğu temel eleştirilerinden biri hem Macron’un hem de Le Pen’in otoriter eğilimler sergilemesiydi: Örneğin Le Pen, Fransız polisinin Sarı Yelekliler protestoları karşısındaki, acımasız saldırganlığını desteklediğini değişik biçimlerde ifade etmişti. Tüm bunlar, bu ittifakın olası bir iktidarının Fransa coğrafyasını aşan siyasal sonuçlar doğuracağını söylüyor bize.

Merkezci-liberal ve sağ-popülistler arasındaki bu ittifak –“liberal-muhafazakâr popülizm” olarak adlandırabiliriz– pekâlâ diğer Avrupa ülkeleri için de bir model haline gelebilir. Yani daha katı göç politikaları ve ilericiliğe karşı kültürel gericilik, AB-NATO çerçevesinde dizayn edilmiş ana akım bir ekonomi ve dış politika yaklaşımıyla yan yana gelebilir. Bunu sağ-popülizm için hem bir zafer hem de bir yenilgi olarak görmek mümkün: Başta göç ve kamu güvenliği olmak üzere muhtelif alanlardaki politikaları değiştirmeyi başaracağı ölçüde bir zafer; hâkim ekonomik-politik düzene radikal şekilde meydan okumayacağı başaramayacakları ve Le Pen örneğinde olduğu gibi müesses nizamın içine çekilecekleri anlamına geleceği ölçüde ise yenilgi.

Tam da bu noktada AB’nin yapısı büyük bir rol oynamaktadır: Brüksel’in üye ülkeler, özellikle de Avro bölgesine dahil olanlar üzerinde uyguladığı ekonomik ve mali kontrolün derecesi, mevzubahis sağ-popülist partiler olduğunda bile AB’nin diktalarına uymaktan başka seçenekleri olmadığı anlamına gelir. Bu anlamda Barnier’in Brüksel ile olan yakın ilişkisi kilit önem taşıyacaktır, zira Fransa’yı Avrupa gündemiyle uyumlu tutma konusunda AB ile el ele çalışması bekleniyor. İlk açıklamasında Fransa için bir tür “yeşil kemer sıkma” müjdesi vermesi bu bağlamda tesadüf olmasa gerek. Başbakan olarak insanlara “gerçekleri, söylemesi zor dahi olsa, söyleyeceğini” ifade etmişti -kamu borçlarının yanı sıra çocukların omuzlarına yüklenen çevresel/ekolojik gerçekleri de-.

Fakat sağ popülist partiler de sorumluluğun bir kısmını paylaşıyor: Güvenlik sorununu daha geniş bir ekonomik güvenlik bağlamından ziyade neredeyse sadece göçe dönük daha sıkı tedbirlerle çerçeveleyerek ve AB’nin yapısının gerçek değişimlerin önünde yapısal engeller koyduğunu kabul etmeyerek müesses nizam tarafından içerilmek için kolay bir av haline geldiler. Bu gidişle “Macro-Lepenizm” kalıcı olacak.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English