Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Cezayirli boksör Khelif ve Batı’nın beyaz masumiyet sanrıları

Yayınlanma

Bu yıl Fransa’da düzenlenen 2024 Yaz Olimpiyatları açılış seremonisi de dahil siyasi ve sportif açıdan tartışmaların odağında yer aldı. O tartışmalardan biri de İtalyan rakibini 46. saniyede maçtan çekilmeye zorlayan Cezayirli boksör Imane Khelif başta olmak üzere birkaç sporcu üzerinden yürütülen cinsiyet tartışmasıydı.

Khelif’in trans değil ancak nadir görülen genetik bir hastalığı olduğunun ve dünya otuz üçüncülüğü ile başlayan kariyerinde adım adım yükseldiğinin bilinmesine rağmen sanki dün ameliyat masasından kalkmış bugün ringe çıkmışçasına suçlanması dikkat çekiciydi. Üstelik bu suçlama büyük oranda cinsiyetsizlik propagandasının mimarları tarafından yönetildi ve yönlendirildi.

Aşağıda çevirisini okuyacağız makale, ilk ve de son olmayacak beyaz olmayan kadın Khelif üzerinden yapılan tartışmayı Oryantalizm perspektifinden ele alıyor.

***

Imane Khelif ve Batı’nın beyaz masumiyet sanrıları

Cezayirli boksöre yönelik saldırılar sadece Batı’nın çarpık ırk ve kadınlık kavramlarını değil, aynı zamanda karanlık emperyalist geçmişini ve bugünkü durumunu da yansıtıyor.

Ruby Hamad

Cezayirli boksör Imane Khelif, cinsiyetiyle ilgili küresel tartışmalara boyun eğmemekte kararlı görünüyor ve çarşamba günü Taylandlı Janjaem Suwannapheng’i mağlup ederek Paris Olimpiyatları’nda altın madalya maçına çıkmaya hak kazandı.

Khelif, İtalyan rakibi Angela Carini’nin maçtan sadece 46 saniye sonra çekilmesiyle dünya gündemine oturdu. Carini, burnuna hayatında hiç yaşamadığı kadar sert bir yumruk yediğini söyleyerek gözyaşlarına boğuldu.

İtalyan boksör Angela Carini Foto: Fabio Bozzani /AA

Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) tarafından tanınmayan Uluslararası Boks Birliği’nin, Khelif’i Tayvanlı boksör Lin Yu-ting ile birlikte belirsiz bir cinsiyet testini geçemediği için geçen yılki dünya şampiyonasından diskalifiye ettiğinin bildirilmesinin ardından her ikisinin de erkek olduğu yönündeki suçlamalar alevlendi.

Carini’nin, kendisini kasıtlı olarak bir kurban ve Khelif’i erkek bir gaspçı olarak sunmaya çalışıp çalışmadığı konusunda spekülasyon yapmayacağım. Carini, sadece yenildiği için üzgün olduğunu ve siyasi bir mesaj vermediğini iddia ediyor ve daha sonra Khelif’ten özür diledi. Ancak, zarar çoktan verilmişti.

Kitabım White Tears/Brown Scars Avrupalı (yani beyaz) kadınların hem dişiliğin hem de mağduriyetin zirvesi olarak konumlandırılmasını tarihsel ve güncel olarak inceliyor ve yaygın olarak “beyaz kadınların gözyaşları” olarak adlandırılan, ama benim “stratejik beyaz kadınlık” olarak adlandırmayı tercih ettiğim şeyin gücünü sorguluyor.

Hem bireysel hem de ulusal düzeyde ortaya çıkan bu dinamikte, beyaz kadınların duygusal sıkıntıları, kendileriyle çatışma halinde olan beyaz olmayan insanları cezalandırmak için bir kaldıraç olarak kullanılıyor. Burada önemli olanın gözyaşları ve hatta onları döken kişi değil, bu gözyaşlarının izleyicilerde yarattığı koruma dürtüsü olduğunu savunuyorum.

Bu örnekte bu dürtü, yazar JK Rowling, eski ABD Başkanı Donald Trump ve İtalya’nın aşırı sağcı Başbakanı Giorgia Meloni gibi kamuya mal olmuş şahsiyetler de dahil geniş bir kamu öfkesini tetikledi.

Bu isimlerin her biri, kendi ideolojik gündemlerini Khelif’in bedenine yükleyerek olaya dahil oldular. Trans kadınlara karşı çıkmasıyla tanınan JK Rowling, bunu, bir “erkeğin” bir kadını dövmesi ve “hayallerini yıkması”ndan duyduğu “sinsi” bir zevk olarak özetledi. Rowling, kadınları koruma kisvesi altında aslında bir kadına saldırdığını anlamamış gibi görünüyor.

Meloni, Khelif’in kılık değiştirmiş bir erkek olduğunu iddia edecek kadar ileri gitmedi ancak “eşit olmayan rekabet” diye nitelediği durumu eleştirerek “erkek genetik özelliklerine sahip sporcuların kadın yarışmalarına katılmaması gerektiğini” belirtti. “Bunu kimseye karşı ayrımcılık yapmak istediğimiz için değil, kadın sporcuların eşit şartlarda yarışma haklarını korumak için yapıyoruz” dedi.

Ancak bu açıklama, tenisten haltere, gülleye ve evet boksa kadar kadın sporları tarihinin, ironik bir şekilde Avrupalı atletler de dahil kalıplaşmış Avrupalı kadın standartlarına uymayan sporcularla dolu olduğunu göz ardı ediyor.

Daha önce bazı kadınların diğerlerinden daha iri, daha güçlü ya da daha hızlı olduğunu kabul ederken, şimdi çoğumuz kadın sporcuların birbirinin kopyası olmasını bekliyor ve buna uymayanları cezalandırmaya çalışıyoruz. İkili olmayan cinsiyet konusunda artan farkındalığa rağmen, kalıplaşmış normdan sapmalara karşı daha az hoşgörülü olduğumuz görülüyor.

Daha da rahatsız edici olan, kadın sporlarındaki adalet meselesinin, “kadın” kelimesinin “beyaz” ile eş anlamlı olduğu bir döneme geri dönüşü teşvik etmek için kullanılıyor gibi görünmesi.

2016 yılında Güney Afrikalı orta mesafe koşucusu Caster Semenya (üç yıl sonra yarışmalarından men edilecekti) Rio Olimpiyatları’nda altın madalya kazandı. Onu Burundi’den Francine Niyonsaba ve Kenya’dan Margaret Wambui izledi. Üçü de gerçek kadın olmadıkları yönündeki iddialarla karşı karşıya kaldı, bazı Avrupalı rakipleri gözyaşlarına boğuldu ve suçlamalar beşinci olan Polonyalı Joanna Jozwik’in, “Avrupalılar arasında birinci, beyazlar arasında ikinci olduğum için mutluyum” demesine yol açtı (Kanadalı Melissa Bishop dördüncü olmuştu).

Güney Afrikalı kadın atlet Caster Semenya

2024’e geldiğimizde, ırk bilimine yapılan bu açık gönderme, Lin Yu-ting’e yenilmesinin ardından XX kromozomuna sahip olduğunu belirtmek ve Tayvanlı rakibinin aksine kendisinin “gerçek” bir kadın olduğunu ima etmek için parmaklarıyla X işareti yapan Bulgar boksör Svetlana Staneva tarafından da yankılandı.

Carini duygusal bir gösteri yapmadan maçtan çekilseydi, bu konu şu anda olduğu gibi duygu yüklü bir konu haline gelir miydi? O gün bir rakibin diğeri için fazla iyi olduğu diğer maçlar gibi mi yorumlanırdı? Bilmek imkânsız, ancak Imane Khelif’in bedeninin birdenbire nasıl tartışma konusu haline geldiğine dikkat çekmek önemlidir.

Diğer pek çok kişinin de belirttiği gibi Khelif, 2020 Tokyo Olimpiyatları da dahil bu suçlamalar ortaya çıkmadan uzun yıllar kadın müsabakalarında boks yapıyor. Genç kızlık fotoğraflarını yayınladı, Cezayir kültüründe bir kadın olarak boks yapmanın zorluklarından bahsetti ve IOC ve Cezayirli yetkililer tarafından savunuldu.

Tüm bunlar meselenin sadece “adalet” ile ilgili olmadığını gösteriyor.

Carini’nin çekilmesinin ardından Khelif’in bir sonraki maçı Macar Anna Luca Hamori ileydi. Hamori, maç öncesinde Instagram’dan aldığı ve bu olayın tüm alt metnini açığa çıkardığını düşündüğüm bir görüntü paylaşıp sildi. Bu yapay zekâ ile oluşturulmuş görüntüde, Khelif sadece narin ve savunmasız bir beyaz kadının karşısında duran bir erkek olarak tasvir edilmekle kalmamış, aynı zamanda insanlıktan tamamen çıkarılmış ve doğaüstü, efsanevi bir canavar olarak resmedilmişti.

Macar boksör Hamori’nin paylaşıp sildiği görüntü.

Bu, Oryantalizm’in ta kendisi; beyaz olmayan kadınların, üstün Avrupalı kadınlarla tezat oluşturacak şekilde, ya beyaz erkekler tarafından kurtarılmaya muhtaç, zavallı, itaatkâr kurbanlar ya da korunmaya layık olmayan erkeksi, hayvani yaratıklar olarak tasvir edildiği, yüzyıllardır süregelen “Doğu” temsillerini hatırlatıyor.

Bu temsiller, Batı’nın kendisini nasıl gördüğünü somutlaştırıyor. Kadın bedeni, Batı’nın ideolojik savaşlarını yürüttüğü alandır. Beyaz kadınlar saf, masum ve her ne pahasına olursa olsun savunulması gereken kadınlar olarak temsil edilirler çünkü Batı medeniyetinin kendisini sembolize ederler. Siyah ve esmer kadınlar ise uzun zamandır masumiyetten yoksun ve korunmaya değmez olarak tasvir ediliyor çünkü onlar da kendi “aşağı” kültürlerinin sembolleridir.

Hamori’nin, Khelif ile benzer boy ve yapıya sahip görünmesine rağmen, sembolünün Khelif’inkine neredeyse hiç benzemediği bir görüntüyü paylaşması öğretici. Bu artık bir Arap boksör ile bir Avrupalı boksör arasındaki bir müsabaka hakkında değil, esmer ve siyah erkeklerin beyaz kadınlara ve dolayısıyla Batı’ya benzersiz bir tehlike oluşturduğu klişe beyaz kültürel mitolojisinin bir başka tekrarıdır.

Yüzyıllardır süregelen hakimiyetine rağmen Batı, kendisini bir tür mazlum, barbar Doğulu güruhların sürekli tehdidi altındaki erdem, masumiyet ve medeniyet adası olarak yansıtmaya devam ediyor.

Batı’daki her sözde “kültür savaşı” inatla ırkla bağlantılıdır çünkü Batı kendini ırksal ve kültürel üstünlük kavramları üzerine inşa etmiştir ve bu üstünlüğü küresel askeri ve ekonomik hakimiyeti meşrulaştırmak için açıkça kullanır. Geçmişte, Avrupalıların “ırk” fikirleri yerleşimci-sömürgeciliği yönlendirmişti. Bugün ise ABD liderliğindeki neo-emperyalizm, İsrail’in Orta Doğu’da Batı medeniyetinin ön cephesini temsil ettiğini tekrar tekrar dile getirmesinde görüldüğü üzere, askeri müdahaleyi meşrulaştırmak için kültürel aşağılık kavramını kullanıyor.

Tüm bunların tam anlamıyla bölgesel bir savaşa dönüşmek üzere olan Gazze soykırımının arka planında gerçekleşiyor olması hiç de tesadüf değil. Batı tahayyülü bu şekilde kendisini varoluşsal tehdit altındaki daimî kurban olarak yeniden kurgulamaya çalışıyor.

Batılı güçler, Gazze’yi demir yumrukla moloza çevirmek ve on binlerce sivili öldürmek için birleşirken, yorgun ve travmatize olmuş Filistinli erkekler, aileleri ve topluluklarından geriye kalanları enkazdan çıplak elleriyle çıkarmaya çalışırken bile Batı’nın önemli bir kesimi, kendisini, şeytani bir Arap adam tarafından haksızca saldırıya uğrayan mazlum bir genç kız olarak resmetmeyi tercih etti.

DÜNYA BASINI

Wolfgang Streeck: Kapitalizm evcilleştirilmelidir

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz mülakat, kapitalizm üzerine araştırmalarıyla bilinen sosyolog Wolfgang Streeck ile Die Zeit’te yapılmış ve Thomas Fazi tarafından İngilizceye çevirmişti (her nedense, Fazi bu mülakatı yayınladığı sayfayı yayından kaldırmış). Sahra Wagenknecht İttifakı’nın (BSW) “entelektüel beyni” olarak da görülen Streeck, eşitlikçi dünya görüşünü bir tür refah devleti savunusu (veya nostaljisi?) ile birleştiriyor ve demokratik bir yenilenme için ulus-devlet ölçeğine dönmeyi (veya o ölçeği yeniden kazanmayı) vaaz ediyor. Streeck’in BSW’den asgari beklentisi, kapitalizmin altın çağında, kapitalizmi de evcilleştiren dayanışma mekanizmalarının ortadan kalkmasının ardından, yeni dayanışma mekanizmalarını başka bir düzlemde yeniden kurmasından ibaret görünüyor. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


“Kapitalizm evcilleştirilmelidir”

Wolfgang Streeck’in Die Zeit için Lars Weisbrod’a verdiği röportajın İngilizce çevirisi. [Orijinal röportaj]

Wolfgang Streeck, Köln’deki Max Planck Toplum Araştırmaları Enstitüsü’nün emeritus direktörü olan Alman sosyolog ve politik iktisatçıdır. Streeck’in çalışmaları kapitalizm ve demokrasi arasındaki gerilimlere, özellikle de iktisadi sistemlerin toplumsal ve siyasi yapıları nasıl etkilediğine odaklanmaktadır. Önemli kitapları arasında  neoliberal politikaların uzun vadeli sonuçlarını incelediği Buying Time: The Delayed Crisis of Democratic Capitalism [Zaman Kazanmak: Demokratik Kapitalizmin Ertelenmiş Krizi] yer almaktadır. Streeck, gelişmiş ekonomilerde kapitalizmin geleceğine ilişkin tartışmalara yaptığı katkılarla tanınmaktadır.

Zeit: Şu anda ne düşünüyorsunuz, Bay Streeck?

Wolfgang Streeck: On yıllardır politik iktisat üzerine çalışan benim gibi biri, bugün, toplumlara bakış açımızın uzun zamandır sınırlı olduğunu, çünkü genellikle ulusal toplumlarla uğraştığımız gerçeğini göz ardı ettiğimizi fark etmekten kendini alamıyor. Örneğin demokratik kapitalizmin tarihi, ancak tek tek ulusal toplumlar ile küresel toplum arasındaki bağlantıları incelediğimizde anlaşılabilir.

Zeit: Sahra Wagenknecht’in siyaseti üzerinde önemli bir entelektüel etkiye sahip olduğunuz düşünülüyor. Sahra Wagenknecht İttifakı’nın (BSW) Saksonya ve Thüringen’deki başarısından memnun musunuz?

Streeck: Tanrım, nadiren memnun oluyorum ama büyük bir sempati ile bakıyorum. Alman siyasi sisteminin krizi yadsınamaz ve bu sadece Almanya’ya özgü bir olgu olmayıp tüm Batılı kapitalist toplumlarda gözlemlenebilir: merkezin çöküşü, sosyal demokrasinin gerilemesi ve daha önce yerleşik parti yelpazesinde yeri olmayan çıkar ve değerleri temsil eden yeni partilerin ortaya çıkışı. Bu genellikle bir çürüme süreci olarak tanımlanır, en azından eski partilerin perspektifinden bakıldığında bu şekilde görülebilir. Fakat demokrasiyi vatandaşların farklı deneyimlerine yer veren, bu deneyimleri ifade etmelerine ve siyasete taşımalarına olanak tanıyan bir kurum olarak anlıyorsanız, bunu bir demokratik yenilenme süreci olarak da tanımlayabilirsiniz. Bu yeni partilerin birçoğu gerçekten de hiç sempatik değil: örneğin Trump ve Hollanda, İtalya, Fransa’daki benzerleri. Fakat demokrasiyi başarısız siyasi elitleri oylama fırsatı olarak anlıyorsanız, o zaman yine de şunu kabul edebilirsiniz: evet, demokrasi seçmenlerin iradesinin bu tür bir şekilde ifade edilmesi için vardır.

Zeit: Fakat bu sağcı popülist partiler antidemokratik hedefleri takip ediyor.

Streeck: Evet, eğer demokrasiyi birbirimize iyi davranmak, Habermasçı bir söylem kültürünü sürdürmek ya da başkalarının sahip olmadığı bazı değerlere sahip çıkmak olarak tanımlıyorsanız, bu tanıma göre bu yeni partiler kesinlikle demokrat değildir. Fakat seçimlerle ilgili yorumlarda yeterince tartışılmayan bir konu, bu iki federal eyalette seçime katılımın yaklaşık yüzde on puan artmış olmasıdır. Bu sansasyonel bir durum, zira seçimlere katılım sürekli olarak düşmekteydi. İnsanların bu seçimleri yeniden ciddiye almaya başlaması, bir demokrasi destekçisi olarak benim kötü olarak görmediğim bir şey. Özellikle de Wagenknecht’in partisi daha önce oy kullanmayan seçmenleri harekete geçirdi. Ayrıca tüm bu merkezci mobilizasyon çabalarının –çoğunluğu yüz binlerle ifade edilen duyarlı insanların sokaklara döküldüğü bu gösterilerin– AfD’nin sonuçları üzerinde gözle görülür bir etkisi olmadığı da ortaya çıktı. Bu da benim merkezci endoktrinasyon olarak adlandırdığım şeye karşı nüfusun bazı kesimlerinde ilginç bir direnç olduğunu gösteriyor. Merkezci siyasetin bariz sorunlarını bir cephe yaratarak örtbas etmeye çalışan bir endoktrinasyon: “Biz, demokratlar, otoriterliğe karşıyız!” Bu arada, kendinden menkul demokratik güçler altyapının çürümesinden, eğitim sisteminin sefaletinden, okullardan, kreş eksikliğinden, demiryollarından, 1960’lar ve 1970’lerden kalma fiziksel ve kurumsal altyapının çöküşünden sorumludur; buna bir de göçmen politikasını ekleyin. Merkez, bu sorunlar karşısında durmakta ve bu konuda nasıl hiçbir şey yapılamadığına hayret etmektedir. Ve sonra bu harekete geçememe durumu, sözde popülistler tarafından verilen sözde basit cevapların aksine, karmaşık sorunlara karmaşık bir yanıt olarak ilan ediliyor.

Zeit: BSW ile kişisel bir ilişkiniz var mı?

Streeck: Ben bir sempatizanım, ama aynı zamanda 78 yaşındayım ve çok sabırsız olduğum için artık parti toplantılarına katılamıyorum. Aktif bir üye değilim. Fakat son yıllarda yazdıklarımın çoğunun parti çevrelerinde kabul gördüğünü görüyorum ve bence bu iyi bir şey. Yeniden siyasi sorumluluk alabileceğimiz bir yere ihtiyacımız var ve bu yer de ancak demokratik ulus-devlet olabilir. Dahası, Almanya’da sorulması gereken önemli sorular şu anda sadece marjlardan gelebilir; CDU, SPD veya [FDP’li Christian] Lindner’den  gelemez. Fakat Wagenknecht gibi kendi metinlerini yazarak kendini diğerlerinden ayıran bir siyasetçi bunu yapabilir.

Zeit: Az önce birçok siyasi sorunu sıraladınız ve ardından göç konusunu eklediniz. Ama Solingen’deki saldırıdan bu yana asıl mesele bu değil mi?

Streeck: Sorun sadece insanların festivallerde bıçaklanmak istememesi değildir. Toplumlar kendilerini, yeni gelenlerin de benimsemesini bekledikleri önceki anlayış ve anlaşmalarla tanımlarlar. Ve burada, Avrupa toplumları artık büyük ölçekli göçle nasıl başa çıkacakları konusunda hiçbir fikre sahip değil. İnsanları nasıl entegre edersiniz, gettoların oluşmasını nasıl engellersiniz? Bizler “Habermasçı insanlar” değiliz; ortak bir anayasanın dayanıksız temeli üzerinde sosyalleşmiyoruz, fakat tabiri caizse, belirgin görünümleri güveni teşvik eden gelenek ve görenekler var. Ayrıca, göç koşulları altında ortaya çıkan yabancılaşma etkisinin siyasi olarak yönetilebilir olması gerekir; bunun için bir şeyler bulmalısınız. İnsanları ırkçı olmamaları konusunda uyarmakla yetinemezsiniz. Bu ülkedeki göçmenlerin büyük çoğunluğunun toplumun merkezine girmeyi başarmasını sağlamak zorundasınız. Çünkü bunu başaramayanlar, bu topluma karşı siyasi açıdan verimsiz ve tehlikeli hınçlar biriktiriyor.

Zeit: Siz ve Wagenknecht kendinizi kapitalizm eleştirmeni olarak görmeye devam ediyorsunuz. O halde bu tür kültüralist kategorilere başvurmak tuhaf değil mi? Rekabetçi bir toplumun zorunlu olarak ürettiği kaybedenlerin şehrin bazı bölgelerinde varlıklarını sürdürmelerine yol açan iktisadi nedenler vardır. Bunun kültürel farklılıklarla hiçbir ilgisi yoktur.

Streeck: “Kapitalizm eleştirmeni” terimine katılmıyorum. Ben bir kapitalizm teorisyeniyim. Kapitalizm eleştirisinin sosyolojik, tarihsel ve siyaset bilimi geleneğini, kapitalizmin sürekli değişen biçimiyle neyle ilgili olduğunu anlamak istediğim anlamında ciddiye alıyorum. Mesele sadece belirli insanların rekabetçi bir ortamda kaybetmeleri değil, bu konuda bir şeyler yapabilecek kaynakların ortaya çıktığı bir yaşam bağlamında var olup olmadıklarıdır. Sosyalleşme ve eğer böyle adlandırmak isterseniz, sömürü kolayca birbirinden ayrılamaz. Kapitalizmde siyaset aynı zamanda onun yaratıcı yıkıcı gücünü kontrol altına alma girişimidir ve bunun ön koşullarından biri dayanışmadır. Fakat dayanışma koşulları artık karşılanmıyorsa, o zaman kapitalizm evcilleştirilemez. Ve evcilleştirilmelidir, aksi takdirde cinayet ve adam öldürme hüküm sürecektir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra geliştirilen dayanışma kaynaklarının çoğu –güçlü sendikalar veya kitlesel siyasi partiler gibi– neoliberal yıllarda temelden zayıfladı. Kitlesel siyasi partiler üye kaybediyor, reklam profesyonellerinden –ya da ısıtma uzmanlarından (Almanya’nın tartışmalı ısıtma yasasınabir gönderme)– oluşan bir çekirdeğe doğru küçülüyor. Geriye kalan yerel dayanışma toplulukları göçmenleri entegre etmeyi başarmalı ve ardından birlikte mücadele etmelidir. Bugün federal düzeyde bile sözde göçmen kökenli insanlardan çok güçlü bir şekilde etkilenen IG Metall gibi iyi örnekler her zaman vardır. Fakat tüm bunların öğrenilmesi ve inşa edilmesi gerekiyor ve hiçbir şekilde bir gecede gerçekleşemez.

Zeit: Bunun için neden Sahra Wagenknecht İttifakı’na ihtiyacınız var? CDU’da da benzer şekilde göçe şüpheyle yaklaşan pozisyonlar bulabilirsiniz.

Streeck: Çünkü doğru sorular sorulmalı ve çünkü sorulara boş cevaplar verilmemesini sağlamalısınız. Parlamento ne için vardır? Kürsünün arkasında hükümetin hayatını zorlaştıracak kadar bilgili insanların olması içindir. AfD bunu yapamaz; sadece kızgınlıklara hitap eder. Başka bir örnek vermek gerekirse, göç politikasının yanı sıra: dış politikamız hakkında gerçek bir tartışma nerede yapılıyor? BSW dışında doğru soruları kim soruyor? Şansölye bir basın toplantısında 2026’dan itibaren Almanya’da nükleer kapasiteli orta menzilli Amerikan füzelerinin konuşlandırılacağından bahsediyor. Arkasından hiçbir tartışma gelmiyor. Aslında bu, Avrupa’nın güvenlik mimarisinde benzersiz bir değişiklik. Bunu istiyor muyuz? BSW parlamentoda bu tür soruları gündeme getirmeyi başarabilir ve böylece bu sorulardan artık kaçınılamaz. Amaç, eski merkezin üstünü örtmeye, piyasaya bırakmaya veya Brüksel’e kaydırmaya çalıştığı gerçek sorunları ele almak için ulusal siyasi arenayı geri kazanmaktır. Belki de yeniden canlanan demokratik bir kamusal alanda duyarlı bir devleti yeniden tesis etmeyi başaracaktır. Her şey burada başlar; demokrasinin dayandığı kaynak budur. “Otoriterlere karşı demokratlar” gösterileriyle gerçek soruların üstünü örterek bu kaynağın kasıtlı olarak etkisizleştirilmesi, kasıtlı olarak altını oymaktadır. O zaman resmi sözde söylem şu hale gelir: “Wagenknecht milliyetçidir!” Evet, başka ne olabilir ki, ulus-devletlerimiz var ve nihayetinde bu, bir toplum olarak çıkarlarımızı formüle etmek ve savunmak için potansiyel olarak etkili tek aracımız.

Zeit: Liberalizm ve kapitalizm de sağ tarafından özenle teorize ediliyor ve eleştiriliyor. Sizin pozisyonunuzu muhafazakâr ya da gerici bir pozisyondan ayıran nedir?

Streeck: En önemli hocam New York’taki Columbia Üniversitesi’nde Amitai Etzioni adında bir adamdı. Sosyologların sosyoloğuydu. İlginç bir hayatı vardı. Köln’de doğmuş, İsrail’de bir kibbutzda büyümüş, Martin Buber’in öğrencisi olmuş ve doktorasını Berkeley, Kaliforniya’da yapmıştı. Etzioni daha sonra komüniteryanizmin mucidi olarak kabul edildi. Bu teori, Etzioni’nin toplumlar arasındaki yaşam deneyimini ve belirli topluluklarla olan bağlantısını bir araya getirmiştir. Örneğin kibbutz onu hiç terk etmedi. Deneyimleri, insanların bir topluluğa entegre olamazlarsa ve kendilerini diğer gruplardan ayıran bir ortaklık duygusu geliştiremezlerse yaşayamayacakları yönündeydi. Fakat aynı zamanda insanlar, herkesin eşit derecede insan olduğu bir bağlama uyum sağlamaya da muhtaçtır. Bu, Habermasçı evrenselcilerde ortaya çıkan ve insan topluluklarının aslında ahlaki açıdan meşru tek bir insan topluluğu olan bir bütün olarak insanlık olana kadar daha da yukarılara çekildiği aşırı seyreltmeye bir alternatiftir. Etzioni’nin komüniteryanizmi böyle bir kavramın sosyolojik olmadığını ve bu nedenle de başarısız olmaya mahkum olduğunu anlamıştır. Günümüz koşullarında sorun bana, gerçekte sadece depolitizasyon ve teknokrasi anlamına gelen bir evrenselciliğin nasıl daha da ilerletileceği değil, gerçek “çeşitliliğin” kendi evinde olduğu taban denilen şeye nasıl biraz daha inileceği gibi görünüyor. İnsanlar içinde yaşadıkları somut topluluklarda kendilerini nasıl güçlendirebilirler?

Zeit: Eğer durum buysa, neden AfD’yi ve Björn Höcke’yi desteklemiyorsunuz?

Streeck: Aman Tanrım. Höcke ve takipçilerinin tek bir tutarlı düşüncesini bile bilmiyorum. Hepsi alaycı sembolik provokasyonlardan ibaret. Ama bir şekilde muhafazakâr olsaydı bile, onunla hiçbir işim olmazdı. Sağ muhafazakârlar doğal bir hiyerarşiye, daha iyi olanların daha az iyi olanlara ne yapmaları gerektiğini söylemek için orada olduğu bir dünyaya inanırlar. Fakat ben din değiştirmemiş bir eşitlikçiyim: tüm insanlar eşit değerdedir. Dahası, sağcı muhafazakârlar bu dünyada barış olamayacağına inanırlar: Schmittçi varoluşsal düşmanlar vardır ve ancak onların yaşamasına izin vermezsek yaşayabiliriz. Bu sonuncusu, Amerikan neoconlarının ve dışişleri bakanımız da dahil olmak üzere Avrupalı NATO muhafazakârlarının ana teması haline gelmiştir.

Zeit: Annalena Baerbock’u Höcke ile mi kıyaslıyorsunuz?

Streeck: Eğer bu savaşın ancak Putin’i Lahey’e teslim ettiğimizde sona erebileceğini söylüyorsanız, bu nihai zafer anlamına gelir: Alman tankları Moskova’da. Ben de bunu tekrar düşünmemiz gerektiğini söylüyorum.

Zeit: Bu retoriğe eleştirel bir gözle bakabilirsiniz, fakat aslında bu evrenselci değerler adına bir taleptir – Schmittçi düşman düşüncesi adına değil. Tam tersi: tikelci, cemaatçi konumunuz aslında kendinizden farklı bir düşmanın varlığına dayanıyor.

Streeck: Of, hadi ama. Dünyada başkalarının da olduğu gerçeği, başa çıkmamız gereken bir gerçektir. Onları sevmek zorunda değilsiniz ama onlarla birlikte yaşamayı öğrenmek zorundasınız. Etzioni’ye geri dönecek olursak: dünya topluluklardan oluşur ve siyasetin görevi, şans ve beceri ile bunları mümkün olduğunca iyi bir şekilde topluluklar topluluğu olarak organize etmektir; bu arada, bu oldukça orijinal olmayan bir şekilde Birleşmiş Milletler Şartı’nda yazılmıştır. Bir kez daha, herhangi bir sağcı gruba katılmamın neden imkansız olduğunu anlıyorum: aşağı yukarı hepsi, doğal olarak ait oldukları bir azınlığın çoğunluğa ne yapması gerektiğini söyleme hakkına sahip olduğu varsayılan elitist bir dünya görüşüne bağlılar. Ben bunu destekleyemem; ben son derece eşitlikçiyim. Benim için her insanın yaşam deneyimi eşit derecede değerlidir, işte bu nedenle bir demokraside, Nobel Ödülü sahibi olsun ya da olmasın, herkesin lise notlarına göre ağırlıklandırılmamış tam olarak bir oyu ve yalnızca bir oyu vardır. Buna karşı çıkan biri benim arkadaşım olamaz. BSW ile ilgili olarak: siyasi hareketleri kültürel olarak özgürlükçü veya muhafazakâr ve sosyo-politik olarak ilerici veya liberal olmak üzere iki boyutta kategorize edebilirsiniz. Bu dört çeyrek oluşturur ve bunlardan üçü doludur. Dördüncü çeyrek, kültürel olarak muhafazakâr ve sosyo-politik olarak ilerici, şimdiye kadar işgal edilmemiştir. BSW’nin kalıcı olarak yerleşebileceği ve benim de kendimi rahat hissettiğim yer burasıdır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Kiev’in Rusya içlerine saldırmasına izin veren Batı hangi riskleri göğüslüyor?

Yayınlanma

Yazar

Geçen hafta İngiliz basınında çıkan haberlere göre, İngiltere hükümeti Ukrayna’ya uzun menzilli Storm Shadow füzelerini verme kararı aldı. The Guardian gazetesine konuşan hükümet kaynakları, bu füzelerin Rusya’nın iç bölgelerini hedef almak için kullanılabileceğini belirtti. Kaynaklar, kararın alındığını ancak henüz kamuoyuna duyurulmadığını ifade etti.

The Times gazetesi ise konuyla ilgili farklı bir boyuta dikkat çekti. Gazeteye göre, ABD yönetimi Ukrayna’nın İngiliz ve Fransız yapımı uzun menzilli füzeleri Rus topraklarına karşı kullanmasına onay verirken, kendi üretimi olan ATACMS füzelerini vermekten kaçınıyor. Başkan Joe Biden’ın bu tutumunun arkasında, çatışmanın daha fazla tırmanmasını engelleme çabası olduğu belirtiliyor.

Öte yandan Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, konuyla ilgili yaptığı açıklamada ilginç bir iddiada bulundu. Putin, Kiev’in bu tür ileri teknoloji füzeleri kendi başına kullanamayacağını, Batılı ülkelerin uydu istihbaratına ihtiyaç duyacağını öne sürdü. Ayrıca, bu füze sistemlerinin uçuş planlamasının yalnızca üretici ülkelerin askeri uzmanları tarafından yapılabileceğini iddia etti. Şu anda Quincy Enstitüsü kadrosunda olan CIA’in eski Rusya analisti George Beebe, ilgili kararın Batılı ülkeler açısından yaratacağı risklere işaret ediyor.


Ukrayna için fark yaratacak kadar uzun menzilli füzeler yok

Kiev’in Rusya içlerine saldırmasına izin vermek, bizi doğrudan savaşın içine çekebilir

George Beebe, Responsible Statecraft

Rusya ile Batı arasındaki gerilim tırmanıyor ve askeri çatışmayı önlemek için hareket alanı giderek daralıyor.

ABD ve İngiltere’nin Rusya’nın iç bölgelerine saldırı için Batı menşeili füzelerin kullanımını onaylayacağı söylentileri üzerine, Putin dün sert bir açıklama yaptı. Bu hamlenin “çatışmanın doğasını değiştireceğini” ve NATO ile Rusya’nın fiilen savaşta olacağı anlamına geleceğini belirtti. Rusya’nın “gerekli adımları atacağı” konusunda uyarıda bulundu.

Buna karşılık İngiltere Başbakanı Keir Starmer şöyle konuştu: “Bu çatışmayı Rusya başlattı. Rusya, Ukrayna’yı hukuksuz bir şekilde işgal etti. Rusya isterse bu çatışmayı hemen bitirebilir. Ukrayna’nın kendini savunma hakkı var.”

Rusya’nın kararlılığını sınamanın askerî açıdan mantığı net değil. Havadan fırlatılan seyir füzelerinin kullanılması, Rusya’nın nüfus ve askeri üretim açısından büyük avantaja sahip olduğu bu yıpratma savaşında, Ukrayna’nın kazanma şansını kayda değer ölçüde artırmayacak. Ruslar, Ukrayna’nın iyi eğitimli ve donanımlı güçlerini savaşa sokma kabiliyetini zayıflatıyor ve seyir füzeleri bu durumu değiştirmeyecek.

Ayrıca, Ruslar Ukrayna’nın daha uzun menzilli saldırı yeteneklerine uyum sağlayabilir. Nitekim HIMARS topçuları ve ATACMS karadan fırlatılan füzelerine karşı halihazırda önlem aldılar. Örneğin, ikmal depolarını taşıdılar ve gelişmiş Batı silahlarını etkisiz hale getirmeye dönük elektronik harp yöntemlerini daha etkin kullanmaya başladılar.

Ukrayna’nın Rusya anavatanına gerçek manada zarar verebilmesi için, Batı’nın çok sayıda uzun menzilli füze sağlaması gerekecek. Fakat Batı’nın bu miktarda füze temin etme kapasitesi sınırlı ve bu füzelerin sağlanması neredeyse kesin olarak Rusya’nın doğrudan misillemesine yol açacak.

Rusya’ya yönelik derin saldırılara onay vermenin siyasi mantığı da belirsiz. Bu tür saldırıların Putin üzerinde savaşı sona erdirme baskısı yaratacağı veya onu müzakere masasına oturtacağı konusunda iyimser olmak için pek sebep yok. Bilakis, Rusya’nın Ukrayna halkıyla değil NATO ile savaştığı iddialarını güçlendirmesi muhtemel. Tarihte geniş çaplı bombardımanların halk direnişini artırdığına dair çok sayıda örnek var. Şimdiye dek Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırıları da bunu kanıtladı ve Ukrayna milliyetçiliğini ve Rusya karşıtı duyguları körükledi.

İstenmeyen bir başka muhtemel sonuç, Batı’nın artan askeri desteğinin, Rusya’nın gelecekteki müzakerelerdeki taleplerini sertleştirmesi. Batı, Ukrayna’yı Rusya’ya karşı kullanmaya ne kadar istekli görünürse, Ruslar da bir çözümün koşulu olarak Ukrayna’nın kapsamlı bir şekilde silahsızlandırılması konusunda o kadar ısrarcı olacak.

Öte yandan, riskler olası kazanımlara göre çok daha büyük. En büyük tehlike, Rusya’nın “caydırıcılığını yeniden tesis etmek” zorunda hissetmesi ve Batı’ya, Ukrayna’ya sağladığı silahların etkisini ve menzilini sonsuza dek artıramayacağını göstermek istemesi. Putin, kendi ülkesinde, Rusya’nın NATO ile geniş çaplı bir savaştan başka seçeneği kalmayana kadar Batı’nın müdahalesini derinleştirmemesi için Batılı bir hedefi vurarak net bir sınır çizmesi yönünde baskı altında kalabilir.

Putin hangi “gerekli önlemleri” alabilir? Rusya’nın derhal nükleer bir tırmanışa gitmesi pek olası değil. Bunun yerine, Avrupa’daki sabotaj eylemlerini (şimdiye kadar büyük saldırılardan çok uyarı niteliğindeydi) ciddi ölçüde artırabilir; Hizbullah’a veya Husilere füze ve uydu istihbaratı sağlayabilir; ya da daha ileri gitmek isterse, Ukrayna saldırıları için kritik öneme sahip Batı uydularına saldırabilir.

Bu eylemlerden herhangi biri Batı’ya ciddi zarar verebilir ve Batı’nın tepkisine yol açabilir. Bu da sonu belirsiz, son derece tehlikeli bir tırmanma döngüsünü tetikleyebilir.

Sınırı nerede çizeceğini yalnızca Putin bilebilir. Ancak dünyanın en büyük nükleer güçleri arasında doğrudan bir savaşın tehlikeleri göz önüne alındığında, bu sınırın nerede olabileceğini zorlamaya devam etmek bizim açımızdan oldukça riskli.

Rusya bu savaşı kayıtsız şartsız kazanamaz. Ukrayna’nın geniş topraklarının tamamını ele geçirip yönetemez, zira bu Rusya’nın mevcut ordusunun kat kat üstünde bir işgal gücü gerektirir. Fakat Ukrayna’yı harap edebilir, yeniden inşa edilemeyecek ya da kimseyle ittifak kuramayacak kadar işlevsiz bırakabilirler.

Ukrayna’nın bağımsızlığını koruyan ve müreffeh bir gelecek fırsatı sunan bir çözüme ulaşmayı zorlaştırmak ne Batı’nın ne de Ukrayna’nın çıkarına.

Ukrayna’nın şu anda acilen ihtiyaç duyduğu şey uzun menzilli silahlar değil, bu savaşın müzakere yoluyla sona erdirilmesi ve Ukrayna’ya kendini yeniden inşa etme ve refaha kavuşma konusunda gerçekçi bir şans tanıyan uygulanabilir bir plan.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Fransa’da “Macro-Lepenizm” dönemi başladı

Yayınlanma

Editörün notu: Fransa’da Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un, bütün teamüllere aykırı olarak ve bir “darbe” görüntüsü ile solcu Yeni Halk Cephesi’ne hükümet kurma şansı vermeyip Marine Le Pen’in partisi Ulusal Birlik (RN) ile zımni bir anlaşma ile muhafazakâr başbakan Barnier’yi ataması tartışmaları alevlendirdi. Macron’un düşmanı gibi görülen Le Pen ve sağcı partisi, görünen o ki göç gibi bazı meselelerde takındığı tutumdan memnun kalarak Barnier’ye güven oylamasında destek çıkacak. Bu, Macron-Le Pen iktidarının ilk adımı gibi görünüyor; ama bunun da ötesinde, Batı’da “proto-faşist” gibi görünen partilerin ana akım “neoliberal” unsurlarla kutsal olmayan ittifakında önemli bir aşama kat edildiğini de gösteriyor. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çeirmene aittir.


Macron ve Le Pen’in “kutsal olmayan” iktidarı: Bu tehlikeli birliktelik, Avrupa’yı yeniden şekillendirebilir

Thomas Fazi
Unherd
7 Eylül 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Macron, temmuz ayında aldığı parlamentoyu erken seçime götürme kararı nedeniyle acımasız eleştirilere maruz kaldı. Le Pen’in Ulusal Birlik’in (RN) Avrupa Parlamentosu seçimlerinde ilk sıraya yükselmesinin ardından halktan bir “açıklama” istediğini söyleyen Macron, yapılan seçimlerde çoğunluğu kaybederek “asılı parlamento” ile karşı karşıya kaldı. Bunu Fransa’yı kaosa sürükleyen iki aylık siyasi tıkanıklık süreci takip etti. Gerçekten de Cumhurbaşkanı’nın fevri kumarı başta feci bir şekilde ters tepmiş gibi görünüyordu.

Ancak 5 Eylül’de şaşırtıcı bir gelişme yaşandı ve Élysée sonunda yeni başbakan üzerinde uzlaşıldığını duyurdu. Bu tanıdık bir isimdi: AB’nin önceki dönem Brexit baş müzakerecisi Michel Barnier. Macron onu “ülkenin hizmetinde birleştirici bir hükümet” kurmakla görevlendirmişti. İlk bakışta bu zayıf bir ihtimal gibi görünebilir. Zira Barnier Fransa’da ne popüler ne de o kadar iyi tanınıyor, partisi Cumhuriyetçiler de son seçimlerde ancak yüzde 5 kadar oy alabildi. Dört kez hükümette bakanlık ve iki kez de AB komiserliği yapmış olan 73 yaşındaki Barnier, uzun zamandır merkezci, liberal görüşlü bir neo-Gaullist olarak görülüyor ve (seçmenlerin kitlesel olarak reddettiğini gördüğümüz) müesses nizamın bir temsilcisi. Hatta “Fransız Joe Biden” olarak biliniyor. Macron için uzun süredir devam eden bir dizi siyasi kumarın sonuncusu olan bu hamle belki de pek yakında dahice olarak anılacak.

Daha iki ay önce, Macron’un Avrupa seçimlerinde Le Pen karşısında aldığı ezici yenilgi, onu derin bir gayrimeşruluk girdabının içine sokmuştu. Bir zar attı ve Le Pen’i uzak tutmayı başardı- ancak karşılığında Macronizm’in yeminli düşmanı Jean-Luc Mélenchon’un sol-popülist partisi Boyun Eğmeyen Fransa’dan [La France insoumise] oluşan yeni bir sol kanat bloku güçlendirdi. Macron şimdi hem solda hem de sağda iki düşman arasında sıkışmış durumda. Oysa hem kurumsal protokol [teamül gereği] hem de temel demokratik mantık, en çok sandalyeyi kazanan koalisyon olan Yeni Halk Cephesi’nden bir başbakan atanması gerektiğini dikte ediyor.

Ne var ki bu Macron için pek çok bakımdan felaket anlamına gelebilirdi: Yeni Halk Cephesi [Nouveau Front populaire], diğer vaatlerinin yanı sıra, emeklilik yaşını 62’den 64’e çıkaran ve Macron’un amiral gemisi niteliğindeki oldukça tartışmalı emeklilik yasasını yürürlükten kaldırmayı taahhüt etmişti. Bu senaryoyu bertaraf edebilmek için Macroncu blok ve Fransız müesses nizamı ciddi bir manevra yaptı. Le Pen’i yenmek için bir “cumhuriyetçi cephe” kurmada solun desteğini başarıyla aldıktan sonra aynı mantığı bu kez solun kendisine karşı kullandı. Artık iktidardan uzak tutulması gereken “tehlikeli radikaller” ya da “aşırı sağdakiler” değil, “aşırı soldakiler” idi. Bununla tutarlı olarak da Mélenchon’un partisi ile çalışmayı ya da herhangi bir iş birliğini ivedilikle reddetti.

Yeni Halk Cephesi, başbakan adayı olarak 37 yaşında, pek de radikal sayılmayacak bir devlet memuru olan Lucie Castets’i ortaya attığında, Macron bir açıklama yaparak sol koalisyondan bir başbakan atamayacağını, çünkü onların istikrarlı şekilde hükümet edebilecek bir durumda olmadıklarını öne sürecekti. Bu ilk bakışta belki de şok edici bir demokrasi ihlaliydi. Fakat Fransız cumhurbaşkanının günden güne daha baskıcı olan tekno-otoriter yönetimi ve sağa karşı solu kendi çıkarına kullanma, karşılığında ise hiçbir şey sunmayan pratiği düşünüldüğünde bütünüyle tutarlıydı.

Her ne kadar Yeni Halk Cephesi’nden bu kararın bir “rezalet” ya da “kabul edilemez bir irade gaspı” olduğu şeklinde pek çok ses çıksa da Macron ekonomik reformlarını korumak ve solu iktidardan uzak tutmak için elinden ne gerekiyorsa yapacaktı. Temel demokratik ilkeleri göz ardı etmekten çekinmeyecek ve hatta Le Pen ile anlaşmaya varmaktan dahi geri durmayacaktı.

Barnier’e gelelim. Belki de Macroncu blok ile AB karşıtı Ulusal Birlik arasındaki olası anlaşmaya aracılık etmesi beklenmeyen bir aday. AB’nin baş Brexit müzakerecisi olarak üstlendiği görevde, karşılıklı fayda sağlayacak bir ilişki kurmaya çalışmaktansa Birleşik Krallık’ı birlikten ayrılmaya cüret ettiği için “cezalandırmaya” daha niyetli görünen radikal bir AB yanlısı ideolog olarak ün kazandı. Pazarın bütünlüğü ve İrlanda sınırı meselesi başta olmak üzere AB’nin kırmızı çizgileri konusundaki ısrarı, Brexit yanlıları tarafından Birleşik Krallık’ın tatmin edici bir anlaşma elde etmesini engellediği ve benzer ayrılıkları düşünen diğer üye devletler için caydırıcı olduğu şeklinde değerlendirilmişti.

Yeni başbakanı onaylamak için resmi bir ittifaka gerek olmasa da –Le Pen’in Macron ile resmi bir anlaşma sürecine girmesi kendi siyasi intiharı anlamına geleceğinden elbette böyle bir şey söz konusu değil– Cumhurbaşkanı, Le Pen ile önden anlaşmadan Barnier’in ismini telaffuz edemezdi. Le Pen’in, adı geçen başbakana karşı sol ile birlikte bir güvensizlik önergesini desteklemesi riski göze alınamazdı zira (ki sol cephe böylesi bir oylamayı gündeme getirme sözünü zaten vermişti). Le Pen ise yeni hükümeti bazı tekil politikaları konusunda desteklemeye açık olduğunun sinyallerini çoktan vermiş durumda: “Michel Barnier en azından talep ettiğimiz ilk kriteri karşılıyor gibi görünüyor, yani farklı siyasi güçlere saygılı ve Ulusal Meclis’teki birinci parti olan Ulusal Birlik ile diyalog kurabilecek bir isim.”

Anlaşmanın nasıl gerçekleşmiş olabileceğini tahmin etmek pek zor değil aslında: Ulusal Birlik’in Macron’un ekonomik reformlarına karşı çıkmaması ve Fransa’nın mevcut Ukrayna politikasını desteklemesi ön koşuluyla yeni hükümet, başta göç olmak üzere Ulusal Birlik’in öncelik bellediği bazı konulara eğilecek. Elbette bu anlaşmanın geçerli olup olmayacağının ya da devam edip etmeyeceğinin bir garantisi yok. Ancak sürecin buraya kadarki kısmını dahi Macron için büyük bir zafer olarak görmemek güç. Tek hamlede solu marjinalleştirirken, Ulusal Birlik’i ana akım siyasetin içine çekti ve ekonomi ve dış politika konularında sivri yanlarını köreltmeye zorladı – öyle ki müesses nizama yanaştığı düşünülürse partiye olan desteğin azalma ihtimali dahi var. Sadece birkaç ay önce siyasi olarak ölü kabul edilen biri için hiç de fena bir netice sayılmaz.

Elbette bu, kilit konularda hükümet politikasını etkileyebilme potansiyeline sahip Le Pen için kötü bir sonuç değil. Macron yanlısı blok ve geriye kalan merkez sağ partiler mutlak çoğunluğa sahip olmadığından, Le Pen’in partisi hükümet politikası üzerinde fiili bir veto yetkisine sahip. Merkezde yer alan bir milletvekilinin ifadesiyle Barnier’in kaderi fiilen “Ulusal Birlik’in elinde” olacak. Yine de burada asıl kazananın müesses nizam olduğunu görmek lazım: Macron, göç ve güvenlik konularında verdiği tavizin karşılığında, ekonomi ve dış politikadaki mevcut yönelimi –AB’nin dayattığı bütçe kesintileri ve neoliberal yapısal reformlar ile NATO bayrağı altında Ukrayna’ya mali-askeri desteğin devam ettirilmesi– sürdürecek bir istikrar sağlamayı başardı.

Fransız tarihçi Emmanuel Todd’un 2018’de ortaya attığı “Macro-Lepenizm” kavramı düşünüldüğünde, bu sonucun çoktan öngörüldüğü fark edilecektir. Bu kavram, Macron’un temsil ettiği finans sermayesi ile Le Pen’e zımni olarak atfedilen otoriterlik arasındaki örtük bir anlaşmayı imliyor. Todd, Macron ve Le Pen’in siyasi yelpazenin farklı uçlarını temsil ettiği iddialarına rağmen, politikalarının ve eylemlerinin görünenden daha derin bir uyumu olduğunu savunuyor. Todd’a göre her iki isim de daha büyük toplumsal değişimler pahasına yönetici sınıfın, özellikle de servet sahiplerinin çıkarına olacak bir siyasal sistemi destekliyor. Todd’un ortaya koyduğu temel eleştirilerinden biri hem Macron’un hem de Le Pen’in otoriter eğilimler sergilemesiydi: Örneğin Le Pen, Fransız polisinin Sarı Yelekliler protestoları karşısındaki, acımasız saldırganlığını desteklediğini değişik biçimlerde ifade etmişti. Tüm bunlar, bu ittifakın olası bir iktidarının Fransa coğrafyasını aşan siyasal sonuçlar doğuracağını söylüyor bize.

Merkezci-liberal ve sağ-popülistler arasındaki bu ittifak –“liberal-muhafazakâr popülizm” olarak adlandırabiliriz– pekâlâ diğer Avrupa ülkeleri için de bir model haline gelebilir. Yani daha katı göç politikaları ve ilericiliğe karşı kültürel gericilik, AB-NATO çerçevesinde dizayn edilmiş ana akım bir ekonomi ve dış politika yaklaşımıyla yan yana gelebilir. Bunu sağ-popülizm için hem bir zafer hem de bir yenilgi olarak görmek mümkün: Başta göç ve kamu güvenliği olmak üzere muhtelif alanlardaki politikaları değiştirmeyi başaracağı ölçüde bir zafer; hâkim ekonomik-politik düzene radikal şekilde meydan okumayacağı başaramayacakları ve Le Pen örneğinde olduğu gibi müesses nizamın içine çekilecekleri anlamına geleceği ölçüde ise yenilgi.

Tam da bu noktada AB’nin yapısı büyük bir rol oynamaktadır: Brüksel’in üye ülkeler, özellikle de Avro bölgesine dahil olanlar üzerinde uyguladığı ekonomik ve mali kontrolün derecesi, mevzubahis sağ-popülist partiler olduğunda bile AB’nin diktalarına uymaktan başka seçenekleri olmadığı anlamına gelir. Bu anlamda Barnier’in Brüksel ile olan yakın ilişkisi kilit önem taşıyacaktır, zira Fransa’yı Avrupa gündemiyle uyumlu tutma konusunda AB ile el ele çalışması bekleniyor. İlk açıklamasında Fransa için bir tür “yeşil kemer sıkma” müjdesi vermesi bu bağlamda tesadüf olmasa gerek. Başbakan olarak insanlara “gerçekleri, söylemesi zor dahi olsa, söyleyeceğini” ifade etmişti -kamu borçlarının yanı sıra çocukların omuzlarına yüklenen çevresel/ekolojik gerçekleri de-.

Fakat sağ popülist partiler de sorumluluğun bir kısmını paylaşıyor: Güvenlik sorununu daha geniş bir ekonomik güvenlik bağlamından ziyade neredeyse sadece göçe dönük daha sıkı tedbirlerle çerçeveleyerek ve AB’nin yapısının gerçek değişimlerin önünde yapısal engeller koyduğunu kabul etmeyerek müesses nizam tarafından içerilmek için kolay bir av haline geldiler. Bu gidişle “Macro-Lepenizm” kalıcı olacak.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English