DÜNYA BASINI
Hindistan Maldivler’i Çin’e nasıl kaybetti?
Yayınlanma
Yazar
Emre KöseÇevirmenin notu: Hint Okyanusu’ndaki stratejik nakliye yollarının yakınında yer alan Maldivler, Hindistan ve Çin’in bölgedeki nüfuz mücadelesinin odak noktalarından biri. Geçtiğimiz ay muhalefet koalisyonu lideri Muhammed Muizzu, devlet başkanlığı seçimlerini rahat bir zaferle kazanarak görevdeki Muhammed Solih’in yeniden seçilme girişimini durdurdu. Muizzu, 30 Eylül’deki son turunda oyların yüzde 54’ünü kazandı. Solih’in bir önceki yemin törenine Hindistan Başbakanı Narendra Modi de katılmıştı. Muizzu, Çin ile dost, Hindistan’ın ülkeden çekilmesini talep eden kampanyanın yüklenicisi.
BJP’nin Maldivler’deki yoga macerası Çin’in hakimiyet kurmasına nasıl zemin hazırladı?
R.K. Radhakrishnan
2 Kasım 2023
Ve Hindistan, bu takımada ülkesindeki stratejik etkisini kaybetti.
Bharatiya Janata Partisi (BJP) hükümeti haklı olarak yoganın dünya çapında yaygınlaşmasında pay sahibi olduğunu iddia ediyor. İronik bir şekilde, 2022 yılında Maldivler’in başkenti Male’de yapılan bir gösteri, Hindistan’ın stratejik öneme sahip bu takımada ülkesindeki hakimiyetini kaybetmesiyle sonuçlanan bir dizi hadiseye yol açtı. Çin şimdi o bölgeyi işgal etmiş durumda.
Hikâye 2018’in ikinci çeyreğinde, Maldivler İlerleme Partisi (PPM) lideri ve Çin’in dostu olduğunu ilan eden Devlet Başkanı Abdullah Yamin’in devlet başkanlığı seçimlerine gitmeye karar vermesiyle başlıyor. Hesapları açıktı: Ana muhalefet partisi Maldiv Demokratik Partisi’nin (MDP) eski başkanı Muhammed Neşid’in kaçak bir mahkûm olduğu ve Kolombo’da saklandığı için aday olamayacağını garantilemişlerdi. Ayrıca MDP’de başka karizmatik bir lider de yoktu. Yamin rahatlıkla seçileceğini düşünüyordu.
Ne yazık ki Maldivler’deki tüm büyük siyasi partiler onu devirmek için bir araya gelmeye karar verdi. Neşid yarışmakta kararlıydı ve onu uzlaşmacı bir aday aramanın daha iyi olacağına ikna etmek için MDP içinden ve dışından uzman müzakerecilerin becerileri gerekti. Neşid şartlı olarak kabul etti ve İbrahim Muhammed Solih’i devlet başkanı adayı olarak seçti. Solih, yaklaşık yirmi yıldır Halk Meclisinin [parlamento] cansız bir üyesi olan yakın arkadaşıydı.
Solih, Yamin’in tüm demokratik kurumları ele geçirmesine rağmen seçimi kazandı. Yamin’in yardımcılarından biri, Frontline’a yaptığı açıklamada şokta olduğunu söyledi. Kısa bir süre sonra Solih hükümeti kendisine karşı yolsuzluk ve zimmete para geçirme gibi çeşitli suçlamalar yöneltti. Başının ciddi bir belaya girebileceğini anlayan Yamin, 2020’nin sonlarında, o noktada sadece bir oyalama taktiği olan “Hindistan Dışarı” kampanyasını başlattı. Kampanyanın özü, Hindistan’ın Maldivler’de konuşlu askeri personelini geri çekmesini talep ediyordu. İlk günlerde kampanya neredeyse hiç ilgi görmedi. Fakat Solih hükümeti bunu yasakladı ve bu aşırı tepki kampanyaya hafif bir ivme kazandırdı.
Yoga Günü sırası
Asıl darbe, Haziran 2022’de Male’deki Hindistan Yüksek Komisyonunun Hindistan Dışişleri Bakanlığı’ndan gelen rutin talimatlar doğrultusunda Uluslararası Yoga Günü’nü kitlesel bir şekilde kutlamaya karar vermesiyle geldi. Yeni Delhi’de hiç kimse yüzde 100’ü Sünni Müslüman olan bir ülkede yoga kampanyasının sorun yaratacağını düşünmemişti. Hindistan’ın sözüm ona “Önce Komşuluk” politikasına rağmen, komşularıyla ilişkilerinde detaylara bu kadar dikkat edilmiyordu.
21 Haziran 2022’de Reuters, kalabalığın etkinliğin yapıldığı “stadyumu bastığını” ve polisin durumu kontrol altına almak için göz yaşartıcı gaz ve biber gazı kullanmak zorunda kaldığını bildirdi. Daha da önemlisi, haberde “protestocuların yoganın İslam’ın ilkelerine aykırı olduğunu ilan eden pankartlar açtığı” belirtildi.
Maldivler’de Neşid dışında hiçbir lider İslamcı kesimi karşısına almaya çalışmamıştı. Bu kesintinin “başarısı” 2023 seçimleri için kampanya temasının temelini oluşturdu. Hindistan karşıtı söylem, o tarihten itibaren PPM’nin kampanya noktalarından biri oldu. PPM’nin zaman zaman vahşi propagandasına Hindistan’ın çeşitli eyaletlerinde Müslümanların hedef alındığı çok sayıda hadise de yardımcı oldu. Bir siyasi parti temsilcisi, Hindistan’da Müslümanlara dönük her bir saldırı hadisesinin Maldivler’de propaganda için cephane olduğunu söyledi.
Yamin yolsuzluk ve zimmetine para geçirme suçlarından 11 yıl hapis cezasına çarptırıldı (görünüşe göre kendi hesabına para aktarmıştı) ve bu nedenle devlet başkanı adayı olamadı. 2018’e kadar PPM bakanı olan Muhammed Muizzu, doğru zamanda Halkın Ulusal Kongresine geçerek bu partiden devlet başkanlığı adaylığını kazandı. Buna karşılık, partinin adaylığını kazanma umuduyla PPM’de kalan eski Devlet Başkanı Muhammed Vaşid Hasan ortada kaldı. Muizzu’nun hamlesi zekiceydi, zira Yamin’in PPM’den kimsenin aday olmasına izin vermeyeceğinin farkındaydı.
Yetersiz yönetişim
Maldiv seçimlerinin Hindistan ile Çin arasındaki mücadeleden çok daha fazlası olduğu aşikâr; hem Hindistan hem de Çin, seçim kampanyasını şekillendiren büyük anlatının yalnızca bir parçasıydı. İbu Solih’in yönetimi yetersizdi ve Male adası halkını yeni oluşturulan Hulumale adasına taşınmaya teşvik etme kararı adam kayırma ve iltimas suçlamalarına yol açtı. Ayrıca Neşid ile olan kavgası, kritik öneme sahip konulardan daha fazla yer ve zaman işgal etti. Kısacası, İbu Solih’in batmasında yerel meseleler büyük rol oynadı.
İşte 2023 seçimlerine bu bağlamda bakmak gerekiyor. Çin’in Hindistan’ı çevrelemeye dönük “inci dizisi” stratejisi, 30 Eylül’deki ikinci tur seçimlerinde Hindistan eğilimli Solih’in seçim yenilgisiyle jeopolitik bir gerçeklik olmaya bir adım daha yaklaştı. İnci dizisi, Çin anakarasından Afrika Boynuzu’ndaki Cibuti limanına kadar uzanan bir dizi liman ve müttefik tesis anlamına geliyor. Hint Okyanusu Bölgesindeki tesisler —Gwadar (Pakistan), Hambantota (Sri Lanka), Chittagong (Bangladeş) ve Sittwe (Myanmar)— Hindistan’ı etkili bir şekilde çevreliyor. Çin bu konuşlandırmanın ticari çıkarlarını korumak için olduğunu iddia ediyor.
Güney Asya’da Çin’in kalkınma ve altyapı planına 2013 yılında ilk katılan ülke Pakistan oldu. Sri Lanka ve Maldivler de 2014 yılında sırasıyla Hambantota Limanı ve Sinamale köprüsünün geliştirilmesiyle aynı yolu izledi. Myanmar ve Bangladeş 2016’da, Nepal ise 2017’de Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’ne (KYG) katıldı. Çin’in tüm bu ülkelerde geliştirdiği limanlar veya müttefik tesisler, bu ülkelerde tutunmasına ve böylece Çin’in bu tür imalara şiddetle karşı çıkmasına rağmen Hindistan’ı çevrelemesine ön ayak oldu. Bu durum birkaç yıl öncesine kadar “tamamlanmış bir anlaşma” olmasa da Maldivler’deki son gelişmeler, Sri Lanka ve Nepal’deki sorunlar Çin’in bölgedeki ağırlığını artırdı.
Hint birliklerinin çekilmesi
Çin eğilimli PPM’nin varsayılan adayı olan seçilmiş Devlet Başkanı Muhammed Muizzu’nun ilk açıklamalarından biri, Hint birliklerinin Maldivler’den çıkmasını istediği yönündeydi. Neşid, dış dünyanın Muizzu’nun açıklamalarını sert olarak algılamaması için bir açıklama yapmaya çalışsa da Muizzu’nun yakın yardımcıları tarafından çağrıldı ve PPM, Hint askeri personelinin çıkmasını istediğini bir kez daha ortaya koydu. Muizzu şimdi de göreve geldikten bir hafta sonra Hintli askeri personelin ülkeden çıkmasını istiyor.
Chennai Çin Araştırmaları Merkezi Genel Müdürü, emekli Tuğamiral R.S. Vasan, bu gelişmeyle ilgili olarak Frontline’a şunları söyledi: “Son birkaç yılda Maldivler’de Hindistan yanlısı bir hükümet görüldüyse, şimdi Hindistan’ın yerini alma sırası Çin’e geldi. Fakat Hindistan geçmişte olduğu gibi herhangi bir beklenmedik durumda ilk müdahale eden ülke oldu ve olacaktır. Çin, iktisadi, siyasi ve stratejik nüfuzunu kullanmak için IOR’daki [Hint Okyanusu Bölgesi] konumunu güçlendirme niyetinde.”
Hindistan’ın takımada ülkesinde bulunan savunma personeliyle nasıl başa çıkması gerektiği sorusu üzerine Yeni Delhi’nin pragmatik olması ve yeni devlet başkanına yardımcı olarak görülmesi gerektiğini söyledi: “Hindistan, ayrılmaları istenmeden önce askeri personelini gönüllü olarak geri çekmeli. Hindistan destekli devam eden projelerin etkilenmemesi, projelerin zamanında tamamlanması ve halkın iyi niyetinin kazanılması yoluyla iyi niyetimizi gösterme konusunda bir miktar hareket alanı sağlar.”
Hint projelerinin başı dertte mi?
Ancak Hindistan’da devam eden projeler tamamlanmış bir anlaşma olmayabilir. Yaklaşık on yıl önce hükümetin bir parçası olan içeriden biri şunları ifade etti: “Geniş Boduthakurufaanu Magu [Sinamale köprüsünün başından Male adasının diğer ucuna giden yol] Çin’den bir hediyeydi. Yazılı olmayan anlayış, Male-Tilafuşi projesinin Yamin’in tekrar iktidara gelmesinin ardından Çin’e verileceği yönündeydi.” Şu anda Hintli bir şirket olan Afcons Infrastructure proje üzerinde çalışmaya başladı. Kovid yılları nedeniyle çalışmalar istenildiği gibi ilerlemedi. Tata grubunun Ameeru Ahmed Magu’daki konut projesi de istikrarlı bir hızla ilerliyor ama bu projeyle ilgili de endişeler var.
Hindistan ve Maldivler arasındaki görüş farklılığındaki keskin zıtlık, Batı Asya’da yaşanan dehşete verilen tepkilerde görülebilir. BJP iktidara gelene kadar Hindistan ve Maldivler, Batı Asya’daki çatışmaların çoğunda aynı taraftaydı. Bu durum kayda değer ölçüde değişti. Hem Muizzu hem de Hindistan Başbakanı Narendra Modi sözlerini sakınmadılar ve yelpazenin zıt uçlarında yer aldılar.
Muizzu 7 Ekim’de şu tweeti attı: “İsrail Filistin’deki yasa dışı işgali derhal sona erdirmeli ve Filistinlilerden zorla gasp edilen toprakları iade etmelidir. İsrail, Filistin’i 1967 sınırları içinde başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız bir devlet olarak tanımalı ve mültecilerin derhal geri dönüşüne izin vermelidir.” Muizzu’nun Male’deki evinde üzerinde “özgür Filistin” yazan devasa bir Filistin bayrağı bulunuyor. Maldivler’deki tepkilere bakılırsa, siyasi yelpazenin her kesiminden insanlar aynı tarafta yer alıyor.
Modi 7 Ekim’de İsrail’e destek veren bir tweet attı: “İsrail’de meydana gelen terör saldırıları karşısında derin bir şok yaşadık. Düşüncelerimiz ve dualarımız masum kurbanlar ve aileleriyle birlikte. Bu zor zamanda İsrail ile dayanışma içindeyiz.” Hindistan Dışişleri Bakanlığı, Filistin’i destekleyen bir açıklamayla durumu dengelemeye çalışsa da yakın zamana kadar Hindistan’ın bölgedeki iki önemli müttefiki olan Male ve Dakka’da açıkça kınama yapılmaması dikkatlerden kaçmadı. El Ehli hastanesinin bombalanmasının ardından Modin’in “X” (eski adıyla Twitter) üzerinden yaptığı paylaşım da işe yaramadı. Ölümler için başsağlığı diledi ve şöyle dedi: “Olaya karışanlar sorumlu tutulmalıdır.” Bu, ABD’nin konuyla ilgili tutumundan (İsrail’in yapmadığı) farklı. Bu tutum ne Arap dünyasına güvence verdi ne de Hindistan’ın Küresel Kuzey’deki dostlarına puan kazandırdı.
Hindistan ve Maldivler’de yönetimin üst kademelerinde son dönemde yaşanan uyumsuzluğa rağmen, güçlü pozisyonlarda bulunan iki kişi Hindistan’ın 2018’den 2023’e kadar Maldivler’in ilerleyişini etkileyebileceği beş yılı olduğunu ancak uzun vadeli başarılar yerine kısa vadeli kazanımlara öncelik verdiğini belirtti. “Neşid’in [2018’de] seçime katılmamayı kabul etmesini sağlamak kolay değildi. Bu başarıldı. Herkes Neşid’in sessiz kalamayacağını biliyordu. Neşid ve Solih birlikte olsalardı, seçim bu kadar kolay olmazdı,” diyor bir lider. Diğer bir lider ise “Sri Lanka gibi Maldivler de ikinci kez Çin’in köşesinde, zira Delhi yeterince çaba göstermedi,” iddiasında bulundu.
Çin’i kucaklamak
Maldivler’de yaşananlar, pek çok açıdan bölge ülkelerinin Hindistan’ın etki alanından çıkıp Çin’i nasıl kucakladığının bir emsali. 2015 yılında Sri Lanka’da gerçekleşen rejim değişikliğinin yankıları sadece bu ülkede değil Nepal’de de hissedildi. 2017 yılında “Prachanda” lakaplı Pushpa Kamal Dahal liderliğindeki Nepal Komünist Partisi (Maoist Merkez) ile K.P. Sharma Oli’nin Nepal Komünist Partisi (Birleşik Marksist-Leninist) aniden birleştiklerini açıkladılar. 2017 Nepal genel seçimlerinden kısa bir süre sonra iki parti birleşti. Fakat 2021 yılına gelindiğinde parti bir kez daha bölündü.
Bu gelişmelerde ve Nepal’in Hindistan’daki bazı bölgeleri Nepal’in bir parçası olarak gösteren bir harita yayımlamasında Çin’in de rolü oldu. Hindistan ve Nepal arasındaki ilişkiler, 2015 yılında Narendra Modi hükümetinin Nepal’in yeni bir anayasa kabul ederek dünyanın tek Hindu ülkesi olmaktan çıkıp laik bir ülke haline gelmesine (Hindistan bu karar için başka sebepler de öne sürmüştü) tepki olarak altı ay boyunca temel ihtiyaç maddelerine uyguladığı ablukadan bu yana hiç eskisi gibi olmadı.
Muhabirimizin o tarihten bu yana Nepalli liderler ve entelektüellerle yaptığı her görüşmede abluka ile ilgili yorumlar gündeme geldi. Nepal’in Hindistan’ın bazı bölgelerini bu ülkenin bir parçası olarak gösteren bir harita yayımlaması, Çin’in yanında olmasından kaynaklanan bir meydan okuma olarak görüldü.
Bir kaynak Çin’in Ocak 2023’teki sınır görüşmelerinde Butan’a cazip bir teklif sunduğunu söyledi: Butan’ın Çin’in kara ile çevrili ülkenin batısındaki (Doklam) ve doğusundaki (Arunachal Pradesh) hak iddialarına itiraz etmemesi karşılığında Çin, Butan’ın kutsal mekanlarından birkaçının bulunduğu kuzeydeki iki tartışmalı bölge üzerindeki hak iddialarından vazgeçmeye hazırdı. Singapur Ulusal Üniversitesi Güney Asya Çalışmaları Enstitüsü’nün Ocak 2023 tarihli özetine göre, nihai bir anlaşmaya daha çok olsa da “üç aşamalı” bir yol haritası ciddi bir ilerlemeye işaret ediyor. Özette bir de uyarı yer alıyor: “Thimphu’nun Pekin ile Yeni Delhi’yi ilgilendiren sınırlarla ilgili herhangi bir anlaşmayı kabul edeceğini hayal etmek zor.”
Maldivler’de Çin tarafından inşa edilen ve ülkeyi dönüştüren Sinamale köprüsü örneğinde olduğu gibi, Bangladeş’te 2022 yılında açılan ve ülkenin güneybatısının büyük bir bölümünü Dakka’ya bağlayan Padma köprüsü de oyunun kurallarını değiştireceğe benziyor. Çin’in desteğiyle inşa edilen bu köprü ve Bangladeş’in Chittagong’daki ana limanı, ülkenin kritik altyapısının bir parçası. Çin’in her iki projeye de destek vermesi, ülkenin Bangladeş’teki nüfuzunun bir göstergesi.
Çin her yerde
Sri Lanka’da Çin’in varlığı her yerde görülüyor. Ada ülkesinin kredi geri ödemesinde temerrüde düşmesinin ardından Hambantota havaalanını uzun vadeli bir kiralamayla devralmış, Kolombo açıklarında bir ada inşa etmiş ve Kolombo Limanı’nın büyük bir bölümünü geliştirmişti.
Hindistan Donanmasında görev yapmış ve Sahil Güvenlik Doğu Bölgesi’ne komuta etmiş olan Vasan, inci dizisinin başarıya ulaşıp ulaşmadığı konusunda doğrudan yorum yapmamakla birlikte, Hindistan’ın bazı stratejilerini yeniden gözden geçirmesi gerekeceğini dile getirdi: “Deniz denklemleri Yamin rejiminde olduğu gibi Çin yanlısı bir eğilimle zorlanmaya devam edecek. Maldivler ile ortaklık kurarak deniz sahası farkındalığını artırma çabalarının bir kısmı boşa çıkabilir. Dolayısıyla, deniz komşuluğunda test zamanı olacaktır. Hindistan’ın da tarihi ve kültürel ilişkilerin derin etkilere sahip olduğu insanlarla ilişki kurması gerekiyor.”
Çin’in Hindistan’ı çevrelemeye çalıştığı uyarısı en az on yıllık bir maziye sahip olsa da Hindistan hükümetinin son on yıldaki politikaları bu süreci hızlandırdı ve Hindistan’ın güvenliğini daha büyük bir endişe içinde bıraktı. Şubat 2022’de Kongre Lok Sabha Lideri Adhir Ranjan Chowdhury’nin Hindistan’ın komşularıyla arasına mesafe koyduğu yönündeki sözlerinden etkilenen BJP genel başkan yardımcısı Baijayant Jay Panda, “Rajiv Gandhi Çin’in inci dizisini kolaylaştırdı ama şimdi, yedi yıl içinde Önce Hindistan politikamız geri adım attı,” şeklinde bir tweet attı. Sri Lanka ve Maldivler hakkında başka iddialarda da bulundu. Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra tüm iddialarının gerçek dışı olduğu kanıtlandı.
İttifakların güçlendirilmesi
Küresel Kuzey, Hindistan’ın da bir parçası olduğu Quad gibi bölgedeki ittifaklarını güçlendirerek Çin’in bölgedeki etkisine karşı koymayı umuyor. Hindistan da Güney Asya Bölgesel İşbirliği Birliği dışında (Pakistan’ı dışarıda tutmak için) Bölgede Herkes için Güvenlik ve Büyüme (SAGAR), Hint Okyanusu Kenar Birliği ve Bengal Körfezi Çok Sektörlü Teknik ve İktisadi İşbirliği Girişimi gibi bölgesel ittifaklar kurdu.
Hindistan’daki sağcı destekçileri tarafından ortaya atılan daha da fantastik bir öneri var: Çin’in inci dizisine karşı elmaslardan oluşan bir kolye. Bu eylemde “kolye” Seyşeller’den Umman (Dukm) ve İran (Çabahar) üzerinden Moğolistan, Japonya, Vietnam, Singapur ve Endonezya’ya uzanıyor.
Tıpkı Çin’in Hindistan’a dönük saldırılarında olduğu gibi, Hindistan hükümeti ve iktidardaki BJP, Çin’in bölgedeki nüfuzuna karşı koymaktan ziyade medya söylemini kontrol etmeye daha hevesli görünüyor. Hindistan’ın sorunu da burada yatıyor.
İlginizi Çekebilir
-
Çin’in Rusya’daki yatırımları artıyor
-
Japonya’nın yeni Başbakanı Ishiba, Çin, Rusya ve Kuzey Kore karşısında savunmayı güçlendirme sözü verdi
-
AB, Almanya’nın itirazlarına rağmen Çin elektrikli araç ithalatına ek gümrük vergisini onayladı
-
CIA, Çin, İran ve Kuzey Kore’de casus ağını genişletiyor
-
Ekonomistler Çin’le ilgili büyüme tahminlerini %4,8’e düşürdü
-
Lavrov: Rusya-Çin ilişkileri tarihinin en üst seviyesinde
DÜNYA BASINI
“Şok ve dehşet” zafer demek değil
Yayınlanma
5 saat önce05/10/2024
Yazar
Harici.com.trHasan Nasrallah Filistin’in kurtuluşu yolunda öldü
Ali Abunimah, The Electronic Intifada
28 Eylül 2024
Çeviren: Leman Meral Ünal
İsrail’in geçtiğimiz cuma günü Beyrut’un güney banliyösünde düzenlediği bombalı saldırıda Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ı öldürmesi, en azından kısa vadede, Lübnan’da ve bölgede Siyonizm’e karşı direniş cephesini destekleyenler arasında büyük bir şok, umutsuzluk ve moral bozukluğuna yol açacak gibi görünüyor.
Zaten yapılmak istenen de tam olarak buydu.
(Cumartesi günü Hizbullah tarafından da doğrulanan) Nasrallah suikastı, Tel Aviv’in Gazze’deki soykırımına eşdeğer bir barbarlığa dönüşebilecek olan geniş çaplı Lübnan saldırısının ilk aşamalarındaki bir dizi taktiksel başarının ardından geldi.
Bunlar, neredeyse bir yıldır süren soykırımın ardından hazmedilmesi dahi zor düşünceler.
Önce çağrı cihazı ve telsiz saldırıları, ardından Hizbullah’ın üst düzey liderlerinin ve şimdi de bizzat örgütün liderinin peş peşe öldürülmesi…
Nasrallah’ın da son konuşmasında itiraf ettiği gibi, örgüt çağrı cihazı saldırılarıyla gerçekten de ağır bir darbe aldı. Ancak daha da kötüsü kapıdaydı. Güvenlik konusunda ciddi ihlallerin olduğu ise ayan beyan ortada.
Nasrallah’ın taktiksel ve stratejik düşünce yeteneği ile direniş ekseninin en önde gelen, en güven veren ve en çıkışsız zamanlarda dahi destekçilerine sonsuz bir ilham ve güven veren bir lider olduğu [tespiti] abartı değil.
İsrail, Washington ve bazı Arap başkentlerinde yaşanan coşku, Nasrallah’ın sayıca çok daha fazla olan destekçilerinin kederiyle aşılacaktır elbette.
Direniş cephesi açısından yaşanan kaybın hem hakiki hem de trajik olduğu konusunda bir şüphe yok, zira sadece İsrail’in güçlü cephaneliğiyle değil, aynı zamanda ABD’nin ve Batı’nın topyekûn kaynak seferberliği ile karşı karşıyalar.
Bir de tabii İsrail’in bu saldırıları arka arkaya gerçekleştirebilme becerisi, pek çok kişinin gözünde Hizbullah’ın destansı kudreti ve operasyonel güvenliğine olan inancı da sarsacaktır.
Yine bu saldırılar Tel Aviv’in Gazze’de bir yıllık askeri başarısızlığı ve Hamas’ın 7 Ekim 2023’teki İsrail ordusunun Gazze tümenini yok eden askeri saldırısını önleyememesinin ardından Batılı ve Arap destekçileri nezdinde kaybettiği prestijini geri kazanmasına da yardımcı olacaktır.
Her ne kadar Hizbullah tarihi Filistin’in kuzeyindeki İsrail askeri varlıklarını ve yerleşim yerlerini roketlerle vursa da, bölgedeki pek çok kişi direniş ekseninin İsrail’in artan saldırganlığı karşısında neden daha sert ve acımasız bir karşılık vermediğini sorguluyor- üstelik İsrail’in Lübnan’da ve başkent Beyrut’ta sivillere yönelik bombardımanları bu denli yoğunlaşmışken…
İsrail’in temmuz ayında Tahran’da Hamas lideri İsmail Haniye’yi öldürmesinin ardından misilleme sözü veren İran’ın neden bu kadar itidalli davrandığı da yine pek çok kişinin aklındaki bir başka soru. İran’ın tepkisizliğinin İsrail’in daha da küstahlaşan şiddetini cesaretlendirdiği yönünde giderek yaygınlık kazanan bir algı var.
“Şok ve dehşet” zafer demek değil
Gazze’de bir yıldır devam eden ve şimdi İsrail’in Lübnan’a da sıçrattığı soykırım saldırılarının ardından hızla değişen mevcut durumun ve duygu selinin ortasında uzun vadeli bir perspektif koymak zor. Ancak sağlıklı bir analiz için bunu yapmak gerekiyor.
Şunu hatırlamakta fayda var: Neredeyse tüm asimetrik savaşlarda, en güçlü taraf- işgalci ya da sömürgeci- saldırıya geçtiğinde, genellikle hızlı ve çarpıcı bir başarı elde ediyormuş gibi görünür.
Tam da bu yüzden “şok ve dehşet” (1990’larda geliştirilen ve ABD’nin 2003’teki Irak işgalinde açıkça duyurulan) bir Batı, özellikle de Amerikan askeri doktrininin adıdır.
“Hızlı hakimiyet” olarak da adlandırılan bu doktrin, ezici ve göz alıcı şiddet nümayişiyle karşı tarafı moral olarak çökertmeyi ve felç etmeyi hedefler.
Bu doktrininin planlayıcılarına göre asıl erek, “düşmanın algılarını ve olayları kavrayış yetisini öyle aşırı derecede zorlamaktır ki taktik ve stratejik seviyelerde herhangi bir şekilde direniş gösteremesin.”
Son yıllarda defalarca gördüğümüz, şu anda da tanıklık ettiğimiz işte budur.
Amerika Birleşik Devletleri 11 Eylül saldırılarından yalnızca haftalar sonra Afganistan’a saldırdı ve Usame bin Ladin’i barındırdığı gerekçesiyle Taliban hükümetini hızla devirdi.
Bu hızlı başarının ardından artan Amerikan özgüveni, Washington’u bir sonraki projesine geçmeye teşvik edecekti: Mart 2003’teki Irak işgali.
Saddam Hüseyin çabucak devrildi; Amerikan tanklarının Bağdat’ı kontrol altına almasıyla Başkan George W. Bush o yılın 1 Mayıs’ında meşhur “Görev Tamamlandı” konuşmasını yaptı- ABD hem Afganistan’da hem de Irak’ta direniş karşısında bir yıpratma savaşına girerken bu sözler peşini bırakmayacaktı.
Bu hızlı zaferler, ya da öyle gibi görünen zaferler, o dönemde Amerikan güçlerinin Şam ve Tahran’a ya da belki de Amerika’nın hedef listesindeki diğer “haydut devletlere” doğru ilerleyeceğine dair hakiki korkuların fitilini ateşledi.
“Afganistan Belgeleri” sayesinde artık eminiz ki, Washington’daki savaş çığırtkanları savaşı kaybettiklerini başından beri biliyorlardı ama neredeyse yirmi yıl boyunca Amerikan halkına kazandıkları yalanını söylediler.
Ve Amerika’nın Afganistan’dan çekildiği Ağustos 2021’e gelindiğinde, Kabil Havalimanı’nda yaşanan o onur kırıcı geri çekilme, tıpkı mağlup Amerikalıların Vietnam Saygon’daki ABD büyükelçiliğinin çatısından helikopterlerle tahliye edildiği kaotik sahnelere benziyordu.
İsrail söz konusu olduğunda da bu durum açıkça görülmekte. İsrail 1982’de Lübnan’ı işgal ettiğinde – bu saldırıya “Celile Barış Harekatı” adını vermişti- güçleri hızla kuzeye, Beyrut’a kadar ilerledi ve Siyonist yerleşimci devletin tarihinde ilk kez bir Arap başkentini kuşatarak işgal etti.
İsrail on binlerce Lübnanlı ve Filistinli sivili katletmiş ve Filistin Kurtuluş Örgütü’nü ise sürgüne zorlamıştı. Ancak Tel Aviv’in gözünde, bu başarı kısa sürede başarısızlığa dönüştü.
Uzun süren işgal sırasında İsrail’e karşı direniş büyüdü, özellikle de İsrail işgali sırasında var olmayan bir örgüt olan Hizbullah’tan.
Hizbullah ve diğer direniş örgütleri, İsrail Mayıs 2000’de işgal altındaki Güney Lübnan’dan yenilgiyle çekilene kadar, yirmi yıl boyunca İsrail işgal güçlerine yıpratıcı bir savaş yaşattı.
İsrail’in Gazze’deki Amerikan destekli soykırımı bağlamında bile, Gazze’nin şu ya da bu bölümünün tamamen kontrol altına alındığına dair süreklileşen iddiaları hızla çöküyor. Gerçek şu ki direniş, Gazze’nin her yerinde savaşmaya devam ediyor.
Şimdiye kadar İsrail ve Amerika’nın kafa kafaya vererek kurduğu, yenilmiş bir Hamas’ın yerini Arap destekli Filistinli işbirlikçi bir başka gücün alacağı “ertesi gün” planlarının hepsi birden çöktü.
Tükenmiş bir İsrail’in Gazze’de devam eden başarısızlığını görmezden gelmek, kim bilir belki de İsrail’i Lübnan’da olağanüstü bir “başarı” aramaya iten faktörlerden biridir.
Dönüm noktası
Bu tokat etkisi yaratan içinde bulunduğumuz an, Batı destekli ırkçı, yerleşimci-sömürgeci Siyonizm’den kurtuluş için verilen uzun bölgesel savaşta bir dönüm noktasıdır. Siyonizm’in bir asırlık yağma ve dehşetine rağmen ne Lübnan ne de Filistin halkı teslim oldu ve şimdi de teslim olacaklarına inanmak için elde hiçbir neden yok.
Aksine, ilk şokun ardından direnişin kararlılığı artacak ve kurtuluş mücadelesinin başından bu yana her aşamasında olduğu gibi çember genişlemeye devam edecektir.
Nasrallah’ın Amerikan bombaları, Amerikan savaş uçakları ve muhtemelen Washington’un başkaca yardımlarıyla öldürülmesi, İsrail’in hayatta kalmak için dayandığı güç olan ABD’nin küresel gücünün aşağı doğru düşüşte olan seyrini değiştirmeyecektir.
Bir de tabii Siyonistlerin suikastı her zaman birincil taktik olarak kullandıklarını da hatırlamak gerek. Ancak onların savaşı yalnızca bireysel liderlere dönük değil, kararlılıkları kolayca söndürülemeyecek olan halkların tümünedir.
Nasrallah, selefi Abbas el Musavi’nin 1992 yılında İsrail tarafından öldürülmesinin ardından Hizbullah liderliğini üstlenmişti ve geçen yıllar boyunca örgütü eşi benzeri görülmemiş bir güce ulaştırdı.
Elbette bu güç tek bir kişinin iradesine değil, davaya derinden bağlı ve – Nasrallah’ın kendisinin de belirtmekten asla geri durmadığı gibi- kurtuluş yolunda büyük fedakarlıklar yapmaya istekli dirençli bir sosyal tabana dayanıyor.
Şayet İsrail ordusu “Hamas bir fikir, Hamas bir partidir” diyerek Hamas’ın yok edilemeyeceğini ima ediyorsa, o halde Hizbullah’ı ne yapacağız?
Belki de en ağır gerçek şu ki, Filistin’i ve bölgeyi Siyonizm’den kurtarma savaşı bölge halkları için Cezayir, Vietnam, Güney Afrika ve Avrupa-Amerikan imparatorluğu tarafından hedef alınan diğer özgürlük savaşlarından daha az acımasız olmayacak.
En nihayetinde işgalciler ve sömürgeciler olarak andıklarımız aynı ülkeler ve bu işgalci egemen sınıfların topraklarını ve haklarını gasp etmeye çalıştıkları insanlara karşı besledikleri soykırım nefreti biraz olsun azalmadı.
Nasrallah’a gelince, o tıpkı kendisinden öncekiler gibi Filistin’i özgürleştirme yolunda canını verdi ve mücadele sürüyor.
DÜNYA BASINI
Vali Nasr: ‘İran’ın füze saldırısı riskli ancak hesaplanmış bir hamleydi’
Yayınlanma
1 gün önce04/10/2024
Aşağıda çevirisini okuyacağız makale, İran’ın İsrail saldırganlığına karşı neden şimdi yanıt verdiğini açıklamaya çalışıyor. Tahran’ı bu saldırıya iten sebepleri ve olası sonuçları değerlendiren makalenin yazarına göre saldırı riskli ancak hesaplanmış bir hamleydi. Tahran’ın hesabının ABD’nin bölgesel savaş istememesine dayandığını savunan yazara göre sonuç, İran’ın düşündüğünden farklı gelişebilir.
***
İran Neyi Kanıtlamaya Çalışıyor?
Tahran’daki liderler, Washington’un bölgesel bir çatışmayı önlemek için İsrail’i dizginleyeceğine inanıyor.
Vali Nasr
1 Ekim’de İran bu yıl ikinci kez İsrail’e doğru 200’e yakın füze fırlattı. Bu seferki saldırıda daha gelişmiş füzeler kullanıldı ve çok az ön uyarı yapıldı. Füzeler büyük bir hasara yol açmadı, ancak İran’ın İsrail’e saldırma iradesini ve yeteneğini ve İsrail’in savunma sistemlerini muhtemelen zarar verici şekillerde delme kapasitesini gösterdi. Bu, Gazze’de bir yıldır süren savaşın yanı sıra Ortadoğu’nun güvenliği ve istikrarı açısından da önemli bir dönüm noktasıdır. Peki, İran’ın liderleri neden şimdi İsrail’le bu kadar cüretkâr bir şekilde karşı karşıya gelmeyi seçti ve İran’ın bundan sonra nasıl hareket etmesi bekleniyor?
Bu son saldırının en yakıcı nedeni misillemeydi. İran, İsrail’in temmuz ayında Tahran’da Hamas lideri İsmail Heniyye’yi öldürmesine ve yakın zamanda Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ve Devrim Muhafızları’ndan General Abbas Nilforuşan’ı Beyrut’ta öldürmesine karşılık verdiğini iddia etti. Tahran, intikam almanın ötesinde, Lübnan’da Hizbullah’a ciddi zarar veren bir dizi olağanüstü askeri ve istihbarat başarısının ardından İsrail’in agresif tavrına karşı bir caydırıcılık kurmayı da ummuş olabilir.
Ancak intikam almak tehlikeli bir kumardır zira bunu İsrail’in güçlü bir misillemesi ve İsrail ve ABD ile topyekûn çatışmaya doğru maliyetli bir sarmalın izlemesi muhtemel.
İran, Gazze’deki İsrail-Hamas savaşını Orta Doğu için stratejik açıdan yeniden konumlanma olarak gördü. Bu, Filistinlilerin kötü durumunun yeniden öne çıkması anlamına geliyordu ve savaşa verilen bölgesel ve küresel tepki İsrail için hızla diplomatik bir ikilem yarattı. Hamas’ın 7 Ekim 2023’teki ilk saldırısından bu yana Tahran ve direniş ekseni olarak bilinen müttefikleri, İran’ı ABD ile doğrudan karşı karşıya getirebilecek daha büyük bir bölgesel savaştan kaçınırken bu ikilemi derinleştirmeye çalıştılar.
İsrail ise Gazze savaşını genişleterek ve İran ile ABD’yi karşı karşıya getirerek içinde bulunduğu ikilemden çıkmak istiyor. ABD, İran ve Hizbullah’ın saldırılarına karşı İsrail’i desteklemek için Orta Doğu’daki askeri varlığını artırdı. İsrail’in Hizbullah ve İran’la yaşadığı çatışmanın açık bir savaşa dönüşmesi halinde Washington da İsrail’in yanında yer alacaktır.
Tahran, Heniyye’nin Tahran’ın kalbinde öldürülmesinin ve ardından Nasrallah’ın Beyrut’taki kalesinde suikasta uğramasının İran’ı bu tuzağa çekmeyi amaçladığı sonucuna vardı. Heniyye’nin öldürülmesinden bu yana İran’ın ikilemi, İsrail’in ekmeğine yağ sürmeden stratejisini nasıl sürdüreceği oldu. Heniyye’nin öldürülmesine tepki vermemeye karar verdi ama Nasrallah öldürüldüğünde bunu yapamadı.
Hizbullah İran’ın bölgedeki en önemli müttefiki ve Tahran kendisini Hizbullah’tan geriye kalanları korumak zorunda hissediyor. Ayrıca, Nasrallah Arap dünyasında geniş bir etkiye sahipti ve İran’ın bölgesel nüfuzunu destekleyen vekil ağının hem beyni hem de hayati önemdeki kilit noktasıydı. Onun suikastı İran için büyük bir darbe oldu; buna tepki vermemek, İslam Cumhuriyeti için bir meşruiyet krizi anlamına gelecekti.
İran Meclis Başkanı Kalibaf’tan İsrail’e: Saldırırsanız yok olursunuz
İsrail’in Hizbullah’ı yok etmek için 17 Eylül’de yüzlerce çağrı cihazının patlatılmasıyla başlayıp Nasrallah suikastıyla ve şimdi de kara harekatıyla devam eden cüretkâr saldırısı, İsrail’in üstünlüğü ele geçirme konusunda kendinden emin olduğunu gösterdi. İran bu imajın tartışmasız kalmasına izin veremezdi.
Tahran’ın eylemsizliği, hem Arap dünyasında genellikle İran’a sempati duyan kesimlerden hem de İran içinde, özellikle de ülkenin bölgesel politikalarını destekleyen muhafazakârlar arasında İran hükümetinin yaygın bir şekilde kınanmasına yol açtı. Hizbullah’ı yüzüstü bırakmak ve İsrail’in baskısı karşısında boyun eğmekle ilgili öfkeli suçlamalar şok etkisi yarattı ve İran yönetimi üzerinde harekete geçme baskısı yarattı. Salı günkü füze saldırısı riskli bir hamleydi ancak fevri bir tepki değildi. Tahran’daki daha karmaşık bir hesaplamanın sonucuydu.
İran, İsrail’i vurabilecek hem cürete hem de kabiliyete sahip olduğunu göstermek istedi. Ancak aynı zamanda, resmi ve İran’a sempati duyan medyada ve sosyal medyada da görüldüğü gibi, Orta Doğu’da İsrail’le doğrudan yüzleşmeye hazır tek ülke olduğunu da göstermek istedi. Bu durum Arap sokaklarında övgü toplayabilir ama muhtemelen İsrail’in misillemesine yol açacak ve İran’ın şimdiye kadar kaçınmayı umduğu savaşa neden olacak.
İran’ın Nisan ayında Şam’daki konsolosluğuna yönelik İsrail saldırısına verdiği yanıt -İsrail’e karşı yaklaşık 300 drone ve füze fırlatılması- İsrail’in, Heniyye ve Nasrallah suikastlarıyla gelen daha sonraki tırmanışlarını caydırmadı. Bu son füze saldırısının da İsrail’i kesin olarak caydırması mümkün görünmüyor.
Ancak bu, ABD açısından durumu daha kritik hale getiriyor. İran’ın amacı İsrail’i caydırmak değil, ABD’yi bunu yapmaya zorlamaktır. Bu yalnızca bir hayal ya da umutsuz bir girişim değil. Her ne kadar Batı medyasında Biden yönetiminin İsrail’in karar alma mekanizması üzerinde çok az etkisi olduğu ve Nasrallah’ın suikastından önceden haberdar olmadığı yönünde yaygın bir kanı olsa da son dönemde yaşananlar İran’ın aksini düşünmesine yol açtı.
Nisan ayında Washington, arabulucular aracılığıyla Tahran’a yoğun bir şekilde baskı yaparak İran’ın vereceği tepkiyi ayarlamaya çalıştı ve ardından İsrail’e, İran’ın füze saldırısına misillemede ölçülü olması için baskı yaptı. Washington’ın müdahalesi başarılı oldu. İran füze saldırısını önceden duyurdu, bu da İsrail, ABD ve Arap müttefiklerine gelen drone ve füze dalgasını başarılı bir şekilde önlemek için yeterli zamanı verdi. İsrail Heniyye’yi Tahran’da öldürdüğünde Washington, Tahran’ı Gazze’deki olası ateşkes anlaşmasını bir diplomatik fırsat olarak kullanıp tepki vermemesi için ikna etti.
Tahran o zaman ateşkes görüşmeleri sırasında Hamas’ın elini zayıflatmayacağını ve diplomatik bir başarısızlıktan sorumlu tutulmak istemediğini söylemişti. Bu kez de Tahran, İsrail’i dizginlemesi için Washington’a bakacak ve bölgesel bir yangın tehdidinin ABD’yi İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’ya baskı yapmaya zorlayacağını umacak.
İran, İsrail’in bölgedeki tüm güvenlik sorunlarını Hamas, Hizbullah ve Husileri ezecek ve İran’ın elini kolunu bağlayacak büyük bir savaşla kesin olarak çözmek istediğine inanıyor. Bu, uzun ve ABD’nin katılımını gerektirecek bir savaş.
ABD hükümeti, Ortadoğu’da yeni ve maliyetli bir askeri karışıklıktan kaçınmak istese de şu ana kadar İsrail’in bu stratejiyi kararlı bir şekilde sürdürmesine karşı koymayı başaramadı. Kasım ayındaki başkanlık seçimleri yaklaşırken ve Biden yönetimi zaten topal ördek konumundayken ABD son günlerde İsrail’e boyun eğdi.
Başkan Joe Biden, Nasrallah’ın ölümünün ardından yaptığı açıklamada sivil ölümlerinden ya da birkaç yüksek binayı yerle bir eden saldırı sırasında bir yerleşim bölgesinde 2.000 kiloluk sığınak delici bombaların kullanıldığından hiç bahsetmedi. ABD hükümeti Lübnan’da yaşanan ve 1 milyona yakın insanın yerinden edilmesine yol açan insani krizi de görmezden geldi. Benzer şekilde Washington, İsrail’in zaten insani bir felaketin pençesindeki Yemenlileri derinden etkileyecek olan Hudeyde limanını ve Yemen’in yakıt depolarını bombalamasına da itiraz etmedi.
Tahran’daki yetkililere göre ABD’nin vurdumduymazlığının tek istisnası, Washington’un yakın bir bölgesel savaş ihtimaliyle karşı karşıya kalması. Tahran’ın planı, Biden’ı bu senaryoyla yüzleşmeye zorlayarak Washington’u harekete geçirmek. İran ancak ABD’nin daha büyük bir savaştan kaçınma arzusu ile İsrail’in savaşı göze alma stratejisi arasındaki uçurumdan faydalanarak kendi bölgesini ve çıkarlarını koruyabileceğine inanıyor. Buna, İran’ın yeni cumhurbaşkanı ve dış politika ekibi tarafından açıkça ifade edilen ABD seçimlerinden sonra Batı ile nükleer müzakerelere girme kapısının açık tutulması da dahil.
ABD hükümetinin bölgesel bir savaş istemediği ve hatta bir savaşın içine girmeyi hiç arzu etmediği doğru. Ancak Tahran, İran’ın İsrail’e doğrudan saldırması halinde Washington’un böyle bir savaşı önleme istek ve kabiliyetini muhtemelen abartıyor. İran kısasa kısas bir tırmanışa kilitlendikçe, ABD’nin sempatisi İsrail’den yana olacak ve Washington müdahale ederse, bu müdahale İran’ın İsrail’e karşılık vermesini engellemek için olacaktır ki bu da er ya da geç ABD ile İran arasında bir çatışmaya yol açacaktır.
Nükleer görüşmeler ve İran’a yönelik yaptırımların hafifletilmesi, bu çatışmanın ilk kurbanı olabilir. Aslında, İran ve İsrail arasındaki çatışmalara rağmen görüşmeler bir şekilde devam etse bile İran’ın elde edeceği yaptırımların hafifletmesi kazanımı İsrail ile olan tırmanışa yanıt olarak uygulanacak yeni yaptırımlarla dengelenecektir. İran, ABD müdahalesine güvenerek mevcut duruşunu sürdüremeyecektir.
Ocak 2025’e kadar Orta Doğu güvenliği, hesaplanmış İsrail ve İran tırmanışlarının mengenesinde sıkışıp kalacaktır. Bu güvenliğin korunması, iki aktörden birinin yanlış hesap yapıp yapmamasına bağlı. Ancak ABD’nin tercihi de bir o kadar önemlidir: Washington, gerilimi azaltmak için diplomatik olarak mı müdahil olacak, yoksa İran’ı geri adım atmaya zorlamak için askeri olarak mı devreye girecek?
Washington için de her tırmanışta durumu idare etmeye yönelik mevcut strateji, korkulan savaşı önlemeyecektir. Bunun için, ABD’nin Ortadoğu’yu kasıp kavuran bu çatışmanın nihai sonucunu şekillendirmeye kararlı olması, yalnızca son krizlere tepki vermekten öteye geçmesi gerekmektedir.
DÜNYA BASINI
Stephen Walt: Netanyahu, Irak’ı işgal eden George W. Bush ile aynı büyük hatayı yapıyor
Yayınlanma
2 gün önce03/10/2024
Yazar
Harici.com.trUluslararası İlişkiler teorilerinde realist akımın günümüzdeki öne çıkan isimlerinden biri olan, Harvard Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Profesörü Stephen M. Walt’un Foreign Policy’de yayımlanan makalesini sizler için çevirdik.
***
Stephen M. Walt, Foreign Policy
2 Ekim 2024
İsrail’in Orta Doğu’daki ‘Görev Tamamlandı’ Anı
Netanyahu, George W. Bush ile aynı büyük hatayı yapıyor olabilir.
1 Mayıs 2003’te ABD Başkanı George W. Bush havalı görünümlü bir uçuş kıyafeti giydi, bir S-3 Viking uçağına tırmandı ve uçak gemisi Abraham Lincoln’e indi. “Görev Tamamlandı” yazılı bir pankartın altında durarak Irak’taki büyük muharebe operasyonlarının sona erdiğini duyurdu. “Amerika Birleşik Devletleri ve müttefiklerimiz galip geldi,” diye gururla ilan etti, oy oranları tavan yaptı ve savaşı tasarlayan yeni muhafazakarlar cesaretleri ve bilgelikleri için kendilerini kutladılar. Ancak Irak’taki koşullar kısa sürede kötüleşti ve işgal kararı artık evrensel olarak büyük bir stratejik gaf olarak görülüyor.
İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu ve destekçilerinin, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ve militan grubun birçok üst düzey liderinin öldürülmesiyle sonuçlanan (ama bitmeyen) İsrail’in Lübnan’a yönelik son saldırısını kutlamalarını izlerken bu olayı hatırladım. Geçtiğimiz yıl boyunca Netanyahu, Hamas’ın yaklaşık bir yıl önce İsrail’e saldırmasıyla başlayan savaşı durmaksızın uzatırken ve genişletirken kendi savunma bakanına, ülke içindeki muhaliflerine, Hamas’ın elindeki İsrailli rehinelerin ailelerine ve Biden yönetimine meydan okudu. Bir zamanlar “startup ülkesi” olarak lanse edilen ülke, “her şeyi havaya uçuran ülke” haline geldi ve Netanyahu, İsrail’in muhaliflerine hiçbirinin onun ulaşamayacağı yerde olmadığını hatırlatmak konusunda gecikmedi. İsrail’in silahlı kuvvetlerinin ve istihbarat servislerinin çeşitli düşmanlarına verdiği zarar göz önüne alındığında (bu süreçte on binlerce sivil öldürüldü), Netanyahu’nun zafer turu atması şaşırtıcı değil. Tıpkı Bush’un yaptığı gibi.
İsrail’in son birkaç hafta içinde gerçekleştirdiği eylemlerin çarpıcı bir taktiksel başarı olduğuna şüphe yok. İsrail istihbaratı üstün sinyal istihbaratından ve Hizbullah’ın örgütsel yapısındaki çatlaklardan, ayrıca üst düzey liderlerinin bazı şaşırtıcı hatalarından faydalanarak Hizbullah’ın iletişim için kullandığı çağrı cihazlarına ve telsizlere bubi tuzağı kurmak için karmaşık ve cüretkar bir planı başarıyla gerçekleştirdi. Gazze’de olduğu gibi İsrail Savunma Kuvvetleri de Nasrallah’ı öldürmek, Lübnan’da büyük hasara yol açmak ve Hizbullah’ın roket ve füze kapasitesini kısmen azaltmak için Sam Amca’nın sağladığı gelişmiş silahları kullandı. İsrail Hava Kuvvetleri bunu Yemen’deki Husileri vurarak takip etti, İsrail kara kuvvetleri şu anda güney Lübnan’a giriyor ve İran şüphesiz son füze saldırıları nedeniyle İsrail’in misillemesiyle karşı karşıya kalacak. Netanyahu ve aşırı sağcı bakanları da savaşı (ve Amerika’nın buna verdiği tepkiyi), “Büyük İsrail” yaratmaya yönelik uzun vadeli kampanyalarının bir parçası olarak işgal altındaki Batı Şeria’da şiddeti ve toprak gasplarını artırmak için kullandılar.
Netanyahu’yu masaya oturmaktan ve bölgesel güç dengesini kalıcı olarak İsrail lehine değiştirmekten alıkoyacak ne var? Taktiksel başarılar stratejik başarıyı garanti etmez, ancak bunlardan yeterince başarabilirseniz stratejik ortamı önemli ve kalıcı şekillerde değiştirebileceğiniz iddia edilebilir. Netanyahu’nun hedeflediği de bu, ancak başarılı olacağından şüphe duymak için iyi nedenler var.
Öncelikle, İsrail’in sözde Direniş Ekseni’ne verdiği zarar, bu ekseni iş yapamaz hale getirmeyecek ya da beyaz bayrak çekmesine neden olmayacak. Hizbullah, Hamas, Husiler ve İran geçmişte güçlü darbeler atlattı ve intikam alma arzuları geçtiğimiz yıl yaşananların ardından daha da artacak. Komik bir şey ama insanların üzerine tonlarca patlayıcı atmak onları kazanmış gibi görünmüyor; intikam almak ya da en azından kendilerine eziyet edenleri durdurmak için can atmalarına neden oluyor. Hizbullah hala İsrail’e roket ve füze atıyor, kuzeydeki evlerinden kaçan yaklaşık 60,000 İsraillinin geri dönmesini imkansız kılıyor ve zaman içinde kendini yeniden yapılandıracak. Suikaste kurban giden liderlerin yerleri şimdiden dolduruluyor, kadrolar yeniden inşa edilip silahlandırılacak ve öğrendiklerine dayanarak yeni taktikler geliştirilecek. İsrail şimdi bunu engellemek için güney Lübnan’a yeniden asker gönderiyor ama daha önce güneye yaptığı saldırılar iyi sonuçlanmamıştı.
İsrail’in kötü muamelesi sorunun temelini oluşturan Filistinlilere gelince, İsrail’in kendilerine yaptıklarına direnmeye devam etmekten başka seçenekleri yok. Eğer İsrail onlara kendi devletleri ya da Büyük İsrail içinde eşit haklar gibi cazip bir alternatif sunsaydı durum farklı olabilirdi ama Netanyahu bu ihtimalleri ortadan kaldırdı. Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat İsrail ile barış yaptı ve Mısır Sina’yı geri aldı; FKÖ İsrail ile barış yaptı ve daha fazla yasadışı İsrail yerleşimine sahip oldu. İsrail’in bugün Filistinlilere sunduğu tek seçenek sürgün, imha ya da kalıcı apartheid ve hiçbir halk bu kaderleri savaşmadan kabul etmez. Bu nedenle, İsrail’in varlığını kabul eden, yaşayabilir bir devlet elde etme umuduyla onunla işbirliği yapan ve karşılığında hiçbir şey alamayan Filistin Yönetimi’nin Filistin halkı arasında daha az popüler hale gelmesi ve Hamas’a olan desteğin artması şaşırtıcı değildir.
Benzer şekilde, İran’ın Cumhurbaşkanları Ali Ekber Haşimi Rafsancani ve Hasan Ruhani dönemlerinde zaman zaman ABD (ve dolayısıyla İsrail) ile ilişkileri iyileştirme çabaları, İsrail ve ABD’deki destekçileri tarafından kararlılıkla engellendi; en önemlisi de saf bir Donald Trump’ı 2018’de İran’ın nükleer programını ciddi şekilde sınırlayan dönüm noktası niteliğindeki Ortak Kapsamlı Eylem Planı’ndan vazgeçmeye ikna ettiklerinde. Bu tepkiler İran’ın sertlik yanlılarının elini güçlendirdi ve İran’ın yeni cumhurbaşkanı tansiyonu düşürme arzusunu defalarca dile getirmiş olsa da bölgedeki mevcut kriz de aynı etkiyi yaratacak. İran, İsrail’in bölgedeki müttefiklerini zayıflatma ya da ortadan kaldırma çabalarına (Hamas’ın siyasi lideri İsmail Haniye’nin temmuz ayında Tahran’da öldürülmesi de dahil olmak üzere) İsrail’e kendi füzelerini ateşleyerek karşılık verdi ki bu İsrail’in misilleme yapmasına yol açacak riskli bir adımdı ancak Tahran hiç şüphesiz kenarda kalıp güvenilirliğini koruyamayacağını hissetti.
Ne yazık ki bu olaylar, İran liderlerinin gizli bir nükleer silah devleti olmanın ötesine geçip İran’ın nükleer cephaneliğini inşa etmeye karar verme ihtimalini artırıyor. Böyle bir karar topyekün bir bölgesel savaşı daha olası hale getirecektir, ancak İsrail onlara nihai caydırıcılığı istemeleri için ek teşvikler vermeye devam ediyor. Eğer bu gerçekleşirse İsrail’in son dönemdeki başarıları son derece basiretsiz görünecektir.
İsrail’in son eylemleri jeopolitik izolasyonunu da artırdı ve sonunda ABD ile olan özel ilişkisini tehlikeye atabilir. İsrail’in 7 Ekim saldırısından sonra haklı olarak sahip olduğu sempati, dünya Gazze ve Lübnan’daki sivil halka uygulanan katliamı izledikçe buharlaştı. Uluslararası Adalet Divanı İsrail’in Batı Şeria’yı işgalini uluslararası hukukun ihlali olarak ilan etti ve Netanyahu ile Savunma Bakanı Yoav Gallant, savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar nedeniyle Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından tutuklama emriyle karşı karşıya kalabilir. Suudi Arabistan ve diğer Arap devletleri tarafından tanınması şu anda askıda, küresel güneyin büyük bir kısmı buna karşı çıktı ve Avrupa hükümetleri giderek daha fazla rahatsız oluyor. Netanyahu’nun geçen hafta BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmayı selamlayan yürüyüş sembolik bir jestti, ancak yine de kendisinin ve İsrail’in birçok kişi tarafından nasıl görüldüğünün bir yansımasıydı.
Netanyahu ve destekçileri, Biden yönetiminden aldıkları açık çek, Netanyahu’nun Kongre’deki konuşmasında ayakta alkışlanması, ABD ordusundan aldıkları aktif destek ve İsrail lobisinin üniversite kampüslerinde ve başka yerlerdeki eleştirileri bastırmadaki başarısı ile rahatlayabilirler. Bunlar da kısa vadeli taktiksel başarılardır ve kolayca tehlikeli bir tepkiyi tetikleyebilirler. Çoğu insan zorbalığa maruz kalmaktan hoşlanmaz ve İsrail’in eylemlerine yönelik meşru eleştirileri susturmayı amaçlayan konuşma kuralları ve diğer kısıtlamaların dayatılması, özellikle de soykırımcı bir şiddet ve etnik temizlik kampanyası yürüten bir ülkeyi korumak için açıkça ve alenen yapıldığında, çok fazla kızgınlık yaratacaktır.
Dahası, İsrail’in eylemleri daha geniş çaplı bir bölgesel savaşa yol açarsa ve ABD bu savaşa sürüklenirse, Amerikalılar “özel ilişkinin” değerini ciddi şekilde sorgulayabilir. Irak’ta Saddam Hüseyin’i devirmeye yönelik yeni muhafazakar kampanya kısmen İsrail’i daha güvenli hale getirme arzusundan esinlenmişti (bu nedenle Amerikan İsrail Halkla İlişkiler Komitesi ve Netanyahu gibi İsrailli liderler Bush yönetiminin savaşı satmasına yardımcı oldu), ancak savaşın tek nedeni bu değildi ve ne İsrail ne de lobi bundan sorumlu tutuldu. Ancak ABD başka bir Orta Doğu savaşında asker ve denizci kaybetmeye başlarsa, bu durum yaygın ve doğru bir şekilde, ABD’den para ve silah alan ve sonra da canı ne isterse onu yapan, sürekli nankör bir müşteri devlet adına Amerikalıları tehlikeye atmak olarak görülecektir. Dahası, Başkan Joe Biden ve Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın durumu kötü yönetmesi kasım ayında Kamala Harris’in seçilmesine mal olursa, hem Demokratlar hem de Cumhuriyetçiler İsrail’e refleksif desteğin hala akıllıca bir siyasi duruş olup olmadığını sorgulamaya başlayacaktır. Ve eğer bunlardan herhangi biri gerçekleşirse, İsrail’in ABD’deki destekçilerine karşı bir tepki riski artacaktır. Eğer ABD’de yükselen antisemitizmden endişe ediyorsanız, bu olasılık sizi üniversite kampüslerindeki çoğunlukla zararsız gösterilerden çok daha fazla korkutmalıdır.
Son olarak, bir de İsrail’in kendisi üzerindeki etkisi var. İsrailliler, 7 Ekim’in ardından (aldığı kararlarla İsrail’i Hamas’ın acımasız saldırılarına karşı savunmasız bırakan) Netanyahu’dan kurtulma ve ülkeyi normale döndürme fırsatına sahipti. Ancak bu gerçekleşmedi ve Netanyahu’nun son dönemdeki taktiksel başarıları, politikaları İsrail’in geleceğine dair hararetli bir dini ve mesihçi vizyona dayanan aşırı sağcılarla birlikte onun siyasi konumunu da güçlendiriyor. Son yıllarda ekonomiyi besleyen yüksek teknoloji sektörlerinin merkezinde yer alan ılımlı ve laik İsrailliler, Maliye Bakanı Bezalel Smotrich gibi adamların yaratmak istediği İsrail’de yaşamaktan kaçınmak için ülkeyi terk etmeye devam edecekler. 500.000’den fazla İsrailli (yani nüfusun yaklaşık yüzde 5’i) halihazırda yurtdışında yaşıyor; anketler bunların yüzde 80 ‘inin geri dönmeyi düşünmediğini gösteriyor; ve göç edenlerin sayısı geçtiğimiz yıl dramatik bir şekilde arttı. Washington Post, İsrail ekonomisinin “ciddi tehlike altında” olduğunu ve bunun da bu eğilimleri güçlendireceğini bildiriyor. Ülkenin en önemli mücevherlerinden biri olan İsrail üniversiteleri, yabancı öğrenci sayısında dramatik bir düşüş olduğunu bildiriyor ki bu hem aşınan imajının bir başka işareti hem de gelecekteki bilimsel ilerlemeye bir darbe. Kısacası, Netanyahu’nun kısa vadeli başarıları ülkenin uzun vadeli geleceğini tehlikeye atan eğilimleri güçlendirdi.
Hayat belirsizdir -özellikle de siyasette- ve gözlemlerimin hiçbiri önceden belirlenmiş değildir. Ancak birkaç hafta önce yazdığım gibi, bazen ilk bakışta çarpıcı bir askeri veya siyasi zafer gibi görünen şeyler, zaman geçtikçe filizlenen daha derin sorunların tohumlarını içerebilir. Başarılı bir lider için zorluk, uzun vadeli faydalar sağlamak üzere geçici avantajları kullanmaktır. Ancak bunu yapmak için ne zaman durulacağını ve ne zaman savaştan çatışmayı çözmeye geçileceğini bilmek gerekir. Ne yazık ki Netanyahu’nun bu becerilere sahip olduğuna ya da bunları edinmeye en ufak bir ilgi duyduğuna dair bir işaret yok.
“Şok ve dehşet” zafer demek değil
WSJ: ABD’nin İsrail’i dizginleme girişimleri sınırlı sonuç veriyor
Rusya istihbaratı: Putin’in nükleer uyarısı Batı’da yankı buluyor
Reuters: Kushner, Suudi Veliaht Prensi ile ABD-Suudi diplomasisini görüştü
“Rus casusu” olduğu iddia edilen balina Hvaldimir’in ölüm nedeni belli oldu
Çok Okunanlar
-
AMERİKA2 hafta önce
Apollo, Intel’e “multi-milyar dolarlık” yatırım teklif edecek
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Statüko için radikal akademisyenler: Butler, Harris’e bağış yaparsa…
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Taylor Swift, Cumhuriyetçileri yabancılaştırmayı göze alamaz
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Kuzey Irak sandığa gidiyor: Hasar kontrolü mü, yeniden yapılanma mı?
-
GÖRÜŞ4 gün önce
Türk medyası Hizbullah’ı ‘bitirdi’: Ukrayna savaşının başında Rusya’yı da ‘bitirmişti’
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
İsrail’in “hedefe yönelik infaz” politikasının tehlikeli tırmanışı ve genişlemesi
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Yeni nesil saldırılar
-
ORTADOĞU6 gün önce
Hizbullah’ın olası yeni lideri: Haşim Safiyuddin kimdir?