Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Hindistan-Ortadoğu Koridoru neden sahtekarlıktır?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Hindistan’ın ev sahipliğinde düzenlenen G20 zirvesinde Hindistan’ı Orta Doğu ve Avrupa’ya bağlayacak ticaretin artırılması, enerji tedarikinin kolaylaştırılması ve dijital bağlantının geliştirilmesine yardımcı olacağı öne sürülen demir yolu ve denizcilik projesi Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Koridoru (IMEC) için Hindistan, ABD, Suudi Arabistan, Emirlikler, Fransa, İtalya, Almanya ve AB arasında mutabakat zaptı imzalandı.

Türkiye koridora dahil edilmedi, CHP Sözcüsü Faik Öztrak da iktidara “Anlamamakta ısrar ettiğiniz sorumuzu bir kere daha, milletimizin yüksek menfaatleri doğrultusunda soruyoruz: ‘Türkiye, G20 Zirvesinde oluşturulan Hindistan-Orta Doğu-Avrupa Ekonomi Koridoru’nda neden yer almıyor?’ Cevap verin,” sorusunu sormuş.

Aşağıda tercümesi verilen makale, söz konusu projenin nasıl bir sahtekarlık olduğunu izah ederek Ankara’nın —ve diğer bileşenlerin— buna dahil olmasına pek de gerek olmadığını, somut gerekçeleriyle anlatıyor.


Hindistan-Ortadoğu Koridoru neden bir sahtekarlıktır? Fiziksel-iktisadi bir argüman

Hussein Askary

The Belt and Road Institute Sweden

15 Eylül 2023

Hindistan’da düzenlenen son G20 Zirvesi esnasında açıklanan ABD destekli Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Koridoru (IMEC) sadece bir hayal ürünü değil, Hindistan ile Batı Asya ve Avrupa ülkelerinin zaman ve enerjisini boşa harcayabilecek siyasi bir sahtekarlık. Hindistan limanlarından Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) limanlarına, Suudi Arabistan ve Ürdün üzerinden demiryoluyla Akdeniz’deki İsrail limanlarına ve ardından yine İsrail limanlarından Avrupa limanlarına uzanan bir ticaret koridoru oluşturulmasına ilişkin sözlü olarak telaffuz edilen genel hatlar dışında bu projeye ilişkin hiçbir detay sunulmadı. Bu tanımda ve bu projenin ima edeceği fiziksel-iktisadi gerçekleri anlamaksızın küresel çapta başlatılan genel tartışmada pek çok saçmalık bulunuyor. Bu projenin Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’nin (KYG) yerini alacağı önerisi, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in 2013 yılında “İpek Yolu Ekonomik Kuşağı” olarak başlattığı projenin en önemli noktasını gözden kaçırıyor. Ekonomik “kuşak” bir ticaret yolu değil, “kalkınma koridoru”dur. Altyapı inşa etme amacının ticaretten ziyade iktisadi ve sosyal kalkınma olması arasındaki bu önemli farkın uluslararası “uzmanlar” ve hatta bazı Çinli uzmanlar tarafından anlaşılamaması ciddi bir sorun.

Eğer IMEC’in maksadı Hindistan ile Avrupa arasında ticareti ve mal sevkiyatını kolaylaştırmaksa, aşağıda izah edeceğimiz üzere bu tuhaf bir fikir, zira bugün Süveyş Kanalı üzerinden işleyen son derece uygun bir rota söz konusu. Aksi takdirde, eğer IMEC üye ülkeler arasında iktisadi kalkınma ve işbirliğini teşvik etmeyi amaçlıyorsa, o zaman Çin’e katılmaları gerekir, zira Çin uzun yıllardır KYG aracılığıyla tam da bunu yapıyor. Batı Asya ülkeleri Suudi Arabistan, BAE ve diğerlerinin en büyük iktisadi işbirliği ve ticaret ortağı olan Çin ile el ele vermemek için Avrupa ya da Hindistan’ın (Atlantik değil, büyük bir Asya ülkesi ve muazzam bir potansiyele sahip) hiçbir nedeni yok. ABD ve AB’nin bu hamlesinin yanlış anlaşılmayan maksadı, tipik bir Britanya İmparatorluğu “böl ve yönet” taktiğiyle iki dev Asya ülkesi arasındaki sınır sorunlarıyla ilgili bazı gerginliklerin yarattığı uçurumu derinleştirmek.

Saçmalığın pek çok seviyesi

Bu öneride farklı seviyelerde saçmalıklar var. Bunlardan en bariz olanı, kendi topraklarında altyapı finansmanı ve inşası konusunda başarısız olan ABD ve AB’nin bunu yurt dışında yapmayı teklif etmesi. ABD, G7 ve AB’nin KYG’ye alternatiflerinin hem finansman hem de pratik açısından neden başarısız olmaya mahkûm olduğunu daha önce tartışmıştım. Bir diğeri ise Körfez ile Akdeniz arasındaki kara köprüsünün ciddi bir bileşeni olması beklenen Ürdün’ün IMEC’in imza törenine bile davet edilmemiş olması. İsrail-Filistin ihtilafının çözülmemiş olması ve bölgenin tekrarlayan şiddetli silahlı çatışmalara sahne olması, savaşkan İsrail hükümetinin kazanacağı siyasi puanların iktisadi puanlardan daha fazla olduğunu açıkça gösteriyor, zira IMEC, Filistin halkının mağduriyetlerini halının altına süpürecektir.

Fakat biz bu iddiaların “fiziğini” tartışalım. Eğer IMEC’in maksadı sadece Süveyş Kanalı’nı by-pass eden bir yük koridoru oluşturmaksa, bu en pahalı ve fiziksel olarak mantıksız teşebbüs olacaktır. İsrail basınında IMEC’in duyurulmasıyla başlayan bu türden saçma tartışmaların tipik örneklerinden biri, burada en büyük kaybedenin Süveyş Kanalı ve Mısır olacağını iddia ediyordu. Post-Panamax ultra büyük konteyner gemilerinden (ULCV) birinin Hindistan’dan mal getireceğini ve İsrail, Akdeniz ve son olarak Avrupa’ya giderken BAE’deki Cebel Ali Limanı’na yanaşacağını varsayalım. Tipik bir ULCV gemisi 20 bin ila 25 bin eşdeğer yirmi fit birim konteyner (TEU) veya 10 bin eşdeğer kırk fit konteyner (FEU) taşıyabilir. Bir TEU konteynerin uzunluğu 6,1 metre, bir FEU’nun uzunluğu ise 12,2 metredir. Bu konteynerleri her biri en fazla 39 ila 40 vagondan oluşan ve her vagonda 2 TEU taşıyan trenlere boşaltmak istersek 250 trene ihtiyacımız olacaktır. Her bir tren yaklaşık 580 metre uzunluğunda olduğundan (1 vagon = 13,7 metre X 40 vagon, artı 32 metrelik bir lokomotif) trenlerimizin zinciri 145 kilometre boyunca uzanacaktır! Şimdi Süveyş Kanalı’ndan her gün 15 konteyner gemisinin yanı sıra 22 dökme yük gemisi, 35 tanker, 8 araba gemisi ve 13 farklı tipte geminin geçtiğini düşünün! İsrailli uzmanların IMEC’in Süveyş Kanalı’nı kullanılmaz hale getirerek Mısır ekonomisini mahvedeceğini iddia etmeleri en hafif tabirle gerçeküstü bir beyan. Ayrıca, Dubai limanlarında konteynerlerin gemilerden trenlere ve trenlerden İsrail’deki diğer uçta tekrar gemilere boşaltılmasının maliyetini (fiziksel ve mali) ve her ikisinde de liman hizmet ücretlerini hesaplamak zorundayız. Buna yaklaşık 1500 kilometre demiryolu hattı inşa etme ve bunların bakım maliyetini de ekleyin. Lokomotif ve vagonların satın alınması, trenlerin işletilmesi, trenlere yakıt ikmali yapılması, dört ülkenin sınırları arasında transit geçiş ücretleri ve gümrük vergilerinin belirlenmesi ve her iki limandaki hizmetler için liman ücretlerinin ödenmesi gibi maliyetleri de ekleyin.

Başkan Biden’ın ya da AB’den Ursula von der Leyen’in ekonomi danışmanlarından herhangi biri bu hakikatlerden ve hesaplamalardan söz etti mi? Demiryolu taşımacılığının denizyolu taşımacılığından üç ila dört kat daha pahalı olduğunu belirtmek önemli, ancak hız, taşınan malın elektronik, önemli yedek parçalar, elektrikli araçlar ve bunların bataryaları gibi ağırlık ve hacim olarak küçük ve değer olarak yüksek olması durumunda aradaki farkın bir kısmını telafi edebilir. Çin’den Kazakistan, Rusya ve Belarus üzerinden AB’ye ortalama 12 ila 15 günde ulaşan Çin-AB Demiryolu Ekspresi, bu tür mallar için en hızlı ve en verimli taşıma rotası. Ancak gerçek şu ki, Çin devletinin teşvikleri olmadan, yalnızca taşımacılık faaliyetinin mali karına bakarsak, bu rota “uygun maliyetli” olmayacaktır. Fakat iktisadi ve stratejik kaygılar nedeniyle bu güzergâh tüm taraflarca korunuyor. Ukrayna savaşının patlak vermesi bile bu önemli ticaret yolunu durduramadı.

“Kalkınma koridoru” nedir?

“Ticaret yolu savaşları”na dair tüm sığ tartışmaları bir kenara bırakırsak, tüm iktisatçılar, analistler ve karar alıcılar açısından ilginç olması gereken şey, altyapı gelişiminin ülkelerin üretkenliği ve iktisadi ve sosyal kalkınması üzerindeki etkisini incelemektir.

“Kalkınma koridoru” kavramıyla ilk karşılaşmam 1996 yılında, merhum hocam, büyük Amerikalı iktisatçı ve düşünür Lyndon H. LaRouche Jr. (1922-2019), Schiller Enstitüsü’nün bir ekibinin üyeleri olarak Avrasya Kara Köprüsü/Yeni İpek Yolu üzerine ilk kapsamlı iktisadi ve bilimsel raporu hazırlarken bize danışmanlık yapmasıyla oldu. Çin, bağımsız olarak kendi Yeni İpek Yolu stratejisini geliştiriyordu ama Çinli uzmanlar ile Schiller Enstitüsü arasındaki istişareler uzun yıllardır devam ediyordu. 290 sayfalık resimli rapor, Ocak 1997’de “Avrasya Kara Köprüsü, ‘Yeni İpek Yolu’; dünya çapında iktisadi kalkınmanın lokomotifi” başlığı altında yayımlandı. “Kalkınma koridoru” kavramı, LaRouche’un “fiziksel ekonomi” olarak geliştirdiği, yeni bilimsel ve teknolojik atılımların toplumun üretkenliği üzerindeki etkisine ve dolayısıyla “göreceli, potansiyel nüfus yoğunluğu” olarak adlandırdığı şeye dayanan iktisadi ilerlemeyi değerlendiren bilimsel bir yönteme dayanıyor. Ekonominin bu dalını evrensel deha, Gottfried Wilhelm Leibniz (1646-1716), Karl Friedrich Gauss (1777-1815) ve Bernhard Riemann’ın (1826-1866) birbirini izleyen çalışmalarına atfeder. Fiziksel ekonomi, iktisadi süreçlerde belirleyici unsur olmamakla birlikte karar alımında yararlı olan salt politik araçlar olarak para ve ticarete olan tüm fetiş bağlılıkları ortadan kaldırır.

Buna göre modern kalkınma koridoru, merkezinde ulaşım, enerji, su ve telekomünikasyon altyapısının bir ekonominin iskeleti, omurgası ve sinir sistemi olduğu 100 ila 150 kilometre genişliğinde bir iktisadi faaliyet kuşağı. Bu altyapıların etrafında yeni kent merkezleri ve tarımsal sanayi bölgeleri inşa edilir. Altyapının amacı, bir bölgenin doğal ve beşerî kaynaklarının kullanımını artırmak ve bu bölgeyi ulusal, bölgesel ve kıtalararası ölçekte benzer diğer alanlara bağlamaktır. Dolayısıyla “ticaret”, her bölgenin karşılaştırmalı üstünlüklerini kullanarak bu bölgeler arasında birbirlerinin üretkenliğini ve büyümesini artırma amaçlı teknoloji ve malzeme transferidir. Bu, Devlet Başkanı Şi tarafından 2013 yılında İpek Yolu’nun “ekonomik KUŞAĞI” olarak sunulan kavramın aynısı. Çin’de Yangtze Nehri Ekonomik Kuşağı, Büyük Körfez Ekonomik Kuşağı ve Pekin-Tianjin Ekonomik Kuşağı boyunca gelişmeyi yönlendiren aynı konseptler. “Ticaretin teşvik edilmesini” birincil hedef olarak görmüyorlar. İktisadi kalkınma birincil hedef ve artan ticaret bunun doğal bir yan ürünü.

Dolayısıyla birincil hedef olarak para, ticaret ve hammadde ihracatına dayalı girişimleri duyduğunuzda derhal alarm düğmesine basmanız gerekir. Kuşak ve Yol Girişimi’nin Build Back Better World, Global Gateway ve şimdi de IMEC gibi Batılı “alternatiflerine” dönük kuşkularımın temel kaynağı bu. Elbette bu teşebbüslere kuşkuyla yaklaşmak için siyasi nitelikte başka gerekçelerim de var; zira bu teşebbüsler jeopolitik nitelikte ve hiçbir tarafa fayda sağlamadan öncelikle Çin’in ve KYG’nin altını oymayı amaçlıyorlar.

Batı Asya’nın kalkınma koridorları

Sayın LaRouche ve ben, Batı Asya ve Arap dünyasındaki ülkelerin liderleriyle yaptığımız diyaloglarda, düşük fiyatlarla ham petrol ve doğalgaz ihracatına bağımlılığı azaltmak ve bunun yerine bu hammaddeleri petrokimya ve kimya endüstrileri için endüstriyel hammadde olarak kullanmak ve böylece her bir varil petrolün değerini birkaç derece artırmak amacıyla bu kalkınma koridorlarının inşa edilmesini tavsiye ettik ve nükleer enerji inşa edilmesini teşvik ettik. BAE, Suudi Arabistan ve Mısır bu bölgede hammadde ihracatçılarından sanayi ülkelerine geçişin öncülüğünü yapıyor. Çin bu süreçte kilit bir rol oynuyor, fakat bu süreçte Güney Kore, Japonya ve Almanya gibi diğer ülkeler de yer alıyor. Herkes bu kazan-kazan sürecine katkıda bulunabilir. Doğal olarak bu ülkelere, “kıtaların ve okyanusların kavşağı” olarak coğrafi konumlarını kullanmak için büyük ölçekte ulaşım altyapısı inşa etmeleri de tavsiye edildi.

Yeni İpek Yolu ve KYG boyunca uzanan “kalkınma koridoru”, Schiller Enstitüsü temsilcisi olarak Batı Asya ülkelerine savaş sonrası yeniden yapılanma projeleri olarak sunduğum önerilerin merkezinde yer aldı. Phoenix Operasyonu’nu 2016’da Suriye hükümetine, Felix Operasyonu’nu 2018’de Yemen hükümetine ve Irak Kalkınma Koridorları’nı Kasım 2022’de Irak hükümetine sunduk. LaRouche, 1993’teki Oslo Anlaşmasına şüpheyle yaklaşmış ve barışın temeli olarak yalnızca siyasi anlaşmaları değil, fiziksel iktisadi kalkınmayı öngören Vaha Planını önermişti.

Gerçeklik illüzyona karşı

ABD, IMEC gibi bir proje önerirken, liderleri bunun bölgedeki boş bir alanı dolduracağını varsayıyor. Batı Asya ve Avrupa’nın ekonomik alanının geliştirilmesi için büyük bir alan olsa da Çin ve KYG halihazırda yıllardır bu alanın yapılarını inşa etmekle meşgul. Örneğin IMEC’in güzergahını ele alalım. Çinli COSCO, Yunanistan’daki Pire Limanı’nı Doğu Akdeniz’deki en önemli denizcilik merkezlerinden biri haline getirmek üzere büyük yatırımlar yaptıktan sonra halihazırda işletiyor. Çinli şirketler Doğu ve Orta Avrupa’da bağlantıyı artırmak için Sırbistan ve Macaristan’a demiryolları inşa ediyor. Çin, İsrail’deki iki önemli liman olan Hayfa Bayport ve Aşdod Limanı’nı inşa etti ve geliştirdi. Çin’in CRRC şirketi, BAE’de hem yolcu hem de yük demiryolu için Etihad Rail (BAE) ağında büyük ölçüde yer alıyor ve bu ağ bir sonraki aşamada Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ülkelerinin geri kalanına da bağlanacak. Suudi Arabistan ile Çin, Suudi Arabistan’ın Körfez’deki doğu kesimini Kızıldeniz’deki batı kıyısına bağlayacak Suudi-Kara Köprüsü’nün inşası konusunda müzakereler yürütüyor. Burada hem BAE hem de Suudi demiryolu ağlarının öncelikle Asya ve Avrupa arasında transit mal taşımacılığı için değil, boksit, fosfat ve diğer cevherlerin çıkarıldığı maden sahalarını yeni inşa edilen sanayi bölgelerine bağlamak için inşa edildiğini vurgulamak önemli. Çin, Suudi Arabistan’ın batı kıyısındaki Cizan’da petrokimya ve lojistiğin ana faaliyet alanı olduğu en büyük sanayi bölgelerinden birini inşa etti. Cidde’den Mekke’ye hacılar için ilk yüksek hızlı yolcu demiryolunu inşa etti. Abu Dabi’deki Halife Limanı’nda konteyner terminalinin geliştirilmesinde yer aldı. Teklif edilen IMEC’i teğet geçecek daha sayısız proje sayılabilir. Fakat ABD ve AB, Çin ile birlikte çalışmak yerine bu projeye yanaşmayı öneriyor. Bu asla gerçekleşmeyecek zira fiziksel olarak imkânsız. Başta Suudi Arabistan ve BAE olmak üzere bölge ülkeleri ne tür bir ortaklık kurmak istediklerine çoktan karar verdiler ve Çin bunun için bir model.

Batıda kalırken doğuya gitmek

Bu konudaki en son gelişmelere bir göz atalım.

Batı Asya bölgesinde son yıllarda gerçekleşen en büyük atılımlardan biri Devlet Başkanı Şi’nin Aralık 2022’de Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’a yaptığı ve Suudi liderler, KİK liderleri ve Arap Birliği liderleriyle üç zirve gerçekleştirdiği ziyaretti. Bu ziyaretin sonuçları ve sonrasında yaşanan gelişmeler tarihi önem taşıyor. Mart 2023’te Çin’in aracılık ettiği Suudi-İran ilişkilerini normalleştirme anlaşması tüm bölgede oyunun kurallarını değiştirdi. Suudi Arabistan, BAE, Mısır ve İran’ın BRICS’e kabul edilmesi de dünyadaki yeni paradigma değişiminin bir başka ivmesiydi. Ancak biz burada bu gelişmeden kaynaklanan somut ve elle tutulur projelere odaklanıyoruz.

Devlet Başkanı Şi, 10 Aralık’ta Riyad’da KİK liderlerine yaptığı konuşmada Çin’in KİK ile derhal çalışmak için önerdiği somut iktisadi ve mali tedbirleri özetlemişti. “Beş husus” her ciddi analistin ilgisini çekecektir. Bunlar arasında yerel para birimleri üzerinden uzun vadeli petrol ve doğalgaz ticareti, nükleer enerjiyi de kapsayan altyapı projeleri, uzay araştırmaları ve uzay teknolojisi, telekomünikasyon ve yapay zekâ, sanayi projeleri ve ulaşım altyapısı projeleri yer alıyor. Çin-KİK Zirvesi’nden bir gün önce Devlet Başkanı Şi ve Suudi Kralı Selman bin Abdülaziz, Kapsamlı Stratejik Ortaklık anlaşmasına vardılar. Bu ortaklık Suudi Vizyonu 2030 ile simbiyotik. Hemen ardından Çin ve Suudi kuruluşları arasında 30 mutabakat zaptı imzalandı. Bunlar Haziran 2023’te Suudi Arabistan’da düzenlenen Çin-Arap İş Forumu sırasında 10 milyar dolar değerinde sözleşmeler şeklinde somutlaştırıldı.

Çin’in Arap ülkeleriyle ticareti 2022 yılında 450 milyar dolara ulaşmış olup, Çin’in AB ile 650 milyar dolar olan ticaretine yaklaşıyor. Çin’in Arap dünyası ile ticaretinin önümüzdeki yıllarda AB’yi geçeceği ve ilgili tüm alanlarda işbirliğinin hızlanacağı öngörülüyor. Bunun göstergelerinden biri de Çin-Arap iktisadi işbirliğinin hızla ilerlediği Haziran 2023 Çin-Arap İş Forumu.

Körfez’in doğu kıyısında Çin ile İran (Arap olmayan bir ülke) “teknoloji karşılığı petrol” mekanizmasını kullanarak 25 yıl sürecek benzer bir Kapsamlı Stratejik Ortaklığa ulaştılar. İran geçen yıl Şanghay İşbirliği Örgütü’ne tam üye olarak kabul edildi ve bu yıl da BRICS’e katıldı. İran, aynı zamanda Hindistan ve Rusya ile de çok iyi ilişkiler sürdürüyor ve bu üç ülke arasında Uluslararası Kuzey-Güney Ulaşım Koridoru (INSTC) adı altında gerçek bir “koridor” faaliyete geçti. Bu bölgede Anglo-Amerikanların sıfır toplamlı oyunlarına artık yer yok, zira ülkeler ideolojik ve milliyetçi duygularını aşarak kazan-kazan şeklinde kendi çıkarlarını gözetiyorlar.

Çin neden güvenilir bir ortak?

Batılı kuruluşlar tarafından yapılan pek çok kamuoyu yoklaması, Çin’in Arap halkları, özellikle de gençler nezdindeki popülaritesini ortaya koyuyor. ABD, Britanya ve onların NATO ve AB’deki müttefikleri tarafından başlatılan savaşların Arap dünyası ve Batı Asya’daki halkların kalpleri ve zihinleri üzerindeki korkunç etkisini bir kenara bıraksak bile, Çin kendi değerlerine dayanarak popüler.

Çin, gelişmekte olan bir ülkenin hızla sanayileşebileceğini ve dünya ekonomik sıralamasında yükselebileceğini ispatladı. Fakat bunun temelinde, diğer gelişmekte olan ülkeler için ciddi bir ders niteliğinde olan modern ve yüksek standartlı bir altyapı ile sağlam bir fiziksel iktisadi temel inşa etmek yatıyor. Dünyanın önde gelen mühendislik ve inşaat gücü haline geldi. Aynı zamanda telekomünikasyon ve uzay teknolojisi, robotik, kimya ve petrokimya endüstrileri gibi yüksek teknoloji alanlarında da lider konuma geldi ki bunlar bölgedeki petrol ve doğalgaz üreticisi ülkeler için son derece cazip. Ülke, gezegendeki en sağlam endüstriyel tedarik zincirine ev sahipliği yapar hale geldi. Uzun vadeli ve düşük faizli krediler sağladığı muazzam bir finansal cephaneliğe sahip. Çin en azından 2060 yılına kadar bu bölgeden dünyanın en büyük ve istikrarlı petrol ve doğalgaz ithalatçısı olmaya devam edecek, bu da onu güvenilir ve istikrarlı bir alıcı haline getiriyor. 2049 yılına kadar kalkınması için uzun vadeli bir vizyona sahip, bu da onunla ekonomik ortaklığı istikrarlı ve uzun vadeli bir girişim haline getiriyor. Çin; KYG, Küresel Kalkınma Girişimi, Küresel Güvenlik Girişimi ve Küresel Medeniyet Girişimi aracılığıyla bölge ve dünya ile ilişkilerine dair somut ve karşılıklı fayda sağlayan bir vizyona sahip.

Siyasi olarak Çin, Kovid-19 salgını başta olmak üzere pek çok krizde bu ülkelerle büyük bir iyi niyet ve dayanışma gösterdi. Çin hiçbir zaman Batı Asya ülkelerinin ya da diğer ülkelerin iç işlerine karışmadı. Dahası, Arap halkının gözünde Çin, Filistin meselesinde Filistin halkının adalet yoluyla barışa ulaşma ve Birleşmiş Milletler kararlarına bağlı kalma haklarına dayanan tereddütsüz ve ilkeli duruşu nedeniyle takdir ediliyor.

Hindistan’ın İngiliz jeopolitiğinin tuzaklarından kaçınmak için Çin, Pakistan ve bölgedeki diğer ülkelerle el ele vermesi iyi olacaktır. Derin bir maziye sahip Hindistan gibi gelecek vaat eden bir ekonominin Avrasya ve Afrika’da olumlu bir rol oynaması için alan sonuna kadar açık. Burada belirleyici olan dünyanın fiziksel-iktisadi gerçekleridir, gerçeklikten tamamen kopuk politikacıların hüsnükuruntuları değil.

DÜNYA BASINI

FT: Suudi Arabistan Trump’ın İsrail politikalarını dengeleyebilir

Yayınlanma

Trump-selman

Financial Times’tan Andrew England’ın kaleme aldığı bu makale, Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemine dair bölgesel beklentileri ve endişeleri ele alıyor. Trump’ın İsrail yanlısı politikalarını dengelemede Suudi Arabistan’ın kilit rol oynayabileceği değerlendiriliyor. Makaleye göre Trump’la yakın ilişkisi ile bilinen Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın diplomatik manevraları, Filistin meselesinin çözümünde merkezi rol oynayabilir. Riyad, Filistin devletine giden bir plan olmadan İsrail ile normalleşmenin mümkün olmayacağını açıkça deklare etmesine rağmen İsrail’in bu çözüme giden yolu kapamış olması ise Trump’ın önündeki en büyük engel…

***

Orta Doğu, Trump’ı dizginlemesi için Suudi Arabistan’a güveniyor

Andrew England

Trump’ın aşırı İsrail yanlısı bir gündem izleyeceğinden korkan Arap ülkeleri, Donald Trump ile ilişkisini ve bölgedeki siyasi ağırlığını kullanarak Suudi Arabistan’ın, Trump’ın Ortadoğu politikalarını dengelemesini umuyor.

Trump’ın kilit pozisyonlara bir dizi ateşli İsrail yanlısı ve İran karşıtı şahin aday atamasının ardından Arap yetkililer yeni yönetimin İsrail’in işgal altındaki Batı Şeria’yı ilhak etme, Gazze’yi işgal etme ya da Tahran’la gerilimi tırmandırma hamlelerini onaylayabileceğinden endişe ediyor.

Ancak yetkililer, Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın Trump ile olan ilişkisini, başkanın finansal anlaşmalara olan ilgisini ve Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki ilişkilerin normalleşmesine yol açacak “büyük pazarlık” yapma arzusunu kullanarak, yeni yönetimin bölgedeki politikalarını yumuşatabileceğini umuyor.

Bir Arap diplomat, “Bölgedeki kilit aktör, Trump’la bilinen ilişkileri nedeniyle Suudi Arabistan, dolayısıyla ABD’nin yapmaya karar verebileceği herhangi bir bölgesel eylemin kilit noktası olacak” dedi.

Bir başka Arap yetkili de Prens Muhammed’in Trump’ın İsrail’in Gazze’de Hamas’a karşı yürüttüğü savaşı sona erdirmeye yönelik politikalarını ve daha geniş anlamda Filistin meselesini etkilemede “kilit” rol oynayacağını ve İsrail’le normalleşme potansiyelini bir koz olarak kullanacağını söyledi.

Yetkili, “Suudi Arabistan, Trump’ın Gazze ve Filistin’le nasıl başa çıkacağını büyük ölçüde etkileyebilir. Bölgedeki pek çok ülke bundan sonra ne olacağı konusunda endişeli” dedi.

Trump’ın ilk başkanlık döneminde, Suudi Arabistan onun “alışveriş odaklı” yönetim tarzını ve bölgesel rakibi İran’a karşı yürüttüğü “maksimum baskı” kampanyasını destekledi. Suudi ajanların 2018’de gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı öldürmesinin ardından diğer Batılı liderler Krallığın fiili liderine soğuk davranırken Trump, Prens Muhammed’in yanında durdu.

Trump, İsrail-Filistin çatışmasını çözmek için “nihai anlaşmayı” yapacağını da iddia etmişti. Ancak damadı Jared Kushner tarafından yürütülen bu planlar başarısız oldu. Filistinliler ve Arap devletleri, önerilerin İsrail lehine fazlasıyla taraflı olduğunu düşündü. Trump ayrıca Filistin’e yardımı kesti, Washington’daki diplomatik misyonlarını kapattı, ABD Büyükelçiliği’ni statüsü tartışmalı olan Kudüs’e taşıdı ve işgal altındaki Golan Tepeleri üzerindeki İsrail egemenliğini tanıdı. Öte yandan, Trump, BAE ve üç Arap ülkesinin İsrail ile ilişkilerini normalleştirdiği “İbrahim Anlaşmaları”na da aracılık etti.

Trump geçen ay bir Suudi televizyon kanalı olan El Arabiya’ya verdiği demeçte başkanlığı döneminde ABD ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin büyük harflerle “MÜKEMMEL” olduğunu söyledi.

“Kral’a büyük saygı duyuyorum, Muhammed’e de büyük saygı duyuyorum; gerçekten harika bir iş çıkarıyor, o tam bir vizyoner” dedi.

ABD Başkanı Joe Biden göreve geldikten sonra Riyad, Trump ile bağlarını sürdürdü. Veliaht Prens Muhammed’in başkanlık ettiği Suudi Arabistan Kamu Yatırım Fonu (PIF), Kushner’in kurduğu özel sermaye fonuna 2 milyar dolar yatırım yaptı.

PIF’in yöneticisi Yasir al-Rumayyan, hafta sonu New York’ta düzenlenen bir UFC dövüşünde Trump ile ön sırada oturdu. Ayrıca, Trump’a ait golf sahaları, PIF’in en dikkat çeken spor girişimlerinden biri olan LIV Golf etkinliklerine ev sahipliği yaptı.

Ancak Prens Muhammed, Biden’ın göreve gelmesinden bu yana Suudi Arabistan’ın bölgesel politikalarını yeniden ayarladı. Riyad, 2023 yılında İran ile diplomatik ilişkileri yeniden kurdu özellikle Hamas’ın 7 Ekim 2023 saldırısının bölgede bir dizi çatışmayı tetiklemesinin ardından sürdürdüğü yumuşama politikası izlemeye devam etti.

Biden yönetiminin, Suudi Arabistan ile ABD arasında bir savunma anlaşmasını içeren üçlü bir anlaşma kapsamında İsrail ile ilişkilerin normalleşmesini hedefleyen planı, savaş nedeniyle sekteye uğrasa da ABD, Suudi Arabistan’ı krize yönelik herhangi bir bölgesel çözümde kritik bir aktör olarak görmeye devam ediyor.

Ancak Riyad, Filistinlilerin ölü sayısı arttıkça İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun aşırı sağcı hükümetine yönelik eleştirilerini sertleştirdi.

Ekim ayında Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Faysal bin Ferhan, Riyad’da düzenlenen bir basın toplantısında, İsrail ile normalleşmenin, “Filistin devletine dair bir çözüm bulunana kadar gündemde olmadığını” söyledi.

Prens Muhammed de geçen hafta Riyad’da düzenlenen Arap ve İslam zirvesinde İsrail’i Gazze’de “soykırım” yapmakla suçlarken, Lübnan’da Hizbullah’a karşı yürüttüğü savaşı ve İran’a yönelik saldırılarını kınadı.

Diplomatlar ve analistler, Veliaht Prens Muhammed’in konuşmasını, Müslüman dünyasının İsrail’in askeri saldırılarını kınamada ve bir Filistin devleti kurulmasına destek verme konusunda birleştiği mesajı olarak yorumladı. Salı günü Riyad, “İsrail’in Batı Şeria üzerinde egemenlik kurmaya yönelik aşırılık yanlısı açıklamalarını” da kınadı.

Trump seçim kampanyası sırasında Orta Doğu’ya barış getirme ve savaşı sona erdirme sözü vermişti. Ancak İsrail Büyükelçisi olarak seçtiği Mike Huckabee ve Orta Doğu temsilcisi olarak atadığı emlak kralı Steven Witkoff da dahil adaylarının çoğu ateşli birer İsrail yanlısı.

Trump, buna rağmen İbrahim Anlaşmaları’nı genişletmek istediğini belirterek Al-Arabiya’ya şunları söyledi: “Çerçeve zaten hazır, tek yapılması gereken bunu yeniden devreye sokmak ve bu çok hızlı gerçekleşebilir. Eğer kazanırsam bu kesinlikle bir öncelik olacak… sadece Ortadoğu’da barışı sağlamak… Bu olacak” dedi.

İbrahim Anlaşmaları’nın genişletilmesinde Suudi Arabistan kilit bir rol oynayabilir. Ancak Arap yetkililer, Trump’ın bunu ancak Netanyahu’ya, Filistin devleti kurulmasına yönelik tavizler vermesi için baskı yaparak başarabileceğine inanıyor. Bu, İsrail Başbakanı’nın şiddetle karşı çıktığı bir mesele.

Bir diğer Arap diplomat ise, “Trump’ın şu anda Ortadoğu’da Suudi Arabistan’dan daha çok ihtiyaç duyduğu başka bir aktör yok. Trump, kendisine sunulmuş hazır anlaşmalardan kredi almayı seven biri. Eğer Muhammed bin Selman ona bir anlaşma sunarsa, bu bir olasılık olabilir, hatta tek olasılık olabilir” yorumunda bulundu.

Arap yetkililer de Gazze’deki yıkımın neden olduğu öfkenin, Filistin davasını yeniden bölgesel gündemin en üst sırasına taşıması nedeniyle Trump’ın Filistinlileri göz ardı etmesinin daha zor olacağını umuyor. Liderler çatışmanın kendi halklarının bazı kesimlerini, özellikle de Prens Muhammed’in ana seçmen kitlesi olan gençleri radikalleştirmesinden endişe ediyor.

İlk Arap diplomat “Trump’ın Gazze’deki savaşı sona erdirmesi gerekecek ve bunu yapmak için de ertesi günü ele alması gerekiyor” dedi: “Filistin meselesine odaklanmadan bölgesel çözüm işe yaramaz. Suudi Arabistan açıkça belirtti ki, bir Filistin devleti kurulmadıkça normalleşme bir seçenek değil.”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat: Rusya’dan hangi karşılık beklenebilir?

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: ABD Başkanı Joe Biden’ın Rusya topraklarına yönelik uzun menzilli füzelerin kullanılmasına izin verme kararı, Rusya’nın olası tepkilerini gündeme taşıdı. İsviçre Genelkurmay Başkanlığı’ndan emekli yarbay ve siyasi ve askeri strateji analisti Ralph Bosshard, Rusya’nın tepkisinin genelde ihtiyatlı ve kademeli olacağını, ancak uluslararası sulardaki veya üçüncü ülkelerdeki İngiliz ve Fransız hedeflerinin vurulabileceğini belirtiyor. Buna karşın, NATO’nun 5. Maddesi’ni devreye sokacak bir saldırının pek olası olmadığı ifade eden Bosshard, Ukrayna’nın Batı’dan aldığı silahlarla elde edebileceği askeri başarıların sınırlı kalacağını, çünkü Rusya’nın buna yönelik hazırlık yaptığını söylüyor. Ayrıca, Rusya’nın komuta merkezlerini sık sık yer değiştirdiğini ve geniş lojistik ağını koruma kapasitesine sahip olduğunu vurgulayan uzman, Batı’nın uzun menzilli silahlarının, savaşın seyrini kökten değiştirme potansiyelinin olmadığını, asıl belirleyicinin Rusya ve Çin liderlerinin kararları olduğunu ifade ediyor. Bosshard’a göre, Biden’ın bu kararını görev süresinin sonunda alması, Trump yönetimini zora sokma ve kendi dönemini daha güçlü bir şekilde kapatma çabası olarak yorumlanabilir. Moskova’nın şu ana kadar temkinli hareket ettiğini belirten Bosshard, Kremlin’in Batı’ya temkinli mesajlar verdiğini ve bu gerilimin medya üzerinden yönetildiğini dile getiriyor.


Rusya’dan nasıl bir askeri karşılık bekleyebiliriz? İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat

Éva Péli, NachDenkSeiten

Görev süresi sona ermekte olan ABD Başkanı Joe Biden, ABD’nin uzun menzilli füzelerinin Rusya topraklarındaki hedeflere karşı kullanılmasına izin verdi. Bu kapsamda, daha önce uygulanan kısıtlamalar kaldırıldı ve Beyaz Saray da bunu resmî olarak teyit etti. İsviçreli askerî uzman Ralph Bosshard, bu kararın muhtemel sonuçlarını NachDenkSeiten’a değerlendirdi.

Éva Péli: Joe Biden’ın bu açıklaması askerî açıdan nasıl değerlendirilmeli? Rusya’dan beklenen askerî tepki nedir ve bu tepki kimlere (ABD, İngiltere, Fransa ya da Ukrayna) yönelebilir?

Ralph Bosshard: Ruslar, Ukrayna topraklarındaki hedeflere dönük saldırıların yanı sıra, uluslararası sularda, denizaşırı varlıklarda ya da üçüncü ülkelerde bulunan İngiliz ve Fransız askerî hedeflerini vurma alternatifine de sahip. Fakat üçüncü ülkelerdeki operasyonlar büyük ihtimalle bazı kısıtlamalarla karşılaşacaktır. Şu ana kadar çatışan taraflar birbirlerinin uydularını hedef almaktan kaçındılar, zira bu durum Pandora’nın kutusunu açabilir. Uydu hedefleme şu an için bir tabu gibi görünüyor. Bu konuda silahlanma kontrolü müzakereleri için fırsatlar bile olduğunu düşünüyorum.

Batı tarafından Ukrayna’ya şu ana kadar sağlanan kısa ve orta menzilli silahlarla Ukrayna, mevcut en acil askerî sorunlarını çözmeyi deneyebilir.

Bu sorunlardan biri, Rusya’nın FAB adı verilen ağır uçak bombalarının, iyi inşa edilmiş saha tahkimatlarını imha etmek için kullanılması. 2014-2022 yılları arasında inşa edilen ve betonla güçlendirilmiş bu tahkimatlar artık Ruslar tarafından her yerde aşılmış durumda. Şimdi ise Ukrayna birlikleri, özellikle yerleşim yerlerinde bu tahkimatları savunarak pozisyonlarını korumaya çalışıyor. FAB bombaları yönlendirme modülleriyle donatılmış olup yaklaşık 70 kilometre uzaklıktan bırakılabiliyor. Ruslar bu bombaları artık oldukça hassas bir şekilde kullanıyor. Bu bombaların taşıyıcıları, taktik bombardıman uçaklarıdır ve bu uçaklar 170-200 kilometre derinlikteki hava üslerinden operasyon düzenler. Eğer bu hava üsleri, Batı menşeli uzun menzilli silahların menziline girerse, Ruslar daha gerideki üslerden operasyon yapmaya başlayacaktır. Moskova’daki Genelkurmay Akademisi’ndeki eğitimim sırasında Su-24 tipi cephe bombardıman uçaklarını hesaba katarak planlama yapıyorduk. Bugün kullanılan Su-34 uçaklarının menzilinin Su-24’lerden çok daha fazla olduğunu söyleyebilirim. Geriye çekilerek operasyon düzenlemek Ruslar açısından sorunsuz olacaktır.

Rusya’nın lojistik destek hatlarını ve cepheye asker taşınmasını kesintiye uğratmak, yalnızca belirli hedef kategorilerine karşı yoğun ve sistematik saldırılarla mümkün. Bunlar, mesela mühimmat veya yakıt depoları gibi tesisler ya da demir yolu ağı olabilir. Ruslar, lojistik tesislerini geniş bir alana yayabilir ve Donbass’taki sıkı demir yolu ağından faydalanabilir. Ayrıca bu ağ, ek demir yolu hatlarıyla daha da güçlendirilebilir. Bu görev, Rusya ordusunda bulunan demir yolu birliklerine ait. Ukraynalıların bu ağı kesintiye uğratması için ciddi bir çaba göstermesi ve çok sayıda füze kullanması gerekecektir. Fakat Ukrayna’nın savaş uçakları ve roketatarlarıyla cepheye ne kadar yaklaşabileceği belli değil.

Bununla beraber yer hedeflerine yönelik saldırılar da karmaşık bir hedefleme süreci gerektirir. Ruslar, geçerli operasyon prosedürlerine göre, komuta merkezlerini günlük olarak değiştirir. Son zamanlarda Rusya’nın komuta merkezlerinin imha edildiğine dair neredeyse hiç haber duymadım.

Temel olarak Rusya ordusunun operasyon prosedürleri, düşman tarafından kısa ve orta menzilli silahların kullanılmasını öngörüyor. Ruslar bu tür bir duruma hazırlanmış durumda ve eğitimlerini buna göre aldılar. Dolayısıyla, Batı tarafından tedarik edilen kısa ve orta menzilli silahlarla Rusya Silahlı Kuvvetlerine baskı uygulanması ancak geçici bir etki yaratacaktır.

İlave olarak, Ukraynalılar, askerlerin moralini artırmak amacıyla sembolik açıdan önemli hedeflere saldırabilirler. Ancak bu tür saldırıların kalıcı bir askerî etkisi olmayacaktır. Bunun aksine, yalnızca askerî hedeflere yönelik saldırıların Ukraynalıların moraline etkisi sınırlı kalacaktır.

Bütün bu süreçte hedeflerin kontrolü Batı’nın –özellikle de ABD’nin– elinde. Ukraynalılar, saldırıların gerçekleşmesi için gerekli olan seyrüsefer, iletişim ve istihbarat araçlarına doğrudan erişime sahip görünmüyor. Özellikle en yeni sistemler için üretici firmalardan teknik destek alınması gerektiği de anlaşılıyor. Bu araçların kullanımıyla Biden, Rusya’nın ilerleyişini yavaşlatabilir ve muhtemel bir çöküşü –en azından Trump’ın göreve başlamasına kadar– erteleyebilir. “Benim gözetimimde olmadı,” anlayışı burada geçerli gibi görünüyor.

Bu kararlar ışığında müzakereli çözüm şansı nasıl değerlendirilebilir?

Bu kararların müzakereli çözüm şansını ciddi ölçüde etkileyeceğini düşünmüyorum. Ukrayna’daki savaşın nasıl ve ne zaman sona ereceğini Batı’nın silah sevkiyatları belirlemeyecek. Batı’nın “mucize silahları” olarak lanse edilen sistemler, Şubat 2022’den bu yana savaşın gidişatında kayda değer bir değişiklik yaratamadı. Daha önce belirttiğim üzere ATACMS, Storm Shadows ve diğer benzeri sistemler de bu savaşın kaderini kökten değiştiremeyecek. Bu savaş, Şi Cinping ve Vladimir Putin’in “tamam yeter” dedikleri zaman sona erecek. Genel manada, Rusya veya Çin ile Batı adına bir savaşa girmeye hazır olan herkesin uyarıyı almış olması gerektiğini düşünüyorum.

Eylül ayında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Batı’nın uzun menzilli silahlarını Rusya’ya karşı kullanmasının, NATO ülkelerinin Ukrayna’daki çatışmaya doğrudan katılımı anlamına geleceğini söylemiş ve şu uyarıda bulunmuştu: “Eğer savaşı Ukrayna topraklarından Doğu’ya taşırlarsa, savaş orada sona ermeyecek; zira savaş Batı’yı da içine alacak.”

NATO’nun, Putin’in öngördüğü bu muhtemel tepkiye nasıl hazırlanacağı büyük bir soru işareti. Şu anda Fransızlar ve İngilizler açısından, Bab el-Mandeb Boğazı ya da İran kıyıları civarındaki sularda savaş gemilerini konuşlandırmaktan bir süreliğine kaçınmak daha uygun olabilir. Hatta diğer deniz bölgelerinden de uzak durmaları gerekebilir. Bunun yanı sıra, Batı Avrupa’daki deniz tabanında bulunan tesislere karşı dikkatli olunması gerektiğini özellikle vurgulamak isterim.

Almanya’nın kendi topraklarına dönük bir saldırı beklentisi içinde olmadığını, sivil savunma alanında neredeyse hiçbir tedbir alınmamış olmasından anlayabiliriz. Halka, evlerinin bodrumlarını temizlemeleri ve kendilerine bol şans dilemeleri yönünde tavsiyeler dışında, Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius’un (SPD) elle tutulur bir hazırlık sunmadığı aşikâr. Oysa, bir ülkeye ve halkına zarar vermek için artık çok daha farklı araçlar mevcut.

Uzun zamandır Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un daha akıllı bir strateji izlediğini düşünüyorum. Kendisi, gereksiz yere ve erken bir dönemde risk alarak öne çıkmaktan kaçınıyor. Ancak ne yazık ki etrafında zayıf bir hükûmet ekibi var. Geçtiğimiz yıl Federal Meclis’te eleştirdiğim Ulusal Güvenlik Stratejisi, son derece zayıf bir metindi. Ama o zaman bile CDU/CSU muhalefetinin sunacak daha fazla aklı yoktu.

ABD Başkanı Joe Biden, daha önce bu tür füzelerin Rusya’daki hedeflere karşı kullanılmasına izin vermeyeceğini belirtmişti, zira bunun üçüncü dünya savaşına yol açabileceğinden endişe duyuyordu. Fakat görev süresinin sonlarına yaklaşırken, Biden’ın artık böyle bir senaryodan korkmadığı anlaşılıyor. Peki, bu süreçte ne değişti?

Biden’ın bu kararı, Trump ekibi ile Putin yönetimi arasında halihazırda yapılmış olması muhtemel anlaşmayı bozmayı amaçlıyor. Bu stratejiyle, Putin’in öyle bir tepki vermesi hedefleniyor ki, bu tepki Trump’a savaşın devam etmesinden başka bir seçenek bırakmasın. Şu anki durumda Ruslar, Amerikan tesislerine veya birliklerine saldırmaktan kaçınıyor; böyle bir adımın Trump yönetimiyle ilişkileri doğrudan etkileyebileceğini biliyorlar.

Fransa ve İngiltere’nin bu denkleme dahil edilmesi, savaşın Trump’ın göreve gelmesinden sonra da devam etmesini garanti altına alma stratejisinin bir parçası. Biden, bu noktada Fransa ve İngiltere’nin büyük güç olma heveslerini ustaca kullanıyor. Ancak hem Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron hem de İngiltere Başbakanı Keir Starmer, Rusya’nın muhtemel misilleme hamlelerinin, Trump’ın göreve başlamasından sonra özellikle onları hedef alacağının farkında. Bu nedenle, durum ciddileştiğinde İngiltere ve Fransa’nın, deyim yerindeyse, “görünmezlik moduna geçeceğini” düşünüyorum.

Rusya’nın mevcut stratejisinde NATO’nun 5. Madde’sini (bir üyeye yapılan saldırının tüm NATO üyelerine yapılmış sayılmasını öngören madde) devreye sokacak bir durumdan kaçınması önemli. Bu nedenle Rusya, NATO topraklarında herhangi bir hedefe saldırmayacaktır. Bunun yerine, İngiltere ve Fransa’nın ana vatanı dışındaki tesislere saldırılar düzenleyerek, bu ülkelerin güçlerini koruyamayacaklarını göstermeye çalışabilir. Nitekim, Rusya’nın birkaç gün önce Ukrayna’daki hedeflere dönük kombine füze ve drone saldırılarını yeniden başlatması, Moskova’nın misilleme yeteneğini açıkça ortaya koyuyor. Üstelik bu saldırılar, iyi korunan hedeflere karşı dahi başarılı bir şekilde yapılabiliyor. Bu da Rusya’nın mevcut gelişmeleri önceden öngördüğünü ve buna hazırlıklı olduğunu gösteriyor.

Açık konuşmak gerekirse, ABD’nin Rusya’ya, belirli saldırılardan önce uygun kanallar aracılığıyla uyarılarda bulunması bile beni şaşırtmaz. Bu tür bir iletişim, savaşı daha büyük bir tırmanıştan koruma amaçlı bir tedbir olabilir.

Genel olarak Kremlin’in her zamanki gibi, temkinli ve ihtiyatlı bir şekilde tepki vereceğini düşünüyorum. Ancak Putin’in basında zaman zaman “nükleer tehdit” kartını oynaması, Biden’ı başarısız bir lider gibi gösterme stratejisinin bir parçası. Bu durum, Biden’ın sırf egosu uğruna, görev süresinin son anlarında bir nükleer savaşı riske atmış bir başkan olarak algılanmasına neden olabilir. Öte yandan Trump, bu retoriği kullanarak kendisini barışın ve gerilimi düşürmenin mimarı olarak sunabilir. Bu da Trump’ın söylemsel bir üstünlük elde etmesine yol açabilir. Lütfen, benden Biden’ın liderlik becerilerine övgüler dizmemi beklemeyin. Bu bağlamda, onun kararlarının stratejik etkisi tartışmaya aşikâr.

Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy’in, ABD Başkanı Joe Biden’ın uzun menzilli füzelerle ilgili kararını medyada duyurmasından rahatsız olduğu iddiaları basında geniş yankı buldu. Uzmanlar, bu açıklamayı ABD yönetiminin Rusya’yı saldırılardan önce bilgilendirerek bir tırmanışı önleme çabası olarak yorumluyor. Peki, bu durum nasıl değerlendirilmeli?

Burada Zelenskiy için “isteğe göre bir menü” hazırlanmadığını açıkça görebiliyoruz. Ukrayna’nın lideri, kendisine sunulan yardımı olduğu gibi kabul etmek zorunda. “Büyük aktörler” sahnede kararları alırken, Ukrayna ancak bu oyunun bir parçası olabilir. Biden, bir yandan gerilimi artıracak bir açıklama yaparken, diğer yandan tansiyonu düşürme çabası içinde görünüyor. Kararını kamuoyuna duyurarak, esasen Rusya’ya dolaylı bir uyarı göndermiş ve onları bir nebze rahatlatmış oldu. Biden, bu saldırıların Zelenskiy’in istediği gibi sürpriz bir şekilde gerçekleştirilmesine izin verebilirdi; fakat bu, şu anki stratejiyle uyuşmuyor.

Bu durum, günümüz savaşlarının “medya savaşı” karakterini bir kez daha gözler önüne seriyor. Batı, medya hakimiyetinin her savaşta üstünlük sağlayacağını varsayıyor. Bu anlayış büyük ölçüde, ABD’nin Vietnam Savaşı’ndan kalma travmasına dayanıyor. Ancak bu medya savaşı içinde, Ukrayna lideri Zelenskiy’in stratejik kararlarının Rusya’nın lehine olabilecek etkiler doğurabileceği bir gerçek. Örneğin, Çernigov oblastına (Ukrayna ordusunun Kuzey Harekât Komutanlığı’nın önemli bir merkezi) asker kaydırılması, mevcut durumu Zelenskiy açısından daha da kötüleştirebilir.

Bu aşamada Ukrayna’nın, moral artırıcı bir başarıya ihtiyacı var. Bunun için Rusya’ya birkaç füze saldırısı gerçekleşebilir ve bu saldırılar daha sonra stratejik zaferler olarak lanse edilebilir. Ancak bu hamlelerin kalıcı bir askerî etkisi olup olmayacağı belli değil. Öte yandan, Trump ve Kuzey Kore güçleri hakkındaki spekülasyonlarla bir “ihanet hikayesi” hazırlığının şimdiden yapılmış olması dikkat çekici.

Biden’ın kararını basın yoluyla duyurması, aslında planın en kritik parçalarından biriydi. Bu ilan, Biden’ın başkanlık dönemi boyunca elde ettiği zayıf başarı karnesini toparlama çabasının bir parçası. Kabil’deki kaotik çekilme sonrası yaşanan utanç verici süreç, Biden’ın hanesine yazılmıştı. Buna rağmen, 2021’in aralık ayında Rusya’nın sunduğu güvenlik garantileri teklifini küçümseyip reddetme cesaretini göstermişti. Şubat 2022’den itibaren ise, ABD’nin Kiev’deki müttefikinin darbeler almasına seyirci kalmak zorunda kaldı. Şimdi, kalan iki aylık görev süresinde, bu tabloyu tersine çevirmek ve daha iyi bir izlenim bırakmak için çabalıyor.

Fakat Biden’ın, dünyayı bir nükleer savaşa sürükleme gibi bir niyet taşımadığı bariz. Bu, Biden’ın planlarının bir parçası değil. Bilakis, mevcut hamleleri hem içeride hem de uluslararası arenada itibarını artırmaya yönelik bir girişim olarak okunmalı.

Biden’ın uluslararası sahnedeki zayıflığı, yakın zamanda Peru’daki zirvede daha da belirgin hale geldi. Aile fotoğrafında Biden’ın arka ve dış köşelere yerleştirilmesi, sembolik olarak onun düşen önemini gözler önüne serdi. Üstelik, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in, Trump ile iyi bir şekilde çalışabileceğini söylemesi, Biden’a dolaylı bir mesaj göndererek onunla artık çalışmak istemediğini ima etmişti. Bu durum, Biden’ın uluslararası alandaki pozisyonunu daha da zayıflattı.

Biden, görev süresinin kalan iki ayında daha fazla aşağılanmak istemiyorsa, şimdi hızlı ve etkili hamleler yapmak zorunda. Kendi döneminin, özellikle Jimmy Carter’ın başkanlığının son dönemine benzeyen bir şekilde sona ermesini istemediği belli.

Biden’ın ABD’nin uzun menzilli silahları için genişletilmiş hedeflerine ilişkin kararını hangi biçimde aldığına dair bilginiz var mı? Bu bir başkanlık kararnamesi, resmi bir hükümet kararı ya da yalnızca Kiev’e (ve kiminle) yapılan bir telefon görüşmesi şeklinde mi? Ve bugüne kadar silahların menzil sınırlaması nasıl sağlandı, yalnızca teknik bir yöntemle mi yoksa bir emirle mi?

Bu tür detayları elbette yalnızca doğrudan taraf olanlar bilir. Ancak kararın uygulanmasının üçlü bir işbirliğiyle gerçekleştirilmesi muhtemel. Amerikan, İngiliz ve Fransız askerleri saldırıları muhtemelen birlikte planlayacak. NATO kurumlarının bu süreçte pek bir etkisinin olacağını düşünmüyorum. Zira tecrübelere göre, büyük devletler stratejik varlıklarını paylaşmayı tercih etmez; bu, genelde herkesin kendi önceliğine göre hareket ettiği bir alan. Bu kapsamda özel harekât birlikleri, stratejik silahlar, uydu ve istihbarat bilgileri gibi yalnızca hükümet düzeyinde erişilebilen araçlar yer alır. Dolayısıyla, bu tür bir işbirliğinin halihazırda kurulmuş olması pek muhtemel değil. Belki bu süreç sıfırdan oluşturulmak zorunda kalabilir.

Şimdi bir hedefleme süreci başlatılması gerekiyor. Bu süreç, durum değerlendirmesinden hedef seçimine ve etkinlik analizine kadar uzanıyor. Bunun içinde istihbarat toplama, iletişim ve navigasyon uyduları yer alıyor. Bu uyduların bazıları muhtemelen doğru yörüngeye henüz yerleştirilmiş değil. Hazırlık çalışmalarına elektronik harp alanındaki tedbirler de dâhil. Geçtiğimiz ay Rusya’nın birkaç şehrinde bizzat şahit oldum ki, Ruslar GPS sinyallerini engelliyor ve hatta zaman zaman yanıltıcı sinyaller yayıyor. Yani, GPS cihazları yanlış konumlar tespit ediyor. Bu sapmaların 15 kilometreye kadar ulaştığını gözlemlemiştim.

Tüm bu süreç, devlet başkanlarının ya da başbakanların –Biden, Starmer ve Macron’un– silahlı kuvvetlerin başkomutanı sıfatıyla verdiği bir planlama talimatını gerektiriyor. Ön hazırlıkların, yani muhtemel planların ne kadar ilerlemiş olduğuna bağlı olarak, oldukça uzun sürebilecek bir planlama sürecinin başlatılması gerekebilir. Hangi hedeflere saldırılacağı konusunda Ukraynalılar belki önerilerde bulunabilir ama son söz büyük ihtimalle Amerikalılar, İngilizler ve Fransızlara ait olacaktır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Gideon Levy: Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız İsrail’in en köklü gazetelerinden Haaretz’de yayınlanan köşe yazısında İsrail’in Gazze’deki katliamları karşısında İsrail toplumunun etik ve ahlaki olarak nasıl dönüştüğü/dönüştürüldüğü anlatılıyor:

***

Siyonistlerin yeni ideali: Gazze Savaşı’ndan utanmayan bir İsrailli nesil

Gideon Levy

“Teachers for Change” (Değişim İçin Öğretmenler) adlı bir kuruluşun CEO’su ve eğitimci olan Yair Weigler, yedek kuvvetlerdeki uzun süreli görevinden yeni döndü.

“Gazze Şeridi’ndeki çeşitli mahallelerde ve mülteci kamplarında faaliyet gösterdik, biraz da plajlarında vakit geçirdik, ardından Lübnan’da göreve devam ettik… Aramızda yerleşimciler, Tel Avivliler, 2005’te [Gazze Şeridi’ndeki] Katif Bloğu’ndan tahliye edilenler vardı; silah arkadaşlarıydık, eğitimciler ve yüksek teknoloji çalışanlarıydık… tek bir tank bölüğüydük” dedi şiirsel bir dille, sanki ordudan sonra yurtdışında bir geziye çıkıp dönen genç bir adam gibi, ziyaret ettiği yerleri övüyordu. Ah, Şucaiye, ah, ne birlik ama. Ne ordu ne halk.

Eski Başbakan Naftali Bennett, eğitimcinin sözlerini paylaşmakta gecikmedi: “İsrail’de bir aslanlar kuşağı doğdu. Hiç şüphem yok ki bu çocuklar, savaşçılar ve yedekler, sivil hayata daha idealist, daha merhametli insanlar olarak dönecekler ve önümüzdeki 50 yıl boyunca bu ülkeyi yeniden inşa edecek insanlar onlar olacak. Umut var!”

Eğer Bennett’ın küçük örme kipasıyla sergilediği aşırı duygusallığı bir kenara bırakırsak bile, şaşkın ve çaresiz gözlerimizin önünde cereyan eden kaostan dehşete düşmemek elde değil. Yedi yirmi dört. Etnik temizlik ve toplu katliam artık birer ideal; savaş suçları ise daha değer odaklı ve “iyi” siviller yaratıyor. Bennett’ın anlayışında umudun anlamı işte bu.

İnanmakta güçlük çekiyor insan. İsrail’de bir öğretmenin yedek görevindeki son derece sorunlu deneyimlerini böyle ifade ettiğini, ılımlı sağ kanadın liderlerinden alternatif için umut olan birinin ise bu şekilde tepki verdiğini okuyoruz. 2024 İsrail’inde, ordunun Gazze ve Lübnan’da yaptıklarıyla ilgili bir özeleştiri işareti görmek şöyle dursun artık suçlar ve vahşet birer ideal düzeyine yükseltiliyor. Vatandaşlık derslerinde artık, on binlerce kadın ve çocuğun katledilmesinin nasıl bir “değer” haline geldiği tartışılacak. İşte bir toprak parçasını yok edip İsraillileri daha iyi vatandaşlar haline getirmenin yolu budur. Soykırım, bir eğitim atölyesi olarak sunuluyor.

Suçluluk duygusu, bir hesaplaşma veya etik sorgulamalar bekleyen herkes tam tersini buluyor. Yaptıklarından dolayı travma yaşayan, bitmek bilmeyen kâbuslar gören, işlediği vahşetler yüzünden uykusunda çığlık atan bir nesil bekleyenler, ulusal gururla karşılaşıyor. Siyonist ideal artık Gazze’de süren savaş. Uluslararası mahkemelerde tanımlanmayı bekleyen korkunç bir suç, tüm dünyanın haklı olarak dehşetle izlediği bir savaş, şimdi bir “değer” olarak yüceltiliyor. Burada bir aslanlar kuşağı doğdu.

Bu aslanlar kuşağı, bir an bile yaptıklarıyla yüzleşmeye cesaret edemeyecek kadar korkak. Bastırma ve inkârı anlamak mümkün. Sonuçta bunlar olmadan, böylesine anlamsız ve dizginsiz bir savaş sürdürülemezdi. Ancak İsrail bunu daha akıl almaz bir noktaya taşıdı.

Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı. Subaylar kameraların önünde Gazze’deki yıkıntılar arasında göğsünü kabartarak yürüyor. Etrafında, tüm bu yıkımın anlamını sorarak mesleğinin itibarını kurtaracak tek bir muhabir bile yok. Bunun amacı neydi, yasal dayanağı neydi, ahlaki boyutu neydi? Bize böyle bir yıkımı gerçekleştirme yetkisini veren neydi? Toprak yolda, koltuk değnekleriyle, tekerlekli sandalyelerde, açlıktan bitap düşmüş eşeklerin çektiği arabalarla gidip gelen, TV muhabiri Ohad Hamo’nun soracağı herhangi bir soruya bir damla su karşılığında yanıt vermeye hazır insanların oluşturduğu konvoylar var ve bu, Hamo’nun mesleki gururunu destekleyen bir gazetecilik başarısı olarak adlandırılıyor.

Rus televizyonunun Ukrayna’dan böylesi utanç verici bir görüntüyü yayınlamaya cesaret edebileceği şüpheli. Belki orada utanç buna engel olabiliyor. Burada ise utanma hissi yok. Ne Hamo, ne Kanal 12, ne medya, ne Weigler ne de Bennett’in söylediklerinde…

Mesele sadece İsrail’in utanma duygusunu kaybetmiş olması değil. Yaptıklarıyla gurur duyuyor. İsrailliler savaşı sadece gerekli bir kötülük olarak görmüyor, bizi bununla yaşamaya mahkûm eden bir durum olarak değerlendirmiyor. Şimdi savaş, bir değer modeli – pedagojik bir şiir olarak sunuluyor. Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki sürgün ve güneyindeki katliam birer ulusal miras olarak tanıtılıyor, yakında fotoğraf albümleri ve müzelerle birlikte gelecek. Bunu telafi etmek çok daha zor olacak.

Bennett, vicdanı ve pusulası olmayan bu aslanlar kuşağının önümüzdeki 50 yıl boyunca ülkeyi inşa edeceğini vaat ediyor. Hayal edin. Bekleyip göreceğiz.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English