Görüş
Hindistan ve Pakistan savaşır mı?

Vay efendim “Hindistan ve Pakistan’ın savaşması an meselesi”, yok efendim “Büyük bir savaşın arifesindeyiz”, aman efendim “Hindistan ve Pakistan arasında tarihi bir hesaplaşmaya tanıklık edeceğiz”…
Felaket tellallığı iş başında (!)
Durun, daha bitmedi:
Vay efendim “Amerika düğmeye bastı, Hindistan ve Pakistan’ı savaştıracak”, yok efendim “Asya-Pasifik’te start verildi, Hindistan ve Pakistan savaştırılıp, Çin de dahil edilecek”, aman efendim “Hindistan Pakistan’ı parçalayacak, böylelikle Beluchistan’ı özgürlüğüne kavuşturacak”, yok yok “Pakistan Shimla Anlaşması’nı askıya aldı ki böylelikle Kontrol Hattı otomatik olarak Ateşkes Hattı olarak yeniden adlandırıldı ve bu da Jammu ve Keşmir’deki özgürlük mücadelesini güçlendirip, buranın özgür olmasını sağlayacak”, hayır hayır “Pakistan’ın Shimla Anlaşması’nı askıya alması ile Hindistan, Ateşkes Hattı’nı geçerek, Pakistan kontrolündeki Keşmir’i geri alacak”…
Komplo teorileri yükleniyor (!)
Önce bir ne olmuştu, onu hatırlayalım:
22 Nisan’da Hindistan’ın Cammu ve Keşmir Birlik Bölgesi’nde yer alan turistik Pahalgam kasabasında bir terör saldırısı gerçekleşti. Saldırı sonucu 25’i Hint ve 1’i Nepal vatandaşı olmak üzere 26 kişinin (biri hariç hepsi turist) öldüğü ve onlarca kişinin yaralandığı bildirildi. Son yıllarda -2008’deki 26/11 Mumbai terör saldırılarından bu yana- Hindistan’da sivillere yönelik gerçekleşen en büyük saldırı bu. Kurbanlar askerler veya memurlar değil, Hindistan’ın en güzel vadilerinden birinde tatil yapan sivillerdi. Saldırıyı Leşker-i Tayyibe isimli örgütün az bilinen bir uzantısı olan Direniş Cephesi adlı grubun üstlendiği ifade edildi. Daha sonra örgüt, Pahalgam saldırısında herhangi bir rolü olduğunu kesin bir şekilde reddetti ve bu eylemin Direniş Cephesi’ne atfedilmesinin yanlış, aceleci ve Keşmir direnişini kötülemek için düzenlenmiş bir kampanyanın parçası olduğunu iddia etti. Ayrıca her ne kadar Pakistan da suçlamaları reddetse de Hindistan Pakistan’ı suçladı ve diplomatik eyleme geçti, Pakistan’dan da misillemeler gecikmedi. Ve şu anda sınırda 22 Nisan’dan bu yana hemen her gün hafif silahlı çatışmalar söz konusu oluyor.
Olay bu. Olayın zamanlaması ise anlamlıydı: Hindistan Başbakanı Modi’nin Hindistan topraklarında olmadığı ama Amerika Başkan Yardımcısı Vance’in Hindistan topraklarında olduğu sıralarda bu saldırı gerçekleştirilmişti ki bunu zaten önceki yazıda belirtmiştik; ancak bu kez başka bir şeye, özellikle Amerika ve Çin ekseninde yürütülen komplo teorilerine bağlayacağız.
Ama öncesinde değinmek istediğim başka bir boyutu da araya iliştirmek istiyorum: Hindistan’ın güvenlik açıkları… Ya da popüler turistik yerlerindeki güvenlik açıkları… Kİ Hint medyasında, turistlerin Pahalgam’da güvenlik veya kontrolün olmadığı ve bu nedenle saldırganların herhangi bir zorlukla karşılaşmadığı üzerine söylemleri yansıyor. Ve Cammu ve Keşmir hükümetinin vadide bulunan yaklaşık 50 turistik destinasyon ve yürüyüş parkurunu kapatma kararı hem Pahalgam saldırılarına bir tepkiydi hem de tüm destinasyonlarda bir güvenlik incelemesi yapılması ihtiyacından kaynaklanıyor. Dolayısıyla güvenlik teşkilatı turizme daha fazla alan açmak için son birkaç yılda açılan turistik destinasyonların tamamında kapsamlı bir güvenlik incelemesi yapmayı ve yeterli düzenlemeler yapıldıktan sonra buraları kademeli olarak yeniden açmayı planlıyor. Neyse, Peki, Pahalgam terör saldırısının nedeni, Hindistan’ın istihbarat başarısızlığı mıydı? Belki olabilir ama ben buna doğrudan bir istihbarat başarısızlığı demeyeceğim, ancak kesinlikle öngörü ve alan farkındalığı başarısızlığı diye düşünüyorum. Hindistan zaten bir süredir saldırıyı yaptığı söylenen bu grubu biliyordu ve kendi adına onları avlamaya çalışıyordu. Neyse ama bir güvenlik açığının olduğu net. Güvenlik güçlerinin en azından bir miktar varlığı söz konusu olsaydı, belki hiç şu an bunları konuşmuyor olurduk diye düşünüyorum…
Şimdi gelelim, Amerika-Çin ticaret savaşının bu yaşananlarda etkisi olduğu veya daha da açık bir biçimde hazır Trump ticaret savaşı ile Çin’i köşeye sıkıştırmaya çalışıyorken Amerika’nın Hindistan ve Pakistan’ı savaştırmak istediği çünkü bu ikilinin savaşması durumunda Çin’in kayıtsız kalamayacağı ve zaten Pakistan ortaklığına ya da o bölgeye büyük yatırımlar yapan Çin’in de büyük zarar göreceği yönünde değerlendirmeler görülüyor.
Hayır, efendim.
Amerika şu an bu ikilinin savaşmasını istemez. Neden istemez? Neden istesin ki?
Hindistan ve Pakistan’ın savaşması her şeyden önce Hindistan ve Pakistan’a zarar verecek. Dahası, bölgesel istikrar altüst olacak ve bu daha büyük jeopolitik sonuçlar doğuracak. Amerika’nın her ikisi ile de kurduğu karmaşık bir denge var ve asıl olarak bu dengeyi korumak istiyor. Her şeyden önce Amerika için güçlü bir Hindistan’ın var olması gerek. Şu an ilişkileri hiç olmadığı kadar yakın ve ortaklıkları hiç olmadığı kadar ileri düzeyde. Amerika’nın Çin ile mücadelesinde Hindistan’ın güçlü bir ortak olarak varlığı tartışmasız istediği bir şey. Bunun yanı sıra, Amerika, cihatçı grupları izlemek ve kontrol altında tutmak için Pakistan’ın işbirliğine hala ihtiyaç duyuyor. Evet, Amerika Başkanı Donald Trump’ın Hindistan’ı desteklediğini gördük. Ya da Ulusal İstihbarat Direktörü Tulsi Gabbard gibi bazı üst düzey yetkililerin çok daha kesin destek açıklamalarına tanıklık ettik. Evet, Amerika, Pahalgam gibi saldırılardan sonra Hindistan ile dayanışma ifade ediyor.
ANCAK, Hindistan’ın Pakistan’a karşı askeri misillemesine desteğin sınırlı olduğu iyi fark edilmeli. Bunu Trump başta olmak üzere Amerikan yetkililerinin konuya ilişkin açıklamalarını dikkatle takip ettiğinizde, rahatlıkla anlayabilirsiniz diye düşünüyorum. Bu, Pakistan’ı istikrarsızlaştırabilecek veya Amerikan hedeflerini tehdit edebilecek herhangi bir Hindistan yanıtını desteklemeyeceği anlamına geliyor. YANİ bu hem terörle mücadele öncelikleri ve dolayısıyla Pakistan ile ortaklığına verdiği değerden hem de bölgesel istikrarı önceliklendirmesinden ve dolayısıyla daha geniş bölgesel çıkarlarından kaynaklanıyor. Her ne kadar Amerika Hindistan ile dayanışma içinde olduğunu ifade etse de Pakistan’a karşı herhangi bir askeri misillemeyi açıkça onaylamaktan kaçınıyor Ki tarihsel olarak, özellikle Pulwama gibi önceki yakın tarihli örneklere geri dönüp bakarsanız, her ikisinin nükleer yeteneklerini de dikkate alarak tırmanmayı önlemek için itidal ve diyaloğu savunuyor. Dolayısıyla Hindistan, güçlü askeri eylem için koşulsuz bir Amerikan desteği varsaymamalı, varsaymıyor da. Amerika’nın ihtiyatlı duruşu, Hindistan’a tam destek sağlamayı zorlaştıran stratejik çıkarlarını yansıtıyor ve Hindistan da bunun farkında. Kısacası şu an Amerika’nın bu konu üzerine öncelikli çıkarı, bölgesel istikrarı korumak ve daha geniş jeopolitik sonuçlar doğurabilecek herhangi bir tırmanışı önlemek.
Yirmi yıldan fazla bir süredir zaten Batı’nın Keşmir anlaşmazlığına müdahil olması istikrarlı bir şekilde azaldı ama ortadan kalkmadığı da akılda tutulmalı. Bunun yerine, Çin’in müdahalesi açıkça arttı. Evet, Hindistan’ın 2019’da Keşmir’in özel özerkliğinin kaldırılması yönündeki anayasa değişikliklerinin ardından Çin’in Pakistan lehine güçlü bir şekilde adım attığı görüldü. Çin, yalnızca konuyu BM Güvenlik Konseyi’nin gündemine getirmemiş, bununla beraber 2020’de Ladakh’taki Fiili Kontrol Hattı’nı tek taraflı olarak değiştirmek için harekete geçmişti. ANCAK bu, Çin’in şimdi kesinlikle ve doğrudan müdahil olacağı anlamına mı gelir? Bu kez tepkisi ne olabilir? Özellikle de Trump’ın tarife savaşları ile altüst olan kendi küresel denklemlerinde gezindiği şu sıralarda Çin’in şu anda Hindistan ve Pakistan arasında yaşanan krizlere veya çatışmalara doğrudan dahil olmasının pek olası gözükmediği gibi bu ikisi arasında şu anda savaş durumunun olmasını da istemez ve hadi savaş durumu oldu diyelim yine doğrudan dahil olma olasılığı çok düşük ve zor. Her ne kadar Pakistan ile ittifakı güçlü ve köklü olsa da. ÇÜNKÜ Çin’in bu aşamadaki eylemleri, mevcut jeopolitik dinamikler ve ticaret tarifeleri ile ilgili karmaşıklıklardan büyük ölçüde etkilenir. Kİ açıkça Pakistan’ı desteklediği yönünde değerlendirmelere denk geliniyor olsa da veya açıkça Pakistan’ı destekleyeceği beklense de iki tarafa da ısrarla itidal çağrısı yaptığı ve bölgesel barış ve istikrar vurgusu yaptığı da gözden kaçmamalı. Ha herhangi bir durumda Pakistan lehine hamleleri olur mu? Olur ama çok sınırlı ve dolaylı olur diye düşünüyorum.
Şu an tüm dış aktörler de ister Amerika, ister Avrupa ve İngiltere ve hatta Rusya olsun, hedging yani riskten korunmaya çalışıyor… Bu şu an neden Çin için de geçerli olmasın?..
Neyse, gelelim asıl merak edilene: Ufukta savaş var mı?
Hayır, efendim.
Birçok Keşmir krizinde sık sık savaş naraları duyuldu, yine de her seferinde Hindistan ve Pakistan uçurumdan geri adım attı. Bana göre asıl soru bu ikilinin savaşıp savaşmayacağı değil. Ve hatta asıl soru askeri bir yanıtın olup olmayacağı da değil. Ki zaten bu muhakkak olur diye düşünüyorum. Güçlü bir yanıt görmemiz muhtemel. O halde bence asıl soru veya asıl merak edilen, askeri yanıtın ne zaman ve ne ölçüde olacağı?
2016’da Uri’ye düzenlenen terör saldırısından sonra yapılan nokta operasyonlar ve 2019’daki Pulwama saldırısından sonra Pakistan’daki Balakot’ta bulunduğu söylenen terörist kampının bombalanmasına, yani Hindistan’ın 2016 Uri ve 2019 Pulwama saldırıları sonrasında gerçekleştirdiği bu iki büyük misillemeye geri dönüp baktığınızda, misilleme eşiğinin sınır ötesi veya hava saldırıları veya da cerrahi müdahaleler olduğunu görürsünüz. Bu örnekler Hindistan açısından nükleer silahların gölgesinde terörizm arayışını sona erdirme çabasıydı. Ve bu örneklerde her iki taraf da güç gösterdi ancak tam ölçekli bir savaştan kaçındı. ÇÜNKÜ bu ikili arasında yaşanan herhangi bir krizdeki en büyük risklerden biri, her iki tarafın da birer nükleer güç olması. Ve bu gerçek hem askeri stratejiyi hem de politik hesaplamaları şekillendirir. Dolayısıyla nükleer silahlar bir tehlike oluşturduğu gibi aynı zamanda bir kısıtlama meydana getirir Kİ her iki tarafın karar vericilerini atacağı adımı kırk kez düşünmeye sevk eder. Ukrayna savaşında, örneğin, Rusya, belirli kırmızı çizgiler aşılırsa, nükleer misilleme sinyali vermiş ancak bunu yerine getirmemişti, anımsayalım. Kİ nükleer silahlar normalde savaş araçları değil, devletin hayatta kalmasının garantörleridir. Ve bir de bir yanıt olarak veya bir tercih olarak savaşa yönelmek öyle kolay bir seçim değildir. Hele ki dünyanın zaten çalkantılı olduğu şu süreçte… Kısacası muhakkak bir yanıt verilecektir ancak bu yanıt kuvvetle muhtemel kesin ve hedefli olarak sunulacaktır. Ve Pakistan’dan da aynı şekilde misilleme beklenebilir. Ancak sonra bir çıkış yolu aranır. Çünkü her ülke de sınırlı karşı misilleme kullanmaya alıştı aslında. Dolayısıyla bu konuda rahat davranıyorlar gibi.
YANİ amaç, Hindistan prizmasından konuşuyorum, nükleer savaşı tetiklemeden Pakistan’ı cezalandırmak. Sanırım Hindistan’ın kafa yorduğu şey şu an tam olarak bu. Ki İlk kullanan olmama sorumluluğunu önemsediğini yansıtıyor. Yani doğrudan sahip olduğu nükleer caydırıcılığına yönelmek yerine Pakistan’ı çatışmayı nükleer eşiğin altında tutarak cezalandırmayı amaçlıyor Ki kontrolü tırmanış peşinde. Bu da tam ölçekli bir sıcak savaştan kaçınma isteğini ima eder. Ki savaşın nihayetinde karşılıklı olarak yıkıcı olacağı gerçeği gün gibi ortada. Ayrıca zaten nükleer silahlar caydırıcılık içindir ve mantıksız bir oyuncunun eline geçmediği sürece kullanılmaz Kİ burada ne Hindistan ne de Pakistan mantık dışı bir oyuncu… Hindistan’a göre, savaş başlarsa savaşı başlatan Pakistan olacak, Hindistan değil AMA bana göre ne Hindistan savaş başlatacak ne de Pakistan…
Şimdi Pahalgam sonrası söz konusu olan bilindik adımlar, yani diplomatik yaptırımlar, yani karşılıklı sınırların kapatılması, ticaretin askıya alınması, hava sahasının kapatılması ve iki yüksek komisyon düzeyinin düşürülmesi, bir noktada geri çevrilebilir. Açıkçası en büyük tırmanış ise İndus Su Anlaşması’nın askıya alınması kararıydı. Ancak doğrusu bu sürpriz değil. Hindistan zaten bir süredir Pakistan’ın anlaşma kapsamındaki meşru haklarını kullanmasını engellediğini hissettiğini ve iyi komşuluk ilişkileri öncülünün var olmadığını ileri sürerek, anlaşmanın gözden geçirilmesini talep ediyordu. ANCAK Pakistan’ın, Hindistan’ın Pakistan’a nehir sularının akışını engelleme olasılığını bir “savaş eylemi” olarak çerçevelemesi ve 1972 Shimla Anlaşması da dahil olmak üzere tüm önceki anlaşmaları askıya alma hakkını saklı tutma kararı, doğrusu bu ikili için bilinmeyen sulara adım atmak. Belki de bu nedenledir Kİ Hindistan, askeri bir yanıt için aceleci davranmıyor. Muhtemelen şu anda güç kullanımını Pakistan ordusu üzerinde maksimum etki yaratmak için kendi seçtiği bir zamanda ve yerde uygulamak için dikkatle planlamak ile meşgul. Çünkü bu kez Hindistan’ın güç kullanımı ne şekilde olursa olsun, Pakistan’ın askeri bir tepkisi olacak. Bu, 2019’da deneyimlendi çünkü. Anımsamak için kısaca değinelim: 2019’da Hindistan’da gerçekleşen Pulwama saldırısından sonra Hindistan’ın Pakistan’daki Balakot’a yönelik hedefli hava saldırısının ardından Pakistan tarafından bir Hint uçağı düşürülmüş ve pilotu sınır ötesinde yakalanmıştı. Ve Hindistan’ın, pilotunu serbest bırakmazsa Pakistan’a füze yağdıracağı tehdidinde bulunması üzerine Trump yönetimi sorunu yatıştırmak için müdahale etmiş ancak düşündüğü arabuluculuk rolüne de soyunmamıştı.
O zaman soru, Hindistan’ın yanıt vermesinin ardından Pakistan’ın da kuvvetle muhtemel vereceği askeri tepkisinden sonra kendisinin ne yapacağıdır. Ki Hindistan tarafından sahadaki beklenmedik gelişmeler ve uluslararası sistemin tepkisi muhtemelen bu kez daha deneyimli olarak ölçülüyordur diye düşünüyorum. Ve bence şu an Hindistan, tırmanışı ne zaman ve nasıl sonlandıracağını belirlemek için kafa yoruyor. Başbakan Modi, Hindistan Silahlı Kuvvetleri’ne yanıtın şekli, zamanlaması ve hedefi konusunda tam operasyonel özgürlük tanıdı. Ama Modi daha önce ne demişti, hatırlayalım: “Zaman, savaş zamanı değil”… Hep birlikte tanıklık edeceğiz, ancak umalım ki kısa süre içinde sükunet onlar ile olur…
Görüş
Bir eyaletten fazlası: Alberta’nın ayrılıkçılığı üzerine düşünceler

Barış Karaağaç, Trent Üniversitesi Öğretim Üyesi
Kanada’nın batısında, uçsuz bucaksız bozkırları, zengin yeraltı kaynakları ve özellikle petrol ile doğal gaz üretimindeki ağırlığıyla bilinen Alberta eyaleti, son yıllarda federal yönetime karşı yükselen seslerle yeniden gündeme geliyor. Vergi, çevre ve enerji politikaları üzerine yaşanan anlaşmazlıklar, zaman zaman “ayrılalım mı?” sorusunu dahi masaya taşıyor. 2021’de yapılan eşitlik transferleri (equalization payments) referandumu ve özellikle 2025 federal seçim sürecinde alevlenen tartışmalar, bu eğilimlerin artık marjinal bir söylem olmaktan çıkıp toplumun daha geniş kesimleri tarafından da sahiplenildiğini gösteriyor.
Ancak Alberta’daki ayrılıkçı talepleri ve çıkışları yalnızca anlık ve öfkeli tepkiler olarak görmek eksik olur. Bu tepkiler, eyaletin tarihsel, ekonomik, kültürel ve çevresel dinamiklerinin kesişim noktasında gelişen çok katmanlı bir yapının ürünü. Ayrılıkçı söylemin yükselişini anlamak için yalnızca Ottawa’ya yönelik siyasi hoşnutsuzluğa değil; Alberta içinde büyüyen gelir eşitsizliklerine, enerji zenginliğinin toplumun geneline yansımamasına ve yerli halkların sistematik dışlanmasına da bakmak gerekiyor.
Kanada, yaklaşık 10 milyon kilometrekarelik yüzölçümüyle dünyanın en büyük ikinci ülkesi. Doğudaki Halifax’tan batıdaki Vancouver’a uçuş süresi 5 ila 6 saat arasında değişiyor. Devasa bir coğrafya bu… Sadece yüzölçümüyle değil, aynı zamanda 10 eyalet ve 3 bölgeden oluşan federal yapısıyla, ekonomik ve kültürel çeşitliliğiyle de dikkat çeken bir ülke. Bu çeşitlilik yalnızca farklı etnik kökenlerden gelen toplulukları değil, aynı zamanda bölgesel kimlikleri ve siyasal yönelimleri de kapsıyor. Alberta’daki ayrılıkçılığı da, bu çok katmanlı yapının bir yansıması olarak düşünmek mümkün.
Son yıllarda bazı siyasi aktörler, Alberta’nın sadece ekonomik değil, kültürel anlamda da Kanada’nın geri kalanından farklılaştığını savunmaya basladilar. Bu görüşe göre Alberta, bireysel özgürlük, girişimcilik ve düşük vergilendirme gibi değerleri önceleyen, kendine özgü bir siyasal kültür geliştirmiş durumda. İlginçtir ki, 2025 federal seçim sürecinde ayrılıkçılığı destekleyen bazı grupların kullandığı söylemler, Amerika’daki Trumpçı çevrelerle dikkat çekici paralellikler taşıyor. Bu da gösteriyor ki Alberta’daki ayrılıkçılık, artık yalnızca ekonomik değil; ideolojik ve kültürel bir kimlik ifadesine dönüşmüş durumda.
Alberta’da Ayrılık Düşüncesinin Kısa Tarihi
Kanada’da ayrılıkçılık dendiğinde akla gelen ilk örnek uzun yıllar boyunca Quebec oldu. Büyük oranda Fransızca konuşan nüfusu ve farklı tarihsel-kültürel yapısıyla Quebec, 1980 ve 1995’te iki kez bağımsızlık referandumu düzenledi. Özellikle 1995’teki referandum yalnızca %1,2 farkla reddedilmişti. Burada önemli bir farkı vurgulamak gerekiyor: Quebec’te ayrılıkçılık daha çok kültürel kimlik ve anayasal eşitlik talepleri üzerinden şekillenirken, Alberta’daki ayrılıkçılık ekonomik kaynakların paylaşımı, enerji politikaları ve siyasi temsil krizine odaklanıyor.
Alberta’da ayrılma fikri yeni değil. 1930’lu yılların Büyük Buhranı sırasında ekonomik sıkıntılar, halkın tepkisini Ottawa’daki merkezi yönetime yöneltmeye başladı. Bu dönemde iktidara gelen William Aberhart liderliğindeki Social Credit Partisi, eyaletin kendi ekonomik sistemini kurmasını savunuyordu. Merkeze karşı geliştirilen bu tutumlar açıkça “ayrılalım” demese de, Alberta’nın siyasi hafızasında iz bıraktı. (İyi bir Hristiyan olan Aberhart, yalnızca ekonomi politikalarıyla değil, gökyüzüne uzanan ahlak anlayışıyla da hatırlanıyor. Öyle ki, 1960’lara kadar Alberta semalarında uçan ticari uçaklarda, yolcular alkol servisi için eyalet sınırının dışına çıkmayı beklemek zorundaydı. Aberhart’ın etkisi bulutların bile üzerine sinmişti!)
1980’lerde dönemin Başbakanı Pierre Trudeau’nun başlattığı Ulusal Enerji Programı (NEP) Alberta’daki ayrılıkçı eğilimleri yeniden alevlendirdi. Federal hükümetin enerji kaynak ve gelirlerini ulusal ölçekte dengelemeye çalışması, Alberta’da “zenginliğimiz elimizden alınıyor” algısını doğurdu. Bu dönemde başlayan “Trudeau nefreti” bugüne dek canlılığını korudu; Pierre’in oğlu Justin Trudeau da başbakanlığı süresince bu tepkiden fazlasıyla nasibini aldı.
Bu atmosferde, Bati Kanada Konsepti (Western Canada Concept) gibi açıkça ayrılıkçı partiler sahneye çıktı. 2000’li yıllarda Alberta Bağımsızlık Partisi ve Ayrılıkçı Alberta Partisi gibi yapılar ortaya çıksa da geniş bir destek tabanı oluşturamadılar ve marjinal kaldılar.
Ancak 2019 seçimlerinden sonra tablo değişmeye başladı. Alberta’dan Liberal Parti’ye hiç milletvekili çıkmaması, “Ottawa artık bizi temsil etmiyor” söylemini yeniden canlandırdı. 2022’de iktidara gelen Birleşik Muhafazakâr Parti (United Conservative Party – UCP) lideri Danielle Smith, bu eğilimi daha da ileriye taşıdı. Anayasaya uygunluğu tartışmalı olan “Birleşik Kanada İçerisinde Alberta Egemenliği Yasası”nı çıkararak federal yasalara karşı koyma hakkını savundu ve ayrılıkçı söylemi kurumsallaştırmaya başladı.
2023 seçimlerinde UCP yeniden iktidara geldi. Kampanyada “egemenlik” teması ön plana çıkarıldı. Seçimden sonra da özellikle vergi, enerji ve sağlık politikalarında federal hükümete karşı mesafeli bir tutum sürdürüldü. Smith doğrudan bağımsızlığı savunmasa da, onu destekleyen bazı gruplar içinde ayrılık fikri daha yüksek sesle dile getirilmeye başladı.
Bu sürecin zeminini hazırlayan gelişmelerden biri de 2021’de yapılan eşitlik transferleri referandumuydu. Alberta halkının %61,7’si, Anayasa’nın mali eşitliği gözeten 36(2). maddesinin kaldırılmasını destekledi. Bu madde, federal hükümetin eyaletler arasında mali denge ve eşit kamu hizmeti sunumunu gözetmesini öngörüyor. Dönemin eyalet başbakanı Jason Kenney bu sonucu, Ottawa’ya karşı güçlü bir mesaj olarak yorumladı. Bu referandum, ayrılığı doğrudan getirmese de, eyaletin siyasi yöneliminde ciddi bir değişim habercisiydi.
Son olarak, 2025 seçimlerinde Liberallerin yeniden iktidara gelmesi, Alberta’daki güvensizlik duygusunu daha da keskinleştirdi. Seçimin hemen ardından ayrılıkçı söylemler daha görünür hale geldi. Mayıs ayında yayımlanan bir Angus Reid anketine göre, Albertalıların %36’sı Kanada’dan ayrılma yönünde oy vereceğini belirtti. Dahası, %17’si Alberta’nın Amerika’nın 51. eyaleti olmasını desteklediğini söyledi. Bu sonuçlar, yalnızca bir hoşnutsuzluğa değil, aynı zamanda Alberta’da aidiyet, temsil ve yönelim duygusuna dair derin bir tartışmanın varlığına işaret ediyor.
Alberta’nın Petrolü Var, Adil Paylaşım Tartışmalı
Alberta’nın ekonomik yükselişi, 1947’de Leduc’daki büyük petrol keşfiyle başladı. O tarihten bu yana eyalet, Kanada’nın enerji haritasında merkezi bir rol üstleniyor. Bugün Alberta, ülkenin petrol üretiminin yaklaşık %84’ünü gerçekleştiriyor. 2024 verilerine göre eyalette kişi başına düşen gayrisafi yurt içi hasıla (GSYİH) 72.000 Kanada doları civarında. Ancak bu yüksek üretim ve gelir rakamları, geniş halk kesimleri için aynı oranda refah anlamına gelmiyor.
Son on yıla, yani Liberallerin Ottawa’da iktidarda olduğu döneme baktığımızda, sıradan Albertalıların şikâyetlerinde haksız olmadıklarını gösteren pek çok gösterge var. Kanada’nın TÜİK’i (ama biraz daha dürüst ve güvenilir) olan StatsCan verilerine göre Alberta, bu dönemde düşük gelirli nüfus oranındaki artışta ülke genelinde ikinci sıraya yerleşti. Reel ücretlerde, yani enflasyona göre ayarlanmış maaşlarda %10’luk bir düşüş yaşandı. Bu, Kanada’daki en büyük gerileme. Üstelik eyalette asgari ücret, yedi yıldır yerinden kıpırdamadı. Halkın sağlık ve eğitim hizmetlerine erişimi zorlaştı, elektrik fiyatları, otomotiv sigortası ve okul harçları hızla yükseldi. Alberta bu kalemlerde, diğer tüm eyaletleri geride bırakmış durumda. Toplu taşıma yetersiz, kırsal bölgelerde doktor bulmak giderek güçleşiyor.
Tüm bu tablo, Alberta’da yaşanan ekonomik sıkıntıların federal hükümetin baskısıyla açıklanamayacağını da gösteriyor. Son on yılda petrol üretimi %50’den fazla arttı. TMX boru hattı gibi büyük ölçekli projeler, doğrudan federal bütçeyle finanse edilerek devreye alındı. Üretim arttı, fiyatlar yükseldi. Buna rağmen, bu büyüme istihdam yaratmadı; tam tersine petrol sektöründe 30 binden fazla kişi işini kaybetti. Ücretler düştü, kamu hizmetleri zayıfladı.
Petrol üreticileri ise aynı dönemde 192 milyar dolar gibi rekor düzeyde kâr açıkladılar. Yani Alberta’da değer üretimi sürüyor ama bu değer, eşit bir şekilde paylaşılmıyor. Sorun, dışarıdan dayatılan bir adaletsizlik değil; içeride, servetin paylaşımıyla ilgili derin bir yapısal sorun.
Egemenlik Tartışmalarında Kimin Sesi Eksik?
Alberta’da toprak ve doğal kaynaklar söz konusu olduğunda yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda kültürel ve çevresel adaletsizliklerden de söz etmek gerekir. Bu noktada yerli halkların durumu, son derece hassas bir boyut kazanıyor. Çünkü onlar için toprak ve çevre yalnızca birer ekonomik kaynak değil; kimliklerinin, tarihsel varlıklarının ve kültürel sürekliliklerinin ayrılmaz bir parçası. Toprak, yalnızca üzerinde yaşanılan bir alan değil; atalarla bağ kurulan, kutsal kabul edilen ve gelecek kuşaklara aktarılması gereken bir yaşam alanı. Dolayısıyla çevresel yıkım ya da enerji projeleri, onlar açısından sadece ekonomik değil, doğrudan varoluşsal bir tehdit.
Alberta’daki yerli topluluklar, tarihsel olarak Kanada devletiyle imzalanan antlaşmalarla tanınmış belirli haklara sahip. Özellikle 19. yüzyılın sonlarında yapılan Altıncı (Treaty 6), Yedinci (Treaty 7) ve Sekizinci Antlaşmalar (Treaty 8), belirli topraklar karşılığında sağlık, eğitim ve avlanma gibi temel hakları güvence altına almış metinler. Bugün Alberta’nın büyük bir bölgesi bu üç antlaşmanın kapsamına girmekte. Her ne kadar bazı Muhafazakâr çevreler bu hakları sorgulasa ve hatta inkar etse de, yerli halkların bu topraklar üzerinde hem yasal hem de tarihsel olarak güçlü hak iddiaları var.
Ne var ki, Kanada’daki pek çok meselede olduğu gibi, ayrılıkçılık tartışmalarında da yerli halkların konumu çoğu zaman göz ardı ediliyor. Oysa Alberta, bu antlaşmalar kapsamında olan birçok yerli topluluğa ev sahipliği yapmakta. İlk Uluslar Meclisi (Assembly of First Nations) ve birçok yerli lider, Alberta hükümetinin “egemenlik” odaklı söylemlerinde kendilerine yer verilmediğini vurguluyor. Ayrı bir Alberta senaryosunda, bu toplulukların toprak, öz yönetim ve kültürel haklarının nasıl korunacağı sorusu ise oldukca belirsiz. Bu yüzden pek çok yerli örgüt ve sol toplumsal aktör, ayrılıkçılık fikrine mesafeli ve temkinli yaklaşıyor.
Yerli halkların en güçlü endişelerinden biri de çevre meselesi. Birçok yerli lider, Alberta’daki enerji projelerinin hem kendi topraklarına zarar verdiğini hem de geleneksel yaşam biçimlerini tehdit ettiğini açıkça dile getiriyor. Bu nedenle mesele onlar için sadece siyasal temsiliyet değil, aynı zamanda hayatta kalma ve doğayla uyum içinde sürdürülebilir bir yaşam hakkı meselesi…
Zenginlik Yeraltından, Bedel Yeryüzünden
Alberta’nın ekonomik gücünün temelinde, petrol ve doğalgaz üretimi yer alıyor. Ancak bu üretim, sadece ekonomik eşitsizlikleri değil, aynı zamanda ciddi çevresel tahribatları da beraberinde getiriyor. Özellikle kuzey Alberta’daki petrol kumları projeleri, dünyadaki en yoğun karbon salınımı yapan endüstriyel faaliyetler arasında sayılıyor. Ormanların yok edilmesi, nehirlerin kirlenmesi, hayvan yaşam alanlarının bozulması ve aşırı su tüketimi bu faaliyetlerin doğrudan sonuçları arasinda. Bilim insanları, Alberta’nın mevcut enerji politikalarının, Kanada’nın iklim taahhütlerini yerine getirmesini imkânsız hale getirdiğini defalarca dile getirdiler ve getiriyorlar.
Ne var ki bu çevresel yıkım herkesi eşit biçimde etkilemiyor. Yerli topluluklar başta olmak üzere kırsal bölgelerde yaşayan halk, bu tahribatı hem ekonomik hem yaşamsal düzeyde doğrudan hissediyor. İçme suyuna erişim, sağlığa dair artan riskler, geleneksel avcılık ve balıkçılıkla geçinen toplulukların yaşam alanlarının daralması, mevcut üretim modelinin yol açtığı derin izlerden.
Ayrılıkçılık söylemlerinde sıkça tekrar edilen “doğal kaynaklarımızdan yeterince faydalanamıyoruz” şikâyeti, bu bağlamda oldukça dar bir perspektifi yansıtıyor. Çünkü burada kaynaklardan “faydalanmak”, yalnızca ekonomik kâr üzerinden değerlendiriliyor. Oysa bu üretim sürecinin hem insanlar hem de doğa üzerinde yarattığı tahribat, bu zenginliğin kimler tarafından ve nasıl paylaşıldığı sorusunu da beraberinde getiriyor.
Bu yüzden Alberta’daki toplumsal huzursuzlukları ve ayrılıkçı eğilimleri değerlendirirken, yalnızca siyasi ve ekonomik boyutlara değil, doğayla kurulan bu yıkıcı ilişkiye de dikkat kesilmek gerekiyor. Aksi hâlde tartışmalar sadece para ve kâr üzerinden yürür; yaşamın kendisi görünmez kalır.
Sonuç: Ayrılık Değil, Yüzleşme Zamanı
Bugün Alberta’daki ayrılıkçılık talebi, yalnızca anlık bir öfkenin ürünü değil; uzun süredir derinlerde biriken eşitsizliklerin, kimlik gerilimlerinin ve dışlanmışlık hissinin su yüzüne çıkış biçimlerinden biri.
Ancak bu taleplerin ardına dikkatle bakıldığında, ayrılıkçılığın kendi içinde barındırdığı bazı çelişkiler de yavaş yavaş belirginleşiyor. “Ottawa bizi engelliyor” diyenler, Alberta içinde artan gelir uçurumunu, petrol zenginliğinin bir azınlıkta yoğunlaştığını, kamu hizmetlerine erişimin giderek zorlaştığını ya göz ardı ediyor ya da dile getirmekten kaçınıyor.
Dahası, ayrılıkçı retorik çoğu zaman yerli halkların tarihsel ve hukuki haklarını, doğayla kurdukları yaşamsal bağları ve Alberta topraklarında süregelen çevresel yıkımı da görünmez kılıyor. Bu topraklarda binlerce yıldır yaşayan topluluklar, yalnızca siyasi olarak değil, varoluşsal olarak da dışlanıyor. Oysa mesele, yalnızca eyaletin Ottawa ile olan ilişkisi değil; eyaletin kendi içinde kime kulak verdiği, kimi yok saydığı ve kimin pahasına büyüdüğüdür.
Bugün Alberta’da ciddi bir sorunlar yumağıyla karşı karşıya olunduğu inkâr edilemez. Ancak çözüm, ‘dış güçleri’ suçlamaktan değil; içerideki toplumsal eşitsizliklerle yüzleşmekten ve doğayla daha sürdürülebilir bir ilişki kurmaktan geçiyor. Bu nedenle mesele, ayrı bir Alberta kurmak değil; herkesin sesinin duyulduğu, adaletin ve ortak refahın paylaşıldığı bir Alberta’yı mümkün kılma meselesidir.
Görüş
Avrupa’nın savunma özerkliği ve Almanya’nın askerî rolü dönüm noktasında

27 Mayıs’ta, AB’nin 27 üyesi Avrupa savunma sanayisini güçlendirmeye yönelik büyük bir planı onayladı. Bu, Avrupa’nın savunma politikasının ABD öncülüğündeki NATO sistemine bağımlılıktan uzaklaşıp bağımsızlık ve öz yeterliliğe yöneldiğini gösteriyor. Bu büyük değişim, ay sonunda yapılacak NATO zirvesinde savunma harcamalarının önemli ölçüde artırılmasıyla kısmen onaylanacak. Aynı zamanda, AB’nin hem siyasi lideri hem de ekonomik motoru konumundaki Almanya, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez büyük çapta kalıcı birliklerini yurtdışına konuşlandırıyor. Bu, Almanya’nın uzun süredir benimsediği yurtiçi savunma çizgisinden çıkıp Avrupa savunmasında öncü rol üstlenmeye başladığı anlamına geliyor. Bu üç önemli gelişme, dünyanın tanıdığı Batı bloğunun çözülmekte olduğunu simgeliyor, Avrupa güvenlik yapısının yeniden şekillendiğine işaret ediyor ve Almanya ile Rusya’nın doğrudan çatışmaya sürüklenmesi, hatta Avrupa’nın yeniden büyük çaplı bir savaşa girmesi konusunda uzun vadeli endişeleri tetikliyor.
27 Mayıs’taki Brüksel toplantısında, Avrupa Konseyi, AB tarihinin en iddialı savunma planlarından biri olan “Avrupa Güvenlik Eylemi”ni resmen onayladı; plan 29 Mayıs’ta yürürlüğe girecek. Bu plana göre, AB finans piyasalarından 150 milyar avro toplayacak ve bunu üye ülkelere savunma sanayilerini geliştirmek, askeri teçhizat üretimini artırmak ve genel AB askeri-stratejik kapasitesini iyileştirmek için kredi olarak verecek.
Bu 150 milyar avroluk yatırım sadece ilk adım; kıtanın yeniden silahlanmasına yönelik çok daha büyük bir stratejinin parçası. AB Komisyonu, önümüzdeki on yıl içinde toplamda 800 milyar avro toplama hedefinde. Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen, bunu “bir nesilde bir kez görülecek bir an” ve Avrupa’nın stratejik özerkliğe doğru attığı belirleyici bir adım olarak nitelendirdi.
Plan kapsamında, üyeler ortak satın alma yoluyla silah alırken bu krediden faydalanabilecek. Krediden yararlanmak için proje bileşenlerinin en az %65’i AB’den, AB aday veya potansiyel aday ülkelerden ya da AB ile savunma anlaşması imzalamış ülkelerden (Norveç, Birleşik Krallık, Moldova, Ukrayna, İzlanda, İsviçre, Kuzey Makedonya, Arnavutluk ve Asya’dan Japonya, Güney Kore gibi) gelmeli.
Bu, ABD, Türkiye ve İngiltere gibi AB dışı üreticilerin ihalelere sınırlı şekilde katılabileceği anlamına geliyor: her projede en fazla %15, bazı sıkı şartlarla %35. Bu şartlar arasında AB yüklenicileriyle mevcut işbirliği veya iki yıl içinde AB’li yükleniciye geçiş taahhüdü yer alıyor.
AB’nin teknolojik egemenliğini korumak için merkezi bir kurum, üçüncü ülkelerin Avrupa’da üretilen teçhizata uzaktan erişimini engelleyecek. Bu, ABD yazılım şirketlerinin “Avrupa Güvenlik Eylemi” kapsamında geliştirilen insansız hava araçlarına katılımını sınırlandıracak. Ayrıca, ölçek ekonomisini artırmak, birlikte çalışabilirliği geliştirmek ve savunma sanayiinin parçalanmasını önlemek amacıyla, krediden yararlanmak için en az iki ülkenin ortak alım yapması gerekiyor. İstisnai durumlarda tek ülke de alım yapabiliyor.
İlk 150 milyar avro; top mermisi, füze, İHA, hava savunma sistemi, askeri nakliye uçağı, siber savunma ve yapay zekâya yönlendirilecek. Analistler, bu önceliğin, Rusya-Ukrayna savaşı nedeniyle tükenen AB konvansiyonel silah stoklarını yenilemeye ve Ukrayna’nın savaş kabiliyetini desteklemeye yönelik olduğunu düşünüyor.
AB’nin bu büyük savunma bütçesi, dünyadaki tarihi değişimlere verilen kaçınılmaz bir yanıt; stratejik özerklik, diplomatik bağımsızlık ve savunma gücünü artırmaya yönelik önemli bir adım. Aynı zamanda Trump döneminin izolasyoncu ABD’si ile Avrupa arasındaki uzaklaşmanın da sonucu. AB liderleri, ABD’nin Rusya ile barış arayışı bahanesiyle Ukrayna’yı ve Avrupa’yı terk ettiğine inanıyor. Artık ABD’ye güvenemeyeceklerini, hatta olası bir Avrupa savaşı durumunda ABD’nin eskisi gibi kurtarıcı olmayacağını düşünüyorlar.
Buna paralel olarak, NATO Genel Sekreteri Rutte, 24–25 Haziran’da yapılacak NATO zirvesinde üyelerin 2032’ye kadar savunma harcamalarını GSYH’nin %3,5’i düzeyine çıkarması ve buna ek olarak %1,5 savaşla ilişkili harcamalar yapması konusunda anlaşmasını umuyor. Bu toplamda GSYH’nin %5’i demek—bu, ABD’nin uzun süredir talep ettiği %2 hedefinin iki katı. ABD, Kanada ve Türkiye hariç tüm NATO üyeleri Avrupa’da bulunduğundan, bu yük Avrupa’nın omuzlarında olacak ve ABD’nin bir gün NATO’dan tamamen çekilmesine karşı hazırlık anlamına geliyor.
Trump’ın ilk döneminde ABD, bazı Avrupa ülkelerini %2’ye ulaşmaları için NATO’yu dağıtmakla tehdit etmişti. İkinci döneminde ise bu oranı %5’e çıkarma baskısı arttı. Yeni Genel Sekreter Rutte’nin arabuluculuğuyla NATO dışişleri bakanları 14 Mayıs’ta bu yeni hedefi ilk kez tartıştı ve “%3,5 + %1,5” şeklinde bir uzlaşmaya vardı: İlki silahlı kuvvetler için, ikincisi savaşla ilgili altyapılar için. Bu, Avrupa NATO üyelerinin askeri harcamalarının 2024’teki 476 milyar dolardan 7 yıl içinde 1,15 trilyon dolara çıkması anlamına geliyor. En güçlü ekonomi olan Almanya’nın savunma bütçesi 52 milyar avrodan 215 milyar avroya çıkarılacak.
NATO Askeri Harcamalarının İki Katına Çıkması, Yalnızca Trump Yönetiminin Doğrudan Baskısından Kaynaklanmıyor, Aksine ABD’nin Yükü Kaydırmasının Yarattığı “Avrupa Paniğinin” Sonucu
NATO’nun askeri harcamalarının iki katına çıkması, açıkça sadece Trump yönetiminin doğrudan baskısının sonucu değil; asıl olarak ABD’nin üzerindeki yükü başkalarına kaydırması ve kendi görevini yerine getirmemesinin tetiklediği “Avrupa paniği”nin bir sonucudur. NATO’nun Avrupa’daki ortakları isteksiz olsalar da kaotik bir gerçeklik ve belirsiz bir gelecekle yüzleşmek zorunda kalıyorlar. Dünya düzeninde büyük değişimlerin yaşanması yadsınamaz bir tarihsel süreçtir; ABD’nin gücündeki düşüş ve liderlik isteğinin azalması giderek güçlenen bir eğilimdir; Rusya’nın jeopolitik baskısı ise hem yakın hem de uzun sürelidir. Bu üç faktör, Avrupa’nın stratejik özerklik, diplomatik bağımsızlık ve savunma öz yeterliliği yönündeki adımlarını, ideal ve slogandan bilinçli ve gönüllü stratejik tercihlere dönüştürmüştür.
Avrupa’nın savunma gücünü güçlendirmesinin üçüncü göstergesi olan ve en güçlü AB üyesi ve NATO Avrupa ortağı olan Almanya, askeri yapılanma, özerklik ve duruş açısından yeni ve tarihi adımlar atmış; II. Dünya Savaşı sonrası ilk kez zırhlı birliği tamamen yeniden yapılandırarak yurtdışına kalıcı olarak konuşlandırmak gibi çarpıcı bir adım atmıştır.
22 Mayıs’ta Almanya Federal Ordusu’nun 45. Zırhlı Tugayı, Baltık’taki NATO müttefiki ve “ön cephe ülkelerinden” biri olan Litvanya’ya resmen konuşlandırıldı. Bu tugay, özel olarak yurtdışı muharebeleri için kurulan mekanize bir birlik olup yaklaşık 5000 askerlik tam teşkilata sahiptir ve 2027’ye kadar tamamen konuşlandırılması beklenmektedir. Litvanya’nın başkenti Vilnius yakınındaki Rukla Askeri Üssü’nde konuşlanacak olan birlik, Rusya’nın müttefiki olan Belarus’a sadece 20 kilometre mesafededir. Litvanya, Belarus ve Rusya’nın Baltık bölgesindeki Kaliningrad toprağı ile sınır komşusudur; Litvanya ile Polonya’yı birbirine bağlayan Suwałki Koridoru ise NATO’nun doğu kanadındaki en zayıf savunma noktası olarak kabul edilmektedir.
Almanya Başbakanı Merz, tugayın açılış töreninde yaptığı açıklamada, bu adımın Almanya Federal Ordusu’nun “yeni bir döneme girdiğini” gösterdiğini ve “NATO’nun doğu kanadının savunmasını kendi ellerimize aldığımızı” belirtti. NATO’nun kolektif savunmasına olan bağlılığını yineleyen Merz, Almanya’nın sorumluluk üstleneceğini ve “Avrupalı müttefikleri hayal kırıklığına uğratmayacağını” söyledi. Litvanya Cumhurbaşkanı Nausėda, Almanya’nın bu hamlesini NATO güvenlik yapısı ve Avrupa açısından “kilometre taşı” olarak değerlendirdi. 26’sında Merz, Almanya ve müttefiklerinin artık Ukrayna’ya sağlanan silahların menzilini sınırlamayacaklarını açıkladı. 28’inde ise Almanya, Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelenskiy’e uzun menzilli füze sistemleri geliştirme konusunda yardım sözü verdi.
Almanya’nın zırhlı birliklerini sınıra yakın konuşlandırması, ABD, İngiltere ve Fransa’yı takip ederek Ukrayna’ya sağlanan füzelerdeki menzil sınırını kaldırması ve uzun menzilli füzeler konusunda Ukrayna’ya destek vermesi üzerine, Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov 28 Mayıs’ta Almanya’yı iki dünya savaşının hatalarını tekrarlamaması konusunda açıkça uyardı. Lavrov, “Almanya’nın savaşa doğrudan karıştığı açık; bu, geçen yüzyılda iki kez çöküşe götüren aynı yolda ilerlediğini gösteriyor,” dedi. Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Medvedev de, Almanya’nın ekipman ve uzmanlarının Rusya’ya karşı yürütülen operasyonlara doğrudan katıldığını belirterek, Almanya’nın fiilen Ukrayna çatışmasının tarafı ve Rusya’nın yeniden düşmanı haline geldiğini söyledi.
21 Mart’ta, Almanya Federal Meclisi 500 milyar avroluk bir mali paket onayladı. Bu, Almanya’nın uzun süredir uyguladığı “borç freni” merkezli mali disiplin politikasından vazgeçtiği anlamına geliyor. Bu paket, hükümete savunma ve altyapı yatırımları için büyük çaplı borçlanma imkânı tanıyor. Alman parlamentosu, savunma ve siber güvenlik harcamalarına yönelik anayasal kısıtlamaları kaldırarak Anayasa’da değişiklik yaptı. 2025 savunma bütçesine 100 milyar avro eklenmesi planlanıyor; önümüzdeki 10 yılda toplam savunma harcamaları 1 trilyon avroya ulaşabilir. Bu bütçe, Almanya’nın teknolojik açıdan geri kalmış olan savunma teçhizatını modernize etmek ve savunma gücünü, savaş kabiliyetini ciddi oranda artırmak için kullanılacak. Reuters’ın haberine göre NATO ayrıca Almanya’dan yaklaşık 40.000 askerlik yedi yeni tugay daha tahsis etmesini isteyecek. Bu sayede Rusya’ya karşı savunmada toplam birlik sayısı 35 ila 50 tugaya ulaşacak. Sadece bu hedef bile Almanya’nın mevcut hava savunma kapasitesini dört katına çıkarmasını gerektirecek.
Merkz Göreve Geldikten Sonra NATO-Rusya Cephe Hattına Asker Gönderdi: Tarihsel Endişeleri Artıran Adımlar
Merkz göreve geldikten hemen sonra NATO ile Rusya’nın karşı karşıya geldiği cephe bölgelerine asker sevk etme kararı aldı ve Ukrayna’nın Batı silahlarıyla Rus topraklarını vurmasına izin vereceğine dair açıklamalar yaptı. Bu tür eylem ve söylemler, sadece Almanya, Avrupa ve hatta NATO ile Rusya arasındaki askeri gerilimi artırmakla kalmıyor; aynı zamanda iki dünya savaşının acı hatıralarını—özellikle Almanya ile Rusya’nın Finlandiya Körfezi ve Baltık Denizi üzerindeki etki alanı için savaşa tutuştuğu trajik dersleri—canlandırma riski taşıyor.
Almanya, her iki dünya savaşının da çıkış noktasıydı. II. Dünya Savaşı sonrası toprakları parçalandı, militarizm ve Nazi ideolojisi kökten tasfiye edildi. ABD uzun yıllar boyunca Almanya’da ağır askeri varlık bulundurarak stratejik baskı uyguladı ve Almanya’yı NATO’nun kolektif savunma sistemine entegre etti; böylece Avrupa’da uzun süreli barış ve güvenlik sağlandı. İki dünya savaşının derslerinden hareketle, Almanya savaş sonrası dönemde düşük düzeyde silahlanmaya gitti, bağımsız bir askeri sanayi üretim sistemine sahip olmadı ve dış politikasında uzun süre pasifist bir çizgi izledi.
Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra, ABD’nin stratejik geri çekilmesi ve askeri odağını Asya-Pasifik’e kaydırması, ayrıca İngiltere’nin AB’den ayrılmasıyla birlikte, giderek güçlenen Almanya hem Fransa ile birlikte AB’nin “siyasi ikilisi”nden biri haline geldi, hem de AB’nin benzersiz ekonomik motoru oldu. Almanya’nın büyük güç olarak konumu gittikçe yükselirken, Avrupa’nın stratejik özerkliği, diplomatik bağımsızlığı ve savunma gücü inşasındaki rolü ve farkındalığı da artmaktadır. Almanya’nın tek başına yeni bir Avrupa savaşı başlatması muhtemel olmasa da, Ukrayna’yı savunarak Avrupa savunma bağımsızlığını sağlamaya yönelik iradesi gittikçe güçleniyor ve bu da Rusya ile ilişkilerde daha fazla gerginlik ve barut kokusu yaratıyor. Eğer Merz hükümeti mevcut çizgide daha da ileri giderse, Rusya ile sıcak çatışma ihtimali dışlanamaz. Almanya ile Rusya arasında bir savaş durumu ortaya çıkarsa, NATO’nun kolektif savunmayı düzenleyen 5. maddesi devreye girecek ve tüm NATO’nun Rusya ile bir dünya savaşına sürüklenmesi kaçınılmaz olacaktır.
Avrupa ve Almanya uzmanı ünlü akademisyen Profesör Jiang Feng, bir zamanlar şöyle demişti: “Geçmişte ortaya çıkan ‘kültürle ikna’ fikri, Avrupa’nın uluslararası siyasete katkısıydı; ancak bugün bu neredeyse tamamen unutuldu. Yerine ise dış politika ve güvenlik politikalarının askerileşmesi eğilimi geçti. Bu eğilim artık Avrupa ve Almanya’daki siyasi tartışmaların merkezine yerleşti… Alman diplomasisinin cesarete ihtiyacı var; Kant’ın ‘ebedi barış’ vizyonuna bu çağda uygun yeni bir düşünsel alan açılmalı. Daha fazla silah ve daha büyük tatbikatlarla daha fazla güvenlik ve barış yaratmaya çalışmak, tam tersi sonuçlar doğurabilir.”
“Trump 2.0”ın sarsıcı etkisi karşısında, umutsuz Avrupa sanki “Amerikasız bir çağ”a doğru geri dönüşü olmayan bir şekilde ilerliyor; stratejik özerklik, diplomatik bağımsızlık ve savunma gücü üzerinden “Avrupa yolu”na yöneliyor. Avrupa, uzun süredir faydalandığı “ABD gölgesinde barış” dönemini terk etmeye hazırlanıyor; bunun yerine, Avrupa ile Rusya’nın oluşturduğu “yeni kıta”yı şekillendirmeyi ve yerle bir olmuş Ukrayna’yı onarıp onu “yeni Batı”nın bir parçası haline getirmeyi hedefliyor. Ancak bu hedef, gerçeklikten oldukça kopuk; bu nedenle yeni ve dengeli bir çözüm yolu aranmalıdır.
İki kez dünya savaşına neden olmuş ve iki kez yıkımı yaşamış Almanya da yeni bir yol ayrımında duruyor: NATO ittifakını genişleterek Rusya ile uzun süreli stratejik cepheleşmeyi mi sürdürecek, yoksa zamanında geri adım atarak Rusya ile kapsamlı bir barış mı tesis edecek? Kalıcı barış, kapsamlı güvenlik ve ortak refaha dayalı bir Avrupa’yı birlikte mi inşa edecek? Bu sadece Merz hükümetinin siyasi iradesini ve stratejik manevra kabiliyetini değil, aynı zamanda tarihsel muhakemesini ve bilgece karar alma becerisini de sınayacak.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Görüş
Çekya’da komünizme hapis cezası: Yeni düzenlemede neler var?

Çekya Temsilciler Meclisi, Ceza Kanunu’nda yaptığı bir değişiklikle Nazizm ve Komünizmi ‘insan haklarını ve özgürlükleri bastırmayı amaçlayan ideolojiler’ arasında sayarak, bu ideolojilerin ‘teşvik edilmesini’ suç kapsamına aldı.
30 Mayıs’ta kabul edilen yasa değişikliği, mecliste bulunan 160 milletvekilinden 86’sının oyuyla geçti; karşı oy ise kullanılmadı.
Yasa, Senato ve Cumhurbaşkanı’nın onayını alması halinde 2026 yılında yürürlüğe girecek.
Yasa tam olarak ne diyor?
Ceza Kanunu’ndaki değişikliklere göre, ‘İnsan hak ve özgürlüklerini bastırmaya yönelik bir hareketin kurulması, desteklenmesi ve propagandası’ için bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası öngörülürken, bu ‘suçun’ basın, film, televizyon, internet üzerinden, organize bir grubun üyesi olarak işlenmesi ve devletin tehdit altında veya savaş halinde olduğu bir zamanda işlenmesi halinde ceza üç yıldan on yıla kadar hapis cezasına çıkacak.
Suç tanımlamasında ‘organize bir şekilde’ ifadelerinin geçmesi siyasi parti organizasyonunu, ‘devletin tehdit altında olması’ ise Rusya-Ukrayna savaşını akıllara getiriyor.
Yasa ayrıca, ‘logolar, bayraklar, rozetler, üniformalar ve bunların parçaları, sloganlar, ifadeler, açıklamalar, selamlaşma şekilleri, liderler veya bu hareketin liderlerinin konuşmalarını tasvir eden semboller’ yoluyla ‘İnsan hak ve özgürlüklerini bastırmaya yönelik bir hareketi propagandaya yönelik eserlerin yayılmasını’ veya satılmasını da üç yıla kadar hapis, para cezası veya malın müsaderesi (el konması) ile cezalandıracak.
Yasanın doğrudan komünizmle ilgili kısmı ise şu ifadelerle aktarılmış:
“Kim Nazizm, Komünizm veya başka bir insanlığa karşı işlenen suçu, savaş suçunu veya barışa karşı suçu alenen inkar eder, şüpheye düşürür, onaylar ya da haklı göstermeye çalışırsa, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”
Yasadaki tek ‘cezasızlık’ şartı ise, bu simgelerin eğitim, araştırma, sanat, güncel veya tarihî olaylar hakkında haber verme amacı taşıması. Yasa metninde bulanık ifadelerle aktarılsa da, komünizm sembollerinin propaganda mı yoksa haber verme amacı mı taşıdığına, muhtemelen o simgeleri kimin kullandığına göre karar verilecek.
Yasanın söz konusu ‘bulanık’ ifadeleri, ülke genelinde bir hukuk tartışması başlatmış durumda. Zira, ülkede komünist semboller yasaklanırken, tam olarak bu simgeleri kullanan dikkat çekici bir siyasi parti bulunuyor: Bohemya ve Moravya Komünist Partisi (KSČM).
Çekya’da aktif bir komünist partinin bulunması ise, “Tasarı partinin kapatılmasıyla” sonuçlanabilir mi?” sorusunu gündeme getirdi. Komünistler ise, söz konusu tasarının tam olarak KSCM’yi engelleme amacı taşıdığı görüşünde.
Komünistler ve ‘Yeter!’ hareketi
Çekya’da komünistler, Ekim ayında düzenlenecek 2025 Çekya parlamento seçimlerine “Stačilo!” (Yeter!) adlı yeni bir siyasi oluşum çatısı altında katılmayı planlıyor. ‘Yeter’ hareketi, komünist partinin yanı sıra Birleşik Demokratlar – Bağımsızlar Birliği (SD-SN) ve Çek Ulusal Sosyalist Partisi (CSNS) gibi diğer sol eğilimli partilerin üyelerini de içeren bir çatı örgütü.
2024 Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesinde bir seçim koalisyonu olarak kurulan bu yapı, 10 Ekim 2024’te resmi olarak siyasi parti statüsüne kavuşmuştur. Hareketin tek bir siyasi parti formuna bürünmesinin nedeni ise, seçimlerde koalisyonlara uygulanan yüzde 11’lik seçim barajı yerine, partilere uygulanan yüzde 5’lik barajdan yararlanabilmek.
Komünist Parti kapatılabilir mi?
Anayasa hukuku uzmanı Ondřej Preuss, Çek medyasına yaptığı açıklamada, tasarının tek başına komünist partinin kapatılmasına yetmeyeceği görüşünde.
“Bir yanda komünist hareketlerin propagandası yasaklanıyor, öte yandan bu ismi taşıyan bir parti hâlâ faaliyet gösteriyor ve hatta Avrupa Parlamentosu’nda temsil ediliyor.” Preuss, bir siyasi partinin kapatılması için Ceza Kanunu’ndaki değişikliğin yeterli olmadığını, bunun için hükümetin girişimiyle Yüksek İdare Mahkemesi’nin kararının gerekli olduğunu ifade ediyor.
Komünistler ise, yasa değişikliğine sert tepki gösterdi. KSČM sözcüsü ve “Yeter!” hareketinin adayı Roman Roun, bunun tamamen seçim öncesi bilinçli bir saldırı olduğunu belirterek, “Bize karşı yoğun bir baskı var. Her şey seçimden hemen önce bir araya geldi. Amaç bizi itibarsızlaştırmak” ifadelerini kullandı.
Tasarıyla birlikte yasaklanan ‘orak çekiç’, KSČM’nin resmi logosunda bulunmasa da, çeşitli etkinliklerde sıkça kullanılan bir simge.
Partinin önde gelen isimlerinden ve Sovyet devriminin öncüsü Vladimir Lenin’e yazdığı şiir nedeniyle gündeme gelen Petra Prokšanová ise, tasarıya “Bizi susturmaya çalışanlar, bunu en son Naziler döneminde denedi. Ancak o zaman da komünistler direndi ve Nazizm yenilgiye uğradı” ifadeleriyle tepki gösterdi.
Yasa ne anlama geliyor?
Çekya’da komünist sembollerin yasaklanması, yalnızca iç hukuk düzenlemesinden daha fazlası. Bu yasa aynı zamanda, Avrupa’nın kökleşmiş ideolojik antikomünist reflekslerinin güncel bir yansıması olarak kabul edilebilir.
Avrupa’da uzun yıllardır komünizm, tıpkı nazizm gibi otoriter ve totaliter bir tehdit olarak görüldü. Rusya-Ukrayna Savaşı ise bu refleksleri daha da güçlendirdi. Avrupa ülkeleri, Putin yönetimini Sovyetler’in devamı gibi algılamaya başladı. Hatta, Rusya lideri Vladimir Putin’in ‘Sovyetler’i yeniden kurmaya çalıştığı’ gibi iddialar dahi gündeme geldi.
Bu algı, yalnızca Rusya’ya karşı değil, Rusya’yla tarihsel ve politik düzlemde benzerlik taşıdığı düşünülen akımlara karşı da bir savunma hattı örülmesine yol açtı. Çekya yasasında yer alan ‘tehdit altındaki durum’ ya da ‘savaş hali’ gibi muğlak ifadeler de, bu refleksin hukuki dile yansımasından ibaret.
Her ne kadar yasa doğrudan Komünist Partinin kapatılmasını hedeflemese de, bu tür yasaklar komünist/sosyalist hareketlerin faaliyetlerini büyük ölçüde kısıtlayacak.
Özellikle de Ukrayna savaşına karşı çıkan ve NATO politikalarını eleştiren bir çizgide duran komünist hareketler için, bu düzenleme doğrudan bir susturma girişimi niteliğinde. Açıktan komünizm propagandası yapan KSČM’nin, Ukrayna’da savaşın temel nedenlerinden birinin NATO’nun doğuya doğru genişlemesi ve ABD’nin müdahaleci politikaları olduğunu savunması, kendini ‘Rus tehdidi altında’ hisseden sağ hükümet tarafından bir ‘bilgilendirme’ olarak mı, yoksa ‘komünist propaganda’ olarak mı tanımlanacak?
Dolayısıyla, Avrupa’da komünist sembollere yönelik yasaklar, komünizmin temsil ettiği değerler kadar, güncel siyasete de müdahale edilmeye çalışıldığını gösteriyor.
-
Görüş2 hafta önce
ABD Dışişleri’nin Avrupa eleştirisi ne anlama geliyor?
-
Asya5 gün önce
Huawei kurucusu: Çiplerimiz ABD’nin bir nesil gerisinde
-
Dünya Basını1 hafta önce
Trumpizmin gerici ideoloğu: Curtis Yarvin
-
Avrupa2 hafta önce
Max Otte: Alman ekonomisinde bir gerileme değil, çöküş yaşanıyor
-
Rusya2 hafta önce
Ukrayna’dan Rus stratejik bombardıman üslerine kamyonlardan kalkan İHA’larla saldırı
-
Görüş2 hafta önce
Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 2
-
Dünya Basını2 hafta önce
Rusya ve Ukrayna heyetleri tekrar İstanbul’da: Masada neler var?
-
Dünya Basını2 hafta önce
Savaş sonrası Suriye’yi dönüştüren ‘Sünni popülizm’