Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Hindistan’ın Fransa ile stratejik yakınlaşması

Yayınlanma

Hindistan’da her yıl 26 Ocak Cumhuriyet Bayramı büyük bir coşkuyla kutlanıyor. Ve her yıl geçit töreni için ülkenin yakın ilişki içinde olduğu ve aynı zamanda yüksek profilli olan ülkenin lideri baş konuk olarak ağırlanıyor. Bu yıl bu daveti reddeden bir isim var: Amerika Başkanı Joe Biden. Beyaz Saray’ın Hindistan Başbakanlığına Biden’ın Cumhuriyet Bayramı’na baş konuk olarak katılamayacağını iletmesi üzerine Hindistan hükümeti bu boşluğu bir başka yüksek profilli bir isim ile dolduracak: Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron. Bu, bir Fransız Cumhurbaşkanına Yeni Delhi’deki büyük geçit törenine katılma onurunun verileceği altıncı baş konuk daveti…

Peki neden?

Öncelikle Biden’ın davete katılmayacak oluşu çok sürpriz bir durum değil: Hem 2024 Amerikan başkanlık yarışı başladı hem de daha dört ay önce G-20 Zirvesi nedeniyle Yeni Delhi’deydi.

Fransa’ya gelelim:

Öncelikle Hindistan’ın Fransa’ya bu daveti bir anlamda bir “karşılık verme” eylemiydi: Hindistan Başbakanı Narendra Modi, 2023’ün temmuz ayında Paris’teki Bastille Günü geçit töreninin onur konuğuydu ve burada Hindistan Hava Kuvvetleri’ne ait Rafale jetlerinin geçişine tanık olmuştu. Ve Macron, 26 Ocak 2024’te ulusal başkent Delhi’de düzenlenecek 75. Cumhuriyet Bayramı geçit törenine büyük bir keyifle katılacak. Çünkü Fransa, Hindistan’ın Avrupa’daki en yakın stratejik ortağı ve geçen yıl Amerika’yı geride bırakarak Rusya’dan sonra ikinci büyük silah tedarikçisi konumunda.

Hindistan son birkaç yılda büyük Avrupa ülkeleriyle bağlarını önemli ölçüde güçlendirirken Fransa, Hindistan’ın zaman içinde test edilmiş ortağı olarak öne çıkıyor; hatta Hindistan’ın en doğal ortağı olarak görülüyor.

Peki neden?

Hindistan ve Fransa arasındaki yakın ikili ilişkiler, çağdaş büyük güç ilişkilerini temsil ediyor ve karşılıklı saygıya ve bireysel hassasiyetlere ilişkin ortak bir anlayışa dayanıyor ve gelişen uluslararası jeopolitik ortamda ortak bir vizyona dayalı Doğu-Batı işbirliği için pratik bir model olarak hizmet ediyor. Bunlar, özellikle de ikili ilişkide karşılıklı saygı ve bireysel hassasiyetlere ilişkin ortak anlayış, Yeni Delhi için çok önemli.

Fransa’nın Hindistan’ın içişlerine yönelik tutumu, ikili ortaklığın en önemli boyutlarından biri. Batılı güçlerin Batılı olmayan ülkelerin içişlerine yönelik müdahalelerine karşın Fransa, Yeni Delhi’nin ulusal hassasiyetlerine ve kaygılarına büyük ölçüde duyarlılık gösteriyor. Örneğin, 2019’a dönelim: Yeni Delhi, Jammu ve Keşmir’in özerkliğine ilişkin anayasanın 370. maddesini yürürlükten kaldırırken Fransa Hindistan’ı eleştirmedi. Dahası, Çin’in öncülük ettiği kapalı kapılar ardında yapılan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) toplantısında da Hindistan’ın bu konudaki tutumunu destekledi.

Benzer şekilde, diğer Avrupa ülkeleri Hindistan’ı Ukrayna savaşı nedeniyle Rusya’yı eleştirmediği için eleştirirken Hindistan’ın Rusya karşısındaki hassas konumunu anlayan tek ülke Fransa oldu. Fransa, Yeni Delhi’yi eleştirmek için yükselen seslere eşlik etmek yerine sessiz kalmayı tercih etti.

Hindistan ve Fransa aynı zamanda terörle mücadele konusunda çok yakınlar; bu, Fransa’nın Yeni Delhi’nin sınır ötesi terörizme yönelik kaygılarını paylaşıyor oluşuyla da ve desteğiyle de ortaya çıkıyor. Taliban Kabil’i gerçekten ele geçirmeden önce Pakistan, Afganistan’da çalışan Hintleri küresel terörist olarak tanımlamak için Çin’den destek alırken operasyonu engelleyen Fransa olmuştu. Fransa bu nedenle Yeni Delhi için çok önemli. Dahası, Fransa, Hindistan’ın en çok aranan teröristi Masood Azhar’a ilişkin BMGK kararına destek vermiş ve Pakistan’a daha güçlü Mali Eylem Görev Gücü (FATF) yaptırımları yönünde baskı kurmuştu.

Biraz daha eskiye gidelim: Pokhran’dan sonra Hindistan’a yaptırım uygulamayan tek ülke Fransa oldu. 1998’de Yeni Delhi, nükleer test için diğer Batılı ülkelerin olumsuz müdahaleleriyle karşılaşırken Hindistan’ın Prithvi nükleer füzelerine güç veren eylemsiz navigasyon sistemlerini sağlayan Fransa’ydı.

Bugün ikili ortaklığın büyük bir kısmı savunma işbirliğine odaklanıyor. 2017’den 2021’e kadar Yeni Delhi’nin ikinci büyük savunma tedarikçisi olan Fransa, Hindistan’ın savunma kapasitesinin geliştirilmesine sürekli olarak katkıda bulunuyor. Batılı ülkeler genel olarak ileri savunma teknolojisini Yeni Delhi’ye aktarma konusunda isteksiz olmasına karşın Fransa ve Hindistan, bir savaş uçağı motoru ve Hindistan’ın gelişmiş çok amaçlı helikopterine güç verecek bir motoru ortaklaşa tasarlamaya, geliştirmeye ve üretmeye hazırlanıyor.

Macron Hindistan’a geldiğinde, etkileşimlerin odak noktası Atmanirbhar Bharat (kendi kendine yeten Hindistan) olacak. Macron’un Yeni Delhi’ye yapacağı ziyaret ile Yeni Delhi’nin uçak gemileri için Scorpene denizaltıları ve Rafale savaş uçakları satın almasına ilişkin müzakerelerin hızlanacağı umut ediliyor. Hindistan, küçük modüler nükleer reaktörlerin tedariki veya ortak araştırma ve geliştirmesi için Fransa’ya yöneliyor. Bunlar 300 megavattan az üreten nükleer reaktörler ve bu reaktörler nükleer enerjinin temeli. Bunlar aynı zamanda yeşil hidrojen projesinin de temelini oluşturuyor. Bu, Yeni Delhi için birinci öncelik.

Diğer yandan, büyük oranda savunma ağırlıklı olan ikili ortaklığın ekonomik ve ticari yönü zayıf. Yeni Delhi’nin Fransa ile ticareti, Almanya ve Hollanda gibi diğer Avrupa ülkeleriyle olan ikili alışverişlerin önemli ölçüde gerisinde kalıyor. Üstelik Fransız şirketleri ve işletmeleri Hindistan’da diğer Avrupa ülkelerine göre daha az yerleşik. Fransızların Hindistan’daki yatırımları istikrarlı bir şekilde artıyor olsa da Fransa Hindistan’daki yalnızca 11. yatırımcı konumunda.

Savunma dışında ikili ilişkilerdeki kritik bir başka yakınlaşma alanı olarak Hindistan ve Fransa’nın Hint-Pasifik konusundaki benzer görüşler öne çıkıyor. Yeni Delhi, Fransa’nın dış ilişkilerin ikili güç rekabetleri ile değil, ortak çıkar ve kaygıları paylaşan ortakların pratik ilişkileri ile belirlenmesi gerektiğine işaret eden stratejik özerklik odaklı dış politikasını memnuniyetle karşılıyor. Bu nedenle Yeni Delhi için Fransa, politika yapıcılarının Hindistan’ın diplomatik seçeneklerini çeşitlendirmesine olanak tanıyan önemli bir Batılı ortak. Başka bir deyişle Fransa, Hindistan’ın çok yönlü diplomasisini sürdürmesine olanak sağlıyor. Bunu, Hindistan’ın -Quad dışında- Fransa ile beraber Avusturalya ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi diğer güçlerle üçlü diyaloglarında görmek mümkün.

Amerika’nın aksine Fransa’nın Hint-Pasifik’e yaklaşımı, Çin’in merkezi itici güç olduğu iki kutuplu bir rekabet fikrini dayatmıyor. Fransa, büyük güç rekabeti yerine, geçici bölgesel işbirliğine odaklanan bir politikayı teşvik ediyor. Yerleşik bir Hint-Pasifik gücü olmasına karşın Fransa’nın bölgedeki diplomatik etkisini genişletme kapasitesi hâlâ Amerika ve Çin’in gerisinde kalıyor olsa da Yeni Delhi’nin Fransa ile ortaklığı, Fransa’nın “üçüncü yolu” nedeni ile yani Amerika-Çin rekabetini uzak tuttuğu ve diplomatik bir alternatif sunduğu sürece değerli.

GÖRÜŞ

Trump’ın Ukrayna’da maden hamlesindeki gizli özne: Çin

Yayınlanma

Merve Suna Özel Özcan [1]

Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemi, küresel çapta çatışmaların ve savaşların yoğunlaştığı, uluslararası sistemin istikrara ve barışa her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğu bir döneme denk gelmektedir. Bu çerçevede Trump, kendisini küresel barışı sağlayacak lider olarak konumlandırmaya çalışsa da bu rolün amacı ve sahadaki gerçeklikleri farklıdır. Bu süreçte en önemli konulardan biri, Trump’ın enerji politikalarında aldığı kararlar ve bunların uluslararası düzlemde görünmeyen yansımalarıdır. Bu yansımaların iki temel odağı, Gazze ve Ukrayna topraklarında görülmelidir. Bunun nedeni, Biden döneminde başlayan çatışma alanları olarak Gazze ve Ukrayna’nın yeraltı enerji kaynakları ve potansiyel zenginlikleri ile doğrudan bağlantılı olmasıdır. İlginçtir ki, Trump’ın seçim kampanyasına destek veren güçlü bir enerji şirketleri ağı da söz konusudur. Climate Power’ın raporunda, fosil yakıt şirketlerinin siyasi eylem komitelerine 96 milyon dolar ve Kongre’de lobi faaliyetleri için 243 milyon dolar harcadıkları belirtilmiştir. Hal böyle olunca, enerjinin sistemdeki etkinliğinin artacağı, daha bağışçılar aşamasında net bir şekilde görülmüş oldu.[2]

Öte yandan, Trump’ın Gazze politikasında da enerjiye dair noktaları görmek mümkündür. Prof. Joseph Pelzman’ın Temmuz 2024’te kendisine sunulduğu iddia edilen raporunda yer aldığı haliyle, Gazze’nin yeniden inşası bağlamında üçlü modelde turizm, tarım ve yüksek teknoloji alanlarının öne çıkması dikkat çekicidir. [3] Bu bağlamda, yüksek teknoloji olarak ele alınsa da enerji konusunun da yüksek teknolojik atılımlar içinde yer alacağı aşikardır. Bu durum, Trump’ın destekçileri ile birleştiğinde, Gazze ve Ukrayna’nın özellikle ortak bir alanını karşımıza çıkarmaktadır: yer altı zenginlikleri. Ancak, bu çalışmada Gazze’den ziyade Ukrayna odağında konuyu ele almak hedeflenmektedir. Aynı zamanda burada hızı bir beyin fırtınası da önemlidir. Çünkü an itibariyle küresel istem Rusya Ukrayna Savasında bir ateşkes sürecinden bahsetse de esasında bir yanda madenler ve elementler üzerinden paylaşım savaşları devrededir.

Trump’ın Enerji Politikası ve Çin’i Özneleştirmek

Trump’ın enerji alanında attığı adımlar, gelecekte izleyeceği politikaların öncüsü niteliğindedir. Bu kararlar, uluslararası sistemdeki dengeleri etkileyerek ABD’nin küresel enerji ve jeopolitik stratejisinde önemli değişimlere yol açacaktır. Burada dikkat edilmesi gereken konu, Trump’ın küresel sistemde ABD’nin yüksek enerji fiyatlarıyla mücadele etmesi gerektiğini ve aynı zamanda enerji konusunda kendini koruma altına alması gerektiğini savunarak, 1970’lerde yaşanan fosil yakıt kıtlığı nedeniyle Başkan Jimmy Carter döneminde ilan edilen enerji acil durumunu yeniden yürürlüğe koymasıdır.

Hatırlanacağı gibi, 1973 Petrol Krizi tüm dünyayı derinden etkiledi. Bu dönemde ABD, enerji arzında ciddi kesintilerle karşı karşıya kalırken, aynı zamanda enerjinin güçlü bir dış politika aracı olduğunu da net bir şekilde gördü. OPEC ülkelerinin uyguladığı petrol ambargosu, özellikle Batılı ülkelerin enerjiye ne derece bağımlı olduklarını ortaya koydu. Enerji fiyatları hızla yükseldi ve ekonomiler büyük bir darbe aldı; Batı ise enerji kriziyle yüzleşmek zorunda kaldı. Ancak bugün ABD’nin 1970’lerde yaşanan enerji kıtlığı gibi küresel bir sorunla karşı karşıya olmadığı gerçeğini akıllara getirse de, esasında iki kritik konu gözden kaçmaktadır. Bu durum sadece Alaska’da başlayan sondaj çalışmalarının etkileri açısından değil, aynı zamanda küresel anlamda ABD’nin elini güçlendirmek adına attığı bir adımdır. Bu etkinin ve gücün artması ise sadece fosil enerji odağında değil aynı zamanda değerli madenler odağında da düşünülmeli.

Bu bağlamda ABD, enerji alanındaki konumunu sağlamlaştırmak adına 19. yüzyılın agresif kapitalizm yaklaşımını benimseyerek hızla sondaj faaliyetlerini başlatmıştır. Bu adım, küresel sistemde enerji alanında Rusya’nın tahakkümünü kırma girişimi olarak değerlendirilebilir. Ancak tek güç yalnızca Rusya değildir. OPEC ülkeleri de dahil olmak üzere, küresel enerji jeopolitiğinde güçlü aktörler bulunmaktadır. Keza, enerji piyasaları üzerindeki etkileri de önemlidir.

Her ne kadar Trump’ın seçim kampanyasında enerji fiyatlarını yüzde 50 oranında düşürme sözü akıllara gelse de, bu durumun uluslararası piyasalarda çok gerçekçi olduğunu söylemek zordur. Ancak yine de, az da olsa piyasalarda yaşanacak bir düşüş, ABD açısından hedeflenen bir durumdur. Bunun yanı sıra, sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) politikasında da ihracat teşviği söz konusudur. Trump’ın başlattığı gümrük vergisi savaşları kapsamında, Çin’in ABD’den LNG ithalatına %15 ek vergi getirmesi, ABD açısından istenmeyen bir adım olmuştur. [4]  Ancak ABD, küresel olarak büyük LNG  ihracatçısı olsa da Çin’e çok fazla ihracat yapmamakta 2023 yılında ABD Enerji Bilgi İdaresi’ne göre, ABD’nin gerçekleştirdiği bu ihracat Çin’in toplam doğal gaz ihracatının yaklaşık %2,3’ü idi.[5] Bu durum ABD açısından özellikle de Trump açısından istenmeyen bir tablo.  Nitekim Trump sadece Çin’e değil dolaylı olarak konuya bağlantılanan AB’ye yönelik olarak da LNG satışlarında yeni bir tarifeye gidebilir. Bu açıdan Trump’ın enerji politikalarının ardında Çin’in görünmeyen ancak en kritik özne konumunda olası önemli.

Enerji ve Madende  Çin’i Geçme Hamlesi

Rusya-Ukrayna Savaşı’na bağlı olarak, Trump’ın 3 Şubat’ta yaptığı nadir toprak elementleri (NTE) ve kritik madenler (KM) açıklamaları, sistemde önemli bir adım olarak değerlendirilmektedir. Seçim döneminde bu savaşı ilk olarak “erken başlamış” ve “başka biri başkan olsaydı asla gerçekleşmeyecek bir savaş” olarak nitelendiren Trump, aynı zamanda başkan seçilmesi halinde savaşı 24 saat içinde bitireceğini dile getirmiştir. Ancak burada asıl soru şudur: Gerçekten bir başarı mı elde edilecek, yoksa dondurulmuş bir çatışma alanı mı oluşacak? Bu sorunun yanıtı, büyük ölçüde Trump’ın çıkarları doğrultusunda şekillenecektir. Çünkü Trump, savaş süreci boyunca Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy’ye karşı çok da sıcak bir tutum sergilememiştir.

Nitekim, başkanlığı sonrasında bu durumun devam ettiğini gören Zelenskiy, Ukrayna’nın yer altı kaynaklarını bir yatırım unsuru olarak müttefiklere açarken en hızlı yanıtı belki de Trump’tan aldı. Bir iş adamı mantığıyla konuya yaklaşan Trump, bilindiği üzere Ukrayna’dan 500 milyar dolar değerinde nadir toprak elementi talep ettiğini açıklamıştır. Bu rakam, ABD’nin Ukrayna’ya savaş sürecinde yaptığı yardımların bir karşılığı olarak değerlendirilmektedir.

Öte yandan her ne kadar ilk aşamada Ulusal Enerji Planı ile NTE arasında doğrudan bir bağlantı yokmuş gibi görünse de, günümüzde NTE’nin ve KM’nin hayatın her alanında kullanıldığı anlaşılmalıdır. NTE ve KM özellikle elektronik cihazlarda enerji verimliliğini artıran ve gelişmiş teknolojilerde kritik rol oynayan elementlerdir. Özellikle mıknatıs yapımında kullanılan NTE’ler, yaygın kullanılan ancak ikame malzemeleri sınırlı olan malzemelerdir. Bunun nedeni ise 17 elementten[6]   oluşan NTE’lerin “Nadir” olarak adlandırılmalarının da sebebini oluşturan doğada az bulunmalarından ziyade  son derecede dağınık olmaları  ve işlenmelerinin zor olmasıdır. [7]

Diğer taraftan ABD Jeoloji Araştırmaları Kurumu’nun açıkladığı verilere göre, nikel ve lityum gibi kritik mineraller de dahil olmak üzere, günümüzde yaklaşık 50 KM’nin stratejik açıdan büyük bir öneme sahip olduğu düşünülmektedir. [8]   Her ne kadar ilk bakışta Ulusal Enerji Planı ile NTE arasında doğrudan bir bağlantı yokmuş gibi görünse de yenilenebilir enerji, batarya teknolojileri ve elektrikli araçlar gibi sektörlerde NTE’lerin kilit bir rol oynadığı unutulmamalıdır. Cep telefonlarından savunma sanayisindeki füzelere kadar birçok kritik sektörde rol oynayan bu elementler üzerindeki küresel rekabet gün geçtikçe artmaktadır.

Ancak burada asıl dikkat edilmesi gereken nokta, KM ve NTE’lerin sadece elektronik ve sanayi alanlarında değil, aynı zamanda yeşil enerji dönüşümü için de kritik bir öneme sahip olmasıdır. Özellikle rüzgâr türbinlerinin mıknatıslarında, elektrikli araç bataryalarında, güneş panellerinde ve enerji depolama sistemlerinde bu elementlerin büyük bir rol oynadığı unutulmamalıdır. Ayrıca Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) özellikle lityum, nikel, kobalt ve grafitin enerji yoğunluğu ve bataryalar açısından son derece kritik olduğuna dikkat çeker.[9]

Peki, Ukrayna neden önemli? Bahsi geçen mineralden 22’sinin yataklarının Ukrayna’da bulunduğu görülmektedir. Dolayısıyla, Trump’ın Ukrayna hamlesi önemli bir adım olmuştur. Bölgede barışın sağlanması noktasında atılacak adımların bir pazarlık haline geleceği ise şüphesizdir.

En kritik soru şu: Trump neden bu elementlere odaklandı ve bunun enerji alanındaki etkisi nedir? Bilindiği üzere, Çin’in NTE açısından hammadde pazarındaki hakimiyeti söz konusudur. Bu durumu birkaç açıdan ele almak gerekir. NTE ve KM konusundaki durum, özellikle AB yeşil enerji geçişini yavaşlatma riskini artırmaktadır. Tedarik sıkıntıları, AB’nin Rusya’ya uyguladığı enerji yaptırımlarıyla birlikte alternatif yeşil enerji seçeneklerini riske atabilir.

Bununla birlikte, değerli madenlerin enerji depolama sistemleri için sahip olduğu önem nedeniyle, bu elementler enerji alanında daha da kritik hale gelirken özellikle AB, yeşil enerji ve enerji depolama konusunda Çin’i en büyük engel ve rakibi olarak görmektedir.

Esasında, bu durum ABD’nin LNG politikası açısından avantaj sağlayabilir. Ancak, ABD’nin de yeşil enerji kartı olduğu unutulmamalıdır. Trump yönetimi, bir yandan fosil yakıt üretimini artırarak enerji alanında küresel etkisini genişletmek isterken, diğer yandan nadir toprak elementleri üzerinden yeşil enerji stratejisinde söz sahibi olmayı da hedefleyebilir.

İkinci konu, Trump’ın Çin’e başlattığı gümrük vergisi savaşlarının aslında kendisine dönen bir bumerang etkisi yaratmasıdır. Pekin, nadir metallere yönelik ek ihracat kontrolleri uygulama kararını duyurarak, ABD Jeoloji Araştırmaları Kurumu tarafından kritik mineraller olarak görülen tungsten, tellür, bizmut, molibden ve indiyum gibi madenleri de hedef almıştır.[10] Nitekim, 2023 yılı verileri  üzerinden UEA’a göre, Çin’in sahip olduğu NTE rezervleri küresel ölçekte %87’lik bir paya sahipti.[11] Bu açıdan bakıldığında, Trump, yeşil enerji başta olmak üzere elektrikli araçlar için en kritik bileşenlerden biri olan bu elementleri Çin karşısında kontrol etmek istemektedir. Ancak, NTE’ye sahip olmak ve işlemek çevresel maliyetler doğurmaktadır. Bu elementlerin işlenmesi sırasında temiz teknolojilerin geliştirilmesi büyük önem taşısa da, yakın gelecekte bunun ne kadar mümkün olduğu tartışmalıdır. Zaten, Trump’ın enerji ve sondaj politikalarındaki çevre ve iklim konularına yaklaşımı ortadadır. Özellikle Paris İklim Anlaşması’ndan çekilmesi[12], bu politikanın en net göstergesi olmuştur.

Sonuç olarak, Trump’ın temel yaklaşımı, Ukrayna ekseninde her anlamda kazanç sağlamak olacaktır. Bu, AB’nin yeşil enerji ve enerji depolamada kritik gördüğü NTE’leri kendi tekelinde toplayarak süreci adeta bir enerji yarışına dönüştürmek anlamına gelmektedir. Bu nedenle, Trump, kendi topraklarında başlattığı agresif enerji sondajı politikalarını dış politikasında da sürdürerek, Ukrayna özelinde agresif bir NTE çıkarma stratejisine dönüştürme yolunda ilerlemektedir. Bu yaklaşım, yalnızca ABD’nin enerji alanında değil, aynı zamanda küresel madencilik sektöründe de elini güçlendirecektir. Trump yönetimi, bu politikalarla Çin’in NTE üzerindeki hakimiyetine ticaret savaşları alanında bir darbe indirme ya da en azından elini zayıflatma amacındadır. Kısacası, “Ne olursa olsun, ama Çin’e olsun” yaklaşımı burada da kendini göstermektedir.

[1] Doç. Dr. Kırıkkale üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, mervesuna@kku.edu.tr

[2] https://climatepower.us/research-polling/big-oil-spent-450-million-to-influence-trump-the-119th-congress/

[3] https://www.timesofisrael.com/the-man-with-the-plan-dc-prof-sent-trump-gaza-relocation-development-study-in-july/

[4] https://www.houstonchronicle.com/politics/article/texas-lng-trump-trade-tariffs-20146423.php

[5] https://www.ekonomigazetesi.com/ekonomi/kuresel-ekonomi/cin-enerji-ve-kritik-minerallere-nisan-aldi-55270/

[6] https://www.iisd.org/publications/brief/critical-minerals-primer?gad_source=1&gclid=CjwKCAiA8Lu9BhA8EiwAag16bxB2A0ePwBzIwqK98_03orz72TRmZMc6TkNdIiZOkhFupcTMkybsDBoCoGQQAvD_BwE

[7] https://enerji.gov.tr/infobank-naturalresources-rareearthelements

[8] https://www.reuters.com/markets/commodities/what-are-ukraines-critical-minerals-why-does-trump-want-them-2025-02-12/

[9] https://www.iea.org/reports/the-role-of-critical-minerals-in-clean-energy-transitions

[10] https://www.ekonomigazetesi.com/ekonomi/kuresel-ekonomi/cin-enerji-ve-kritik-minerallere-nisan-aldi-55270/

[11] https://www.voaturkce.com/a/dunya-temiz-enerjiye-gecis-surecinde-cin-in-nadir-toprak-elementleri-uzerindeki-egemenligini-kirma-mucadelesi-veriy%C4%B1r/7209892.html

[12] https://www.dailysabah.com/opinion/op-ed/where-will-trumps-strategy-lead-energy-security-or-global-destruction

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Hint toplumunda Hindu-Müslüman ayrışması – 2

Yayınlanma

Çeşitliliğin Birliğinden Hindu(tva) Birliğine 

Avrupalı misyonerler 16. yüzyılda Hindistan’a ilk geldiklerinde hem büyüleyici hem de şaşırtıcı bir dünyaya adım attılar. Onların gördüğü şekli ile Hinduizm, bir pagan karmaşasıydı: Kadınları diri diri yakan, tuhaf ayinler yapan ve çocukları timsahlara yediren bir halkın şeytanlara ve canavarlara tapınması. Ancak çok geçmeden Hindu “putperestliğinin” beyaz adamların stereotiplerinin izin verdiğinden çok daha karmaşık olduğu ve Hinduların din değiştirmeye pek istekli olmadığı ortaya çıktı. Ancak daha sonra Hindistan’da Avrupa’nın gücü büyümeye başladı ve sömürge yönetimi altında misyonerler yasaklayıcı bir görünüme büründü. Britanya Rajı sırasında Batılı düşünce kalıpları üstünlük kazandı ve Hindular dinlerini yeniden tasarlama konusunda baskı hissettiler. Bu hem onu ​​Hristiyan saldırılarına karşı güçlendirmek hem de yabancı yönetime direnmek içindi. Modern Hinduizm’in bugünkü şekline büyük ölçüde ilham veren de bu karşılaşmadır.

Pek çok Batılı Hindistan’ı maharajaların, yılan oynatıcılarının, kıtlığın ve hastalıkların egzotik ülkesi olarak görüyordu. Evet, Hindistan büyük ölçüde feodaldi ve bölge yüzlerce Prens, Nawab, Talukdar, Zamindar ve Jagirdar tarafından yönetiliyordu. Hindistan’ın bir “ulus” olarak fikri, İngilizler tarafından sömürgeci hırslarını sürdürmek ve İngiliz Tacı altında etkili bir şekilde yönetmek için dikkatlice inşa edildi. Ancak imparatorluk buraya ayak basmadan çok önce de bu geniş toprakların insanları bir şekilde zaten ortak bir uygarlığı paylaşıyordu ve bunda doğal ve bazen de hizipsel kimliği yatıyordu.

Ve gerçekten de Hindular bu süreçte misyonerlerin kendi araç ve stratejilerinden bazılarını altüst ederek ülkede artık oldukça egemen olan Hindu milliyetçiliğinin doğuşunu tetikledi.

“Hindistan gibi uçsuz bucaksız bir ülke, kendisinden çok daha küçük ve nüfusu çok daha az olan uzak bir ada tarafından nasıl fethedilebilirdi?”

Hint veya Hindu tarihi hakkında bu tür düşünceler Hint/(Hindu) milliyetçiliğinin gelişimini ilerletti. Çok eski zamanlardan beri bir “ulusal” Hindu-Hint kimliğinin var olduğunu varsayarak (ki olmamıştı), seçkin Hindular Hindu-Hint kimliklerini günümüzde yeniden kazanma dürtüsü hissettiler. Aslına bakılırsa, İngiliz yönetimine kadar altkıtadaki insanlar kendilerini modern anlamda Hindu (veya Müslüman) olarak görmemişlerdi. İngilizler, yer, kast ve aile soyu dahil çeşitli kimlikleri bir araya getirerek kategorize ettiler ve din yalnızca birkaç kimlikten birini sağladı. Ancak, 19. yüzyılda Britanya’nın askeri ve endüstriyel üstünlüğünün gücünden etkilenen bazı “üst kast” Hindular, dinlerini “arındırmak” ve onu Hristiyanlığa daha çok benzetmek için güçlü hareketler başlattılar. Hinduizm’i aşağı çeken eklentiler olarak gördükleri şeyleri -eşitlikçi olmayan kast sistemini ve tanrıların, mezheplerin ve uygulamaların çeşitliliğini- bir kenara atmak için harekete geçtiler ve bu reformun Hindistan’ı yeniden büyük yapacağına inandılar.

İngiliz tarih anlatıları Hindu-Müslüman düşmanlığını Hint tarihinin temel özelliği olarak tasvir ediyordu. Gerçekte, Güney Asya’daki çeşitli dinlere mensup insanlar arasında fanatik dini nefret değil, dini çoğulculuk ve hoşgörü bir normdu. Britanya yönetiminden önce seçkin çoğu Hindu ve Müslüman “Hindustan”ı yalnızca Hinduların değil, aynı zamanda Müslümanlar ve Hristiyanlar dahil “çeşitli inanan toplulukların” vatanı olarak düşünüyordu. İngiliz sömürgeciliği, Hinduların bin yıl boyunca Müslüman işgalciler tarafından kendi evlerinde boyun eğdirildiği farklı bir anlatı inşa etti. Bu, Güney Asya’nın Hindustan deneyimini Hindular ve Müslümanlar arasındaki değişmez düşmanlık iddialarına dönüştürdü.

Ancak bununla birlikte, İngiliz nüfus sayımı Hindistan’daki Hinduları ve Müslümanları homojen gruplar halinde bir araya getirdi ve aralarında dayanışmanın ve savaşçı hissin doğmasını kolaylaştırdı. 19. yüzyılın sonlarına doğru sömürgeci etkiler, “eski vatanseverlik” hisleri ile birleşerek tüm Hindistan’ı kapsayan bir Hindu milliyetinin ve daha gelişmemiş bir Müslüman milliyetinin icadına katkıda bulundu. Bu mirası kullanarak Savarkar, 1909’da tarihi bir eser olan “The Indian War of Independence of 1857” (1857 Hindistan Bağımsızlık Savaşı) kitabını yayınlayarak Hindistan siyasetine ilk kalıcı katkısını yaptı. 1857’de, kuzey ve batı Hindistan’daki çok sayıda Hint askeri ve soylu, yönetilen bir halk tarafından Britanya İmparatorluğu’na karşı yapılan en büyük silahlı ayaklanmada, solan Babür hanedanının bayrağı altında ayaklanmıştı. İngiliz tarihçiler bu savaşı, bir siyasi yapıdan çok, hoşnutsuz askerler ile sınırlı bir “Sepoy isyanı” olarak değerlendirmişlerdi.

Fransız ve Amerikan devrimlerinden ve Mazzini’nin aşırı milliyetçiliğinden ilham alan Savarkar, 1857’yi Hindistan’ın bağımsızlığı için “ilk savaş” olarak yeniden inşa etmişti. Bugün dahi 1857 Hindistan’da bu şekilde anlaşılıyor. Aslında Hint askerlerinin İngilizlere karşı ilk isyanı, kuzeydeki daha iyi bilinen 1857 İsyanı’ndan yarım yüzyıl önce 1806’da Vellore’de patlak vermişti. Nedeni, Madras Ordusu tarafından uygulanan yeni bir kıyafet yönetmeliğiydi ki bu hem kast işaretlerinin gösterilmesini yasaklıyordu ve bu da Hindu askerlerini rahatsız etmişti hem de sakal ve bıyık bırakmayı yasaklıyordu ve bu da İslam birliklerinin duygularını incitmişti. Sarıklar, domuz veya inek derisinden yapılmış şapkalarla değiştirilmiş ve yeni üniformaların önü bir haça benzetilmişti ve bu da her iki dinden askerleri rahatsız etmişti. Yeni kıyafet yönetmeliğine uymayı reddeden Sepoylar cezalandırılmış ve bu da isyancıların Vellore Kalesi’ni ele geçirip yüzlerce İngiliz askeri ve subayını öldürmesi ile yaygın bir isyana yol açmıştı. Ancak İsyan, İngilizler tarafından birkaç saat içinde bastırılmış ve günün sonunda 350’den fazla Hint yaşamını kaybetmişti.

Ancak doğrusu altkıtadaki İngiliz hakimiyeti ilk kez 1857’de sorgulandı. Siyasi ve idari kontrol beraberinde yönetimi basitleştirmek ve iyileştirmek ve yerlileri “uygarlaştırmak” için sosyokültürel ve askeri alanlardaki reformları getirmişti. Bu tür önlemler -“sati”nin (Hindistan’ın bazı kesimlerinde kocası ölen ve dul kalan kadınların kocasının naaşı ile birlikte diri diri yakılması geleneği) kaldırılması, eğitim dili olarak İngilizcenin benimsenmesi, askeri ayrıcalıklar sisteminin yeniden düzenlenmesi- saygı duyulan sosyal ve dini yapılara darbe vuruyor ve bu da yerlilerin duygularını incitiyordu. İsyandan hemen önceki dönemde bu faktörler daha belirgin hale geldi ve yaygın bir hoşnutsuzluğa yol açtı. Ancak ayaklanmanın son tetikleyicisi Enfield tüfeğinin tanıtılmasıydı. Tüfeğin mermileri ateşlenmeden önce ısırılmak zorundaydı ve Hindular ve Müslümanların duygularını incitecek şekilde inek ve domuz yağı ile yağlandığı söyleniyordu. İmparatorluk ile ilgili giderek artan hayal kırıklıkları göz önüne alınırsa, Bengal ordusu İngilizlerin onları “Hristiyanlaştırmak” için böyle sinsi yöntemler kullanacağını makul buldu. Askerlerin öfkesi kabardı. Bu arada doğrusu Bengalliler özgürlüklerine çok da düşkünlerdi. Hint Ayaklanması ve İngiliz birlikleri tarafından vahşice bastırılması dönemin basınında geniş yer bulmuştu. Hint isyancılar asılarak veya toplarla parçalanarak acımasızca cezalandırılmıştı. 1857 olayları binlerce kişinin ölümüne yol açtı ve bu sayının 800 bin ile 1 milyon arasında olduğu tahmin ediliyor. Her iki taraf da sivillere karşı vahşet ve zulüm uyguladı, ancak acı çekenlerin sayısı isyancı tarafta çok daha fazlaydı. İsyanın büyüklüğü ve ölçeği, yalnızca bu sayılar açısından değil, aynı zamanda coğrafi ve sosyal olarak yayılımı göz önüne alındığında da İsyanın kolayca unutulmayacağı açıktı.

Hinduizm’e yönelik artan eleştiri ve saldırılarla yerel kurum kendini gösterdi. Ve 1857 isyanı, rüzgarın estiği yönün çarpıcı bir tezahürüydü. Sonuçta 1857 olayları Hindistan’ın “kaderle buluşması” olmayacaktı belki ancak sonrasında haklı olarak kendilerine ait olan şey için savaşmayı öğrenen kitleler arasında bir farkındalık oluşacaktı ki ayaklanma, bir asırdan daha kısa bir süre sonra Hint ulusal kimliğinin şekillendiği ateşi besleyecek olan meydan okuma közlerini çoktan ekmişti. Çok geçmeden, ileri gelen bir evanjelik Andrew Fuller, Hindistan’da hiçbir İngiliz karşıtı çabanın mümkün olmadığını çünkü “Hinduların katı bir kütle oluşturamayan muazzam sayıda kum parçacığına benzediğini” belirtecekti. İngilizler isyanın ölçeğini küçümsemek ve onu kaotik ve plansız olarak yansıtmak için ellerinden geleni yapsalar da tarih bunun aksini gösteriyor, isyanların gerçekleştirilme düzeni sanki bir zincirleme reaksiyonun birer parçasıymış gibi gerçekleşiyordu.

Yani gerçekte 1857 Ayaklanması Hindistan’ın İngiliz hükümetine karşı ilk yaygın mücadelesiydi; coğrafi ve sosyal farklılıkları aşan çeşitli liderleri bir araya getiren popüler bir ayaklanma gibi görünüyordu: Bihar’dan Kunwar Singh, Kanpur’dan Nana Sahib, Delhi’den Babür imparatoru II. Bahadır Şah Zafar ve Jhansi’den savaşçı kraliçe Rani Lakshmibai, her biri hareketin sorumluluğunu üstlenmişti. Egemenlik mücadelesi olmasa da yerlilerin zihnine özgürlük arzusunu yerleştirdi ve paradoksal olarak Hindistan’ı İngiliz yönetimine daha çok bağlamış gibi gözükse de aslında aksine Hindistan’daki İngiliz yönetiminin temellerini sarstı. Çünkü politik olarak Hindistan’daki İngiliz yönetiminin doğası bir dönüşüm geçirdi: 1858 Hindistan Hükümeti Yasası’nın çıkarılması, Doğu Hindistan Şirketi’nin yönetim yetkilerinin İngiliz Tacı’na devredilmesini getirdi; Hindistan’daki idari politika artık “Hindistan Ofisi” adı verilen yeni hükümet dairesi ve onun başkanı, sırasıyla Hindistan Devlet Sekreteri ve Genel Vali, yeni Genel Vali unvanı altında formüle ediliyor ve uygulanıyordu. Ve Kraliçe Victoria Hindistan İmparatoriçesi unvanını almıştı. Ancak sömürge yöneticileri, Batılılaşmaya yönelik daha önceki girişimlerinden vazgeçerek reform yolunu izlediler. Dine karşı hoşgörülü bir duruş benimsediler ve Hindistan’ın üst ve yönetici kastlarından gelenleri hükümete dahil ettiler. Eski Şirket bürokrasisi esasen kalsa da tutumlar köklü bir değişime uğradı; geleneğin ve hiyerarşinin korunmasını vurgulayan yeni bir felsefe şekillendi. Bu, İsyanın nedenlerinin din ve ekonomi alanlarında yattığı inancına dayanıyordu. İngilizler, din ile ilgili olarak daha önce yerli geleneklere aşırı bir müdahale olduğuna inanıyorlardı. Ekonomi konusunda Şirket’in serbest piyasa rekabeti ortamı yaratma girişimlerinin geleneksel güç yapılarını ve sadakat bağlarını zayıflattığı, köylüleri tüccarların ve tefecilerin insafına bıraktığı düşünülüyordu. Politik olarak yöneticiler ile yönetilenler arasındaki ilişkilerin ciddiyetinin, huzursuzluğu körükleyen geniş bir uçurum yarattığı hissedildi. Bu değerlendirmelerin doğrudan bir sonucu olarak Hintler yerel düzeyde hükümete çekildiler, ancak sınırlı bir ölçekte. Bu, Kalküta, Bombay ve Madras’ta üniversitelerin açılması ile birlikte, üyeleri Hindistan Ulusal Kongresi’nin erken misyonuna çekilecek yeni bir profesyonel orta sınıf yarattı. 1885’te iki Parsi sanayici ve emekli bir İngiliz memur tarafından kurulan Kongre, günün sorunlarını tartışacak ve Hindistan vatandaşlarının kaygılarını İngiltere’deki yöneticilerinin önüne koyacak bir platform olarak başladı. 20. yüzyılın başlarında parti, bugün özgür Hindistan’ın kurucuları ve mimarları olarak bilinen şahsiyetler tarafından yönetilen özgürlük mücadelesinin ön saflarında yer alacaktı.

1857 olaylarına dair erken bir milliyetçi bakış açısı, İsyanı “Hindistan’ın İlk Bağımsızlık Savaşı” olarak adlandıran Savarkar tarafından sunuldu. Ve Savarkar, “Hindular ve Müslümanların ilk kez bu savaş sırasında şiddet yolu ile birleştiğini” savundu; O’na göre “şiddet kardeşliği” ile “İngiliz kanının dökülmesi, Hindu-Müslüman bağını güçlendirmişti.” Savarkar’ın Hindu-Müslüman tarih anlayışı kısmen memleketi Maharashtra’daki Babürlere karşı dinsel-politik düşmanlık geleneği tarafından şekillenmişti. Savarkar, Hindu krallarının 18. yüzyılda Babürleri yenerek yüzyıllarca süren “Müslüman zulmünün” intikamını aldığı için “kölelik lekesinin” silindiğini ve kendi ülkelerindeki “egemenliklerini” yeniden tesis ettikten sonra artık Müslümanlar ile dostluk kurulabildiğini yazıyordu. Ve 1857’deki “şiddet” o kadar güçlüydü ki Hindistan artık “Hinduizm ve İslam taraftarlarının birleşik ülkesi” haline gelmişti.

Bu arada, İngilizlere baş kaldırması nedeni ile 1910’da Bengal Körfezi’ndeki çok ağır koşullarda bir ceza kolonisi olan Andaman Adaları’nda ömür boyu hapis cezasına çarptırılan Savarkar, 1920’lerin başında Batı Hindistan’daki daha hafif koşulları olan bir hapishaneye nakledildi. O zamana kadar Mahatma Gandhi’nin Hindistan Ulusal Kongresi’ndeki liderliği Hindistan siyasetinde devrim yaratmıştı. Onun dindarlığı ve çileciliği, kitleleri eğitimli Hintlerin küçük bir kesimi ile sınırlı olan bağımsızlık hareketine çekti. Ancak Gandhi alışılmadık bir şekilde siyasi bağımsızlığın yanı sıra şiddet karşıtlığını, ahlaki davranışı, sosyal reformu ve Hindu-Müslüman birliğini de savunuyordu. Ayrıca milliyetçi dostlarını da sık sık üzüyordu: Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra bazı Hint Müslümanlar, İngilizleri uluslararası Müslüman dayanışmasının sembolü olan İslam Halifeliği kurumunu korumaya zorlamak için bir hareket başlattılar ve Gandhi, davada hiçbir payları olmamasına karşın Hinduları katılmaya teşvik etti.

Savarkar, Gandhi ile tanışmıştı. Hilafet hareketi Savarkar’ın Hindistan’ın yeniden Müslümanlar tarafından işgal edileceğine dair korkularını tetikledi. Bu yalnızca İslamofobi değildi. Pek çok Müslüman seçkin, Hindulara karşı avantajsız duruma düşmek korkusu ile sömürge dönemi boyunca yavaş gelişen demokratikleşmeye direndi. Kendilerini Hindistan’ın tarihi yöneticileri olarak görüyorlardı, dolayısıyla Hindistan’ın işlerinde söz sahibi olmaları yalnızca sayıları ile orantılı olamazdı. Bazı Müslüman liderler, İngilizlere karşı iddialarını ileri sürmek için pan-İslamcılık söylemini ve şiddet tehditlerini kullandılar. Hilafet hareketinden sonra Savarkar, “Hint Savaşı’nın bileşik milliyetçiliğe övgüsünün Hint Müslümanlar tarafından reddedildiğini” düşündü.

Savarkar, Hindutva’da Avrupa milliyetçilik çerçevesini (bir ulusun homojen bir topluluğa, ortak bir kültüre, uzun bir tarihe ihtiyaç duyduğunu) altkıtaya uyguladı. Batı Avrupa ülkelerinde ve Amerika Birleşik Devletleri’nde Hristiyanlık, ırk ve dil, ortak bir tarih ve kimliğin temelini oluşturuyordu (ya da milliyetçileri öyle iddia ediyordu). “Peki Hindistan için ne işe yarayabilirdi?” Çoğunluğun dini olan Hinduizm, tek bir kitap veya kilisenin birleştirici mekanizmasından yoksun olduğu için uygun görünmüyordu. Hindistan’da yaşayan Müslümanlar, Hristiyanlar, Sihler, Jainler, Budistler ve diğerleri de Hint vatandaşlığını Hinduizme bağlama çabalarına şiddetle içerliyorlardı. Hinduizm Savarkar’ın bir çatı olarak Hint kimliği arayışında “ana engeli” oluşturuyordu. Bu açmazı çözmek için dini milliyetçilerin aksine Savarkar, Hinduları sekülerleştirmeye çalıştı; ideolojisinin temeli olarak Hindu kutsal metinleri yerine, aydınlanmış siyasi düşünürün paradigmatik seküler modelini, yani “tarih disiplinini” seçti. (Böyle bir tarih anlatısı bugün Hindistan’da “WhatsApp Tarihi” olarak yaygınlaşıyor.)

Ve Savarkar, tarihe dönerek Hindistan’da doğan tüm dinlerin (Hinduizm, Sihizm, Budizm, Jainizm) takipçilerinin ortak bir soyağacına bağlı olduklarını göstermek istedi: Bu, Hindutva veya Hinduluk’tu. “Hindutva bir sözcük değil, bir tarihtir” diyordu ve Hindu kimliğinin esas olarak şiddet yolu ile oluştuğunu teorileştiriyordu. Hindutva’da, Müslümanlar ile olan uzun savaşta, “halkımız Hindular olarak kendilerinin bilincine vardı ve tarihimizde bir ulus haline geldi” diye yazmıştı. Gandhi’nin fikirlerini çürütmek için şiddetsizliği küçümsedi ve bu, Müslüman nefreti ile birlikte onun ömür boyu süren takıntısı haline geldi. Savarkar’ın yazdığı Hindutva, Hindu Sağının Komünist Manifestosu oldu. Yayınlanmasından kısa bir süre sonra, Savarkar’ın memleketinden eski bir Kongre üyesi K.B. Hedgewar, 1925’te Rashtriya Swayamsevak Sangh’ı (RSS) kurdu. Onu, beyin yıkama ve paramiliter eğitim yolu ile Hinduların karakterini dönüştürecek ve “yabancıları” yenmek için onları güçlü hale getirecek sosyokültürel bir örgüt olarak tasarladı. Hedgewar, RSS’nin doğrudan siyasetten uzak duracağını düşünüyordu. İngilizlerin tepkisini önlemek ve gelecekte bir Hindu ulusu oluşturmak amacı ile Hindu birliğini sıfırdan inşa etmek için gölgelerde faaliyet gösterecekti.

1924’te Savarkar, 13 yıl hapis yattıktan sonra serbest bırakıldı. Hala siyasi faaliyetten men edilmiş ve ev hapsinde tutulmuş olduğu için sosyal reform girişimlerini başlattı ve oyunlar, şiirler, makaleler ve tarihi eserler yazan üretken bir yazar haline geldi. Ortodoks Hinduların muhalefetine karşın Hindular arasında “ebedi çatışma” yaratan ve “ulusal bir aptallık” olan kast sisteminin “tarihin çöplüğüne atılmayı” hak ettiğini savundu. Amacı, “Hinduların siyasi birliği” gerçekleştirmesine yetecek kadar engelleri ortadan kaldırmaktı; yani hedefi kastın kendisi değil, kast ayrımcılığıydı.

Gandhi’ye karşın Savarkar hala Hinduların lideri olma çabasındaydı. Savarkar, 1937’de 54 yaşında siyasete yeniden girmesine izin verildikten sonra, Hindistan Ulusal Kongresi’nin eski bir kanadı olan ve militan bir Hindu partisi olarak ortaya çıkan Hindu Mahasabha’nın başkanlığını üstlendi. Hapishaneden uzak durma kaygısı ile İngiliz karşıtı duruşunu büyük ölçüde yumuşattı. Bunun yerine iki takıntısını hedef aldı: Gandhi ve Müslümanlar. Ancak Savarkar, edebi yazım ve polemiklerde güçlüydü ve Kongre’ye karşı ciddi bir meydan okumaya girişecek enerji ve vizyondan yoksundu. Sağlığı hapishane yaşamından sonra hiçbir zaman tam olarak iyileşmemişti ve RSS’den gelen yardım tutarsızdı. Üyeleri bazen İngilizlere karşı Kongre öncülüğündeki kampanyalara katılmış olsa da RSS bir kurum olarak bağımsızlık hareketinin büyük ölçüde dışında kaldı. RSS liderleri ve Savarkar, kısmen Gandhi’nin şiddet içermeyen politikasına ve Hindu-Müslüman birliği arayışına duydukları nefretten dolayı Kongre liderliğindeki mücadele konusunda belirsizdi.

1930’larda Müslüman Birliği, Müslümanlar için Hindistan’dan ayrı bir ulus oluşturulmasını talep etmeye başladığında, (farklı nedenler ile de olsa Gandhi ve Nehru dahil diğer Hindu politikacılar gibi) Savarkar, Müslümanlara toprak vermemek için azınlıkların dinlerini özgürce yaşayabilecekleri, herkes için eşit haklara sahip laik bir devlet çağrısında bulundu. Ancak Müslümanları Hint karşıtı faaliyetler ile suçladı; bu arada partisi sahada toplumsal kutuplaşmayı körükledi ve Müslümanlara karşı şiddet örgütledi. Gandhi’den farklı olarak Savarkar, Müslümanlar Birliği’nin lideri Muhammed Ali Jinnah ile Hindular ve Müslümanların “iki ulus” oluşturduğu konusunda hemfikirdi; ancak Hindu üstünlüğünü tesis etme takıntısı nedeni ile Pakistan’ın kurulmasına karşı çıkıyordu.

Savarkar ve diğer Hindu aşırılıkçıları, 1947’deki kanlı Bölünme’den, Hindistan’ın İngilizler tarafından denetlenen Müslüman çoğunluklu Pakistan ve Hindu çoğunluklu Hindistan olarak bölünmesinden Gandhi’yi sorumlu tuttu. Yaşlı adamın Hindistan’ı Pakistan’a borçlu olduğu parayı vermeye zorlamak için üstlendiği oruç karşısında öfkelendiler. 1948’de Savarkar’ın yardımcılarından biri olan Nathuram Godse Gandhi’ye suikast düzenledi. Savarkar’ın itibarı onarılamaz biçimde lekelenecekti. Gandhi’yi öldürmek için komplo kurduğu iddiası ile yargılandı. Hapishaneye dönme korkusu o kadar yoğundu ki mahkemede kendini Godse’den uzaklaştırdı. Savarkar beraatının ardından siyasetten çekildi ve yaşamının geri kalanını anonim olarak geçirdi…

Hint toplumunda Hindu-Müslüman ayrışması -1

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Abhazya’da seçimler ne getirecek? – 2

Yayınlanma

Yazar

Aşiret sistemi

Aşiret sistemi üzerinde özellikle durmak gerek.

Aslında Abhazya’da iç içe geçmiş üç ayrı kriz var. Birincisi, Bjaniya’nın düşmesine neden olan siyasi kriz. Bu kriz görünürde Rusya ile yatırım anlaşmasıyla ilişkili. İkincisi, bu siyasi krizi ortaya çıkaran iktisadi kriz — ve bunun en görünür yüzü enerji krizi, ne var ki arkasında ülkenin tarım ve turizm imkanlarının (başka bir imkan da yok zaten) on yıllardır geliştirilmemesi yatıyor. Ve bu hiç de Rusya ile ilişkilerin sonucu değildi — tersine bu, Rusya ile ilişkilerin bile hafifletemediği veya ancak iflastan kurtarabilecek kadar hafiflettiği bir krizdi.

Üçüncüsü ise sosyal kriz ve bu, aşiret yapısından kaynaklanıyor.

Gelenekçilik bazı durumlarda ilerici rol oynayabilir. Abhazya’da Gürcistan’a karşı mücadelede öyle olmuştu; o zaman direnişte, üyelerinin iradeleri üzerinde ordudakini andıran doğal bir örgütsel disiplini temsil eden güçlü bir sosyal organizasyon olarak aşiretler önemli rol oynamıştı. Ancak gelenekler birçok durumda gerici rol de oynarlar. Milli birliğin aşiretler üzerinde kurulması, aşiret bağlarını milli bağlardan daha güçlü kılar.

Bu sistem üstyapıdaki feodal ilişkilerin sonucudur ve bu ilişkilerin bütün temel niteliklerini az çok yansıtır, ama tamamen çarpık bir formda. Kapitalizm kişisel bağımlılık ilişkilerine yer vermez, oysa aşiretler kişisel bağımlılık ilişkilerine dayanır. Kapitalizmde ekonomi dışı zor sınırlanmıştır, ama aşiret sistemi hemen bütünüyle iktisadi egemenliğin ekonomi dışı zor yoluyla sağlanmasına dayanır. Kısmen Rus etnisitesinin yoğunluğu yüzünden Kazakistan hariç Orta Asya’daki hemen bütün eski Sovyet cumhuriyetlerinde görülür bu durum ve Özbekistan ve Türkmenistan’da neredeyse başı üstünde duran bir  monarşinin kurulmasına yol açmıştır.

Durum şaşırtıcı bir şekilde Orta Asya cumhuriyetlerini andırıyor. (Gerçi orada bu aşiret bağları hiçbir zaman ilerici dinamiklere sahip olmadı.) 2020’de Kırgızistan’daki karşıdevrim girişimini incelediğim yazımda durmuştum bunun üzerinde; şöyle demiştim: “Sosyalizm, feodal alışkanlıkları baskı altına aldı, ama ani çöküş ve kapitalizmin hızla yükselişi, bunları tekrar su yüzüne çıkarmakla kalmadı, ülkenin siyasi eliti haline de getirdi.” Aynı şey Abhazya’da da ortaya çıktı. Ankvab, Bjaniya, Hacimba, Ardzinba — her biri farklı aşiretleri temsil ediyor ve bunlar siyasi partiler gibi davranıyor, ancak arkalarındaki destek, toplumun farklı sınıf ve kesimlerini temsil eden seçmenler değil, esas itibariyle kendi aşiretleri; bu nedenle iktidar mücadeleleri aşiretler arası mücadeleler ve aşiretler arası koalisyonlar şeklinde cereyan ediyor.

Aşiret sistemiyle ilgili yakın tarihli bir örnek vereceğim; bu aynı zamanda, ülkedeki atalet ve yıkımın altında en çok bu sosyal sorunun yattığını da gösteriyor.

19 Aralık’ta Suhum’daki parlamento binasında silahlar patladı ve Vahtang Golandziya meslektaşlarını ayırmaya çalışırken başına aldığı kurşunla vurularak öldü. Çatışmanın tarafları Adgur Haraziya ve Kan Kvarçiya’ydı aslında, bu ikincisi aynı zamanda devlet başkanlığına adaylığını koymuştu ve kavga, kripto madenciliğini tamamen yasaklaması beklenen kanun tasarısı yüzünden çıkmıştı. Atışma kavgaya dönüşmüş, Haraziya silahını çekmişti; sonuçta Golandziya ölürken Kvarçiya da omzundan yaralı olarak hastaneye kaldırıldı.

Haraziya ve Kvarçiya iki önemli klanın temsilcisiydi. Çatışma, Abhazya siyasetinde klanların rolünü, siyasi ve iktisadi krizin bu sosyal temelini göstermesi açısından önem taşıyor.

Kvarçiya hakkında çokça suçlama var; cinayetten adam kaçırmaya, adam kayırmadan yolsuzluğa kadar uzanıyor bunlar. Her birinden sıyrılmayı başarmış. Bu da ülkedeki aşiret sistemi sayesinde. Dedikodulara bakılırsa kripto “madenciliğiyle” de yakından ilgili Kvarçiay.

Kasım ayındaki olaylar sırasında şiddet eylemlerinin Kvarçiya ve ekibi tarafından örgütlendiği iddiaları da var. Doğruluğunu teyit etmek imkansız bunların, aşiretler arası denge de suçun tespitine izin vermiyor zaten; ama darbeler, böyle durumlarda yeni kariyer fırsatları anlamına gelir. Sanırım Rusya açısından en tehlikeli aday, buydu; çünkü hırsı ve ilişkileri, klan sistemini temsil etmesi, söylemini milliyetçilik üzerine kurmuş olması yüzünden tamamen öngörülemezdi ve bu durum bir milli güvenlik tehdidi olarak da algılanmıştı.

Kriptonun günahı

“Muhalefetin” seçimlerdeki adaylarından Adgur Ardzinba dikat çekici bir kariyere sahip. 2015-2020 arasında başbakan yardımcısı ve ekonomi bakanı. Milli bankacılık konseyi üyesi, İktisadi Kalkınma ve Reform Konseyi koordinatörü, Rusya-Abhazya arasında hükümetler arası sosyal-iktisadi işbirliği komisyonu başkan yardımcısı ve 2020 güzünden bu yana da “muhalefetteki” Abhaz Halk Hareketi başkanı.

Abhazya’da beni en çok şaşırtan şeylerden biri, Ardzinba’nın iktidarda olmasına rağmen kendisini iktidarın günahlarından sıyırmaktaki becerisi. Stefan Zweig’in Fouché biyografisi, montanyarlardan jirondenlere, bonapartistlerden burbonculara kadar bu her devrin ve herkesin adamının benzersiz bir portresidir. Ardzinba bana onu hatırlatıyor.

Bugün herkes kripto para işinden sıyrılmaya çalışıyor. Oysa aslında her şey 2017’de Ardzinba’nın ekonomi bakanlığı sırasında başladı ve dahası, ülkeyi “madencilik” çiftliği halinde getiren furyanın ilk inisiyatifi de ondan gelmişti. 7 Ekim’de Moskova’da “Blockchain: geri dönüş yok” adlı konferansta Abhazya’nın potansiyel kripto para üretim merkezi olarak sunumu ve reklamı yapıldı. Abhazya’da o sıralar (ve kimileri tarafından bugün de) ekonomi dehası olarak sunulan Ardzinba da ekonomi bakanı sıfatıyla katılmıştı konferansa, üstelik 15 Ekim’de, Moskova/Troitsk’te kurulalı henüz 6 gün olmuş Blockchain Consulting ile 6 milyon rublelik anlaşma imzaladı; buna göre şirket, “kripto para cennetinin” kurulmasında Ardzinba’nın bakanlığına danışmanlık hizmeti verecekti. Kripto çılgınlığının bütün dünyadaki ilk günleriydi ve mesela Nova Blockchain Solutions, “Abhazya’nın kripto para dolaşımını yasallaştırarak ve ulusal sanal para Abkhazian Coin’u dolaşıma sokarak ülkenin altyapısını, özellikle de enerji sektörünü yeniden inşa etmeyi planladığını” açıklıyordu.

Ardzinba’nın bu dahice “kripto cenneti” projesi kriptocular için neredeyse hakiki bir cennet projesiydi: “madenciler” vergiden muaf tutulacaktı, elektrik düşük fiyattan verilecekti. Şu açıklama da Ardzinba’ya aitti: “Abhazya’nın kendi kripto parası bu güz piyasaya çıkabilir, hükümet bu parayı ülke ekonomisinde tam kapsamlı olarak 2018 baharında dolaşıma sokmayı planlıyor. Fırsatı kaçırırsak pişman oluruz.”

Böylece Abhazya’da ucuz elektrik ve vergi muafiyeti için “bitcoin’a hücum” devri başladı. “Çiftlikler” mantar gibi çoğaldı, ama enerji sistemi bu yükü kaldırabilecek durumda değildi, çünkü Sovyetler Birliği’nden beri ülkenin enerji sistemine bir çivi çakılmış değildi. Bunun nedeni bir tür Hollanda sendromunda yatıyordur belki de; Rusya’nın mali yardımı nasılsa akıyordu ve çivi çakmaya gerek yoktu. Ama bir başka neden de sosyal yapının klanlar üzerinde kurulması olmalı; zira klanların milli servetten aldığı pay aynı zamanda onların iktidardaki nüfuzunun da göstergesi. Öyle olunca zenginliğin gerçek kaynağı olarak emtia üretimi Rusya’ya giden kamyonlardaki mandalinanın ötesine geçmedi, turizm de aynı nedenle geliştirilmedi; bu sosyal yapıda en uygun düşecek şey, belki de gerçekten, feodal derebeylerinin ganimet seferlerini hatırlatan kripto para çılgınlığıydı. Nihayet 2018 aralık sonunda kripto üretimi “geçici olarak” yasaklandı; ertesi yılın başında ise 15 kripto “çiftliğinin” elektriği kesildi.

Kripto para madenciliğiyle “mücadele” bu tarihten sonra akla geldikçe veya elektrik kesintileri arttıkça yapılan baskınlarla tekrar tekrar gündeme geldi. Şu sayılara bakın: 2021 martında 400 “çiflik” basıldı ve kapatıldı, ama bu sırada hâlâ “çiftliklerin” elektrik ücretlerini artırarak legalize etme fikri vardı; 2023 martında “mücadele” tekrar hatırlandı ve toplam 1147 cihaza el konuldu; 2024’te ilk 11 ayda bu sayı 1097’ydi; 2024 aralığında enerji bakanı Cansuh Nanba her gün 1 milyon kilovatsaat elektrik enerjisinin yasadışı “madencilikte” kullanıldığını söylemişti. Bakanın dediğine göre, Abhazya’nın günlük ortalama elektrik tüketimi 8,5 milyon kilovatsaatti. Hükümet 2024’te enerji sistemini desteklemek için 700 milyon ruble ödenek ayırmıştı ve bunun 425 milyonu Rusya’dan elektrik alımına gidiyordu. Aralık ortasındaki elektrik krizinin ve Rusya’nın insani amaçlı elektrik vermeye başlamasının ardından bakan, günlük enerji harcamasının 7,5 milyon kilovatsaat olduğunu ve bunun 6 milyonunun Rusya’dan alındığını söyledi. 22 Aralık’ta Abhazya devlet elektrik kurumunun müdürü, yılda 350 milyon kilovatsaat elektriğin “madeniler” tarafından kullanıldığını ve bunun da elektrik açığının yarısından fazlasını oluşturduğunu açıkladı.

En azından geçen yılın ortalarına kadar yasağın çok da işlemediği anlaşılıyor. Abhazya üzerine çalışırken Suhumi’de çalışan bir sosyal medya kullanıcısının yorumuyla karşılaştım. Şöyle yazmıştı:

“Madencilikle [kripto “madenciliği” — bn.] mücadeleniz mi? Şehrin merkezinde, Dinamo stadyumunda gece sesleri yükselen cihazlar var! Siz de bilmiyormuş gibi yapıyorsunuz!”

Demek ki, bu işin sorumlusu herkes; ama en çok Ardzinba. Bunda da aşiretler arası ilişkiler ve bu ballı görünen çörekten pay almak için kurulan koalisyonlar etkili olmalı.

Neticede para, öyle kabul edildiği için paradır. Eğer tuvalet kâğıdı üretimi üzerinde kontrol sağlarsanız ve insanlara onu para olarak kabul ettirebilecek gücünüz varsa pekâlâ tuvalet kâğıdı da para olabilir. Para itibari bir şeydir; onun ödeme ve dolaşım aracı, bütün malların eşdeğeri olarak kabul edilmesi için devlet iradesi gerekir. Kripto para ham haliyle diğer para birimlerinden farklı olarak bir değer birikimini de (elektrik enerjisi) ifade ediyor; ancak evrensel eşdeğer niteliği zayıf ve bu nedenle son derece spekülatif. Böyle bir para birimi, diyelim ki, başka para birimlerine kolaylıkla ve hızla çevrilebileceği yerlerde ödeme aracı olarak kullanılabilir. Ama bunun için bütün paralar için gerekli olan önşart sağlanmış olmalıdır: onun eşdeğer olarak kullanılabileceği mallar bulunmalıdır. Eğer hâlâ kaldıysa, ilkel kabilelerin yaşadığı bir adada karaya vuran ve içinde, diyelim ki, 1 milyar dolar, bin ton altın, birkaç yüz milyon avro, yüzbinlerce sikke kripto para, her tür değerli maden bulunan bir gemi hiçbir anlam ifade etmez, çünkü bütün bu “paraların” eşdeğeri olacak mal yoktur.

Abhazya’da durum tam da buydu. Bütün geliri mandalina, Rusya’dan gelen yazlıkçılar ve Rusya’nın bütçe hibelerinden ibaret olan bir ülkede dünyanın bütün altınları da toplansa servete yol açmaz; hatta tam tersine, en iyi durumda, Amerikan altınının İspanyol imparatorluğu üzerindeki yıkıcı etkisini yaratır. Yurtdışına (özellikle de yaptırımlardan sonra esas itibariyle Türkiye’ye) çıkma imkânı olanlar için “madencilik” gayet kârlı, çünkü ülkede bulunmayan mala orada sahip olabilir veya ister kripto olarak ister başka paralara çevirerek istif edebilir; bu durumda istif, eşdeğeri olduğu için servet birikimi anlamına gelir. Ama bunun ülkeye hiçbir yararı olmaz, bu ülke için sadece zaten yıkımın eşiğinde olan enerji sisteminin gerçek bir iflasına ve diğer sorunların katmerlenmesine yol açar.

Yatırım anlaşmasının geleceği

Geçen ayın sonunda Abhazya’yı bir Kremlin heyeti ziyaret etti. Heyetin başında Rusya başkanlık idaresi birinci başkan yardımcısı Sergey Kiriyenko vardı. Önemli bu, zira Kremlin’in Abhazya işlerini mesela Krasnodar valiliğine veya herhangi bir bakan yardımcısına değil doğrudan Putin’e bağlı Kiriyenko’ya tevdi ettiği anlaşılıyor. Görüşmelerde üç ekonomik proje gündeme geldi: kuzeyde “Adler” sınır kontrol kapısının modernizasyonu, Sohum havaalanının 1 Mayıs’a kadar işletmeye açılması ve turizm imkanlarının artırılması. İlk ikisi de bununla ilgili aslında, dolayısıyla bu konuda bir “reset” yapılması planlanıyor. Ayrıca çok sayıda insani nitelikli proje buna eklenmiş.

Ne var ki bence (bu ziyaretle ilişkili olsa bile) daha önemlisi, yatırım anlaşmasının geleceğine dair Rusya başbakan yardımcısı Novak’ın açıklamasıydı. Gunba geçen gün Rusya Maliye bakanı Siluanov ile görüştü ve Abhazya devletinin maaş ödemeleri için Rusya’nın 343 milyon ruble hibe edeceğini açıkladı. Rusya başbakan yardımcısı Novak da yatırım anlaşmasının karşılıklı gözden geçirileceğini söyledi. Buna göre “Abhazya halkının ve iş dünyasının menfaatlerini dengelemek gerek”. Novak anlaşmanın eski halinde kalmayacağını özellikle vurguladı.

Böylece, öyle görünüyor ki, yeni anlaşma Rusya’dan büyük şirketlerin yatırımlarında denetim ve ortaklık şartı getirecek. Bu, turizmin devlet denetimi altında, kontrollü ve özel şirketlerin yırtıcılığını engelleyecek şekilde geliştirilmesini sağlayabilir. Anketlere bakılırsa küçük bir ihtimalle ilk turda, büyük bir ihtimalle ikinci turda Gunma seçimleri kazanacak; eğer başlıca vaatlerini (kripto işine tamamen son verilmesi ve aşiret sisteminin tedricen geriletilmesi) yerine getirirse ülke gerçekten de istikrar kazanabilir.

Abhazya’da seçimler ne getirecek? – 1

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English