GÖRÜŞ
Uluslararası Adalet Divanı ve ‘soykırım’ ile ‘ateşkes’ arasında sıkışan Batı
Yayınlanma
Yazar
Ceyda KaranGüney Afrika Cumhuriyeti’nin İsrail’e Gazze Şeridi’ndeki askeri eylemleri nedeniyle açtığı ‘soykırım’ davası, beklendiği gibi tüm dünyada yankı yarattı. BM’nin en üst yargı organı olan Uluslararası Adalet Divanı’nın 1948 tarihli Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına ilişkin BM Sözleşmesi bağlamında açılan davada aldığı ön karar, uluslararası hukuk uzmanları dahil herkesi siyasi pozisyonlarına göre bölmüş görünüyor. Karar 1945’te tesis edilmiş uluslararası ilişkiler sistemi ve siyasi gelişmeler bakımından önemli.
Öncelikle Güney Afrika’nın Divan’a 23 Aralık’ta başvurduğu düşünüldüğünde, ön kararın hızla çıkması, Gazze’de alarm verici insani durum düşünüldüğünde önemli. Elbette davalı devlet ve tarih bağlamı da manidar. Davalı, Holocaust kurbanlarının mirasçılarının temsilcisi olarak İsrail devleti. Ve Divan ön kararını 26 Ocak’ta, Auschwitz-Birkenau’nun kurtarılışının yıldönümü vesilesiyle Nazi zulmünün 6 milyon Yahudi ve milyonlarca diğer kurbanını anmak için belirlenmiş olan 27 Ocak Uluslararası Holokaust Anma Günü’nden hemen önce verdi.
Uluslararası Adalet Divanı, BM’nin en üst yargı organı ve devletler arası uyuşmazlıkları karara bağlayan hakem niteliğinde. Bu anlamda Batı jeopolitiği uyarınca siyasi saiklerle ‘bireysel’ davalarla ilgili hüküm veren ve Roma statüsüne göre oluşturulmuş Uluslararası Ceza Mahkemesi’nden farklı.
Divan, Müslüman Kardeşler’in Filistin kolu Hamas öncülüğünde Filistinli güçlerin 7 Ekim’de İsrail’in BM tarafından tanınan sınırlarına yaptığı baskın ve ardından İsrail’in ağır insani krize yol açan misillemesinin yarattığı sonuçları ele almak gibi zorlu bir sorumlulukla karşı karşıya.
Öncelikle belirtmeli ki, Uluslararası Adalet Divanı’nın ön kararında; ‘İsrail’in soykırımının ispatlandığı’ iddiası doğru değil. Divan, bu davada ‘yargı yetkisi’ bulunduğuna hükmederek İsrail’in savunmasını kabul etmeyerek onu zor duruma düşürecek bir karar verdi. Esasen ‘Soykırım Sözleşmesi’ni ihlali iddialarının tartışılması için ‘makul nedenler’ bulunduğuna hükmetti. Ve bağlayıcı tedbir kararları açıklayarak, gecikme halinde ‘geri dönülemez’ zarar ortaya çıkacağını belirtti. Bu bağlamda hukuken ‘prima facie case; yani ilk incelemede, yasal bir iddianın yargılama veya davaya devam etmek için yeterli kanıt bulunduğu hükmü mevzu bahis. Dava uzun yıllar sürebilir. Ne ki, Divan’ın İsrail’i uymaya zorladığı ihtiyadi tedbirler bakımından siyasi sonuçlar doğurma potansiyeli taşıyor.
29 sayfalık yazılı kararda yer alan tedbirler özetle:
– İsrail devleti Soykırım Sözleşmesi kapsamındaki yükümlülüklerine uygun olarak Gazze’deki Filistinlilere yönelik Sözleşme’nin 2. maddesindeki fiillerin meydana gelmesini önlemek zorunda. – (a) grup üyelerinin öldürülmesi; (b) grup üyelerine ciddi bedensel veya zihinsel zarar verilmesi; (c) grubun tamamen veya kısmen fiziksel olarak yok olmasına yol açacak yaşam koşullarının kasten uygulanması; ve (d) grup içinde doğumları önlemeye yönelik tedbirlerin alınması.-
– İsrail, Soykırım Sözleşmesi’nin 3. maddesi uyarınca Soykırım’a aleni kışkırtmaları önlemek ve cezalandırmak için gücü dahilindeki tüm önlemleri almak zorunda.
– İsrail, insani yardımın önlenmeden geçmesini sağlamak zorunda.
– İsrail, Soykırım Sözleşmesi’nin II. ve III. maddeleri kapsamındaki eylemlere ilişkin iddialarla ilgili delillerin yok olmasını önlemek zorunda.
– İsrail bu tedbirleri aldığını Mahkeme’ye raporlamak zorunda.
Divan, Filistinlilerin ‘ayrı bir ulusal, etnik, ırksal veya dini grup’ tanımından hareketle Soykırım Sözleşmesi’nin II. maddesi anlamında ‘korunan bir grup’ olduğunu belirtiyor. Kararda, Hamas’ın elindeki İsrailli rehinelere atıf yapılması da önemli. (https://icj-cij.org/sites/default/files/case-related/192/192-20240126-ord-01-00-en.pdf )
ATEŞKES ÇAĞRISI MESELESİ
Özellikle Batı medyası Divan’ın ön kararında ateşkesin yer almamasını İsrail adına ‘olumlu’ yorumluyor. Uluslararası hukuk uzmanları ise Divan’ın zaten doğrudan böyle bir çağrı yapamayacağını belirtiyorlar. Divan yasal anlamda İsrail’in bir devlet olarak ‘kendini müdafaa hakkını’ tanımak durumundayken, kısa süreli bir gözden geçirme ve iki günlük oturumun ardından hükmünün ‘ağırlığını’ azaltmayan bir hüküm vermiş görünüyor. Divan’ın açıkladığı tedbir kararlarıyla dolaylı yoldan ‘savaşı bugünkü haliyle durdurma’ anlamına gelebilecek bir tavır aldığı yorumu yapılabilir.
Uluslararası kamuoyunda algılandığının aksine Divan, İsrail hakkında ortaya konan iddiaların tartışılabilir bir davaya tekabül ettiğini söylüyor ve ‘soykırıma’ denk düşebilecek eylemlere karşı önleyici güçlü talimatlar veriyor. İsrail’i bir devlet olarak talimatına nasıl uyduğunu rapor etmeye zorluyor.
İSRAİLLİ YETKİLİLERİN VAHİM SÖYLEMLERİ
Doğrusu İsrailli yetkililerin söylemlerinin kendilerine hiç yardımcı olmadığı ortada. Divan İsrailli yetkilinin sert açıklamalarını not aldığını belirtiyor. Örneğin İsrail Savunma bakanı Yoav Gallant’ın 9 Ekim 2023’te ‘Gazze’nin tamamen kuşatılması emrini vererek ‘elektrik, gıda ve yakıt yok’ sözlerine atıf yapıyor. Yine “Tüm kısıtlamaları kaldırdım. Neye karşı savaştığımızı gördünüz. Biz insan hayvanlarla savaşıyoruz” gibi cümleleri yer alıyor. Cumhurbaşkanı İzak Herzog’un “Orada sorumlu olan bütün bir ulustur” sözlerine atıf yapılıyor.
Açıkçası Netanyahu’nun dinsel içerikli ‘Amalek’ atıflarıyla birleştiğinde İsrailli yetkililerin bu tür söylemleri, Gazze’de yarısından fazlası çocuk ve kadınlardan oluşan can kayıpları eşliğinde ‘savaş suçları, toplu cezalandırma ve orantısız güç kullanımı’ gibi olguların ötesinde ‘soykırım niyetine’ yorulma potansiyeli barındırıyor.
TEPKİLER, BATI EMPERYALİZMİ VE KÜRESEL GÜNEY
Güney Afrika Devlet Başkanı Cyril Ramaphosa, mahkeme kararının kendileri için ‘zafer’ olduğunu söyledi. Çünkü mahkeme Güney Afrika’nın açtığı davayı kabul etmiş oldu. Üstelik 15’e 2’lik bir çoğunluk söz konusu.
İsrail’e 254 milyon dolarlık silah göndermiş olan ve ‘soykırıma ortak olmakla’ itham edilen ABD yönetimi açısından durum çok sıkıntılı. ABD yönetimi şimdiden İsrail’i korumaktan vazgeçmeyeceğinin işaretlerini veriyor. ABD Dışişleri, İsrail’in verdiği bilgiler uyarınca BM Mültecilere Yardım Ajansı (UNRWA) çalışanlarının İsrail’e yönelik saldırılara karışmış olma ihtimaline dayanarak fonlarını askıya aldı. UNRWA bu konudaki raporlar üzerine gerçekten de personelini işten çıkarmış durumda.
BUNDAN SONRA NELER OLABİLİR?
Uluslararası Adalet Divanı kararları bağlayıcı ancak Divan tek başına kararını uygulatma gücüne sahip değil. Bunun için barışı koruma yükümlülüğü bulunan BM Güvenlik Konseyi’nin zorlayıcı kararına ihtiyaç var. Ve İsrail’in ‘zamana oynamak’, ‘tedbirlerin bir kısmını uygulamak’ gibi adımlar atması beklenebilir.
Nitekim Netanyahu, “Ülkemizi savunmaya ve halkımızı korumaya devam etme yönündeki kutsal taahhüdümüz sarsılmazdır” derken, Divan’ın ön kararını “İsrail’in temel hakkını inkar etmeye yönelik alçakça girişim” diye nitelendirdi. Bu kez söylemine kısmen dikkat ederek “Savaşımız Hamas teröristlerine karşıdır, Filistinli sivillere karşı değil” sözleri dikkat çekici oldu. Savunma Bakanı Gallant ise “İsrail Devleti’nin Gazze’deki sivil halk ile terörizmi birbirinden ayırmak için ahlaki vaazlara ihtiyacı yoktur” diyerek daha önce ihtiyaç duyulmayan vurgular yapması da not edilmeli.
Peki İsrail Divan’ın kararına göz göre göre uymazsa neler olabilir?
Güney Afrika Cumhuriyeti konuyu BM Güvenlik Konseyi’ne ateşkes talebiyle taşıyabilir. ABD’nin olası Konsey kararını veto edeceğini söylemek kehanet olmaz. Bu durumda Güney Afrika Cumhuriyeti’nin BM Genel Kuruluna yönelerek Barış için Birleşme 377 kararı uyarınca adımlar atabileceği belirtiliyor. Şöyle ki;
X İsrail’in Divan kararına uyana kadar BM üyeliğinin askıya alınması,
X Filistin devletinin gözlemci statüsü yerine BM’nin oy hakkı bulunan tam üyeliğinin kabul edilmesi,
X İsrailli yetkilileri (Netanyahu, Gallant, Gantz, Halevi vs) yargılamak üzere UCM’de özel mahkeme kurularak dava açılmasının talep edilmesi,
X BM’nin ekonomik yaptırımlarının zorlanması.
Hepsi Batı hegemonyası açısından sıkıntılı bir görüntü sunuyor. Geçen hafta BM Güvenlik Konseyi’nde 60 ülkenin katıldığı Gazze oturumu yapıldı. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un bizzat New York’a giderek katıldığı bu toplantıda ABD ve İsrail’in Avrupalı müttefikleri dahil bütün ülkeler ‘ateşkes çağrılarında’ bulundular. Sadece üç ülke aksi tavır aldı: İsrail, ABD ve Britanya. Bu da BM nezdindeki ‘tecrit halinin’ tezahürü olarak yorumlanabilir.
Esasen 7 Ekim sonrasında bizzat Başkan Biden’ın Ortadoğu’ya yaptığı ve fiyaskoya dönen diplomatik turu ile Arap müttefikleri nezdinde Gazze’den tehcir’in planlayıcılığına soyunduğu düşünüldüğünde, ABD yönetiminin pozisyonu sıkıntılı. Biden’ın Netanyahu’yu her koşulda destekleme söylemleri de ‘açık çek’ olarak algılanmakta.
Yine Nazilerin mezalimini omuzlarında taşıyan Almanya’nın Divan’da kendini ‘taraf’ kılması çarpıcı. Avrupa içinde daha şimdiden beliren siyasi pozisyon farklılıkları ve dava sürecinde Almanya’nın düşebileceği durum da parlak görünmüyor.
Her şeye rağmen Uluslararası Adalet Divanı’nın ‘adaleti sağlamak’ bakımından sonuçlar üreteceğini beklemek naif kaçar. Davanın Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne (UCM) taşınması halinde de böyle bir beklenti gerçekçi değil. İronik olarak UCM; geçen sene ‘savaş alanından çocukların kurtarılması’ – ailelerinin Moskova’ya giderek onlara kavuşabildiği bir ortamda- bağlamında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin hakkında son derece tartışmalı bir tutuklama kararı çıkarabilmişti. Esasen Filistin’in 2005’ten bu yana UCM’deki başvurularının hali mahkemenin ‘adaletle’ ilişkisini sorgulatacak cinsten.
Ne ki, Uluslararası Adalet Divanı’nın tutumu, Batı hegemonyası açısından siyasi sonuçlar üretme potansiyeli taşıyor. Batı’nın kendi belirleyiciliğindeki uluslararası kurumlarda zorlanmasının ifadesi. Batı’nın kendinden menkul ‘kurallara dayalı düzen’ temasına uluslararası öfkeyi artıracak cinsten.
Verili uluslararası sistemde uygulanabilirliğinden bağımsız olarak dünyada Filistin sorununun çözümü için ‘iki devletlilik’ konsensüsünün oluştuğu bir ortamda, gelişmeler tartışmaları derinleştirecek. 20’inci yüzyılın ‘kendi kaderini tayin hakkı’ mefhumunu jeopolitik çıkarları uyarınca aygıta çevirmeyi başarmış olan Batı’nın siyaseten ‘soykırım’ ile ‘ateşkes’ arasında sıkıştığı bir görüntü belirmekte.
Tüm bunlara rağmen, ABD ve AB içerisinde egemen neocon ideolojik yapının İsrail’e Divan kararlarını uygulama baskısı yerine Ortadoğu’daki çatışmayı bölgesel düzeyde daha da genişletmek fırsatını değerlendireceğini beklemek için her türlü sebep mevcut.
İlginizi Çekebilir
-
Trudeau: Trump’ın ‘51. eyalet’ yorumları dikkat dağıtmak için
-
Hamas, Muhammed Sinvar liderliğinde küllerinden doğuyor
-
FT: Çin olası Tayvan saldırısı için yeni mobil iskeleler inşa ediyor
-
Çin ve Hindistan’a Rus petrolü tedarikini engellemek için daha sert ABD yaptırımları
-
BSW ilk federal seçimine hazırlanıyor: Konferansta AfD’ye sert eleştiriler
-
Musk ve Zuckerberg, AB dijital kurallarından memnun değil
Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) seçilmiş başkanı Donald Trump, ikinci dönemini endişeyle bekleyen dünya için eteklerinde bolca sürprizle gelecek gibi gözüküyor. Zira, Panama, Grönland ve hatta Kanada konusundaki çıkışlarını sadece Trump’ın patavatsızlığı olarak değerlendirmemek gerekir. Israrla bu konuları gündemde tutmasına bakılırsa ABD yeni dönemde alıştığımızın dışında bir strateji izleme yolunda.
ABD’nin emperyalist yaklaşımı, tarihsel olarak Avrupa tarzı emperyalizmden farklı bir çizgide ilerledi. Batı Avrupa ülkeleri, sınırlı topraklara ve kaynaklara sahip oldukları için, sömürgecilik döneminde ekonomik kazanç elde etmek amacıyla genişlemeye yöneldi. Başta İngiltere ve Fransa gibi ülkeler, dünyanın çeşitli bölgelerinde toprak işgal ederek ekonomik değer merkezlerini kontrol altına almayı hedefledi.
ABD’nin geniş kıtasal toprakları ve zengin doğal kaynakları, bu tür bir motivasyonu büyük ölçüde gereksiz kıldı. ABD, kendi sınırları içinde endüstriyel devrimini gerçekleştirdiğinde hala devasa ve zengin kaynaklarla dolu bir kıtayı işliyordu. Bugün ise dünyanın en üretken hizmet ekonomilerinden birine sahip olan ABD için, ekonomik kazanç amacıyla toprak işgal etmek çoğu zaman en mantıklı strateji değil.
Bu yüzden Amerikan tarzı emperyalizm ekonomik değil, güvenlik odaklıdır. ABD için önemli olan büyük topraklar üzerinde hakimiyet kurmak değil ama (özellikle deniz) ticaret yollarına hükmetmek ve başta enerji olmak üzere olası rakiplerinin kritik kaynaklara ulaşımını sınırlandırmaktır.
Dolayısıyla ABD, büyük toprak parçalarını işgal etmek yerine, stratejik öneme sahip küçük ve savunması kolay bölgelerle ilgilenir. Bu bölgelerin düşük nüfuslu olması, güvenlik riski yaratmaması ve ABD’nin rakiplerinin stratejik fırsatlarını sınırlaması esastır. Bu yaklaşım, ülkenin güvenlik çıkarlarını maksimize ederken idari yükü minimize etmeyi amaçlar. Bu perspektiften bakıldığında, ABD’nin ilgisini çekebilecek bölgelerin sayısı sınırlıdır.
ABD’nin Stratejik Öncelikleri
Amerika Birleşik Devletleri, Pasifik’te stratejik önem taşıyan birçok bölgeyi hâlihazırda kontrol etmekte. Kuzey Mariana Adaları, Guam ve Amerikan Samoası gibi bölgeler, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sırasında ve 1800’lerin emperyalizm çağında kazandığı topraklar. Bu alanlar, ABD’nin hem kendi güvenliğini sağlaması hem de Asya-Pasifik bölgesindeki askeri üsler ve deniz rotaları açısından kritik öneme sahip.
Eğer ABD, güvenlik çıkarlarını Afrika’ya genişletmek isterse, Sao Tome ve Principe gibi küçük ada devletleri, ABD’nin ilgisini çekebilecek stratejik noktalar. Afrika’da Sao Tome, 200.000 kişilik nüfusu ve stratejik konumu ile stratejik olarak Batı Afrika’nın tamamına erişim imkânı sunuyor. Bu bölge, Güney Afrika’dan Senegal’e kadar geniş bir coğrafyada ABD’ye askeri üstünlük sağlayabilir.
Benzer şekilde, Sokotra gibi Yemen’e ait adalar da dikkat çekici. Sokotra, Hint Okyanusu, Kızıldeniz ve Afrika’nın doğu kıyısına erişim sağlamak açısından stratejik bir konuma sahip. Ancak bu adaların ele geçirilmesi, ABD’nin Afrika’ya yönelik uzun vadeli stratejik bir taahhütte bulunmasını gerektirir ki bu şimdiye kadar herhangi bir Amerikan hükümetinin benimsemediği bir stratejidir.
Yeni Ticaret Rotaları
Trump’ın başkanlık koltuğuna oturmadan önce gündeme getirdiği Panama ve Grönland gibi bölgeler ise ABD’ye ciddi yönetim ve altyapı yükü getirebilir.
Örneğin, Panama Kanalı stratejik bir öneme sahip olsa da, Panama’nın büyük nüfusu ve sosyal sorunları, ABD için yönetimsel bir yük oluşturabilir. 4 milyonu aşkın nüfusu ve uyuşturucu kaçakçılığı sorunları, ABD’nin bu bölgeyi doğrudan kontrol etmesini zorlaştırır. Zaten mevcut durumda ABD’nin, Panama Kanalı üzerinde tam geçiş hakkına ve askeri önceliğe sahip olması doğrudan işgali gereksiz kılıyor.
Grönland ise Kuzey Kutbunun yükselen stratejik önemi nedeniyle daha ön planda. Özellikle buzulların erimesiyle ortaya çıkan yeni ticaret yollarında söz sahibi olmak burada varlık göstermeyi gerektiriyor. Düşük nüfusuna rağmen devasa bir toprak parçasına sahip olduğu ve zorlu yaşam koşulları nedeniyle Grönland’ın tam kontrolü yüksek bir maliyet gerektiriyor. Ayrıca, Grönland’ın mevcut yöneticisi olan Danimarka, ABD ile güçlü bir müttefiklik ilişkisi sürdürüyor ve ABD’nin Grönland üzerindeki güvenlik taleplerini karşılıyor. Grönland’ın ABD’ye bağlanması, Danimarka ile yakın ilişkilerine zarar verebilir ve Amerikan politikasında gereksiz bir yük oluşturabilir, ittifaklarını sorgulanabilir hale getirebilir. Fakat ilginçtir ki, Trump işbirliği yerine Grönland’i ABD hakimiyetinde görmek istiyor ve bunu ekonomik gerekçelere dayandırıyor.
Amerikan Stratejisinin Geleceği
ABD’nin mevcut güvenlik stratejisi, dolaylı kontrol mekanizmalarına dayanıyor. Doğrudan toprak kontrolü yerine, müttefik ülkelerle iş birliği yaparak stratejik bölgelerde etkisini sürdürerek hem maliyetleri düşürüyor hem de yerel halkların tepkisini minimize etmeye çalışıyor. ABD’nin toprak işgaline dayalı bir genişleme stratejisi benimsemesi birçok riski beraber getirecektir. Umuyoruz, Trump ile cesur yeni bir dünya için kemerleri bağlamış ve ülkemiz için oluşacak risk ve fırsatları belirlemişizdir.
GÖRÜŞ
Yazı dizisi: Rusya ekonomisinin dönüşümü – 1
Yayınlanma
1 gün önce12/01/2025
Yazar
Hazal YalınRusya: ekonomi, sorunlar, istikrar halkaları, çözüm arayışları – 1
Bu uzun yazı, Rusya ekonomisinde özellikle 2022 sonrası yaşanan dönüşümü, mevcut sorunları ele alıyor ve geleceğe yönelik bazı tahminleri içeriyor. Bu karmaşık konuda bütün eksiksiz bir tablo sunmak mümkün değil; ancak gene de okur, az çok belirgin bir fikir edinecektir.
Ancak yazının ciddi bir eksiği var: son derece önemli üç başlığı kapsamı dışında tutuyor.
İlki, savunma sanayisinin sivil sanayiye ve genel olarak ekonomiye etkisidir. Anlaşılabilir nedenlerle istatistiklerde bu kalemler görünmüyor ve mevcut durum daha karamsar yansıyor. Bu özellikle incelenmesi gereken konuyu ele almak için sanırım birkaç yıl daha geçmesi gerekecek. Ancak mevcut durumun Sovyet savunma sanayisinin itici rolünü hatırlattığını belirtmek gerek.
İkinci olarak, bu yazı son iki yıldır artan deprivatizasyon (özelleştirmelerin geri alınması; millileştirme) meselesini de kapsamı dışında tutuyor. Bu mesele, hemen hepsi servetini özelleştirmeler döneminde yapılan yolsuzluklarla ele geçirmiş olan büyük burjuvazinin kafasının üstünde sallanan kılıç olması itibariyle bir siyasi tehdit olmaktan başka gerçekten de şimdi artık trilyon rublelerle ölçülen servetlerin hazineye geri dönmesine yol açtı, dolayısıyla ciddi bir iktisadi etkisi var. Bu görünmeyen etki de hesaba katıldığında istatistiklerdeki kasvet biraz daha hafifleyebilir.
Üçüncü olarak, yazı her ne kadar alabildiğine kalın çizgilerle Kremlin önderliği etrafında kitle konsolidasyonunun sağlanması açısından sosyal politikaların önemine dikkat çekmiş olsa da hem bunun iktisadi anlamını, hem de siyasi zor ve kararlılığı çerçevesi dışında bırakıyor. Ancak bu durum, siyasetle daha yakından ilgili olduğu ölçüde, yazıda da değineceğim gibi, yeni tip bonapartizm üzerine kavramsal-teorik bir çalışmayı gerektiriyor.
Enflasyon üzerinde etkili olan faktörler
TsMAKP (Makroekonomik Analiz ve Kısa Vadeli Tahmin Merkezi) hesaplamalarına göre 2023’te (pazar-dışı olanlar hariç) orta ve büyük çaplı işletmelerde maliyetin yüzde 1,9’unu faiz ödemeleri, 3,4’ünü kiralar ve 17,1’ini ücret ödemeleri oluşturuyordu. Çarpan etkisiyle birlikte hesaplandığında şu ortaya çıktı: 2024’te faizlerin fiyat artışlarına etkisi en az 4,5-5,5 puan olduğu halde ücret ödemeleri en çok 3,5-4,5 puan etki etmişti.
Bütün merkez bankaları gibi Rusya MB da faizleri gerçekte “talep enflasyonunu” baskılamak için kullanılıyor. Bu da ücretlerin düşürülmesinin kibar adı. Oysa Glazyev’in 19 Aralık’ta Bilimler Akademisi’ndeki tebliğinde işaret ettiği son araştırmalar, politika faizindeki her 1 puanlık artışın talep enflasyonunu 0,2 puan düşürürken maliyet enflasyonunu 0,24 puan yükselttiğini gösteriyor. Başka deyişle, 2022 öncesine dönmek mümkün olsaydı bile bu para-kredi siyasetinin net etkisi enflasyonun artması yönünde olacaktı.
Bu durum iki temel noktayı gösteriyor. Birincisi, faiz oranları yatırımı sınırladığı ölçüde maliyet ve dolayısıyla fiyat artışlarına neden oluyor, dolayısıyla faizler enflasyona doğrudan etki ediyor ve bu etki, ücret artışlarının yarattığı etkiden çok daha fazla. İkinci nokta ise ilk önermenin tersten ifadesi: ücret artışları maliyet artışına sanıldığından çok daha az etki ediyor; üstelik alım gücünün artmasıyla birlikte kâr oranı korunsa bile sınai genişlemeye yol açıyor.
MB politika faizini esasen enflasyonla ilişkilendiriyor. Neoliberal dogmatizme göre faiz oranları enflasyon üzerinde etki eder. Oysa Grafik 1, bu ikisi arasında daha önce değil nedensellik herhangi bir korelasyon olsun var idiyse bile bunun son derece dönemsel ve varlığının da spekülatif olduğunu, dahası en azından 2023 başından beri faiz artışının belirgin bir şekilde enflasyonu durdurucu etki göstermediğini ortaya koyuyor.
Glazyev’in Bilimler Akademisi’ndeki son sunumuna bakılırsa TÜFE artışının yüzde 60’ı taşımacılık ve enerji alanındaki maliyet enflasyonundan kaynaklanıyor. 2022-2024 arasında nakliye fiyatları yüzde 20, enerji fiyatları yüzde 12 arttı. Bu durum esas itibariyle nüfusun en yoksul kesimleri için hissedilir enflasyonu artırıyor. Özellikle Gazprombank’a getirilen yaptırımlarla birlikte dolar kurundaki ani fırlayış enflasyonu tetikliyor (birazdan buna geri döneceğim).
Enflasyona etki eden bir başka faktör ise MB’nın yarattığı kısır döngü: enflasyonu düşürmek adına faiz oranları arttıkça kredi faizi masrafları doğrudan emtia fiyatlarına yansıyor. Ve bu enflasyon, her zaman ve her yerde olduğu gibi, en yoksulların tüketici sepetinin fiyatını artırarak (başta emeklilerin) reel gelirinde düşüşe neden oluyor. Bunlar kritik sorunlar, ne var ki en kritik sorun, sermaye verimliliğinin faiz oranlarının altında kalması. Bu nedenle daha kolay kredi bulan şirketler taze parayı üretime değil mevduat faizine yatıracaktır. Mevduat faizi ve devlet tahvili getirilerinin yüksekliği, kreditöre tam da bu amaçla borçlanma eğilimini güçlendiriyor. Kredi faizlerindeki tırmanışla birlikte kredi borçlanmalarının özel sektörün elindeki bir dizi şirkette iflasları tetiklemesi de olası; ancak böyle bir furya ortaya çıkarsa devletin el koyması veya kayyım ataması yoluyla durdurulması beklenebilir.
MB para-kredi siyasetinin yarattığı zincirleme iflaslar riski
Faizlerin bütün sektörlere yıkıcı bir darbe vurduğu da “sorunlu” şirketlerin cirolarının ülke içinde üretilen toplam ciroya oranında da ortaya çıkıyor. TsMAKP hesaplamalarına göre 2023’te faiz ödemelerinde güçlük çeken (1<ICR<1.5) şirketlerin cirosunun toplam ciroya oranı yüzde 4,5, bu ödemeleri yapmakta zorlanacak durumda olan şirketlerin (ICR<1) cirosunun toplam ciroya oranı ise yüzde 7,8’di. 2024’te bu oranlar sırasıyla yüzde 14,5 ve 15,5’e yükseldi. Eğer faizle birlikte kira ödemelerinden doğan güçlükler de katılırsa, 2024’te toplam yurt içi cironun yüzde 11,7’sini üreten şirketler faiz ve kira ödemelerinde güçlük çekiyor, yüzde 25,6’sı ise vade geciktirebilir.
Sektörlere göre dağılım daha kritik bir tablo ortaya koyuyor. Örneğin 2024 itibariyle (kira ödemeleri de hesaba katıldığında) ödeme zorluğu çeken posta ve kurye hizmetleri sunan şirketlerin cirosunun sektörün toplam cirosuna oranı yüzde 60, yüzde 15 ise ödeme vadelerini geciktirebilir gibi görünüyor. Onu telekomünikasyon şirketleri takip ediyor, ancak risk çok yüksek: ödeme güçlüğü çekenlerin oranı yüzde 22, vade geciktirme ihtimali olanların oranı ise yüzde 47. Havacılık ve uzay faaliyetleri için bu oranlar sırasıyla yüzde 48 ve 12; tren, gemi ve uçak inşaatı alanında yüzde 33’e 27, boru hatlarında 8’e 45. Petrol ve doğalgaz şirketleri için yüzde 6 ve yüzde 42. İnşaat ve mühendislik şirketlerinde oranlar görece düşük (yüzde 13 ve 20), ancak sektörün özellikle konut üretiminin kitle konsolidasyonuna etkisi bakımından önemine dikkat çekmek gerek.
Eğer sadece faiz ve kira ödemeleri değil, en genelde iflas hattındaki şirketler dikkate alınırsa TsMAKP hesaplamaları bütün ekonomi açısından daha kasvetli bir tablo ortaya koyuyor. Ciroları toplamı reel sektörün toplam cirosunun yüzde 5,8’ini oluşturan şirketler 2023’te iflas tehlikesi yaşıyordu; 2023-2024 arasında politika faizi 1,6 kat artarken bu orana yüzde 6,7 daha eklendi ve toplam yüzde 12,5’i buldu. Faiz artışları bu hızla devam ederse önümüzdeki yıl bu orana yüzde 6,4 daha eklenerek 18,9’a yükselecek. İflas hattındaki şirketlerin sayısının toplam şirket sayısına oranı da 2023’te yüzde 4,7’ydi; buna bu yıl 4,2 daha eklendi ve gelecek yıl faiz artışı aynı hızla devam ederse 3,3 daha eklenerek toplam 12,2’ye yükselecek.
Bugünlerde Kürt sorununun çözülmesi için atılacak tarihi adımlardan söz ediliyor. Hatta neredeyse bu iş kotarılırsa hepimizin gelirlerinin katlanacağı, çözülmezse açlığa mahkum olacağımızı ima etmeye başladılar bile… Bu tür psikolojik harekat girişimlerini AB konusunun Türkiye’yi iç ve dış politika olarak esir aldığı günlerden iyi hatırlarım. AB konusu her derde deva gibi sunulmuştu. Sonuçta AB üyesi Yunanistan 2008 yılında derin bir krize girdi ve kriz sadece Yunanistan ile sınırlı kalmadı; AB ülkelerinin büyük bir bölümünü kasıp kavurdu; ama o propagandayı yapan meşhur gazeteciler ve diğerlerinin ilgi alanına pek girmedi AB krizleri… Konuyla sadece magazinsel açılardan ilgilenmeyi tercih ettiler.
PEKİ KÜRT SORUNU NEDİR?
Amerikan ve Avrupalı düşünce kuruluşlarından duyduklarını bizlere anlatmaya çalışanlara göre Türkler ve Kürtler olmak üzere iki milli kimlik var. Bu kimlikler en azından son yüzyıldan bu yana kesintisiz bir biçimde mevcut ve Osmanlı’nın nihai dağılma sürecine girdiği Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortak mücadele verdiler; fakat bunlardan birisi – Türkler – kendi milli devletlerini kurarken diğerine – Kürtler – kazık attı, yüzüstü bıraktı. İşte, sorunun kaynağı burası. Bu sorunun şimdi çözülmesi gerekiyor.
Oysa tarihi kayıtlar hiç de öyle söylemiyor. Örneğin Musul sorunu Lozan’da müzakere edilirken bırakın bugünkü Türkiye sınırları içinde yaşayan Kürt kökenlileri Musul Eyaleti (İngiltere’nin kurduğu Irak devletini oluşturan üç eyaletten birisi. Diğerleri Bağdat ve Basra eyaletleri) içinde yani Irak’ın kuzey bölgesinde yaşayan Kürt kökenliler Türkiye’den yanaydılar. Lozan’da Musul’un Türkiye’ye verilmesi gerektiğini ısrarla savunan İsmet Paşa bölge nüfusunun büyük ölçüde Türk oluğunu söylediğinde İngiliz tarafı Türk değil Kürt olduğunu ileri sürmüş; İsmet Paşa ise buna ‘madem öyle plebisit yapalım’ derken Türk ile Kürt arasında bir fark olmadığını hatta kendisinin de Kürt olduğunu söyleyerek karşılık vermişti.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında patlak veren isyanlar (Şeyh Said vd.) milli karakterli olmaktan çok uzaktı. Zaten milli kimlik esaslı bir mücadele olmuş olsaydı Türkiye bunu bastırmakta çok zorluk çekerdi. Osmanlı dağılırken kaybedilen topraklardaki Müslümanlar etnik kökenlerinden bağımsız olarak ve ‘Türk’ oldukları gerekçesiyle yerlerinden sürülmüşlerdi. Balkanlar ve Kafkaslardan on sekizinci yüzyıl başlarından itibaren kitleler halinde Osmanlı’nın elindeki topraklara kaçan Müslümanlar özellikle Anadolu’da Atatürk liderliğinde başarılan Milli Mücadele/Kurtuluş Savaşı sayesinde bağımsız devlet kurmayı başarmış ve Atatürk bu devleti en çağdaş milliyetçilik harmanı ile oluşturmuştur. Yani Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran Türkiye halkına Türk milleti denilmiştir.
Anadolu’dakilerle birlikte aşağı yukarı hepsi Müslüman ve hem kendini Türk hisseden hem de Müslüman olmayan toplumların Türk olduğu gerekçesiyle düşmanlığına maruz kalan bu toplum sosyolojik, psikolojik, siyasi ve ekonomik açılardan Türk milleti haline gelmiştir ve buna en büyük katkıyı Atatürk’ün modern milliyetçilik esasları üzerine kurduğu Türkiye Cumhuriyeti devleti yapmıştır. Eğer Türkiye’de Türkler ve Kürtler olarak adlandırılabilecek iki ayrı millet olsaydı Kürt milletinin kendince kutsal gördüğü bir coğrafyası, düşman veya öteki algısı olması gerekirdi. Ve o coğrafyada bağımsızlık mücadelesi vermesi, devlet olma çabası içinde bulunması gerekirdi.
Türkiye’de dün de bugün de böyle bir durum/sorun olmamış/yaşanmamıştır. Türkiye’nin Kürt etnik kökeninden olan insanların hiç yaşamadığı bölgesi, ili ve hatta ilçesi yoktur. Milyonlarca karışık evlilik ve bu karışık evliliklerden doğan milyonlarca insan Türkiye’deki milletleşme sürecinin tutkallarından birisidir. Buradaki en önemli avantaj ‘taraflar’ diye bir algı oluşmamış olmasıdır. Dolayısıyla ‘öteki’ algısı da yoktur.
Daha açık bir ifadeyle Kürt kökenli aileler iş bulmak, çoluk çocuklarını daha iyi şartlarda yetiştirmek için büyük kentlere taşınırken kafalarında başka bir milletin topraklarına yerleşme düşüncesinden kaynaklanacak hiçbir endişe vs. olmamıştır. Aynı şekilde Kürt kökenli insanların ‘kendi şehirlerine’ yerleşmesinden rahatsız olan/olacak başka bir millet de söz konusu değildir/yoktur. Yani herkes kendisini bu milletin parçası saymış ve o milletin kurduğu devletin vatandaşları olmuşlardır.
Bu milletleşme süreci onlarca yıl içerisinde ortak idealler ve ortak çıkarlarla da takviye edilmiştir. Nerede ekonomik kalkınma hız kazanmış, yeni iş alanları açılmış ve yeni imkanlar ortaya çıkmışsa Türkiye’nin her bölgesinden insanlar oralara akın ederek muazzam bir ekonomik/sosyal hareketlilik başlatmışlardır. Karışık evlilikler sadece Kürt kökenliler ile olmayanlar arasında değil her bölgeden herkes arasında büyük çapta gerçekleşmiştir; çünkü toplumda ‘öteki’ algısı hiç yoktur/olmamıştır. Bu sayede Osmanlı’dan ayrılarak bağımsız olan devletler içerisinde, katlamalı nüfus artışına rağmen hem ekonomik kalkınma hem de askeri güç oluşturma açılarından en başarılı olanı tartışmasız Türkiye’dir. Milletleşme süreci açısından da Arap/Müslüman coğrafyasının en başarılı örneğidir.
Türkiye’de sadece anayasal ve yasal çerçevede ‘Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir’ denilmekle kalınmamış: aynı zamanda uygulamada da bu ilkeye uyulmuş; etnik ve/veya mezhebi kökenlerine bakılmaksızın herkes her ticari/ekonomik alanda veya kamu bürokrasisinde yer alabilmiştir. Üstelik bu, kendiliğinden gerçekleşmiş; bir üst aklın veya düzenin durumu dengelemek/yönetmek adına adeta kotalar koyarak yaptığı çabalar sonucunda oluşmamıştır. Herkes kendisini bu milletin mensubu addetmiş ve o milletin kurduğu devletin imkanlarından yararlanmayı, ortak ideallere katkıda bulunmayı ve ortak çıkardan pay almayı otomatik hakkı saymıştır. Bu yüzden 1974 yılında Türkiye Kıbrıs Barış Harekatı’nı gerçekleştirirken ülkenin her tarafında olduğu gibi Güneydoğu bölgemizde de askerlik şubelerinin önü askere gönüllü gitmek isteyen yüzbinlerle dolup taşmıştır.
TÜRKİYE COĞRAFYASI DIŞINDAKİ ‘KÜRTLER’
Türkiye dışında bir Kürt sorunu olabilir ve hatta vardır; çünkü örneğin Irak’ta İngiltere manda yönetimi tarafından bu devletin kurulduğu tarihten itibaren Araplar ve Kürtler denilebilecek bir mücadele söz konusu olmuştur. Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşını kaybederek bölgeden geri çekilmesinin ardından Irak’ın kuzey bölgelerinde patlak veren aşiret karakterli isyanlar bu insanların Irak devletine ve toplumuna entegre edilmemesinden dolayı yıllar içerisinde bir yandan aşiret özelliklerini korumuş olsa da öte yandan da ‘Kürt isyanları’ halini almıştır. Her fırsatta – örneğin Irak-İran gerginliklerinde – bu isyanlar patlak vermiş ve giderek kısmen de olsa milli kimlik oluşturma yolunda ilerlemiştir. Hala aşiret özelliklerini sıkı sıkıya muhafaza eden bu yapının PKK/PYD önderliğinde kurulması hayal edilen bir Kürdistan devletine kolaylıkla entegre olup olmayacağı veya entegre olmayı isteyip istemeyeceği de pek çok soru işaretleriyle doludur. Böyle bir kararı muhtemelen ortaya çıkacak şartlar belirleyecektir.
İran’daki Kürtlerin hemen hepsinin – Feyli Kürtler hariç – Sünni, İran’ın ise ağırlıklı olarak Şii olması oradaki Kürt sorunu ile ilgili en temel başlangıç sebep olsa gerektir. Türk asıllılar kadar rejime entegre olmamaları da ayrıca belirleyici sebeplerden bir başkasıdır. Suriye’de ise durum biraz daha farklı gelişmiştir. Öncelikle Suriye vatandaşı büyük bir ‘Kürt’ kitle yoktu. Şeyh Said isyanı sırasında sınırın ötesine geçen aşiretlerden oluşan ‘Kürtler’ ve onların geleceği önce manda yönetimleri sonra da bir kargaşadan ötekine evrilen Suriye yönetimleri tarafından ihmal edildi. Vatandaş olan Kürt kökenliler ise milli-üniter yapıdaki Suriye içinde sınırlı düzeyde entegre edilebildiler. Zaten gerek Irak gerekse Suriye’deki Baas yönetimleri bırakın Arap olmayanları Arap toplumların bile tümünü tek bir millete dönüştürecek derecede geniş vizyonlu olamadılar. Anayasal yapıları buna uygun olsa bile uygulamada dar kafalı, bölgeci (Irak’ta Tıkritliler, Suriye’de Aleviler gibi) ve zaman zaman da mezhepçi vs. çizgide politikalarla halkta millet ve mensubiyet duygusu yaratamadılar.
PKK SORUNU VARDIR
Türkiye’de Kürt sorunu olduğunu söylemek ırki açıdan bir millet tasavvuruna Kürt kökenli insanlarımızın kurban edilmesi demek olur. Böyle bir sorun olduğunu kabullenip bunu çözmek için PKK ile doğrudan veya dolaylı müzakereye oturmak ise PKK liderliğinde bir Kürt milleti inşa etmek amacına hizmet demektir. Unutmayalım ki, milletler siyasal, sosyolojik ve ortak çıkarlar temelinde devletler tarafından inşa edilirler.
PKK bugün tamamen ABD-İsrail tarafından Türkiye dahil bölge ülkelerini istikrarsızlaştırmak için kullanılan bir aparat haline gelmiştir. Bu terör örgütüyle sadece mücadele edilir/edilmelidir. Doğrudan veya dolaylı müzakere etmek en başta Kürt kökenli insanlarımıza yapılacak en büyük kötülük olur.
Trudeau: Trump’ın ‘51. eyalet’ yorumları dikkat dağıtmak için
Hamas, Muhammed Sinvar liderliğinde küllerinden doğuyor
FT: Çin olası Tayvan saldırısı için yeni mobil iskeleler inşa ediyor
Alman devleti, Uniper’deki hisselerini tamamen satabilir
Almanya, ‘yurt savunması’ için yeni bir tümen kuracak
Çok Okunanlar
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Birbiri ardına yaşanan uçak kazaları: Neler oldu?
-
AMERİKA3 gün önce
Kaliforniya yangınları: San Francisco büyüklüğünde bir alan yok oldu
-
AMERİKA3 gün önce
Kaliforniya’daki yangınların yol açtığı zarar 150 milyar dolara ulaştı
-
SÖYLEŞİ2 hafta önce
‘Nihai barıştan bahsetmek için henüz erken’
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Yaklaşan mütareke: daha büyüğüne hazırlık – 2
-
GÖRÜŞ3 gün önce
Bölgede değişen dinamikler ve PKK sorunu
-
ASYA2 hafta önce
Kopuşun yılı: 2024’te KDHC’de neler oldu?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Yaklaşan mütareke: daha büyüğüne hazırlık – 1