Bizi Takip Edin

Görüş

Hindistan’ın İsrail eğilimi

Avatar photo

Yayınlanma

Rusya-Ukrayna savaşı devam ederken cumartesi günü Hamas’ın İsrail’e saldırmasının ardından dünya bu kez yeniden Ortadoğu’ya, İsrail-Filistin krizine odaklandı.

İsrail’deki ani saldırının ardından Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin sosyal medya platformu X üzerinden yaptığı paylaşımda duruma yönelik ilk yorumu şöyle oldu: “Bu bir terör saldırısıdır. Hindistan İsrail ile dayanışma içindedir.” Modi’nin Hamas’ı kınayan ve İsrail’e destek teklif eden bu açıklaması iki ülke arasındaki bağların son yirmi yılda çarpıcı biçimde değiştiği anlamına geliyor.

Ve açıklama kadar, hızı da dikkat çekici. Hindistan kriz anında taraf seçmede “hızlı” davranan bir ülke değil ve dahası, “açıktan” pek taraf seçen bir ülke değil. Ayrıca Hindistan’ın Rusya’nın Ukrayna’yı işgalini kınamaktan kaçındığını ve Batı’nın bu konudaki baskılarına direndiğini arka planda vurgulamakla beraber, Hindistan’ın İsrail’e verdiği destek Ortadoğu’ya yönelik temkinli diplomatik politikasından bir sapmaya da işaret ediyor.

Ancak daha sonra haftalık basın toplantısı sırasında Hindistan Dışişleri Bakanlığı İsrail’de cumartesi günü yaşananları terör saldırısı olarak gördüklerini açıklarken Hindistan’ın Filistin politikasını yineledi ve “iki devletli çözüme” işaret etti. Dışişleri Bakanlığı’nın açıklaması ilk başta İsrail’e verilen güçlü destek algısını biraz olsun zayıflatmış oldu.

Hindistan bir zamanlar Filistin’in güçlü bir destekçisiydi. Daha sonra İsrail Filistin arasında bir dengeleme eğilimi gösterdi. Ancak Modi yıllarında İsrail’e daha çok yakınlaştı. Bu arada Hamas’ı hiçbir zaman desteklemedi; Filistin’e verilen destek laik ve milliyetçi gruplarla sınırlıydı. Ve bugün yalnız Filistin yönetimini tanıyor.

Mayıs 2014’te göreve başladığından bu yana Modi hükümeti İsrail’i hedef alan Birleşmiş Milletler kararlarında çekimser kalmış, ancak uluslararası kuruluşta İsrail yanlısı bir tutum sergilemekten de kaçınmıştı. Geleneksel olarak BM’de Filistin lehine oy veren Yeni Delhi 2015 yılında İsrail’in Gazze’deki eylemlerini kınayan BM İnsan Hakları Konseyi kararına çekimser oy kullanarak İsrail politikasındaki değişikliğin ilk “resmi” sinyalini vermişti. Her ne kadar hükümet bunu reddetmiş olsa da Modi yönetiminin 2015’te çekimser kalışı, İsrail duruşundaki önemli değişimin ilk ifadesiydi. Ayrıca Modi 2017’de İsrail’i ziyaret eden ilk Hindistan başbakanı oldu. O günden bu yana iki ülke ilişkilerini stratejik ortaklığa yükseltti. 2018’de Amerika Birleşik Devletleri’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti yapma kararına ilişkin BM’de aleyhte oy kullanan Modi hükümetinin 2019’daki BM Ekonomik ve Sosyal Konsey toplantısında İsrail tarafından terör örgütü olarak ilan edilen Filistin’in Shahed İnsan Hakları Kuruluşu için BM’deki gözlemci statüsü talebini reddetmek adına oyunu İsrail lehine kullanması, BM’de “ilk kez” doğrudan İsrail’in yanında yer aldığının, ülkesinin Arap ve Müslüman ülkeleri ile olan tarihsel oy kullanma şeklinden tamamen ayrıldığının açık bir göstergesiydi. Burada Hindistan’ın Pakistan ile yaşamakta olduğu Keşmir sorunu özelinde Arap dostlarından beklediği desteği göremiyor oluşu en önemli faktör. Ayrıca Hindistan, 2021’de BM İnsan Hakları Konseyi’ne Gazze, Batı Şeria ve Filistin’deki insan hakları ihlallerini araştırmak üzere daimi bir komisyon kurulması çağrısında bulunan kararda çekimser kaldı.

Tarihte İsrail’in kurulmasına karşı çıkan, Arap ve dünya Müslümanlarının yanında yer alarak Filistin davasını haklı bulan ve savunan Hindistan’ın İsrail ile gelişmiş bir ilişkisi yoktu. Kuruluşundan iki yıl sonra, 1950’de İsrail’i tanıyan Hindistan, diplomatik ilişkilerini ancak 1992’de başlattı. Böylelikle dönemin Başbakanı PV Narasimha Rao, ülke politikasında etkili olan (Bağlantısız, Batı-Amerikan karşıtı) Nehruvian ideolojisinden de ayrıldı.

Bağımsızlık sonrasında 40 yılı aşkın bir süredir tam anlamıyla diplomatik ilişkiler olmasa da iki ülke arasındaki temasın tek giriş kapısı 1953 yılında Mumbai’de açılan İsrail Konsolosluğu idi. Ayrıca 1950’den 1992’ye dek Yeni Delhi her ne kadar İsrail ile ilişki kurmaktan uzak dursa da iki hükümet arasında hiç etkileşim gerçekleşmemiş değil. Bu bağlamda iki İsrailli Dışişleri Bakanı’nın Yeni Delhi ziyareti kilit önemde: 1956’daki Moshe Sharet ile 1977’deki Moshe Dayan’ın ziyaretleri. Bu temaslar “gizli” yürütülürken iki ülke arasında meydana gelen bir diğer kilit temas ise 1993 yılında İsrail Dışişleri Bakanı Shimon Peres’in Hindistan başkentine gerçekleştirdiği “resmi” ziyareti.

Dönemin başbakanı Indira Gandhi, babasının Filistin yanlısı pozisyonunu çoğunlukla korurken oğlu ve halefi Rajiv Gandhi 1985 yılında BM Genel Kurul toplantısının görüşmelerinde İsrailli mevkîdâşı ile bir araya geldi. Bu görüşme iki devletin başbakanları arasındaki “ilk kamuya açık toplantı” niteliği taşır. O dönem hızla ilerleyen Pakistan nükleer programına ilişkin Hindistan kaygılarının bu gelişmiş ilişkileri kolaylaştırdığına inanılıyor. Bununla beraber 1992’ye kadar Yeni Delhi’nin İsrail ile resmen diplomatik ilişkiler kurması gerekmemişti. Ancak resmi diplomatik ilişkiler olmasa dahi Soğuk Savaş sırasında Hindistan-İsrail askeri bağlarının bulunduğunu belirtmek önemli.

İsrail yalnızca 1962, 1965 ve 1971’deki savaşlarında Hindistan’a askeri yardımda bulunmakla kalmamış, aynı zamanda 1971’de Yeni Delhi hükümetinin yardımıyla da Pakistan’dan bağımsızlığını kazanan Bangladeş’i tanıyan ilk ülkelerden biri olmuştur. Ayrıca 2000 yılında ortak bir terörle mücadele komisyonu kuran iki ülke ilişkilerinde, 2008 Mumbai saldırıları sonrasında Hindistan’ın İsrail’den yaptığı savunma alımlarında yaşanan ciddi artışla birlikte, İsrail’in 2009’da Yeni Delhi’nin en büyük savunma tedarikçisi olarak Rusya’nın yerini aldığına tanık olundu. Ve her ne kadar burada Hindistan halkının büyük protestolarına maruz kalmış olsa da Ariel Sharon 2003 yılında Hindistan’ı ziyaret eden ilk İsrail başbakanı oldu.

Hindistan-İsrail ilişkilerinin 1992’de iyileştirilmesinden bu yana savunma ve tarım ikili ilişkilerin iki ana sütununu oluştururken bugün iki ülke ilişkilerinde turizmden uzaya, ticari ve kültürelden enerjiye uzanan muazzam bir çok yönlü ilerleme kaydediliyor. Örneğin geçtiğimiz günlerde İsrail kıyılarındaki Tamar ve Levianthan gaz sahaları araştırıldı ve Hindistan bu sahalardan doğalgaz çıkarmak ve ithal etmek amacıyla arama lisansı için teklif veren ilk ülkelerden biri oldu. Hindistan’ın ONGC Videsh, Bharat PetroResources, Indian Oil ve Oil India şirketlerine İsrail hükümeti tarafından arama lisansı verildi ki bu, iki ülke ilişkilerindeki çeşitliliğin açık bir işareti.

Bu arka planda, giderek yakınlaşan Hindistan-İsrail ilişkilerindeki gelişimin temel dinamikleri neler? Ancak bundan önce Hindistan neden tarihte İsrail karşıtı bir duruş sergiledi?

Hindistan tam da İsrail’in kurulması gündeme geldiği dönemde emperyalizm karşıtı mücadelesini taçlandırmış ve bağımsızlığını kazanmıştı. İsrail-Filistin girdabının kaynağının da emperyalist bir mantaliteye dayandığına inanan yeni bağımsız Hindistan yönetimi doğal olarak Filistin yanlısı bir duruş geliştirdi. Burada diğer kritik faktör, ikinci en kalabalık Müslüman nüfusunun kendi coğrafyasında bulunuyor olması nedeniyle Hindistan Müslümanlarının radikalleşme olasılığını doğuracak herhangi bir hamleden uzak durulması ile Arap dostlarının incinmemesi düşüncesiydi. Ayrıca o konjonktürde İsrail Batı Bloku kapsamında iken Hindistan’ın Bağlantısızlar lideri olması ve aynı zamanda Sovyetler Birliği ile daha yakın çizgide durması da ikili ilişkilerin neden mesafeli olduğunu açıklıyor. Ve bir de Hindistan’ın petrol ithalatında Arap devletlerine bağımlılığı Ortadoğu politikasında Arap yanlısı bir eğilime yol açtığını da belirtelim. Dahası, Keşmir konusundaki tutumu için Arap desteğini toplama gereksinimi de Yeni Delhi’yi tamamen Arap yanlısı bir politika izlemeye zorladı.

Ancak koşullar yeni bir dünya düzenini kurmaya doğru yol alırken Yeni Delhi yönetimi de uluslararası alandaki diğer aktörler gibi politikalarını yeniden gözden geçirmek durumundaydı. Bu revizenin temel çıktısı ise liberalleşme açılımları ve ekonomik kalkınmayla beraber başta ABD olmak üzere Batı ile ilişkilerin ivme kazanmaya başlamasıydı. Günümüz dengeleri dikkate alındığında ekonomik boyutun yanısıra askeri planlamaların yeniden revaçta olduğuna tanıklık ediliyor. Bununla beraber Hindistan’ın dünya görüşü ile iç ve dış dinamiklerinde de bir paradigma kayması yaşanıyor.

Tüm bu gelişmeler bağlamında Hindistan’ın İsrail eğiliminde ve ikili ilişkilerin gelişiminde Modi faktörü bir dönüm noktası. Modi hükümetinin terörle mücadele açılımları, İsrail ile daha derin savunma, stratejik ve ekonomik bağların sağlanması ile uyumlu görünüyor. Ayrıca İsrail Hindistan’ı Asya’da stratejik bir ortak olarak görüyor. Modi’nin iktidarda yerleşik olması ve stratejik çıkarların birbiriyle uyumlu hâle gelmesiyle ikili ilişkilerin güçlü adımlarla ilerlediği görülüyor. Modi’nin 2017’deki İsrail ziyareti Hint politik tarihinde bir ilke imza atmıştı. Temmuz 2017’de ülkesine bir ziyaret gerçekleştirmiş olan Modi, mevkidaşı Benjamin Netanyahu ile dostane ilişkiler geliştirmeye hız kazandırdı. İlişkilerdeki bu miladın lokomotifi Hindistan’ı cezbeden İsrail yapımı savunma donanımları olsa da iki ülke ilişkilerinde tarım alanındaki teknik yardımlar ile ticaret ve ekonomi gibi farklı boyutlar da yer alıyor. Örneğin 2014 itibarıyla Hindistan’ın her yerinde faaliyet gösteren 10 mükemmeliyet merkezi çiftçilere İsrail’in teknolojik uzmanlığını kullanarak verimli tarım teknikleri konusunda ücretsiz eğitim oturumları sunuyor.

Ancak Asya’daki en önemli ticari partnerinin Çin olmasından hareketle İsrail Yeni Delhi’nin Pekin konusundaki güvenlik kaygılarını pek önemsemiyor. Buna karşın İsrail silahları için Hindistan önemli bir pazar. Dolayısıyla Hindistan-İsrail ilişkilerindeki tektonik kaymanın temel itici gücü Hindistan’ın artan güvenlik kaygıları. Yani Hindistan’ın İsrail eğilimi gerçekte daha çok askeri boyutta kendini gösteriyor.

Hindistan’ın son zamanlarda çoğunlukla savunma ve güvenlik politikalarına ağırlık vermesi ile askeri teknolojiye duyduğu gereksinim bağlamında ikili ilişkilerin özellikle son yıllarda epey gelişme kaydettiği görülüyor. İlki 1996-97 yıllarında dönemin Hindistan Başbakanı Atal Bihari Vajpayee’nin satın aldığı keşif dronları (insansız hava aracı-İHA) olmak üzere Barak SAM hava savunma füze sistemi, bunun için kullanılan Phalcon AEW/AWACS havadan erken uyarı ve kontrol sistemi ile Heron insansız hava araçları, SPYDER hava savunma sistemi, son Balakot saldırısında da kullanılmış olan SPICE-2000 güdüm kiti ve Spike ATGM güdümlü tanksavar füze sistemi, Pakistan sınırı boyunca kurulan Kapsamlı Entegre Sınır Yönetim Sistemi ve ayrıca MK-84 yüksek patlayıcı savaş başlıkları ile ileri sürüm SPICE-2000 bombaları Hindistan Ordusu’nun envanterinde bulunan İsrail yapımı donanımlar. Hindistan ayrıca 30 narkotik köpeğini de İsrail’den ithal etmiştir. İsrail’in Hint askerlerine özellikle terörle mücadele bağlamında eğitim verdiği de biliniyor.

İlk ikisi aralarında değişken olarak ABD ve Rusya olmak üzere İsrail Hindistan’ın üçüncü büyük savunma tedarikçisi konumunda. Ayrıca “Hindistan’da Üret” kapsamında İsrailli savunma şirketleri IAI, Elbit Systems ve Rafael Advanced Defence Systems, özel alt sistemler üretmek ve iç güvenlik sistemlerini geliştirmek için Hint firmalar Bharat Forge, Tech Mahindra, Adani Group ve Tata Advanced Systems ile ortaklıklar kurdu.

Bağımsızlığının ardından uzun süre düşmanca bir pozisyon almasıyla gergin ve uzak olan ve sonrasında bilgi alışverişi düzeyinde başlayan ilişkilerin bugün milyon hatta milyar dolarlık anlaşmalara varan gelişimi kuşkusuz Yeni Delhi’nin pragmatizmi ne denli içselleştirdiğinin bir yansıması ve bir o kadar da ideolojik duyarlılıktan uzaklaşıldığının bir kanıtı. Bu dönüşümün kilometre taşı ise Modi’nin ulusal çıkar odaklı dünya görüşü ile yönetim anlayışı.

Bugün ticaret dengesinin Hindistan’ın lehine olması ile beraber ikili ticaret 1992’de 200 milyon dolardan 2022-2023 Mali Yılı’nda (savunma hariç) 10,1 milyar dolara yükseldi. Bugün Hindistan, İsrail’in Asya’daki üçüncü, dünya çapında ise yedinci büyük ticaret ortağı. Ayrıca Batı Asya Dörtlüsü/Orta Doğu Dörtlüsü/Yeni Dörtlü olarak da anılan ve 2021 yılında yeni bir stratejik ortaklık olarak kurulan I2U2 kapsamında Hindistan, İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri ve ABD ile ekonomik kalkınmayı, bilimsel yeniliği ve bölgesel istikrarı teşvik etmek amacı ile sıkı işbirliği yürütüyor.

Modi’nin İsrail’e ilişkin açıklaması ve İsrail’e ne kadar hızlı destek sunduğu dikkat çekti. Yeni Delhi’nin Suudi Arabistan, BAE ve Ortadoğu ile mükemmel ilişkileri var. 2018’de Yeni Delhi’de Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ı ağırlayan Hindistan kamuoyu önünde hâlâ Filistin davasını destekliyor. Ancak Hindistan’ın jeopolitik durumu ve iç politikası değişti. Yeni Delhi yalnızca İsrail ile yakın bir ilişkiye sahip olmakla kalmıyor, aynı zamanda bugün ABD’nin yakın stratejik ortağı ve İsrail’in sadık bir ortağı.

Ortadoğu’da istikrar Hindistan için önemli, çünkü Arap uluslarıyla olan ilişkilerinin yanı sıra çok sayıda Hint diasporası bölgede ikamet ediyor. Dahası, kendisini de cihatçı terörist grupların saldırılarına karşı son derece savunmasız hisseden Hindistan İsrail’in güvenlik kaygılarını anladığını ifade ediyor. Bu arada Nehru’dan Mahatma Gandhi’ye ve Modi’ye Hint milliyetçilerin Yahudi davasına sempati duyduklarını, ancak başlangıçta İngiliz emperyalizminin doğrudan bir sonucu olarak gördükleri Filistin’in Siyonizm temelindeki bölünmesine karşı çıktıklarını belirtelim. Bugün İsrail’de 85 binin üzerinde Hint kökenli Yahudi yaşıyor.

Modi’nin açıklaması Hindistan’ın İsrail ile ilişkisini yalnızca dostane bir ilişki olarak değil, aynı zamanda uzun soluklu stratejik çıkarları açısından da yaşamsal bir ilişki olarak görmeye başladığını gösteriyor. Başlarda Hindistan’ın İsrail-Filistin çatışmasına yaklaşımının çoğunlukla Filistin davasına verdiği destekten büyük ölçüde etkilendiği görülürken son yıllarda Hindistan bir yandan Filistin davasına desteğini sürdürmeye, bir yandan da hem İsrail hem de Filistin ile ilişkilerini genişletmeye ve her ülkeyle bağımsız olarak çıkarlarını gözeterek hem İsrail hem de Filistin ile ayrı yollardan ilişki kurmaya çalıştı. Yani bu, artık Hindistan’ın İsrail ile ilişkisinin kendi değerleri üzerinde duracağı ve Hindistan’ın Filistinliler ile olan ilişkisinden bağımsız ve ayrı olacağı anlamına geliyordu. Bu da Soğuk Savaş döneminde muhtemelen Arapları düşmanlaştırma korkusundan dolayı izleyemediği bir politika.

Ancak ikili ilişkinin zorlukları da yok değil. Örneğin, İsrail İran’ı varoluşsal bir tehdit olarak görürken Hindistan enerji tedariği ve Afganistan ile Orta Asya’ya giden Chabahar limanı rotası konusunda işbirliğine değer veriyor. Dahası, güçlü teknoloji ve yatırım bağlantılarıyla Çin İsrail’in Asya’daki en büyük ticaret ortağı (Pekin’in İsrail ile ikili ticareti 2022’de toplam 22,1 milyar dolardı). Ayrıca Hindistan yerli sanayisinin kaygıları nedeniyle Serbest Ticaret Anlaşması askıda. Ek olarak İsrail’in Arap ülkeleri ile farklılıkları var ve Hindistan’ın yakın zamanda BM’de Kudüs konusunda ABD’ye karşı yaptığı oylama Hindistan’ın bölgedeki önemli çıkarlarını yansıtıyor. Ve son olarak Hindistan’ın dış politikasında İsrail ile Filistin arasındaki bağlantıyı koparmak zor ki İsrail ve Ortadoğu’daki diğer ülkelerle diplomatik ilişkilerin stratejisini belirlerken bu önemli bir faktör.

Görüş

Bir eyaletten fazlası: Alberta’nın ayrılıkçılığı üzerine düşünceler

Yayınlanma

Barış Karaağaç, Trent Üniversitesi Öğretim Üyesi

Kanada’nın batısında, uçsuz bucaksız bozkırları, zengin yeraltı kaynakları ve özellikle petrol ile doğal gaz üretimindeki ağırlığıyla bilinen Alberta eyaleti, son yıllarda federal yönetime karşı yükselen seslerle yeniden gündeme geliyor. Vergi, çevre ve enerji politikaları üzerine yaşanan anlaşmazlıklar, zaman zaman “ayrılalım mı?” sorusunu dahi masaya taşıyor. 2021’de yapılan eşitlik transferleri (equalization payments) referandumu ve özellikle 2025 federal seçim sürecinde alevlenen tartışmalar, bu eğilimlerin artık marjinal bir söylem olmaktan çıkıp toplumun daha geniş kesimleri tarafından da sahiplenildiğini gösteriyor.

Ancak Alberta’daki ayrılıkçı talepleri ve çıkışları yalnızca anlık ve öfkeli tepkiler olarak görmek eksik olur. Bu tepkiler, eyaletin tarihsel, ekonomik, kültürel ve çevresel dinamiklerinin kesişim noktasında gelişen çok katmanlı bir yapının ürünü. Ayrılıkçı söylemin yükselişini anlamak için yalnızca Ottawa’ya yönelik siyasi hoşnutsuzluğa değil; Alberta içinde büyüyen gelir eşitsizliklerine, enerji zenginliğinin toplumun geneline yansımamasına ve yerli halkların sistematik dışlanmasına da bakmak gerekiyor.

Kanada, yaklaşık 10 milyon kilometrekarelik yüzölçümüyle dünyanın en büyük ikinci ülkesi. Doğudaki Halifax’tan batıdaki Vancouver’a uçuş süresi 5 ila 6 saat arasında değişiyor. Devasa bir coğrafya bu… Sadece yüzölçümüyle değil, aynı zamanda 10 eyalet ve 3 bölgeden oluşan federal yapısıyla, ekonomik ve kültürel çeşitliliğiyle de dikkat çeken bir ülke. Bu çeşitlilik yalnızca farklı etnik kökenlerden gelen toplulukları değil, aynı zamanda bölgesel kimlikleri ve siyasal yönelimleri de kapsıyor. Alberta’daki ayrılıkçılığı da, bu çok katmanlı yapının bir yansıması olarak düşünmek mümkün.

Son yıllarda bazı siyasi aktörler, Alberta’nın sadece ekonomik değil, kültürel anlamda da Kanada’nın geri kalanından farklılaştığını savunmaya basladilar. Bu görüşe göre Alberta, bireysel özgürlük, girişimcilik ve düşük vergilendirme gibi değerleri önceleyen, kendine özgü bir siyasal kültür geliştirmiş durumda. İlginçtir ki, 2025 federal seçim sürecinde ayrılıkçılığı destekleyen bazı grupların kullandığı söylemler, Amerika’daki Trumpçı çevrelerle dikkat çekici paralellikler taşıyor. Bu da gösteriyor ki Alberta’daki ayrılıkçılık, artık yalnızca ekonomik değil; ideolojik ve kültürel bir kimlik ifadesine dönüşmüş durumda.

Alberta’da Ayrılık Düşüncesinin Kısa Tarihi

Kanada’da ayrılıkçılık dendiğinde akla gelen ilk örnek uzun yıllar boyunca Quebec oldu. Büyük oranda Fransızca konuşan nüfusu ve farklı tarihsel-kültürel yapısıyla Quebec, 1980 ve 1995’te iki kez bağımsızlık referandumu düzenledi. Özellikle 1995’teki referandum yalnızca %1,2 farkla reddedilmişti. Burada önemli bir farkı vurgulamak gerekiyor: Quebec’te ayrılıkçılık daha çok kültürel kimlik ve anayasal eşitlik talepleri üzerinden şekillenirken, Alberta’daki ayrılıkçılık ekonomik kaynakların paylaşımı, enerji politikaları ve siyasi temsil krizine odaklanıyor.

Alberta’da ayrılma fikri yeni değil. 1930’lu yılların Büyük Buhranı sırasında ekonomik sıkıntılar, halkın tepkisini Ottawa’daki merkezi yönetime yöneltmeye başladı. Bu dönemde iktidara gelen William Aberhart liderliğindeki Social Credit Partisi, eyaletin kendi ekonomik sistemini kurmasını savunuyordu. Merkeze karşı geliştirilen bu tutumlar açıkça “ayrılalım” demese de, Alberta’nın siyasi hafızasında iz bıraktı. (İyi bir Hristiyan olan Aberhart, yalnızca ekonomi politikalarıyla değil, gökyüzüne uzanan ahlak anlayışıyla da hatırlanıyor. Öyle ki, 1960’lara kadar Alberta semalarında uçan ticari uçaklarda, yolcular alkol servisi için eyalet sınırının dışına çıkmayı beklemek zorundaydı. Aberhart’ın etkisi bulutların bile üzerine sinmişti!)

1980’lerde dönemin Başbakanı Pierre Trudeau’nun başlattığı Ulusal Enerji Programı (NEP) Alberta’daki ayrılıkçı eğilimleri yeniden alevlendirdi. Federal hükümetin enerji kaynak ve gelirlerini ulusal ölçekte dengelemeye çalışması, Alberta’da “zenginliğimiz elimizden alınıyor” algısını doğurdu. Bu dönemde başlayan “Trudeau nefreti” bugüne dek canlılığını korudu; Pierre’in oğlu Justin Trudeau da başbakanlığı süresince bu tepkiden fazlasıyla nasibini aldı.

Bu atmosferde, Bati Kanada Konsepti (Western Canada Concept) gibi açıkça ayrılıkçı partiler sahneye çıktı. 2000’li yıllarda Alberta Bağımsızlık Partisi ve Ayrılıkçı Alberta Partisi gibi yapılar ortaya çıksa da geniş bir destek tabanı oluşturamadılar ve marjinal kaldılar.

Ancak 2019 seçimlerinden sonra tablo değişmeye başladı. Alberta’dan Liberal Parti’ye hiç milletvekili çıkmaması, “Ottawa artık bizi temsil etmiyor” söylemini yeniden canlandırdı. 2022’de iktidara gelen Birleşik Muhafazakâr Parti (United Conservative Party – UCP) lideri Danielle Smith, bu eğilimi daha da ileriye taşıdı. Anayasaya uygunluğu tartışmalı olan “Birleşik Kanada İçerisinde Alberta Egemenliği Yasası”nı çıkararak federal yasalara karşı koyma hakkını savundu ve ayrılıkçı söylemi kurumsallaştırmaya başladı.

2023 seçimlerinde UCP yeniden iktidara geldi. Kampanyada “egemenlik” teması ön plana çıkarıldı. Seçimden sonra da özellikle vergi, enerji ve sağlık politikalarında federal hükümete karşı mesafeli bir tutum sürdürüldü. Smith doğrudan bağımsızlığı savunmasa da, onu destekleyen bazı gruplar içinde ayrılık fikri daha yüksek sesle dile getirilmeye başladı.

Bu sürecin zeminini hazırlayan gelişmelerden biri de 2021’de yapılan eşitlik transferleri referandumuydu. Alberta halkının %61,7’si, Anayasa’nın mali eşitliği gözeten 36(2). maddesinin kaldırılmasını destekledi. Bu madde, federal hükümetin eyaletler arasında mali denge ve eşit kamu hizmeti sunumunu gözetmesini öngörüyor. Dönemin eyalet başbakanı Jason Kenney bu sonucu, Ottawa’ya karşı güçlü bir mesaj olarak yorumladı. Bu referandum, ayrılığı doğrudan getirmese de, eyaletin siyasi yöneliminde ciddi bir değişim habercisiydi.

Son olarak, 2025 seçimlerinde Liberallerin yeniden iktidara gelmesi, Alberta’daki güvensizlik duygusunu daha da keskinleştirdi. Seçimin hemen ardından ayrılıkçı söylemler daha görünür hale geldi. Mayıs ayında yayımlanan bir Angus Reid anketine göre, Albertalıların %36’sı Kanada’dan ayrılma yönünde oy vereceğini belirtti. Dahası, %17’si Alberta’nın Amerika’nın 51. eyaleti olmasını desteklediğini söyledi. Bu sonuçlar, yalnızca bir hoşnutsuzluğa değil, aynı zamanda Alberta’da aidiyet, temsil ve yönelim duygusuna dair derin bir tartışmanın varlığına işaret ediyor.

Alberta’nın Petrolü Var, Adil Paylaşım Tartışmalı

Alberta’nın ekonomik yükselişi, 1947’de Leduc’daki büyük petrol keşfiyle başladı. O tarihten bu yana eyalet, Kanada’nın enerji haritasında merkezi bir rol üstleniyor. Bugün Alberta, ülkenin petrol üretiminin yaklaşık %84’ünü gerçekleştiriyor. 2024 verilerine göre eyalette kişi başına düşen gayrisafi yurt içi hasıla (GSYİH) 72.000 Kanada doları civarında. Ancak bu yüksek üretim ve gelir rakamları, geniş halk kesimleri için aynı oranda refah anlamına gelmiyor.

Son on yıla, yani Liberallerin Ottawa’da iktidarda olduğu döneme baktığımızda, sıradan Albertalıların şikâyetlerinde haksız olmadıklarını gösteren pek çok gösterge var. Kanada’nın TÜİK’i (ama biraz daha dürüst ve güvenilir) olan StatsCan verilerine göre Alberta, bu dönemde düşük gelirli nüfus oranındaki artışta ülke genelinde ikinci sıraya yerleşti. Reel ücretlerde, yani enflasyona göre ayarlanmış maaşlarda %10’luk bir düşüş yaşandı. Bu, Kanada’daki en büyük gerileme. Üstelik eyalette asgari ücret, yedi yıldır yerinden kıpırdamadı. Halkın sağlık ve eğitim hizmetlerine erişimi zorlaştı, elektrik fiyatları, otomotiv sigortası ve okul harçları hızla yükseldi. Alberta bu kalemlerde, diğer tüm eyaletleri geride bırakmış durumda. Toplu taşıma yetersiz, kırsal bölgelerde doktor bulmak giderek güçleşiyor.

Tüm bu tablo, Alberta’da yaşanan ekonomik sıkıntıların federal hükümetin baskısıyla açıklanamayacağını da gösteriyor. Son on yılda petrol üretimi %50’den fazla arttı. TMX boru hattı gibi büyük ölçekli projeler, doğrudan federal bütçeyle finanse edilerek devreye alındı. Üretim arttı, fiyatlar yükseldi. Buna rağmen, bu büyüme istihdam yaratmadı; tam tersine petrol sektöründe 30 binden fazla kişi işini kaybetti. Ücretler düştü, kamu hizmetleri zayıfladı.

Petrol üreticileri ise aynı dönemde 192 milyar dolar gibi rekor düzeyde kâr açıkladılar. Yani Alberta’da değer üretimi sürüyor ama bu değer, eşit bir şekilde paylaşılmıyor. Sorun, dışarıdan dayatılan bir adaletsizlik değil; içeride, servetin paylaşımıyla ilgili derin bir yapısal sorun.

Egemenlik Tartışmalarında Kimin Sesi Eksik?

Alberta’da toprak ve doğal kaynaklar söz konusu olduğunda yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda kültürel ve çevresel adaletsizliklerden de söz etmek gerekir. Bu noktada yerli halkların durumu, son derece hassas bir boyut kazanıyor. Çünkü onlar için toprak ve çevre yalnızca birer ekonomik kaynak değil; kimliklerinin, tarihsel varlıklarının ve kültürel sürekliliklerinin ayrılmaz bir parçası. Toprak, yalnızca üzerinde yaşanılan bir alan değil; atalarla bağ kurulan, kutsal kabul edilen ve gelecek kuşaklara aktarılması gereken bir yaşam alanı. Dolayısıyla çevresel yıkım ya da enerji projeleri, onlar açısından sadece ekonomik değil, doğrudan varoluşsal bir tehdit.

Alberta’daki yerli topluluklar, tarihsel olarak Kanada devletiyle imzalanan antlaşmalarla tanınmış belirli haklara sahip. Özellikle 19. yüzyılın sonlarında yapılan Altıncı (Treaty 6), Yedinci (Treaty 7) ve Sekizinci Antlaşmalar (Treaty 8), belirli topraklar karşılığında sağlık, eğitim ve avlanma gibi temel hakları güvence altına almış metinler. Bugün Alberta’nın büyük bir bölgesi bu üç antlaşmanın kapsamına girmekte. Her ne kadar bazı Muhafazakâr çevreler bu hakları sorgulasa ve hatta inkar etse de, yerli halkların bu topraklar üzerinde hem yasal hem de tarihsel olarak güçlü hak iddiaları var.

Ne var ki, Kanada’daki pek çok meselede olduğu gibi, ayrılıkçılık tartışmalarında da yerli halkların konumu çoğu zaman göz ardı ediliyor. Oysa Alberta, bu antlaşmalar kapsamında olan birçok yerli topluluğa ev sahipliği yapmakta. İlk Uluslar Meclisi (Assembly of First Nations) ve birçok yerli lider, Alberta hükümetinin “egemenlik” odaklı söylemlerinde kendilerine yer verilmediğini vurguluyor. Ayrı bir Alberta senaryosunda, bu toplulukların toprak, öz yönetim ve kültürel haklarının nasıl korunacağı sorusu ise oldukca belirsiz. Bu yüzden pek çok yerli örgüt ve sol toplumsal aktör, ayrılıkçılık fikrine mesafeli ve temkinli yaklaşıyor.

Yerli halkların en güçlü endişelerinden biri de çevre meselesi. Birçok yerli lider, Alberta’daki enerji projelerinin hem kendi topraklarına zarar verdiğini hem de geleneksel yaşam biçimlerini tehdit ettiğini açıkça dile getiriyor. Bu nedenle mesele onlar için sadece siyasal temsiliyet değil, aynı zamanda hayatta kalma ve doğayla uyum içinde sürdürülebilir bir yaşam hakkı meselesi…

Zenginlik Yeraltından, Bedel Yeryüzünden

Alberta’nın ekonomik gücünün temelinde, petrol ve doğalgaz üretimi yer alıyor. Ancak bu üretim, sadece ekonomik eşitsizlikleri değil, aynı zamanda ciddi çevresel tahribatları da beraberinde getiriyor. Özellikle kuzey Alberta’daki petrol kumları projeleri, dünyadaki en yoğun karbon salınımı yapan endüstriyel faaliyetler arasında sayılıyor. Ormanların yok edilmesi, nehirlerin kirlenmesi, hayvan yaşam alanlarının bozulması ve aşırı su tüketimi bu faaliyetlerin doğrudan sonuçları arasinda. Bilim insanları, Alberta’nın mevcut enerji politikalarının, Kanada’nın iklim taahhütlerini yerine getirmesini imkânsız hale getirdiğini defalarca dile getirdiler ve getiriyorlar.

Ne var ki bu çevresel yıkım herkesi eşit biçimde etkilemiyor. Yerli topluluklar başta olmak üzere kırsal bölgelerde yaşayan halk, bu tahribatı hem ekonomik hem yaşamsal düzeyde doğrudan hissediyor. İçme suyuna erişim, sağlığa dair artan riskler, geleneksel avcılık ve balıkçılıkla geçinen toplulukların yaşam alanlarının daralması, mevcut üretim modelinin yol açtığı derin izlerden.

Ayrılıkçılık söylemlerinde sıkça tekrar edilen “doğal kaynaklarımızdan yeterince faydalanamıyoruz” şikâyeti, bu bağlamda oldukça dar bir perspektifi yansıtıyor. Çünkü burada kaynaklardan “faydalanmak”, yalnızca ekonomik kâr üzerinden değerlendiriliyor. Oysa bu üretim sürecinin hem insanlar hem de doğa üzerinde yarattığı tahribat, bu zenginliğin kimler tarafından ve nasıl paylaşıldığı sorusunu da beraberinde getiriyor.

Bu yüzden Alberta’daki toplumsal huzursuzlukları ve ayrılıkçı eğilimleri değerlendirirken, yalnızca siyasi ve ekonomik boyutlara değil, doğayla kurulan bu yıkıcı ilişkiye de dikkat kesilmek gerekiyor. Aksi hâlde tartışmalar sadece para ve kâr üzerinden yürür; yaşamın kendisi görünmez kalır.

Sonuç: Ayrılık Değil, Yüzleşme Zamanı

Bugün Alberta’daki ayrılıkçılık talebi, yalnızca anlık bir öfkenin ürünü değil; uzun süredir derinlerde biriken eşitsizliklerin, kimlik gerilimlerinin ve dışlanmışlık hissinin su yüzüne çıkış biçimlerinden biri.
Ancak bu taleplerin ardına dikkatle bakıldığında, ayrılıkçılığın kendi içinde barındırdığı bazı çelişkiler de yavaş yavaş belirginleşiyor. “Ottawa bizi engelliyor” diyenler, Alberta içinde artan gelir uçurumunu, petrol zenginliğinin bir azınlıkta yoğunlaştığını, kamu hizmetlerine erişimin giderek zorlaştığını ya göz ardı ediyor ya da dile getirmekten kaçınıyor.

Dahası, ayrılıkçı retorik çoğu zaman yerli halkların tarihsel ve hukuki haklarını, doğayla kurdukları yaşamsal bağları ve Alberta topraklarında süregelen çevresel yıkımı da görünmez kılıyor. Bu topraklarda binlerce yıldır yaşayan topluluklar, yalnızca siyasi olarak değil, varoluşsal olarak da dışlanıyor. Oysa mesele, yalnızca eyaletin Ottawa ile olan ilişkisi değil; eyaletin kendi içinde kime kulak verdiği, kimi yok saydığı ve kimin pahasına büyüdüğüdür.

Bugün Alberta’da ciddi bir sorunlar yumağıyla karşı karşıya olunduğu inkâr edilemez. Ancak çözüm, ‘dış güçleri’ suçlamaktan değil; içerideki toplumsal eşitsizliklerle yüzleşmekten ve doğayla daha sürdürülebilir bir ilişki kurmaktan geçiyor. Bu nedenle mesele, ayrı bir Alberta kurmak değil; herkesin sesinin duyulduğu, adaletin ve ortak refahın paylaşıldığı bir Alberta’yı mümkün kılma meselesidir.

Okumaya Devam Et

Görüş

Avrupa’nın savunma özerkliği ve Almanya’nın askerî rolü dönüm noktasında

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

27 Mayıs’ta, AB’nin 27 üyesi Avrupa savunma sanayisini güçlendirmeye yönelik büyük bir planı onayladı. Bu, Avrupa’nın savunma politikasının ABD öncülüğündeki NATO sistemine bağımlılıktan uzaklaşıp bağımsızlık ve öz yeterliliğe yöneldiğini gösteriyor. Bu büyük değişim, ay sonunda yapılacak NATO zirvesinde savunma harcamalarının önemli ölçüde artırılmasıyla kısmen onaylanacak. Aynı zamanda, AB’nin hem siyasi lideri hem de ekonomik motoru konumundaki Almanya, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez büyük çapta kalıcı birliklerini yurtdışına konuşlandırıyor. Bu, Almanya’nın uzun süredir benimsediği yurtiçi savunma çizgisinden çıkıp Avrupa savunmasında öncü rol üstlenmeye başladığı anlamına geliyor. Bu üç önemli gelişme, dünyanın tanıdığı Batı bloğunun çözülmekte olduğunu simgeliyor, Avrupa güvenlik yapısının yeniden şekillendiğine işaret ediyor ve Almanya ile Rusya’nın doğrudan çatışmaya sürüklenmesi, hatta Avrupa’nın yeniden büyük çaplı bir savaşa girmesi konusunda uzun vadeli endişeleri tetikliyor.

27 Mayıs’taki Brüksel toplantısında, Avrupa Konseyi, AB tarihinin en iddialı savunma planlarından biri olan “Avrupa Güvenlik Eylemi”ni resmen onayladı; plan 29 Mayıs’ta yürürlüğe girecek. Bu plana göre, AB finans piyasalarından 150 milyar avro toplayacak ve bunu üye ülkelere savunma sanayilerini geliştirmek, askeri teçhizat üretimini artırmak ve genel AB askeri-stratejik kapasitesini iyileştirmek için kredi olarak verecek.

Bu 150 milyar avroluk yatırım sadece ilk adım; kıtanın yeniden silahlanmasına yönelik çok daha büyük bir stratejinin parçası. AB Komisyonu, önümüzdeki on yıl içinde toplamda 800 milyar avro toplama hedefinde. Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen, bunu “bir nesilde bir kez görülecek bir an” ve Avrupa’nın stratejik özerkliğe doğru attığı belirleyici bir adım olarak nitelendirdi.

Plan kapsamında, üyeler ortak satın alma yoluyla silah alırken bu krediden faydalanabilecek. Krediden yararlanmak için proje bileşenlerinin en az %65’i AB’den, AB aday veya potansiyel aday ülkelerden ya da AB ile savunma anlaşması imzalamış ülkelerden (Norveç, Birleşik Krallık, Moldova, Ukrayna, İzlanda, İsviçre, Kuzey Makedonya, Arnavutluk ve Asya’dan Japonya, Güney Kore gibi) gelmeli.

Bu, ABD, Türkiye ve İngiltere gibi AB dışı üreticilerin ihalelere sınırlı şekilde katılabileceği anlamına geliyor: her projede en fazla %15, bazı sıkı şartlarla %35. Bu şartlar arasında AB yüklenicileriyle mevcut işbirliği veya iki yıl içinde AB’li yükleniciye geçiş taahhüdü yer alıyor.

AB’nin teknolojik egemenliğini korumak için merkezi bir kurum, üçüncü ülkelerin Avrupa’da üretilen teçhizata uzaktan erişimini engelleyecek. Bu, ABD yazılım şirketlerinin “Avrupa Güvenlik Eylemi” kapsamında geliştirilen insansız hava araçlarına katılımını sınırlandıracak. Ayrıca, ölçek ekonomisini artırmak, birlikte çalışabilirliği geliştirmek ve savunma sanayiinin parçalanmasını önlemek amacıyla, krediden yararlanmak için en az iki ülkenin ortak alım yapması gerekiyor. İstisnai durumlarda tek ülke de alım yapabiliyor.

İlk 150 milyar avro; top mermisi, füze, İHA, hava savunma sistemi, askeri nakliye uçağı, siber savunma ve yapay zekâya yönlendirilecek. Analistler, bu önceliğin, Rusya-Ukrayna savaşı nedeniyle tükenen AB konvansiyonel silah stoklarını yenilemeye ve Ukrayna’nın savaş kabiliyetini desteklemeye yönelik olduğunu düşünüyor.

AB’nin bu büyük savunma bütçesi, dünyadaki tarihi değişimlere verilen kaçınılmaz bir yanıt; stratejik özerklik, diplomatik bağımsızlık ve savunma gücünü artırmaya yönelik önemli bir adım. Aynı zamanda Trump döneminin izolasyoncu ABD’si ile Avrupa arasındaki uzaklaşmanın da sonucu. AB liderleri, ABD’nin Rusya ile barış arayışı bahanesiyle Ukrayna’yı ve Avrupa’yı terk ettiğine inanıyor. Artık ABD’ye güvenemeyeceklerini, hatta olası bir Avrupa savaşı durumunda ABD’nin eskisi gibi kurtarıcı olmayacağını düşünüyorlar.

Buna paralel olarak, NATO Genel Sekreteri Rutte, 24–25 Haziran’da yapılacak NATO zirvesinde üyelerin 2032’ye kadar savunma harcamalarını GSYH’nin %3,5’i düzeyine çıkarması ve buna ek olarak %1,5 savaşla ilişkili harcamalar yapması konusunda anlaşmasını umuyor. Bu toplamda GSYH’nin %5’i demek—bu, ABD’nin uzun süredir talep ettiği %2 hedefinin iki katı. ABD, Kanada ve Türkiye hariç tüm NATO üyeleri Avrupa’da bulunduğundan, bu yük Avrupa’nın omuzlarında olacak ve ABD’nin bir gün NATO’dan tamamen çekilmesine karşı hazırlık anlamına geliyor.

Trump’ın ilk döneminde ABD, bazı Avrupa ülkelerini %2’ye ulaşmaları için NATO’yu dağıtmakla tehdit etmişti. İkinci döneminde ise bu oranı %5’e çıkarma baskısı arttı. Yeni Genel Sekreter Rutte’nin arabuluculuğuyla NATO dışişleri bakanları 14 Mayıs’ta bu yeni hedefi ilk kez tartıştı ve “%3,5 + %1,5” şeklinde bir uzlaşmaya vardı: İlki silahlı kuvvetler için, ikincisi savaşla ilgili altyapılar için. Bu, Avrupa NATO üyelerinin askeri harcamalarının 2024’teki 476 milyar dolardan 7 yıl içinde 1,15 trilyon dolara çıkması anlamına geliyor. En güçlü ekonomi olan Almanya’nın savunma bütçesi 52 milyar avrodan 215 milyar avroya çıkarılacak.

NATO Askeri Harcamalarının İki Katına Çıkması, Yalnızca Trump Yönetiminin Doğrudan Baskısından Kaynaklanmıyor, Aksine ABD’nin Yükü Kaydırmasının Yarattığı “Avrupa Paniğinin” Sonucu

NATO’nun askeri harcamalarının iki katına çıkması, açıkça sadece Trump yönetiminin doğrudan baskısının sonucu değil; asıl olarak ABD’nin üzerindeki yükü başkalarına kaydırması ve kendi görevini yerine getirmemesinin tetiklediği “Avrupa paniği”nin bir sonucudur. NATO’nun Avrupa’daki ortakları isteksiz olsalar da kaotik bir gerçeklik ve belirsiz bir gelecekle yüzleşmek zorunda kalıyorlar. Dünya düzeninde büyük değişimlerin yaşanması yadsınamaz bir tarihsel süreçtir; ABD’nin gücündeki düşüş ve liderlik isteğinin azalması giderek güçlenen bir eğilimdir; Rusya’nın jeopolitik baskısı ise hem yakın hem de uzun sürelidir. Bu üç faktör, Avrupa’nın stratejik özerklik, diplomatik bağımsızlık ve savunma öz yeterliliği yönündeki adımlarını, ideal ve slogandan bilinçli ve gönüllü stratejik tercihlere dönüştürmüştür.

Avrupa’nın savunma gücünü güçlendirmesinin üçüncü göstergesi olan ve en güçlü AB üyesi ve NATO Avrupa ortağı olan Almanya, askeri yapılanma, özerklik ve duruş açısından yeni ve tarihi adımlar atmış; II. Dünya Savaşı sonrası ilk kez zırhlı birliği tamamen yeniden yapılandırarak yurtdışına kalıcı olarak konuşlandırmak gibi çarpıcı bir adım atmıştır.

22 Mayıs’ta Almanya Federal Ordusu’nun 45. Zırhlı Tugayı, Baltık’taki NATO müttefiki ve “ön cephe ülkelerinden” biri olan Litvanya’ya resmen konuşlandırıldı. Bu tugay, özel olarak yurtdışı muharebeleri için kurulan mekanize bir birlik olup yaklaşık 5000 askerlik tam teşkilata sahiptir ve 2027’ye kadar tamamen konuşlandırılması beklenmektedir. Litvanya’nın başkenti Vilnius yakınındaki Rukla Askeri Üssü’nde konuşlanacak olan birlik, Rusya’nın müttefiki olan Belarus’a sadece 20 kilometre mesafededir. Litvanya, Belarus ve Rusya’nın Baltık bölgesindeki Kaliningrad toprağı ile sınır komşusudur; Litvanya ile Polonya’yı birbirine bağlayan Suwałki Koridoru ise NATO’nun doğu kanadındaki en zayıf savunma noktası olarak kabul edilmektedir.

Almanya Başbakanı Merz, tugayın açılış töreninde yaptığı açıklamada, bu adımın Almanya Federal Ordusu’nun “yeni bir döneme girdiğini” gösterdiğini ve “NATO’nun doğu kanadının savunmasını kendi ellerimize aldığımızı” belirtti. NATO’nun kolektif savunmasına olan bağlılığını yineleyen Merz, Almanya’nın sorumluluk üstleneceğini ve “Avrupalı müttefikleri hayal kırıklığına uğratmayacağını” söyledi. Litvanya Cumhurbaşkanı Nausėda, Almanya’nın bu hamlesini NATO güvenlik yapısı ve Avrupa açısından “kilometre taşı” olarak değerlendirdi. 26’sında Merz, Almanya ve müttefiklerinin artık Ukrayna’ya sağlanan silahların menzilini sınırlamayacaklarını açıkladı. 28’inde ise Almanya, Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelenskiy’e uzun menzilli füze sistemleri geliştirme konusunda yardım sözü verdi.

Almanya’nın zırhlı birliklerini sınıra yakın konuşlandırması, ABD, İngiltere ve Fransa’yı takip ederek Ukrayna’ya sağlanan füzelerdeki menzil sınırını kaldırması ve uzun menzilli füzeler konusunda Ukrayna’ya destek vermesi üzerine, Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov 28 Mayıs’ta Almanya’yı iki dünya savaşının hatalarını tekrarlamaması konusunda açıkça uyardı. Lavrov, “Almanya’nın savaşa doğrudan karıştığı açık; bu, geçen yüzyılda iki kez çöküşe götüren aynı yolda ilerlediğini gösteriyor,” dedi. Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Medvedev de, Almanya’nın ekipman ve uzmanlarının Rusya’ya karşı yürütülen operasyonlara doğrudan katıldığını belirterek, Almanya’nın fiilen Ukrayna çatışmasının tarafı ve Rusya’nın yeniden düşmanı haline geldiğini söyledi.

21 Mart’ta, Almanya Federal Meclisi 500 milyar avroluk bir mali paket onayladı. Bu, Almanya’nın uzun süredir uyguladığı “borç freni” merkezli mali disiplin politikasından vazgeçtiği anlamına geliyor. Bu paket, hükümete savunma ve altyapı yatırımları için büyük çaplı borçlanma imkânı tanıyor. Alman parlamentosu, savunma ve siber güvenlik harcamalarına yönelik anayasal kısıtlamaları kaldırarak Anayasa’da değişiklik yaptı. 2025 savunma bütçesine 100 milyar avro eklenmesi planlanıyor; önümüzdeki 10 yılda toplam savunma harcamaları 1 trilyon avroya ulaşabilir. Bu bütçe, Almanya’nın teknolojik açıdan geri kalmış olan savunma teçhizatını modernize etmek ve savunma gücünü, savaş kabiliyetini ciddi oranda artırmak için kullanılacak. Reuters’ın haberine göre NATO ayrıca Almanya’dan yaklaşık 40.000 askerlik yedi yeni tugay daha tahsis etmesini isteyecek. Bu sayede Rusya’ya karşı savunmada toplam birlik sayısı 35 ila 50 tugaya ulaşacak. Sadece bu hedef bile Almanya’nın mevcut hava savunma kapasitesini dört katına çıkarmasını gerektirecek.

Merkz Göreve Geldikten Sonra NATO-Rusya Cephe Hattına Asker Gönderdi: Tarihsel Endişeleri Artıran Adımlar

Merkz göreve geldikten hemen sonra NATO ile Rusya’nın karşı karşıya geldiği cephe bölgelerine asker sevk etme kararı aldı ve Ukrayna’nın Batı silahlarıyla Rus topraklarını vurmasına izin vereceğine dair açıklamalar yaptı. Bu tür eylem ve söylemler, sadece Almanya, Avrupa ve hatta NATO ile Rusya arasındaki askeri gerilimi artırmakla kalmıyor; aynı zamanda iki dünya savaşının acı hatıralarını—özellikle Almanya ile Rusya’nın Finlandiya Körfezi ve Baltık Denizi üzerindeki etki alanı için savaşa tutuştuğu trajik dersleri—canlandırma riski taşıyor.

Almanya, her iki dünya savaşının da çıkış noktasıydı. II. Dünya Savaşı sonrası toprakları parçalandı, militarizm ve Nazi ideolojisi kökten tasfiye edildi. ABD uzun yıllar boyunca Almanya’da ağır askeri varlık bulundurarak stratejik baskı uyguladı ve Almanya’yı NATO’nun kolektif savunma sistemine entegre etti; böylece Avrupa’da uzun süreli barış ve güvenlik sağlandı. İki dünya savaşının derslerinden hareketle, Almanya savaş sonrası dönemde düşük düzeyde silahlanmaya gitti, bağımsız bir askeri sanayi üretim sistemine sahip olmadı ve dış politikasında uzun süre pasifist bir çizgi izledi.

Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra, ABD’nin stratejik geri çekilmesi ve askeri odağını Asya-Pasifik’e kaydırması, ayrıca İngiltere’nin AB’den ayrılmasıyla birlikte, giderek güçlenen Almanya hem Fransa ile birlikte AB’nin “siyasi ikilisi”nden biri haline geldi, hem de AB’nin benzersiz ekonomik motoru oldu. Almanya’nın büyük güç olarak konumu gittikçe yükselirken, Avrupa’nın stratejik özerkliği, diplomatik bağımsızlığı ve savunma gücü inşasındaki rolü ve farkındalığı da artmaktadır. Almanya’nın tek başına yeni bir Avrupa savaşı başlatması muhtemel olmasa da, Ukrayna’yı savunarak Avrupa savunma bağımsızlığını sağlamaya yönelik iradesi gittikçe güçleniyor ve bu da Rusya ile ilişkilerde daha fazla gerginlik ve barut kokusu yaratıyor. Eğer Merz hükümeti mevcut çizgide daha da ileri giderse, Rusya ile sıcak çatışma ihtimali dışlanamaz. Almanya ile Rusya arasında bir savaş durumu ortaya çıkarsa, NATO’nun kolektif savunmayı düzenleyen 5. maddesi devreye girecek ve tüm NATO’nun Rusya ile bir dünya savaşına sürüklenmesi kaçınılmaz olacaktır.

Avrupa ve Almanya uzmanı ünlü akademisyen Profesör Jiang Feng, bir zamanlar şöyle demişti: “Geçmişte ortaya çıkan ‘kültürle ikna’ fikri, Avrupa’nın uluslararası siyasete katkısıydı; ancak bugün bu neredeyse tamamen unutuldu. Yerine ise dış politika ve güvenlik politikalarının askerileşmesi eğilimi geçti. Bu eğilim artık Avrupa ve Almanya’daki siyasi tartışmaların merkezine yerleşti… Alman diplomasisinin cesarete ihtiyacı var; Kant’ın ‘ebedi barış’ vizyonuna bu çağda uygun yeni bir düşünsel alan açılmalı. Daha fazla silah ve daha büyük tatbikatlarla daha fazla güvenlik ve barış yaratmaya çalışmak, tam tersi sonuçlar doğurabilir.”

“Trump 2.0”ın sarsıcı etkisi karşısında, umutsuz Avrupa sanki “Amerikasız bir çağ”a doğru geri dönüşü olmayan bir şekilde ilerliyor; stratejik özerklik, diplomatik bağımsızlık ve savunma gücü üzerinden “Avrupa yolu”na yöneliyor. Avrupa, uzun süredir faydalandığı “ABD gölgesinde barış” dönemini terk etmeye hazırlanıyor; bunun yerine, Avrupa ile Rusya’nın oluşturduğu “yeni kıta”yı şekillendirmeyi ve yerle bir olmuş Ukrayna’yı onarıp onu “yeni Batı”nın bir parçası haline getirmeyi hedefliyor. Ancak bu hedef, gerçeklikten oldukça kopuk; bu nedenle yeni ve dengeli bir çözüm yolu aranmalıdır.

İki kez dünya savaşına neden olmuş ve iki kez yıkımı yaşamış Almanya da yeni bir yol ayrımında duruyor: NATO ittifakını genişleterek Rusya ile uzun süreli stratejik cepheleşmeyi mi sürdürecek, yoksa zamanında geri adım atarak Rusya ile kapsamlı bir barış mı tesis edecek? Kalıcı barış, kapsamlı güvenlik ve ortak refaha dayalı bir Avrupa’yı birlikte mi inşa edecek? Bu sadece Merz hükümetinin siyasi iradesini ve stratejik manevra kabiliyetini değil, aynı zamanda tarihsel muhakemesini ve bilgece karar alma becerisini de sınayacak.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Görüş

Çekya’da komünizme hapis cezası: Yeni düzenlemede neler var?

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

Çekya Temsilciler Meclisi, Ceza Kanunu’nda yaptığı bir değişiklikle Nazizm ve Komünizmi ‘insan haklarını ve özgürlükleri bastırmayı amaçlayan ideolojiler’ arasında sayarak, bu ideolojilerin ‘teşvik edilmesini’ suç kapsamına aldı. 

30 Mayıs’ta kabul edilen yasa değişikliği, mecliste bulunan 160 milletvekilinden 86’sının oyuyla geçti; karşı oy ise kullanılmadı. 

Yasa, Senato ve Cumhurbaşkanı’nın onayını alması halinde 2026 yılında yürürlüğe girecek. 

Yasa tam olarak ne diyor?

Ceza Kanunu’ndaki değişikliklere göre, ‘İnsan hak ve özgürlüklerini bastırmaya yönelik bir hareketin kurulması, desteklenmesi ve propagandası’ için bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası öngörülürken, bu ‘suçun’ basın, film, televizyon, internet üzerinden, organize bir grubun üyesi olarak işlenmesi ve devletin tehdit altında veya savaş halinde olduğu bir zamanda işlenmesi halinde ceza üç yıldan on yıla kadar hapis cezasına çıkacak. 

Suç tanımlamasında ‘organize bir şekilde’ ifadelerinin geçmesi siyasi parti organizasyonunu, ‘devletin tehdit altında olması’ ise Rusya-Ukrayna savaşını akıllara getiriyor. 

Yasa ayrıca, ‘logolar, bayraklar, rozetler, üniformalar ve bunların parçaları, sloganlar, ifadeler, açıklamalar, selamlaşma şekilleri, liderler veya bu hareketin liderlerinin konuşmalarını tasvir eden semboller’ yoluyla ‘İnsan hak ve özgürlüklerini bastırmaya yönelik bir hareketi propagandaya yönelik eserlerin yayılmasını’ veya satılmasını da  üç yıla kadar hapis, para cezası veya malın müsaderesi (el konması) ile cezalandıracak. 

Yasanın doğrudan komünizmle ilgili kısmı ise şu ifadelerle aktarılmış:

“Kim Nazizm, Komünizm veya başka bir insanlığa karşı işlenen suçu, savaş suçunu veya barışa karşı suçu alenen inkar eder, şüpheye düşürür, onaylar ya da haklı göstermeye çalışırsa, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”

Yasadaki tek ‘cezasızlık’ şartı ise, bu simgelerin eğitim, araştırma, sanat, güncel veya tarihî olaylar hakkında haber verme amacı taşıması. Yasa metninde bulanık ifadelerle aktarılsa da, komünizm sembollerinin propaganda mı yoksa haber verme amacı mı taşıdığına, muhtemelen o simgeleri kimin kullandığına göre karar verilecek. 

Yasanın söz konusu ‘bulanık’ ifadeleri, ülke genelinde bir hukuk tartışması başlatmış durumda. Zira, ülkede komünist semboller yasaklanırken, tam olarak bu simgeleri kullanan dikkat çekici bir siyasi parti bulunuyor: Bohemya ve Moravya Komünist Partisi (KSČM).

Çekya’da aktif bir komünist partinin bulunması ise, “Tasarı partinin kapatılmasıyla” sonuçlanabilir mi?” sorusunu gündeme getirdi. Komünistler ise, söz konusu tasarının tam olarak KSCM’yi engelleme amacı taşıdığı görüşünde. 

Komünistler ve ‘Yeter!’ hareketi

Çekya’da komünistler, Ekim ayında düzenlenecek 2025 Çekya parlamento seçimlerine “Stačilo!” (Yeter!) adlı yeni bir siyasi oluşum çatısı altında katılmayı planlıyor. ‘Yeter’ hareketi, komünist partinin yanı sıra Birleşik Demokratlar – Bağımsızlar Birliği  (SD-SN) ve Çek Ulusal Sosyalist Partisi (CSNS) gibi diğer sol eğilimli partilerin üyelerini de içeren bir çatı örgütü. 

2024 Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesinde bir seçim koalisyonu olarak kurulan bu yapı, 10 Ekim 2024’te resmi olarak siyasi parti statüsüne kavuşmuştur. Hareketin tek bir siyasi parti formuna bürünmesinin nedeni ise, seçimlerde koalisyonlara uygulanan yüzde 11’lik seçim barajı yerine, partilere uygulanan yüzde 5’lik barajdan yararlanabilmek. 

Komünist Parti kapatılabilir mi?

Anayasa hukuku uzmanı Ondřej Preuss, Çek medyasına yaptığı açıklamada, tasarının tek başına komünist partinin kapatılmasına yetmeyeceği görüşünde. 

“Bir yanda komünist hareketlerin propagandası yasaklanıyor, öte yandan bu ismi taşıyan bir parti hâlâ faaliyet gösteriyor ve hatta Avrupa Parlamentosu’nda temsil ediliyor.” Preuss, bir siyasi partinin kapatılması için Ceza Kanunu’ndaki değişikliğin yeterli olmadığını, bunun için hükümetin girişimiyle Yüksek İdare Mahkemesi’nin kararının gerekli olduğunu ifade ediyor. 

Komünistler ise, yasa değişikliğine sert tepki gösterdi. KSČM sözcüsü ve “Yeter!” hareketinin adayı Roman Roun, bunun tamamen seçim öncesi bilinçli bir saldırı olduğunu belirterek, “Bize karşı yoğun bir baskı var. Her şey seçimden hemen önce bir araya geldi. Amaç bizi itibarsızlaştırmak” ifadelerini kullandı. 

Tasarıyla birlikte yasaklanan ‘orak çekiç’, KSČM’nin resmi logosunda bulunmasa da, çeşitli etkinliklerde sıkça kullanılan bir simge. 

Partinin önde gelen isimlerinden ve Sovyet devriminin öncüsü Vladimir Lenin’e yazdığı şiir nedeniyle gündeme gelen Petra Prokšanová ise, tasarıya “Bizi susturmaya çalışanlar, bunu en son Naziler döneminde denedi. Ancak o zaman da komünistler direndi ve Nazizm yenilgiye uğradı” ifadeleriyle tepki gösterdi. 

Yasa ne anlama geliyor?

Çekya’da komünist sembollerin yasaklanması, yalnızca iç hukuk düzenlemesinden daha fazlası. Bu yasa aynı zamanda, Avrupa’nın kökleşmiş ideolojik antikomünist reflekslerinin güncel bir yansıması olarak kabul edilebilir. 

Avrupa’da uzun yıllardır komünizm, tıpkı nazizm gibi otoriter ve totaliter bir tehdit olarak görüldü. Rusya-Ukrayna Savaşı ise bu refleksleri daha da güçlendirdi. Avrupa ülkeleri, Putin yönetimini Sovyetler’in devamı gibi algılamaya başladı. Hatta, Rusya lideri Vladimir Putin’in ‘Sovyetler’i yeniden kurmaya çalıştığı’ gibi iddialar dahi gündeme geldi. 

Bu algı, yalnızca Rusya’ya karşı değil, Rusya’yla tarihsel ve politik düzlemde benzerlik taşıdığı düşünülen akımlara karşı da bir savunma hattı örülmesine yol açtı. Çekya yasasında yer alan ‘tehdit altındaki durum’ ya da ‘savaş hali’ gibi muğlak ifadeler de, bu refleksin hukuki dile yansımasından ibaret. 

Her ne kadar yasa doğrudan Komünist Partinin kapatılmasını hedeflemese de, bu tür yasaklar komünist/sosyalist hareketlerin faaliyetlerini büyük ölçüde kısıtlayacak. 

Özellikle de Ukrayna savaşına karşı çıkan ve NATO politikalarını eleştiren bir çizgide duran komünist hareketler için, bu düzenleme doğrudan bir susturma girişimi niteliğinde. Açıktan komünizm propagandası yapan KSČM’nin, Ukrayna’da savaşın temel nedenlerinden birinin NATO’nun doğuya doğru genişlemesi ve ABD’nin müdahaleci politikaları olduğunu savunması, kendini ‘Rus tehdidi altında’ hisseden sağ hükümet tarafından bir ‘bilgilendirme’ olarak mı, yoksa ‘komünist propaganda’ olarak mı tanımlanacak?

Dolayısıyla, Avrupa’da komünist sembollere yönelik yasaklar, komünizmin temsil ettiği değerler kadar, güncel siyasete de müdahale edilmeye çalışıldığını gösteriyor.

https://www.aspi.cz/products/lawText/1/68040/1/2/zakon-c-40-2009-sb-trestni-zakonik/zakon-c-40-2009-sb-trestni-zakonik?utm_source=chatgpt.com

https://www.seznamzpravy.cz/clanek/domaci-politika-poslanci-zakazali-propagaci-komunismu-jak-muze-dopadnout-na-kscm-278178 

https://www.forum24.cz/komunismus-stejne-jako-nacismus-snemovna-schvalila-navrh-na-zakaz-propagace-komunismu 

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English