Görüş
Hindistan’ın İsrail eğilimi

Rusya-Ukrayna savaşı devam ederken cumartesi günü Hamas’ın İsrail’e saldırmasının ardından dünya bu kez yeniden Ortadoğu’ya, İsrail-Filistin krizine odaklandı.
İsrail’deki ani saldırının ardından Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin sosyal medya platformu X üzerinden yaptığı paylaşımda duruma yönelik ilk yorumu şöyle oldu: “Bu bir terör saldırısıdır. Hindistan İsrail ile dayanışma içindedir.” Modi’nin Hamas’ı kınayan ve İsrail’e destek teklif eden bu açıklaması iki ülke arasındaki bağların son yirmi yılda çarpıcı biçimde değiştiği anlamına geliyor.
Ve açıklama kadar, hızı da dikkat çekici. Hindistan kriz anında taraf seçmede “hızlı” davranan bir ülke değil ve dahası, “açıktan” pek taraf seçen bir ülke değil. Ayrıca Hindistan’ın Rusya’nın Ukrayna’yı işgalini kınamaktan kaçındığını ve Batı’nın bu konudaki baskılarına direndiğini arka planda vurgulamakla beraber, Hindistan’ın İsrail’e verdiği destek Ortadoğu’ya yönelik temkinli diplomatik politikasından bir sapmaya da işaret ediyor.
Ancak daha sonra haftalık basın toplantısı sırasında Hindistan Dışişleri Bakanlığı İsrail’de cumartesi günü yaşananları terör saldırısı olarak gördüklerini açıklarken Hindistan’ın Filistin politikasını yineledi ve “iki devletli çözüme” işaret etti. Dışişleri Bakanlığı’nın açıklaması ilk başta İsrail’e verilen güçlü destek algısını biraz olsun zayıflatmış oldu.
Hindistan bir zamanlar Filistin’in güçlü bir destekçisiydi. Daha sonra İsrail Filistin arasında bir dengeleme eğilimi gösterdi. Ancak Modi yıllarında İsrail’e daha çok yakınlaştı. Bu arada Hamas’ı hiçbir zaman desteklemedi; Filistin’e verilen destek laik ve milliyetçi gruplarla sınırlıydı. Ve bugün yalnız Filistin yönetimini tanıyor.
Mayıs 2014’te göreve başladığından bu yana Modi hükümeti İsrail’i hedef alan Birleşmiş Milletler kararlarında çekimser kalmış, ancak uluslararası kuruluşta İsrail yanlısı bir tutum sergilemekten de kaçınmıştı. Geleneksel olarak BM’de Filistin lehine oy veren Yeni Delhi 2015 yılında İsrail’in Gazze’deki eylemlerini kınayan BM İnsan Hakları Konseyi kararına çekimser oy kullanarak İsrail politikasındaki değişikliğin ilk “resmi” sinyalini vermişti. Her ne kadar hükümet bunu reddetmiş olsa da Modi yönetiminin 2015’te çekimser kalışı, İsrail duruşundaki önemli değişimin ilk ifadesiydi. Ayrıca Modi 2017’de İsrail’i ziyaret eden ilk Hindistan başbakanı oldu. O günden bu yana iki ülke ilişkilerini stratejik ortaklığa yükseltti. 2018’de Amerika Birleşik Devletleri’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti yapma kararına ilişkin BM’de aleyhte oy kullanan Modi hükümetinin 2019’daki BM Ekonomik ve Sosyal Konsey toplantısında İsrail tarafından terör örgütü olarak ilan edilen Filistin’in Shahed İnsan Hakları Kuruluşu için BM’deki gözlemci statüsü talebini reddetmek adına oyunu İsrail lehine kullanması, BM’de “ilk kez” doğrudan İsrail’in yanında yer aldığının, ülkesinin Arap ve Müslüman ülkeleri ile olan tarihsel oy kullanma şeklinden tamamen ayrıldığının açık bir göstergesiydi. Burada Hindistan’ın Pakistan ile yaşamakta olduğu Keşmir sorunu özelinde Arap dostlarından beklediği desteği göremiyor oluşu en önemli faktör. Ayrıca Hindistan, 2021’de BM İnsan Hakları Konseyi’ne Gazze, Batı Şeria ve Filistin’deki insan hakları ihlallerini araştırmak üzere daimi bir komisyon kurulması çağrısında bulunan kararda çekimser kaldı.
Tarihte İsrail’in kurulmasına karşı çıkan, Arap ve dünya Müslümanlarının yanında yer alarak Filistin davasını haklı bulan ve savunan Hindistan’ın İsrail ile gelişmiş bir ilişkisi yoktu. Kuruluşundan iki yıl sonra, 1950’de İsrail’i tanıyan Hindistan, diplomatik ilişkilerini ancak 1992’de başlattı. Böylelikle dönemin Başbakanı PV Narasimha Rao, ülke politikasında etkili olan (Bağlantısız, Batı-Amerikan karşıtı) Nehruvian ideolojisinden de ayrıldı.
Bağımsızlık sonrasında 40 yılı aşkın bir süredir tam anlamıyla diplomatik ilişkiler olmasa da iki ülke arasındaki temasın tek giriş kapısı 1953 yılında Mumbai’de açılan İsrail Konsolosluğu idi. Ayrıca 1950’den 1992’ye dek Yeni Delhi her ne kadar İsrail ile ilişki kurmaktan uzak dursa da iki hükümet arasında hiç etkileşim gerçekleşmemiş değil. Bu bağlamda iki İsrailli Dışişleri Bakanı’nın Yeni Delhi ziyareti kilit önemde: 1956’daki Moshe Sharet ile 1977’deki Moshe Dayan’ın ziyaretleri. Bu temaslar “gizli” yürütülürken iki ülke arasında meydana gelen bir diğer kilit temas ise 1993 yılında İsrail Dışişleri Bakanı Shimon Peres’in Hindistan başkentine gerçekleştirdiği “resmi” ziyareti.
Dönemin başbakanı Indira Gandhi, babasının Filistin yanlısı pozisyonunu çoğunlukla korurken oğlu ve halefi Rajiv Gandhi 1985 yılında BM Genel Kurul toplantısının görüşmelerinde İsrailli mevkîdâşı ile bir araya geldi. Bu görüşme iki devletin başbakanları arasındaki “ilk kamuya açık toplantı” niteliği taşır. O dönem hızla ilerleyen Pakistan nükleer programına ilişkin Hindistan kaygılarının bu gelişmiş ilişkileri kolaylaştırdığına inanılıyor. Bununla beraber 1992’ye kadar Yeni Delhi’nin İsrail ile resmen diplomatik ilişkiler kurması gerekmemişti. Ancak resmi diplomatik ilişkiler olmasa dahi Soğuk Savaş sırasında Hindistan-İsrail askeri bağlarının bulunduğunu belirtmek önemli.
İsrail yalnızca 1962, 1965 ve 1971’deki savaşlarında Hindistan’a askeri yardımda bulunmakla kalmamış, aynı zamanda 1971’de Yeni Delhi hükümetinin yardımıyla da Pakistan’dan bağımsızlığını kazanan Bangladeş’i tanıyan ilk ülkelerden biri olmuştur. Ayrıca 2000 yılında ortak bir terörle mücadele komisyonu kuran iki ülke ilişkilerinde, 2008 Mumbai saldırıları sonrasında Hindistan’ın İsrail’den yaptığı savunma alımlarında yaşanan ciddi artışla birlikte, İsrail’in 2009’da Yeni Delhi’nin en büyük savunma tedarikçisi olarak Rusya’nın yerini aldığına tanık olundu. Ve her ne kadar burada Hindistan halkının büyük protestolarına maruz kalmış olsa da Ariel Sharon 2003 yılında Hindistan’ı ziyaret eden ilk İsrail başbakanı oldu.
Hindistan-İsrail ilişkilerinin 1992’de iyileştirilmesinden bu yana savunma ve tarım ikili ilişkilerin iki ana sütununu oluştururken bugün iki ülke ilişkilerinde turizmden uzaya, ticari ve kültürelden enerjiye uzanan muazzam bir çok yönlü ilerleme kaydediliyor. Örneğin geçtiğimiz günlerde İsrail kıyılarındaki Tamar ve Levianthan gaz sahaları araştırıldı ve Hindistan bu sahalardan doğalgaz çıkarmak ve ithal etmek amacıyla arama lisansı için teklif veren ilk ülkelerden biri oldu. Hindistan’ın ONGC Videsh, Bharat PetroResources, Indian Oil ve Oil India şirketlerine İsrail hükümeti tarafından arama lisansı verildi ki bu, iki ülke ilişkilerindeki çeşitliliğin açık bir işareti.
Bu arka planda, giderek yakınlaşan Hindistan-İsrail ilişkilerindeki gelişimin temel dinamikleri neler? Ancak bundan önce Hindistan neden tarihte İsrail karşıtı bir duruş sergiledi?
Hindistan tam da İsrail’in kurulması gündeme geldiği dönemde emperyalizm karşıtı mücadelesini taçlandırmış ve bağımsızlığını kazanmıştı. İsrail-Filistin girdabının kaynağının da emperyalist bir mantaliteye dayandığına inanan yeni bağımsız Hindistan yönetimi doğal olarak Filistin yanlısı bir duruş geliştirdi. Burada diğer kritik faktör, ikinci en kalabalık Müslüman nüfusunun kendi coğrafyasında bulunuyor olması nedeniyle Hindistan Müslümanlarının radikalleşme olasılığını doğuracak herhangi bir hamleden uzak durulması ile Arap dostlarının incinmemesi düşüncesiydi. Ayrıca o konjonktürde İsrail Batı Bloku kapsamında iken Hindistan’ın Bağlantısızlar lideri olması ve aynı zamanda Sovyetler Birliği ile daha yakın çizgide durması da ikili ilişkilerin neden mesafeli olduğunu açıklıyor. Ve bir de Hindistan’ın petrol ithalatında Arap devletlerine bağımlılığı Ortadoğu politikasında Arap yanlısı bir eğilime yol açtığını da belirtelim. Dahası, Keşmir konusundaki tutumu için Arap desteğini toplama gereksinimi de Yeni Delhi’yi tamamen Arap yanlısı bir politika izlemeye zorladı.
Ancak koşullar yeni bir dünya düzenini kurmaya doğru yol alırken Yeni Delhi yönetimi de uluslararası alandaki diğer aktörler gibi politikalarını yeniden gözden geçirmek durumundaydı. Bu revizenin temel çıktısı ise liberalleşme açılımları ve ekonomik kalkınmayla beraber başta ABD olmak üzere Batı ile ilişkilerin ivme kazanmaya başlamasıydı. Günümüz dengeleri dikkate alındığında ekonomik boyutun yanısıra askeri planlamaların yeniden revaçta olduğuna tanıklık ediliyor. Bununla beraber Hindistan’ın dünya görüşü ile iç ve dış dinamiklerinde de bir paradigma kayması yaşanıyor.
Tüm bu gelişmeler bağlamında Hindistan’ın İsrail eğiliminde ve ikili ilişkilerin gelişiminde Modi faktörü bir dönüm noktası. Modi hükümetinin terörle mücadele açılımları, İsrail ile daha derin savunma, stratejik ve ekonomik bağların sağlanması ile uyumlu görünüyor. Ayrıca İsrail Hindistan’ı Asya’da stratejik bir ortak olarak görüyor. Modi’nin iktidarda yerleşik olması ve stratejik çıkarların birbiriyle uyumlu hâle gelmesiyle ikili ilişkilerin güçlü adımlarla ilerlediği görülüyor. Modi’nin 2017’deki İsrail ziyareti Hint politik tarihinde bir ilke imza atmıştı. Temmuz 2017’de ülkesine bir ziyaret gerçekleştirmiş olan Modi, mevkidaşı Benjamin Netanyahu ile dostane ilişkiler geliştirmeye hız kazandırdı. İlişkilerdeki bu miladın lokomotifi Hindistan’ı cezbeden İsrail yapımı savunma donanımları olsa da iki ülke ilişkilerinde tarım alanındaki teknik yardımlar ile ticaret ve ekonomi gibi farklı boyutlar da yer alıyor. Örneğin 2014 itibarıyla Hindistan’ın her yerinde faaliyet gösteren 10 mükemmeliyet merkezi çiftçilere İsrail’in teknolojik uzmanlığını kullanarak verimli tarım teknikleri konusunda ücretsiz eğitim oturumları sunuyor.
Ancak Asya’daki en önemli ticari partnerinin Çin olmasından hareketle İsrail Yeni Delhi’nin Pekin konusundaki güvenlik kaygılarını pek önemsemiyor. Buna karşın İsrail silahları için Hindistan önemli bir pazar. Dolayısıyla Hindistan-İsrail ilişkilerindeki tektonik kaymanın temel itici gücü Hindistan’ın artan güvenlik kaygıları. Yani Hindistan’ın İsrail eğilimi gerçekte daha çok askeri boyutta kendini gösteriyor.
Hindistan’ın son zamanlarda çoğunlukla savunma ve güvenlik politikalarına ağırlık vermesi ile askeri teknolojiye duyduğu gereksinim bağlamında ikili ilişkilerin özellikle son yıllarda epey gelişme kaydettiği görülüyor. İlki 1996-97 yıllarında dönemin Hindistan Başbakanı Atal Bihari Vajpayee’nin satın aldığı keşif dronları (insansız hava aracı-İHA) olmak üzere Barak SAM hava savunma füze sistemi, bunun için kullanılan Phalcon AEW/AWACS havadan erken uyarı ve kontrol sistemi ile Heron insansız hava araçları, SPYDER hava savunma sistemi, son Balakot saldırısında da kullanılmış olan SPICE-2000 güdüm kiti ve Spike ATGM güdümlü tanksavar füze sistemi, Pakistan sınırı boyunca kurulan Kapsamlı Entegre Sınır Yönetim Sistemi ve ayrıca MK-84 yüksek patlayıcı savaş başlıkları ile ileri sürüm SPICE-2000 bombaları Hindistan Ordusu’nun envanterinde bulunan İsrail yapımı donanımlar. Hindistan ayrıca 30 narkotik köpeğini de İsrail’den ithal etmiştir. İsrail’in Hint askerlerine özellikle terörle mücadele bağlamında eğitim verdiği de biliniyor.
İlk ikisi aralarında değişken olarak ABD ve Rusya olmak üzere İsrail Hindistan’ın üçüncü büyük savunma tedarikçisi konumunda. Ayrıca “Hindistan’da Üret” kapsamında İsrailli savunma şirketleri IAI, Elbit Systems ve Rafael Advanced Defence Systems, özel alt sistemler üretmek ve iç güvenlik sistemlerini geliştirmek için Hint firmalar Bharat Forge, Tech Mahindra, Adani Group ve Tata Advanced Systems ile ortaklıklar kurdu.
Bağımsızlığının ardından uzun süre düşmanca bir pozisyon almasıyla gergin ve uzak olan ve sonrasında bilgi alışverişi düzeyinde başlayan ilişkilerin bugün milyon hatta milyar dolarlık anlaşmalara varan gelişimi kuşkusuz Yeni Delhi’nin pragmatizmi ne denli içselleştirdiğinin bir yansıması ve bir o kadar da ideolojik duyarlılıktan uzaklaşıldığının bir kanıtı. Bu dönüşümün kilometre taşı ise Modi’nin ulusal çıkar odaklı dünya görüşü ile yönetim anlayışı.
Bugün ticaret dengesinin Hindistan’ın lehine olması ile beraber ikili ticaret 1992’de 200 milyon dolardan 2022-2023 Mali Yılı’nda (savunma hariç) 10,1 milyar dolara yükseldi. Bugün Hindistan, İsrail’in Asya’daki üçüncü, dünya çapında ise yedinci büyük ticaret ortağı. Ayrıca Batı Asya Dörtlüsü/Orta Doğu Dörtlüsü/Yeni Dörtlü olarak da anılan ve 2021 yılında yeni bir stratejik ortaklık olarak kurulan I2U2 kapsamında Hindistan, İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri ve ABD ile ekonomik kalkınmayı, bilimsel yeniliği ve bölgesel istikrarı teşvik etmek amacı ile sıkı işbirliği yürütüyor.
Modi’nin İsrail’e ilişkin açıklaması ve İsrail’e ne kadar hızlı destek sunduğu dikkat çekti. Yeni Delhi’nin Suudi Arabistan, BAE ve Ortadoğu ile mükemmel ilişkileri var. 2018’de Yeni Delhi’de Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ı ağırlayan Hindistan kamuoyu önünde hâlâ Filistin davasını destekliyor. Ancak Hindistan’ın jeopolitik durumu ve iç politikası değişti. Yeni Delhi yalnızca İsrail ile yakın bir ilişkiye sahip olmakla kalmıyor, aynı zamanda bugün ABD’nin yakın stratejik ortağı ve İsrail’in sadık bir ortağı.
Ortadoğu’da istikrar Hindistan için önemli, çünkü Arap uluslarıyla olan ilişkilerinin yanı sıra çok sayıda Hint diasporası bölgede ikamet ediyor. Dahası, kendisini de cihatçı terörist grupların saldırılarına karşı son derece savunmasız hisseden Hindistan İsrail’in güvenlik kaygılarını anladığını ifade ediyor. Bu arada Nehru’dan Mahatma Gandhi’ye ve Modi’ye Hint milliyetçilerin Yahudi davasına sempati duyduklarını, ancak başlangıçta İngiliz emperyalizminin doğrudan bir sonucu olarak gördükleri Filistin’in Siyonizm temelindeki bölünmesine karşı çıktıklarını belirtelim. Bugün İsrail’de 85 binin üzerinde Hint kökenli Yahudi yaşıyor.
Modi’nin açıklaması Hindistan’ın İsrail ile ilişkisini yalnızca dostane bir ilişki olarak değil, aynı zamanda uzun soluklu stratejik çıkarları açısından da yaşamsal bir ilişki olarak görmeye başladığını gösteriyor. Başlarda Hindistan’ın İsrail-Filistin çatışmasına yaklaşımının çoğunlukla Filistin davasına verdiği destekten büyük ölçüde etkilendiği görülürken son yıllarda Hindistan bir yandan Filistin davasına desteğini sürdürmeye, bir yandan da hem İsrail hem de Filistin ile ilişkilerini genişletmeye ve her ülkeyle bağımsız olarak çıkarlarını gözeterek hem İsrail hem de Filistin ile ayrı yollardan ilişki kurmaya çalıştı. Yani bu, artık Hindistan’ın İsrail ile ilişkisinin kendi değerleri üzerinde duracağı ve Hindistan’ın Filistinliler ile olan ilişkisinden bağımsız ve ayrı olacağı anlamına geliyordu. Bu da Soğuk Savaş döneminde muhtemelen Arapları düşmanlaştırma korkusundan dolayı izleyemediği bir politika.
Ancak ikili ilişkinin zorlukları da yok değil. Örneğin, İsrail İran’ı varoluşsal bir tehdit olarak görürken Hindistan enerji tedariği ve Afganistan ile Orta Asya’ya giden Chabahar limanı rotası konusunda işbirliğine değer veriyor. Dahası, güçlü teknoloji ve yatırım bağlantılarıyla Çin İsrail’in Asya’daki en büyük ticaret ortağı (Pekin’in İsrail ile ikili ticareti 2022’de toplam 22,1 milyar dolardı). Ayrıca Hindistan yerli sanayisinin kaygıları nedeniyle Serbest Ticaret Anlaşması askıda. Ek olarak İsrail’in Arap ülkeleri ile farklılıkları var ve Hindistan’ın yakın zamanda BM’de Kudüs konusunda ABD’ye karşı yaptığı oylama Hindistan’ın bölgedeki önemli çıkarlarını yansıtıyor. Ve son olarak Hindistan’ın dış politikasında İsrail ile Filistin arasındaki bağlantıyı koparmak zor ki İsrail ve Ortadoğu’daki diğer ülkelerle diplomatik ilişkilerin stratejisini belirlerken bu önemli bir faktör.
Görüş
Hindistan ve Pakistan savaşır mı?

Vay efendim “Hindistan ve Pakistan’ın savaşması an meselesi”, yok efendim “Büyük bir savaşın arifesindeyiz”, aman efendim “Hindistan ve Pakistan arasında tarihi bir hesaplaşmaya tanıklık edeceğiz”…
Felaket tellallığı iş başında (!)
Durun, daha bitmedi:
Vay efendim “Amerika düğmeye bastı, Hindistan ve Pakistan’ı savaştıracak”, yok efendim “Asya-Pasifik’te start verildi, Hindistan ve Pakistan savaştırılıp, Çin de dahil edilecek”, aman efendim “Hindistan Pakistan’ı parçalayacak, böylelikle Beluchistan’ı özgürlüğüne kavuşturacak”, yok yok “Pakistan Shimla Anlaşması’nı askıya aldı ki böylelikle Kontrol Hattı otomatik olarak Ateşkes Hattı olarak yeniden adlandırıldı ve bu da Jammu ve Keşmir’deki özgürlük mücadelesini güçlendirip, buranın özgür olmasını sağlayacak”, hayır hayır “Pakistan’ın Shimla Anlaşması’nı askıya alması ile Hindistan, Ateşkes Hattı’nı geçerek, Pakistan kontrolündeki Keşmir’i geri alacak”…
Komplo teorileri yükleniyor (!)
Önce bir ne olmuştu, onu hatırlayalım:
22 Nisan’da Hindistan’ın Cammu ve Keşmir Birlik Bölgesi’nde yer alan turistik Pahalgam kasabasında bir terör saldırısı gerçekleşti. Saldırı sonucu 25’i Hint ve 1’i Nepal vatandaşı olmak üzere 26 kişinin (biri hariç hepsi turist) öldüğü ve onlarca kişinin yaralandığı bildirildi. Son yıllarda -2008’deki 26/11 Mumbai terör saldırılarından bu yana- Hindistan’da sivillere yönelik gerçekleşen en büyük saldırı bu. Kurbanlar askerler veya memurlar değil, Hindistan’ın en güzel vadilerinden birinde tatil yapan sivillerdi. Saldırıyı Leşker-i Tayyibe isimli örgütün az bilinen bir uzantısı olan Direniş Cephesi adlı grubun üstlendiği ifade edildi. Daha sonra örgüt, Pahalgam saldırısında herhangi bir rolü olduğunu kesin bir şekilde reddetti ve bu eylemin Direniş Cephesi’ne atfedilmesinin yanlış, aceleci ve Keşmir direnişini kötülemek için düzenlenmiş bir kampanyanın parçası olduğunu iddia etti. Ayrıca her ne kadar Pakistan da suçlamaları reddetse de Hindistan Pakistan’ı suçladı ve diplomatik eyleme geçti, Pakistan’dan da misillemeler gecikmedi. Ve şu anda sınırda 22 Nisan’dan bu yana hemen her gün hafif silahlı çatışmalar söz konusu oluyor.
Olay bu. Olayın zamanlaması ise anlamlıydı: Hindistan Başbakanı Modi’nin Hindistan topraklarında olmadığı ama Amerika Başkan Yardımcısı Vance’in Hindistan topraklarında olduğu sıralarda bu saldırı gerçekleştirilmişti ki bunu zaten önceki yazıda belirtmiştik; ancak bu kez başka bir şeye, özellikle Amerika ve Çin ekseninde yürütülen komplo teorilerine bağlayacağız.
Ama öncesinde değinmek istediğim başka bir boyutu da araya iliştirmek istiyorum: Hindistan’ın güvenlik açıkları… Ya da popüler turistik yerlerindeki güvenlik açıkları… Kİ Hint medyasında, turistlerin Pahalgam’da güvenlik veya kontrolün olmadığı ve bu nedenle saldırganların herhangi bir zorlukla karşılaşmadığı üzerine söylemleri yansıyor. Ve Cammu ve Keşmir hükümetinin vadide bulunan yaklaşık 50 turistik destinasyon ve yürüyüş parkurunu kapatma kararı hem Pahalgam saldırılarına bir tepkiydi hem de tüm destinasyonlarda bir güvenlik incelemesi yapılması ihtiyacından kaynaklanıyor. Dolayısıyla güvenlik teşkilatı turizme daha fazla alan açmak için son birkaç yılda açılan turistik destinasyonların tamamında kapsamlı bir güvenlik incelemesi yapmayı ve yeterli düzenlemeler yapıldıktan sonra buraları kademeli olarak yeniden açmayı planlıyor. Neyse, Peki, Pahalgam terör saldırısının nedeni, Hindistan’ın istihbarat başarısızlığı mıydı? Belki olabilir ama ben buna doğrudan bir istihbarat başarısızlığı demeyeceğim, ancak kesinlikle öngörü ve alan farkındalığı başarısızlığı diye düşünüyorum. Hindistan zaten bir süredir saldırıyı yaptığı söylenen bu grubu biliyordu ve kendi adına onları avlamaya çalışıyordu. Neyse ama bir güvenlik açığının olduğu net. Güvenlik güçlerinin en azından bir miktar varlığı söz konusu olsaydı, belki hiç şu an bunları konuşmuyor olurduk diye düşünüyorum…
Şimdi gelelim, Amerika-Çin ticaret savaşının bu yaşananlarda etkisi olduğu veya daha da açık bir biçimde hazır Trump ticaret savaşı ile Çin’i köşeye sıkıştırmaya çalışıyorken Amerika’nın Hindistan ve Pakistan’ı savaştırmak istediği çünkü bu ikilinin savaşması durumunda Çin’in kayıtsız kalamayacağı ve zaten Pakistan ortaklığına ya da o bölgeye büyük yatırımlar yapan Çin’in de büyük zarar göreceği yönünde değerlendirmeler görülüyor.
Hayır, efendim.
Amerika şu an bu ikilinin savaşmasını istemez. Neden istemez? Neden istesin ki?
Hindistan ve Pakistan’ın savaşması her şeyden önce Hindistan ve Pakistan’a zarar verecek. Dahası, bölgesel istikrar altüst olacak ve bu daha büyük jeopolitik sonuçlar doğuracak. Amerika’nın her ikisi ile de kurduğu karmaşık bir denge var ve asıl olarak bu dengeyi korumak istiyor. Her şeyden önce Amerika için güçlü bir Hindistan’ın var olması gerek. Şu an ilişkileri hiç olmadığı kadar yakın ve ortaklıkları hiç olmadığı kadar ileri düzeyde. Amerika’nın Çin ile mücadelesinde Hindistan’ın güçlü bir ortak olarak varlığı tartışmasız istediği bir şey. Bunun yanı sıra, Amerika, cihatçı grupları izlemek ve kontrol altında tutmak için Pakistan’ın işbirliğine hala ihtiyaç duyuyor. Evet, Amerika Başkanı Donald Trump’ın Hindistan’ı desteklediğini gördük. Ya da Ulusal İstihbarat Direktörü Tulsi Gabbard gibi bazı üst düzey yetkililerin çok daha kesin destek açıklamalarına tanıklık ettik. Evet, Amerika, Pahalgam gibi saldırılardan sonra Hindistan ile dayanışma ifade ediyor.
ANCAK, Hindistan’ın Pakistan’a karşı askeri misillemesine desteğin sınırlı olduğu iyi fark edilmeli. Bunu Trump başta olmak üzere Amerikan yetkililerinin konuya ilişkin açıklamalarını dikkatle takip ettiğinizde, rahatlıkla anlayabilirsiniz diye düşünüyorum. Bu, Pakistan’ı istikrarsızlaştırabilecek veya Amerikan hedeflerini tehdit edebilecek herhangi bir Hindistan yanıtını desteklemeyeceği anlamına geliyor. YANİ bu hem terörle mücadele öncelikleri ve dolayısıyla Pakistan ile ortaklığına verdiği değerden hem de bölgesel istikrarı önceliklendirmesinden ve dolayısıyla daha geniş bölgesel çıkarlarından kaynaklanıyor. Her ne kadar Amerika Hindistan ile dayanışma içinde olduğunu ifade etse de Pakistan’a karşı herhangi bir askeri misillemeyi açıkça onaylamaktan kaçınıyor Ki tarihsel olarak, özellikle Pulwama gibi önceki yakın tarihli örneklere geri dönüp bakarsanız, her ikisinin nükleer yeteneklerini de dikkate alarak tırmanmayı önlemek için itidal ve diyaloğu savunuyor. Dolayısıyla Hindistan, güçlü askeri eylem için koşulsuz bir Amerikan desteği varsaymamalı, varsaymıyor da. Amerika’nın ihtiyatlı duruşu, Hindistan’a tam destek sağlamayı zorlaştıran stratejik çıkarlarını yansıtıyor ve Hindistan da bunun farkında. Kısacası şu an Amerika’nın bu konu üzerine öncelikli çıkarı, bölgesel istikrarı korumak ve daha geniş jeopolitik sonuçlar doğurabilecek herhangi bir tırmanışı önlemek.
Yirmi yıldan fazla bir süredir zaten Batı’nın Keşmir anlaşmazlığına müdahil olması istikrarlı bir şekilde azaldı ama ortadan kalkmadığı da akılda tutulmalı. Bunun yerine, Çin’in müdahalesi açıkça arttı. Evet, Hindistan’ın 2019’da Keşmir’in özel özerkliğinin kaldırılması yönündeki anayasa değişikliklerinin ardından Çin’in Pakistan lehine güçlü bir şekilde adım attığı görüldü. Çin, yalnızca konuyu BM Güvenlik Konseyi’nin gündemine getirmemiş, bununla beraber 2020’de Ladakh’taki Fiili Kontrol Hattı’nı tek taraflı olarak değiştirmek için harekete geçmişti. ANCAK bu, Çin’in şimdi kesinlikle ve doğrudan müdahil olacağı anlamına mı gelir? Bu kez tepkisi ne olabilir? Özellikle de Trump’ın tarife savaşları ile altüst olan kendi küresel denklemlerinde gezindiği şu sıralarda Çin’in şu anda Hindistan ve Pakistan arasında yaşanan krizlere veya çatışmalara doğrudan dahil olmasının pek olası gözükmediği gibi bu ikisi arasında şu anda savaş durumunun olmasını da istemez ve hadi savaş durumu oldu diyelim yine doğrudan dahil olma olasılığı çok düşük ve zor. Her ne kadar Pakistan ile ittifakı güçlü ve köklü olsa da. ÇÜNKÜ Çin’in bu aşamadaki eylemleri, mevcut jeopolitik dinamikler ve ticaret tarifeleri ile ilgili karmaşıklıklardan büyük ölçüde etkilenir. Kİ açıkça Pakistan’ı desteklediği yönünde değerlendirmelere denk geliniyor olsa da veya açıkça Pakistan’ı destekleyeceği beklense de iki tarafa da ısrarla itidal çağrısı yaptığı ve bölgesel barış ve istikrar vurgusu yaptığı da gözden kaçmamalı. Ha herhangi bir durumda Pakistan lehine hamleleri olur mu? Olur ama çok sınırlı ve dolaylı olur diye düşünüyorum.
Şu an tüm dış aktörler de ister Amerika, ister Avrupa ve İngiltere ve hatta Rusya olsun, hedging yani riskten korunmaya çalışıyor… Bu şu an neden Çin için de geçerli olmasın?..
Neyse, gelelim asıl merak edilene: Ufukta savaş var mı?
Hayır, efendim.
Birçok Keşmir krizinde sık sık savaş naraları duyuldu, yine de her seferinde Hindistan ve Pakistan uçurumdan geri adım attı. Bana göre asıl soru bu ikilinin savaşıp savaşmayacağı değil. Ve hatta asıl soru askeri bir yanıtın olup olmayacağı da değil. Ki zaten bu muhakkak olur diye düşünüyorum. Güçlü bir yanıt görmemiz muhtemel. O halde bence asıl soru veya asıl merak edilen, askeri yanıtın ne zaman ve ne ölçüde olacağı?
2016’da Uri’ye düzenlenen terör saldırısından sonra yapılan nokta operasyonlar ve 2019’daki Pulwama saldırısından sonra Pakistan’daki Balakot’ta bulunduğu söylenen terörist kampının bombalanmasına, yani Hindistan’ın 2016 Uri ve 2019 Pulwama saldırıları sonrasında gerçekleştirdiği bu iki büyük misillemeye geri dönüp baktığınızda, misilleme eşiğinin sınır ötesi veya hava saldırıları veya da cerrahi müdahaleler olduğunu görürsünüz. Bu örnekler Hindistan açısından nükleer silahların gölgesinde terörizm arayışını sona erdirme çabasıydı. Ve bu örneklerde her iki taraf da güç gösterdi ancak tam ölçekli bir savaştan kaçındı. ÇÜNKÜ bu ikili arasında yaşanan herhangi bir krizdeki en büyük risklerden biri, her iki tarafın da birer nükleer güç olması. Ve bu gerçek hem askeri stratejiyi hem de politik hesaplamaları şekillendirir. Dolayısıyla nükleer silahlar bir tehlike oluşturduğu gibi aynı zamanda bir kısıtlama meydana getirir Kİ her iki tarafın karar vericilerini atacağı adımı kırk kez düşünmeye sevk eder. Ukrayna savaşında, örneğin, Rusya, belirli kırmızı çizgiler aşılırsa, nükleer misilleme sinyali vermiş ancak bunu yerine getirmemişti, anımsayalım. Kİ nükleer silahlar normalde savaş araçları değil, devletin hayatta kalmasının garantörleridir. Ve bir de bir yanıt olarak veya bir tercih olarak savaşa yönelmek öyle kolay bir seçim değildir. Hele ki dünyanın zaten çalkantılı olduğu şu süreçte… Kısacası muhakkak bir yanıt verilecektir ancak bu yanıt kuvvetle muhtemel kesin ve hedefli olarak sunulacaktır. Ve Pakistan’dan da aynı şekilde misilleme beklenebilir. Ancak sonra bir çıkış yolu aranır. Çünkü her ülke de sınırlı karşı misilleme kullanmaya alıştı aslında. Dolayısıyla bu konuda rahat davranıyorlar gibi.
YANİ amaç, Hindistan prizmasından konuşuyorum, nükleer savaşı tetiklemeden Pakistan’ı cezalandırmak. Sanırım Hindistan’ın kafa yorduğu şey şu an tam olarak bu. Ki İlk kullanan olmama sorumluluğunu önemsediğini yansıtıyor. Yani doğrudan sahip olduğu nükleer caydırıcılığına yönelmek yerine Pakistan’ı çatışmayı nükleer eşiğin altında tutarak cezalandırmayı amaçlıyor Ki kontrolü tırmanış peşinde. Bu da tam ölçekli bir sıcak savaştan kaçınma isteğini ima eder. Ki savaşın nihayetinde karşılıklı olarak yıkıcı olacağı gerçeği gün gibi ortada. Ayrıca zaten nükleer silahlar caydırıcılık içindir ve mantıksız bir oyuncunun eline geçmediği sürece kullanılmaz Kİ burada ne Hindistan ne de Pakistan mantık dışı bir oyuncu… Hindistan’a göre, savaş başlarsa savaşı başlatan Pakistan olacak, Hindistan değil AMA bana göre ne Hindistan savaş başlatacak ne de Pakistan…
Şimdi Pahalgam sonrası söz konusu olan bilindik adımlar, yani diplomatik yaptırımlar, yani karşılıklı sınırların kapatılması, ticaretin askıya alınması, hava sahasının kapatılması ve iki yüksek komisyon düzeyinin düşürülmesi, bir noktada geri çevrilebilir. Açıkçası en büyük tırmanış ise İndus Su Anlaşması’nın askıya alınması kararıydı. Ancak doğrusu bu sürpriz değil. Hindistan zaten bir süredir Pakistan’ın anlaşma kapsamındaki meşru haklarını kullanmasını engellediğini hissettiğini ve iyi komşuluk ilişkileri öncülünün var olmadığını ileri sürerek, anlaşmanın gözden geçirilmesini talep ediyordu. ANCAK Pakistan’ın, Hindistan’ın Pakistan’a nehir sularının akışını engelleme olasılığını bir “savaş eylemi” olarak çerçevelemesi ve 1972 Shimla Anlaşması da dahil olmak üzere tüm önceki anlaşmaları askıya alma hakkını saklı tutma kararı, doğrusu bu ikili için bilinmeyen sulara adım atmak. Belki de bu nedenledir Kİ Hindistan, askeri bir yanıt için aceleci davranmıyor. Muhtemelen şu anda güç kullanımını Pakistan ordusu üzerinde maksimum etki yaratmak için kendi seçtiği bir zamanda ve yerde uygulamak için dikkatle planlamak ile meşgul. Çünkü bu kez Hindistan’ın güç kullanımı ne şekilde olursa olsun, Pakistan’ın askeri bir tepkisi olacak. Bu, 2019’da deneyimlendi çünkü. Anımsamak için kısaca değinelim: 2019’da Hindistan’da gerçekleşen Pulwama saldırısından sonra Hindistan’ın Pakistan’daki Balakot’a yönelik hedefli hava saldırısının ardından Pakistan tarafından bir Hint uçağı düşürülmüş ve pilotu sınır ötesinde yakalanmıştı. Ve Hindistan’ın, pilotunu serbest bırakmazsa Pakistan’a füze yağdıracağı tehdidinde bulunması üzerine Trump yönetimi sorunu yatıştırmak için müdahale etmiş ancak düşündüğü arabuluculuk rolüne de soyunmamıştı.
O zaman soru, Hindistan’ın yanıt vermesinin ardından Pakistan’ın da kuvvetle muhtemel vereceği askeri tepkisinden sonra kendisinin ne yapacağıdır. Ki Hindistan tarafından sahadaki beklenmedik gelişmeler ve uluslararası sistemin tepkisi muhtemelen bu kez daha deneyimli olarak ölçülüyordur diye düşünüyorum. Ve bence şu an Hindistan, tırmanışı ne zaman ve nasıl sonlandıracağını belirlemek için kafa yoruyor. Başbakan Modi, Hindistan Silahlı Kuvvetleri’ne yanıtın şekli, zamanlaması ve hedefi konusunda tam operasyonel özgürlük tanıdı. Ama Modi daha önce ne demişti, hatırlayalım: “Zaman, savaş zamanı değil”… Hep birlikte tanıklık edeceğiz, ancak umalım ki kısa süre içinde sükunet onlar ile olur…
Görüş
BAE’nin Küresel Yapay Zeka Yarışında Cesur Adımı

Shamma Al Qutbah – Araştırmacı / TRENDS Research & Advisory
Bu makale, Trends Araştırma ve Danışmanlık ve Harici tarafından ortak yayımlanmak üzere hazırlanmıştır.
Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) yerli üretim yapay zekâ (AI) modeli Falcon, küresel teknoloji arenasında büyük ses getiriyor ve OpenAI’nin ChatGPT’si ile Çin’in DeepSeek’i gibi devlere meydan okuyor. Ancak Falcon yalnızca yapay zekâ yarışında bir rakip değil; güvenlik, güvenilirlik ve yeniliği merkezine alan, BAE’nin yapay zekâ geleceğine liderlik etme iddiasının cesur bir göstergesi.
İlk kez Mart 2023’te tanıtılan Falcon, Abu Dabi’nin kalbinde, şehrin önde gelen küresel bilimsel araştırma merkezi olan Teknoloji İnovasyon Enstitüsü (TII) bünyesinde geliştirildi. Bu model, diğerlerinin sınırlamalarına bağlı kalmayan, dünyanın en ileri açık kaynak büyük dil modellerinden (LLM) biri olarak gururla öne çıkıyor.[1]
Stratejik bir hedef ve vizyonla, dünyanın farklı yerlerinden gelen 25 bilgisayar bilimci, araştırmacı ve yapay zekâ uzmanından oluşan son derece yetenekli bir ekiple, Falcon sınırları zorlamak ve BAE’yi küresel inovasyonun ön saflarına taşımak için tasarlandı.[2]
Uzun saatler süren titiz geliştirme, yorulmak bilmeyen çaba ve adanmış araştırmalar sonucunda, bu uzmanlar hedefi gerçeğe dönüştürmek için çalıştı. Modeli büyük miktarda veriyle eğiterek yalnızca algoritmaların değil, kültür, diplomasi ve ilerlemenin diliyle de konuşabilmesini sağladılar.[3]
Her bir satır kod, parametre ve testte, bu uzmanlar makine öğrenimi, sinir ağları ve hesaplama verimliliği konusundaki bilgilerini bir araya getirerek, BAE’yi yalnızca teknolojiyi kullanan değil, AI’de lider bir ülke konumuna getirecek gerçekten istisnai bir model yarattılar. Gerçekleştirilebilir görülenin sınırlarını zorlayarak Falcon’u öncekilerden daha akıllı, daha hızlı ve daha uyarlanabilir hale getirdiler.
Neyse ki bu bitmek bilmeyen çabalar karşılığını buldu.
Falcon ilk piyasaya sürüldüğünde adeta çığır açıcıydı. Dünyanın dört bir yanındaki yapay zekâ araştırmacıları, mühendisler, geliştiriciler ve uzmanlar Falcon’un piyasaya çıktığı an büyük heyecan yaşadı.
Gelişmiş tasarımı ve etkileyici performansıyla Falcon sadece sahneye çıkmakla kalmadı, Hugging Face’in Büyük Dil Modeli sıralamasında kısa sürede üst sıralara yükselerek önemli bir rakip haline geldi.[4] Bu değerlendirme platformu, yapay zekâ modellerini doğal dil anlama, üretme ve verimlilik açısından değerlendirip sıralar.
Ancak teknik ustalığın ötesinde, Falcon’u büyük dil modeli (LLM) alanındaki diğerlerinden gerçekten ayıran ne? San Francisco’dan Pekin’e sektör uzmanlarının ilgisini çeken şey ne? Yapay zekâ sahnesinde bu kadar öne çıkmasının nedeni ne? Ve dünya neden BAE’nin yapay zekâ geliştirme yaklaşımına dikkat etmeli?
Falcon’a kendine özgü üstünlüğünü kazandıran şey oldukça basit: AI’ye erişilebilirlik, verimlilik ve maliyet etkinliğinde devrimsel bir değişimi temsil etmesi ve bunun arkasında BAE’nin benzersiz vizyonu ve kararlılığının olması. En ileri düzey yapay zekâ modellerinin giderek daha pahalı ve ayrıcalıklı hale geldiği bir dönemde, BAE Falcon’u farklı bir yolda konumlandırdı: açık, uyarlanabilir ve AI devlerinin egemenliğine meydan okumaya hazır.
Belki de Falcon’u rakiplerinden en belirgin şekilde ayıran özellik açık kaynak yapısıdır. DeepSeek maliyet etkinliği, ChatGPT ise gelişmiş sohbet yetenekleriyle öne çıkarken; Falcon, açık kaynaklı çerçevesi sayesinde dikkatleri üzerine çekti. Bu da BAE’nin küresel iş birliğini teşvik ederken teknolojik liderliğini vurgulama stratejisinin bir yansımasıdır.
Çoğu gelişmiş LLM, yalnızca seçkinlerin erişebileceği şekilde şirket duvarları arkasında yer alırken, Falcon bu normlara meydan okuyarak yeteneklerini herkesin kullanımına sundu. Çünkü bu, BAE’nin yapay zekânın küresel inovasyonu ve ilerlemeyi destekleyecek ortak bir değer olması gerektiğine dair inancına dayanıyor – ayrıcalıklı bir kesimin kontrolünde olan bir kaynak değil.
Ancak Falcon’un gücü yalnızca açık kaynak olmasında değil. Model aynı zamanda maliyet etkinliği ve verimliliğiyle de biliniyor. Yapay zekâ modellerini çalıştırmak ve eğitmek çoğu zaman pahalı ve büyük hesaplama kaynakları gerektiren bir süreçtir. Ancak Falcon için durum böyle değil.
Sadece 680 milyon parametreden oluşan model, olağanüstü performans sergileyip maliyeti düşük tutarak, daha az kaynakla daha fazlasını yapacak şekilde tasarlandı.[5] Bu durum Falcon’u sadece daha erişilebilir kılmakla kalmaz, aynı zamanda BAE’nin erişilebilir ve sürdürülebilir yapay zekâ taahhüdünü de destekler.
Modelin benzersizliği burada da bitmiyor. Falcon’un çok dilli yetenekleri – özellikle Arapça doğal dil işleme alanındaki güçlü odaklanması – bir başka öne çıkan özelliğidir. Falcon, diğer LLM’lerin aksine Arapçayı derinlemesine anlayacak ve farklı lehçelerde yüksek doğrulukla metin üretecek şekilde geliştirildi. Bu özelliği onu kültürleri gerçekten birbirine bağlayabilen nadir AI sistemlerinden biri yapıyor.[6]
Ancak dünya Falcon’a neden dikkat etmeli sorusunun belki de en güçlü yanıtı, BAE’nin ileri görüşlü vizyonu ve bu modelin arkasındaki büyük hedefidir. BAE’nin yapay zekâdaki ilerlemesi, bu alandaki başarının yalnızca maddi kaynaklara ya da teknik mirasa değil; vizyon, strateji ve kapsayıcılığa dayandığını göstermiştir.
Yine de birçok insanın aklındaki soru şu: Petrol rezervleriyle tanınan bir ülke, nasıl olur da yeni bir kimlik kazanarak ileri düzey AI teknolojisinde bir güç merkezi haline gelir ve AI devlerini performans açısından geride bırakabilir?
Bu sorunun cevabı tesadüf değil, BAE’nin ileri görüşlü liderliğidir. Kaynak zengini pek çok ülkenin aksine, BAE liderleri erken dönemde bir ülkenin geleceğinin ve gerçek gücünün yalnızca petrole değil; inovasyon, bilgi, entelektüel sermaye ve teknolojik ilerlemeye bağlı olduğunu fark etti.
Hızla değişen dünyada rekabetçi kalabilmek için, geleceğin sektörlerine yatırım yapılması gerektiğini anladılar ve yapay zekâ bu dönüşümün merkezinde yer aldı. Bu vizyonla ülke, yalnızca yapay zekâ teknolojilerini benimsemekle kalmayıp, küresel AI sahnesinde liderlik pozisyonuna ulaşmak adına cesur adımlar attı.
2017 yılında BAE, dünyada bir ilke imza atarak Yapay Zekâ Bakanlığı’nı kurdu ve ilk AI bakanını atadı.[7] Bu adım sembolik değil, derinlemesine stratejikti; AI’nin uzun vadeli vizyonun merkezinde yer alacağının bir işaretiydi.
Kısa süre sonra, ülke 2031 Ulusal Yapay Zekâ Stratejisi’ni açıkladı. Bu, sağlık ve eğitimden güvenlik ve ekonomik gelişime kadar kilit sektörlerde yapay zekânın entegre edilmesini hedefleyen kapsamlı bir yol haritasıydı.[8] Bu strateji ile BAE, birçok ülkede olduğu gibi dağınık politika süreçlerinden ziyade, AI yönetişimini karar alma mekanizmalarının en üst seviyelerine dahil ederek, AI uygulamasında bütüncül ve stratejik bir yaklaşım benimsedi.
BAE ayrıca, bu vizyonu hayata geçirmek ve AI benimsenmesinin yalnızca bir politika belgesi olarak kalmamasını sağlamak amacıyla bakanlıklarda ve federal kurumlarda Yapay Zekâ İcra Kurulu Başkanı (CEO) pozisyonları oluşturdu.[9] Bu sıra dışı ama son derece etkili yaklaşım sayesinde AI, yalnızca özel sektörde konuşulan bir konu değil, devlet hizmetleri ve politikalarının tasarımında aktif bir rol oynayan bir yapı haline geldi.
AI’nin dönüştürücü potansiyelinden tam anlamıyla yararlanmak adına BAE, Yapay Zekâ Konseyi’ni de kurdu. Bu konseyin görevleri arasında AI politikalarının geliştirilmesi, araştırmaların teşvik edilmesi ve kamu-özel sektör ile uluslararası iş birliklerinin kurulması yer alıyor.[10]
AI’nin tüm potansiyelini açığa çıkarmak kolay değildir. Pek çok ülke dış uzmanlara bağımlı kalırken, BAE farklı bir yola gitti. Gerçek liderliğin yerli yetenek temeline dayanması gerektiğini kabul eden ülke, yapay zekâ eğitimi ve araştırmalarına stratejik yatırımlar yaptı. Bu, hatta ABD ve Çin gibi AI devlerinin bile sık sık zorlandığı, dış yeteneklere bağımlı olduğu bir alandır.
2019’da, dünyanın yalnızca yapay zekâya odaklanan ilk üniversitesi olan Mohamed bin Zayed Yapay Zekâ Üniversitesi’ni (MBZUAI) kurdu. Bu üniversite, dönüştürücü yapay zekâ teknolojilerinin geliştirilmesini teşvik etmeyi, yeni nesil AI liderlerini güçlendirmeyi ve BAE’yi yapay zekâ araştırmaları ve düşünce liderliği alanında küresel bir merkez hâline getirmeyi hedefliyor.[11]
Bu vizyonu tamamlayan unsur ise Abu Dabi merkezli yerli AI geliştirme holdingi G42’dir. 2018 yılında kurulan G42, AI araştırmalarını sağlık, enerji ve ulusal güvenlik gibi alanlarda gerçek dünyaya uygulamaya dönüştürme amacı taşıyor.[12] Bu kamu-özel iş birliği, BAE’ye büyük bir avantaj sağladı; yapay zekâ çözümlerini birçok ülkenin erişemeyeceği bir hızla geliştirmesini ve uygulamasını mümkün kıldı.
BAE’nin AI liderliğini sağlamlaştırma çabaları burada da durmadı. Yıllar içinde, AI Everything Summit ve Küresel Yapay Zekâ Zirvesi gibi küresel AI zirvelerine ev sahipliği yaptı. Bu platformları bilgi paylaşımı, uluslararası iş birliği ve küresel tartışmaların şekillendiği merkezler haline getirdi.[13] Etik, politika ve sorumluluk üzerine tartışmalara liderlik etti ve küresel AI gündeminin belirleyicisi konumuna geldi. Diğer ülkeler bilinmeyenden korkarken, BAE geleceği yaratma cesaretini gösterenlere ait olduğuna inandı.
Dolayısıyla, BAE’nin AI alanındaki yükselişi bir tesadüf değil; stratejik bir vizyon, cesur yatırımlar ve teknolojik liderliğe olan sarsılmaz bağlılığın bir sonucudur. Pek çok ülke yapay zekânın nasıl entegre edileceğini tartışırken, BAE bunu hayata geçirdi.
Bugün BAE, yapay zekâ devriminin ön saflarında yer almaktadır. AI’nin potansiyelini erkenden fark edip bu hedefi gerçeğe dönüştüren lider ülkelerden biridir ve doğru strateji ile, geçmişi ne olursa olsun, her ülkenin kendini yeniden inşa edebileceğini ve yarının sektörlerine liderlik edebileceğini kanıtlamıştır.
[1] Ben Wodecki. “Inside Falcon: The UAE’s Open Source Model Challenging AI Giants.” Capacity Media. February 5, 2025. https://www.capacitymedia.com/article/2ednrsm6eglrmfzs429ds/long-reads/article-inside-falcon-the-uaes-open-source-model-challenging-ai-giants.
[2] Billy Perrigo. “The UAE Is on a Mission to Become an AI Power.” Time, March 22, 2024. https://time.com/6958369/artificial-intelligence-united-arab-emirates/.
[3] Saha, Rohit, Angeline Yasodhara, Mariia Ponomarenko, and Kyryl Truskovskyi. 2023. “The Practical Guide to LLMs: Falcon.” Medium. August 31, 2023. https://medium.com/georgian-impact-blog/the-practical-guide-to-llms-falcon-d2d43ecf6d2d.
[4] “Falcon 3: UAE’s Technology Innovation Institute Launches World’s Most Powerful Small AI Models That Can Also Be Run on Light Infrastructures, Including Laptops.” 2024. Technology Innovation Institute. December 17, 2024. https://www.tii.ae/news/falcon-3-uaes-technology-innovation-institute-launches-worlds-most-powerful-small-ai-models.
[5] “Falcon LLM vs. Other Language Models: A Comparative Analysis.” BotPenguin. May 14, 2024. https://botpenguin.com/blogs/falcon-llm-vs-other-language-models
[6] Hasan, Suha. 2024. “The Middle East Scores Big in Building Arabic AI Models despite Challenges—What’s Next?” Fast Company Middle East. https://fastcompanyme.com. August 8, 2024. https://doi.org/10c3369/b9b7d4cb412ec452dc997a75f
[7] “How Is AI Regulated in the UAE? What Lawyers Need to Know – TR – Legal Insight MENA.” 2024. Thomson Reuters . June 13, 2024. https://insight.thomsonreuters.com/mena/legal/posts/how-is-ai-regulated-in-the-uae-what-lawyers-need-to-know
[8] “The U.A.E.’S Big Bet on Artificial Intelligence.” 2024. U.S. – U.A.E Business Council. https://usuaebusiness.org/wp-content/uploads/2024/02/SectorUpdate_AIReport_Web.pdf
[9] Emirates News Agency WAM. “UAE Cabinet Approves National Youth Agenda 2031; Introduces ‘Blue Residency’ for Sustainability Experts,” May 15, 2024. https://www.wam.ae/en/article/b35yptd-uae-cabinet-approves-national-youth-agenda-2031
[10] “Artificial Intelligence in Government Policies | the Official Portal of the UAE Government.” n.d. The United Arab Emirates’ Government Portal U.AE. https://u.ae/en/about-the-uae/digital-uae/digital-technology/artificial-intelligence/artificial-intelligence-in-government-policies
[11] “Abu Dhabi Launches First Dedicated AI University (and Consultancy).” Consultancy-Me. October 18, 2019. https://www.consultancy-me.com/news/2413/abu-dhabi-launches-first-dedicated-ai-university-and-consultancy.
[12] Hart, Robert. 2024. “What to Know about G42—the Emirati AI Giant That Just Got a $1.5 Billion Investment from Microsoft.” Forbes, April 16, 2024. https://www.forbes.com/sites/roberthart/2024/04/16/what-to-know-about-g42-the-emirati-ai-giant-that-just-got-a-15-billion-investment-from-microsoft/.
[13] “Abu Dhabi to Host Ai Everything Global 2026.” 2025. The Emirates News Agency WAM. February 4, 2025. https://www.wam.ae/en/article/bi17ems-abu-dhabi-host-everything-global-2026.
“Abu Dhabi to Host Ai Everything Global 2026”. The Emirates News Agency WAM. February 4, 2025. https://www.wam.ae/en/article/bi17ems-abu-dhabi-host-everything-global-2026
Görüş
ABD, Ukrayna’ya ihanet etti

23 Nisan’da Hindistan’ı ziyaret eden ABD Başkan Yardımcısı Vance, medyaya yaptığı açıklamada, Washington’ın Rusya ve Ukrayna’ya bir barış anlaşmasına varılması amacıyla “çok net bir öneri” sunduğunu ve “artık ya her iki tarafın da anlaşması ya da ABD’nin arabuluculuktan çekilmesi zamanı geldiğini” söyledi.
Bu sözde “barış planı”, aslında Ukrayna’nın geniş topraklar vermesini ve NATO’ya katılmaktan vazgeçmesini şart koşuyor. Bu plan, Ukrayna’nın ağır bir yenilgi ve kayıplara uğraması, Rusya’nın ise isteklerine ulaşmasıyla sonuçlanan bir arabuluculuk girişimi olarak görülebilir ve nihayetinde ABD’nin gerçek niyetini açığa çıkararak Ukrayna’ya ve Avrupalı ortaklarına açık ve tarihi bir şekilde ihanet ettiğini gösteriyor.
Haberlerde, Vance’in, Rusya ve Ukrayna’nın her ikisinin de toprak tavizlerinde bulunması, mevcut kontrol ettikleri bazı bölgelerden vazgeçmesi gerektiğini vurguladığı belirtiliyor.
Son sınırların mevcut cephe hatlarına göre çizilmeyeceği, ancak tarafların silahlarını bırakıp çatışmayı dondurmaları ve daha iyi bir Rusya ve Ukrayna inşa etmeye yönelmeleri gerektiği ifade edildi.
Güvenlik işlerinden sorumlu bu üst düzey ABD yetkilisi, müzakerelere dair iyimser olduğunu ve tarafların şimdiye kadar samimi bir şekilde görüşmelere yaklaştığını belirtti.
Aynı akşam, Vance’in bu “ya-o ya-bu” şeklindeki açıklamasından sonra, ABD Başkanı Trump, Ukrayna Devlet Başkanı Zelenskiy’nin Kırım’dan vazgeçmeyi reddetmesiyle ilgili açıklamalarını bir kez daha açıkça eleştirdi.
Trump, bunun müzakereleri daha da zorlaştırdığını ve “şiddetin uzamasına” neden olacağını söyledi.
Beyaz Saray’da gazetecilere konuşan Trump, “Zelenskiy barışa sahip olabilir ya da üç yıl daha savaşarak tüm ülkesini kaybedebilir. Bir anlaşmaya varmaya çok yakınız, ancak elinde hiçbir koz olmayan bu adam artık bir sonuca varmak zorunda,” diye yakındı.
Beyaz Saray sözcüsü Leavitt ise Trump’ın “hayal kırıklığına uğradığını ve sabrının tükenmek üzere olduğunu” belirterek, “Zelenskiy Başkan yanlış yönde ilerliyor gibi görünüyor,” diyerek destek verdi.
22 Nisan’da Axios haber sitesi, ABD’nin geçen hafta Paris’te Ukraynalı yetkililere yalnızca bir sayfadan oluşan bir “barış planı” sunduğunu ve bunun Trump yönetiminin Rusya-Ukrayna savaşını sona erdirme konusundaki “nihai teklifi” olduğunu vurguladığını bildirdi.
Gözlemciler, bu teklifin uygulanması halinde Rusya’nın “özel askeri operasyonunun” tam bir zafer kazanmış olacağını, Ukrayna’nın NATO’dan kalıcı olarak dışlanacağını, Ukrayna’nın yaklaşık %20’sinin kaybedileceğini, Avrupa’nın son üç yılda Ukrayna’ya yaptığı tüm yatırımların boşa gideceğini, buna karşılık ABD’nin bundan kazanç sağlayacağını düşünüyor.
Haberlere göre, bu “nihai” arabuluculuk planı, ABD Ortadoğu Özel Temsilcisi Whitcoff’un geçen hafta Rusya Devlet Başkanı Putin ile yaklaşık dört saat süren görüşmesinden sonra hazırlandı.
Bu da ABD’nin Rusya’nın taleplerine tamamen boyun eğdiğini gösteriyor. Başka bir deyişle, bu aceleye getirilmiş savaş sonlandırma anlaşması, yalnızca İngilizce yazılmış bir Rusya tek taraflı ateşkes anlaşmasıdır.
Plan kapsamında, Rusya Rusya-Ukrayna savaşının en büyük kazananı oluyor:
- ABD, “hukuken” Rusya’nın Kırım üzerindeki kontrolünü tanıyacak;
- Luhansk’ın neredeyse tamamı, Donetsk, Herson ve Zaporijya’nın bazı bölümleri üzerindeki Rus kontrolünü “fiilen” tanıyacak;
- Ukrayna’nın AB’ye katılmasına izin verilecek ama NATO üyeliği olmayacak;
- 2014’ten bu yana Rusya’ya uygulanan yaptırımlar kaldırılacak;
- Rusya ve ABD, enerji ve sanayi gibi alanlarda işbirliğini güçlendirecek.
Bu plana göre, Ukrayna Rusya-Ukrayna savaşının en büyük kaybedeni oluyor:
- Avrupa ülkelerinden oluşan geçici bir güvenlik mekanizmasıyla güçlü güvenlik garantileri alacak;
- Rusya’nın kontrolü altındaki Harkov bölgesinin küçük bir kısmını geri alacak;
- Güneydeki savaş bölgelerinde Dinyeper Nehri’nin akışı kesintisiz kalacak;
- Ukrayna, yeniden yapılanma için gerekli tazminat ve yardım alacak;
- Avrupa’nın en büyük nükleer santrali olan Zaporijya Nükleer Santrali Ukrayna’ya ait olacak, ancak ABD tarafından işletilecek ve hem Rusya’ya hem de Ukrayna’ya elektrik sağlayacak;
- Ukrayna’nın maden kaynakları ABD ve Ukrayna arasında imzalanan anlaşmalar doğrultusunda geliştirilecek.
Diğer Amerikan medya kaynaklarına göre, ABD’nin planı her ne kadar Ukrayna’nın doğu ve güneyindeki dört bölge üzerinde Rus kontrolünü “fiilen tanısa” da, Rus birliklerinin çekilmesini talep etmiyor.
Ayrıca bir “esnek kuvvet” kurulacak veya Rusya, Ukrayna ve NATO üyesi olmayan bir ülkeden oluşacak bir “ortak komite” ateşkesi denetleyip barış anlaşmasının uygulanmasını teşvik edecek.
ABD bu komiteye sadece mali destek sağlayacak, kara kuvveti göndermeyecek. Rusya ise NATO askerlerinin Ukrayna topraklarında bulunmasına açıkça karşı çıktı.
Trump, 21 Nisan’da, bu “barış planının” üç gün içinde açıklanacağını duyurdu. New York Times ise 18 Nisan’da bir Amerikan yetkilisine atıfla, Ukrayna’nın “topraklarının %20’sinden vazgeçmeye istekli olduğunu,” ancak bunun yalnızca Rus kontrolünü “fiilen kabul etmek” anlamına geldiğini ve “hukuki bir tanıma” teşkil etmediğini bildirdi.
“Fiili tanıma” sadece Ukrayna’nın bazı topraklarını kaybetmiş olduğu gerçeğini kabul etmek anlamına gelirken, “hukuki tanıma” Ukrayna’nın bu topraklar üzerindeki hak taleplerinden sonsuza kadar vazgeçmesi anlamına gelecekti.
ABD medyasının ifşa ettiği bir sayfalık öneri ile Vance ve Trump’ın son açıklamaları, ABD’nin Ukrayna’nın çıkarlarını feda ederek Rusya’yı memnun etmeye ve bu süreçten kazanç sağlamaya kararlı olduğunu ve bu arabuluculuk önerisinin kesinleştiğini gösteriyor.
21 Nisan’da Putin, Rus devlet televizyonuna verdiği demeçte, Paskalya sonrası askeri operasyonların yeniden başladığını, ancak Rusya’nın herhangi bir “barış girişimine” açık olduğunu ve Ukrayna’nın da aynı tutumu benimsemesini umduğunu belirtti.
Eğer bu plan ABD ile Rusya arasındaki istişareler sonucunda belirlenmişse, Putin’in temelde buna karşı çıkacak bir sebebi yok, çünkü bu plan Rusya’nın Ukrayna’ya asker göndermesinin tüm taleplerini karşılıyor:
- Kırım dahil olmak üzere Ukrayna’nın güneydoğusundaki geniş toprakları ele geçirmek ve
- Ukrayna’nın NATO’ya alınmaması için Batı’dan garanti almak.
Tek fark, Rusya’nın sonunda “Rusya’ya katılan dört bölge”nin bir kısmından vazgeçebilecek olmasıdır.
Ukrayna her ne kadar bir dönem Rusya’nın Kursk bölgesine girip bazı yerleri kontrol etmiş olsa da, uzun süren yıpratma savaşının ardından Rus ordusu kaybettiği toprakların %99,5’ini geri aldı. Geriye sadece yaklaşık 30 kilometrekarelik bir alan kalmış durumda. Bu tamamlandığında, Rusya Ukrayna’nın %20’sini alabilmek için pazarlığa odaklanacak. Ancak nasıl olursa olsun, zafer Rusya’ya, mağlubiyet ise Ukrayna’ya ve savaşı sonuna kadar sürdürmesini savunan Avrupalı ortaklarına ait olacak.
23 Eylül 2022’de — Rusya’nın Ukrayna’ya asker göndermesinden ve güneydoğudaki geniş toprakları kontrol altına almasından yedi ay sonra — Rusya, işgal ettiği Luhansk, Donetsk, Zaporijya ve Herson bölgelerinde dört gün süren bir “halk referandumu” düzenledi.
Dört bölge de %90’ın üzerinde destekle Ukrayna’dan ayrılmayı ve Rusya Federasyonu’na katılmayı kabul etti. Bu dört bölgenin toplam alanı 90.000 kilometrekareye ulaşıyor ve bu da Ukrayna topraklarının yaklaşık %15’ine, yani Portekiz ve Ürdün’ün toplam alanına eşdeğer. Üç gün sonra, Putin dört bölgenin liderleriyle katılım anlaşmalarını imzaladı. 4 Ekim’de Rusya Federasyon Konseyi bu anlaşmaları oybirliğiyle onayladı ve bölgelerin federal birimler olarak Rusya’ya katılımı resmen yasallaştı. Aynı gün Putin, dört bölgenin Rusya’ya katılımını tamamlayan emri imzaladı ve süreç anında yürürlüğe girdi.
Çoğu egemen devlet, Rusya’nın dost ülkeleri de dahil olmak üzere, Rusya’nın yukarıda bahsedilen Ukrayna topraklarını yasa dışı ilhakını açıkça kabul etmeyi reddetti.
Daha sonra, NATO’nun gayri resmi şekilde doğrudan savaşa müdahil olmasıyla, Rusya-Ukrayna savaşı karşılıklı ilerleme ve geri çekilmelerin yaşandığı bir saldırı-savunma mücadelesine, bir çekişme ve bir yıpratma savaşına dönüştü. Sonuçta, savaşın dengesi yavaş yavaş Rusya’nın lehine kaydı ve söz konusu dört bölgenin büyük kısmı Rusya’nın fiili kontrolü altına girdi.
22 Nisan’da Zelenskiy, ABD’nin barış planına ilişkin olarak, Ukrayna’nın Rusya’nın Kırım işgalini tanımayacağını açıkça ifade etti.
Ukrayna, ateşkes sağlandıktan sonra “herhangi bir formatta” müzakere masasına oturmaya hazır olduğunu, ancak işgal altındaki toprakların Rusya’ya ait olduğunu asla tanımayacağını belirtti.
Haberlere göre, Ukrayna’nın bu sert tutumu nedeniyle, ABD Dışişleri Bakanı Rubio, 23 Nisan’da Londra’da yapılması planlanan ABD, İngiltere ve diğer ülkelerin Ukrayna konulu bakanlar toplantısına katılmayı reddetti. Toplantı ertelendi ve daha düşük bir seviyeye indirildi. Medya, Rusya’nın kontrol ettiği Ukrayna topraklarının bir kısmından vazgeçmeye hazır olduğunu, karşılığında ABD’nin Kırım üzerindeki Rus kontrolünü tanımasını istediğini bildirdi.
Analistler, Trump yönetiminin Rusya-Ukrayna savaşının bataklığından bir an önce kurtulmak ve ABD-Rusya ilişkilerini hızlıca onarmak istediğini belirtiyor. Bu nedenle, Ukrayna hükümeti üzerinde güçlü baskılar uygulandı, hatta açıkça tehdit edildi; Zelenskiy’nin başkanlık meşruiyetini kaybettiği iddia edilerek, Ukrayna’nın hızlıca yeni bir başkanlık seçimi düzenlemesi talep edildi. Böylece ya Zelenskiy bu aşağılayıcı barış anlaşmasını kabul edecek, ya da seçimle yeni bir başkan seçilecek ve bu yeni lider anlaşmayı imzalayacaktı.
Ukrayna ve diğer Avrupa ülkeleri Trump yönetiminin dayattığı barış planına genel olarak karşı çıkıyor ve onun tutumunu değiştirmeye çalışıyor. Ancak Trump yönetiminin zorbalığı, buyurganlığı ve ABD’nin Rusya-Ukrayna çatışmasını umursamadan terk etme ihtimali, Ukrayna’yı ve Avrupalı müttefiklerini son derece zor bir duruma soktu. Trump yönetiminin barış planı uygulanana kadar elbette birçok iniş çıkış yaşayacak, ancak üç yıldır süren Rusya-Ukrayna savaşı, ABD’nin ihaneti ve desteğini çekmesi nedeniyle, nasıl olursa olsun, sonunda Rusya’nın büyük kazanan olmasına yol açacak.
Tek soru, Rusya’nın ne kadar kazanç sağlayacağı ve bunun ne kadar süreceği. Ukrayna krizinin kışkırtıcısı olan Amerika Birleşik Devletleri, başlangıçta Batı’ya tamamen yaklaşmaya çalışan Rusya’yı uzun süre manipüle edip kandırdı. Daha sonra NATO’nun doğuya doğru sürekli genişlemesini teşvik ederek Rusya-Avrupa gerilimini tırmandırdı. Son anda ise Rusya’nın askeri harekâtına karşı doğrudan müdahale etmeyeceğini açıkça belirterek, Rusya’yı “özel askeri operasyon” başlatmaya yöneltti veya kışkırttı. Bu durum her iki tarafı da “Avrupa versiyonu Afganistan Savaşı”na sürükledi ve karşılıklı güveni tüketti. Sonunda da Ukrayna’yı ve Avrupa’daki ortaklarını yüzüstü bıraktı.
ABD, Batı’nın lideri ve NATO’nun öncüsü olarak siyasi ahlakını yerle bir etti.
Doğu, Batı ve tüm dünya, Amerikan politikacılarının bencilliğini, acımasızlığını ve adaletsizliğini gözler önüne serdi.
Ve son gelişmeler, “Amerika güvenilmezdir, Amerika ile iş tutulmaz, Amerika’ya güvenilmez” şeklindeki yeni demir yasayı bir kez daha kanıtlamış oldu.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
-
Avrupa1 hafta önce
Almanya’da tren fabrikası tank üretimine başlıyor
-
Dünya Basını2 hafta önce
Şin-Bet Direktörü’nün yeminli beyanı ne anlama geliyor?
-
Dünya Basını2 hafta önce
Chatham House: Dolar küresel istikrarsızlık kaynağı haline gelebilir
-
Görüş2 hafta önce
Antalya’dan notlar: En azından diyalog var!
-
Amerika2 hafta önce
ABD’de çöküş sürüyor: Dow, 1932’den bu yana en kötü nisan ayını yaşıyor
-
Diplomasi1 hafta önce
Çin’in ABD’den enerji ithalatındaki düşüş Rusya’ya kapı açtı
-
Avrupa2 hafta önce
Alman eyaletleri silahlanma yarışına son sürat dahil oluyor
-
Ortadoğu2 hafta önce
ABD’den Suriye’ye “İran” baskısı: DMO terör örgütü ilan edilsin