GÖRÜŞ
Filistinliler topraklarını sattı mı? Modern mandacıların çürük argümanı
Yayınlanma
Yazar
Harici.com.trUğurcan Yardımoğlu
Filistin direniş güçleri 7 Ekim günü işgalci İsrail’e yönelik güçlü bir saldırı yaptı. Direniş güçlerinin eylemi uluslararası kamuoyunda ciddi bir yankı uyandırırken Türkiye’de de tartışmalara yol açtı.
Genel olarak sol partiler direnişe ilk günden itibaren destek verirken kendisini seküler milliyetçi olarak tanımlayan kesimler, sosyal demokratlar ve liberaller arasında İsrail’e destek verme eğilimi güçlü. Bu kesimin İsrail’e yönelik desteği Batılı kurumlara ve onların siyasetlerine koşulsuz angaje olmaktan kaynaklanıyor. Filistin sorunuyla ilgili bilgisizliğin de beslediği bu tavrın en yaygın argümanı Filistinlilerin Yahudilere toprak sattığı iddiası.
Yahudilere toprak satışı argümanı Türkiye’deki İsrail destekçisi çevreler tarafından ‘toprağını satan bir halkın direnmeye muktedir olamayacağı’, dolayısıyla başına gelenleri ‘hak ettiği’ne dair bir tez üretilmesine yardımcı oluyor. Türkiye’de kıymeti kendinden menkul bir kısım ‘ünlü’nün de ön ayak olmasıyla hızla yayılan bu tezler toplumun İsrail işgaline karşı mücadele eden Filistin direniş güçlerinin eylemini yanlış okumasına yol açtı. Esas olarak ciddi bir tartışmada dile getirilmesi gülünç olan bu argümanlar yaygınlaşarak bir toplumsal histeri yarattı.
Peki Araplar gerçekten de topraklarını sattı mı? Bu noktada hikâyenin başına yani siyonizmin ortaya çıkışına gitmemiz gerekiyor.
SİYONİZMİN DOĞUŞU VE OSMANLI-ARAP DİRENİŞİ
19. yüzyılda Yahudilerin Filistin’e toplu olarak göç ederek bir Yahudi devleti kurma fikri olan “siyonizm” Avrupa’da ortaya çıktı. Siyonist hareketin lideri Theodor Herzl, 1897’de Basel’de düzenlenen Birinci Siyonist Kongre’de bu fikri resmen ortaya koydu.
Siyonistlerin, Yahudilere ‘yurt kurma’ hedefiyle şekillenen çabalara Filistin’i hakimiyetinde bulunduran Osmanlı yönetimi uzun süre direndi. O dönemlerde Filistin topraklarının yüzde sekseni miri arazi statüsünde yani devlet arazisiydi. Özel mülk gibi alım-satıma konu olamazdı. Devlet bu toprakları Yahudilere satmıyordu. Özel mülkiyet statüsündeki toprakların Yahudiler tarafından alınması da devlet kararları ile engellendi.
Ancak Yahudiler bütün engellemelere rağmen çeşitli vesilelerle toprak sahibi oldu. Bu toprakların oranı ise yüzde 1’i bile bulmuyordu. 19. yüzyılın bitiminde Yahudilerin elindeki 219 bin dönümlük toprak, tüm yüzölçümün ancak %0,73’üdür. Üstelik II. Meşrutiyet’in ardından kurulan Meclis-i Mebusan’da yer alan Arap kökenli Osmanlı mebusları Filistin’de toprak satışının engellenmesi için meclis tartışmaları açtılar, konuyu gündemde tuttular. Osmanlı Devleti 1914’te Birinci Dünya Savaşı’na girdikten sonra Filistin’i savaşın son dönemine dek kararlılıkla savundu. Şerif Hüseyin liderliğinde gerçekleştirilen Arap isyanına rağmen Osmanlı Araplarının önemli bir kısmı savaşın sona dek Osmanlıları destekledi.
İŞGAL VE MANDA: İNGİLİZ ELİYLE SİYONİZM
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’nun İngiliz birliklerine yenilmesi üzerine 9 Aralık 1917 tarihinde Kudüs İngilizler tarafından işgal edildi. Kudüs İngiliz kontrolüne geçti ve işgal edilen Filistin’de İngiliz askerî yönetimi başladı.
İngiltere, henüz Kudüs’ü işgal etmeden önce Filistin sorununun başlangıç noktası olarak kabul edilen Balfour Deklarasyonu’nu ilân etmişti. 2 Kasım 1917’de Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı Arthur Balfour tarafından siyonistlerin lideri Lord Rothschild’e yazılan mektupta Birleşik Krallık hükümetinin, Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulmasına desteği ifade edildi. Arthur Balfour’un bu girişimi Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulması fikrini uluslararası alanda meşru hale getirmeye çalıştı ve Yahudi göçünü teşvik etti. İşgalin ardından deklarasyonda ifadesini bulan fikirler uygulama sahasına geçecekti.
1920’de kurulan Milletler Cemiyeti kararıyla 1922 yılında Birleşik Krallık Filistin Mandası kuruldu. İşgal yönetimi yerini sivil idareye devrederken İngiltere’nin Filistin mandasına atadığı ilk vali aslen Yahudi olan ve Dünya Siyonist Organizasyonu içerisinde aktif rol alan Herbert Samuel oldu. İngiltere, Balfour Deklarasyonu’yla uluslararası Siyonist harekete verdiği sözü manda yönetimi altında hayata geçirecekti. Filistin’i Yahudi yurdu yapma çabasına hız verildi. İngiltere’nin bu politikası Filistin’de manda yönetimi altında, Yahudi ve Arap toplulukları arasındaki gerilimi giderek artırdı.
İngiliz politikası Filistin’e Yahudi göçünü sürekli destekledi. 1922 yılında 590.000 Arap’a karşı 84.000 kadar olan Filistin’deki Yahudi nüfusu, 1932’de 770.000 Arap’a karşılık 181.000’e yükseldi. 1933-1935 yılları arasında Filistin’e 134.540 Yahudi göç etti.
Yahudi göçünün devam etmesi üzerine Filistinliler 15 Nisan 1936’da 3 yıl süren büyük Arap ayaklanmasını başlattılar.
25 Nisan 1936 tarihinde oluşturulan Yüksek Arap Komitesi, Yahudi göçlerinin durdurulması, Yahudilere toprak satışının durdurulması ve seçilmiş bir halk meclisine karşı sorumlu bir milli hükümetin kurulması talepleri yerine getirilene kadar isyan kararı aldı. Ancak üç yıl süren isyan, İngilizlere görünürde bazı geri adımlar attırmış olsa da başarısızlıkla sona erdi.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Yahudi Soykırımı, siyonizmin popülaritesini daha da artırdı. Ayrıca İngilizlerin Arap İsyanı sonrası siyonizmden geri adım atan politikaları siyonistlerin tepki göstermesine neden oldu. Her şeye rağmen İkinci Dünya Savaşı’nda İngiltere’nin yanında savaşan siyonistler savaştan sonra İngiliz manda yönetimine karşı silahlı terör faaliyetine başladı.
MANDADAN İSRAİL’E
İngiltere, İkinci Dünya Savaşı’ndan pulları dökülmüş bir imparatorluk olarak çıktı. Dahası İngiltere’yi imparatorluk yapan özellikleri son bulmaya başladı. Hindistan’dan çekilen İngiltere, Filistin’den de çekilmeye karar verdi. Yahudilerle Araplar arasındaki gerilimleri yönetemeyecek duruma gelmişti ve idaresine yönelen bir siyonist terör faaliyeti mevcuttu. İngiltere, Filistin meselesini Birleşmiş Milletler’e devretti.
1947 yılında BM bünyesinde kurulan Filistin Özel Komisyonu, Filistin’in Yahudi ve Araplar arasında ikiye bölünmesini, Filistin topraklarının %57,7’sinin Yahudilere %42,3’ünün Araplara verilmesini, Kudüs’ün uluslararası denetim altında tarafsız kalmasını içeren Taksim Planı’nı kabul etti.
Ancak bu plan Arap ülkeleri tarafından reddedildi.
İsrail Devleti’nin kuruluşu Birleşmiş Milletlerce belirlenen paylaşım planı uyarınca 14 Mayıs 1948 tarihinde ilan edildi. Söz konusu tarihte İsrail Bağımsızlık Bildirgesi yeni İsrail Devleti’nin ilk başbakanı David Ben-Gurion tarafından okundu. İsrail’in bağımsızlığını ilan etmesinin ardından BM Taksim Planı’nı reddeden Suriye, Mısır ve Ürdün İsrail’e yönelik taarruza geçti. Ancak Arap orduları yenildi ve İsrail bu ülkelerin her biriyle ayrı ayrı ateşkes antlaşması imzaladı.
İSRAİL KURULDUĞUNDA NE KADAR ‘YAHUDİ TOPRAĞI’ VARDI
İsrail’in kuruluşuna kadar geçen süreçte Yahudilerin Filistin’den aldığı toprak ülkenin yüzde 6’sına tekabül etmektedir. Bundan sonra ise Filistin topraklarına İsrail tarafından zorla el konulacaktı. Yani Filistinliler, Yahudilere gönüllü olarak toprak satmamıştı.
Üstelik ülkenin yüzde 6 oranındaki toprağı da büyük çoğunlukla Filistinli olmayan büyük toprak sahiplerinden satın alınmıştır. Yahudilerin satın aldığı toprakların %52,6’sı Filistinli olmayan toprak sahiplerinden, %24,6’sı Filistinli toprak sahiplerinden, %13,4’ü İngiliz hükümetinden, kiliselerden ve yabancı şirketlerden ve yalnızca %9,4’ü ‘fellah’ denilen Filistinli Arap köylülerden satın alındı. Ayrıca Filistinlileri Yahudilere toprak satmaya zorlayanın da ülkeye göçü teşvik eden İngiliz hükümeti olduğu unutulmamalıdır. Dönemin süper gücü İngiltere tarafından yönetilen Filistin’de halkın Yahudilere topraklarını satması yönündeki baskının Arapları ayaklanma çıkarmaya yöneltecek düzeyde olduğu da akıllardan çıkarılmamalıdır.
Filistin topraklarının Yahudilere satışının da ağırlıklı olarak Yahudi Ulusal Fonu (Jewish National Fund), Filistin Arazi Geliştirme Şirketi (Palestine Land Development Company) ve Filistin Yahudi Sömürgeleştirme Derneği (Palestine Jewish Colonization Association) gibi kurumlar üzerinden gerçekleştiği biliniyor.
1946 yılında Yahudilerin Filistin topraklarının yalnızca %5,7’sine sahipken Filistinli Araplar %80’ini yani toprakların çoğunu elinde tutuyordu. Yahudi nüfusun Filistin’deki toprak sahiplik oranını 1947 yılında % 6,6’ya ulaşmıştı.
Keza sonraki yıllarda Filistinli direnişçiler, Yahudilere toprak satışı yapan az sayıdaki Filistinlinin isimlerini de kamuoyuna ilan ederek onları ifşa etmeyi de görev bilmişti.
Peki, Filistinliler Yahudilere toprak satmadığı halde İsrail hangi topraklar üzerinde kuruldu?
BÜYÜK FELAKET: TOPRAKLAR SATILMADI… İŞGAL EDİLDİ
1948 Arap-İsrail Savaşı’nda İsrail ordusunun Arap ordularını yenmesinin ardından Filistin topraklarının büyük bir bölümünü ele geçirdi Filistinliler evlerinden ve topraklarından zorla sürüldü.
1948 Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra, İsrail, Filistin topraklarının yaklaşık %78’ini ele geçirdi. İşgalci İsrail, 1.300 köy, kasaba ve şehirde yaşayan 1,4 milyon Arap’ın 800.000’i evlerinden ve topraklarından zorla sürdü, yerleşim yerlerinin 531’ini tamamen yerle bir etti.
Araplar 1948 yılına kadar bölgede çoğunluğu oluştururken, İsrail’in kuruluşu ile evlerinden ve topraklarından zorla sürülen Filistinliler azınlık durumuna düştü. Buna Batı Şeria ve Gazze’ye iltica edenler de eklendiğinde Arapların %85’inin topraklarından çıkarılmış olduğu anlaşılmaktadır.
Filistinliler için 14 Mayıs 1948’de İsrail’in bağımsızlık ilanının ardından yaşanan zorunlu göç, katliam ve yıkım sürecini ifade eden Büyük Felaket anlamına gelen “Nekbe Günü” her yıl 15 Mayıs günü anılmaktadır.
1914’te 85.000, 1943’te 539.000, 1946’da 608.000, 1947’de 650.000 olan Filistin’deki Yahudi nüfusu, 1949’da 758.000’e ulaştı. İsrail 1950 yılında “Meçhul Mülk Kanunu” çıkararak Yahudilere 1948 yılından sonra yerlerinden edilen Filistinlilerin mülklerine el koyma hakkını tanıdı.
Yani Araplar topraklarını satmadı, ırkçı ve işgalci İsrail rejimi Arap toprakları üzerinde bütün Batı dünyasını arkasına alarak yaptığı saldırı ve katliamlar sonucunda kuruldu.
Filistin’in ulusal kurtuluş mücadelesi, silahla kaybettiğini silahla geri almaya odaklanarak yetmiş yılı aşkın bir süredir sürüyor. Altı Gün Savaşı’ndan Yom Kippur Savaşı’na Oslo Anlaşmalarından, Birinci ve İkinci İntifada gibi kilometre taşları olan bu mücadele şimdi de Aksa Tufanı Operasyonu’yla yeni bir aşamaya girdi. Modern tarihin en baskıcı ırkçı ve sömürgeci rejimine karşı savaşanları ‘topraklarını Yahudilere sattığı’ yalanıyla karalamak tarihin yanlış tarafında durmak anlamına geliyor. Bu yalan, Filistin halkının karşısında İsrail’in yanında olmak isteyenlere argüman sağlıyor. Ancak durdukları yer gibi argümanları da yanlış bir temel üzerine bina edilmiş, tıpkı savundukları İsrail gibi…
İlginizi Çekebilir
GÖRÜŞ
Suriye hezimeti ve Rusya: Birkaç soru ve yanıt
Yayınlanma
1 gün önce12/12/2024
Yazar
Emre KöseRusya’nın askeri strateji, iç siyasi dengeler ve uluslararası prestij arasında giderek sıkıştığı yeni bir Fetret Devri söz konusu. Moskova’da, Rusya’nın dış politikada attığı adımların başarısız olması halinde kimin suçlanacağı, kimin öne çıkacağı ya da kenara itileceği, kimin “günah keçisi” ilan edileceği konusunda bitmeyen bir hesaplaşma sürüyor.
Öyleyse ilk sorumuzu soralım: Tarih boyunca Rusya’da askeri yenilgi, komutanları, liderleri ve iç siyasi yapıyı nasıl etkiledi? Bilindiği üzere Rusya gibi büyük bir gücün yaşadığı askeri başarısızlıklar, doğrudan komuta kademesinin ve başkomutanın güvenilirliğini sarsar. Üstelik bu sadece askerî bir mesele değildir; kamuoyunun güveni, liderin popülaritesi, hepsi bir arada darbe alır. Zaferin getirdiği kahramanlık payesi, bazen sivil liderin koltuğunu tehlikeye atabilir. Zira büyük bir zaferin mimarı olan komutan, halk nezdinde devlet başkanından daha popüler hale gelebilir. Bu nedenle liderler, zaferin meyvelerini tek başlarına toplamak istedikleri gibi, yenilginin faturasını da başkalarına kesmeye çalışırlar.
Tarih bunun örnekleriyle dolu. Stalin’in, İkinci Dünya Savaşı öncesi dönemde kendi komuta kademesine duyduğu güvensizlik sonucu bazı generallerini kurşuna dizmesi bir sır değil. Zafer sonrasında ise gücünü pekiştirmek adına, Georgiy Jukov gibi muzaffer bir mareşali dahi kenara itmekten geri durmadı. Benzer şekilde bugünün Rusya’sında da liderlerin ve generallerin ilişkisi, askeri başarı ve başarısızlık sarmalında şekilleniyor.
Peki bugün durum ne? Modern Rusya’da Devlet Başkanı Vladimir Putin’in kamuoyu desteği, orduya olan güvenden genellikle biraz daha yüksek çıkıyor. Örneğin Levada Merkezi’nin yıllar boyu yaptığı kamuoyu yoklamalarına göre, halkın orduya güveni her zaman yüksek bir seviyede olsa da başkanın popülaritesi genellikle 10 puan kadar daha önde. Bu da gösteriyor ki Rusya’da devlet başkanlığı makamı, halkın gözünde ordunun da üzerinde bir meşruluk katmanına sahip.
Ancak bu tablo statik değil. Bir zafer dalgası geldiğinde hem başkana hem orduya olan güven artıyor. Ama işler tersine döndüğünde, yani savaş kaybedildiğinde veya kötüye gittiğinde, faturanın kime kesileceği sorusu kaçınılmaz hale geliyor.
Suriye örneği, bu noktada oldukça çarpıcı. Rusya’nın Suriye’de son dönemde yaşadığı durum, özellikle Türkiye’nin ve dolaylı olarak ABD ve İsrail’in hamleleri karşısındaki tutum, Rus Genelkurmayı’nın ve Kremlin’in stratejik başarısızlığına işaret ediyor. Bu başarısızlık, bir askeri bozgundan ziyade, “stratejik geri çekilme” veya “sessiz teslimiyet” olarak da görülebilir. İşte tam da bu noktada soruyoruz: Ne oldu da Rusya, tarih boyunca neredeyse hiç yapmadığı bir şeyi, yani ciddi bir çatışmadan neredeyse kurşun sıkmadan geri çekilmeyi tercih etti?
Bu soruyu cevaplayabilmek için önce Rusya’nın Suriye’deki çıkarlarını, hesaplarını ve bu denklemdeki tüm aktörleri anlamak lazım. Rusya, Suriye topraklarında deniz üssü Tartus ve hava üssü Hmeymim üzerinden Doğu Akdeniz’de stratejik bir varlık sürdürmek istiyor. Bu üsler, Rusya’nın Afrika’ya ve Orta Doğu’ya açılan kapısı. Suriye ordusu ile birlikte hareket eden Rus kuvvetleri, aynı zamanda İran’la bir koordinasyon içindeydi. Ancak son hamlelerde görülen o ki ne İran’ın ne de Suriye rejiminin askeri kapasitesi, Rusya’nın beklediği düzeyde direnç gösteremedi. Üstelik İsrail’in Suriye içlerindeki İran destekli unsurlara gerçekleştirdiği hava saldırıları karşısında Rusya’nın “sessiz kalma” politikası da büyük bir itibar kaybına yol açtı.
Öte yandan Türkiye, Suriye’nin kuzeyinde, özellikle İdlib ve çevresinde kendi nüfuz alanını genişletiyor. Rusya ile Türkiye, Suriye’de zaman zaman iş birliği, zaman zamansa güç mücadelesi içinde oldular. Ama gelinen noktada Türklerin sahada elde ettiği avantaj, Rusya’nın prestijini ciddi biçimde zedeliyor. Peki bu denge değişimi ne anlama geliyor? Türkiye’nin hamleleri, Rusya’nın Afrika ve Asya’daki müttefiklerine hangi mesajı veriyor? Sanki şu: Rusya, zora düştüğünde dostlarını yarı yolda bırakabilir. Bu da uluslararası ilişkilerde güvenin sarsılmasına yol açıyor.
Bir diğer çarpıcı nokta ise Rusya’nın Suriye’den çekilirken ya da geri adım atarken “günah keçisi” araması. Komuta kademesindeki generaller hedef tahtasına konuyor. Örneğin Suriye’deki Rus kuvvetlerinin komutanı General Sergey Kisel’in görevden alınması, çok takipçili Telegram kanallarında “başarısız generallerin Suriye kum havuzunda itibar aklama girişimleri” şeklinde küçümseyici ifadelere yol açtı. Ancak kimse sormuyor: Kremlin’in eli kolu bağlıyken, generaller ne yapabilirdi? Bu tür soruların sorulmaması, Rus iç siyasetindeki otosansürün bir yansıması.
Tabii bu durum Rus kamuoyunun orduya duyduğu güveni nasıl etkiliyor? Levada’nın son verilerine göre orduya güven hâlâ yüksek seviyelerde seyrediyor olsa da 2022 yılından beri düşüş eğiliminde. Güven 2022’de patlama yapmış, ancak 2023 ve 2024’te yavaş yavaş gerilemeye başlamış. Bu gerileme, Rusya’nın Ukrayna sahasındaki uzun süreli çatışmalar ve Suriye sahasındaki “görünmez” yenilgi ile bağlantılı olabilir mi? Büyük olasılıkla evet. Ayrıca Rusya içerisinde Devlet Başkanı Putin’in popülerliği yüzde 80’lerde seyrederken ordunun güveni yüzde 70’lerde. Bu fark, toplumun liderden beklentilerinin daha yüksek olduğunu, ancak ordunun sahada beklenenleri tam olarak sunamadığında kolayca eleştirilebildiğini gösteriyor.
Diğer yandan, Yevgeniy Prigojin ve Wagner de bu tartışmanın bir parçası. Haziran 2023’teki kısa süreli kalkışma, Rus kamuoyunda ilginç bir etki yarattı. Halkın önemli bir kısmı, Prigojin’in üst düzey bürokratlara yönelttiği eleştirilerde haklılık payı görmüştü. Ancak aynı halk, darbe teşebbüsü fikrini onaylamadı.
Suriye meselesi, şu an için Rus iç kamuoyunda bir şekilde karartılmış durumda. Kremlin, medyada Suriye’deki başarısızlık veya geri çekilme konusunu tartıştırmıyor. Doğrudan bir sansür uygulanmasa da medyada bu konunun ele alınmaması yönünde güçlü bir baskı var. Bu, halkın olan biteni anlamasını zorlaştırıyor. Peki halk gerçekten bu durumu bilmiyor mu? Yoksa bilip de konuşmamayı mı tercih ediyor? Bu, Rusya’da hükümet ile toplum arasındaki kadim bir soru. Büyük ihtimalle halkın önemli bir kısmı durumu sezse de bu konuda konuşmak istemiyor, zira gündem Ukrayna veya iç ekonomik sorunlar gibi daha yakın konularla meşgul.
Gelelim olayın tarihsel boyutuna. Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu, tarih boyunca pek çok kez karşı karşıya geldi. Genellikle Rusya’nın askeri gücü Türkleri zorlamıştı. Şimdi ise “Rusya’nın Suriye topraklarından neredeyse tek kurşun atmadan geri çekilmek zorunda kalması” tarihte pek örneği olmayan bir durum. Özellikle Genelkurmay kademesi, bu durumun farkında ve gelecekteki stratejilerini bu deneyim ışığında şekillendiriyor. Ancak belli ki şu an için bu hesaplaşma erteleniyor, zira Rusya’nın önceliği Ukrayna cephesinde bir zafere ulaşmak. Rusya’nın stratejisinin dayanak noktası bu: Ukrayna cephesindeki mutlak ve kapsamlı bir zafer, Suriye’deki yara izlerini kamuoyu önünde belki biraz olsun hafifletebilir.
Bu gelişmeler Rusya’nın Afrika ve Asya’daki dostları için ne ifade ediyor? Rusya, yıllardır Afrika’da ve başka coğrafyalarda askeri danışmanlık, güvenlik desteği, silah anlaşmaları ve diplomatik koruma gibi hizmetler sunuyor. Peki müttefikleri, Rusya’nın sıkıştığında geri çekileceğini, hatta onları kaderine terk edebileceğini düşünmeye başladığında, Moskova’nın küresel nüfuzu zayıflamaz mı? Kuşkusuz, bu soru Kremlin’i de meşgul ediyor.
Ancak Levada’nın son araştırmalarına baktığımızda, Rusya halkı hala geleceğe dair iyimser. Neredeyse 2/3 oranında Rusya vatandaşı geleceğe güvenle baktığını söylüyor. Özellikle genç nesil, Moskova ahalisi ve ekonomik olarak daha iyi durumda olan kesimler, Putin’in politikalarına onay verenler, gelecek konusunda daha iyimser. Bu iyimserlik, belki de devletin kontrol ettiği medya organlarının yarattığı atmosferden, belki de halkın “millî gururunu” koruma içgüdüsünden kaynaklanıyor. Ya da Rusya halkı, büyük güç siyasetinin bir satranç oyunu olduğunu, bazen bir piyon feda edilse de sonuçta stratejik bir kazanım olacağına inanıyor.
Liderin sarsılmaz konumu, ancak başarılarla beslenir. Başarı olmadığında, gündemde kayıplar, tavizler ve geri çekilmeler olduğunda ise lider etrafındaki hizipler, “Biz daha iyi yapardık,” veya “Biz başından beri uyarmıştık,” diyerek devreye girer. Bu noktada yeni bir soru soralım: Putin’in stratejik vizyonu bu durumdan ne ölçüde etkileniyor? Dışarıdan bakıldığında, Putin 2000’lerin başından beri sistematik bir şekilde Rusya’nın küresel arenadaki rolünü güçlendirme stratejisi güttü. Kırım’ın ilhakı, Suriye müdahalesi, Libya, Orta Afrika Cumhuriyeti, Mali ve diğer Afrika ülkelerinde artan Rus askeri varlığı, bunun parçalarıydı. Ancak Suriye’de yaşananlar, bu stratejinin sınırlarını da gözler önüne seriyor. Ankara, Tel Aviv, Washington gibi güç merkezleri, Rusya’nın esneme paylarını test ediyor. Ve şu an görülen o ki bu testte Rusya, saldırgan değil, savunmacı bir pozisyonda.
Rus medyası bu konuda ne yapıyor? Resmi medya kanalları, Suriye’deki gerilemeyi görmezden gelerek zafer ve başarı anlatısını sürdürmeye çalışıyor. Bu bir tür “hasar kontrolü”. Eğer kamuoyu Suriye’deki durumun ayrıntılarını bilse ve ordunun direnmeden çekildiğini öğrenirse ne olurdu? Halkın orduya güveni daha da düşebilir, belki Putin’e olan destek bir miktar sarsılabilirdi. Bu nedenle Kremlin, konuyu tamamen kapatmasa da gündeme getirmeme, tartıştırmama yolunu seçiyor. Rus analistlerin bir kısmı ise bu durumu, Arap müttefiklerinin yetersizliği veya “Arapların Ruslar kadar dirençli olmadığı” gibi ırkçı söylemlerle açıklamaya çalışıyor. Bu tür açıklamalar, esasen başarısızlığın gerçek nedenlerine bakmaktan kaçınmanın yollarından biri.
Bu durumun uzun vadeli sonuçları ne olabilir? Eğer Rusya gerçekten de Suriye’deki üslerini terk etmeye zorlanırsa – ki bu şu anda müzakere konusu gibi görünüyor – Doğu Akdeniz’deki stratejik mevzilerini kaybedecek. Bu da Rus Donanması’nın Afrika’ya ve Orta Doğu’ya erişimini zorlaştıracak, Akdeniz’deki varlığını sınırlayacak. Böyle bir durumda Rusya, diplomasiyi devreye sokarak “gitmiyoruz ama kalmak için de savaşa girmiyoruz,” gibi bir pozisyon almaya çalışacak. Müzakereler yoluyla Tartus ve Hmeymim üslerini korumaya çabalayacak. Bu amaçla sahadaki yeni güç odaklarıyla anlaşmalar yapmaya yönelecek. Ne kadar başarılı olacaklarını ise zaman gösterecek.
Vzglyad gibi yarı resmi yayın organları, Rusya’nın bu geri çekilme planlarının çok önceden yapıldığını iddia ediyor. Yani Rusya, İdlib merkezli militanların harekete geçmesinden, Amerikan ve İsrail baskılarının artmasından, Türkiye’nin genişlemesinden önce bile “stratejik bir esneme planı” tasarlamış olabilir. Bu, bir nevi “Biz aslında çekilmiyoruz yeniden konuşlanıyoruz,” söylemini destekleyen bir propaganda olabilir. Fakat gerçekten böyle bir plan var mıydı, yoksa bu bir başarısızlığı başarı gibi sunma çabası mı? Bu sorunun kesin cevabını bilmek zor. Fakat şu net: Rusya, uzun ve zorlu bir diplomasi sürecine girecek. Sahada kaybedilen nüfuzu, masada geri kazanma gayretine girecek. Diplomatlar ve istihbaratçılar devreye girecek, Rusya kendisini bölgede hâlâ vazgeçilmez bir güç olarak konumlandırmaya çalışacak.
Peki Rus Genelkurmayı bu süreçte nasıl bir rol oynayacak? Ordu, şu anda Ukrayna cephesine odaklanmış durumda. Orada elde edilecek bir başarı, Suriye’deki yenilgilerin gölgesini azaltabilir. Rusya’nın iç siyasetinde de ordu, gücünü korumak ve ileride daha fazla söz hakkı elde etmek için sabırlı davranıyor. Komutanlar ve generaller, Kremlin’e “Biz uyardık,” veya “Sahadaki koşullar buydu,” diyerek kendilerini savunurken, Putin de suçun tamamen orduda olmadığını biliyor. Ancak bu dengeyi korumak kolay değil.
Ve Suriye’deki gibi çekilmek, askeri geleneğin üzerine gölge düşürebilir. Kremlin, bu gölgeyi dağıtmak için Ukrayna’da beklenen zaferi, Afrika’da genişleyen nüfuz alanını, Çin ve Kuzey Kore ile geliştirilen stratejik ortaklıkları kullanacaktır. Bunlar birer denge unsuru ve kamuoyuna “bakın başka alanlarda güçlüyüz,” mesajının verilmesi için ideal fırsatlar.
Sonuç olarak önümüzde karmaşık bir tablo var. Rusya’nın Suriye’deki adımı, bir savaş alanı kaybından ziyade jeopolitik bir prestij kaybı. Bu kayıp, Kremlin ve Genelkurmay arasındaki güç dengesini, orduya ve başkana duyulan güveni, uluslararası ittifakları ve Rusya’nın büyük stratejisini etkiliyor. Ancak Rusya halkı nezdinde görüldüğü kadarıyla şuursuz bir iyimserlik var. Bu umut belki de iç siyasetteki istikrarın, “millî gururun” veya kontrol altındaki medyanın yarattığı yanılsamaların bir ürünü. Yine de Putin ve ekibi için en büyük sınav, önümüzdeki dönemde Ukrayna’da ve diğer coğrafyalarda elde edecekleri somut kazanımlar olacak.
Biraz pişmiş aşa su katmak biraz da şeytanın avukatlığı ama görünen o ki, Suriye’deki son olaylar ve ortaya çıkan yeni durum pek de bizim lehimize gelişiyor gibi değil. Aslında yeni şartların yani Suriye’nin devlet olmaktan çıkması sonucu doğurması kuvvetle muhtemel kargaşadan en fazla kimin kazançlı çıktığını geçtiğimiz pazar akşamı (8 aralık) Netanyahu bütün dünyaya ilan etti.
Suriye-İsrail sınırına giden İsrail başbakanı Esat’ın ülkeyi terk etmesini ve Baas rejiminin çökmesini İsrail açısından büyük zafer olarak ilan etti. Bunda kendilerinin Suriye’yi sürekli bombalayarak vurdukları darbelerin önemli bir rol oynadığının altını çizdi. Amerika derseniz aynı şekilde bayram havasında… Önceki yıllarda cihatçı terör örgütü lideri olarak tanımladıkları Colani çoktan ‘muhalif’ lidere dönüşmüş durumda ve ABD medyası tarafından parlatılıyor. Halep’ten aşağıya Suriye şehirlerini (Hama, Humus ve Şam) sırasıyla kendi kontrolleri altına alan ‘muhalifler’ ise ‘temiz yüzlü gençler’ olarak pazarlanıyorlar. Colani ve ekibi bütün Suriye halkına ılımlı mesajlar veriyor ama bu sürecin ne kadar devam edeceği meçhul.
İSRAİL İÇİN İYİ OLAN BİR ŞEY BİZİM İÇİN DE İYİ OLAMAZ MI?
İsrail için iyi olan bir şey bizim için kötü veya bizim için iyi olan bir şeyin İsrail için kötü olması şart değil. Sonuçta İsrail bizim ideolojik rakibimiz veya düşmanımız değil; Amerika da aynı şekilde…. Fakat İsrail ve Amerika’nın öncelikleri açısından baktığımızda onların yapmak istedikleri bizim hak ve menfaatlerimizle örtüşmüyorsa veya bizim hak ve menfaatlerimiz açısından tam anlamıyla ‘tehlikeli’ unsurlar içeriyorsa o zaman sorun var demektir.
Nitekim Netanyahu’nun Suriye sınırında yaptığı açıklamaların ardından İsrail Hava Kuvvetleri Şam başta olmak üzere pek çok şehirdeki hava savunma sistemlerini, askeri tesisleri vururken aynı zamanda hükümet binalarını, tapu dairelerini de bombalıyor. Limanlar, deniz kuvvetleri tesisleri vs. hepsi yerle bir. Bu hava operasyonlarının devam edeceğine hiç şüphe yok. Öte yandan İsrail kara birlikleri Suriye sınırını geçerek yaklaşık 14-20 kilometre içeriye girmiş bulunuyorlar. Bunun devam etmesi de oldukça muhtemel. Bu arada Tel Aviv 1973 Arap-İsrail savaşının ardından 1974 yılında İsrail ile Suriye arasında oluşturulan ateşkes hattının da Suriye birlikleri o bölgeden çekildiği için sona erdiğini duyurdu. Yani özellikle Durzilerin yaşadığı o coğrafyada kalıcı bir şeyler planlamakta olduğunu şüphe kalmadı.
İsrail’in o bölgede ne yaptığı veya yapacağı da meçhul değil. Yıllardır İsrailli liderler ve siyasi elit tarafından dile getirilen Suriye’yi dört parçaya bölme (Durzi devleti, Sünniistan, Alevi devleti ve Kürt devleti) projesi hayata geçirilme aşamasına gelmiş durumda.
Bu parçalı yapının Türkiye’nin ulusal çıkarlarına hizmet eder bir tarafı olmayacağı açık; ama esas sorun bu yapının Kürt devleti olarak Fırat’ın doğusundaki geniş ve verimli topraklarda kurulacak Teröristan’ın nasıl önleneceği ile ilgili. Daha şimdiden Amerika’da sesini yükselten İsrail lobisinin önemli isimleri (Lindsay Graham ve vd.) Türkiye’nin Fırat’ın doğusundaki bu yapıya dokunmasına izin verilmemesi gerektiğini hatta buna kalkışırsa yaptırım uygulanmasını konuşmaya başladılar bile.
İsrail ise PKK/PYD kontrolündeki bu örgütlenmenin denize açılma sorununu çözmek için Tanf’den Suriye’nin Durzi bölgesine giden bölgeyi kendi kontrolüne alıyor. Hatta almış durumda… Böylece 2014-15 yıllarında denenen ve Türkiye’nin silahla karşılık vermesi yüzünden gerçekleştirilemeyen ‘koridor’ – ki, buna Türk yetkililer doğru bir şekilde terör koridoru adını vermişlerdi – şimdilerde güneyden dolaştırılarak İsrail üzerinden Akdeniz’e açılmış olacak. Türkiye’nin bu bölgeye harekat yapma girişimi her defasında hem Amerika-İsrail hem de Suriye içinden merkezi hükümeti kontrol eden HTŞ ve bileşenleri tarafından engellenmeye çalışılacaktır. Gerekçe olarak da İran’ın bu bölgeden uzak tutulması gibi şeyler söylenecek ki, bunlar Türkiye’deki siyasal/selefi İslamcı grupların da kulağına hoş gelecektir. Böyle bir Kürdistan yapısı ise daha sonra Türkiye’den de kopartılacak büyükçe bir parça ile birlikte oluşturulacak Büyük Kürdistan’ın temel taşları görevini görecektir.
ANAYASA VE GEÇİŞ DÖNEMİ
Suriye’de bölünmeden önceki senaryo yeni bir anayasa ile başlayacaktır. Şu anda milli-üniter yapıdaki Suriye anayasasının değiştirilmesi, içinde otonom ve/veya federe üniteler barındıran yeni bir anayasal yapıya gidiş anlamına gelir. Yıllardır Türkiye’nin Suriye hükümetine tavsiye ettiği ve benim sürekli olarak eleştirdiğim böyle bir gidişatın şimdilerde önünün açıldığına hiç şüphe yok. Böyle bir anayasanın uygulamaya girmesiyle aslında bölünmenin alt yapısı hazırlanmış olur; çünkü yukarıda belirtilen dört devlet (Sünnistan, Alevi Devleti, Durzi devleti ve PKK/PYD bölgesi) kendi iç yönetimleri ve güvenlik kuvvetleri (ordu, polis ve hatta yargı) de bulunan otonom veya federe bölgeler haline gelip anayasaya dahil edilirler. Hristiyanlara böyle bir bölge verilip verilmeyeceğini söylemek şimdilik erken görünüyor.
Öte yandan böyle bir anayasa yapım süreci ve geçiş dönemi yeni çatışmaları da beraberinde getirebilir. Örneğin Irak’ta ciddi sayıda Amerikan, İngiltere ve başka Avrupalı ülkelerden birlikler doğrudan alanda görev yaparken bu tür çatışmalar başlamıştı. Baas mensupları – gerek güvenlik kuvvetleri gerekse Baas bürokrasisi – yeni anayasa sürecinden dışlanınca Baas Sünnilerin temsilcisi gibi muhalefete ve hatta silahlı direnişe başlamış; ardından El Kaide unsurlarının Irak’a gelmesi orada kendileriyle uyumlu gruplar ve insanlarla birleşmesiyle başlayan eylemler yüz binlerce Iraklının hayatına mal olmuştu.
Benzeri gerilimlerin Suriye’de de yaşanmayacağının garantisi yok. Suriye’de halen en örgütlü yapının Baas olduğunu düşünecek olursak bunların yeni sisteme entegre edilip edilmeyeceği önemli sonuçlar doğuracaktır. Amerika Irak’ı önce işgal etmişti ve bu istila için BM’den herhangi bir onay çıkmamıştı; ancak tek taraflı ve gayri meşru bu işgalin ardından Amerika BM Güvenlik Konseyi’nden işgalci ülke statüsü almıştı. İşgalci ülke olarak kuvvet bulundurmak hakkı ve asayişi sağlamak yükümlülüğü vardı. Anayasa ise büyük ölçüde Amerika tarafından hazırlanarak Irak halkına empoze edilmişti; ancak bütün bunlara rağmen ciddi karışıklıklar çıkması engellenememişti. Suriye’de Amerikan birlikleri kadar büyükçe bir güç yok/olmayacak. Birbirlerine şüpheyle hatta düşmanca bakan grupların sayısı Irak’taki Kürtler ve Araplar ile Araplar arasında da Sünniler ve Şiiler ayrımlarından çok daha fazla. Dolayısıyla Türk yetkililerin bütün Suriyeliler için demokratik, huzurlu ve mutlu bir Suriye beklentisi Akdeniz’in sularına yazılan bir yazıya benziyor.
NELER YAPILABİLİR? SORULAR, SORULAR…
Türkiye Esat ile anlaşmak suretiyle ulusal çıkarlarını çok daha kolaylıkla koruyabilir ve Türkiye-Suriye sınırlarında güvenlik sorunları olmayabilirdi. Aynı zamanda ülkedeki Suriyeli sığınmacıların gönderilmesi ve Suriye ile birlikte PKK/PYD ve Cihatçı terör örgütlerine karşı ortak mücadele edilebilirdi. Ancak bu ihtimaller şimdi artık tarih oldu. Ayrıca öyle bir uzlaşma ile Suriye’deki mevcut durum sürdürülerek PKK/PYD üzerinde psikolojik baskı kurulabilir ve görevi devraldığında Trump’ın bu ülkeden çekilmesi daha kolay hale getirilebilirdi.
Yeni dönemde Türkiye’nin önceliği PKK/PYD’nin devletleşmesini önlemek olmalıdır; fakat hem İsrail’i en sert biçimde eleştirerek Amerika’daki İsrail lobisinin tamamen Türkiye karşıtı haline gelmesine sebep olup öte yandan da Amerika nezdinde girişimlerde bulunmak nasıl sağlanacaktır? Yıllardır yeni bir Suriye anayasası isteyip şimdilerde bu anayasada PKK/PYD’nin otonom bir ünite olarak yer alması nasıl önlenir? Eğer bunlar önlenemezse -ki, çok zor – o zaman sınırlarımızda iki Teröristan görmemiz hiç de ihtimal dışı değil.
Birisi HTŞ ve bileşenlerinin kontrolünde ve ipleri tamamen Amerika ve özellikle İsrail’in elinde olanı diğeri ise PKK/PYD. Diğer sorun ise aslında Suriye’den çekileceğini söyleyen Trump’ın görevi devraldığında şartların çekilmeyi ciddiyetle değerlendiremeyeceği kadar karmaşık hale gelmiş olması ki, mevcut durumun o tarafa evrilmesi hiç de azımsanacak bir ihtimal değil. Televizyonlardaki çubuklu veya Vileda saplı uzmanlar veya sokaklarda ‘Halep’i düşürdük’ naralarıyla tempo tutanlar bu soruların cevaplarını pek tabii ki bilemezler; ama inşallah yetkililer nelerle karşı karşıya olduğumuzu düşünmüşlerdir.
8 Aralık’ta, Suriye muhalefet koalisyonu ve “Suriye Milli Ordusu” Şam’ı ele geçirip kontrol altına aldıklarını açıkladı. Aynı gün, Rusya’da sürgünde olan Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad istifa ettiğini ve eski hükümetin barışçıl bir şekilde muhalif güçlere teslim olmasını emrettiğini duyurdu. 10 yıllık iç savaşın zorluklarına dayanmış olan Esad rejiminin yalnızca 12 gün süren bir saldırıyla yıkılacağı kimsenin aklına gelmezdi. Rejim, hayal bile edilemeyecek bir hızla çöktü ve Esad ailesinin Suriye üzerindeki yarım yüzyıllık hâkimiyetine son verdi.
Kasım ayı sonunda patlak veren “Suriye Savaşı 2.0″ın gelişimine baktığımızda, Esad rejiminin yalnızca muhalifler tarafından değil, aynı zamanda İsrail ve Türkiye tarafından mağlup edildiği, Rusya ve İran gibi uzun süre destek veren ülkeler tarafından terk edildiği görülebilir. Ancak nihayetinde Esad rejimi kendi yetersizliği yüzünden yenildi. Özetle, karmaşık ve çok yönlü faktörler Esad rejiminin tarihi bir çöküşe sürüklenmesine neden oldu.
27 Kasım’da, İdlib eyaletinde üslenen muhalif gruplar ani bir saldırı başlattı. Sadece iki gün içinde hükümet güçlerinin savunma hatlarını kırdılar, Halep vilayetine girdiler ve vilayet başkenti Halep’i ele geçirdiler. Sekiz yıl boyunca Şam’ın kontrolünde olan bu kuzeydeki büyük şehir tekrar el değiştirdi. Bir hafta sonra, isyancılar saldırılarını güneye doğru genişletti, birbiri ardına Hama ve Humus’u kolaylıkla ele geçirerek sonunda başkent Şam’ı da aldılar.
Suriye ordusu, 12 gün içinde rejimi savunmaya yönelik hiçbir büyük çaplı veya organize direniş sergileyemedi. Rusya ve İran, oldukça zayıf olan isyancı ittifakını püskürtmek için kayda değer hiçbir destek sağlamadı. Lübnan Hizbullahı, Şam’ın düşmek üzere olduğu sırada sadece 2.000 silahlı kişiyi destek için gönderdi ancak bu güçler kısa sürede geri çekilmek zorunda kaldı. Irak Halk Seferberlik Güçleri ise yardım etmeyeceklerini açıkça belirtti. Kısacası, “Suriye Savaşı 1.0” sırasında Esad rejimini savunmak için her tarafın seferber olduğu durum tamamen ortadan kalkmıştı. “Direniş Ekseni” veya “Şii Hilali,” Doğu Akdeniz’in batı kanadında tamamen çökmüş ve Rusya ile İran, bu bölgedeki stratejik varlıklarını kaybetmişti.
Ülke ve rejimin bir kez daha kaderinin dönüm noktasında olduğu bu süreçte, Halep’ten Hama’ya, Hama’dan Humus’a, oradan da Şam’a kadar, Suriye ordusunun hayatî bir direnişi veya etkili bir savunması görülmedi. Halkın silahlanarak isyancıların ilerleyişini durdurduğu da gözlenmedi. Aksine, askeri moralin dağılması ve halkın desteğini tamamen kaybetmesi, rejimin kendi iç dinamikleriyle çöktüğünü gösterdi. Bu durum, dört yıl önceki rejim savunma savaşlarından tamamen farklı bir manzara sergiliyordu. Üstelik karşılarındaki düşmanlar ne aşılmaz bir güce sahipti ne de uluslararası meşruiyet kazanmıştı.
Muhalif güçlerin çekirdeğini oluşturan koalisyonda, Türkiye destekli “Suriye Milli Ordusu,” Suriye’nin kuzeybatısındaki Afrin’de üslenmiş ve operasyonlara katılmıştı. Koalisyonun ana gücü ise Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) idi. Bu örgüt, El Kaide’nin Suriye kolu olan ve daha sonra bağımsız bir oluşuma dönüşen “El Nusra Cephesi”nden doğmuştu. Örgütün terör geçmişi ve mevcut faaliyetleri nedeniyle, Birleşmiş Milletler, ABD ve Türkiye tarafından terör örgütü olarak tanımlanmıştı. Diğer yandan “Suriye Milli Ordusu,” Türkiye tarafından desteklenen bir vekil güçtü. Bu güç, Afrin bölgesindeki Kürt ayrılıkçı grupları bastırmayı, bu grupların Suriye’nin kuzeydoğusundaki Kürt kuvvetleriyle birleşmesini önlemeyi ve Türkiye’nin kuzey Suriye’de oluşturduğu “güvenli bölge”yi sağlamlaştırmayı amaçlıyordu. Ayrıca Türkiye sınırını geçen Kürt ağlarını keserek Türkiye’deki Kürt isyanlarını ve ayrılık hareketlerini bastırıyordu.
Suriye hükümet güçlerinin, kuzeybatıdan gelen isyancılar karşısında bu kadar kolay bir şekilde çökmesi şaşırtıcıydı. Ancak bölgenin jeopolitik dengelerini dikkatlice incelediğimizde, bu olayın kaçınılmaz olduğu anlaşılabilir.
İlk olarak, çeşitli muhalif gruplar, uzun bir süre sessiz kalarak kendilerini toparladı ve savaş yeteneklerini önemli ölçüde geliştirdi. Rusya ve Türkiye’nin arabuluculuğuyla Mart 2020’de sağlanan ateşkesten sonra, Suriye’nin kuzeybatısında üslenmiş olan muhalifler dört yıl boyunca pusuya yattı ve tekrar ayağa kalkmak için doğru anı bekledi. Hükümet güçlerinin zayıfladığını veya savunma hatlarının gevşediğini fark eder etmez, ateşkesi bozarak kendi kontrol alanlarını genişletmeleri, savaş yoluyla kaynak elde etmeleri ve güçlerini artırmaları kaçınılmazdı.
İkincisi, dört yıl süren ateşkes, Suriye hükümetinin kuzeybatıdan gelebilecek tehditlere olan stratejik önemini göz ardı etmesine neden oldu. Özellikle Halep gibi en büyük şehir ve stratejik giriş kapısının yeterince savunulmadığı anlaşıldı. Suriye rejimini destekleyen Rusya’nın bölgedeki askeri varlığı ve İranlı danışmanlar, isyancıların toparlanıp karşı saldırıya hazırlandığına dair istihbarat toplamada, tehdit değerlendirmelerinde ve savaş hazırlıklarında ciddi stratejik hatalar yaptı. Çatışmalar başladıktan sonra, Rusya, Suriye’deki askeri komutanı Sergei Kisel’i görevden alarak yerine Alexander Chaiko’yu atadı. Bu, yapılan hatalardan dolayı bir hesap verme hamlesiydi.
Üçüncüsü, bir yılı aşkın süredir devam eden “Altıncı Ortadoğu Savaşı,” bölgedeki karmaşık jeopolitik ilişkileri daha da karmaşıklaştırdı. Özellikle İsrail, “İkinci Lübnan Savaşı” sırasında Hizbullah’ı ağır bir şekilde zayıflatmış ve Suriye’deki İran askeri varlığını daha da azaltmıştı. Bu durum, isyancı grupların kuzeybatıdan yeniden güçlenip ilerlemesi için uygun bir fırsat yarattı. Rus Gazeta’ya göre, Halep’in savunması esasen Suriye Cumhuriyet Muhafızları’nın 32. Tugayı, yerel milisler ve İran Devrim Muhafızları tarafından sağlanıyordu. Ancak bu güçlerin önemli bir kısmı, Suriye çöllerindeki “İslam Devleti”nin yeniden aktifleşen hücrelerini bastırmak için bölgeden çekilmişti. Bu durum, kuzeybatı savunmasını tamamen zayıflatmıştı. Ayrıca İsrail’in Halep’in banliyölerine yönelik sık sık düzenlediği hava saldırıları, kalan savunma güçlerini darmadağın etmiş ve savunma hatlarını daha da kırılgan hale getirmişti.
Dördüncüsü, İsrail, Lübnan ile ateşkes yapmadan hemen önce, Suriye-Lübnan sınırındaki önemli kara geçişlerini bombalayarak, Hizbullah’ın Suriye üzerinden İran ile kara bağlantılarını kesti. Bu durum, “Şii Hilali” ve “Direniş Ekseni”nin batı kanadını yok etmekle kalmadı, aynı zamanda Suriye isyancı gruplarını cesaretlendirerek zayıflıkları fırsata çevirmelerine olanak sağladı.
Beşincisi, daha geniş bir stratejik bağlamda, Ukrayna’daki savaşın uzaması ve Rusya ile NATO arasındaki gerilimin savaşın eşiğine gelmesi, Moskova’nın Suriye gibi nispeten daha az önemli bir alanda dikkatini dağıttı. Aynı şekilde, İran da bir yılı aşkın süredir İsrail’le karşı karşıya gelmiş ve “direniş ekseni”ni sürdürmek için “yedi cephede” mücadele etmekteydi. Bu nedenle Suriye’ye odaklanmakta ve isyancı grupların yeniden harekete geçme riskini öngörmekte başarısız oldu.
Altıncı olarak, “Astana Süreci” ülkeleri (Rusya, İran ve Türkiye) yaptıkları müzakereler sonucunda Esad rejimini terk ederek “Esad sonrası Suriye” için bir çıkar değişimi yapma kararı aldılar. Bu çatışma patlak verdikten sonra, Rusya ve İran, Esad rejiminin yeniden çöküşün eşiğine gelmesine rağmen yardım eli uzatmadılar. Bunun yerine eski müttefiklerini terk ederek, Türkiye ile “Astana Süreci”ni yeniden canlandırdılar ve Esad rejiminin tabutuna son çiviyi çaktılar.
Düşmanlıkların yeniden başlamasının ardından, Suriye, Rusya ve İran, isyancıların karşı saldırısını İsrail ve ABD’nin organize ettiği suçlamasında bulundular. Suriye iç savaşına derinden müdahil olan Türkiye, birkaç gün sessiz kaldıktan sonra Esad rejiminin devrilmesini desteklediğini resmen açıkladı. Aslında, “Suriye Savaşı 2.0″ın hızlı ilerleyişi ve isyancıları destekleyen farklı aktörlerin rolleri, karmaşık bir çıkarlar ve hesaplamalar ağına işaret ediyor.
Birincisi, ABD isyancıların arkasındaki kışkırtıcı veya itici güç değildi. Çatışmanın başından itibaren ABD, saldırılarla hiçbir ilgisinin olmadığını vurguladı ve kamuoyu önünde Türkiye’ye baskı yaptı. İsrail’in Jerusalem Post gazetesine göre, ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ı arayarak, “Suriye Milli Ordusu”nun saldırılarını sınırlamasını ve Suriye’deki istikrarı sağlamasını istedi. ABD, Rusya’ya yakın duran ve İran’la “Direniş Ekseni”nin bir parçası olan Esad rejiminden hoşlanmasa da, Suriye’nin yeni bir kaosa sürüklenmesini istemiyor. Böyle bir durum, radikal ve terörist güçlerin yeniden büyümesine olanak tanıyabilir ve ABD’yi Ortadoğu’da başka bir terörle mücadele savaşına zorlayabilir. 2 Aralık’ta AFP, ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsünün, ABD’nin hiçbir koşulda HTŞ gibi bir terör örgütünü desteklemeyeceğini söylediğini aktardı. Reuters, ABD’nin Suriye’deki durumu istikrara kavuşturmak için taraflara çağrıda bulunduğunu ve aynı zamanda Suriye ile İran arasındaki ilişkileri zayıflatmak amacıyla Suriye’ye uygulanan yaptırımları kaldırmayı düşündüğünü bildirdi.
İkincisi, Türkiye, isyancıların büyük çaplı saldırılarında ana itici güçlerden biriydi. Türkiye’nin desteği veya sessiz onayı olmadan, “Suriye Milli Ordusu”nun “Suriye’nin Kurtuluşu” koalisyonu gibi güçlerle koordinasyon sağlaması mümkün olmazdı. Türkiye uzun zamandır, Suriye hükümetinin muhalefetle diyalog kurması ve kapsayıcı bir hükümet oluşturması gerektiğini savunuyor ve aynı zamanda Şam ile ilişkilerin normalleşmesi için diyalog çağrısında bulunuyordu. Ancak Suriye hükümeti, kuzeybatıdaki silahlı grupların tamamını terör örgütü olarak sınıflandırıyor ve Türkiye’nin Suriye’nin kuzey topraklarını işgal etmeye devam ettiği gerekçesiyle diyalogu reddediyordu. Analistler, Türkiye’nin bu yeni çatışma dalgasını, Şam hükümetine boyun eğdirme veya hatta devirmeye yönelik bir fırsat olarak gördüğünü ve böylece Esad sonrası dönemde daha fazla söz sahibi olmak ve yeni Ortadoğu jeopolitik haritasını şekillendirmek istediğini belirtiyor.
Üçüncüsü, İsrail, “Direniş Ekseni”ni zayıflatmada ve çatışmaları tırmandırmada önemli bir rol oynadı. “Suriye Savaşı 1.0” sırasında, aşırılıkçı ve terörist örgütler, Suriye ve İsrail arasındaki düşmanlığı ve Suriye ordusunun İsrail ateşkes hattı yakınında ağır silah kullanmama eğilimini kendi lehlerine kullanmışlardı. Analistler, bu çatışmada isyancıların ağır silahlar, insansız hava araçları ve gelişmiş elektronik harp tekniklerini kullanmasının İsrail’in istihbarat teşkilatlarının müdahalesini gösterdiğini düşünüyor. Her iki tarafın da ortak bir düşmanı vardı: Suriye hükümeti ve onun müttefiki olan “Direniş Cephesi.” İsrail, saldırılarla resmi bir ilgisinin olduğunu reddetse de, iki taraf arasındaki örtük bir anlayış açıkça görülüyor. Suriye’deki çatışmaların yeniden başlaması, İsrail’in “Direniş Ekseni”nin dikkatini ve kaynaklarını başka yönlere dağıtmasına olanak tanıyarak İsrail’e kuzeydoğu ve İran’dan gelen baskıları azaltma imkânı tanıdı. 8 Aralık’ta İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, Esad rejiminin çöküşünü “İsrail’in İran ve Hizbullah’a karşı yürüttüğü operasyonların doğrudan bir sonucu” olarak nitelendirdi ve “Bu durum, tüm Ortadoğu’da bir zincirleme reaksiyon başlattı” dedi.
Dördüncüsü, Ukrayna da bu çatışmaya müdahil olmakla suçlandı. 3 Aralık’ta Rusya’nın Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi, Ukrayna istihbarat teşkilatlarını Suriye isyancılarına silah sağlamak, eğitim vermek ve Suriye’deki Rus hedeflerine yönelik operasyonlar düzenlemekle suçladı. 4 Aralık’ta Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Maria Zaharova, Ukrayna hükümetinin doğrudan Suriye isyancılarının saldırısına müdahil olduğunu öne sürdü. Ukrayna bu suçlamalara karşı sessiz kaldı ve üçüncü taraflarca Ukrayna istihbaratının bu çatışmaya müdahil olduğuna dair hiçbir kanıt sunulmadı. Ancak teorik olarak, Rusya’yı Ortadoğu’da ikinci bir cephe açmaya zorlamak, Ukrayna’nın doğudaki askeri baskısını hafifletebilirdi.
“Şii Hilali” ve “Direniş Ekseni”nin kilit bir devleti olan Suriye’deki çatışmanın evrimi, büyük sonuçlar doğurabilir. Daha önce Şam hükümetine yardım için asker gönderen Hizbullah ve Irak Halk Seferberlik Güçleri, bu kez sınır ötesine asker göndermeyeceklerini açıkladılar. İran, Suriye hükümetinin talep etmesi halinde asker göndermeye hazır olduğunu defalarca ifade etse de, somut bir adım atılmadı. Rusya da Suriye hükümetine desteğini sürdüreceğini açıkladı. Ancak, mevcut güçlerini ve ekipmanını isyancı saldırılarını püskürtmek için kullanmak dışında, Doğu Akdeniz’de füze tatbikatları düzenleyerek caydırıcılık sağlamak dışında, Rusya’nın “Suriye Savaşı 1.0” sırasında olduğu gibi büyük çaplı bir askeri müdahale yapacak ne isteği ne de kapasitesi kaldı.
Esad rejiminin çöküşü, Suriye halkı için bir zafer değil, daha çok hükümetin beceriksizliğinin ve dış müdahalenin birleşik bir sonucudur. Şam’da rejim değişikliği, Suriye’de uzun vadeli barış ve istikrarın başlangıcı anlamına gelmeyebilir; aksine, yeni bir güç mücadelesinin başlangıcı olabilir. Suriye’nin batısı, merkezi ve güneyi artık HTŞ ve “Suriye Milli Ordusu”nun kontrolü altında; kuzeyi Türkiye’nin “güvenli bölgesi” tarafından yönetiliyor; doğu ve kuzeydoğu ABD destekli Kürt güçlerinin elinde; güneybatıdaki Golan Tepeleri ise uzun süredir İsrail işgali altında. Geçen hafta boyunca İsrail, Suriye tarafındaki birkaç stratejik noktayı ele geçirerek savunma çevresini daha da genişletti… Bu “parçalanmış” Suriye, dış müdahalelere karşı savunmasız kalmaya ve daha belirsiz bir gelecekle yüzleşmeye devam edecek.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Çin akademisi Suriye’yi tartıştı
Rusya hükümetinden alkol tüketimini azaltma planı
Almanya, Pasifik’teki askeri varlığını artırıyor
Macron François Bayrou’yu Fransa’nın yeni başbakanı olarak atadı
İsrail ordusu, tampon bölgede aylarca kalacak
Çok Okunanlar
-
ORTADOĞU4 gün önce
Eski Beyaz Saray yetkilisi Doran: Suriye’de İsrail ve Türkiye’nin çıkarları örtüşüyor
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Bir kere daha girdiğimiz çıkmaz yol
-
GÖRÜŞ5 gün önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 1
-
RUSYA4 gün önce
Rusya’nın Suriye’deki üslerinin akıbeti ne olacak?
-
GÖRÜŞ3 gün önce
Suriye’de kim kazandı?
-
SÖYLEŞİ2 hafta önce
Alman gazeteci Thomas Fasbender: Kralsız bir interregnum içindeyiz
-
GÖRÜŞ4 gün önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 2
-
DİPLOMASİ1 hafta önce
Halep’te atılan taşın Avrupa’da vurduğu kuş