Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Jaishankar’ın ‘Why Bharat Matters’ kitabına bir bakış

Yayınlanma

Çatışmaların ve istikrarsızlığın şiddetli olduğu bir dünyada Hindistan yükselişini nasıl sürdürebilir ve “lider güç” statüsüne nasıl ulaşabilir? Dışişleri Bakanı Subrahmanyam Jaishankar, bunun ancak Hindistan’ın bin yıllık görkemli uygarlık ve mirasının doğasında var olan güç, cesaret ve güven rezervlerinden yararlanması durumunda mümkün olabileceğine inanıyor…

Peki, Hindistan’ın çağdaş dünya meselelerinde “yükselen bir güç” olarak rolünün temeli nedir? Jaishankar’a göre bunlar Chandrayaan’ın başarısı ve bir uzay gücü olarak ortaya çıkması, G-20 liderliği, kapsayıcı demokrasi, yetenek yeterliliği, artan stratejik katılım, “dünya bir ailedir” ve “Hindistan dünyanın dostudur” kavramları, çok kutupluluk, yeniden dengeleme ve uygarlık devleti…

Tüm bunlar ve daha fazlası Hindistan Dışişleri Bakanı Dr. Subrahmanyam Jaishankar’ın yeni kitabında…

Evet, Jaishankar’ın 3 Ocak’ta çıkan “Why Bharat Matters” (Bharat Neden Önemlidir) kitabını henüz bitirdim.

İlk söylenecek şey, Jaishankar’ın kitabın isminde ülke ismi olarak yaygın bir biçimde kullanılan İngilizce “India” (Hindistan) yerine “Bharat” sözcüğünü kullandığı unutulmamalı.

İkinci ilk söylenecek şey ise Jaishankar’ın düşüncelerinin, yaklaşımlarının ve stratejik planlamalarının önemi kuşkusuz yüksektir; kendisi yalnızca mevcut hükümetin dışişleri bakanı değil, aynı zamanda Amerika ve Çin gibi Hindistan için özel stratejik öneme sahip ülkelerin büyükelçiliğini de yapmış uzun süreli bir kariyer diplomatı.

Kitapta Hindistan’ın günümüz dünya politikası, ekonomisi ve jeopolitiğinde nerede olduğunu, neden özel bir öneme sahip olduğunu ve Hindistan’ın nasıl “yükselen bir dünya gücü” olduğunu ayrıntılı bir şekilde ele alıyor.

Jaishankar, Amerika ve Çin’i çağdaş “büyük güçler”, Hindistan’ı ise küresel bağlamda “yükselen güç” olarak gördüğü gerçeğini gizlemiyor; iki büyük güç olan Amerika ve Çin arasındaki keskin güç mücadelesinin yalnızca zorlukları ve riskleri değil, aynı zamanda yükselen güçler için olasılıkları ve fırsatları da artıracağına inanıyor.

Bununla birlikte, politika, ekonomi, demografi, kültür ve düşüncenin güçlü bir birleşiminin Hint gücünün yükselişinin temeli olduğuna inanıyor.

Jaishankar’ın 11 makalesinden oluşan bir koleksiyon olan bu kitap, konuşmalardan ve kamuya açık yorumlardan derlenmiş bir kitap; açıkçası politik ve Jaishankar’ın 2020’de yayımlanan “The India Way” (Hindistan Yolu) kitabından daha az edebi; ancak bunu olumlu anlamda söylüyorum çünkü daha doğrudan, hatta zaman zaman daha samimi ve açık sözlü.

Bununla birlikte, Why Bharat Matters biraz tutarsız işlenmiş (en azından ilk yarı; ikinci yarı ilkinden çok daha tutarlı) çünkü bir yanıyla övgü, bir yanıyla manifesto ve bir yanıyla analiz; her ne kadar Hintleri kendine güvenmeye çağırsa da Hindistan’ın 2020’den bu yana başta Çin ve Kovid olmak üzere aldığı darbelerin izlerini taşıyor.

The India Way kitabında Jaishankar’ın önerdiği ve Hindistan’ın uygulamasını istediği dış ilişkiler stratejisi şuydu: Amerika ile sıkı bağlar kurmak, Çin’i yönetmek, Avrupa’ya nüfuz etmek, Rusya’ya güven vermek, Japonya’yı oyuna çekmek, komşuları içeride tutmak, komşuluğu genişletmek ve geleneksel destek bölgelerini genişletmek.

Yeni kitabında Hindistan’ın tüm bu alanlarda eşit derecede başarılı olamadığını itiraf ediyor Jaishankar. Bu arada bazı ilişkilerin sanıldığından daha karmaşık hale geldiğini de (Rusya’nın Çin’e artan bağımlılığının Hindistan’ın Rusya ile ilişkilerini – en azından psikolojik olarak – karmaşıklaştırdığını düşünün). Dış ilişkilerde pek çok beklenmedik olayın yaşanmaya devam ettiğini de söylüyor.

Jaishankar, çağdaş dünyada Hindistan’ın çıkarlarının korunması açısından belirsizliğin artmasından üç ana olayın sorumlu olduğunu düşünüyor. Birincisi: Hindistan-Çin sınır anlaşmazlığı, ikincisi: Rusya-Ukrayna savaşı ve üçüncüsü: Batı Asya (Orta Doğu) çatışması.

Jaishankar’ın vurgusu her zaman Bharatiya Janata Partisi’nin Hindistan’da iktidara yükselişinin ve Başbakan Narendra Modi’nin yönetiminin “belirsiz ve öngörülemez bir dünyada” gerçekleştiği noktasında.

Bununla birlikte Jaishankar, Hindistan’ın uluslararası sahnedeki son başarılarının Modi rejiminin “özel liderlik yetenekleri” sayesinde mümkün olduğuna inanıyor. Başbakan Narendra Modi’nin özel bir liderliğe ve herkesle iyi geçinme, kimya yaratma yeteneğine sahip olduğunu düşünüyor. Modi’nin Batılı demokratik liderler ve Körfez bölgesinin yöneticileriyle koordinasyon kurma yeteneğini açıkça övüyor.

Jaishankar’a göre çağdaş dünya politikasının beş ana boyutu var: küreselleşme, yeniden dengeleme, çok kutupluluk, teknolojik etki ve ulusların dinamikleri; Doğu-Batı kutuplaşmasını ve Kuzey-Güney bölünmesini paralel sorunlar olarak değerlendiriyor.

Bu beş nedene ek olarak, Hindistan’ın dış politikası üzerinde belirleyici etkisi olan değişmez bir neden daha var: ulusal güvenlik.

Hindistan için ulusal güvenlik nedir? Bu soruyu çok iyi tespit etmiş ve tanımlamış. Terörle mücadele ile ilgili konular, Çin ve Pakistan ile sınır anlaşmazlıkları ilk öncelikler arasında yer alıyor.

İkincisi: komşu ülkelerle kolay ilişkiler. Bu durumda Nepal, Bhutan, Bangladeş, Sri Lanka ve Maldivler ile ilişkilerini sürdürüyor. Jaishankar, 2015’te Bangladeş ile yapılan sınır anlaşmasını bu açıdan önemli bir başarı olarak değerlendiriyor.

Hindistan ulusal güvenliğinin üçüncü önemli yönü deniz güvenliği. Bunun için Sri Lanka ve Maldivler dışında Asya, ada devletleri ve okyanus bölgelerine ağırlık veriliyor. Mauritius ve Birleşik Arap Emirlikleri ile ilişkilere özel önem veriliyor.

Jaishankar’a göre ulusal güvenliğin dördüncü önemli boyutu ülke içindeki ayrılıkçılık, köktendincilik, aşırılık ve komünalizm. Ülkedeki bu tür eğilimlerin küresel terörle ilişkilendirilmesine izin verilmemesi gerektiğini düşünüyor.

Jaishankar’ın yeni kitabının ikinci yarısı, “Modi Kaal-Amrit Kaal”da (Vedik astrolojide altın çağ) elde edilen dış ilişkiler ve diplomatik başarıları detaylandırıyor: Bunlar arasında G-20 Başkanlığı ve Zirvesi, Uluslararası Yoga Günü, 2015’teki COP-21 Paris Toplantısı’nda güneş enerjisi savunuculuğu ve Güneş Enerjisi İttifakı ve Afet Yönetimi İttifakı, Kovid-19 aşı dünyasında liderlik, Önce Komşuluk politikasının kullanılması, Quad’a katılım ve RCEP’te bağlantısızlık, savaşa karşın Rusya ile iyi ilişkiler ve petrol alım anlaşması, Sri Lanka’ya ekonomik krizden çıkış için yardım, I2U2 ve IMEC gibi gelişmeler, Filistin ve terörizmi farklı anlama yaklaşımı ve BRICS’teki rolünün genişletilmesi tartışılıyor.

Ülkede bu dönemin başlıca kazanımları arasında Anayasa’nın 370. maddesinin yürürlükten kaldırılması, inovasyon ve start-up’a vurgu yapılması, Kovid karantinası döneminde sınır bölgelerindeki kalkınma planlarının ilerlemesi, Chandrayaan-3’ün başarısı ve sürdürülebilir kalkınma hedeflerine ulaşma yolunda yeni Ay gücünün ortaya çıkması, dünyanın üçüncü büyük ekonomisi haline gelmesi, hızlı ekonomik büyüme ve dijitalleşen Hindistan ele alınıyor. Bu liste aynı zamanda “Shri Anna” (iri taneli darıyı simgeliyor) programı kapsamında özel ekim yoluyla küresel gıda egemenliğinin ve gıda hakkının garanti altına alınmasına katkısını da içeriyor. (Darının ismi Sanskrit’te Annam, Hintçe’de Anna’dır. Shri sözcüğü burada herhangi bir hayırlı başlangıç veya nesne için kullanılıyor. Bu girişimin “Shri Anna” olarak adlandırılmasının nedeni budur. Hükümet onu yemeye, yetiştirmeye ve ihraç etmeye odaklanıyor. Ayrıca Hindistan’ın ısrarlı çabalarının ardından 2023 yılının Birleşmiş Milletler tarafından Uluslararası Darı Yılı ilan edildiğini anımsayın.)

Ve ayrıca Jaishankar, Hindistan demokrasisinin erozyona uğradığı yönündeki eleştirilerin ortasında, demokrasinin risklerinin azaltılmasından bahsederken uzun vadeli ve istikrarlı bir tedarik zincirinin ancak piyasa ekonomisiyle uygun ilişki kurarak inşa edilebileceğini tartışıyor. Daha merkezi olmayan bir küresel ekonominin mevcut kaygılara pratik bir çözüm olduğuna inanıyor. Hindistan demokrasisinin çürüdüğü yönündeki eleştirileri reddediyor.

Kitaptan kritik çıkarımlarım şöyle:

Kitapta Jaishankar’ın “özel önem verdim” diye ifade ettiği iki bölümden Çin ile ilgili olan 8. bölüm, ikili ilişkilerin mevcut (kötü) durumuyla ilgili herhangi bir ideoloji ve/veya idealizmden arın(dırıl)mış “realist” içgörüler sunarken Quad ile ilgili 7. bölüm ise oldukça ilgi çekici; Hindistan’ın tarafsız bir “zayıf halka” olduğunu düşünenlere karşı bir yanıtı var ki şöyle özetlenebilir: Hindistan her ne kadar Quad’ın en zayıf halkası olarak düşünülse de bir zincirin en zayıf halkası kadar güçlü olduğunu unutmayın (burada derin/ince bir nüans var).

Hindistan-İngiltere ilişkileri, “oy bankası” politikaları ve Rusya ile ilgili anlatılar ayrıca ilginç: Moskova beklenmedik şekilde “ruhsuz” ele alınırken Jaishankar, Londra’da “iç gözlem” yapılması ve Britanya’da “ayrılıkçı güçlerin” ve “ideolojik düşmanlığın” daha iyi yönetilmesi çağrısında bulunuyor.

Ayrıca Canberra, Avustralya’nın Hindistan için “kritik değere” sahip olarak tanımlandığını görmekten kuşkusuz memnun olmuştur.

Ve kitabın “Güvenliği Yeniden Tasarlama” başlıklı 9. bölümü ilginç bir biçimde kısa ama bazı düşündürücü şeylerle açılıyor: “Korozyon artık yeni bir rekabet… Uluslar artık birbirleriyle doğrudan yüzleşmek yerine nüfuz ediyor ve etkiliyor.”

Hadi kitaba biraz daha yakından bakalım:

“Çağımızın her geçen gün daha da netleşen gerçeğini – Hindistan’ın Bharat olduğu için önemli olduğu gerçeğini – anlamak ve ciddi şekilde düşünmek için her Hint’in mutlaka okuması gereken bir kitap” tanıtımı ile yayına çıkan Why Bharat Matters kitabında Jaishankar tek cümle ile “daha etkili bir Hindistan” beklentisini tartışıyor.

Kitabın ana teması: Dünyanın milliyetçi bir Hindistan’a alışması gerekiyor.

Öncelikle “Bharat” ne anlama geliyor?

Jaishankar şöyle diyor: “Atmanirbhar Bharat’ı, yani kendine güvenen Hindistan’ı gerçekleştirmek için her şeyden önce Bharat olmak önemlidir.”

Jaishankar’a göre “Bharat” bugün Hindistan’da görülen değişiklikleri ifade ediyor.

Kitap, “Yeni Hindistan”ı bir “vishwa guru” (dünya gurusu/öğretmeni) olarak değil; bir “vishwa mitra” (dünya dostu), yeni ortaya çıkan çok kutuplu düzende bir kutup ve bir “uygarlık gücü” olarak konumlandırıyor.

Ülke kendi evinde “uygarlık” statüsü konusunda daha kendinden emin ve iddialı; bu kültürel güven Hindistan’ın dış politikasını değiştirdi. Hindistan dışarıda artık bir “vishwa mitra” (dünyanın dostu) olarak hareket edebileceğine inanıyor. Hindistan’ın kendi ülkesindeki ekonomik ve teknolojik ilerlemesi onun küresel sorunları çözmesine olanak sağlıyor; Jaishankar için bu, Hindistan’ın Kovid salgını sırasında aşı teslimatında keşfedilen bu yeni rolün önemli bir örneği.

İklim değişikliği, terör ve teknoloji konusunda Jaishankar, Hindistan’ın küresel tartışmalara liderlik etmesini ve şekillendirmesini istiyor. Daha çok “Bharat” olan kendine güvenen bir Hindistan, yalnızca kuralları uygulayan değil, kuralları şekillendiren bir güç olmak istiyor.

Bu kendinden emin Hindistan aynı zamanda dış politikasında da pişmanlık duymadan milliyetçi olacak.

Kitabın önsözünde Jaishankar, “Milliyetçi bir bakış açısı doğal olarak milliyetçi bir diplomasiyi doğuracaktır ve bu, dünyanın alışması gereken bir şeydir” diyor; ayrıca, “Hindistan’ın artık başkalarının siyasetinde kum torbası olmayacağını” da ekliyor.

Peki neden “Bharat”a odaklanılıyor?

Tarihsel olarak yükselen güçlerin kendilerini destekleyen güçlü kültürel güçleri var. Örneğin, 19. yüzyılın sonlarında Amerika’nın “Manifest Destiny” (Açık Yazgı) politikasını düşünün. Gerçekte bu, Amerika’nın kaderinde topraklarını ve gücünü “ilahi desteğe” sahip olması nedeni ile kısmen genişleteceğini ve büyüteceğini savunan kültürel bir inanç anlamına geliyordu. “Açık Kader” Amerika’yı İspanya gibi eski güçleri yenmeye ve kıta Amerikası’ndaki toprakları ele geçirmeye sürükledi.

Temel nokta şu ki zirveye çıkma umudu taşıyan güçler genellikle kendi ülkelerinde güçlerini dışarıda da artıracak güçlü bir kültürel desteğe sahip oluyorlar. “Bharat”ın küresel çapta öncü bir rol üstlenecek bir “vishwa mitra” görevi gören bir “uygarlık devleti” olduğu fikri bunun bir örneği.

Ancak Hindistan için bu, kolay bir yolculuk değil…

Ana tema, mevcut dünyanın “aşırı öngörülemezliği” ve her şeyin – Jaishankar’ın “rutin” dediği şeyin – ticaret, turizm, bağlantı veya finansın “silahlaştırılmasının” yarattığı tehlikelerdir.

Jaishankar, Hindistan’ın rekabetçi ve istikrarsız bir dünyada yükselmesi gerektiğine inanıyor. Normalde yükselen güçler toplumlarının barış içinde gelişebilmesi için istikrardan hoşlanırlar. Hindistan’ın böyle bir lükse sahip olması pek mümkün değil çünkü 1990’lardan bu yana dünya düzeninde istikrarı sağlayan güçlerin çoğu ortadan kalktı.

Ekonomik tarafta, bir zamanlar dünyayı birbirine yakınlaştıran küreselleşmeye karşı tepkiler artıyor ve Jaishankar bunun yarattığı güvenlik açıklarından kaygı duyuyor. Bu nedenle kitap, ekonomi ve teknoloji konusunda “politik agnostisizm çağının… sona erdiğini” öne sürüyor; diğer hükümetler gibi Hindistan’ın da her alanda tetikte olması gerekiyor.

Jaishankar’ın çoktaraflılığın (multilateralism, herkesle çoktaraflılık) ve Üçüncü Dünya dayanışması gibi eski fikirlerin bu zorlukların üstesinden gelemeyeceği konusundaki ısrarı da dikkate değer; yalnızca ortaklıklar ile minitaraflılık ve çoktaraflılık (plurilateralism, benzer düşüncelere sahiplerle çoktaraflılık) etkili araçlardır.

Jaishankar dünyanın giderek artan bir “silahlanma” yaşadığına inanıyor.

Avustralya gibi istediklerini yapmayan ülkeleri cezalandırmak için dünyanın önde gelen ticaret gücü konumunu kullanan Çin’i düşünün. Ayrıca Amerika’nın Rusya’ya yaptırım uygulamak için finansal sistemleri kullandığını da düşünün. Bu, karşılıklı bağımlılığın size karşı kullanılabileceği bir dünyaya yol açacak. Ve bu, belirsiz ve değişken bir dünya.

Jaishankar ayrıca Amerika’nın göreceli düşüşünü de kaygı verici olarak görüyor. Çin boşluğu doldurmaya çalışıyor ama henüz Amerika’nın yeteneklerine sahip değil. Dolayısıyla rekabetçi güçlerin bir karışımı, nüfuzlarını genişletmeye ve daha fazla güç kazanmaya zorlayacak. Bu rekabetçi ortam ve istikrarsızlık Hindistan’ın yükselişini daha zor ve belirsiz hale getirecek ve Hintlerin buna hazırlıklı olması gerekecek.

Kitabın en dikkat çekici bir yönü de Jaishankar’ın, muhtemelen BJP ve Sangh Parivar içindekiler de dahil olmak üzere Batı karşıtı gündemleri açıkça reddetmesidir. Jaishankar’a göre Hindistan “köklerine ve kültürüne” sadık kalmalı, ancak mümkün olan her yerde Batı ile birlikte çalışmalıdır.

Hindistan’ın Batı’ya ihtiyacı var; Jaishankar bunu daha önce de söylemişti. Hintlerin Batı’nın “kötü adam” olduğu fikrinden vazgeçmesi gerekiyor. Batı karşıtı düşünce Hindistan dış politika çevrelerinde her zaman moda olmuştur. Ve Jaishankar, Hindistan ve Batı arasında farklılıkların var olduğunu inkar etmiyor. Ancak Japonya’nın 1890’lardaki yükselişinden günümüze kadar en hızlı yükselen Asya gücünün bunu Batı’nın desteğiyle yaptığına da dikkat çekiyor.

Batı, Hindistan’ın kendi ülke ekonomisini dönüştürmek için ihtiyaç duyduğu yatırımlar ve teknoloji için önemli bir kaynak. Dolayısıyla kitap, çok kutupluluğa “Batı karşıtı bir prizma” ile bakılmamasını tavsiye ediyor ve Batı’nın “hegemonyacılığından” şikayet ederken şunu savunuyor: “Hindistan Batılı olmayabilir ama Batı karşıtlığının pek bir faydası olmadığını anlamalı.”

Jaishankar, Çin ile ilgili bölümünde bu temaya geri dönüyor: “Batı’ya karşı birleşik bir cephe oluşturmak ve Asya’nın Asyalılar için olması gerektiğini öne sürmek, sömürgecilik sonrası dünyanın güvensizliğine hitap eden denenmiş ve test edilmiş taktiklerdir” ancak Hindistan “duygularıyla” hareket etmemeli, “gerçekçi” olmalı.

Anlatılar ve hikaye anlatımı önemli; Jaishankar, bir ülke hakkındaki anlatıların çoğunlukla o ülkenin konumunu belirlediğine dikkat çekiyor: Bir zamanlar Hindistan hakkındaki küresel anlatı büyük ölçüde Pakistan’la ya da tamamen Hint Okyanusu’nda yer alan bir güç olarak yaşadığı sorunlar etrafında yoğunlaşıyordu ki bu, Hindistan’ın rolünü kısıtladı.

Jaishankar, Hindistan’ın yükselen statüsüne uyum sağlayacak şekilde küresel imajını yeniden oluşturmasını istiyor. Hindistan etrafındaki konuşmayı kendi hedeflerini yansıtacak şekilde şekillendirmek istiyor. Hindistan’ın kendisini “demokrasinin annesi” olarak tanıtmasının ve “vasudhaiva kutumbakam” (dünya bir ailedir) gibi sloganlar kullanmasının nedeni budur.

Ve Dış Politika çok çok önemli; bu kitabın asıl amacı Hintlere dış politikaya bakış açılarını değiştirmeleri gerektiğini açıklamaktır.

Dış politika sıradan vatandaşlardan bağımsız bir şey değil, aksine onlar için doğrudan sonuçları var: Örneğin, Ukrayna’daki bir savaş Hindistan’da fiyatların yükselmesine neden olarak sıradan tüketicilere zarar verebilir veya Sudan’daki iç çatışmalar, tahliye edilmesi gereken Hint vatandaşlarının hayatlarını tehdit edebilir; öte yandan, Hindistan’ın Batı ile daha yakın bağları tüm Hintler için eğitim ve iş fırsatlarının kapısını açtı.

Dolayısıyla kitap, yükselen bir Hindistan’ın, ülkeyi büyük bir güç haline getirmeye istekli ve kararlı vatandaşlara ihtiyacı olacağı ve bu nedenle de Hintlerin dış politikaya daha fazla dikkat etmesi gerektiği mesajını veriyor ki bunu yapmak yalnızca fırsatların önünü açmakla kalmayacak, aynı zamanda onların daha geniş dünyadaki tehlikeler ve riskler hakkında bilgi sahibi olmalarını da sağlayacak.

Sonuçta Why Bharat Matters, “çağımızın her geçen gün daha da netleşen gerçeğini – Hindistan’ın Bharat olduğu için önemli olduğu gerçeğini – anlamak ve ciddi şekilde düşünmek için her Hint’in mutlaka okuması gereken bir kitap.”

Toparlıyorum:

Jaishankar’ın kitabı “uygar devlet” kavramını mevcut Hint politikasının temel taşı olarak kurmayı amaçlıyor. “Vishwamitra”yı ve “vasudhaiva kutumbakam”ı özel bir önemle tartışıyor.

İki önemli Hint destanı olan Ramayana ve Mahabharata gibi şiirlerin çağdaş Hint devlet yönetimi ve diplomasisinde “ortak bir korelasyona” sahip olduğunu iddia ediyor: Mahabharata’nın “realpolitik uygulamasına” ilham verdiği ve Ramayana’nın “kanuna dayalı yönetim sistemine” ilham verdiği görüşünde. Jaishankar, “Ram Rajya” (Hint mitolojisinde Lord Rama başkanlığındaki altın çağ) ve Ramayana’dan çeşitli sahneleri kitabında defalarca kullanıyor.

Önceki The India Way kitabında Jaishankar, Mahabharata’ya ve onun çok rekabetçi ve ihtilaflı bir dünya ile nasıl bağlantılı olduğuna dair bir bölüme yer veriyordu.

Hindistan’ın büyük güçler ve dünyayla olan bağlarını bağlamsallaştırmak için Ramayana’dan ilham alan Why Bharat Matters ise günümüzün jeopolitik zorlukları ile Ramayana’da yer alan kadim bilgelik arasında bir diyalektik sunuyor ve Hindistan’ın kültürel köklerini yeniden keşfetmesi ve kendi kendini tanımlayan gerçek bir güç haline gelmesi nedeniyle uluslar topluluğu içindeki hak ettiği yerini yeniden kazandığını savunuyor.

“Yaşam siyah ile beyaz arasında bir seçim değildir” diyor Jaishankar. Karmaşıklığın ortasında kararların tutarlılığı başarının temelidir. Hindistan ancak gerçek Hindistan haline geldiğinde bir güç haline gelebilir. Ve “India” ile “Bharat” arasındaki çatışmayı şu şekilde uzlaştırmaya çalışıyor: “Yeni Hindistan daha çok Hindistan’dır.”

Şöyle ekliyor: “Aslında ‘Yeni Hindistan’ kendi çıkarlarını tanımlayabilen, kendi konumunu netleştirebilen, kendi çözümlerini bulabilen, kendi imajını geliştirebilen bir Hindistan’dır. Kısacası burası Hindistan’dır, yani daha çok Hindistan.”

AVRUPA

İsveç’te halka ‘savaşa hazırlık’ broşürü dağıtıldı: Sivillere ne öğretiliyor?

Yayınlanma

Yazar

İsveç’te beş milyondan fazla aileye, ‘Krizin veya Savaşın Gelmesi Durumunda’ başlıklı bir broşür gönderilecek. 

Broşür, İsveç Sivil Acil Durum Ajansı (MSB) tarafından hazırlandı ve dağıtımına dün (18 Kasım) başlandı. 

Halkı savaş ya da kriz durumlarına hazırlamak amacıyla dağıtılan ve en başında “Bu broşür İsveç’teki tüm evlere gönderilmektedir” ifadelerinin yer aldığı bu broşür aslında yeni değil, içeriği güncellenmiş bir broşür.

İsveç, 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana benzer broşürler dağıtıyor. En son 2018 yılında, 57 yıllık bir aranın ardından dağıtılmıştı. 

Dağıtımına dün başlanan son broşürün içeriğinin ise 3’te 1 oranında artırıldığı belirtiliyor. 

32 sayfalık broşürde savaş, doğal afetler veya siber saldırılar gibi olağanüstü durumlara nasıl hazırlık yapılacağına dair talimatlar yer alıyor.

Broşürün giriş sayfasında şu ifadeler yer alıyor:

“İsveç Halkına

Zor bir dönemde yaşıyoruz. Çevremizde savaşlar sürüyor. Terör, siber saldırılar ve yanıltıcı bilgiler bizi zarar vermek ve etkilemek için kullanılıyor.

Tehditlere karşı koymak için birlik olmamız ve ülkemizin sorumluluğunu üstlenmemiz gerekiyor. Saldırıya uğrarsak, İsveç’in bağımsızlığını ve demokrasisini savunmak için hep birlikte mücadele etmeliyiz.

Dayanıklılık, her gün ailemiz, iş arkadaşlarımız, dostlarımız ve komşularımızla birlikte inşa ettiğimiz bir güçtür.

Bu broşürde, kendinizi nasıl hazırlayabileceğinizi ve kriz ya da savaş durumunda ne yapmanız gerektiğini öğreneceksiniz.

Siz, İsveç’in hazırlık gücünün bir parçasısınız.”

Broşür, İsveç’in savaş hazırlıkları ve halkın yapması gerekenler 21 alt başlığa ayrılmış. Bu başlıklar savunma, hazırlık seviyesi, savunma yükümlülükleri, uyarı sistemleri, hava saldırıları, evde hazırlık, tahliye, sığınaklar, psikolojik savunma, dijital güvenlik, terör saldırısı, hava koşulları, bulaşıcı hastalıklar, ekstra desteğe ihtiyaç duyanlar, evcil hayvanı bulunanlar, çocuklar ve önemli telefon numaraları gibi maddelerden oluşuyor.

“Belirsiz bir dünya hazırlık gerektirir” ifadeleriyle başlayan yönergede, “İsveç’e yönelik askeri tehdit arttı ve en kötüsüne, silahlı saldırıya hazırlıklı olmalıyız” ifadelerine yer veriliyor. 

‘Kar amacı gütmeyen kuruluşlar ve dini topluluklar’

Halka savaş durumunda ‘direnişin olmadığına dair haberlere inanmamaları’ salık verilirken, insanlardan ‘savunma kapsamında misyonları olan örgütlere’ katılmaları tavsiye ediliyor. Bu bağlamda, ‘kar amacı gütmeyen kuruluşlarla dini toplulukların da önemli katkılarda bulundukları’ vurgulanıyor.

İsveç’in savunma stratejisinin tarif edildiği bölümde ise, önceki bildirilerden farklı olarak ‘NATO üyesi ülke’ vurgusu yapılıyor ve “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” sloganına yer veriliyor. 

Herhangi bir saldırı durumunda, hangi sinyalin ne anlama geldiği detaylı bir şekilde aktarılan broşürde, hava saldırısı ve benzeri durumlarda halkın sığınak, barınak, tünel, metro istasyonu gibi yerlere sığınabileceği aktarılıyor. 

Broşürde ayrıca, halktan savaş durumunda kullanılmak üzere gerekli su ve erzağı biriktirmeleri söyleniyor ve insanların bunları idareli kullanabilmesine yönelik yönergeler yer alıyor. Aynı şekilde, insanların iletişim kurabilecekleri ve güncel haberleri alabilecekleri elektronik gereçlerin çalışması için detaylı bir tarif yapılıyor. 

Savaş durumunda yaşama dair detaylı bilgi aktarılan broşürde ‘tuvalet eğitimi’ bile var. “Sular kesildiğinde hijyeninize dikkat edin” ifadelerinin yer aldığı broşürde, “Sifonunu çekemesen bile tuvalete işeyebilirsin” ifadelerine yer veriliyor.

MSB ayrıca, halkın sığınabilecekleri barınakların mavi üçgenli turuncu bir kareye sahip bir işarete sahip olduğu bilgisini veriyor.

 

Psikolojik savunma

Broşürün dikkat çekici bir diğer başlığı ise, ‘Psikolojik Savunma’ bölümü. Bu bölümde MSB, ‘yabancı güçlerin’ sosyal medyada dezenformasyon yaptığını öne sürerek şu açıklamaya yer veriyor:

“Yabancı güçler ve İsveç dışındaki diğer aktörler bizi etkilemek için dezenformasyon, yanıltıcı ve propaganda kullanıyor. Etkileme girişimleri günlük olarak, çoğunlukla çevrimiçi ortamda ve sosyal medyada gerçekleşiyor. Amaç güvensizlik yaratıp kendimizi savunma irademizi kırmak.”

Aynı bölümde yer alan “Yalnızca güvenilir kaynaklardan geldiğini bildiğiniz bilgileri paylaşın ve yetkililerden teyit edilmiş bilgi isteyin” notu ise, hazırlıkların sıcak savaştan da önce, şimdiden başladığını gösterir nitelikte. 

Uzun şifreler ve ulusal güvenlik

‘Dijital güvenlik’ bölümündeyse, “Bilgilerinizi hem evde hem de işte güvenli bir şekilde ele alarak İsveç’in dayanıklılığının güçlendirilmesine katkıda bulunursunuz” notuyla, vatandaşlardan uzun şifreler oluşturmaları ve bilgilerini USB belleklerde yedeklemeleri isteniyor. 

Broşürde yer almayanlar

Söz konusu broşür sivillere yönelik olsa da, İsveç’in savaş hazırlıkları sığınak ve önemli numaralar listesinden çok daha fazlası. 

İsveç, NATO’ya resmen katıldığı Mart 2024’ten bu yana hem doğal olarak, hem de İsveç siyasetinin politik yönelimi gereği Atlantik güvenlik stratejisinin hızlı ve istekli bir paydaşı oldu. 

Son olarak, İsveç ve Birleşik Krallık arasında CV90 zırhlı araçlarının bilişim teknolojisi modernizasyonuna yönelik, bütçesi 24 milyon euro’ya varan bir anlaşma yapıldı. İsveçli MilDef şirketi, dayanıklı BT ekipmanlarının temini için BAE Systems ile bir sözleşme imzalayarak savaş koşullarında iletişim ve yönetim güvenilirliğini artırmayı hedefliyor.

Bir zamanlar ‘tamamen tarafsız politikalarıyla’ tanınan İskandinav ülkelerinin ‘barış yanlısı’ söylemleri, keskin bir şekilde saldırgan ve hatta savaşçı bir söylemle değiştiriliyor. 

Bu yıl içerisinde, İsveç Sivil Savunma Bakanı Carl-Oskar Bolin, 8 Ocak’ta Sälen’de düzenlenen yıllık güvenlik konferansında yaptığı konuşmada, ‘savaşın İsveç’e yarın gibi erken bir tarihte gelebileceğini’ söylemişti. İsveçlileri aktif bir şekilde hazırlanmaya ve her an saldırı beklemeye çağıran Bolin’e, Silahlı Kuvvetler Başkomutanı Mikael Büden de destek vererek, “Doğu Avrupa’da olup bitenlerin sadece bir başlangıç olduğunu” söylemişti. 

Devam eden enformasyon savaşı nedeniyle çok gündeme gelmese de, Washington, 2024 yılını Kuzey Avrupa’nın neredeyse tüm ülkeleriyle yeni ikili anlaşmalar imzalayarak, mevcut anlaşmaları yenileyerek, yerel askeri üsleri ve hava alanlarını kullanma ve buralara silah yerleştirme fırsatı elde ederek tamamlıyor. 

Örneğin, 5-14 Mart tarihleri arasında düzenlenen Nordic Response-24 tatbikatı başta ABD olmak üzere ittifak birliklerinin bölgede konuşlanmasını ve Norveç, İsveç ve Finlandiya’da ortak bir operasyonu içeriyordu. 

Bir NATO üyesi olarak İsveç de, savunma harcamalarını GSYİH’sinin yüzde 2’sine çıkarma hedefini çoktan önüne koydu. Ancak ülkenin askerileşmesi bununla sınırlı değil. 

İsveç, NATO’ya resmen katılımından birkaç ay önce, 5 Aralık 2023 tarihinde ABD ile önemli bir savunma işbirliği anlaşması imzaladı. 

ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin ve İsveç Savunma Bakanı Pal Jonson tarafından imzalanan anlaşma Amerikan kuvvetlerine İsveç’te belirli konuşlanma bölgelerine erişim ve ekipman konumlandırılması imkanı tanıyor. 

Ayrıca, ülkenin güneybatı kesiminde bulunan Göteborg deniz üssü ve İsveç’in tek hava savunma alayının konuşlandığı Halmstad kenti de kritik bir konumda. Burada, tatbikatların bir parçası olarak, Kuzey Denizi’nden Baltık Denizi’ne uzanan ve Danimarka takımadalarından geçen önemli ulaşım yollarının korunması tatbik edildi. Bu adımlar, Norveç’e artık sığmayan ABD askeri askeri stoklarının bir kısmının İsveç’e, bir kısmının da Finlandiya’ya aktarılması anlamına geliyor.

İsveç neden önemli?

İsveç’in kuzeyindeki Lulea’da büyük bir hava üssü bulunuyor. Vidsel yakınlarında İsveç Hava Kuvvetleri’ne ait 2.300 metre uzunluğunda bir piste sahip 5 bin kilometrekarelik bir askeri havacılık test alanı, Vidsel füze alanı ve savunma şirketi Enator Miltest’in füze alanı bulunuyor. Bu pist aynı zamanda nükleer silah taşıma kapasitesine sahip ABD F-35 savaş uçaklarını barındırabilecek kapasitede. 

Ayrıca, İsveç’in en kuzeyinde, yani Kuzey Kutup Dairesi’nde bulunan Kiruna kasabasında da bir sivil ‘uzay limanı’ (Esrange Uzay Merkezi) var ve burası da ABD’nin yetki alanına devredilen nesneler listesinde yer alıyor. Ülkenin orta kesiminde bulunan Östersund şehri de dikkat çekici özelliklere sahip. Bu bölge, büyük olasılıkla, askeri teçhizatın, yakıt ve yağlayıcıların depolanması için kullanılacak.

İsveç’in dönüşümü ne anlama geliyor?

İsveç’in ‘savaşçı’ dönüşümü yalnızca İsveç’le ilgili değil. 

Yalnızca son bir yılda askeri alanda yaşanan bu gelişmeleri alt alta koyduğumuzda, karşımıza ABD’nin Doğu Avrupa ve İskandinavya bölgesini Rusya ile savaşa hazırladığı gerçeği ortaya çıkıyor. 

Böyle bir hazırlığın en önemli ayağı, kamuoyunun hazırlanması. Yalnızca iki ay önce, Litvanya da aynı İsveç gibi, vatandaşlarına savaş durumuna hazırlık broşürü dağıtmıştı.

İttifakların genişlediği, askeri harcamaların ve ikili anlaşmaların arttığı, bölgenin hızla sıcak savaşa sürüklendiği bu tabloda, Avrupa halklarına ise ellerine tutuşturulan broşürlerle nasıl saklanacağını öğrenmek düşüyor.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Kim Jong-un’un ‘savaşa hazırlık’ çağrısı ne anlama geliyor?

Yayınlanma

Yazar

Medyada, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (KDHC) lideri Kim Jong-un’un savaşa hazırlık çağrısında bulunduğuna ilişkin haberler gündemde.

Medyada doğal olarak yalnızca Kim’in savaş hazırlığı çağrısı gündeme gelse de, Kore’de aslında önemli bir askeri toplantı düzenlendi.

Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nde, 15-16 Kasım tarihlerinde ‘Kore Halk Ordusu Tabur Komutanları ve Siyasi Eğitmenler Toplantısı’ düzenlendi. Yarımadada gerilimin had safhaya ulaştığı bir dönemde, bu yıl dördüncüsü düzenlenen bu toplantıların üçüncüsü 10 yıl önce gerçekleştirilmişti.

Toplantı konusu olan ‘taburlar’, Kore ordusunda yalnızca askeri bir birimi değil, siyasi bir zemini de ifade ediyor.

Sayıları genellikle yaklaşık 300 ila bin personel arasında değişen bu taburlar, Kore İşçi Partisi’nin doğrudan bağlantılı olduğu, ideolojik rehberliğini doğrudan uyguladığı bir askeri birim. Bu taburlara yönelik ideolojik eğitim, partinin askeri doktrininin merkezinde yer alıyor.

Partinin bir nevi ‘askeri tabanı’ olan bu birimler, parti ve devlet için ‘sadakatle savaşacak elit güçler’ olarak tanımlanıyor.

Toplantıda neler yaşandı?

Toplantıya KDHC’nin silahlı kuvvetlerinin tabur komutanları ve siyasi eğitmenleri ile farklı askeri ve siyasi organların komuta subayları katıldı.

Savunma Bakanı No Kwang-chol, Kore Halk Ordusu Genelkurmay Başkanı Ri Yong-gil, Kore Halk Ordusu Genel Siyasi Bürosu Müdürü Jong Kyong-thaek de toplantıda hazır bulundu.

Toplantıda, Kore İşçi Partisi Merkez Askeri Komisyonu tarafından gönderilen ‘Güçlü Ordu İnşa Etme Davasını, Taburların Güçlendirilmesinde Elde Edilen İlerleme ile Garanti Altına Alalım’ başlıklı bir mektup okundu.

Katılımcılara okunan mektupta, sadece askeri meydan okumalara değil, aynı zamanda halkın yaşamını tehlikeye atan ani krizlere de proaktif olarak karşı koyan tabur komutanları ve siyasi eğitmenlerin öncülük rolüne vurgu yapıldı.

Toplantıda ayrıca, Savunma Bakanı No Kwang-chol da bir rapor sundu.

Kore ordusunu ‘demir yumruk ve mutlak güçten oluşan bir yapı’ olarak tanımayan bakan, raporunda genel olarak Kim Jong-un’un orduyu güçlendirme konusundaki fikirlerini övdü.

Toplantıda Kim Jong-un da uzun bir konuşma yaptı ve konuşması üzerine bu sefer 16-17 Ekim tarihlerinde ayrı bir çalıştay daha düzenlendi.

Kim’in uzun konuşmasından öne çıkan ifadeler ise şu şekilde:

“Şu anda devrimci güçlerimizin sorumlu olduğu pek çok cephe bulunuyor ve bunların her biri ülkenin ve halkın kaderini, devrimin ilerleyişini veya geri çekilmesini belirleyen önemli cepheler.

‘En önemli görev’

Ancak bunlar arasında en önemli cephe anti-emperyalist sınıf cephesidir ve en önemli görev savaşa hazırlıktır.

Savaş hazırlığı ne kadar eksiksiz olursa, bu topraklarda barış o kadar güçlü olacak ve güçlü, refah içinde bir devlet inşa etme hedefimize o kadar yaklaşacağız.

Silahlı kuvvetlerimizin savaş hazırlığının tamamlandığı an, devletimizin egemenliğinin ve huzurunun kalıcı hale geldiği andır.

Bu, devrimci silahlı kuvvetlerin asıl görevi ve misyonudur.

ABD-Güney Kore-Japonya ittifakı

ABD, Kore ile arasındaki ittifakı tam anlamıyla bir nükleer ittifaka dönüştürmekte ve ABD-Japonya-Güney Kore üçlü askeri işbirliğini güçlendirerek ‘Asya tipi NATO’yu hızla kurmakta, Kore ve çevresine her gün stratejik askeri teçhizat unsurları göndererek NATO üyesi ülkeler de dahil olmak üzere müttefik ülkelerin silahlı kuvvetlerini bölgeye çekerek istilacı savaşlarda eğitmeyi amaçlayan çeşitli tatbikatlar gerçekleştirmekte.

Nükleer güçler merkezli, halkın öz savunma yeteneklerini sınırsız bir şekilde güçlendirmeye devam edeceğiz.

Ukrayna savaşının amacı

ABD ve Batı’nın Ukrayna ile birlikte Rusya’ya karşı savaşı, pratik savaş deneyimini artırmayı ve dünya çapında askeri müdahalenin kapsamını genişletmeyi amaçlayan bir savaş olarak görmeliyiz.

Silahlı kuvvetlerimizin her kademesi, tüm faaliyetlerini kesinlikle savaş hazırlıklarına yönlendirmeli ve bunların hızlı bir şekilde gerçekleştirilmesi için her türlü çabayı göstermelidir.

Bugün her gün, savaşa karşı hazırlıkların hızlandırılması açısından çok değerli bir zaman. 

Silahlı Kuvvetler bu değerli zamanı mümkün olduğu kadar verimli kullanmalı ve proaktifliğini kaybetmeden herhangi bir askeri durumda proaktif rol üstlenmek için her türlü hazırlıkları yapmalı.

İdeolojik üstünlüğe vurgu

Modern harbin yönleri nasıl gelişirse gelişsin ve ileri askeri teknolojinin harekât ve muharebeler üzerindeki etkisi ne olursa olsun, ideolojik ve psikolojik zaferi öncelemek, dün, bugün ve yarın, değişmeyen savaş yöntemimiz ve zafer felsefemizdir.

Düşman anti-komünizm

Bize karşı çıkan ABD ve Kore, en vahşi anti-komünist ideoloji ve anti-komünist ruha sahip.

Anti-komünizm sadece ABD ile Kore arasında ulusal bir politika olarak algılanmamalı. 

Karşımızdaki düşman, kökten komünizm karşıtı olan ve anti-komünizm yolunda ilerleyen bir düşmandır.” 

Kim’in konuşmasından ne anlıyoruz?

Kim Jong-un’un orduya “Savaşa hazır olun” demesi aslında sürpriz değil. Sürpriz olmadığı gibi, Kore halihazırda silahlı kuvvetlerini sürekli savaşa hazır halde tutan bir ülke. Çünkü yarımadada 1950-53 yıllarında yaşanan savaşın ardından henüz bir barış anlaşması imzalanmadı.

Peki, Kim’in konuşması ve savaş vurgusu ne anlama geliyor?

Kore Yarımadası’nda bir süredir köprüler tam anlamıyla atılmış durumda. Ekim ayının başından bu yana, Güney’in gönderdiği insansız hava aracı, karşılıklı sert açıklamalar ve Güney’e giden yolların patlatılması gibi adımları, Rusya ile Kore arasında imzalanan savunma anlaşması, balistik füze denemeleri ve ABD-Kore-Japonya arasındaki askeri anlaşmalar takip etti.

Kim ayrıca, geçtiğimiz günlerde yeni geliştirilen saldırı tipi insansız hava araçlarını yerinde inceledi. İnceleme sırasında yaptığı konuşmada Kim, insansız hava araçlarının savaşlardaki önemine dikkat çekti ve ‘savunma bilimi ve eğitim sektörünün acilen harekete geçmesi ve çabalarını iki katına çıkarması gerektiğini’ söyledi ve bunun partinin ‘merkez planlarından biri’ olduğunu vurguladı.

Bu konuşmanın hemen ardından, Ticari-Ekonomik ve Bilimsel-Teknolojik İşbirliği Komitesinin 11. toplantısına katılmak üzere yeni bir Rus heyet daha Pyongyang’a gitti.

Bu süreçte, Kim, üst düzey devlet yetkilileri ve devlet medyasının, dünyada devam eden bütün çatışmaların birbiriyle bağlantılı olduğunu, ancak ‘en sıcak noktanın’ Kore olduğu yönündeki vurguları dikkat çekici.

Yani Kim liderliğinde Güney’le köprüleri atan Kore, artık açık bir şekilde ‘gelecekteki savaş’ diye bahsettikleri savaşın önce kendi topraklarında çıkacağını düşünüyor, bunun için yeni askeri önlemler alıyor ve teknolojik gelişmeleri yakalamaya uğraşıyor.

Bütün bunları yaparken de, ‘ideolojik hazırlığın’ en önemli faktör olduğu görüşünü dile getiriyor. İdeolojik hazırlığa yapılan bu vurgunun alıcısının yalnızca askeri personel olmayacağı açık. Dolayısıyla, ‘taburlarla’ başlayan bu toplantıların, sivil gönüllüleri kapsayacak şekilde devam etmesi öngörülebilir. Çünkü Kore, askeri gücü merkeze alsa da, nihayetinde ‘halk savaşını’ politikasının merkezinde tutan, seferberlik odaklı bir yönetim biçimine sahip.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerini kesmesinin Ortadoğu’ya etkisi sınırlıdır  

Yayınlanma

Yazar

Cumhurbaşkanı Erdoğan 13 Kasım’da Türkiye’nin İsrail ile ticari ve diplomatik ilişkilerini kestiğini açıkladı. Anadolu Ajansı, Erdoğan’ın Suudi Arabistan ve Azerbaycan ziyaretleri dönüşünde yaptığı açıklamayı aktardı. “Şu anda bu ülkeyle hiçbir ilişkimiz yok” diyen Erdoğan, Türkiye’nin tüm ticari alışverişi durdurmak da dahil olmak üzere somut önlemler alarak ‘İsrail’in zulmüne’ en güçlü şekilde yanıt verdiğini vurguladı. Ayrıca iktidardaki Cumhur İttifakı’nın da bu tutumu kuvvetle desteklediğini belirtti.

Gözlemciler Erdoğan’ın Riyad Arap-İslam Zirvesi’nin hemen ardından yaptığı bu açıklamaların Türkiye’nin söylem gücünü artırmayı, Filistin halkının çektiği acılara daha fazla sempati duyduğunu ifade etmeyi, İsrail’in saldırganlığına yönelik öfkesini sürdürmeyi ve Beyaz Saray’a dönmek üzere olan İsrail yanlısı Trump üzerinde baskı kurmayı amaçladığını düşünüyor. Bu hamle aynı zamanda ülke içindeki güçlü İsrail karşıtı kamuoyunu yatıştırmaya da hizmet edebilir. Ancak bu duruşun jeopolitik manzarayı değiştirmek bir yana, Ortadoğu’daki mevcut savaş durumunun gelişimini etkilemeyeceği, aksine Türkiye’ye ABD ve Avrupa Birliği’nden baskı getirebileceği düşünülebilir.

Erdoğan’ın açıklamaları ayrıca Türkiye’nin geçtiğimiz yıl İsrail’e karşı sert tutumunu ve yaptırımlarını vurgulayarak, Türkiye’nin Ortadoğu’da önemli bir ülke, özellikle de İslami bir güç olarak siyasi sorumluluğunu, insani kaygılarını ve dini yükümlülüklerini göstermeye çalışıyor. Nesnel olarak bu, İsrail’le siyasi ilişkilerini sürdüren altı Arap ülkesini mahcup edecek ve Türkiye’nin Ortadoğu’daki anlaşmazlıklarda, özellikle de bu tür çatışmaların azaltılması sürecini teşvik etmede söylem gücünü artıracaktır.

Türkiye sadece Ortadoğu ve İslam dünyasının önemli bir ülkesi değil, aynı zamanda bir NATO üyesi ve AB aday ülkesi ve Türk Devletleri Teşkilatı’nın başlatıcısı ve lideridir. Türkiye, 2011’de ‘Arap Baharı’nın patlak vermesinden 2022’deki Rusya-Ukrayna savaşına kadar çok aktif bir jeopolitik aktör olmuş ve bölgesel manzaranın şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Ancak mevcut İsrail-Filistin çatışmasının tetiklediği İsrail’in “sekiz cepheli savaşının” büyük satranç tahtasında Türkiye’nin manevra alanı çok sınırlı.

Erdoğan’ın kamuoyuna açıkladığı İsrail ile ilişkilerin kesilmesi bir tür “selamı kesme”, hatta acısız bir “yumuşak kesme” gibi görünüyor ve bu nedenle önemli şok dalgalarına neden olmayacak. Türkiye geçen yıl kasım ayında İsrail’deki büyükelçisini geri çağırmış ve bu yılın mayıs ayında da Filistin halkının yaşadığı insani trajediyi daha da kötüleştirdiği için İsrail’i cezalandırmak amacıyla bu ülkeyle tüm ithalat ve ihracatı askıya aldığını duyurmuştu. Ağustos ayında Türkiye, İsrail’in sözde “soykırımına” karşı Güney Afrika tarafından başlatılan davaya katılmak üzere Uluslararası Adalet Divanı’na resmen başvuruda bulunarak İsrail’e karşı uluslararası hukuk yollarını kullanan az sayıdaki Üçüncü Dünya ülkesinden biri haline geldi.

Ancak Türkiye ne İsrail’deki diplomatik temsilciliklerini kapattığını açıkladı ne de İsrail’i Mayıs 2018’de olduğu kadar sert ve hatta kaba bir şekilde cezalandırdı. Altı yıl önce Trump, ABD’nin İsrail’deki Büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıyacağını ve böylece Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyacağını açıkladığında, Erdoğan hükümeti ABD ve İsrail’deki büyükelçilerini derhal geri çağırmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’in Türkiye Büyükelçisini de sınır dışı etti. Büyükelçinin havaalanında üst araması ve ayakkabılarının çıkarılması da dahil olmak üzere bir dizi aşağılayıcı güvenlik kontrolüne tabi tutulması, ikili ilişkilerin tarihi bir dibe vurmasına neden oldu, ancak iki yıl önce ilişkiler yavaş yavaş düzelmeye başladı.

İsrail, Türkiye’nin “diplomatik ilişkileri kesme” yönündeki son açıklamasına herhangi bir yanıt vermedi ve düşük bir profil sergilemeye ya da itidalli davranmaya devam edebilir. Belki de İsrail Türkiye’nin yaklaşık yirmi yıldır sürdürdüğü “öfkeli diplomasiye” uyum sağlamıştır ya da şu anda Ankara’yı kışkırtacak ve böylece kendisine yeni düşmanlar yaratacak enerji ve istekten yoksundur. Zaten İran liderliğindeki “Direniş Ekseni” ve Birleşmiş Milletler ile uğraşmaktan bunalmış durumda, üst düzey yetkilileri arasındaki iç sürtüşmeler ve güç mücadelelerinden bahsetmeye bile gerek yok.

Türkiye’nin İsrail’e karşı sert tutumu aslında çok benzer tarihsel senaryolarla karşı karşıyadır ve Filistin kartını oynarken güçsüz ve hatta verimsiz görünmesine neden olmaktadır. Çünkü Arap dünyası, eski Osmanlı İmparatorluğu’nun halefinin uzun süredir devam eden Batı odaklı “Kemalizm’i” “doğuya ve güneye doğru” bir yaklaşımla değiştirmesini hoş karşılamıyor. Özellikle Türkiye’nin Arap meselelerine derinlemesine müdahil olmasına şiddetle karşı çıkıyorlar, tıpkı İran’ın Arap dünyasında bir “Şii Hilali” inşa etmesine duydukları güçlü nefret gibi. Bu perspektiften bakıldığında, Ortadoğu ülkeleri, özellikle de Arap dünyası, Filistin meselesini adil bir şekilde çözmekten aciz olsalar da, her türlü dış müdahaleye karşı çıkarak bir “Arap Monroe Doktrini” sergilemektedir.

Erdoğan liderliğindeki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 2002’deki genel seçimleri kazanmasından bu yana, AB üyeliği yolunda tekrarlanan başarısızlıklardan kaynaklanan hayal kırıklığı ve memnuniyetsizliğin yanı sıra Yeni Osmanlıcılık ve İslamcılığa ikili bir dönüşe dayanan Türkiye, dış politika çerçevesinde Doğu’da, özellikle de geleneksel etki alanı olan Ortadoğu’da stratejik konumunu önemli ölçüde yükseltmiştir. Ankara buna, İran nükleer krizinde aktif bir şekilde arabuluculuk yapmaya çalışarak başladı, Filistin meselesine aniden yüksek profilli bir ilgi gösterdi ve 2008’de Davos Dünya Ekonomik Forumu’nda dönemin Başbakanı Erdoğan ile İsrail Cumhurbaşkanı Peres arasında kamuoyu önünde bir tartışma patlak verdi.

Mayıs 2010’da Türkiye, İsrail’in uyarılarını dikkate almayarak insani yardım gemisi “Mavi Marmara”yı gönderdi ve İsrail’in deniz ablukasını zorla geçerek Gazze Şeridi’ne yanaşmaya çalıştı. Bunun üzerine İsrail özel kuvvetleri gemiye hava saldırısı düzenleyerek kanlı bir çatışmaya yol açtı. Türkiye, İsrail ile diplomatik ilişkilerini kestiğini açıkladı ve İsrail’in özür dilemesinin ardından ikili ilişkiler yeniden tesis edildi. Ancak Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün ve hatta FKÖ’nün İsrail’e karşı tek başına savaşan Filistin İslami Direniş Hareketi’ne (Hamas) karşı kayıtsız ve hatta eleştirel tutumu nedeniyle Türkiye’nin proaktif “dış yardım” eylemleri coşkulu tepkiler almadı.

2011’in başlarında “Arap Baharı”nın patlak vermesinin ardından Arap dünyasının kalkınma modeli geniş çapta sorgulandı ve hatta gelecekteki yönünü kaybetti. “Türk modeli” yaygın bir uluslararası ilgi gördü ve hatta Arap ülkeleri için bir referans veya seçenek olarak kabul edildi. Başarısızlık ve kaosa saplanmış bir Arap dünyası karşısında Erdoğan hükümeti oldukça proaktif davrandı, hatta “İslam dünyasının lideri gibi davranmaya çalışıyor” şeklinde tanımlandı. Bu tür arzulu düşünceler ve stratejik dürtülerle hareket eden Türkiye, Mısır’ın “Meydan Devrimi”ni yüksek profilli bir şekilde desteklemekle kalmadı, iktidar mücadelelerine karışan Müslüman Kardeşler’i güçlü bir şekilde destekledi, Suriye ve Libya’ya asker gönderdi, Doğu Akdeniz’deki petrol ve gaz anlaşmazlıklarına müdahil oldu ve Suudi Arabistan ile rekabetinde Katar’ı açıkça destekledi. Sonuçta, Türkiye’nin Arap ülkeleriyle ilişkileri idealize edilen “sıfır sorun diplomasisi”nden kabus gibi bir “tüm sorunlar diplomasisi”ne dönüştü.

“Arap Baharı”nın “Arap Kışı”na dönüştüğü yaklaşık on yıllık dönemin, Türkiye’nin realist saldırı diplomasisinin ve ‘doğuya ve güneye doğru’ stratejisinin büyük yenilgiler aldığı bir dönem olduğu söylenebilir. Türkiye sadece geleneksel müttefiki İsrail’i kaybetmekle ve Arap dünyasının yarısından fazlasını küstürmekle kalmadı, aynı zamanda Rusya ve ABD ile ilişkileri de benzeri görülmemiş zorluklarla karşılaştı.

Bugün Ortadoğu bir kez daha savaş ve kargaşaya sürüklenmiş durumda ancak bunun nedenleri, doğası, çatışmaları “Arap Baharı” ya da Soğuk Savaş dönemindeki Arap-İsrail çatışmalarından çok farklı. Arap ülkelerinden birçok devlet dışı aktör, bazılarının “Altıncı Ortadoğu Savaşı” olarak adlandırdığı bu savaşa dahil olmuş durumda. Ancak İsrail ile ilişkilerini normalleştiren Mısır, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Sudan, Fas ve hatta Filistin Kurtuluş Örgütü gibi ülkelerin Arap-İsrail çatışmasının tarihsel akışına yeniden girmeye niyetleri yok. Aksine, İran ve “Şii Hilali” liderliği, bu yeni Ortadoğu savaşında İsrail’in karşısındaki ana güçler haline gelmiştir. Arap ülkelerindeki bazı devlet dışı aktörler Şii Hilali ile ittifak halinde yeni bir “Direniş Ekseni” oluşturmuştur. Jeopolitik ilişkilerdeki bu değişim, Arap ülkelerinin tutumlarını daha nüanslı hale getirmektedir. Yine de “çıkarlar ve doğrular” arasında denge kurarken, zor kazanılan Arap-İsrail barışına ve önemli Arap-Amerikan ilişkilerine hala değer veriyorlar. Her ne kadar Arap ülkeleri İsrail’in ateşkesi reddetmesinden dolayı derin bir hayal kırıklığına uğramış ve durumu değiştirmek için kendilerini güçsüz hissetmiş olsalar da, İran ve Türkiye’nin Arap meselelerinde liderlik etmesini kesinlikle kabul etmek istemiyorlar.

Bu nedenle Türkiye’nin yeni Orta Doğu diplomasisi, “Arap Baharı” sonrasındakine benzer garip bir pozisyona düşecektir. Arap dünyasında yaygın ve olumlu tepkiler alması ya da mevcut “sekiz cepheli savaş” üzerinde önemli bir etki yaratması pek olası değil. Bununla birlikte, Ankara’nın Filistin halkının haklarını desteklemeye yönelik diplomatik çabaları övgüye değer, makul ve hatta ana akım uluslararası kamuoyunda yankı uyandırıyor.

Açıkça İsrail yanlısı olan Trump ekibinin Beyaz Saray, Dışişleri Bakanlığı ve Pentagon’u kontrol etmesi ve İsrail’e her zaman daha sıcak bakan Cumhuriyetçi Parti’nin ABD yasama, yürütme ve yargı organlarını tamamen kontrol etmesiyle Washington’un Ortadoğu politikası daha da İsrail’e doğru kayacaktır. Yeni ABD hükümeti İsrail’i mevcut çatışmaları ve savaşları tırmandırmaya ve genişletmeye teşvik etmese bile, İsrail’in muhaliflerini uzlaşmaya zorlamak için tüm kaynaklarını seferber edecek ve onlara azami baskı uygulamak için her türlü aracı kullanacaktır. O zaman, Türkiye’nin ABD ile ilişkileri İsrail’e karşı sert tutumu nedeniyle yeni sürtüşmeler ve belirsizlikler yaşayacaktır.

Yeni ABD hükümetinin Ortadoğu politikası Türkiye’nin İsrail’e yönelik sert yaklaşımını ödüllendirmeyeceği gibi, aynı zamanda genel olarak İsrail’in güvenliğini destekleyen ve İran ile onun liderliğindeki “Direniş Ekseni”ne karşı olumsuz görüşlere sahip olan büyük Avrupalı güçler de Türkiye’nin İsrail üzerindeki yoğun baskısından memnun olmayacaklardır. Bu da Türkiye-Avrupa ilişkilerinin sorunsuz bir şekilde gelişmesini etkileyebilir.

Bu nedenle, Türkiye’nin İsrail’e karşı tutumu sert olsa da, uygulayabileceği baskı neredeyse tükenmiştir ve İsrail, özellikle Türkiye’nin “ilişkileri yumuşak bir şekilde kesmesinden” kaynaklanan bu tür baskılara dayanma kapasitesine sahiptir. Arap ülkelerinin Türkiye’nin derin müdahalesini hoş karşılamadığı ve ABD ile Avrupa’nın Türkiye’nin İsrail karşıtı kampa katılmasına karşı çıktığı düşünüldüğünde, Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolü ve manevra alanı çok sınırlıdır ve önemli atılımlar yapması pek olası değildir.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English