Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Lenin ve milli mesele

Yayınlanma

Her altüst oluş döneminin tarihinde belli kişilikler öne çıkar; ama pek az insan vardır ki ölümünden çok uzun yıllar sonra bile sadece bir halkın, bir ülkenin, bir bölgenin değil bütün bir dünyanın tarihine damgasını vurmuş olsun. Lenin böylelerindendir. 20’nci yüzyıl siyasi tarihi Leninsiz yazılamaz; çünkü Lenin, sadece sosyalizmi elle tutulur bir hakikat haline getirmekle kalmamış, aynı zamanda yerkürenin her bir yanında antiemperyalist mücadelelere bayrak olmuştur.

Öldü, ama yaşamaya devam ediyor.

Bu, 100’üncü ölüm yıldönümünde Lenin anısına gecikmiş bir yazı.

SOMUT DURUMUN SOMUT ANALİZİ

“Marksizmin yaşayan ruhu somut durumun somut analizidir,” demişti Lenin. (41/136) Aynı şey onun için de geçerlidir. Somut durum her zaman değişkendir, ama her tarihi dönemde ona istikametini kazandıran bir takım ana halkalar vardır. Milli mesele etrafında koparılan fırtınaya Lenin’in alet edilmesi ve ayrılma hakkını kutsal kabul edenlerin bunu Lenin’e dayandırması, bana her zaman anlaşılmaz gelmiştir; çünkü bütün bunlar ana halkayı: emperyalizmi (eğer bilinçli olarak gizleme değilse) gözden kaçırma anlamı taşıyor.

Lenin daha 1916’da, yerküredeki ülkeleri emperyalizm çağında kendi kaderini tayin hakkı açısından üç gruba ayırıyordu. Bu görüşünü ölene kadar koruyacak, Komünist Enternasyonal II’nci Kongresi’nde (1920) ise dünya komünist hareketinin taktiğinin nesnel temeli haline getirecektir.

Birinci grupta Batı Avrupa ülkeleri ve ABD vardır. “Burjuva-ilerici milli hareketler burada çoktan sona ermiştir.” Bu ülkelerde proletaryanın görevi sömürgelerin ve ülke içindeki ezilen milletlerin kendi kaderini tayin hakkını savunmak ve büyük millet şovenizmiyle mücadele etmek olmalıdır.

İkinci grup ülkeler Avusturya, Balkanlar ve “özellikle” Rusya’dır. “20’nci yüzyıl buralarda burjuva-demokratik milli hareketleri hususen geliştirdi ve milli mücadeleyi keskinleştirdi.” Demek ki bu ülkelerde temel görev burjuva-demokratik dönüşümün tamamlanmasıdır; buysa, az çok marksizm bilen herkesin hatırlayacağı gibi (gerçi marksist düşünce, sol liberalizmin etkisiyle öyle derin bir ideolojik ve dolayısıyla siyasi sefalet içine yuvarlandı ki, hatırlamak güç olmalı) esasen iki şey demektir: milli meselenin ve onun temelini teşkil eden toprak meselesinin çözülmesi. Bu ikincisi feodalizmin tasfiyesi anlamına gelir ve burjuva-demokratik devrime işaret eder. Dolayısıyla: “Bu ülkelerin proletaryasının görevleri, ister burjuva-demokratik dönüşümün tamamlanması davasında olsun, isterse diğer ülkelerin sosyalist devrimine yardım etmek davasında, milletlerin kendi kaderini tayinini savunmadan gerçekleşemez.” Bununla birlikte “ezen milletlerin ve ezilen milletlerin işçilerinin sınıf mücadelesini kaynaştırmak”, bu zorlu görev, özel bir önem taşır.

Bütün yarısömürge ve sömürgeler ise üçüncü gruptur. Bunlardan sadece Çin, İran ve Türkiye yarısömürgedir. Lenin’e göre sosyalistler sömürge ve bağımlı ülkelerin kurtuluşunu derhal ve kayıtsız şartsız savunmalı, milli kurtuluş hareketlerini daima desteklemeli, köleleştirilmiş halkların kendilerini ezen emperyalist güçlere karşı mücadelesine yardım etmelidir: “… ve bu talep siyasi ifadesi içinde kendi kaderini tayin hakkının tanınmasından başka anlama gelmez; sosyalistler bu ülkelerdeki burjuva-demokratik milli kurtuluş hareketlerinin en devrimci unsurlarını en kararlı şekilde desteklemeli ve onların kendilerini ezen emperyalist güçlere karşı ayaklanmasına — devrimci savaş durumunda da — yardım etmelidir.” (27/252-266)

Demek ki bir dizi kavramla karşılaşıyoruz. İlki, emperyalizm. Emperyalist ülkelerde ilerici-millici hareketler çoktan sona ermiştir; emperyalist ülkelerde millilik adına her şey şovenizmi gizler ve proletaryanın görevi bu şovenizmle mücadele etmektir. İkincisi, sömürge. Sömürge meselesi aynı zamanda milli meseledir ve bu çelişkinin çözümü sömürge ülkelerin milli mücadelelerinin başarıya ulaştırılarak emperyalizmden bağımsızlığının kazanılmasından geçer. Bu ülkelerin kendi içinde de milli kalkışmaların başlamış olması, bağımsızlığın kazanılması görevinin önüne geçemez. Üçüncüsü, burjuva-demokratik devrim. Milli meselenin çözümü burjuva demokratik devrimin görevi olduğu ölçüde, bu devrimin henüz tamamlanmadığı Avusturya, Rusya ve Balkanlarda milletlerin kendi kaderini tayin hakkı savunulmalıdır. Üçüncü grupsa emperyalizm tarafından sömürgeleştirilmiş veya yarısömürgeleştirilmiş ülkelerdir.

ERMENİ MİLLİYETÇİLERİ, LENİN VE KEMALİST HAREKET

Lenin Türkiye’nin çokuluslu olduğunu bilmiyor değildi. 1917 ocağında Avrupa devletlerini ulus-devlet oluşlarına göre gruplar ve burada, her ne kadar Türkiye’yi “coğrafi olarak bugün Asya devleti ve iktisaden de ‘yarısömürge’ saymak daha doğru” olacaksa da, Rusya, Avusturya ve 6 Balkan devletiyle birlikte “saf milli bir bileşime” sahip olmadığını söyler. “Balkanlarda ‘devlet inşası’ burjuva-milli istikamette denebilir ki daha dünkü 1911-1912 savaşlarıyla bile bitmedi.” (30/355) 1917 ocağında henüz Türkiye’de milli mücadele başlamış değildi, üstelik 1915 tehcir felaketinin üzerinden sadece bir buçuk yıl geçmişti; buna rağmen Lenin, bizatihi Türkiye’nin yarısömürge olmaklığına karşı mücadelesini kendi kaderini tayin hakkının ifadesi sayıyordu. Onun için temel olan şey herhangi bir ülkenin emperyalist dünya sistemi içinde bulunduğu yerdi ve bütün siyasi tutumunu bu yer belirliyordu. Bu yüzden Lenin Ermeni milliyetçilerinin gözünde kemalist hareketi desteklemekle hain veya en iyimser durumda hainden az hallicedir.

Sömürgelerin antiemperyalist mücadelesi — ama sübjektif değil objektif anlamıyla; antiemperyalizmi beyan etti diye değil mücadele muhtevası gereği emperyalizmi zayıflatacağı için. Çünkü sömürge ve yarısömürge ülkelerde milli mücadele tanım itibariyle bağımsızlık için ve emperyalizme karşı veriliremperyalizmin işbirlikçisi bir milli mücadele olamaz. Bu nedenle, proletaryanın taktiği bu hareketleri desteklemek olmalıdır: “Böyle ülkelerde ortaya çıkabilirse proletarya partilerinin köylü hareketiyle belli ilişkiler içinde olmaksızın, onu gerçek anlamda desteklemeksizin bu geri kalmış ülkelerde komünist taktiği ve komünist siyaseti uygulayabileceklerini düşünmek ütopya olur.” Ne ki, bu noktada hangi burjuva-demokratik hareketin destekleneceği sorusu ortaya çıkar: reformist olan mı, devrimci olan mı? Çünkü: “Sömürücü ve sömürge ülkelerin burjuvazisi arasında belli bir yakınlaşma ortaya çıktı, öyle ki… çoğu durumda, bu burjuvazi milli hareketi destekliyor olsa bile aynı zamanda emperyalist burjuvaziyle mutabakat içinde, yani onunla birlikte bütün devrimci hareketlere ve devrimci sınıflara karşı mücadele ediyor.” Bu nedenle “burjuva-demokratik” yerine “milli-devrimci” ifadesi konulması gerektir. (41/244)

LENİN’İ WILSONLAŞTIRMAK

Milletlerin kendi kaderini tayin hakkı meselesinde Lenin’i Wilsonlaştırmak, ondan farksız kılmak, iddia sahibinin meşrebine göre küflü bir Wilson’a dönüşmüş bu Lenin’e dayanarak kendi işbirlikçi milliyetçiliğini savunmak veya bu tepetaklak edilmiş Lenin’i bütün günahların keçisi ilan etmek adetten oldu.

ABD’nin tarihi boyunca belki de Franklin Roosevelt ile birlikte en “solcu” başkanı saymak gereken Wilson’un 8 Ocak 1918 tarihli 14 “prensibinin” özü, ikinci ve üçüncü maddede ifade edildiği gibi, bütün suyollarının barış ve savaş zamanlarında açık tutulması (on ikinci madde özel olarak, Boğazların bütün ülkelerin gemilerine ve ticarete açık olması gerektiğini de vurgular) ve ticaretin önündeki bütün engellerin kaldırılmasından ibarettir. Önemlidir bu; zira, ilki sözkonusu olduğunda, daha Potsdam’dan beri Montreux konvansiyonunun aşındırılması hedefinin arkasında da aynı değişmez amaç yatmakla kalmaz; ikincisi sözkonusu olduğunda, 1939’da Hitler’in “ekonomi dehası” Wohltat’ın farkında olmadan (ne yazık ki kadri bilinmiyor) fikir babalığını yaptığı Dünya Ticaret Örgütü de aynı gerekçeye sığınır.

BİRLİK VE PARÇALANMA; LENİN VE WILSON

Lenin’in kendi kaderini tayin hakkı anlayışı gönüllü birliği öngörüyordu; hakkın kabulü, gönüllü birliklerin kurulması için gerekliydi. Wilson’un kendi kaderini tayin hakkı anlayışı birliklerin parçalanmasını öngörüyordu; hakkın kabulü, bağımsız devletlerin parçalanması için gerekliydi. Bu nedenle ilki Rusya’nın halklarının birlik sınırları içinde birleşmesinin ardından bu birliği korumayı, ikincisi ise bu birliği parçalamayı görev bellemişti. Sovyet Rusya’ya emperyalist müdahalesinin bütün aslı astarı bundan ibaretti ve Wilson için bu, kendi kaderini tayin hakkını gerçekleştirme görevinin gereğiydi; Sovyet Rusya’nın emperyalistlerin ortak müdahalesini püskürtmesinin aslı astarı da bundan ibaretti ve Lenin için bu, gerçekleşmiş kendi kaderini tayin hakkını koruma görevinin gereğiydiEğer devrim, yani antiemperyalizm davası milletlerin ayrılığını gerektiriyorsa (emperyalist ülkelerde gerektiriyordu; Avusturya ve Rusya’da gerektirmişti) ve eğer bu ülkelerde sosyalist hareketler ortaya çıkmaya fırsat buldularsa, bu hareketler ayrılıktan yana olmalıydılar; yok eğer devrim davası birliği gerektiriyorsa, bu ülkelerin sosyalist hareketleri birlikten yana olmalıydılar. Finlandiya, Polonya, Baltık vb. birinci durumdaydı; ama herhalde Polonya’da Britanya hava üssü, Baltık’ta Fransız füzeleri, Finlandiya’da Amerikan nükleer silahları… olsaydı bu ülkelerin sosyalistlerinin ayrılıktan yana olması düşünülemezdi bile, çünkü, tekrar etmeli, ana halka her zaman emperyalizmdi ve bugün de öyledir.

Lenin’in daha 24 Ocak 1919’da o sırada Devrimci Askeri Sovyet başkanı olan Troçki’ye çektiği bir telgraf var. Orada Wilson’un Rusya’da iç savaşın taraflarına bir mütareke teklifi yaptığından (İstanbul’da Adalarda bir konferans planlanıyordu), “Rusya’nın bütün hükümetlerini” toplantıya çağırdığından söz eder ve şöyle der: “Korkarım ki aksi takdirde hiçbir şeyi elinde tutma umudu olmadığından Sibirya’yı ve güneyin bir bölümünü kendisi için emniyete almak istiyor.” (50/247) Ve bu nedenle henüz beyazların, yani karşıdevrimci hükümetlerin kontrolü altındaki bir dizi şehrin bir ay içinde ele geçirilmesi için talimat verir. Sibirya’nın bağımsızlığı meselesi daha iç savaştan önce, Kurucu Meclis sırasında Sibirya delegeleri tarafından gündeme getirilmiştir (ve bunlar kendilerini Rus değil Sibir olarak tanımlıyorlardı); daha Ekim Devrimi’nin hemen ardından Güneydoğu Kazak Kıtaları Birliği adı altında kendilerini Rus değil Kazak sayan bir hükümet kurulmuştur, vb. Ama bolşevikler hiç de bunların bağımsızlık talebini destekliyor değillerdi, çünkü devrimci Rusya’nın birliği sağlanmak zorundaydı, oysa şimdi milliyetçilik devrimin önünde engeldi.

Wilson için Rusya’daki karşıdevrimci hükümetlerin desteklenmesi kendi kaderini tayin hakkının sonucuydu — değil mi ki bunlar kendi kaderini tayin etmek istiyorlardı! Lenin için hangi milli argümanla yola çıkmış olursa olsun karşıdevrimin bastırılması ve Sovyet Rusya’nın birliğin sağlanması proletaryanın temel göreviydi.

Bu görüşlerde henüz şu sorunun cevabı yoktur: peki ama, sömürge ve çokuluslu bir ülkede emperyalizme karşı ortak bağımsızlık mücadelesi yerine etnik kompozisyonu oluşturan halklardan biri bağımsızlık isterse sosyalistler bu talebi desteklemeli mi? Cevabı yoktu, çünkü soru yoktu. Bu sorunun ortaya çıktığı tarihi şartlar daha sonraki bir döneme aittir, ama ana halka, emperyalizm, değişmiş değildir. Pek çok ülkede her biri kendi meşrebince pek çok milliyetçi hareket ortaya çıkabilir, ancak tanımı gereği emperyalizm yanlısı bir bağımsızlık hareketi olamazHerhangi bir hareket emperyalizmi güçlendiriyorsa siyasi olarak gericidir; bu hareketi ortaya çıkaran halkın halk olarak varlığı ve bu kapsamda kendi kaderini tayin hakkı da (her şey bir yana, BM üyesi bütün ülkeler BM şartını tanımakla bunu taahhüt etmişlerdir zaten) tabiatı gereği vardır, ama boşanma hakkı ille de boşanmayı gerektirmez. Kadına yönelik pozitif uygulamalar kadının bütün taleplerinin peşinen haklı olduğu anlamına gelmez. Böyle bir milliyetçiliğin ayrılma talebi savunulamaz. Neticede ayrılıp ayrılamayacağı ise ancak tarafların bu mücadelede ödeyecekleri bedeli ne kadar göğüsleyebileceğine bağlıdır.

Bir hakkın varlığı onun kullanılmasını gerektirmez. Millet yekpare değildir, fikirleri değişmez değildir, bir millet belli tarihi şartlarda ve belli siyasi önderlikler altında emperyalizmin mandaterliğini de isteyebilir, bir milletin fertlerinin büyük çoğunluğu, yani sadece burjuvazi değil aynı zamanda işçiler, köylüler ve küçük burjuvazi de emperyalizmin kuklası olmak isteyebilir; ama millet öyle istiyor diye bu istek meşru değildir. Siyasetteki her şey gibi kendi kaderini tayin hakkı da bir öncelikler sıralamasından başka bir şey değildir“… hangisi daha yüksek: milletlerin kendi tayin hakkı mı, sosyalizm mi? Sosyalizm daha yüksek.” (35/352) Marksistlerin görevi bu durumda milletin isteğini kutsal kabul edip boyun eğmek değil o isteği ortaya çıkaran siyasi önderliklerle mücadele etmektir.

Lenin’in “Amerikan milyarderlerinin başı, kapitalistlerinin, köpekbalıklarının hizmetkârı,” (37/59) dediği Wilson iç savaş yıllarında Sovyet Rusya’nın emperyalist güçlerce işgali hareketinin başlıca örgütleyicilerinden biridir. Küçük milletlerin millilik adına emperyalizmin manivelası haline gelmesini tartışırken Lenin şöyle demişti: “Eğer Wilson’la savaşıyorsak ve Wilson küçük bir milleti kendi silahına dönüştürüyorsa şöyle deriz: biz bu silahla savaşıyoruz.” Savaş bir defa başladıktan sonra bu küçük milletin hangi niyetle kendisini silaha dönüştürdüğü pek az önem taşır; önemli olan tek şey bize, yani Sovyet iktidarına, yani proletaryanın enternasyonalist mücadelesine, yani antiemperyalizme karşı sıkılmakta olmasıdır. “Bize birlik gerek,” diyordu aynı yerde Lenin; ve kendi kaderini tayin hakkının kabulü bu gönüllü birliğin tesis edilmesi için şarttır. (38/184)

* Parantez içindeki sayılar Bütün Eserler (Rusça baskı) cilt ve sayfa numarasına göndermedir.

GÖRÜŞ

Pekin Deklarasyonu Orta Doğu’da barış için yeni bir umut doğurdu

Yayınlanma

Prof. Ma Xiaolin

Çin Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi
Akdeniz Araştırmaları Enstitüsü Müdürü

23 Temmuz’da 14 Filistinli grup Pekin’de Bölünmüşlüğe Son Verilmesi ve Filistin Ulusal Birliğinin Güçlendirilmesine ilişkin Pekin Deklarasyonunu (bundan böyle Pekin Deklarasyonu olarak anılacaktır) imzaladı. Bu, geçen yıl mart ayında Suudi Arabistan ve İran arasında gerçekleşen ve uluslararası toplum tarafından büyük övgüyle karşılanan tarihi uzlaşmanın ardından Çin’in Orta Doğu diplomasisinde bir başka dönüm noktasıdır ve zorlu ve dolambaçlı Orta Doğu barış süreci için yeni fırsatlar yaratmış ve yeni bir umut aşılamıştır.

Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi (El Fetih), Filistin İslami Direniş Hareketi (Hamas) ve İslami Cihad gibi dünyanın yakından tanıdığı gruplar, Filistin Ulusal Bağımsızlık Hareketi tarihinde ilk kez kendi sınırları dışında, büyük istişareler, uzlaşmalar ve ulusal birlik taahhütleri bağlamında bir araya gelmişlerdir ki bu, Filistin Ulusal Bağımsızlık Hareketi tarihinde ender görülen bir durumdur. Bu aynı zamanda Filistin ve İsrail arasında Oslo Anlaşmalarının imzalanmasından bu yana geçen 31 yıl içinde de eşi benzeri olmayan bir olaydır ve Orta Doğu ile dünyanın siyasi ve diplomatik tarihine geçecektir.

Pekin Deklarasyonu, başta Filistin-İsrail çatışması olmak üzere Orta Doğu meselesinin çözümünün desteklenmesine belirgin bir Çin damgası vurmuştur. Çin’in büyük güç diplomasisi, çok taraflı diplomasi ve barış diplomasisinin en son meyvesi, Çin’in büyük bir gücün sorumluluklarını somutlaştırma, uluslararası yükümlülüklerini yerine getirme ve dünya barışını ve kalkınmasını teşvik etme çabalarının bir başka şaheseri ve Çin’in Orta Doğu’nun yönetimine derinlemesine ve aktif katılımına yaratıcı bir katkıdır. Çin’in bölgesel meselelerle ilgilenirken Çin markası altında kamu hizmetleri sunma kararlılığına, yeteneğine, stratejisine ve araçlarına sahip olduğunu kanıtlamaktadır.

Mevcut Filistin Anayasası uyarınca geçici bir ulusal uzlaşı hükümetinin kurulması, Gazze’nin yeniden imarı ve mümkün olan en kısa sürede genel seçimlere hazırlanması; yeni bir ulusal konseyin (yasama organı) oluşturulması; geçici birlik ve kolektif liderlik kurumlarının ve operasyonel mekanizmaların etkinleştirilmesi, ortak karar alma ve deklarasyon hükümlerinin bir takvimle tam olarak uygulanması kararlaştırılmıştır.

Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesi ve Çin Halk Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Wang Yi, Pekin Deklarasyonu’nun değerini özetleyerek, mevcut İsrail-Filistin çatışmasının çözümünün “Gazze’de ateşkes” gerektirdiğine işaret etti. Mevcut Filistin-İsrail çatışmasının çözümüne yönelik üç adım, “Gazze’de ateşkes”, “Filistinlilerin Filistinlileri yönetmesi” ve “Birleşmiş Milletler’e hızlandırılmış katılım”dan oluşuyor. Gözlemciler Pekin Deklarasyonu’nun iki temel engeli ortadan kaldırdığına inanıyor: Hamas ve diğer radikal grupların iki devletli çözümü kabul etmesi ve FKÖ’nün yüce otoritesinin ve tek meşru temsilinin tanınması; bu da çeşitli grupların devlet olma ve siyasi liderlik istekleri açısından ilk kez birleşmesini sağlayacak.

Pekin’den gelen açıklama dünyayı bir bahar şimşeği gibi sarstı ve pek çok kişi tarafından takdirle karşılandı. Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Arap Ligi, Türkiye, Pakistan, Malezya ve diğer uluslararası örgütler ve önemli ülkeler Filistinli grupların uzlaşma çabalarına desteklerini ifade etmiş ve Çin’in oynadığı eşsiz ve yapıcı rolü takdirle karşılamışlardır.

Filistin sorununun ortaya çıkışından bu yana Arap ülkeleri ve İsrail uzun bir savaş ve çatışma dönemine girmiş, Filistin direniş hareketi belirli bir tarihsel arka planın ve karmaşık iç ve dış faktörlerin etkisi altında birçok fraksiyona dönüşmüştür. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından dünya ve Ortadoğu büyük ölçüde değişmiş, El Fetih’in hakim olduğu ve uzun süredir sürgünde olan FKÖ, İsrail ile “Oslo Anlaşmaları”na varma fırsatını yakalamış, özerkliğe geçiş ve laik bir Filistin devletinin kurulmasının ardından nihai statüyü müzakere ederek “iki devletli çözümü” hayata geçirmeye çalışmış; işgal altındaki topraklarda kök salan Filistin devleti de birçok fraksiyon oluşturmuştur. Teokratik ve milliyetçi ideolojileri bir arada barındıran Hamas ve Cihad, Oslo Anlaşmalarını reddederek ve İsrail’in varlığını kabul etmeyerek silahlı ve şiddet içeren mücadelelerini sürdürmektedir.

Barış süreci aksamaya ve gerilemeye devam ederken, El Fetih ve Hamas’ın İsrail’e karşı oyunlarındaki hedefleri, stratejileri, araçları ve yol gösterici ideolojilerindeki farklılıklar giderek daha belirgin hale geliyor ve İsrail, “çimleri biçme” stratejisi ve böl ve yönet taktiklerinin yardımıyla, Filistinli gruplar arasında kasıtlı olarak bölünmeler, düşmanlıklar ve sürtüşmeler yarattı; bu da Filistin’de iki güç merkezinin ortaya çıkmasına ve ciddi bir iç çatışmaya yol açtı ve aynı zamanda sağcı İsrail güçlerine görüşmeleri sürdürmeyi reddetme ve işgal altındaki topraklara tecavüz etmeye devam etme fırsatı verdi.

Pekin Deklarasyonu’nun Filistinli gruplar ve siyaset arasındaki kaosa son vermesi, siyasi, askeri ve hukuki düzenler arasında koordinasyon ve birlik sağlaması, İsrail ile müzakerelerin talep, ilke ve stratejilerini belirlemesi, bir bütün olarak ulusun gücünü artırması ve İsrail’e karşı güçlü bir oyun oluşturması beklenmektedir.

Ancak Pekin Deklarasyonun başarılı bir şekilde uygulanmasının önünde ciddi zorluklar da mevcuttur. ABD ve İsrail hala Hamas ve diğer grupların meşruiyetini tanımayı reddediyor ve İsrail’deki sağcı güçler özellikle Filistin ulusal birliğinin ve cephelerin birliğinin sağlanmasından korkuyor ve bu nedenle kapsayıcı bir Filistin geçici yönetim sistemine karşı pasif ve hatta dirençli olmaya mahkumlar. El Fetih ve Hamas birçok kez uzlaşma ve işbirliği konusunda fikir birliğine varmış olsa da samimiyet eksikliği sonuçta bir çözüme ulaşılamamasına neden olmuştur. Buna ek olarak, iki grubun kamuoyu tabanları uzun süredir kademeli olarak tersine dönmüş ve Ulusal Konsey uzun süredir felç olmuştur, bu da FKÖ’nün prestijini ciddi şekilde aşındırmıştır. Dolayısıyla Filistinli güçlerin entegrasyonu konusunda kat edilmesi gereken uzun bir yol var.

Pekin Deklarasyonun uygulanmasının, geleneksel olarak Filistin’e dost ve Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri olan Çin ve Rusya’nın yanı sıra Filistin davasını uzun süredir destekleyen iki büyük Arap ülkesi Mısır ve Cezayir tarafından denetleneceği bilinmektedir ve şüphesiz çeşitli grupların bir “kimyasal reaksiyon” gerçekleştirmesini ve ikisinin harmanlanmasını sağlayacak bir yol haritası hazırlanacaktır.

Pekin Uzlaşısı hayali gerçeğe dönüştürürken, Filistin sorununun İsrail’in Lübnan ve Suriye ile olan toprak anlaşmazlıklarını da içeren Orta Doğu’daki anlaşmazlıkların merkezinde yer aldığı da kabul edilmelidir. Filistin-İsrail ihtilafının basit bir çözümü bile İsrail’in olumlu tepkisini, ABD ve diğer büyük ülkelerin pozitif enerjisini ve Birleşmiş Milletler kararları ve örgütleri çerçevesinde ortak çabaları gerektirmektedir.

Çin Hükümeti ve Filistinli gruplar tarafından barışçıl ve müreffeh bir ortam için ekilen yeni bir umut tohumu olan Pekin Deklarasyonu’nun, çatışmanın sürdüğü Orta Doğu’da filizlenip filizlenemeyeceği, çiçeklenip çiçeklenemeyeceği ve meyve verip veremeyeceği, Filistinli grupların ortak iradesine, çatışmanın taraflarının iki yönlü yürüyüşüne ve kalıcı, adil ve kapsamlı bir barış için çaba gösterme yönündeki güçlü iradeye, halkın bilgeliğine ve büyük cesaretine bağlıdır.

* Orta Doğu’yu iyi bilen bir isim olan Prof. Ma, Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak uzun yıllar görev yapmıştır. Akademik çalışmalarını Orta Doğu, Arap coğrafyası, Çin-Orta Doğu ilişkileri üzerine yoğunlaştırmaktadır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Birleşik Krallık’ta Muhafazakar Parti’nin seçim hezimeti 

Yayınlanma

Doç Dr.  Dilek YİĞİT*

Birleşik Krallık’ta 4 Temmuz 2024 genel seçimlerini kazanan İşçi Partisi 2010 yılından bu yana süren Muhafazakar Parti iktidarını sonlandırmış oldu. Seçim öncesi yapılan anket çalışmaları İşçi Partisi’nin seçimlerden “ezici üstünlük” ile çıkacağını öngörmüş olduğundan seçim sonuçları kimse için sürpriz olmadı. Fakat İşçi Partisi’nin seçim zaferi “ezici üstünlük” olarak okunacak ise, bunun %33.7 oy oranından değil, Muhafazakar Parti’nin yüzde % 23.7’lerde kalmasından yani Muhafazakar Parti’ye desteğin hızla düşmüş olmasından kaynaklandığını belirtmek gerekir.  1918’den itibaren yapılan hiçbir genel seçimde oy oranı bu kadar düşmemiş olan Muhafazakar Parti 1997 seçimlerini kaybettiğinde bile seçmenin % 30’undan fazlası tercihini Muhafazakar Parti’den yana kullanmıştı.

Muhafazakar Parti’nin iktidara geldiği 2010 yılından bu yana yapılacak bir değerlendirme partinin son genel seçimlerde başarısız olmasının nedenlerini kolaylıkla açıklayabilir. Muhafazakar Parti iktidarı boyunca birbiri ardına gelen zorlu sorunlarla ve süreçlerle karşılaştı. İktidara geldiğinde yüzleşmek zorunda kaldığı sorunlardan ilki 2008 yılında başlayan küresel ekonomik krizin Birleşik Krallık’a yansımaları oldu. Ekonomide büyüme oranları Muhafazakarlar iktidara gelmeden 2008’de ve 2009’da negatif değerlere düşmüştü ama Muhafazakar Parti iktidarında 2014 yılına kadar küresel kriz öncesi 2007 yılındaki ekonomik büyüme seviyesi yakalanamadı. 2008’den itibaren hızla artan işsizlik oranları Muhafazakar Parti iktidarında 2012 yılında % 8.3 ile zirve yaptı ve 2007 yılındaki işsizlik oranı ancak 2015’de yakalandı. 1990’ların başından itibaren enflasyon sorunu yaşamayan Birleşik Krallık’ta 2008’de enflasyon artmıştı ama 2011 yılında % 5.2 ile tekrar zirveyi gördü. Kısaca Muhafazakar Parti ekonomik sorunları çözme konusunda epeyce yavaş kaldı.

Muhafazakar Parti’nin yüzleşmek zorunda kaldığı bir diğer sorun ise, İşçi Partisi’nin muhafazakarlara bıraktığı “mirastı”. Avrupa Birliği (AB) Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini içerecek şekilde genişlerken, İşçi Partisi iktidarının 2004 yılında iş gücü piyasasını AB’nin yeni üyelerinden gelecek işçilere açma kararı sonucu Birleşik Krallık’a yönelik göç öngörülemeyecek hızda artmıştı. Muhafazakar Parti Birleşik Krallık’a yönelik artan göç hareketinin Britanyalılar arasında yarattığı memnuniyetsizliğin farkında olsa da, AB içinden gelen göçü engelleyemedi ve 2016 yılında gerçekleştirilen AB referandumuna kadar AB vatandaşlarının Britanya’ya göçü de, Britanyalıların kültürel ve ekonomik tehdit olarak gördüğü göç hareketine tepkisi de artmaya devam etti. Muhafazakar Parti göç sorununu çözme ve göç karşıtı Britanyalıların kaygılarını giderme konusunda da yetersiz kaldı.

Muhafazakar Parti’nin yüzleştiği ilk sorun küresel ekonomik kriz kaynaklı, ikinci sorun ise İşçi Partisi’nin göç politikasının “mirası” idi; bu sorunlardan hiçbirinin sorumluluğu Muhafazakar Parti’ye yükelenemezdi belki ama Muhafazakar Parti bizzat kendi çabası ile üçüncü bir sorunu İskoçya’da bağımsızlık referandumu yapılmasına rıza göstererek yarattı. Muhafazakar Başbakan David Cameron’ın 15 Ekim 2012’de İskoçya Birinci bakanı Alex Salmond ile yaptığı Edinburg Antlaşması (Referandum Antlaşması) aracılığıyla referandum için yasama yetkisi İskoçya Parlamentosu’na devredildi. Muhafazakar Parti iktidarının Birleşik Krallık’ın parçalanmasına sebep olma riski taşıyan böylesine bir referanduma izin vermiş olmasının kolaylıkla anlaşılabilir bir yanının olmadığını kabul etmek gerekir; ama Cameron İskoçya’da İskoç milliyetçisi İskoç Ulusal Partisi’nin (SNP) yükselişi karşısında referandum kararı almaktan başka “tercihi” olmadığını düşünüyordu.

İskoçya bağımsızlık referandumu 18 Eylül 2014 tarihinde gerçekleşti; seçmenin % 55’i İskoçya’nın Birleşik Krallık’tan ayrılmasına “hayır” deyince, Muhafazakar Parti Birleşik Krallık’ın parçalanmasına sebep olan parti olarak tarihe geçmekten kurtuldu. Referandum sonucuna istinaden “İskoçya sorununun” Britanya’nın gündeminden düşmüş olduğunu düşünmeye başlayanlar,  Muhafazakar Parti’nin bir başka girişimiyle, bu şekilde düşünmek için acele etmiş olduklarını anladılar. Cameron 2015 genel seçimlerini kazandığı taktirde Birleşik Krallık’ın AB üyeliğini referanduma sunma sözü vermişti; seçimleri kazanınca da sözünü tuttu ve 23 Haziran 2016 tarihinde gerçekleştirilen AB referandumunda seçmenin % 52’si AB üyeliğine “hayır” deyince, Birleşik Krallık Ocak 2020’de AB’den çekildi ve böylelikle de “İskoçya sorunu” gündeme tekrar ve hızlıca taşındı. Zira AB referandumunda İskoçya’daki seçmenin % 62’si tercihini AB üyeliğinin sürdürülmesinden yana kullanmıştı; kendi iradelerinin aksine AB’den çıkan İskoçlar ikinci bağımsızlık referandumu talebiyle Muhafazakar Parti iktidarı üzerinde hep bir baskı yarattılar.

Muhafazakar iktidarın AB referandumu kararı sadece İskoçya’nın bağımsızlık meselesini tekrar gündeme getirmekle kalmadı, ayrıca AB üyeliği konusunda Muhafazakar Parti içindeki çatlakları da gözler önüne serdi.  AB referandumunun bu etkisi partiye İskoçya’nın bağımsızlığı meselesinden çok daha fazla zarar verdi. Referandum öncesi Muhafazakar siyasetçilerin bir kısmı AB üyeliği lehinde, bir kısmı AB üyeliği aleyhinde kampanya yaparken, referandum kararı alan Cameron’ın seçmeni AB üyeliğinin sürdürülmesi yönünde oy vermeye ikna etme çabaları oldukça ilginçti. Cameron AB üyeliği lehinde propaganda yaparken, haleflerinden biri olacak muhafazakar siyasetçi Boris Johnson ise seçmeni üyeliğe hayır demeye davet ediyordu. Böylelikle Muhafazakar Parti bizzat kendi girişimleriyle belli bir yönü, ortak ve tutarlı bir politikası olmayan bölünmüş parti imajı yaratmış oldu.

Yine de bu uzun süreçte Muhafazakar Parti’nin, kurulu düzen partilerinden kolay kolay vazgeçmeyen seçmen nezdindeki kredisi tükenmemişti. 2015’de gerçekleştirilen genel seçimlerden % 36.8 oy oranı ile, 2017 seçimlerinden 42.3 ile, 2019 seçimlerinden % 43.6 ile  Muhazakarlar birinci parti olarak çıkmayı başardı. 2010 yılından itibaren partinin oylarını artırıyor olması çok dikkat çekici  idi. Bu gidişatı değiştiren ise ekonomiyi olumsuz etkileyeceği zaten öngörülmekte olan Brexit’e küresel pandemin etkilerinin eşlik etmesi sonucu Britanya ekonomisinin adeta sarsılması oldu. Birleşik Krallık’ta 2019 yılında GSYİH % 1.6 büyümüştü, ancak 2020’de büyüme oranları % – 10.4 gibi negatif değere düştü. GSYİH’de artış 2021 yılında % 8.7 olarak gerçekleşti, fakat sonrasında büyüme hızı tekrar yavaşladı. İsşizlik oranları 2021 yılında  % 5.3’e yükseldi; enflasyon ise 2022 yılında % 11.1 ile zirve yaptı. Küresel ekonomik krizin olumsuz etkileri karşısında Muhafazakar Parti’den vazgeçmeyen seçmen, Brexit’in ve pandeminin ekonomik etkilerine maruz kalırken de partiden desteğini esirgemeyebilirdi, ama Muhafazakar Parti 2016’dan bu yana sıklıkla lider değiştirerek seçmenine “iktidarda olmaktan yorulduğu” mesajını verdi. Belli ki seçmen de bu mesajı aldı. Dolayısıyla 2024 seçimleri aslında İşçi Partisi’nin kazandığı değil de seçmendeki kredisini tüketmek için uğraşır görünen Muhafazakar Parti’nin kaybettiği seçimler oldu.

Üstelik Muhafazakar Parti sadece İşçi Partisi’ne karşı değil, siyasetin sağ kanadındaki rakibi, kurulu düzen ve göçmen karşıtı  Reform UK’ye karşı da kaybetmiş oldu. “Aşırı sağ” olarak nitelendirilen Reform UK % 14.3 oy oranı ile seçimlerden üçüncü parti olarak çıkarken 2015 genel seçimlerinde UKIP’ın başarısını tekrarlamak suretiyle, aşırı sağ diye adlandırılan söylemlerin Britanyalılar tarafından rağbet görmekte olduğunu kanıtladı.

Kısaca Muhafazakar Parti 2024 seçimlerinden hezimetle çıktı. 20. yüzyılın başından itibaren ülkeyi en uzun süre yöneten parti olması dolayısıyla “doğal hükümet partisi” olarak tanımlanan partinin bu seçim hezimetini, özellikle de muhafazakar seçmenin desteğini alan Reform UK’nin yükselişini gerekçe göstererek, parti için “sonun başlangıcı” olarak okuyanlar mevcuttur. Ancak Britanya seçmeninin genel seçimlerde kurulu düzen partilerinden kolay kolay vazgeçmiyor olduğu gerekçesiyle, bu seçim sonucunu Muhafazakar Parti için şimdilik “ne kadar süreceği belli olmayan muhalefet döneminin başlangıcı” olarak okumak daha yerinde olacak gibidir.

*Doç. Dr., lisans derecesini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden,  lisans üstü derecelerini ise İngiltere Essex Üniversitesi’nden ve Ankara Üniversitesi’nden aldı. Başkent Üniversitesi’nde ve Atılım Üniversitesi’nde Avrupa Birliği üzerine yüksek lisans dersleri verdi. Dilek YİĞİT’in Avrupa Birliği, Birleşik Krallık tarihi ve siyaseti ile İngiliz edebiyatına dair çok sayıda akademik yayını bulunmaktadır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Barış Harekâtı elli yaşında: Şimdi yeni hamle zamanı

Yayınlanma

Yazar

Türk Silahlı Kuvvetleri bundan tam elli yıl önce bir pazartesi günü sabahın çok erken saatlerinde Kıbrıs adasına amfibi çıkarma harekâtına başladı. Önce büyük gemilerin yanaşmasına müsait geniş limanı ve göreceli sığ sahiliyle Kıbrıs Türklerinin Mağusa dediği bugünkü Gazi Magosa’dan çıkılabileceği intibaı verildi. Sonra Girne’den bugün tanınmış bir tatil köyünün sığ bölgesinden çıkılacağı Kıbrıs mücahitleri olarak bilinen TMT (Türk Mukavemet Teşkilatı) güçlerine ulaştırıldı; ama oradan da çıkılmadı ve daha derin ve kıyıya yanaşılması oldukça zor bir bölge olan Karaoğlanoğlu koyundan çıkarma başlatıldı.

Uluslararası ortam daha iyi olamazdı. Türkiye kuvvet, mekân ve zaman kavramlarından oluşan kurmay stratejisinin bütün koşullarını oluşturmuştu. Rumların 1963 sonlarında giriştikleri katliamlar 1964 yılında da devam etmiş ve Türkiye askeri müdahalede bulunabileceğini ima edince Amerika Johnson mektubunu göndermişti. Oysa Türkiye adaya gerçekten müdahale etmekten ziyade Amerika ve İngiltere’nin NATO dayanışması adına Yunanistan’a baskı yaparak katliamları durdurmalarını beklemekteydi. Katliamlar duracak ve 1960 Antlaşmalarına göre kurulan ancak Rumların saldırıları sonunda fiilen Rum devleti haline dönüştürülen, yetki paylaşımı esaslı Kıbrıs Cumhuriyeti yönetimine geri dönülebilecekti. Sadık müttefik olarak hareket eden Türkiye’nin NATO üyeleri arasında savaş çıkmasını önlemek için bu kadarcık bir beklentisi olması hiç de abartılı değildi.

JOHNSON MEKTUBU VE SONRASI

Ankara’daki hava böyleydi; ama 4 Haziran 1964 tarihinde ABD Başkanı Lyndon Johnson imzasıyla koalisyon hükümetinin başbakanı İsmet İnönü’ye ulaşan ve Türk-Amerikan ilişkilerinde lanetli bir belgeye dönüşen bu mektup üç konuda Ankara’yı sert ifadelerle uyarıyordu: Amerika’nın 1947’den itibaren verdiği silahları böyle bir çıkarmada kullanamazsın. Ayrıca Kıbrıs’a ‘saldırmanız’ Sovyetler Birliği’nin de size saldırmasına yol açarsa NATO’nun sizi koruması mümkün olmayabilir. Ve ima yollu da olsa hatırlatılan Akdeniz’deki 6. Filo yani istersek sizi durdurabiliriz.

Bu mektup Türk-Amerikan ilişkilerine atılmış bir balistik füze gibi oldu. Türkiye’nin sert tepkilerinden dolayı Amerika’nın durumu yumuşatma çabaları ve İnönü’nün Vaşington’a davet edilerek ‘hayır öyle demek istemedik, bir yanlış anlama oldu galiba’ seansları ikili ilişkilerin devamını sağladı. Fakat Türkiye artık 1950’li yılların çizgisini geride bırakması gerektiğini anlamıştı. Soğuk Savaş’a rağmen ve NATO’da kalarak Sovyetler Birliği ile yakın ilişkiler (özellikle sanayi ve ticaret alanlarında) geliştirmek, Arap ülkeleri ile münasebetlerini tamamen gözden geçirerek onları Yunan-Rum tarafından koparmak gibi adımlar atmayı öğrendi Ankara ve çok yönlü denilebilecek bu politikadan büyük faydalar temin etmeyi de başardı.

Yunan-Rum tarafı ise Johnson Mektubu’nu yanlış okumayı sürdürdü; ama bedelini de ödedi. İki ay sonra yani Ağustos başlarında Erenköy’de Türk köylerine ve TMT mevzilerine kapsamlı bir saldırı başlatan Rum birlikleri Türk Hava Kuvvetleri’nin alçak uçuş yaparak uyarıda bulunmasına rağmen durmadılar. Ve ertesi gününden itibaren THK 72 uçakla Rum mevzilerini sürekli vurarak hallaç pamuğuna çevirdi. Birkaç gün devam eden bombardımanın ardından Rumlar perişan şekilde geri çekilmek zorunda kaldılar. Mücahitler ise karşı saldırıya geçtiler.

ENOSİS POLİTİKASINDA ISRAR

Rumlar ve Yunanistan için Enosis amacında hiçbir değişiklik olmasa da taktik düzeyde nasıl hareket edilmesi gerektiği konusunda anlaşmazlıklar oluşmasına sebep olan ve Şehit Cengiz Topel’i kaybettiğimiz bu operasyon sonrasında da Rum saldırıları durmadı. Dahası Rumlar 1960 Antlaşmaları ile kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni Türklerle paylaşmaya hiç niyetli değillerdi. Makarios hükümeti Türklere hayatı yaşanmaz hale getirerek çekip gitmeleri için her yola başvururken EOKA-B olarak Albay Grivas tarafından yeniden kurulan terör örgütü ise silahlı saldırılarını sürdürdü.

Taraflar arasındaki görüş ayrılıkları 1974 yılının temmuz ayında iyice açığa çıktı. Atina’daki askeri cuntanın (1967 yılında Papadopoulos liderliğinde Albaylar Cuntası olarak yönetime el koymuştu) kendisini devirme hazırlıkları içinde olduğuna iyice kanaat getiren Makarios Yunanistan Cumhurbaşkanı Gizikis’e bir mektup yazarak Yunanistan devletinin Kıbrıs’ı işgal hazırlıkları olarak gördüğü bu çabaları tek tek ifşa etti. Ve mektubu da basında yayımladı.

Makarios endişelerinde haklıydı ama korkunun ecele faydası olmadı. Adadaki Yunan alayı, gizlice gönderilen Yunan asker ve subayları ile Rum kuvvetlerinin içindeki Yunanistan yanlıları harekete geçerek 15 Temmuz günü bir darbe ile Makarios’u devirdiler. Bu, 1959-1960 antlaşmalarına göre oluşmuş olan anayasal düzenin toptan ortadan kaldırılması ve Garanti ve İttifak Antlaşmalarının açık ihlaliydi. Türkiye kayıtsız kalamazdı. Nitekim kalmadı ve darbeden sadece 120 saat sonra Girne açıklarından çıkarma başladı.

ULUSLARARASI ORTAM FEVKALADE LEHİMİZEYDİ

Türk birlikleri Karaoğlanoğlu mevkiinden karaya çıkmadan yirmi dört saat önce darbeden canlı kurtulan ve adadaki Ağrotiri İngiliz üssüne sığınarak önce Londra’ya sonra da New York’a ulaşan Makarios BM Güvenlik Konseyi acil oturumunda yaptığı konuşmada kendisinin devrilmesinin bir iç olay olmadığını, Yunanistan’ın ülkesini işgal ettiğini, Güvenlik Konseyi’nin zecri tedbirlere başvurarak ülkesini işgalden kurtarmasını istemişti. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Türkiye ve Yunanistan’a ilaveten üçüncü garantörü olan İngiltere ile yapılan görüşmeler de Ankara’nın çıkarma yapma stratejisine diplomatik dayanak sağlamıştı. Londra müdahale etmeyeceğini, ancak müdahaleye de karşı çıkmayacağını söylüyordu. Amerika 1964 krizinden ders aldığı için bu defa Ankara’yı kızdırmamak adına çok daha dikkatli bir tavır içerisindeydi. Moskova ise bu darbeyi Üçüncü Dünya yanlısı politikalar izleyen Makarios’un devrilmesini Vaşington’un tertiplediğini düşünüyor ve karşı çıkıyordu. Kısacası Ankara’nın önü diplomatik/siyasi olarak açılmıştı.

Bu denli uygun bir uluslararası atmosferde başlayan çıkarmanın ikinci safhasında (14 Ağustos) özellikle Amerika ve İngiltere aleyhte tavır sergilediyse de hiç kimse Türk birlikleri ve TMT mücahitlerinin adanın üçte birinden fazla kısmını kontrol altına almasına engel olmadı. BM aracılığıyla güneyde kalan Türklerin kuzeye ve kuzeydeki Rumların da güneye gönderilmesinin ardından Kıbrıs meselesi bir türlü bitmeyen uzun soluklu müzakerelerin konusu oldu.

FEDERASYONDAN İKİ EGEMEN EŞİT DEVLETE GEÇİŞ İÇİN ULUSLARARASI ORTAM ÇOK UYGUN

Çıkarma operasyonunun iki aşamalı olarak tamamlanmasının ardından kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Yönetimi (1975) ve Rumlarla bir ortaklık kurulamamasından sonra ilan edilen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (1983) Kıbrıs Türk halkı ve Türkiye açısından önemli adımlardı; ancak federasyon görüşmelerinden bir sonuç alınamadı. Önce Amerikan yönetiminin (Carter’ın seçim vaatleri ve ilk yılları) Ankara’ya karşı politikaları sonra da Avrupa Birliği üyesi yapılan (1981) Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı güç toplaması federasyon görüşmelerini sonuçsuz bıraktı.

Rum tarafı BM genel sekreterleri tarafından hazırlanan toplam üç çözüm paketini (de Cuellar Paketi, 1986, Ghali Fikirler Dizisi, 1992 ve Annan Planı, 2004) de reddettiler; çünkü eski Rum dışişleri bakanlarından Nikos Rolandis’in dediği gibi hiçbir Rum ve Yunan lider gerçek manada yetki paylaşımı esaslı bir federasyon istemedi. Güneydeki Rum devletinin egemenliğini kuzeye genişletecek bir yapıdan yana oldu. Türkler ise azınlık haklarından biraz fazla bir şeyler alabilirlerdi. Bu dönemde özellikle İngiltere ve Amerika’nın Kıbrıs’ı Türkiye’ye yedirmemek şeklinde izah edilebilecek Rumları ve Yunanistan’ı şımartan politikaları ve Soğuk Savaş’ın 1980’lerde yeniden hız kazanmasının yarattığı uluslararası şartlar ne federasyonu mümkün kıldı ne de Türkiye’nin alternatif tezlere yönelmesine imkân tanıdı.

Avrupa Birliği propagandasının Türk dış politikasını tümden esir aldığı yıllarda Türkiye açısından KKTC’nin tasfiyesi ve ada üzerindeki haklarının kaybı 2004 yılında referanduma iki tarafta ayrı ayrı sunulan Annan Planı’nın Rumlar tarafından reddedilmesiyle önlenebildi. Maalesef Ankara’nın Kıbrıs konusundaki yanlış tutumunun devam ettiği 2017 yılına kadar yapılan, son raundu Crans-Montana’da gerçekleştirilen ve Türk tarafının garantörlük de dahil birçok konuda epeyce tavizkar davrandığı görüşmelerde sonuç alınamaması da Rum-Yunan tarafının fanatizmi sayesinde oldu.

Dünyanın çok kutupluluğa evrildiği günümüzde Kıbrıs sorununda Türkiye’nin elinin fevkalade güçlendiğine hiç şüphe yok. Sonuçta bu sorunu iki devlet temelinde çözümleyebilecekken Türkiye’yi adadan çıkarmayı hedefleyen ve bunu da çözüm lafının içine sokan Amerika ve İngiltere ile sonradan onlara katılan Avrupa Birliği alanda çözülmüş olan bir sorunu kabullenmek yerine değişik yol ve yöntemlerle güya çözüm bularak Türkiye’yi Kıbrıs’tan çıkarmaya çalıştılar. Fakat Denktaş’ın bizlere her zaman söylediği gibi Rum-Yunan tarafının fanatizmi Türkiye’nin önemli hatalar yapmasını engellemiş oldu.

Sorunu adeta içinden çıkılmaz hale getiren Batı dünyasının gücünün dengelendiği çok kutuplu bir dünyada KKTC’nin tanıtılması daha uygun şartlarda yapılabilir. Azerbaycan ve diğer dost ülkeler (Pakistan, Bangladeş) ve iyi ilişkiler içinde olduğumuz başka bazı devletlerle başlayacak tanınma Rum-Yunan tarafı ile ilişkileri tamamen bozulmuş durumdaki Rusya ve başka ülkelerden de gelebilir. Bunun için bir eylem planına ihtiyaç olduğuna hiç şüphe yok. Örneğin bugünlerde Gazze ve Batı Şeria’daki Filistin halkı için her şeyi yapıp, İsrail’i tam manasıyla karşımıza alırken Arap ülkelerine KKTC’yi sürekli hatırlatmak gayet yerinde olur.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English