GÖRÜŞ
Lenin ve milli mesele
Yayınlanma
Yazar
Hazal YalınHer altüst oluş döneminin tarihinde belli kişilikler öne çıkar; ama pek az insan vardır ki ölümünden çok uzun yıllar sonra bile sadece bir halkın, bir ülkenin, bir bölgenin değil bütün bir dünyanın tarihine damgasını vurmuş olsun. Lenin böylelerindendir. 20’nci yüzyıl siyasi tarihi Leninsiz yazılamaz; çünkü Lenin, sadece sosyalizmi elle tutulur bir hakikat haline getirmekle kalmamış, aynı zamanda yerkürenin her bir yanında antiemperyalist mücadelelere bayrak olmuştur.
Öldü, ama yaşamaya devam ediyor.
Bu, 100’üncü ölüm yıldönümünde Lenin anısına gecikmiş bir yazı.
SOMUT DURUMUN SOMUT ANALİZİ
“Marksizmin yaşayan ruhu somut durumun somut analizidir,” demişti Lenin. (41/136) Aynı şey onun için de geçerlidir. Somut durum her zaman değişkendir, ama her tarihi dönemde ona istikametini kazandıran bir takım ana halkalar vardır. Milli mesele etrafında koparılan fırtınaya Lenin’in alet edilmesi ve ayrılma hakkını kutsal kabul edenlerin bunu Lenin’e dayandırması, bana her zaman anlaşılmaz gelmiştir; çünkü bütün bunlar ana halkayı: emperyalizmi (eğer bilinçli olarak gizleme değilse) gözden kaçırma anlamı taşıyor.
Lenin daha 1916’da, yerküredeki ülkeleri emperyalizm çağında kendi kaderini tayin hakkı açısından üç gruba ayırıyordu. Bu görüşünü ölene kadar koruyacak, Komünist Enternasyonal II’nci Kongresi’nde (1920) ise dünya komünist hareketinin taktiğinin nesnel temeli haline getirecektir.
Birinci grupta Batı Avrupa ülkeleri ve ABD vardır. “Burjuva-ilerici milli hareketler burada çoktan sona ermiştir.” Bu ülkelerde proletaryanın görevi sömürgelerin ve ülke içindeki ezilen milletlerin kendi kaderini tayin hakkını savunmak ve büyük millet şovenizmiyle mücadele etmek olmalıdır.
İkinci grup ülkeler Avusturya, Balkanlar ve “özellikle” Rusya’dır. “20’nci yüzyıl buralarda burjuva-demokratik milli hareketleri hususen geliştirdi ve milli mücadeleyi keskinleştirdi.” Demek ki bu ülkelerde temel görev burjuva-demokratik dönüşümün tamamlanmasıdır; buysa, az çok marksizm bilen herkesin hatırlayacağı gibi (gerçi marksist düşünce, sol liberalizmin etkisiyle öyle derin bir ideolojik ve dolayısıyla siyasi sefalet içine yuvarlandı ki, hatırlamak güç olmalı) esasen iki şey demektir: milli meselenin ve onun temelini teşkil eden toprak meselesinin çözülmesi. Bu ikincisi feodalizmin tasfiyesi anlamına gelir ve burjuva-demokratik devrime işaret eder. Dolayısıyla: “Bu ülkelerin proletaryasının görevleri, ister burjuva-demokratik dönüşümün tamamlanması davasında olsun, isterse diğer ülkelerin sosyalist devrimine yardım etmek davasında, milletlerin kendi kaderini tayinini savunmadan gerçekleşemez.” Bununla birlikte “ezen milletlerin ve ezilen milletlerin işçilerinin sınıf mücadelesini kaynaştırmak”, bu zorlu görev, özel bir önem taşır.
Bütün yarısömürge ve sömürgeler ise üçüncü gruptur. Bunlardan sadece Çin, İran ve Türkiye yarısömürgedir. Lenin’e göre sosyalistler sömürge ve bağımlı ülkelerin kurtuluşunu derhal ve kayıtsız şartsız savunmalı, milli kurtuluş hareketlerini daima desteklemeli, köleleştirilmiş halkların kendilerini ezen emperyalist güçlere karşı mücadelesine yardım etmelidir: “… ve bu talep siyasi ifadesi içinde kendi kaderini tayin hakkının tanınmasından başka anlama gelmez; sosyalistler bu ülkelerdeki burjuva-demokratik milli kurtuluş hareketlerinin en devrimci unsurlarını en kararlı şekilde desteklemeli ve onların kendilerini ezen emperyalist güçlere karşı ayaklanmasına — devrimci savaş durumunda da — yardım etmelidir.” (27/252-266)
Demek ki bir dizi kavramla karşılaşıyoruz. İlki, emperyalizm. Emperyalist ülkelerde ilerici-millici hareketler çoktan sona ermiştir; emperyalist ülkelerde millilik adına her şey şovenizmi gizler ve proletaryanın görevi bu şovenizmle mücadele etmektir. İkincisi, sömürge. Sömürge meselesi aynı zamanda milli meseledir ve bu çelişkinin çözümü sömürge ülkelerin milli mücadelelerinin başarıya ulaştırılarak emperyalizmden bağımsızlığının kazanılmasından geçer. Bu ülkelerin kendi içinde de milli kalkışmaların başlamış olması, bağımsızlığın kazanılması görevinin önüne geçemez. Üçüncüsü, burjuva-demokratik devrim. Milli meselenin çözümü burjuva demokratik devrimin görevi olduğu ölçüde, bu devrimin henüz tamamlanmadığı Avusturya, Rusya ve Balkanlarda milletlerin kendi kaderini tayin hakkı savunulmalıdır. Üçüncü grupsa emperyalizm tarafından sömürgeleştirilmiş veya yarısömürgeleştirilmiş ülkelerdir.
ERMENİ MİLLİYETÇİLERİ, LENİN VE KEMALİST HAREKET
Lenin Türkiye’nin çokuluslu olduğunu bilmiyor değildi. 1917 ocağında Avrupa devletlerini ulus-devlet oluşlarına göre gruplar ve burada, her ne kadar Türkiye’yi “coğrafi olarak bugün Asya devleti ve iktisaden de ‘yarısömürge’ saymak daha doğru” olacaksa da, Rusya, Avusturya ve 6 Balkan devletiyle birlikte “saf milli bir bileşime” sahip olmadığını söyler. “Balkanlarda ‘devlet inşası’ burjuva-milli istikamette denebilir ki daha dünkü 1911-1912 savaşlarıyla bile bitmedi.” (30/355) 1917 ocağında henüz Türkiye’de milli mücadele başlamış değildi, üstelik 1915 tehcir felaketinin üzerinden sadece bir buçuk yıl geçmişti; buna rağmen Lenin, bizatihi Türkiye’nin yarısömürge olmaklığına karşı mücadelesini kendi kaderini tayin hakkının ifadesi sayıyordu. Onun için temel olan şey herhangi bir ülkenin emperyalist dünya sistemi içinde bulunduğu yerdi ve bütün siyasi tutumunu bu yer belirliyordu. Bu yüzden Lenin Ermeni milliyetçilerinin gözünde kemalist hareketi desteklemekle hain veya en iyimser durumda hainden az hallicedir.
Sömürgelerin antiemperyalist mücadelesi — ama sübjektif değil objektif anlamıyla; antiemperyalizmi beyan etti diye değil mücadele muhtevası gereği emperyalizmi zayıflatacağı için. Çünkü sömürge ve yarısömürge ülkelerde milli mücadele tanım itibariyle bağımsızlık için ve emperyalizme karşı verilir; emperyalizmin işbirlikçisi bir milli mücadele olamaz. Bu nedenle, proletaryanın taktiği bu hareketleri desteklemek olmalıdır: “Böyle ülkelerde ortaya çıkabilirse proletarya partilerinin köylü hareketiyle belli ilişkiler içinde olmaksızın, onu gerçek anlamda desteklemeksizin bu geri kalmış ülkelerde komünist taktiği ve komünist siyaseti uygulayabileceklerini düşünmek ütopya olur.” Ne ki, bu noktada hangi burjuva-demokratik hareketin destekleneceği sorusu ortaya çıkar: reformist olan mı, devrimci olan mı? Çünkü: “Sömürücü ve sömürge ülkelerin burjuvazisi arasında belli bir yakınlaşma ortaya çıktı, öyle ki… çoğu durumda, bu burjuvazi milli hareketi destekliyor olsa bile aynı zamanda emperyalist burjuvaziyle mutabakat içinde, yani onunla birlikte bütün devrimci hareketlere ve devrimci sınıflara karşı mücadele ediyor.” Bu nedenle “burjuva-demokratik” yerine “milli-devrimci” ifadesi konulması gerektir. (41/244)
LENİN’İ WILSONLAŞTIRMAK
Milletlerin kendi kaderini tayin hakkı meselesinde Lenin’i Wilsonlaştırmak, ondan farksız kılmak, iddia sahibinin meşrebine göre küflü bir Wilson’a dönüşmüş bu Lenin’e dayanarak kendi işbirlikçi milliyetçiliğini savunmak veya bu tepetaklak edilmiş Lenin’i bütün günahların keçisi ilan etmek adetten oldu.
ABD’nin tarihi boyunca belki de Franklin Roosevelt ile birlikte en “solcu” başkanı saymak gereken Wilson’un 8 Ocak 1918 tarihli 14 “prensibinin” özü, ikinci ve üçüncü maddede ifade edildiği gibi, bütün suyollarının barış ve savaş zamanlarında açık tutulması (on ikinci madde özel olarak, Boğazların bütün ülkelerin gemilerine ve ticarete açık olması gerektiğini de vurgular) ve ticaretin önündeki bütün engellerin kaldırılmasından ibarettir. Önemlidir bu; zira, ilki sözkonusu olduğunda, daha Potsdam’dan beri Montreux konvansiyonunun aşındırılması hedefinin arkasında da aynı değişmez amaç yatmakla kalmaz; ikincisi sözkonusu olduğunda, 1939’da Hitler’in “ekonomi dehası” Wohltat’ın farkında olmadan (ne yazık ki kadri bilinmiyor) fikir babalığını yaptığı Dünya Ticaret Örgütü de aynı gerekçeye sığınır.
BİRLİK VE PARÇALANMA; LENİN VE WILSON
Lenin’in kendi kaderini tayin hakkı anlayışı gönüllü birliği öngörüyordu; hakkın kabulü, gönüllü birliklerin kurulması için gerekliydi. Wilson’un kendi kaderini tayin hakkı anlayışı birliklerin parçalanmasını öngörüyordu; hakkın kabulü, bağımsız devletlerin parçalanması için gerekliydi. Bu nedenle ilki Rusya’nın halklarının birlik sınırları içinde birleşmesinin ardından bu birliği korumayı, ikincisi ise bu birliği parçalamayı görev bellemişti. Sovyet Rusya’ya emperyalist müdahalesinin bütün aslı astarı bundan ibaretti ve Wilson için bu, kendi kaderini tayin hakkını gerçekleştirme görevinin gereğiydi; Sovyet Rusya’nın emperyalistlerin ortak müdahalesini püskürtmesinin aslı astarı da bundan ibaretti ve Lenin için bu, gerçekleşmiş kendi kaderini tayin hakkını koruma görevinin gereğiydi. Eğer devrim, yani antiemperyalizm davası milletlerin ayrılığını gerektiriyorsa (emperyalist ülkelerde gerektiriyordu; Avusturya ve Rusya’da gerektirmişti) ve eğer bu ülkelerde sosyalist hareketler ortaya çıkmaya fırsat buldularsa, bu hareketler ayrılıktan yana olmalıydılar; yok eğer devrim davası birliği gerektiriyorsa, bu ülkelerin sosyalist hareketleri birlikten yana olmalıydılar. Finlandiya, Polonya, Baltık vb. birinci durumdaydı; ama herhalde Polonya’da Britanya hava üssü, Baltık’ta Fransız füzeleri, Finlandiya’da Amerikan nükleer silahları… olsaydı bu ülkelerin sosyalistlerinin ayrılıktan yana olması düşünülemezdi bile, çünkü, tekrar etmeli, ana halka her zaman emperyalizmdi ve bugün de öyledir.
Lenin’in daha 24 Ocak 1919’da o sırada Devrimci Askeri Sovyet başkanı olan Troçki’ye çektiği bir telgraf var. Orada Wilson’un Rusya’da iç savaşın taraflarına bir mütareke teklifi yaptığından (İstanbul’da Adalarda bir konferans planlanıyordu), “Rusya’nın bütün hükümetlerini” toplantıya çağırdığından söz eder ve şöyle der: “Korkarım ki aksi takdirde hiçbir şeyi elinde tutma umudu olmadığından Sibirya’yı ve güneyin bir bölümünü kendisi için emniyete almak istiyor.” (50/247) Ve bu nedenle henüz beyazların, yani karşıdevrimci hükümetlerin kontrolü altındaki bir dizi şehrin bir ay içinde ele geçirilmesi için talimat verir. Sibirya’nın bağımsızlığı meselesi daha iç savaştan önce, Kurucu Meclis sırasında Sibirya delegeleri tarafından gündeme getirilmiştir (ve bunlar kendilerini Rus değil Sibir olarak tanımlıyorlardı); daha Ekim Devrimi’nin hemen ardından Güneydoğu Kazak Kıtaları Birliği adı altında kendilerini Rus değil Kazak sayan bir hükümet kurulmuştur, vb. Ama bolşevikler hiç de bunların bağımsızlık talebini destekliyor değillerdi, çünkü devrimci Rusya’nın birliği sağlanmak zorundaydı, oysa şimdi milliyetçilik devrimin önünde engeldi.
Wilson için Rusya’daki karşıdevrimci hükümetlerin desteklenmesi kendi kaderini tayin hakkının sonucuydu — değil mi ki bunlar kendi kaderini tayin etmek istiyorlardı! Lenin için hangi milli argümanla yola çıkmış olursa olsun karşıdevrimin bastırılması ve Sovyet Rusya’nın birliğin sağlanması proletaryanın temel göreviydi.
Bu görüşlerde henüz şu sorunun cevabı yoktur: peki ama, sömürge ve çokuluslu bir ülkede emperyalizme karşı ortak bağımsızlık mücadelesi yerine etnik kompozisyonu oluşturan halklardan biri bağımsızlık isterse sosyalistler bu talebi desteklemeli mi? Cevabı yoktu, çünkü soru yoktu. Bu sorunun ortaya çıktığı tarihi şartlar daha sonraki bir döneme aittir, ama ana halka, emperyalizm, değişmiş değildir. Pek çok ülkede her biri kendi meşrebince pek çok milliyetçi hareket ortaya çıkabilir, ancak tanımı gereği emperyalizm yanlısı bir bağımsızlık hareketi olamaz. Herhangi bir hareket emperyalizmi güçlendiriyorsa siyasi olarak gericidir; bu hareketi ortaya çıkaran halkın halk olarak varlığı ve bu kapsamda kendi kaderini tayin hakkı da (her şey bir yana, BM üyesi bütün ülkeler BM şartını tanımakla bunu taahhüt etmişlerdir zaten) tabiatı gereği vardır, ama boşanma hakkı ille de boşanmayı gerektirmez. Kadına yönelik pozitif uygulamalar kadının bütün taleplerinin peşinen haklı olduğu anlamına gelmez. Böyle bir milliyetçiliğin ayrılma talebi savunulamaz. Neticede ayrılıp ayrılamayacağı ise ancak tarafların bu mücadelede ödeyecekleri bedeli ne kadar göğüsleyebileceğine bağlıdır.
Bir hakkın varlığı onun kullanılmasını gerektirmez. Millet yekpare değildir, fikirleri değişmez değildir, bir millet belli tarihi şartlarda ve belli siyasi önderlikler altında emperyalizmin mandaterliğini de isteyebilir, bir milletin fertlerinin büyük çoğunluğu, yani sadece burjuvazi değil aynı zamanda işçiler, köylüler ve küçük burjuvazi de emperyalizmin kuklası olmak isteyebilir; ama millet öyle istiyor diye bu istek meşru değildir. Siyasetteki her şey gibi kendi kaderini tayin hakkı da bir öncelikler sıralamasından başka bir şey değildir. “… hangisi daha yüksek: milletlerin kendi tayin hakkı mı, sosyalizm mi? Sosyalizm daha yüksek.” (35/352) Marksistlerin görevi bu durumda milletin isteğini kutsal kabul edip boyun eğmek değil o isteği ortaya çıkaran siyasi önderliklerle mücadele etmektir.
Lenin’in “Amerikan milyarderlerinin başı, kapitalistlerinin, köpekbalıklarının hizmetkârı,” (37/59) dediği Wilson iç savaş yıllarında Sovyet Rusya’nın emperyalist güçlerce işgali hareketinin başlıca örgütleyicilerinden biridir. Küçük milletlerin millilik adına emperyalizmin manivelası haline gelmesini tartışırken Lenin şöyle demişti: “Eğer Wilson’la savaşıyorsak ve Wilson küçük bir milleti kendi silahına dönüştürüyorsa şöyle deriz: biz bu silahla savaşıyoruz.” Savaş bir defa başladıktan sonra bu küçük milletin hangi niyetle kendisini silaha dönüştürdüğü pek az önem taşır; önemli olan tek şey bize, yani Sovyet iktidarına, yani proletaryanın enternasyonalist mücadelesine, yani antiemperyalizme karşı sıkılmakta olmasıdır. “Bize birlik gerek,” diyordu aynı yerde Lenin; ve kendi kaderini tayin hakkının kabulü bu gönüllü birliğin tesis edilmesi için şarttır. (38/184)
* Parantez içindeki sayılar Bütün Eserler (Rusça baskı) cilt ve sayfa numarasına göndermedir.
İlginizi Çekebilir
-
Esad’ın düşüşü ‘Direniş Ekseni’ için ne anlama geliyor?
-
Alman gazeteci Thomas Fasbender: Kralsız bir interregnum içindeyiz
-
Yunanistan’da “Holodomor” kavgası: Ukrayna elçiliğinden açıklama
-
“Avrupa, ABD’nin eklentisi olarak kalırsa, dünyanın önemsiz bir parçası haline gelecek”
-
Alman Demokratik Cumhuriyeti: Kadın özgürleşmesinde ileriye doğru büyük bir adım
-
Donald J. Trump’ın ideolojisi
8 Aralık’ta, Suriye muhalefet koalisyonu ve “Suriye Milli Ordusu” Şam’ı ele geçirip kontrol altına aldıklarını açıkladı. Aynı gün, Rusya’da sürgünde olan Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad istifa ettiğini ve eski hükümetin barışçıl bir şekilde muhalif güçlere teslim olmasını emrettiğini duyurdu. 10 yıllık iç savaşın zorluklarına dayanmış olan Esad rejiminin yalnızca 12 gün süren bir saldırıyla yıkılacağı kimsenin aklına gelmezdi. Rejim, hayal bile edilemeyecek bir hızla çöktü ve Esad ailesinin Suriye üzerindeki yarım yüzyıllık hâkimiyetine son verdi.
Kasım ayı sonunda patlak veren “Suriye Savaşı 2.0″ın gelişimine baktığımızda, Esad rejiminin yalnızca muhalifler tarafından değil, aynı zamanda İsrail ve Türkiye tarafından mağlup edildiği, Rusya ve İran gibi uzun süre destek veren ülkeler tarafından terk edildiği görülebilir. Ancak nihayetinde Esad rejimi kendi yetersizliği yüzünden yenildi. Özetle, karmaşık ve çok yönlü faktörler Esad rejiminin tarihi bir çöküşe sürüklenmesine neden oldu.
27 Kasım’da, İdlib eyaletinde üslenen muhalif gruplar ani bir saldırı başlattı. Sadece iki gün içinde hükümet güçlerinin savunma hatlarını kırdılar, Halep vilayetine girdiler ve vilayet başkenti Halep’i ele geçirdiler. Sekiz yıl boyunca Şam’ın kontrolünde olan bu kuzeydeki büyük şehir tekrar el değiştirdi. Bir hafta sonra, isyancılar saldırılarını güneye doğru genişletti, birbiri ardına Hama ve Humus’u kolaylıkla ele geçirerek sonunda başkent Şam’ı da aldılar.
Suriye ordusu, 12 gün içinde rejimi savunmaya yönelik hiçbir büyük çaplı veya organize direniş sergileyemedi. Rusya ve İran, oldukça zayıf olan isyancı ittifakını püskürtmek için kayda değer hiçbir destek sağlamadı. Lübnan Hizbullahı, Şam’ın düşmek üzere olduğu sırada sadece 2.000 silahlı kişiyi destek için gönderdi ancak bu güçler kısa sürede geri çekilmek zorunda kaldı. Irak Halk Seferberlik Güçleri ise yardım etmeyeceklerini açıkça belirtti. Kısacası, “Suriye Savaşı 1.0” sırasında Esad rejimini savunmak için her tarafın seferber olduğu durum tamamen ortadan kalkmıştı. “Direniş Ekseni” veya “Şii Hilali,” Doğu Akdeniz’in batı kanadında tamamen çökmüş ve Rusya ile İran, bu bölgedeki stratejik varlıklarını kaybetmişti.
Ülke ve rejimin bir kez daha kaderinin dönüm noktasında olduğu bu süreçte, Halep’ten Hama’ya, Hama’dan Humus’a, oradan da Şam’a kadar, Suriye ordusunun hayatî bir direnişi veya etkili bir savunması görülmedi. Halkın silahlanarak isyancıların ilerleyişini durdurduğu da gözlenmedi. Aksine, askeri moralin dağılması ve halkın desteğini tamamen kaybetmesi, rejimin kendi iç dinamikleriyle çöktüğünü gösterdi. Bu durum, dört yıl önceki rejim savunma savaşlarından tamamen farklı bir manzara sergiliyordu. Üstelik karşılarındaki düşmanlar ne aşılmaz bir güce sahipti ne de uluslararası meşruiyet kazanmıştı.
Muhalif güçlerin çekirdeğini oluşturan koalisyonda, Türkiye destekli “Suriye Milli Ordusu,” Suriye’nin kuzeybatısındaki Afrin’de üslenmiş ve operasyonlara katılmıştı. Koalisyonun ana gücü ise Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) idi. Bu örgüt, El Kaide’nin Suriye kolu olan ve daha sonra bağımsız bir oluşuma dönüşen “El Nusra Cephesi”nden doğmuştu. Örgütün terör geçmişi ve mevcut faaliyetleri nedeniyle, Birleşmiş Milletler, ABD ve Türkiye tarafından terör örgütü olarak tanımlanmıştı. Diğer yandan “Suriye Milli Ordusu,” Türkiye tarafından desteklenen bir vekil güçtü. Bu güç, Afrin bölgesindeki Kürt ayrılıkçı grupları bastırmayı, bu grupların Suriye’nin kuzeydoğusundaki Kürt kuvvetleriyle birleşmesini önlemeyi ve Türkiye’nin kuzey Suriye’de oluşturduğu “güvenli bölge”yi sağlamlaştırmayı amaçlıyordu. Ayrıca Türkiye sınırını geçen Kürt ağlarını keserek Türkiye’deki Kürt isyanlarını ve ayrılık hareketlerini bastırıyordu.
Suriye hükümet güçlerinin, kuzeybatıdan gelen isyancılar karşısında bu kadar kolay bir şekilde çökmesi şaşırtıcıydı. Ancak bölgenin jeopolitik dengelerini dikkatlice incelediğimizde, bu olayın kaçınılmaz olduğu anlaşılabilir.
İlk olarak, çeşitli muhalif gruplar, uzun bir süre sessiz kalarak kendilerini toparladı ve savaş yeteneklerini önemli ölçüde geliştirdi. Rusya ve Türkiye’nin arabuluculuğuyla Mart 2020’de sağlanan ateşkesten sonra, Suriye’nin kuzeybatısında üslenmiş olan muhalifler dört yıl boyunca pusuya yattı ve tekrar ayağa kalkmak için doğru anı bekledi. Hükümet güçlerinin zayıfladığını veya savunma hatlarının gevşediğini fark eder etmez, ateşkesi bozarak kendi kontrol alanlarını genişletmeleri, savaş yoluyla kaynak elde etmeleri ve güçlerini artırmaları kaçınılmazdı.
İkincisi, dört yıl süren ateşkes, Suriye hükümetinin kuzeybatıdan gelebilecek tehditlere olan stratejik önemini göz ardı etmesine neden oldu. Özellikle Halep gibi en büyük şehir ve stratejik giriş kapısının yeterince savunulmadığı anlaşıldı. Suriye rejimini destekleyen Rusya’nın bölgedeki askeri varlığı ve İranlı danışmanlar, isyancıların toparlanıp karşı saldırıya hazırlandığına dair istihbarat toplamada, tehdit değerlendirmelerinde ve savaş hazırlıklarında ciddi stratejik hatalar yaptı. Çatışmalar başladıktan sonra, Rusya, Suriye’deki askeri komutanı Sergei Kisel’i görevden alarak yerine Alexander Chaiko’yu atadı. Bu, yapılan hatalardan dolayı bir hesap verme hamlesiydi.
Üçüncüsü, bir yılı aşkın süredir devam eden “Altıncı Ortadoğu Savaşı,” bölgedeki karmaşık jeopolitik ilişkileri daha da karmaşıklaştırdı. Özellikle İsrail, “İkinci Lübnan Savaşı” sırasında Hizbullah’ı ağır bir şekilde zayıflatmış ve Suriye’deki İran askeri varlığını daha da azaltmıştı. Bu durum, isyancı grupların kuzeybatıdan yeniden güçlenip ilerlemesi için uygun bir fırsat yarattı. Rus Gazeta’ya göre, Halep’in savunması esasen Suriye Cumhuriyet Muhafızları’nın 32. Tugayı, yerel milisler ve İran Devrim Muhafızları tarafından sağlanıyordu. Ancak bu güçlerin önemli bir kısmı, Suriye çöllerindeki “İslam Devleti”nin yeniden aktifleşen hücrelerini bastırmak için bölgeden çekilmişti. Bu durum, kuzeybatı savunmasını tamamen zayıflatmıştı. Ayrıca İsrail’in Halep’in banliyölerine yönelik sık sık düzenlediği hava saldırıları, kalan savunma güçlerini darmadağın etmiş ve savunma hatlarını daha da kırılgan hale getirmişti.
Dördüncüsü, İsrail, Lübnan ile ateşkes yapmadan hemen önce, Suriye-Lübnan sınırındaki önemli kara geçişlerini bombalayarak, Hizbullah’ın Suriye üzerinden İran ile kara bağlantılarını kesti. Bu durum, “Şii Hilali” ve “Direniş Ekseni”nin batı kanadını yok etmekle kalmadı, aynı zamanda Suriye isyancı gruplarını cesaretlendirerek zayıflıkları fırsata çevirmelerine olanak sağladı.
Beşincisi, daha geniş bir stratejik bağlamda, Ukrayna’daki savaşın uzaması ve Rusya ile NATO arasındaki gerilimin savaşın eşiğine gelmesi, Moskova’nın Suriye gibi nispeten daha az önemli bir alanda dikkatini dağıttı. Aynı şekilde, İran da bir yılı aşkın süredir İsrail’le karşı karşıya gelmiş ve “direniş ekseni”ni sürdürmek için “yedi cephede” mücadele etmekteydi. Bu nedenle Suriye’ye odaklanmakta ve isyancı grupların yeniden harekete geçme riskini öngörmekte başarısız oldu.
Altıncı olarak, “Astana Süreci” ülkeleri (Rusya, İran ve Türkiye) yaptıkları müzakereler sonucunda Esad rejimini terk ederek “Esad sonrası Suriye” için bir çıkar değişimi yapma kararı aldılar. Bu çatışma patlak verdikten sonra, Rusya ve İran, Esad rejiminin yeniden çöküşün eşiğine gelmesine rağmen yardım eli uzatmadılar. Bunun yerine eski müttefiklerini terk ederek, Türkiye ile “Astana Süreci”ni yeniden canlandırdılar ve Esad rejiminin tabutuna son çiviyi çaktılar.
Düşmanlıkların yeniden başlamasının ardından, Suriye, Rusya ve İran, isyancıların karşı saldırısını İsrail ve ABD’nin organize ettiği suçlamasında bulundular. Suriye iç savaşına derinden müdahil olan Türkiye, birkaç gün sessiz kaldıktan sonra Esad rejiminin devrilmesini desteklediğini resmen açıkladı. Aslında, “Suriye Savaşı 2.0″ın hızlı ilerleyişi ve isyancıları destekleyen farklı aktörlerin rolleri, karmaşık bir çıkarlar ve hesaplamalar ağına işaret ediyor.
Birincisi, ABD isyancıların arkasındaki kışkırtıcı veya itici güç değildi. Çatışmanın başından itibaren ABD, saldırılarla hiçbir ilgisinin olmadığını vurguladı ve kamuoyu önünde Türkiye’ye baskı yaptı. İsrail’in Jerusalem Post gazetesine göre, ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ı arayarak, “Suriye Milli Ordusu”nun saldırılarını sınırlamasını ve Suriye’deki istikrarı sağlamasını istedi. ABD, Rusya’ya yakın duran ve İran’la “Direniş Ekseni”nin bir parçası olan Esad rejiminden hoşlanmasa da, Suriye’nin yeni bir kaosa sürüklenmesini istemiyor. Böyle bir durum, radikal ve terörist güçlerin yeniden büyümesine olanak tanıyabilir ve ABD’yi Ortadoğu’da başka bir terörle mücadele savaşına zorlayabilir. 2 Aralık’ta AFP, ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsünün, ABD’nin hiçbir koşulda HTŞ gibi bir terör örgütünü desteklemeyeceğini söylediğini aktardı. Reuters, ABD’nin Suriye’deki durumu istikrara kavuşturmak için taraflara çağrıda bulunduğunu ve aynı zamanda Suriye ile İran arasındaki ilişkileri zayıflatmak amacıyla Suriye’ye uygulanan yaptırımları kaldırmayı düşündüğünü bildirdi.
İkincisi, Türkiye, isyancıların büyük çaplı saldırılarında ana itici güçlerden biriydi. Türkiye’nin desteği veya sessiz onayı olmadan, “Suriye Milli Ordusu”nun “Suriye’nin Kurtuluşu” koalisyonu gibi güçlerle koordinasyon sağlaması mümkün olmazdı. Türkiye uzun zamandır, Suriye hükümetinin muhalefetle diyalog kurması ve kapsayıcı bir hükümet oluşturması gerektiğini savunuyor ve aynı zamanda Şam ile ilişkilerin normalleşmesi için diyalog çağrısında bulunuyordu. Ancak Suriye hükümeti, kuzeybatıdaki silahlı grupların tamamını terör örgütü olarak sınıflandırıyor ve Türkiye’nin Suriye’nin kuzey topraklarını işgal etmeye devam ettiği gerekçesiyle diyalogu reddediyordu. Analistler, Türkiye’nin bu yeni çatışma dalgasını, Şam hükümetine boyun eğdirme veya hatta devirmeye yönelik bir fırsat olarak gördüğünü ve böylece Esad sonrası dönemde daha fazla söz sahibi olmak ve yeni Ortadoğu jeopolitik haritasını şekillendirmek istediğini belirtiyor.
Üçüncüsü, İsrail, “Direniş Ekseni”ni zayıflatmada ve çatışmaları tırmandırmada önemli bir rol oynadı. “Suriye Savaşı 1.0” sırasında, aşırılıkçı ve terörist örgütler, Suriye ve İsrail arasındaki düşmanlığı ve Suriye ordusunun İsrail ateşkes hattı yakınında ağır silah kullanmama eğilimini kendi lehlerine kullanmışlardı. Analistler, bu çatışmada isyancıların ağır silahlar, insansız hava araçları ve gelişmiş elektronik harp tekniklerini kullanmasının İsrail’in istihbarat teşkilatlarının müdahalesini gösterdiğini düşünüyor. Her iki tarafın da ortak bir düşmanı vardı: Suriye hükümeti ve onun müttefiki olan “Direniş Cephesi.” İsrail, saldırılarla resmi bir ilgisinin olduğunu reddetse de, iki taraf arasındaki örtük bir anlayış açıkça görülüyor. Suriye’deki çatışmaların yeniden başlaması, İsrail’in “Direniş Ekseni”nin dikkatini ve kaynaklarını başka yönlere dağıtmasına olanak tanıyarak İsrail’e kuzeydoğu ve İran’dan gelen baskıları azaltma imkânı tanıdı. 8 Aralık’ta İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, Esad rejiminin çöküşünü “İsrail’in İran ve Hizbullah’a karşı yürüttüğü operasyonların doğrudan bir sonucu” olarak nitelendirdi ve “Bu durum, tüm Ortadoğu’da bir zincirleme reaksiyon başlattı” dedi.
Dördüncüsü, Ukrayna da bu çatışmaya müdahil olmakla suçlandı. 3 Aralık’ta Rusya’nın Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi, Ukrayna istihbarat teşkilatlarını Suriye isyancılarına silah sağlamak, eğitim vermek ve Suriye’deki Rus hedeflerine yönelik operasyonlar düzenlemekle suçladı. 4 Aralık’ta Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Maria Zaharova, Ukrayna hükümetinin doğrudan Suriye isyancılarının saldırısına müdahil olduğunu öne sürdü. Ukrayna bu suçlamalara karşı sessiz kaldı ve üçüncü taraflarca Ukrayna istihbaratının bu çatışmaya müdahil olduğuna dair hiçbir kanıt sunulmadı. Ancak teorik olarak, Rusya’yı Ortadoğu’da ikinci bir cephe açmaya zorlamak, Ukrayna’nın doğudaki askeri baskısını hafifletebilirdi.
“Şii Hilali” ve “Direniş Ekseni”nin kilit bir devleti olan Suriye’deki çatışmanın evrimi, büyük sonuçlar doğurabilir. Daha önce Şam hükümetine yardım için asker gönderen Hizbullah ve Irak Halk Seferberlik Güçleri, bu kez sınır ötesine asker göndermeyeceklerini açıkladılar. İran, Suriye hükümetinin talep etmesi halinde asker göndermeye hazır olduğunu defalarca ifade etse de, somut bir adım atılmadı. Rusya da Suriye hükümetine desteğini sürdüreceğini açıkladı. Ancak, mevcut güçlerini ve ekipmanını isyancı saldırılarını püskürtmek için kullanmak dışında, Doğu Akdeniz’de füze tatbikatları düzenleyerek caydırıcılık sağlamak dışında, Rusya’nın “Suriye Savaşı 1.0” sırasında olduğu gibi büyük çaplı bir askeri müdahale yapacak ne isteği ne de kapasitesi kaldı.
Esad rejiminin çöküşü, Suriye halkı için bir zafer değil, daha çok hükümetin beceriksizliğinin ve dış müdahalenin birleşik bir sonucudur. Şam’da rejim değişikliği, Suriye’de uzun vadeli barış ve istikrarın başlangıcı anlamına gelmeyebilir; aksine, yeni bir güç mücadelesinin başlangıcı olabilir. Suriye’nin batısı, merkezi ve güneyi artık HTŞ ve “Suriye Milli Ordusu”nun kontrolü altında; kuzeyi Türkiye’nin “güvenli bölgesi” tarafından yönetiliyor; doğu ve kuzeydoğu ABD destekli Kürt güçlerinin elinde; güneybatıdaki Golan Tepeleri ise uzun süredir İsrail işgali altında. Geçen hafta boyunca İsrail, Suriye tarafındaki birkaç stratejik noktayı ele geçirerek savunma çevresini daha da genişletti… Bu “parçalanmış” Suriye, dış müdahalelere karşı savunmasız kalmaya ve daha belirsiz bir gelecekle yüzleşmeye devam edecek.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Ortadoğu’daki aktörlerin rasyonel pozisyonları: Hizbullah, İran, Rusya ve milli birliğini tamamen kaybeden Suriye halkı.
Yedi yılda küllerinden doğduktan sonra yedi günde yok olan bir devlet. Bağımsız devletlerin varlığını gizlemek için adına federasyon denilmiş bir tür quasi-devlet.
Her halükârda bunlar gene de teorik tartışmalar sayılabilir. Ancak gelinen noktada tek bir şey, hiçbir analize gerek bırakmayacak kadar aşikârdır: Filistin İhvan’ı Hamas’ın 7 Ekim saldırısı, Gazze’de önüne koyduğu siyasi ve askeri hedeflerin hiçbirisini gerçekleştiremediği gibi bu saldırıyla tetiklediği olaylar serisi (Ceyda Karan’ın deyişiyle) ilk jeopolitik sonucunu Suriye’de doğurmuş, hatta daha da ileri giderek ilk stratejik yenilgiye Suriye’de yol açmıştır. Suriye devletinin bütünüyle dağılmasıyla birlikte stratejik yenilginin tersine çevrilmesinin mümkün olmadığı ortaya çıktı; artık durdurulması da mümkün değildir.
Bugünden bakınca Filistin İhvan’ı Hamas’ın arkasında hizalanarak saldırıyı kayıtsız şartsız meşru kabul edenlerin söyledikleri bütün anlamını kaybetmiş ve sadece siyasi yanılgıların ne tür felaketlere yol açabileceğinin yeni, trajik bir örneği haline gelmiştir.
Böylece, Filistin İhvan’ı Hamas’ın 7 Ekim saldırısının tetiklediği olaylar serisi şu sonuçlara yol açmıştır:
1) Gazze’de mutlak yenilgi.
Saldırı, Gazze’de koyduğu hedeflerin hiçbirine ulaşamamıştır.
Halkların belleği zayıftır, fırtınalar içinde geçen süreçlerde yaşama kaygısı öne çıktıkça bellek daha da zayıflar. Ama bu hedefleri hatırlamalıyız: a) Rehineler yoluyla Filistinli tutsakların kurtarılması. Bu, Filistinli güçlerin rehine siyasetinin temelidir. b) “Mescid-i Aksa oldubuttilerine son vermek”. c) “Gazze ablukasını hafifletmek”. Bu son ikisi, Yahya Sinvar’ın 7 Ekim’in ardından deklare ettiği hedeflerdir. Bunların ilki zaten pratik bir sonuç doğuramazdı, esasen propagandif bir amaçtı; ancak gerçek askeri amaç, ikincisiydi. Peki sonuç nedir? Gazze’nin taş üstünde taş bırakılmamacasına tamamen yıkımı. Kuzeyinin insansızlaştırılması. Büyük bir çoğunluğu sivil, 40 binin üzerinde ölü.
Bu sürecin sonu herhangi bir savaşın “pozitif” sonucuna yol açacaktır: düşmanın (Gazze halkının) tam bir imhası, bölgenin tamamen insansızlaştırılması veya Gazze’deki silahlı güçlerin tamamen yok edilmesi. Bu artık büyük ölçüde tamamlanmış bir süreçtir ve kalanı da mart ayında hiç değilse bazı ülkelerin prensip anlaşmasına vardığı ortaya çıkan, Filistinli mültecilerin ülkelere göre paylaşım planına göre “temizlenecektir”.
2) Hizbullah’ın istemediği, hazır olmadığı ve kendi yenilgisine de yol açabileceğini bildiği bir savaşa çekilmesi.
Filistin direnişini bütün enerjisini vererek destekleyen ve bu bağlamda Hamas’ın (çok sevdiği için değil; sadece Filistin halkının iradesinin tek temsilcisi haline gelmiş olduğu kabulüyle, yani fiili durumdan yola çıkarak) destekçisi bir dostum, Suriye silahlı kuvvetlerinin tamamen dezorganize olduğunun artık kör gözüm parmağına ortaya çıktığı gün yaptığımız bir konuşmada, Hizbullah önderi Hasan Nasrallah’ın üstelik de Hizbullah’ın zaferiyle biten 2006 savaşından sonra yaptığı bir konuşmayı hatırlattı; Nasrallah o zaman şöyle demişti: “Sonuçlarını öngörmüş olsaydık bu işe girişmeden önce iki defa daha düşünürdük.”
Nasrallah Ortadoğu’nun yakın tarihinin gördüğü göreceği en nitelikli önderdi, ne yazık ki bu toprakların yakın zamanda Nasrallah gibi bir başka önder daha bulması çok güç görünüyor. Hizbullah liderinin 3 Kasım 2023’te yaptığı konuşma, ondan İsrail’e karşı savaş ilanı bekleyenlerde hayal kırıklığı yaratmıştı; Nasrallah bu konuşmada rakamlar vererek İsrail’le zaten sürekli bir çatışma halinde olduklarını vurgulamış, ancak doğrudan savaş ifadesini kullanmaktan kaçınmıştı. Dahası, ölümünden sadece iki hafta önce, çatışmanın geleceğinin Hizbullah kuvvetleri ve Lübnan halkı için yaratacağı tehlikelerin tamamen farkında olarak, faşist Netanyahu hükümetiyle Hizbullah kuvvetlerini sınır hattından uzaklaştırma karşılığında Gazze’ye saldırıların durdurulması anlaşmasını yapmaya hazır olduğunu da biliyoruz.
Başka deyişle Nasrallah, olanca temkinliliğine rağmen; Filistin, kendi kuvetleri ve Lübnan halkı karşısındaki sorumluluklarını dengeleyerek çatışmaya girmekten kaçındığı halde neticede bunu yapmak zorunda bırakıldı ve bu kendi ölümüne yol açtı.
Buna bir de pager patlamalarıyla iki bine yakın savaşçısının parmaklarını veya ellerini kaybetmesi, yani savaş yetilerini kaybetmesi eklenmelidir.
3) İran’ın çatışmaya çekilmesi.
İran’ın bu çatışmanın dışında kalamayacağı zaten belliydi, zira “direniş ekseni” denen şeyin ideolojik merkezini Filistin meselesi teşkil ediyordu. Dolayısıyla bu mesele İran’ın dış siyasetinin de omurgasıydı. Ancak İran’ın tutumu, askeri bir desteğin çok ötesine geçti ve kayıtsız şartsız ideolojik-siyasi angajman haline geldi. Başka deyişle İran, otuz senedir oluşturmaya çalıştığı ve etkili bir güç haline getirmeyi de başardığı eksenin geleceğini bütünüyle 7 Ekim sonrası ortaya çıkan tabloya bağladı.
Bu, bugünkü bozgunu yaratan bir dizi stratejik hatanın en önemlilerinden biridir; nedeni, İran’ın, Hamas’ı bu eksen içinde kendi amaçları için kullanabileceği, ortak çabaları koordinasyonun çok ötesine geçen bir kaldıraç olarak kullanma hedefidir. İttifaklarınız ancak taraflarının güçleri oranında önem taşır; yıkımın eşiğindeki bir gücü ittifak siyasetinizin temeline oturtursanız bu siyaset kaçınılmaz olarak çöker. Böylece İran’ın İsrail içlerine yaptığı ve askeri açıdan kesinlikle sonuç alıcı olan iki dalga füze saldırısı da siyasi tabloyu değiştiremedi ve zaten değiştiremezdi de; bu sayede faşist Netanyahu yönetimi siyasi inisiyatifini yakın zamanda kaybetmemecesine tahkim etti.
4) İsrail toplumunun Filistinlilerle birlikte yaşamaya açık kesiminin marjinalize edilmesi.
Elbette, İsrail toplumuyla bir arada yaşamanın ilanihaye mümkün olmadığını, çünkü bu toplumun bütünüyle hırsız, bütünüyle çapulcu, bütünüyle militarize edildiği düşüncelerinin yaygın olduğunu biliyorum. Oysa ne İsrail toplumu mutlak kötülüktür, ne Filistin toplumu mutlak iyiliktir. Temel ilke: mutlak diye bir şey yoktur.
Yukarıda yazdığım gibi, solda da yaygın bu düşünceler, o yüzden hepsi de kendi dönemine bugünkünden daha uygun olsa bile aslında o zamandan yanlışlanmış olan 1924 model Sultan-Galiyev veya 1950 model Çu Enlay tezlerini yeni baştan ısıtıyorlar ve dahası, bunun da farkında değiller ve yeni bir şey keşfettiklerini sanıyorlar. Bunlar doğru değildir. Bir toplumun olduğu her yerde sınıflar vardır, sınıfların olduğu her yerde mücadeleler vardır, mücadelenin olduğu her yerde ittifak olanakları vardır. Toplumlara toptancı yaklaşılamaz.
Ama toptancı yaklaşıldı: 7 Ekim saldırısının yapıldığı bölgelerin İsrail’in geleneksel olarak “solcu” (bu kavramı şartlı kullanıyorum) bölgeleri olması, saldırının yıkıcı etkisini pekiştirdi. Yakın zamanlı kamuoyu araştırmaları genç nüfusun Netanyahu’nun arkasında durduğunu, yani faşist yönetimin toplumun sadece hep olduğu gibi dinci-gerici kesimlerini değil en dinamik kesimlerini de konsolide etmeyi başardığını gösteriyor. Bu, Filistin halkı lehine bir umut varsa bile onu karartan faktörlerden biridir.
5) Hizbullah’ın siyasi yenilgisi.
İsrail’in Lübnan’ın güneyinde giriştiği işgal hareketinin başarısızlığı genellikle Hizbullah’ın zaferi olarak sunuluyor. Bu yanlıştır. Birincisi, gerçekte uygulanmayan, ancak tarafların kâğıt üstünde uygulanabilirmiş gibi yaptığı anlaşma zaten Netanyahu yönetiyle Nasrallah arasında varılmış, ne var ki Tel Aviv’de iktidar kavgalarıyla paçavraya çevilmiş olan anlaşmaydı. Oysa o kabulün arkasından paçavraya çevirenler hiçbir bedel ödemedikleri gibi Lübnan’ın güneyinin altyapısı yerle bir edildi, Nasrallah öldürüldü ve Hizbullah kuzeye çekilmek zorunda bırakıldı. Bu şartlarda Hizbullah için zafer şöyle dursun pat durumundan bile söz edilemez. Nasrallah önderliğinde 2006 savaşının muzaffer gücü, milli birliği daha 1984’te parçalanmış olan Lübnan’ı az çok bir millet olarak tutan Hizbullah, tam da bu nedenlerle, herhangi bir silahlı çatışmada pat durumunu kabul etse bile bu onun için siyasi yenilgi sayılırdı; oysa şimdi sözümona Amerikan garantörlüğünde, yani hiç şüphesiz Amerikan yönetimi İsrail’in ihlallerine göz yumsun ve imkân sağlasın diye yapılmış bir anlaşma, düpedüz yenilgidir.
Öte yandan, İsrail’in askeri bir zafer kazanamadığı da doğrudur — ama siyasi zafer veya hiç değilse siyasi inisiyatifini pekiştiren bir kazanım elde ettiği yerde askeri zafere kimin, neden ihtiyacı olsun?
6) Suriye’ye saldırıda sahadaki geleneksel (ve yegâne) müttefiklerinin (İran ve Hizbullah’ın) müdahale gücünü kaybetmesi.
28 Kasım’da birleşik tekfirci saldırısıyla başlayan süreç Suriye ordusunun yozlaşmasını ve derin demoralizasyonu göz önüne serdi. Bu süreçte irili ufaklı yerleşim yerlerinin arka arkaya, neredeyse hiç çatışmasız teslim edilmesi devlet yapısının halihazırda ortadan kalktığını gösteriyordu. Ne var ki unutmamak gerek: Sezar yaptırımlarıyla Suriye halkının umutsuzluğa mahkûm edilmesi ve savaş yorgunluğu herhangi bir güçlü saldırı karşısında direnme gücünü zaten neredeyse sıfırlamıştı; sahada (karada) destek askeri güçler de olmayınca tablo gerçek bir bozguna dönüştü.
29 Kasım günü, Filistin direnişini kayıtsız şartsız destekleyen bir dostumla konuşmamda, herhalde herkesin hemfikir olacağı ama o sırada pek az insanın üzerinde düşündüğü şu ifadeleri kullanmıştım: a) (Yukarıda saydığım nedenlerle) Hizbullah’ın destek vermesi mümkün değildir. b) Bunu gerçekten isteyip istememeleri bir tarafa, İranlı milislerin destek vermesi pek mümkün değildir, zira geçiş yerleri Irak güçlerinin kontrolündedir ve bunların izin vermesi beklenemez. c) İran ordusunun destek vermesi mümkün değildir, çünkü (yeni yönetimin bütünüyle pragmatist ve ilkesiz yaklaşımından başka) tehdidin ucu doğrudan İran’a dokunduğunda eksen anlamını yitirir. d) Rusya’nın destek vermesi mümkün değildir, çünkü (i) sunabileceği temel destek hava kuvvetleridir ve bunlar sahadaki istihbaratı Suriye ordusundan alıyor, dolayısıyla ordunun dağıldığı yerde bu destek de anlamını kaybetmiş demektir; ve (ii) sahada Suriye ordusunun direniş odakları bulunmadığında (Prigojin’in darbe girişiminden sonra zaten büyük ölçüde tasfiye etmek zorunda kaldığı) Vagner tipi oluşumların çatışma bölgesine gönderilmesi de anlamsızdır; fiilen dağılmış bir çark taşıma suyla çevrilemez.
7) Yok olan bir devlet, bağımsız devletlerin varlığını gizlemek için adına federasyon denilmiş bir tür quasi-konfederasyon.
Yedi yılda küllerinden yeniden doğmayı başarmış bir devletin bir haftada yok olduğuna tanık olduk. Bunun ilk siyasi sonucu, öyle görünüyor ki, bir dizi bağımsız devletin ortaya çıkması olacaktır, ancak şimdilik hepsi bir tür quasi-federasyon çatısı altına toplanacaktır. Ne var ki bu quasi-devlet sürdürülebilir değildir, devleti yıkan güçlerin ganimetten azami pay alma mücadelesinden başka tarafların ideolojik formasyonları da yıkıcı etkide bulunmaya devam edecektir. Bu quasi-devlette ilk aşamada güneyde Durzilerin İsrail’e iltihakı hiç şaşırtıcı olmaz, böylece İsrail, 1967’den beri uluslararası hukukla yaşanan bütün sorunlara kalıcı bir çözüm bulmuş olacaktır.
Bizim açımızdansa son on güne sığan bütün bu gelişmelerin yeni “açılımla” (veya adına her ne deniyorsa) ilişkili olduğu açık görünüyor; bundan başka fatihin etrafında yeni bir konsolidasyon, derin ekonomik krize karşı yıkılmış topraklarda yeni yatırım imkanları ve paralize olmuş bir muhalefet karşısında yeni bir “milli mutabakat” vaat ediyor her şey.
Suriye’deki gelişmeleri anlamak için 7 Ekim’e, sonun başlangıcına dönmek gerekiyor. Ortadoğu, sınıf mücadeleleri ve ‘mukaddes adalet’ fikri üzerinde yeniden düşünme zamanı.
Geçen yıl tam bu günlerde, yani Hamas ve müttefiklerinin 7 Ekim saldırısının hemen ardından, “Filistin’in geleceği” başlığıyla dört bölümlük yazı dizim Harici’de yayınlandı. Yazdıklarım, çok sevdiğim, görüşlerinden her zaman çok yararlandığım pek az dostlarımdan (ve hep dostum olarak kalacaklar) birkaçının, küskünlük değilse bile kırgınlığına yol açtı.
Yazı dizisinde, bütünüyle klasik savaş felsefesine dayanarak şu soruları sordum ve cevaplar bulmaya çalıştım: 1) 7 Ekim saldırısının siyasi hedefi nedir? 2) Saldırının arkasından Hamas (Filistin) cephesi hasmını objektif analiz edebilmiş midir? 3) Filistin içindeki siyasi mücadele 7 Ekim’de ne rol oynamıştır? 4) Bu savaşın siyasi stratejisi nedir?
Yahya Sinvar’ın “Gazze ablukasını kaldırmak” diye formüle ettiği siyasi hedefin tamamen yanlış olduğu daha ikinci bölümün yayınlandığı 29 Kasım günü olanca açık seçikliğiyle ortaya çıkmıştı. Hasmını objektif analiz etmeye gelince, Hamas’tan bunu yapması zaten beklenemezdi; zira Hamasçılık (o gün yazdığım ifadeyi kullanıyorum) bir “dipsiz pragmatizm, omurgasızlık, yani ihvancılık” demekti. Kaldı ki, daha sonra çokça tekrarlandığı gibi Hamas askeri liderliği gerçekten de kendi siyasi liderliğine rağmen bu saldırıyı örgütlemiş idiyse: “Bu iddia bütün savaşların temel niteliğine aykırıdır; savaş, siyasetin başka araçlarla (şiddet araçlarıyla) devamıdır. Siyasi yönetimi olmayan bir savaş olamaz; dahası, siyasi yönetimi reddeden bir savaş yenilgiye mahkûmdur.”
Aynı yerde Çin’de savaş ağalığı dönemini (1920’ler ve 1930’lar) hatırlattım; bu dönemde Mao’nun son derece önemli bir yazısında başlıca nedenler arasında paralı asker zihniyeti de sayılır.
Bunun üzerinde bugün durmak gerek. Gazze birçok açıdan 1920’lerin savaş ağalığı döneminin son derece kompakt bir modelini andırır. Bu halkın ne sanayisi ne tarımı var; ne işçi sınıfı ne üretken burjuvazisi var. Gazze sosyal yapısı sayısız sıralı felaketlerin ardından yozlaşmış bir feodalizmden farksız kılınmıştır. Halk yaşamak için dış yardımlara muhtaçtır, öyle olunca bütün iktidar ilişkileri yardımların yeniden dağıtılması üzerine kuruludur. İktidar ilişkilerini bu yardımların kime ne kadar dağıtılacağı tayin eder. Bu bir çeşit senyör-serf bağını doğurur: kendi egemenlik alanları içinde senyör gücü oranında merkezi yağmadan (dış yardımlar) pay alır, buna karşılık kralın (Hamas) asker (savaşçı) ihtiyacını karşılar. Bunun senyöre dışarıdan bir görev olarak yüklenmiş olması gerekmez, feodal düzen başka türlü işleyemeyeceği için böyle işler. Yani senyör görevini zoraki yerine getiriyor değildir, sosyal ilişkileri üreten toplum böyle olduğu için böyle davranır.
“Konjonktür”, “uluslararası toplum”, “hukuk” gibi boş, anlamsız ve kullanmaktan nefret ettiğim kategorilerden geçtim. Karşısında hiçbir ciddi güç olmasa bile bu sosyal şartlara dayanan bir siyasi mücadelenin başarı şansı yoktur. Bu sosyal şartlar değiştirilmeden siyasi mücadele kazanılamaz.
Marksist olmayan, dünyaya sadece mukaddes bir adalet penceresinden bakan inananların tutumu anlaşılabilir; onlar için Filistin meselesi sadece mağdur ve mazlum bir halkın topraklarından edilmesi meselesidir, dolayısıyla meselenin çözümü ancak bu mukaddes adaletin sağlanmasıyla mümkündür.
Oysa hiç değilse bu dünyada mukaddes adalet diye bir şey yoktur. Dünya tarihi adaletsizlikler tarihidir, çünkü uygarlık tarihi baştan sona sınıf mücadeleleri tarihidir.
“Her şey sınıfsaldır” budalalığı bu şartlarda ortaya çıkıyor. Kuşkusuz, her şey son tahlilde sınıfsaldır — feodalizm siyasi olarak ekonominin doğrudan belirleyiciliğinden uzaktır, ama son tahlilde üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki çatışma belirleyicidir; bütün otokratik yönetimlerde sınıf ilişkileri son tahlilde tayin edici rol oynar ama oraya gelene kadar otokratın iradesi olayların akışına yön verir; ekonomik ilişkilerin doğrudan tayin edici olduğu normal bir kapitalist toplumda bile siyaset alanının geniş bir özerkliği vardır. Eğer öyle olmasaydı devlet diye, siyasi partiler diye bir şey olmazdı. Bu yüzden, her şeyin son tahlilde sınıfsal olması, her şeyin sınıfsal olduğu kaba postülasıyla çelişir.
Birincisi son tahlile varana kadar bir sürü ara aşamalar vardır, dolayısıyla sınıfsallık iddiası çoğu zaman olayların akışı hakkında gerçek anlamda bir fikri olmayan ukalaca cehaleti yansıtır.
İkincisi, dünyanın başka yerlerinde, ama en çok Ortadoğu’da sınıfsallığa gelinceye kadar binlerce farklı faktör vardır: onlarca mezhep (hepsi birbirine şu veya bu ölçüde düşman), kültür (etnik kökenlerinden başka feodalizmle harmanlanmış çarpık kapitalist ilişkilerin sonucu), kanaat (geleneksel olarak yarı-anarşik bir sosyal iklim), münferit aktör, etnik grup (hepsi de geçmişte birbirini boğazlamış ve ilk fırsatta boğazlamaya hazır) — bütün bunlar “her şey sınıfsaldır” postülasının peşinde koşanların bilmediği, anlam veremediği, önemsemediği, ezberleriyle uyuşmayan şeylerdir.
Üçüncüsü, sınıfsallık sadece ezenlerle ezilenler arasındaki mücadele anlamına gelmez; bundan çok önce ve çok daha önemlisi, ezilenler örgütsüz (“kendinde sınıf”) oldukları için, onlar iradelerini ortaya koyana kadar egemen sınıfların kendi aralarındaki ilişki ve çatışmalar anlamına gelir. Siyasi gelişmelere sadece halkla (ezilenler) burjuvazi vb. (ezenler) arasındaki antagonizma olarak bakmak marksizmde olabilecek en saçma ve vulgar yaklaşımdır; oysa gerçekte gelişmelere yön veren, halkın çoğu zaman figüran rolü bile oynamadığı, sadece o taraftan bu tarafa güz yaprağı gibi savrulduğu, egemen sınıflar arasındaki bir dizi farklı siyasi mücadelelerdir.
1920’li yıllarda küresel antiemperyalist kabarış sırasında Sultan-Galiyev’in proleter milletler tanımının belli bir zemini vardı, ama gene de yanlıştı bu. Bu kavramın 1950’li ve 1960’lı yıllarda yükselen devrimci dalgayla birlikte yeni baştan popülerlik kazanmasının da zemini vardı, ama gene yanlıştı. Sola gülücük göstermeye çalışan Kürt milliyetçilerinin Kürtleri toptan proleter diye etiketlemeye kalkışması sadece gülünç değil tehlikelidir de; aynı şekilde, menfaatleri tamamen antagonistik olan sınıf ve kesimleri “aynı gemiye” doldurmak da gülünç ve tehlikelidir. Ama en yüksek perdeden, Filistin halkının neredeyse toptan proleter ve İsrail halkının neredeyse toptan burjuva ilan edildiğini gördük — ve bu devam ediyor. Vulgarlığa alıştık artık, ancak gene de, bütün bu süreçte bana en şaşırtıcı gelen, çatışan toplumların kendi içindeki sınıf mücadelelerinin ve bu mücadelenin olayların akışında oynadığı tayin edici rolün görmezden gelinmesi, mesela Filistin’in bütün halkıyla toptan emekçi, İsrail’in de toptan sömürücü ilan edilmesi oldu.
Kahramanlıklar tarihin akışında rol oynayabilir ve oynar, ama bütün kahramanlıklar değil ve her zaman olumlu anlamda değil. Siyasi hareketler kahramanlığın ahlaki yüküyle karar alamazlar, eylemlerine bu moral yük yön veremez. Yahya Sinvar’ın kahramanca öldüğüne hiç şüphe yoktur, düşmanları da kabul ederler bunu; ama sırf öyle diye bu Hamas’ı haklı kılmaz. Siyasi hareketler objektif şartları objektif değerlendirmek ve kararlarını ona göre almak zorundadırlar. Bir siyasi hareketin rakiplerinin tekil kahramanlıkları karşısında kendi iddialarını revize etmesi kadar saçma bir şey olamaz.
“Mukaddes adalete” geri dönelim. Sosyalistlerin görevi tarihteki bütün haksızlıkları ortadan kaldırmak değildir. Bu durumda haksızlığın ne zaman nerede başladığının sınırını tespit etmek de mümkün değildir. 1945’te SBKP bünyesindeki Gürcü milliyetçiliği Türkiye’den toprak talebini “Gürcü halkının antik çağların derinlerinden beri… bu bölgede yaşamış, çalışmış ve savaşmış” olmasıyla ilişkilendirmişti; dolayısıyla “hiçbir zaman vazgeçmediği ve vazgeçmeyeceği topraklarını geri almak” zorundaydı. Oysa şu dünyada tek bir devlet yoktur ki tamamen mukaddes adalet ilkelerine göre kurulmuş olsun. Tek bir toprak parçası yoktur ki sürgünler, imhalar, kolonizasyonlar yaşamamış olsun. Siyasi mücadele tarihteki bu haksızlıklara cevap arayamaz; mücadelenin amacı mevcut duruma halktan, halklardan yana çözümler bulmak olmalıdır. Filistin mücadelesi İsrail toplumu içinde müttefikler bulmadığında, onlarla ortak mücadele yürütmedikçe başarıya ulaşması mümkün değildir veya ancak, tıpkı İsrail’in zamanında başardığı gibi, (eğer dünya bugün olduğu gibi kalırsa — ve olmayacak bir şeydir bu da), 30-50 senelik bir lobi faaliyetiyle, diasporanın emperyalist sistemde oluşacak vakumlardaki faaliyetiyle ulaşabilir.
BM yetkilisi: ‘Terörist’ etiketi gözden geçirilmeli, HTŞ’yi dışlamak mümkün değil
Eski Beyaz Saray yetkilisi Doran: Suriye’de İsrail ve Türkiye’nin çıkarları örtüşüyor
Meloni, Élysée Sarayında Trump ve Musk ile bir araya geldi
Çin’den Suriye’de ‘siyasi çözüm’ çağrısı
Hakkında soruşturma açılan Güney Kore başkanı Yoon’a seyahat yasağı
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ6 gün önce
Bir kere daha girdiğimiz çıkmaz yol
-
GÖRÜŞ1 gün önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 1
-
RUSYA2 hafta önce
Glazyev’den Rusya Merkez Bankası’na sert eleştiriler
-
SÖYLEŞİ2 hafta önce
Alman gazeteci Thomas Fasbender: Kralsız bir interregnum içindeyiz
-
DİPLOMASİ6 gün önce
Halep’te atılan taşın Avrupa’da vurduğu kuş
-
RUSYA2 hafta önce
Rus uzman: “Kremlin, Trump’ın dönüşünü dört gözle bekliyor”
-
ORTADOĞU6 saat önce
Eski Beyaz Saray yetkilisi Doran: Suriye’de İsrail ve Türkiye’nin çıkarları örtüşüyor
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Rusya, Ukrayna’da güç gösterisi olarak hipersonik füze Oreşnik’i test etti