Bizi Takip Edin

Dünya Basını

John Mearsheimer: Ukrayna savaşı uzun vadeli bir tehlike

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda tercümesi verilen mülakatta, Ukrayna’da eninde sonunda savaş başlayacağı yönündeki tahmini doğru çıkan ve Washington yönetiminin dış politika tercihlerine son derece eleştirel bakan, saldırgan realizm teorisinin sahibi Chicago Üniversitesi Profesörü John Mearsheimer, Ukrayna’nın bu gidişle “işlevsiz bir devletçiğe” dönüşeceğini söylüyor. The Grayzone portalından gazeteci Aaron Maté’ye verdiği mülakatta Mearsheimer, Rusların Mart 2022’de müzakerelerin Batı tarafından sabote edimesiyle birlikte “sert oynama” konusunda kararlılığını sürdürdüğünü ifade ediyor.


John Mearsheimer: Ukrayna savaşı uzun vadeli bir tehlike

Aaron Maté
The Grayzone
30 Temmuz 2023

NATO’nun Ukrayna politikasının felakete yol açacağı konusunda yıllardır uyarılarda bulunan ünlü siyaset bilimci John Mearsheimer, Aaron Maté’ye konuk olarak Ukrayna’daki vekalet savaşının durumunu ve önümüzdeki tehlikeleri değerlendiriyor.

Misafirimiz: John Mearsheimer. R. Wendell Harrison Chicago Üniversitesi’nde Seçkin Hizmet Profesörü.

Aaron Maté: Pushback’e hoş geldiniz. Ben Aaron Maté. John Mearsheimer konuğum oldu. Kendisi Chicago Üniversitesi’nde R. Wendell Harrison Seçkin Hizmet Siyaset Bilimi Profesörü ve şu anda Substack’te yazıyor. Profesör Mearsheimer, beni kabul ettiğiniz için çok teşekkürler.

John Mearsheimer: Burada olmak benim için bir zevk.

Aaron Maté: Wall Street Journal’da yer bulan şu habere yanıtınızı almak istiyorum. Haber yeni çıktı ve Ukrayna’nın çılgınca abartılan karşı taarruzunun durumu ve Batı’nın bunu teşvik etme çabaları hakkında şunları söylüyor. Diyor ki, “Ukrayna bu bahar büyük karşı taarruzunu başlattığında Batılı askeri yetkililer, Kiev’in Rus kuvvetlerini yerinden etmek için gereken tüm eğitime ya da silahlara (top mermilerinden savaş uçaklarına kadar) sahip olmadığını biliyordu. Fakat Ukrayna’nın cesareti ve becerikliliğinin günü kurtaracağını umuyorlardı. Ama başaramadılar.”

Wall Street Journal’ın haberine göre Batı, Ukrayna’nın başarıya yaklaşmak için ihtiyaç duyduğu şeylere sahip olmadığını bile bile Ukrayna’yı bu karşı taarruza ittiğini itiraf ediyor. Merak ediyorum, ABD’nin Ukrayna’yı NATO’ya sokma, ülkeyi bir NATO vekiline dönüştürme çabasının Ukrayna’nın yok olmasına yol açacağını uzun zamandır tahmin ediyordum. Bu ana akım haber kuruluşundaki söz konusu samimi itirafa yanıtınız nedir?

John Mearsheimer: Bana öyle geliyor ki askeri taktikler ve strateji hakkında bir şeyler bilen herkes Ukrayna’nın karşı taarruzunun başarılı olma şansının neredeyse hiç olmadığını anlamalıydı. Yani Ukraynalılara karşı dizilmiş o kadar çok faktör vardı ki kayda değer bir ilerleme kaydetmeleri neredeyse imkansızdı. Yine de Batı onları cesaretlendirdi ve bu taarruzu başlatmaları için epeyce zorladı. Aslında biz onların ilkbaharda taarruza geçmelerini istiyorduk ve siz de kendi kendinize “Neler oluyor?” diye soruyorsunuz. Bu, onları tamamen ters etki yaratacak bir intihar saldırısı başlatmaya teşvik etmek gibi bir şey. En azından şimdilik savunmada kalmaları çok daha mantıklı olmaz mıydı? Ama bence burada olan şey, Batı’nın zamanın tükenmekte olduğundan, Ukraynalılar 2023 yılında savaş alanında önemli bir başarı gösteremezlerse savaşa olan kamuoyu desteğinin tükeneceğinden ve Ukraynalıların ve Batı’nın kaybedeceğinden çok korkmasıydı. Dolayısıyla bence burada olan şey, başarılı olması için en iyi ihtimalle çok az bir şans olduğunu bilerek bu taarruz için çok zorladık.

Aaron Maté: Aynı şekilde, Ukrayna’ya resmi olarak NATO üyeliği taahhüdü vermeden ya da resmi olarak NATO üyeliği vermeden ülkeyi NATO’nun fiili bir vekili olarak entegre ettik ve bu da Rusya’nın işgalinin başlamasında önemli bir faktördü.

Fakat bir de Litvanya’daki son NATO zirvesi var ve bu konudaki görüşünüzü merak ediyorum. Zirvenin sonunda Ukrayna’ya verilen söz, bana öyle geliyor ki Ukrayna için gelecekteki NATO üyeliğini 2008’de ilk vaat edildiğinden daha da uzak hale getirdi. Çünkü bu kez nihai bildiri —ki görünüşe göre bu ABD’nin talimatıyla hazırlandı— müttefikler anlaştığında ve koşullar yerine getirildiğinde Ukrayna’yı kabul edeceğimizi ifade etmişti ama bu koşulların ne olduğu belirtilmemişti. Dolayısıyla bana öyle geliyor ki Ukrayna NATO’ya 2008’de ilk söz verildiğinde olduğundan daha da uzakta. Bu değerlendirmeye katılıp katılmadığınızı ve NATO’nun bu son derece muğlak taahhüdünden ne anladığınızı merak ediyorum.

John Mearsheimer: Söylediklerinize katılıyorum ama ben bir adım daha ileri gideceğim. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, Ukrayna’nın savaşta galip gelmeden ittifaka kabul edilmeyeceğini çok açık bir şekilde ifade etmişti. Başka bir deyişle Ukrayna’nın ittifaka alınabilmesi için önce savaşı kazanması gerekiyor. Ukrayna savaşı kazanamayacak ve bu nedenle de ittifaka alınmayacak.

Bu savaş uzun süre devam edecek. Soğuk bir barış tesis edilse bile, bu durum yüzeyin hemen altında kalacak ve sıcak bir savaşın patlak vermesi tehlikesi her zaman var olacak. Ve bu koşullar altında ABD’nin ya da herhangi bir Batı Avrupa ülkesinin Ukrayna’yı NATO’ya almayı kabul edeceğini tahayyül etmekte zorlanıyorum. Bunun en basit nedeni, Ukrayna’yı savaşın ortasında NATO’ya alırsanız, ittifakın Ukrayna’yı savaş alanında askeri güçle savunacağını taahhüt etmiş olursunuz. Bu da istemediğimiz bir durum. Sahada NATO postallarının ya da daha açık olmak gerekirse Amerikan postallarının olmasını istemiyoruz. Dolayısıyla Stoltenberg’in Ukrayna’nın kazanması gerektiğini söylemesi son derece mantıklı. Aslında Ukrayna, ülke sınırları içerisinde Ruslara karşı mutlak bir zafer kazanmalı. Bana göre bu gerçekleşmeyecek ve dolayısıyla sizin de söylediğiniz gibi Ukrayna NATO’nun bir parçası olmayacak.

Aaron Maté: Peki, bunu göz önünde bulundurarak, ABD’nin Ukrayna politikasının göründüğünden daha da alaycı olduğunu söylemek doğru olur mu? Zira temelde bu savaş büyük ölçüde ABD’nin Ukrayna’nın tarafsızlığını kabul etmemesi ve “NATO’da kapımız açık; halkların üyeliğini masadan kaldırmayız,” demesi nedeniyle başladı. Fakat yine de fırsat verildiğinde ABD, Ukrayna’ya NATO’ya katılması konusunda bir yol haritası vermeyi taahhüt etmiyor, bu da beni şu sonuca götürüyor: Ya amaç Ukrayna’yı NATO’ya kabul etmek değil de gelecekte NATO üyeliği vaadini kullanarak, ABD ve müttefiklerinin Ukrayna’yı fiilen savunma yükümlülüğü olmaksızın fiilen bir NATO vekiline dönüştürmekse?

John Mearsheimer: Bunun doğru olması mümkün. Çok daha fazla delil olmadan bunu söylemek zor.

Benim bir miktar farklı bir görüşüm var. Bence bu o kadar da sinizm değildi. Bence aptallıktı. Bence Batı’nın Ukrayna meselesinde ve diğer her türlü konuda ne kadar aptal olduğunu hafife almamanız gerek. Ama bence Batı —ki burada esas olarak ABD’den bahsediyoruz— Ukrayna ile Rusya arasında bir savaş çıkarsa, Batı ve Ukrayna’nın galip geleceğine, Rusların yenileceğine inanıyordu. Sanırım biz de durumun böyle olduğunu düşünüyorduk.

Benim için gerçekten de çarpıcı olan şey, 2022’nin başlarında savaşa giden sürece bakacak olursanız savaşın en azından ciddi bir olasılık olduğu oldukça açıktı ama ABD ve genel olarak Batı savaşı önlemek için neredeyse hiçbir şey yapmadı. Aksine Rusları daha da kışkırttık. Ve benim bunu havsalam almıyor. Burada neler oluyordu? Bence bir savaş çıkarsa Ukraynalıları eğittiğimize ve savaş alanında kendi başlarının çaresine bakabilecek kadar silahlandırdığımıza inanıyorduk. Birincisi bu. İkincisi, bence sihirli silahın yaptırımlar olduğunu, yaptırımlarla Rusların işini bitireceğimizi, Ukraynalıların Rusları yeneceğini ve onları NATO’ya kabul edebileceğimiz bir konuma geleceklerini düşündük. Bence olan biten bu. Bunun sizin tasvir ettiğiniz gibi bir sinizm vakası olduğunu düşünmüyorum. Olabilir. Yine, bu ampirik bir sorudur. Sizin yorumunuzun mu yoksa benimkinin mi doğru olduğunu görmek için çok daha fazla delile ihtiyacımız var. Ama benim hissiyatım, bunun bir suçtan daha kötü olduğu yönünde. Bu, [Fransız diplomat] Talleyrand’ın ünlü söylemiyle ifade edecek olursak, bir gaf.

Aaron Maté: Yaptırımlar konusunda, geçtiğimiz günlerde Rusya’nın, ABD ve müttefiklerinin Rus petrolüne uygulamaya çalıştığı tavan fiyatın üzerinde petrol satma konusunda bir dönüm noktası yaşadığı bildirildi. Sizce ABD’nin yaptırım politikası neden işe yaramadı ve bu sizi şaşırttı mı? Rusya’nın daha büyük bir darbe almasını bekliyor muydunuz?

John Mearsheimer: Olduğundan daha fazla darbe alacağını düşünmüştüm. Bence Rusların kendileri de böyle düşünüyordu. Bu savaşı yakından takip ederken aklıma yatan buydu. Bence Ruslar beklediklerinden ve kesinlikle benim beklediğimden daha iyi iş çıkardılar. Fakat benim görüşüme göre Aaron, yaptırımlarda daha başarılı olsaydık bile Rusları dize getiremezdik. Onları kayda değer bir yenilgiye uğratmış olmayacaktık. Bunun nedeni de çok basit.

Ruslar Ukrayna’da varoluşsal bir tehditle karşı karşıya olduklarına inanıyorlar ve varoluşsal bir tehditle karşı karşıya olduğunuzda ya da böyle bir tehditle karşı karşıya olduğunuzu düşündüğünüzde, savaş alanında yenilmediğinizden emin olmak için büyük miktarda acıya katlanmaya istekli olursunuz. Dolayısıyla yaptırımların başından beri mahkûm olduğunu düşünüyorum. O zamandan bu yana olanlara dikkatlice baktığınızda Rusların yaptırımları büyük ölçüde alt etme konusunda mükemmel bir konumda olduklarını açıkça görebilirsiniz. Ve yaptırımların nasıl işlediğini incelemeye epey zaman harcayan biri için, Rusya gibi doğal kaynaklar açısından son derece zengin olan ve Batı’da kaybettiklerini ikame edebilecek her türlü potansiyel ticaret ortağına sahip olan bir ülkeye karşı fazla bir şey yapmayacağı şaşırtıcı olmamalıydı. Yaptırımlar konusunda bir uzman olarak kesinlikle bu kategoriye girmiyorum ama bu konuyu dikkatle inceleyen insanların bunun Ruslara karşı sınırlı bir faydası olacağını anladığını tahmin ediyorum. Ve kesinlikle de öyle oldu.

Bu arada, Batı’nın büyük bir yanlış hesap yaptığına inanıyorum. Batı’da savaşla ilgili literatürde, eğer ana akım medyayı dikkatle okursanız, insanlar Putin’in yanlış hesaplamaları üzerinde durmayı seviyor ve Batı’nın yanlış hesaplamalarını tamamen görmezden geliyorlar. Ancak bence savaşa giden süreçteki davranışlarımıza ve sonrasında çatışmada yaşananlara bakarsanız, büyük bir şekilde yanlış hesap yaptığımız oldukça bariz.

Aaron Maté: Bu noktada, Dışişleri Bakanı Anthony Blinken’ın geçtiğimiz günlerde CNN’de söylediklerine yanıt vermenizi rica edeceğim. Putin’in Ukrayna’daki hedeflerinden bahsediyor ve çoktan kaybettiğini söylüyor: “Rusya’nın elde etmeye çalıştığı, Putin’in elde etmeye çalıştığı şey açısından halihazırda başarısız oldular, halihazırda kaybettiler. Amaç Ukrayna’yı haritadan silmek, bağımsızlığını, egemenliğini ortadan kaldırmak ve Rusya’ya bağlamaktı. Bu uzun zaman önce başarısız oldu.”

Bu Anthony Blinken, Profesör Mearsheimer. Sizce Putin’in Ukrayna’daki hedefleri bunlar mıydı?

John Mearsheimer: Hayır. Yani Batı’da Putin’in amacının bu olduğu yönünde yaygın bir kanı var. Fakat sayısız kez söylediğim gibi, ortada hiçbir delil kanıt yok. Burada altını çizmek isterim: Putin’in tüm Ukrayna’yı ele geçirmeye ve Büyük Rusya’ya dahil etmeye kararlı olduğu iddiasını destekleyecek delillerin sayısı sıfır. Bunu milyonlarca kez söyleyebilirsiniz ama bu doğru değil. Zira Putin’in Ukrayna’nın tamamını ele geçirme niyetinde olduğuna ve 24 Şubat 2022’de Ukrayna’yı işgal ettiğinde bunu yapmaya çalışacağına inandığına dair hiçbir delil yok.

Ama bu sadece niyetiyle ilgili. Ayrıca imkanlarına da bakmak gerekir. Şubat 2022’de Ukrayna’ya giren o küçük Rus kuvvetinin ülkenin tamamını ele geçirebileceği fikri gülünç bir argüman. Rusların tüm Ukrayna’yı ele geçirmek için birkaç milyon personellik bir orduya ihtiyacı olurdu. Bu çok büyük bir toprak parçası. Almanlar 1939’da Polonya’ya girdiğinde, ki hatırlayın Almanlar 1939’da Polonya’ya girdiğinde Sovyetler de birkaç hafta sonra girmişti, yani iki ülke, Nazi Almanya’sı ve Sovyetler Birliği Polonya’ya karşı aynı takımdaydı. Yine de Polonyalılar… Yani Almanlar yaklaşık 1,5 milyon askerle Polonya’yı işgal etti.

Ruslar Şubat 2022’de Ukrayna’yı işgal ettiklerinde en fazla 190 bin askerleri vardı. Ülkeyi ele geçirme kabiliyetine sahip olmalarına imkân yoktu. Ülkeyi ele geçirmeye de çalışmadılar. Ve yine dediğim gibi, Putin’in savaştan önce Ukrayna’yı ele geçirmek gibi bir niyeti olmadığı açıkça ortadaydı. Tüm ülkeyi ele geçirmenin bir kirpiyi yutmaya benzeyeceğini tamamen anlamıştı.

Aaron Maté: Rusya’nın Ukrayna’yı işgalini ABD’nin 2003’te Bağdat’a girmesiyle mukayese ederseniz, yaptıkları ilk şeyin başkente saldırmak olduğunu görürsünüz. Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’i devirmeye çalışmışlardı.

Rusya görüldüğü gibi bunu yapmadı. Kiev’deki başkanlık idaresine füze saldırısı düzenlenmedi, temel altyapıya füze saldırısı olmadı ve demiryolları askeri teçhizat tedarik etmesine rağmen demiryollarına dokunulmadı. Fakat Putin’in o ilk aşamalarda elde ettiği şey, görünüşe göre Ukrayna ve Rusya arasında, Rusya’nın işgal öncesi hatlarına çekileceği ve Ukrayna’nın temelde tarafsızlık sözü vereceği geçici bir anlaşma noktasına kadar giden müzakerelerdi.

Çeşitli haberlerden Batı’nın buna engel olduğunu biliyoruz. Boris Johnson’ın gelip Zelenskiy’e “Rusya ile bir anlaşma imzalarsanız, sizi güvenlik garantileriyle desteklemeyeceğiz,” dediği bildiriliyor. Putin geçtiğimiz günlerde bazı Afrikalı liderlerin önünde yaptığı konuşmada Ukrayna tarafından imzalandığını söylediği bir belge sundu ve Batı’yı bu anlaşmayı sabote etmekle suçladı. Gördüğünüz delillere dayanarak, bunun olayların dürüst bir yorumu olduğunu, ciddi bir anlaşmaya varıldığını ama Batı’nın buna engel olduğunu düşünüyor musunuz?

John Mearsheimer: Birkaç husus var. Bence potansiyel bir anlaşma vardı. Batı müdahale etmeseydi bu anlaşmanın yapılıp yapılamayacağına bakacağız. Burada çözülmesi gereken çok karmaşık meseleler var ve bunlar İstanbul’daki müzakerelerde tam olarak çözülemedi. Dolayısıyla bunun potansiyel bir anlaşma olduğunu söyleyebilirim; kesinlikle umut vaat ediyordu.

Batı’nın, İngilizlerin ve Amerikalıların müzakereleri sabote etmek üzere harekete geçtiğini düşünüyorum zira daha önce de söylediğim gibi Aaron, Rusları yenebileceğimizi düşünüyorduk. Mart ayında bu müzakereler yapılırken, o noktada Ukraynalılar savaş alanında kendi başlarına duruyor gibi görünüyordu ve bu basit gerçek, yaptırımlara olan inancımızla birleştiğinde, Rusları tam istediğimiz yerde yakaladığımızı düşünmemize neden oldu ve istediğimiz son şey bir anlaşmaydı. Rusya’yı ciddi bir yenilgiye uğratmanın tam zamanıydı, bence olan biten de buydu.

Putin’in Ukrayna’ya girerkenki hedefleri hakkında söylediklerinize dönecek olursak, bence çok haklısınız, dediğim gibi Putin’nin Ukrayna’yı ele geçirme niyeti yoktu. Yapmak istediği şey Ukraynalıları müzakere masasına gelmeye ve bir anlaşma yapmaya zorlamaktı. Onun istediği buydu. Donbass’ı Büyük Rusya’ya dahil etmek de istememişti. Bunun büyük bir baş ağrısı olacağının farkındaydı. Donbass’ı Ukrayna’nın içinde bırakmayı tercih etti. Ama burada olan şey, olası bir anlaşma varmış gibi göründüğünde Batı’nın devreye girmesi ve Ukraynalıların müzakerelerden çekilmesine ve savaşın devam etmesine neden olmasıydı. Ve işte bugün buradayız.

Aaron Maté: Bana öyle geliyor ki Rusya’nın en önemli hedeflerinden biri, Ukrayna’nın tarafsız kalmasını ve NATO’ya katılmamasını sağlamanın yanı sıra, 2015 yılında Donbass’taki savaşı sona erdirmek için imzaladığı Minsk Anlaşmalarını uygulanmasını sağlamaktı. Rusya’nın işgalinden bu yana, Almanya Başbakanı Angela Merkel ve Fransa Başbakanı François Hollande gibi Minsk anlaşmasının imzalanmasına yardımcı olan NATO liderlerinin —ki bu aynı zamanda [Pyotr] Poroşenko gibi Ukraynalı liderlerin söylediklerini de yansıtıyor— Minsk’in aslında barış tesis etme amacı taşımadığını, Ukrayna’nın doğusundaki Rusya destekli isyancılarla ve Rusya’nın kendisiyle savaşmak üzere ordusunu güçlendirmesi için zaman kazanma amacı taşıdığını itiraf etmelerini nasıl değerlendirdiğinizi merak ediyorum. Merkel ve Hollande’ın bu sözlerine inanıyor musunuz, yoksa sadece zevahiri kurtarmaya ve Donbass’taki savaşı sona erdirmek ve barışa aracılık etmek için gösterdikleri çabaların bir şekilde Rusya ve Putin’in işine yaradığını düşünen şahinlerin eleştirilerini geri çevirmeye çalıştıklarını mı düşünüyorsunuz?

John Mearsheimer: Bunun hakkında akıl yürütmek hakikaten zor. Gerçek şu ki Hollande, Poroşenko ve Angela Merkel o dönemde Minsk II ilkeleri doğrultusunda bir tür çözüm için müzakere etme konusunda ciddi olmadıklarını çok açık bir şekilde ifade etmişlerdi. Eğer bunu söylüyorlarsa, bu bana doğru gibi geliyor. Gerçekten de Batı’daki itibarlarını zedelememek için geçmişteki davranışlarını örtbas etmek amacıyla yalan mı söylüyorlar? Sanırım bu da mümkün. Hakikatin nerede yattığını öyle ya da böyle nasıl ispat edeceğimizi bilmiyorum. Fakat bu tür durumlarda benim eğilimim insanların söylediklerine inanmaktır ve eğer Angela Merkel bana Minsk müzakerelerinde Ukraynalıları silahlandırmaya yardım etmek istediği için rol yaptığını söylüyorsa, ona inanma eğiliminde olurum. Ama belki de doğruyu söylemiyordur. Bundan kim emin olabilir?

Aaron Maté: Ve ABD’nin bu savaşı önlemek için hiçbir şey yapmadığı ve hatta bazı açılardan Şubat 2022’den önce bu savaşın çıkmasına neden olduğu konusunda daha önce söylediklerinize dönecek olursak, Biden yönetiminin Rusya’nın NATO’nun genişlemesi ve Rusya’yı çevreleyen NATO askeri altyapısı konusundaki temel kaygılarına yanıt vermeyi reddettiği göz önüne alındığında, Rusya ve Aralık 2021’de sunduğu taslak anlaşmalar kabaca NATO’nun Rusya çevresindeki askeri altyapısını 1997 öncesi hatlara geri çekmesini önermişti. Biden yönetiminin belki bazı küçük istisnalar dışında bunları tartışmayı hemen hemen reddettiği göz önüne alındığında, realist bir bakış açısıyla, Biden yönetiminin şimdi bu konuda geri adım atması ve işgalden önce tartışmadığı konuları gerçekten tartışması için herhangi bir alan var mı? Ve eğer bu konuları tartışmayacaklarsa, o halde nasıl bir geleceğe bakıyoruz?

John Mearsheimer: Ufak bir noktaya değinmeme izin verin. Bence Aralık 2021’de ve Şubat 2022’deki savaş öncesinde Amerika’nın tutumuna ilişkin tanımınız doğru. Ancak şunu vurgulamak da önemli —Batı’daki insanlar bunu duymak istemiyor ama bu doğru— Ruslar savaştan kaçınma konusunda çaresizdi. Putin’in Ukrayna’yı işgal edip Büyük Rusya’nın bir parçası haline getirmek için can attığı fikri ciddi bir argüman değil. Ruslar savaş istemiyordu ve bence savaştan kaçınmak için mümkün olan her şeyi yaptılar. Sadece Amerikalıları kendileriyle oynamaya ikna edemediler. Amerikalılar ciddi bir şekilde müzakere etmeye isteksizdi. Nokta. Hikâyenin sonu bu.

Şimdi, bugün ne yapabiliriz? Aslında savaş başlamadan önceki halimize, hatta belki de savaş başladıktan kısa bir süre sonra, İstanbul’da müzakerelerin devam ettiği Mart 2022’deki halimize geri dönüp dönemeyeceğimizi soruyorsunuz. Bence anlamlı bir anlaşma yapabileceğimiz noktayı çoktan geçtik. Bence her şeyden önce, her iki taraf da kazanmaya o kadar kararlı ki, bu noktada anlamlı bir barış anlaşması için müzakere etmelerini hayal etmek zor. Her iki taraf da kazanabilir ve her iki taraf da kazanmaya kararlı, bu nedenle şu anda genel düzeyde bir anlaşmayı müzakere etmek bence mümkün değil.

Fakat detaylara indiğinizde, Rusların şu anda ele geçirdikleri bölgeyi ellerinde tutmaya kararlı olduklarını görüyorsunuz ve bence Ruslar daha fazla Ukrayna toprağını ele geçirmeye niyetliler. Ruslar Ukrayna’nın işlevsiz bir devletçik olarak kalmasını ve gelecekte hiçbir zaman NATO’nun yaşayabilir bir üyesi olamamasını sağlamak istiyorlar. Bence Rusların yapacağı şey Ukrayna topraklarının büyük bir bölümünü koparma ve Ukrayna’yı hem iktisadi hem de siyasi açıdan berbat bir durumda tutma yönünde büyük çaba sarf etmek olacaktır. Ukrayna ekonomisini boğmaya devam etmek için ellerinden gelen her şeyi yapacaklar zira Ukrayna’nın Batı ittifakının yaşayabilir bir üyesi olmasını istemiyorlar. Dolayısıyla Rusların ele geçirdikleri topraklardan vazgeçmeyi ve 2022 şubatında var olan sınırlara geri çekilmeyi kabul edecekleri fikri bence pek düşünülemez.

Şimdi, Ukrayna tarafsız bir devlet olursa, NATO’nun bir parçası olma arzusundan vazgeçerse bunu yapacaklarını söyleyebilirsiniz. Öncelikle, Ukrayna’nın yakın zamanda tarafsız bir devlet olmayı kabul edeceğini sanmıyorum. Bir tür güvenlik garantisi isteyecektir ve bu güvenlik garantisini sağlayabilecek tek ülke grubu NATO ülkeleridir. Dolayısıyla Ukrayna ile NATO arasındaki bağın tamamen koptuğunu görmek zor.

Dahası, Ruslar Ukrayna’nın bir gün “Biz tarafsızız” deyip ertesi gün fikir değiştirip Batı ile bir tür ittifak kurmasından endişe edecekler ve sonuçta Ruslar tüm bu topraklardan vazgeçmiş olacaklar ve Ukrayna artık tarafsız olmayacak. Dolayısıyla bence Rusya açısından mantıklı olan, Ukrayna’da çok sayıda bölgeyi ele geçirmek ve ülkeyi işlevsiz bir devletçiğe dönüştürmektir. Bunu söylemekten nefret ediyorum çünkü Ukrayna ve daha genel olarak uluslararası ilişkiler için çok karanlık bir gelecek tasvir ediyor ama bence burada yarattığımız karmaşa, burada yarattığımız felaket, kapsamı açısından küçümsenemez.

Aaron Maté: New York Times’ta NATO yetkililerinin hemen hemen aynı şeyi söyledikleri, politikalarının Rusya’yı savaşı sürdürmeye ve daha fazla toprak almaya teşvik ettiğini kabul ettikleri bir itiraf vardı. Size pasajı okuyacağım.

ABD’nin Ukrayna içinde Rusya ile herhangi bir toprak anlaşmasını reddetme politikasından ve ayrıca Ukrayna’nın NATO’ya katılması için açık kapı bırakma politikasından söz ediyorlar. New York Times şöyle diyor: “[…] Vilnius zirvesi [Litvanya’daki NATO zirvesi] sırasında bazı Amerikalı ve Avrupalı yetkililerin de kabul ettiği üzere bu tür taahhütler gerçek bir ateşkes ya da ateşkes müzakerelerine başlamayı daha da zorlaştırıyor. Savaş bittikten sonra Ukrayna’nın NATO’ya katılacağı vaatleri de Moskova’nın Ukrayna topraklarında tutunabilmesi ve çatışmayı canlı tutabilmesi için güçlü bir teşvik oluşturuyor.”

John Mearsheimer: Kesinlikle doğru. Ama bu durum şu soruyu gündeme getiriyor: Batılı liderler Ukrayna’yı ittifaka dahil etme politikasını neden değiştirmiyor?

Yani, tamamen haklılar ve bu savaşa neyin sebep olduğuna dönecek olursak, kanıtların da açıkça ortaya koyduğu üzere, bu savaşın başlıca sebebi Ukrayna’yı NATO’ya dahil etme fikrimiz. Şubat 2022’den önce bu politikadan vazgeçmiş olsaydık, muhtemelen bugün bir savaşımız olmayacaktı. Savaş başladıktan sonra da Ukrayna’yı NATO’ya sokma fikrini iki katına çıkardık. Bundan vazgeçmeyi reddettik. Ama sonuçta bu, Rusları bunun asla gerçekleşmemesini ya da gerçekleşse bile Ukrayna’nın işlevsiz bir devletçik olmasını sağlama konusunda daha fazla teşvik ediyor.

Yani biz, yani Batı, burada Rusları Ukrayna’yı yok etmeye teşvik etmekte kilit bir rol oynuyoruz. Bu bana ne stratejik açıdan ne de ahlaki açıdan kesinlikle mantıklı gelmiyor. Ukrayna’da meydana gelen ölüm ve yıkımı düşündüğünüzde, bunun kolayca önlenebileceğini düşünüyorsunuz. Tüm bunları düşünmek bile insanın midesini bulandırıyor.

Aaron Maté: Silahlar söz konusu olduğunda ABD’nin şu ana kadarki politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Biden yönetiminin bazı silahların Ukrayna’ya gitmeyeceğini açıkça söylediği ama daha sonra yumuşayıp bu silahları gönderdiği pek çok kez oldu ve şimdi F-16’lar bu listedeki sonuncu olacak gibi görünüyor. Buna karşın geçtiğimiz günlerde ABD Savunma İstihbarat Teşkilatından John Kirchhofer, Biden ve Blinken’in söylediklerinin aksine savaşın çıkmaza girdiğini söyledi. Ayrıca bu ağır silahların hiçbirinin Ukrayna’nın ilerlemesini sağlayacak bir fark yaratmayacağını dile getirdi: “Yani biraz çıkmaza girmiş durumdayız. Ukrayna’nın yazdan itibaren karşı taarruza geçmesiyle birlikte artan kazanımlar elde ettiğini görüyoruz ama örneğin Kırım’a doğru ilerlemelerine gerçekten yardımcı olacak bir şey görmedik. Benim için ilginç olan, Batı’nın bu savaşta Ukrayna’ya tedarik ettiği bazı mühimmatlara odaklanma eğiliminde olmamız ve bunların bazılarına kutsal kâseler gibi bakmamız. HIMARS’ı düşünürseniz, kesinlikle bazı sansasyonel taktiksel hadiselere yol açtı. Ardından Storm Shadow füzesinin de aynı şeyi yaptığını görüyorsunuz ve şimdi de çift amaçlı geliştirilmiş konvansiyonel mühimmatlardan ya da misket bombalarından bahsediyoruz. Ne yazık ki bunların hiçbiri Ukrayna’nın dört gözle beklediği kutsal kâse değil ve bence yakın vadede bundan daha fazlasını istemelerine neden olacak.”

Yani Savunma İstihbarat Teşkilatından birileri bunu itiraf ediyor. Fakat bu durum, daha önce masadan kaldırılmış olan ağır silah sistemlerini yavaşça damlatmaya devam eden Beyaz Saray’ın aklına girmiş gibi görünmüyor.

John Mearsheimer: Bence burada çaresiz olduğumuz konusunda hiçbir şüphe yok. “Çıkmaz” kelimesini kullandınız. Bir bakıma bu bir çıkmaz. Eğer her iki tarafın da ne kadar toprak ele geçirdiğine odaklanırsanız, bu bir çıkmaz gibi görünüyor. Ancak ben ele geçirilen toprakları bu savaşta neler olup bittiğinin temel göstergesi olarak görmüyorum.

Bunun gibi bir yıpratma savaşında kilit gösterge karşılıklı kayıp oranıdır. Dikkat etmeniz gereken şey budur. Her iki tarafın da askere alabileceği, orduya katabileceği kaç insan olduğuna odaklanmak ve sonra da kayıp değişim oranına odaklanmak durumundasınız. Ve bence karşılıklı kayıp oranı, Ukraynalılardan çok daha fazla insana sahip olan Rusların lehine. Bu Ukrayna için felaket bir durum. Bu, Ukrayna’nın bu savaşı kazanmasını neredeyse imkânsız hale getiriyor ve Rusların galip gelmesini muhtemel kılıyor.

Asıl soru şu: Eğer Batı tarafıysanız bu durumu nasıl düzeltirsiniz? Ukraynalıları savaşı halinde tutmak için ne yaparsınız? Burada Rusların müthiş bir sanayi üssüne sahip olduğunu ve çok sayıda askeri teçhizata —çok sayıda ağır teçhizat, çok sayıda top, çok sayıda tank— sahip olduklarını hatırlamak durumundasınız. Çok sayıda teçhizat üreten montaj hatları var. Ukraynalıların ise neredeyse hiç montaj hattı yok; silah konusunda tamamen Batı’ya bağımlılar.

O zaman soru şu oluyor: Ne verebiliriz? Ve elimizdekilerin gerçek sınırları var, değil mi? Onlara verecek daha fazla topumuz yok. Bu nedenle onlara misket bombaları vermemiz sürpriz değil. Son aylarda asıl ihtiyaçları olan şey obüsken onlara tank vermeyi vurgulamamız da şaşırtıcı değil. Gördüğünüz gibi, çok sayıda silah üretebilecek devasa bir sanayi üssüne sahip bir ülkeyle savaşa girdiğimiz ve müttefikimizin —bizim adımıza savaşan, savaş alanındaki kirli işleri yapan ülkenin— kendi silahı olmadığı için bizim tedarik etmemiz gerektiği için burada bir çıkmazdayız. Ve yine, onlara verebileceğimiz şeyler konusunda gerçek sınırlarımız var.

Onlara HIMARS füzeleri veriyoruz ve herkes bunun sihirli bir silah olduğunu, karşılıklı kayıp oranını düzelteceğini, Ukraynalıların savaş alanında galip gelmesine yardımcı olacağını söylüyor. Bu durumun böyle olmadığı kanıtlandı, değil mi? Sonra da onlara sofistike tanklar vermekten bahsetmeye başlıyoruz. Onlara Leopard 2’ler, Challenger’lar ya da başka bir şey gibi sofistike tanklar veriyoruz ve bunların sihirli silahlar olması lazım. Ve işe yaramıyorlar. Sonra dokuz tugayı eğitmekten ve Rus savunmasını delip geçebilecek bir Panzer Ormanı yaratmaktan, Almanların 1940’ta Fransızlara yaptığını Ruslara yapmaktan bahsediyoruz. Ve tabii ki bu yılın 4 Haziran’ında Ukraynalılar karşı taarruza geçtiler ve NATO tarafından eğitilmiş ve silahlandırılmış birliklerin çoğunu kullandılar ama işe yaramadı. Rus kuvvetlerinin temas hatlarına bile ulaşamadılar. Sonunda gri bölgede savaşmaya başladılar ve devasa kayıplar verdiler.

Peki, çözüm nedir? Onlara F-16’lar ve ATACMS [Ordu Taktik Füze Sistemleri, uzun menzilli güdümlü füzeler] vermeliyiz ve eğer bunları verirsek, bu ordular arasındaki güç dengesini tersine çevirecek, karşılıklı kayıp oranını tersine çevirecek ve Ukraynalılar savaş alanında galip gelecektir.

Bu boş bir hayal. Pentagon’da yaşamak için savaş üzerine çalışan insanların F-16’ların ya da ATACMS’lerin savaş alanındaki güç dengesini değiştireceğine kani olduklarına inanmak zor. Bunu büyük ölçüde yapıyorlar zira bir şeyler yapmak zorundayız ve sahiden de yapabileceğimiz tek şey bu. Bu yüzden pes edemeyiz, savaşta kalmalıyız, Ukraynalıları silahlandırmaya devam etmeliyiz. Buradaki tek oyun bu. Burada yaptığımız şey, onlara kamuoyuna açıklayabileceğimiz ve basının da tekrarlayabileceği silahlar vermek, bunların savaş kazandıran silahlar olduğunu ve Ukraynalılar bu silahları alıp nasıl kullanacaklarını öğrendiklerinde, F-162ları nasıl uçuracaklarını öğrendiklerinde, güç dengesinin düzeleceğini ve sonsuza kadar mutlu yaşayacağımızı söylemek.

Tekrar söylüyorum, böyle bir şey olmayacak. Ukraynalıların başı büyük belada. Onları felakete giden yola sürükledik ve şu anda bu durumu düzeltmek için yapabileceğimiz hiçbir şey yok.

Aaron Maté: Yeri gelmişken, 2015 yılında Batı’nın Ukrayna’yı felakete giden yola soktuğu ve size göre bunun sonucunda Ukrayna’nın mahvolacağı yönündeki meşhur uyarınızdan bahsedelim.

John Mearsheimer: Burada olan şey, Batı’nın Ukrayna’yı felakete giden yola sokması ve bunun sonucunda Ukrayna’nın mahvolmasıdır. Savunduğum politikanın, yani Ukrayna’yı tarafsız hale getirip iktisadi açıdan kalkındırmanın ve bir tarafta Rusya diğer tarafta NATO arasındaki rekabetten kurtarmanın Ukraynalıların başına gelebilecek en iyi şey olduğuna inanıyorum.

Aaron Maté: Bu 2015 yılında yaptığınız uyarıydı. Bu konuda neden bu kadar emindiniz? Bunun kaçınılmaz bir yol olduğuna sizi bu kadar emin kılan neydi?

John Mearsheimer: Kriz Şubat 2014’te ilk patlak verdiğinde bunun çok açık olduğunu düşünmüştüm. Krizin 22 Şubat 2014’te nasıl patlak verdiğini hatırlayın ve o tarihte Rusların NATO’daki Ukrayna’yı varoluşsal bir tehdit olarak gördükleri aşikardı. Bu konuda hiç tereddüt etmiyorlar. Dahası, Ukrayna’yı NATO’ya sokmaya çalışmakta ısrar edersek, ülkeyi Rusya’nın sınırlarında bir Batı siperi haline getirmeye çalışmakta ısrar edersek, Rusların Ukrayna’yı yok edecekleri, mahvedecekleri aşikârdı. Bunu o dönem açıkça belirttiler.

Peki, bu 2014’te oldu ve sonra 20142ten 2022’ye kadar, savaş patlak verdiğinde, krizden savaşa dönüştüğünde ne olduğuna bakarsanız, Ruslar NATO’daki Ukrayna’nın varoluşsal bir tehdit olduğunu her noktada açıkça ortaya koyuyor, peki biz ne yapıyoruz? Her seferinde iki katına çıkıyoruz. Ukrayna’yı NATO’ya dahil etmek için her yıl kendimizi daha güçlü bir şekilde adamaya devam ediyoruz. Benim en baştaki görüşüm bunun bir felakete yol açacağı yönündeydi.

Şimdi, pek çok insan benim görüşlerimi anormal olarak göstermeyi seviyor. Ben, benim gibi Jeffrey Sachs, Steve Cohen [Stephen F. Cohen] gibi bu tür argümanlar ileri süren bir avuç insandan biriyim. Fakat düşünecek olursanız, 1990’larda NATO’nun genişlemesi konusu tartışılırken ittifakın genişlemesinin felaketle sonuçlanacağını söyleyen çok sayıda önde gelen dış politika mensubu vardı. Bunlar arasında George Kennan, William Perry gibi isimler de vardı, ki Perry o dönemde Savunma Bakanıydı.

Aaron Maté: Söylediğine göre istifanın eşiğine gelmiş.

John Mearsheimer: Pardon?

Aaron Maté: NATO’nun genişlemesi meselesi yüzünden, Clinton NATO’yu genişlettiğinde istifanın eşiğine geldiğini söylemişti.

John Mearsheimer: Evet, bu kesinlikle doğru. Bu arada, o dönemde Pentagon içinde NATO’nun genişlemesine karşı yaygın bir muhalefet vardı. Ve tüm bunlar o insanların haklı olduğunu söylemek içindi.

En sevdiğim örneklerden biri de Angela Merkel. Nisan 2008’de Bükreş zirvesinde (Bükreş NATO zirvesi) Ukrayna’nın NATO’ya alınmasına karar verildiğinde Angela Merkel ve dönemin Fransa lideri olan Nicholas Sarkozy, Ukrayna’nın NATO’ya alınmasına şiddetle karşı çıktılar. İşte sorun o zaman başladı, Nisan 2008’de. Angela Merkel buna şiddetle karşı çıktı ve daha sonra karşı çıkmasının nedeninin Putin’in bunu bir savaş ilanı olarak yorumlayacağını anlaması olduğunu söyledi. Bunu bir düşünün. Angela Merkel 2008 yılında Ukrayna’nın —ve bu arada Gürcistan’ın— NATO’ya alınması fikrine karşı çıkmıştı. Karşı çıkmıştı çünkü Putin’in bunu bir savaş ilanı olarak yorumlayacağını anlamıştı. Dolayısıyla Jeff Sachs, Steve Cohen ve John Mearsheimer dışında NATO’yu doğuya doğru genişletmeye dönük bu haçlı seferinin felaketle sonuçlanacağını anlayan pek çok insan var.

Aaron Maté: Size kişisel bir soru sorayım. Çok iyi tanıdığım Steve Cohen ile arkadaştınız. O benim kahramanım ve arkadaşımdı. Merak ediyorum, bana öyle geliyor ki [2020’de] vefatından ve Ukrayna savaşının Rusya’nın işgali ile tırmanmasından bu yana, ABD akademisinde konuşmaya ve hâkim bakış açısına karşı çıkmaya istekli biri olarak onun Bir Numaralı Düşman yerini almalıydınız. Sadece buna katılıp katılmadığınızı ve bunun Stephen’a karşı daha fazla empati duymanızı sağlayıp sağlamadığını, sizin için nasıl bir şey olduğunu, tartışma alanını nasıl değerlendirdiğinizi ve daha önce konuştuğunuz tartışmalı konularla nasıl karşılaştırdığınızı merak ediyorum. İsrail lobisini çok eleştiriyorsunuz. Irak savaşına karşı konuştunuz, tüm bunlar bugün içinde bulunduğumuz iklimle nasıl karşılaştırılabilir?

John Mearsheimer: Bir dakikalığına Steve Cohen’den bahsetmek gerekirse, sanırım Steve benden önce bu konuda ön plandaydı. Krizin patlak verdiği 2014 yılından önce bu konuda ön plandaydı. Ben de ilk o zaman dahil olmuştum. Foreign Affairs’de 2014 yılında, o yılın şubat ayında patlak veren krizin Batı’nın suçu olduğunu söyleyen meşhur bir yazı yazdım ama Steve bu argümanı ben oyuna dahil olmadan önce ortaya atıyordu. Daha sonra o ve ben aynı tarafta olduğumuz ve aynı argümanı öne sürdüğümüz bir dizi farklı etkinliğe katıldık. Ve sonra, elbette, Steve vefat etti ve bu tartışmadaki varlığı kesinlikle çok özleniyor. Benim ve Jeff Sachs gibi insanların aslında Steve’in yerini aldığımızı ve onun uzun süredir yaptığı tartışmaları yaptığımızı söyleyebiliriz. Bence bunda çok fazla doğruluk payı var.

Bugün insanların benim ya da Jeff Sachs’ın ileri sürdüğü argümanları duymaya ne kadar açık olduğu sorunuza gelince, Steve’in hayattayken ileri sürdüğü argümanları bugün duymanın, örneğin 2003 yılında Irak savaşının gerçekleştiği döneme kıyasla daha zorlu olduğu konusunda hiç şüphe yok. Irak savaşına 2002’nin sonlarında ve savaşın başladığı Mart 2003’e kadar çok açık bir şekilde karşı çıktım. Ve o günlerde kamuoyu önünde savaşa karşı çıkmak zordu. Sesini duyurmak zordu ama bugün sesini duyurmak çok daha zor. Ortam çok daha Orwellvari.

Bu arada Aaron, hayattayken bu konular hakkında çok konuştuğum Steve’in bana birden fazla kez Soğuk Savaş döneminde, bazen Sovyet taraftarı ya da Sovyetlerin tutumuna sempati duyan biri olarak kategorize edilebilecek argümanlar ileri sürdüğünde, o zamanlar ana akım medyada, mesela New York Times gibi mecralarda duyulmanın 2014 ya da 2016’da New York Times’ta duyulmaktan çok daha kolay olduğunu söylediğini belirtmek isterim. Buradaki sessizlik konisi gerçekten oldukça dikkat çekici. Steve gibi insanların, Jeff Sachs gibi insanların ve benim gibi insanların ana akım medyanın dışında tutulma derecesi gerçekten epey dikkat çekici. Burada geleneksel bir bilgeliğimiz var ve ana akım basın, bu geleneksel bilgeliğe katılmayan insanların duyulmamasını ya da duyulsa bile argümanlarının saptırılmasını veya derhal karşı çıkılmasını sağlamak için piyasayı denetlemeye kararlı. Bu korkunç bir durum. Liberal bir demokraside hayatın böyle işlememesi gerekir. Akıllı politikalara sahip olmak istiyorsanız, bir fikirler pazarına sahip olmanız gerekir, zira gerçek şu ki hükümetler çoğu zaman aptalca şeyler yaparlar ya da o anda doğru gibi görünen ama felaketle sonuçlanacak politikalar izlerler ve bu politikalara katılmayan çok sayıda insanın, politika başlatılmadan önce ve başlatıldıktan sonra fikirlerini dile getirme fırsatına sahip olmasını istersiniz. Fakat günümüzde ve çağımızda bunu yapmak çok zor ve bu çok iç karartıcı ve üzücü.

Aaron Maté: Bugün savaş alanına geri dönecek olursak, yeni bir cephenin açılmasından endişe duyuyor musunuz? Son zamanlarda Rusya ve Polonya arasında bazı hararetli söylemler oldu, Putin Polonya’yı Belarus’a saldırmaması konusunda uyardı, Belarus şimdi Vagner askerlerine ev sahipliği yapıyor ve bazıları Ukrayna’ya geri dönmekten ya da belki Polonya ile yeni bir cephe açmaktan söz ediyor. Tüm bu açıklamalardan ne anlıyorsunuz ve bu yeni bir cephenin açılması tehdidi mi, yoksa abartılıyor mu?

John Mearsheimer: Bu muhtemel cephelerden sadece biri. Bir diğer cephe ise Karadeniz. Rusların şu anda Karadeniz’deki Ukrayna limanlarını abluka altına almaya doğru ilerlediği oldukça açık ve burada çatışma potansiyeli gerçek. Bir de Moldova meselesi var ve orada da olası bir çatışmadan bahsediliyor. Bir de Baltık Denizi var. Ruslar Baltık Denizi’ni fazlaca önemsiyorlar zira Kaliningrad’a ulaşabilmelerinin tek yolu bu. Rusya dışında Baltık Denizi’ni çevreleyen tüm ülkelere bakacak olursanız, İsveç ve Finlandiya’nın da ittifaka dahil olmasıyla artık tamamı NATO üyesi. Kuzey Kutbu’na bakacak olursanız, Kuzey Kutbu beni çok tedirgin ediyor. Kuzey Kutbu’nda fiziksel olarak yer alan sekiz ülke var. Bunlardan biri elbette Rusya. Diğer yedi ülke ise Finlandiya ve İsveç’in de ittifaka katılmasıyla NATO üyesi oldu. Buzların erimesi, suyun ve toprakların kontrolü ile ilgili her türlü sorunun gündeme gelmesiyle birlikte çatışma potansiyeli çok gerçek. Ruslar ve NATO birbirleriyle çarpışıyor.

Yani Kuzey Kutbu, Baltık Denizi, Moldova, Karadeniz ve bir de sizin dile getirdiğiniz ve şu anda en çok endişe yaratan konu var ki o da Polonya’nın özellikle Belarus ile savaşa girmesi. Polonya birliklerinin Batı Ukrayna’ya girmesi halinde ne olacağı sorusu da var. Elbette Belarus’un lideri [Aleksandr] Lukaşenko, bunun Belaruslular için kategorik olarak kabul edilemez olduğunu savundu, bu nedenle Polonya’nın batı Ukrayna’ya girdiği ve Belarusluların savaşa girdiği ve Rusların batı Ukrayna’da Polonyalılarla savaşa girdiği bir durum tahayyül edilebilir. Bunun muhtemel olduğunu söylemiyorum ama mümkün.

Polonya-Belarus sınırına bakarsanız, sizin de belirttiğiniz gibi, bu sınıra çok yakın Vagner kuvvetleri var ve şaşırtıcı olmayan bir şekilde Polonyalılar Vagner kuvvetlerinin Polonya’ya karşı bir şey yapmadığından emin olmak için kendi kuvvetlerini harekete geçirdi. Yani Belarus-Polonya sınırında Vagner kuvvetleri ile Polonya kuvvetleri karşı karşıya gelmiş durumda. Bu iyi bir durum değil. Vagner kuvvetlerinin başındaki [Yevgeniy] Prigojin’in emir komuta zincirinin nasıl olduğunu kim bilebilir ki? Yani burada her türlü sorun potansiyeli var.

Genel olarak belirtmek istediğim husus, bir tarafta Ukrayna ve Batı, diğer tarafta Ruslar arasında anlamlı bir barış anlaşması yapamayacağımız. Umabileceğimiz en iyi şey soğuk bir barış ve Rusların sürekli olarak konumlarını iyileştirmek için fırsatlar aradığı, Ukraynalıların ve Batı’nın da sürekli olarak konumlarını iyileştirmek için fırsatlar aradığı soğuk bir barış. Her iki durumda da bu, diğer taraftan faydalanmak anlamına gelir. Her iki tarafın da bu şekilde hareket ettiği soğuk bir barışa girdiğinizde, tırmanma ve sıcak savaşa dönme potansiyeli büyüktür. Ve bunu az önce tartıştığımız savaşın patlak verebileceği farklı olası cepheler bağlamında düşünmek istersiniz. Dünyanın bu bölgesinde tırmanma konusunda çok fazla potansiyel var. Dolayısıyla bir tarafta Rusya, diğer tarafta Batı ve tabii ki Ukrayna arasındaki durumun uzun bir süre daha son derece tehlikeli olacağını düşünüyorum.

Aaron Maté: Son olarak Rusya, 2014’teki Kırım’a ek olarak işgal sırasında dört Ukrayna oblastını ilhak etti. Daha önce Rusya’nın daha fazla toprak almak istediğini düşündüğünüzden bahsetmiştiniz. Sizce Rusya saldırılarını nerede durdurmaktan memnun olur? Sizce bölgesel hırsları nerede sona erer?

John Mearsheimer: Peki Aaron, çok genel bir düzeyde, Rusların askeri olarak yapabildikleri takdirde toprak almak isteyeceklerini anlamanın önemli olduğunu düşünüyorum ve bunu göreceğiz. Eğer bunu askerî açıdan yapabilirlerse, içinde çok sayıda Rusça konuşan ve Rus azınlık olan bölgeleri almak isteyeceklerdir. Bu nedenle alabilirlerse Odessa’yı, Harkiv’i ve diğer iki oblastı da alacaklarını düşünüyorum. Ama Ukrayna’nın etnik Ukraynalıların yoğun olduğu bölgelerinden uzak duracaklarını düşünüyorum zira Rus işgaline karşı direniş çok büyük olacaktır. Bence Ukrayna’nın demografik yapısı Rusların ne kadar toprak alabileceğine sınır koyuyor.

Dahası, askeri kapasitelerinin Ukrayna’nın ne kadarını alabileceklerini sınırladığını düşünüyorum, Ukrayna’nın tamamını alabilecek askeri kapasiteye sahip değiller. Ve bence eğer dört oblastı alacaklarsa mevcut Rus ordusunun boyutunu artırmak zorunda kalacaklar. Buna şu anda kontrol ettikleri dört oblastın batısındaki Harkiv ve Odessa da dahil. Ama ben bu sekiz oblastı ve Kırım’ı almaya çalışacaklarını düşünüyorum. Bu sekiz oblastın dördünü halihazırda kontrol ediyorlar ve Kırım’ı da aldılar; bu da 2014 öncesinde Ukrayna topraklarının yaklaşık yüzde 23’üne tekabül ediyor. Eğer şu anda ilhak ettikleri dört oblastın batısındaki dört oblastı daha alırlarsa, bu Ukrayna topraklarının yaklaşık yüzde 43’ünün Rusların eline geçmesi anlamına gelecektir. Ve bence bu durum Rusları, gerçekten işlevsiz bir devlet olan bir Ukrayna ile karşı karşıya bırakacaktır.

Muhtemel sonucun bu olduğunu söylemekten nefret ediyorum zira bu Ukrayna açısından çok korkunç bir netice, fakat dürüst olmak gerekirse bu savaşın gittiği yerin bu olduğunu düşünüyorum. Daha önce de söylediğim gibi, 2022 martında ya da kesinlikle 2022 şubatında savaş patlak vermeden önceki dönemde var olan, Rusların Ukrayna’nın tarafsızlığı karşılığında Ukrayna’dan çekildiği bir durumu hayal etmenin mümkün olduğu durumu çoktan geride bırakan Rusların artık sert oynadığını düşünüyorum. O günler geride kaldı ve sert oynayan bir Rusya, eğer yapabilirse daha fazla toprak ele geçirecek ve Ukrayna’yı mahvetmek için elinden gelen her şeyi yapacak bir Rusya’dır.

Aaron Maté: Bir soru daha, zira bu konuyu henüz tartışmadık ve bu varoluşsal bir konu ve nükleer tehdit. Rusya Dış ve Savunma Politikası Konseyinde akademisyen olan Sergey Karaganov adlı bir Rus’un yakın zamanda yazdığı bir makale vardı. Putin’e yakın olduğu söyleniyor. Bu makaleyi yakaladınız mı bilmiyorum ama temel olarak Rusya’nın daha kavgacı bir nükleer tavır benimsemesi gerektiğini, İlk Kullanım’ı benimsemesi gerektiğini ve hatta Batı’yı yeterince korkutmak için Ukrayna’da kullanmakla tehdit etmesi gerektiğini belirtmişti. Bu makaleyi okudunuz mu bilmiyorum ama okuduysanız ne anladınız? Ve genel manada nükleer tehdit, nükleer savaş tehdidi, bu savaşın kendisi söz konusu olduğunda hala bir olasılık olduğunu düşündüğünüz bir şey mi?

John Mearsheimer: Bence Ruslar kaybederse nükleer savaş büyük olasılık. Eğer Ruslar kaybederse Ukrayna ordusu doğu ve güney Ukrayna’da Rus kuvvetlerin yıpratırsa, yaptırımlar işe yararsa ve Ruslar büyük güçler safından atılmanın eşiğine gelirse bu durumda Rusların nükleer silahlara yönelmesi ve bu nükleer silahları Ukrayna’da kullanması muhtemeldir. NATO’ya karşı kullanmaya cesaret edemezler ama nükleer silahlara başvuracaklardır. Rusların kaybetmediği ve hatta kazandığı gerçeği göz önüne alındığında, nükleer savaş olasılığının büyük ölçüde azaldığını düşünüyorum. Bir an için masadan kalktığını söylemek istemiyorum ama Ruslar savaşın aşağı tarafında değil, yukarı tarafında olduğu sürece nükleer kullanım olasılığının çok düşük olduğunu düşünüyorum.

Karaganov’un makalesine gelince, ben bunu Rusların galip gelme ihtimalinin yüksek olduğunu ama benim kullandığım retoriği kullanırsak, bunun çirkin bir zafer olacağını söylemek için okudum. Bence Rusların mutlak bir zafer kazanmayacağını anlıyor. Tarafsız bir Ukrayna’ya sahip olamayacaklar ve Batı’nın geri adım attığı bir duruma düşmeyecekler. Bence Karaganov, Ruslar daha fazla toprak ele geçirse ve Ukrayna’yı işlevsiz bir devletçiğe dönüştürse bile, en iyi ihtimalle epey tehlikeli olacak soğuk bir barış elde edeceğinizi anlıyor. Substack makalemde bundan çirkin bir zafer olarak söz etmiştim. Ve bence temelde söylediği şey, bunun Ruslar için uzun vadede kabul edilebilir olmadığının açık olduğu. Rusya’nın uzun vadede bu koşullarda yaşamayı göze alıp alamayacağı net değil. Ve eğer Rusya nükleer silah kullanırsa, bu Batı’ya bir uyarı alarmı göndermenin bir yolu olabilir. Batı’ya geri çekilmeleri gerektiğini söylemenin bir yolu olabilir.

Başka bir deyişle Karaganov burada nükleer silahları zorlayıcı amaçlarla kullanmaktan bahsediyor. Batı’nın geri adım atmasını sağlamak, tavrını değiştirmesini ve bu çirkin zafere son vermesini sağlamak ve Rusların bir tür anlamlı zafer kazanmasına ve bir tür anlamlı barış anlaşması yapılmasına yardımcı olmasına imkân sağlamak amacıyla sınırlı nükleer kullanıma niyet gösteriyor. Bence haklı. Ruslar en iyi ihtimalle çirkin bir zafer kazanabilir. Bence bunu anlamak çok önemli. Bence oldukça doğru bir şekilde Rusların mutlak bir yenilgi almayacağını seziyor. Bu hikâyenin gerçek bir mutlu sonu yok, söylediği bu. Ve bunun muhtemelen kabul edilemez olduğunu ve soğuk barışın ötesine geçmenin bir yolunu bulmamız gerektiğini ve nükleer zorlamanın bunu yapmanın bir yolu olabileceğini söylüyor.

Şimdi, bu satması muhtemel bir argüman mı? Bence bunu söylemek imkânsız zira çirkin bir zaferin neye benzeyeceğini tam olarak bilmiyoruz, bu bir. İkincisi, gelecekte Rusya’da kimin kontrolü elinde tutacağını, bu çirkin zafer neredeyse tahammül edilemez hale geldiğinde Moskova’da kimin parmağının tetikte olacağını ve bu kişinin nükleer silah kullanmayı göze alacak kadar cesur olup olmayacağını kesinlikle bilmiyoruz.

Rusya tahammül edilemez bir durumda olduğu için birilerinin nükleer silah kullanmayı kabul etmesi mümkün mü? Evet, mümkün ama bu çirkin bir zafer ve kabul edilebilir bir şey değil. Bu mümkün. Bence Sergey Karaganov gibi birinin iktidarda olması ve nükleer silah kullanmayı düşünmesi gibi önemsiz olmayan bir ihtimal de var. Bunun olmayacağına bahse girerim ama kim emin olabilir ki? Sizin de çok iyi bildiğiniz gibi, geleceği tahmin etmek son derece zordur, özellikle de bu tür senaryolardan bahsediyorsanız. Ama bence burada olan da bu ve bu savaş nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, başımızın ne kadar büyük bir belada olduğunu bir kez daha vurguluyor. Daha önce de söylediğim gibi, Ruslar kaybederse, yani savaşı ciddi bir şekilde kaybederlerse, nükleer kullanımın muhtemel olduğu yer burası olacaktır. Karaganov’un söylediği şu: kazansak bile bu çirkin bir zafer olacak ve yine de nükleer silah kullanmak zorunda kalabiliriz. Bunun bizi nereye götüreceğini düşünseniz iyi olur.

Bir de şu soru var: Ukrayna gerçekten kaybederse, Ukrayna ordusunun çatırdadığını varsayalım, yediği dayağın 1917 baharında Fransız ordusunun karşılaştığı gibi bir duruma yol açtığını varsayalım —bu Fransız ordusunun çatırdadığı, isyan ettiği zaman— bunun gerçekleştiğini ve Ukraynalıların kaçtığını varsayalım. Tekrar ediyorum, bunun olacağını söylemiyorum ama bu bir olasılık. NATO ne yapacak? Ukrayna’nın Ruslar tarafından savaş alanında ciddi bir şekilde yenilgiye uğratıldığı bir durumu kabullenecek miyiz? Ben bundan pek emin değilim. Ve bu koşullarda NATO’nun savaşa girmesi mümkün olabilir. Polonyalıların tek başlarına savaşa girmeleri gerektiğine karar vermeleri mümkün olabilir ve Polonyalılar donanımlı bir şekilde savaşa girdiklerinde, bu bizi savaşa sokabilir ve o zaman bir tarafta ABD’nin diğer tarafta Rusların yer aldığı büyük bir güç savaşına sahip olursunuz. Tekrar ediyorum, bunun muhtemel olduğunu söylemiyorum ama bu bir olasılık. Burada yaptığımız şey, bu savaşın zaman içinde nasıl sonuçlanabileceğine dair akla yatkın senaryolar üretmek. Ve ortaya çıkan senaryoların neredeyse tamamı mutsuz sonla bitiyor. Bu da 24 Şubat 2022’den önce bu çatışmayı çözmeye çalışmamakla ne kadar büyük bir hata yaptığımızı gösteriyor.

Aaron Maté: Sadece bu cevaba dayanarak bile son yazılarınızdan birine neden “Önümüzdeki Karanlık: Ukrayna Savaşı Nereye Gidiyor?” başlığını verdiğinizi anlayabiliyorum, epey yerinde. John Mearsheimer, bana konuk olduğunuz için çok teşekkür ederim.

John Mearsheimer: Benim için bir zevkti. Beni ağırladığın için teşekkürler Aaron.

Dünya Basını

Mevcut jeopolitik değişiklikleri anlamak: Sergey Karaganov ile mülakat

Yayınlanma

Yazar

Rus dış politika uzmanı Sergey Karaganov, liberal uluslararası düzenin Birinci Dünya Savaşı’ndan beri süregelen bir krizde olduğunu ve Batı’nın düşüşünün sömürgeciliğin sonu ve Sovyetler Birliği’nin çöküşü gibi olaylarla hızlandığını belirtiyor. Karaganov, BM ve IMF gibi mevcut küresel kurumların yetersiz kaldığını, BRICS ve ŞİÖ gibi platformlarda paralel yapılar kurulması gerektiğini savunuyor. Rusya’nın Ukrayna’daki askeri müdahalesi ile “Dünya Çoğunluğu” olarak adlandırdığı Küresel Güney’i yeniden keşfettiğini ve bu çoğunluğun askeri-stratejik çekirdeği olduğunu vurguluyor. Ayrıca, Rusya-Çin ittifakının Batı baskısına karşı koymada ve yeni bir dünya düzeni inşa etmede kilit rol oynadığını, ancak Büyük Avrasya konseptiyle Çin’in olası hegemonyasının dengeleneceğini ifade ediyor.


Sergey Karaganov ile mülakat

New South Institute

14 Mayıs 2025

Missing Voices, New South Institute’un (NSI) liberal uluslararası düzenin gelişmekte olan krizini ana akım tartışmalarda genellikle göz ardı edilen sesler aracılığıyla inceleyen bir girişimi. Yeni serinin bu ilk mülakatında Yelena Vidoyeviç, Batı’nın düşüşünün kökenlerini izlemek ve Batı sonrası, çok kutuplu dünyanın nasıl şekillendiğini keşfetmek üzere Sergey Karaganov ile bir araya geliyor.

Karaganov, Rusya’nın Dış ve Savunma Politikaları Konseyi’ne liderlik etme ve uluslararası danışma kurullarında görev alma konusundaki onlarca yıllık deneyimine dayanarak, liberal düzenin Birinci Dünya Savaşı kadar erken bir tarihte çatlamaya başladığını ve sömürgeciliğin sona ermesi, nükleer caydırıcılık ve Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle hızlandığını savunuyor. Birleşmiş Milletler (BM) ve Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi mevcut kurumların neden günümüz gerçekleriyle artık uyuşmadığını tartışıyor, BRICS ve Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) içinde paralel çerçeveler oluşturulmasını öneriyor ve Rusya’nın Ukrayna’daki Özel Askeri Operasyonu’nun ardından Dünya Çoğunluğu’nu yeniden keşfetmesi üzerine düşünüyor.

Aşağıdaki söyleşinin tamamını okumaya davet ediyoruz. Bu, Missing Voices serisindeki birkaç diyalogdan sadece ilki; yakında Küresel Güney’den akademisyenler ve uygulayıcılarla daha fazla mülakat yayımlanacak.

Sergey Aleksandroviç Karaganov, Ulusal Araştırma Üniversitesi Ekonomi Yüksekokulu, Dünya Ekonomisi ve Uluslararası İlişkiler Fakültesi Fahri Profesörü; Dış ve Savunma Politikası Konseyi Başkanlığı Onursal Başkanı; Durum Analizi Programı Başkanı. Karaganov, Yevgeniy Primakov’un yakın bir çalışma arkadaşıydı ve hem Boris Yeltsin’e hem de Vladimir Putin’e Devlet Başkanlığı Danışmanlığı yaptı.

Liberal uluslararası düzenin krizde olduğu konusunda yaygın bir fikir birliği var. Ancak, bu krizin temel nedenleri veya Batı modelinin çöktüğünü gösteren erken uyarı işaretleri konusunda daha az fikir birliği bulunuyor. Bu erken göstergeler nelerdi ve mevcut türbülansa en çok hangi faktörler katkıda bulundu?

16. yüzyıla kadar dünyanın çok kutuplu olduğunu, ancak 16. ve 17. yüzyıllardan sonra Batı merkezli hâle geldiğini söyleyebiliriz. Batı’nın askeri üstünlüğü, o zamanlar Avrupa’nın kültürel ve siyasi sömürgeciliği ile ekonomik hakimiyet sisteminin temelini oluşturdu. Sömürgecilik çökmeye başladığında, yerini liberal küreselci sistem olarak da adlandırılan yeni sömürgeciliğe bıraktı. Ancak temeli sürekli çatırdadığı için yeni sömürgecilik de çökmeye devam etti.

Liberal uluslararası düzenin krizi, daha doğrusu Batı’nın krizi, yüz yıldan daha uzun süre önce, Batı’nın kendisine karşı korkunç bir dünya savaşı (Birinci Dünya Savaşı) başlatmasından sonra başladı. Bu, Batı toplumunun birçok normunu ve temelini sarstı. Oswald Spengler, bu durumu bazen Avrupa’nın Çöküşü olarak da adlandırılan Batı’nın Çöküşü adlı kitabında oldukça etkileyici bir şekilde anlatmıştı.

1920’lerin başlarında Sovyetler Birliği hâline gelen Rusya, Batı sisteminden koptu ve diğer şeylerin yanı sıra sömürgecilik karşıtı ve ulusal kurtuluş hareketlerini desteklemeye başladı. Fakat bu dönem, Batı içindeki çelişkilerden büyük ölçüde kaynaklanan 1930’ların en derin krizi ve İkinci Dünya Savaşı ile aynı zamana denk gelmesine rağmen, henüz Batı ve liberal sistemlerin kriziyle ilişkilendirilmiyordu.

1950’lerde ve 60’larda, eylemlerinin sonuçlarının tam olarak farkında olmasa da kendi güvenliğinden endişe duyan Sovyetler Birliği’nin nükleer silahlar yaratması ve uluslararası sistemdeki 500 yıllık Batı hakimiyetinin temelini yıkmasıyla yeni bir aşama başladı. Bu temel, Avrupa’nın/Batı’nın askeri-teknik ve askeri-örgütsel üstünlüğüne dayanıyordu.

1960’larda Batı savaşları kaybetmeye başladı ve sömürgeciliğin tasfiyesi başladı. Batı artık iradesini zorla kabul ettiremiyordu. Kore Savaşı kaybedildi, Fransa’nın Vietnam’daki savaşı da öyle, bunu Amerika Birleşik Devletleri’nin Vietnam’daki yenilgisi ve petrol ambargosu izledi.

Batı’da ve özellikle Avrupa’da yapısal çelişkiler birikmeye başladı. Avrupa 1960’ların sonlarından itibaren durgunlaşıyordu ve 1970’lerde ve 80’lerde Batı’nın gerilemeye başladığı görülüyordu. Ancak daha sonra Sovyetler Birliği çöktü ve Batı’nın küresel hakimiyet sistemlerine rakip olma rolünü oynamayı bıraktı. Batı mesut oldu ve sorunlarını unuttu, özellikle de Rusya, Orta ve Doğu Avrupa ve tabii ki Çin’de kendisine açılan bir buçuk ila iki milyar düşük ücretli işçiden ve devasa pazarlardan güçlü bir destek aldığı için.

Ancak 2000’lerde, kabul edilebilir, egemen koşullarda Batı sistemine entegre olamayacağını anlayan Rusya, askeri gücünü yeniden tesis etmeye karar verdi ve bunu başardı. Liberal uluslararası düzen, belirli etik, öncelikle Protestan, Hristiyan değerler üzerine kurulmuş olan Batı kapitalizminin ahlaki yozlaşmasıyla aynı zamana denk gelen yeni bir krize sürüklendi. Sonsuz zenginleşmeye ve sürekli artan tüketime dayalı bir model hakim oldu ve böylece yaşamın dokusuna —Dünya gezegenine— zarar verdi.

Rusya bir ölçüde muhtemelen liberal düzen krizinin anahtarıydı, ancak ne Sovyet ne de Rus liderlerin gerçekte ne yaptıklarını tam olarak anladıklarından eminim. Ülkenin güvenliği için endişeleniyorlardı ve geleneksel Rus enternasyonalizmiyle hareket ederek, o zamanlar “Üçüncü Dünya” olarak adlandırılan sömürgecilik karşıtı hareketleri ve ülkeleri desteklediler. Tekrar söyleyeyim: Keskin bir kriz uzun zaman önce patlak verdi, en akut aşaması 1970’lerde/80’lerde başladı, ancak bu, Batı modelinin geçici zaferiyle kesintiye uğradı, ardından kriz hızlandı ve o zamandan beri ivme kazanıyor.

Gelişmekte olan “Batı sonrası” dünyanın tanımlayıcı özellikleri olarak neleri görüyorsunuz? Bu yeni dönemde güç dinamikleri, ekonomik yapılar ve jeopolitik ittifaklar nasıl değişecek? Ayrıca, mevcut küresel yönetişim kurumlarının geçerliliğini koruyacağına mı, yoksa değişen güç dengesini yansıtmak için reforme edilmeleri, hatta değiştirilmeleri mi gerektiğine inanıyorsunuz?

Sorunuzun iki cevabı var. Birincisi, mevcut küresel yönetişim kurumları çoğunlukla açıkça yetersiz. Bu öncelikle IMF, Dünya Bankası ve büyük ölçüde BM bağlantılı kurumlar için geçerli. Dolayısıyla bunları neyle ve nasıl değiştireceğimizi düşünmemiz gerekiyor. Ancak bunları zamanından önce yok etmeye gerek yok, bu sadece kaosu artırır.

Şimdilik basit reçetem, ŞİÖ, BRICS ve Küresel Güney yerine kullanmayı tercih ettiğimiz ifadeyle Dünya Çoğunluğu içinde paralel kurumlar oluşturmamız ve aynı zamanda bazı kilit uluslararası kalkınma konularında Batı’dan istekli katılımcıları da sürece dahil etmemizdir. Bunlar arasında örneğin iklim değişikliklerinin ve insan kaynaklı felaketlerin sonuçları, gıda kıtlığı, salgın hastalıklar ve biyolojik silahların yayılması yer alıyor. Acil dikkat gerektiren ancak mevcut sistem içinde çözülemeyen daha pek çok konu sayabilirim.

Ancak yine de tüm BM sistemini hemen hurdaya çıkarmamalıyız. Belki 15 ila 20 yıl ya da daha sonra, büyük bir dünya savaşına sürüklenmezsek BM kurumlarına tekrar ihtiyacımız olabilir. BM’nin temel sorunu Tüzüğü değil, son birkaç on yıldır, başta merkezlerinin New York, Cenevre ve Viyana’da bulunması olmak üzere bir dizi koşul nedeniyle, Batılı ülkelerden yetkililer veya kendilerini Dünya Çoğunluğu ile değil Batı ile aynı hizaya getiren yetkililer tarafından kuşatılmış olmasıdır. Bununla birlikte, bu sistem zayıflıyor ve giderek daha az meşru hâle geliyor olsa da yok edilmemelidir. Bunun yerine paralel sistemler oluşturulmalı.

İkincisi, yeni dünya düzeninin tanımlayıcı özellikleri hakkında. Ben elbette kâhin değilim. Ancak uzun bir dönemin ardından (şu anda tahmin etmek neredeyse imkânsız olsa da bence 10 ila 15 yıl sürecek) ulusların ve medeniyetlerin gelişebileceği, etrafta hegemonların olmadığı, eskilerin kenara çekileceği ve yenilerinin ortaya çıkma şansı bulamayacağı çok kutuplu ve oldukça özgür bir dünya göreceğimiz benim için oldukça aşikar. Bu yüzden o dünyayı gerçekten seviyorum. Onu görecek kadar yaşamayabilirim ama bu başka bir mesele. Batı yanlısı olmayacak. Umarım hür olacak.

Fakat özgürlük çok pahalı bir metadır ve bedelini ödemek zorunda kalacağız. Ona ulaşmak için çok çalışmamız gerekecek. Bu yüzden tüm ülkelerin, halkların ve her bireyin, dünyanın büyük çaplı bir savaşa sürüklenmesini önlemek ve ulusların dağılmasından kaçınmak için bu çalkantılı dönemi olabildiğince sorunsuz atlatmaya çalışması gerekiyor. Bu oldukça zor bir dönem ama üzerinde düşünülmesi gereken bir şey.

Ukrayna’daki Özel Askeri Operasyon (ÖAO), Rusya için sadece Batı ile ilişkilerinde değil, daha da önemlisi, sizin ve meslektaşlarınızın “Dünya Çoğunluğu” olarak adlandırdığı Küresel Güney’i yeniden keşfetmesinde nasıl bir dönüm noktası oldu?

ÖAO —aslında Ukrayna’da Batı ile savaş— Rusya’nın politikasının tüm yönlerini önemli ölçüde etkiledi. Bu operasyon, Rus ekonomisinde ve Rus dış politika düşüncesinde doğuya kayışı hızlandırdı. Çin, Hindistan ve diğer Asya ülkeleriyle ticaret hacmi keskin bir şekilde arttı. Afrika ile ticaret canlanıyor. Rusya’nın Dünya Çoğunluğu’na yönelik devam eden yöneliminin çarpıcı bir şekilde hızlanması da çok önemli. Rusya nihayet gelecekteki büyüme kaynaklarının ve en umut verici ortakların burada olduğunu fark etti.

Ancak Dünya Çoğunluğu’na bu yöneliş ÖAO’dan çok önce tasarlandı ve başladı. Bundan birkaç yıl önce yazdık ve konuştuk. Birkaç yıl önce meslektaşlarımla birlikte Dünya Çoğunluğu’na yönelik yeni politika hakkında bir rapor yayımladık ve ondan beş altı yıl önce de Afrika’ya yönelik yeni politika hakkında bir rapor yayımlamıştık. Yani hazırlıklıydık. Ve şimdi nesnel koşullar Dünya Çoğunluğu ile uyumlanmamızı hızlandırıyor. Dahası, Rusya nihayet bu çoğunluğun bir parçası olduğumuzu, onun askeri-stratejik çekirdeği ve temeli olduğumuzu kabul etmeye başlıyor. Biz sömürgeci güçler arasında değildik.

Sovyetler Birliği sömürgecilikten ve yeni sömürgecilikten kurtuluşu aktif olarak savundu ve Batı’nın askeri üstünlüğünü baltalayarak Dünya Çoğunluğu’nu eski Batı’nın hakimiyetinden kurtarmaya başladık. Ayrıca Rusya’da Doğu, Latin Amerika ve Afrika ülkelerinin kültürüne artan bir ilgi görüyoruz ve halklar arası temaslar genişliyor, bu da çok cesaret verici. Yüksek enternasyonalizmin ve kültürel, dini ve etnik açıklığın çok iyi Rus geleneğine geri dönüyoruz. Size hatırlatayım, 18. yüzyılda etnik bir Etiyopyalının general rütbesine sahip olduğu neredeyse tek ülkeydik. O, Büyük Petro’nun sevilen bir çalışma arkadaşı ve öğrencisiydi. Rusya’nın en büyük şairi Puşkin (ve Puşkin’in bizim her şeyimiz, modern Rus edebi dilinin kurucusu olduğunu söyleriz), bu Afrika kökenlinin torunuydu.

ÖAO’nun Rusya’daki iç politika ve ekonomimiz üzerinde olumlu bir etkisi oldu. Bu askeri operasyonun teşvik ettiği bu iç değişikliklerin, kaçınılmaz bir dünya savaşı riskini taşıyan NATO’nun doğuya doğru genişlemesini durdurmanın yanı sıra, elbette temel hedeflerinden biri olduğunu söyleyebilirim. Daha önce neredeyse durgun olan ekonomi şimdi daha hızlı büyüyor. Bilime, özellikle de teknik bilimlere yeniden yatırım yapıyoruz.

Savaş, Rus seçkinlerini ve toplumunu, geri kalmışlığın bir işareti hâline gelen Batıcılıktan ve Batı merkezcilikten arındırmaya yardımcı oluyor. Batı yaptırımları, komprador burjuvaziden ve onun entelektüel hizmetkârlarından kurtulmamıza yardımcı oluyor. Belki daha da önemli bir sonuç var: Rusya “gerçek benliğine” geri dönüyor. Ahlaki ve manevi bir yükseliş yaşıyor. Başka bir deyişle, çok boyutlu bir ekonomik, kültürel ve manevi Rönesans durumundayız. Elbette bu canlanmanın bedelini en iyi evlatlarımızın kanıyla ödemek zorunda olmamız çok üzücü. Ama biz kazanacağız. Bu canlanma, Doğu’ya ve Küresel Güney’e doğru kayışla birlikte bizde kalacak, özellikle de bu Dünya Çoğunluğu’nun askeri-politik çekirdeği olduğumuzu sürekli vurguladığımız için. Dünya Çoğunluğu’nu Batı’nın boyunduruğundan kurtarıyoruz.

Ukrayna’daki savaşın başlangıcındaki temel açığa çıkışlardan biri, Avrupalı seçkinler arasında —ve bir ölçüde kamuoyunda— “Rusya kaynaklı endişelerin” derinliğiydi. Bu endişeleri ne ölçüde tarihsel olarak yerleşmiş, uzun süredir devam eden jeopolitik anlatılara dayalı görüyorsunuz? Yoksa bu, daha yakın tarihli olaylara ve stratejik gelişmelere bir tepki mi? Mevcut gerilimler göz önüne alındığında, Rusya’nın orta vadede Batı’nın çoğuyla ilişkilerini normalleştirmesi için gerçekçi bir yol görüyor musunuz, yoksa kırılmalar yakın gelecekte uzlaşma için çok mu derinleşti?

Rus düşmanlığı (Russofobi) her zaman, özellikle Avrupa’da ve daha az ölçüde Amerika Birleşik Devletleri’nde çok güçlü olmuştur. Slavlar ten rengi olarak Romano-Cermenlere benzese de bu bir tür ırkçılıktı. Bu, kültürel bir ırkçılık, bir tür üstünlük duygusuydu, zira tarihin belirli bir noktasında Moğol istilası nedeniyle Rusya teknolojik gelişimde geri kalmıştı. Fakat bu Rus düşmanlığının temel nedeni, Rusya’nın Avrupa ile yaptığı savaşları her zaman kazanmış olmasıydı.

Avrupa ile yaklaşık sekiz yüzyıl boyunca savaştık ve her zaman galip çıktık. Tüm Avrupa için özellikle travmatik olan, bizim Büyük Anayurt Savaşı olarak adlandırdığımız İkinci Dünya Savaşı’nda Rusya’ya yenilmesiydi. Yugoslavya ve Yunanistan hariç neredeyse tüm Avrupa ülkeleri Alman ordusuna silah, teçhizat ve yiyecek sağladı. Dahası, neredeyse tüm Avrupa ülkeleri asker verdi. On binlerce İtalyan, on binlerce Rumen ve hatta Fransızlar bize karşı savaştı. Alman Wehrmacht’ı ve SS’lerinin dörtte biri, hatta üçte biri Alman olmayan Avrupalılardan oluşuyordu.

1945’te Alman faşizmini yendiğimizi söyleriz, ama gerçekte bu, Avrupa’ya karşı bir zaferdi. O zamanlar, cömertlikten ve zafer coşkusundan dolayı Müttefiklerle birlikte kazandığımızı söylüyorduk. Doğru, kıta Avrupası’nı Amerikalılar ve İngilizlerle birlikte yendik.

Ama şimdi Avrupa’da Rus düşmanlığının (Russofobi) çamurlu dalgaları yeniden yükseliyor. Mevcut nefret dalgasının bir başka ve çok daha derin nedeni, bugünkü Avrupalı seçkinlerin her cephede kaybediyor olması. Eşitsizlik artıyor, ekonomi yavaşlıyor ve Avrupalıların kendi çıkarları için dünyaya dayattığı sözde “yeşil gündem” başarısız oldu. Avrupa toplumları derin bir ahlaki yozlaşmaya batıyor, bu da onları diğer birçok ulus için “dışlanmış” yapıyor. Avrupa toplumlarında ortaya çıkan ve diğer ülkelere dayatmaya çalıştıkları tüm bu en yeni, çok tuhaf insan sonrası veya insan karşıtı değerlerden bahsediyorum. Bunlar arasında ultra feminizm, LGBT kültürü, tarihin inkârı, transhümanizm vb. yer alıyor.

Buna, son 30 yıldır Avrupa genelinde eşitsizlikteki çarpıcı artışı, orta sınıfın düşüşünü ve sendikaları zayıflatmak ve kendi işgücü maliyetlerini düşürmek amacıyla 1960’larda birkaç göçmen dalgasının ülkeye girmesine izin veren ve şimdi onlarla başa çıkamayan Avrupalı seçkinlerin yaptığı korkunç ve şeytani hatayı da eklemeliyim. Bu sürekli başarısızlıkları örtbas etmek ve iktidarlarını meşrulaştırmak için (iktidardan uzaklaştırılmaları gerekirdi), 10 yılı aşkın süredir Rusya’dan askeri tehdit korkusunu körüklüyorlar.

Şimdi bu askeri tehdit korkusu, askeri bir histeriden başka bir şeye dönüşmüyor. Avrupalılar savaşa hazırlanıyor, bu da bizim ve tüm normal insanlar için gerçekten şok edici. Yüz yılı aşkın bir sürede üçüncü kez kendilerini intihara sürüklüyorlar. Avrupa’nın, iki dünya savaşı da dahil olmak üzere tüm insanlığın sorunlarının kaynağı olduğunu unutmamalıyız. Hiçbir şey öğrenmediler ve bir kez daha yeni bir dünya savaşına doğru gidiyorlar. Umarım Rusya, dünyanın üçüncü bir dünya savaşı kumarını oynamasını durdurabilir ve bu seçkinleri dizginleyebilir. Ama önümüzde zorlu bir yol var.

Şu anda Batı içinde Rusya’ya yaklaşımı ve Ukrayna’daki savaşın geleceği konusunda büyüyen bir ayrışmaya tanık oluyoruz gibi görünüyor. Paradoksal olarak, Rusya ile müzakere veya barış anlaşması olasılığını araştırmaya daha istekli olan ABD iken, pek çok AB lideri en iyi ihtimalle tereddütlü, en kötü ihtimalle ise bu tür tartışmalara kesinlikle karşı çıkıyor. Bu strateji farklılığını neyin tetiklediğine inanıyorsunuz? Bu, ABD ve AB içindeki farklı jeopolitik önceliklerin, ekonomik çıkarların veya iç siyasi baskıların bir yansıması mı? Ve bu bölünmenin, çatışmanın ele alınmasında Batı uyumunun geleceği için ne gibi etkileri olabilir?

Avrupalı ve Amerikalı seçkinler arasındaki farklar açık ve giderek artıyor. Bu savaşın başında, Amerikalı ve Avrupalı seçkinler genellikle aynı çıkarları güdüyorlardı. Amerikalılar, Rusya’yı stratejik bir düşman olarak mahvetmeyi umuyordu. Avrupalılar ise daha çok savaşı kazanmak ve böylece varlıklarını haklı çıkarmak ya da en azından toplumlarını iç sorunlardan uzaklaştırmak istiyordu. Ancak yıllar geçtikçe bu savaşı kazanamayacaklarını anladıkça, Amerikalı ve Avrupalı seçkinler arasında farklılıklar ortaya çıkmaya başladı.

Her şeyden önce, Rusya Ukrayna’daki NATO saldırganlığına sadece sert bir direniş göstermekle kalmadı, aynı zamanda bu saldırganlık devam ederse er ya da geç Rusya’yı Avrupa’daki hedeflere karşı nükleer silah kullanmaya zorlayacağını da belirtti. Amerikalılar fikir değiştiriyor, zira Avrupa’da nükleer bir savaşa ihtiyaçları yok. Nükleer savaşın neye benzediğini anlıyorlar. Biden son derece saldırgan bir söylem benimsemiş olsa da, daha Biden döneminde geri çekilmeye başladılar. Ancak onun yönetimi altında bile Ukrayna’ya askeri yardım yer yer azalmaya başladı.

Avrupalılar için durum çok daha karmaşık. Amerikalılar nükleer savaş tehlikesini anlıyor ve istemiyorken, Avrupalı seçkinler akıllarını yitirmiş durumda. Bir “stratejik parazitlik” bulutu içinde yaşıyorlar, savaş korkusunu ve halklarına karşı sorumluluklarını kaybettiler. Bu yüzden yol boyunca her şeyi kaybederek, kendi kendini yok etme riskine rağmen ülkelerini savaşa doğru itiyorlar.

Ayrıca, Amerikalılar bu savaşta zaten çok önemli hedeflere ulaştılar. Hedeflerden biri Rusya ile Avrupa arasında yakın bir uyumu önlemekti. Bu hedefi, Ukrayna kartının ilk kez oynandığı ve Ukrayna’da ilk darbenin gerçekleştiği 2000’li yıllardan beri güdüyorlardı. Ülke sürekli bir gerilim kaynağına dönüştürüldü. Amerikalılar başarmıştı. 2000’lerin başlarında, Rus ve birçok Avrupalı lider tek bir kıtasal ekonomik, siyasi ve güvenlik alanı oluşturmaktan bahsediyordu. Amerikalılar bunu istemedi. Bu yüzden yakın gelecekte böyle bir alanın oluşturulamayacağından emin olmak için ellerinden geleni yaptılar.

Ayrıca, Amerikalıların Ukrayna’da bu savaşı başlatmaktaki hedeflerinden biri de Avrupa’yı soyma yeteneklerini artırmaktı. Amerika, Dünya Çoğunluğu’nu soyma fırsatını kaybediyor çünkü Amerika Birleşik Devletleri nispeten zayıfladıkça Dünya Çoğunluğu daha bağımsız hâle geliyor. Bu yüzden ABD, Dünya Çoğunluğu’nu yağmalama konusundaki bu azalan fırsatı, Avrupa’yı cüretkâr bir şekilde soyarak telafi ediyor. Savaş ve tüm bu süper yaptırımlar nedeniyle, Avrupa Rus doğalgazını ve Rus kaynaklarını reddederek rekabet avantajlarını baltaladığı için, Amerikalılar şimdi hem Avrupa parasını hortumluyor hem de Avrupa sanayisini Amerika Birleşik Devletleri’ne çekiyor. Yani Amerikalılar bu savaşı zaten kazandı, ama sadece Avrupa’ya karşı. Şimdi bu çatışmayı bir şekilde sona erdirmek ve nükleer savaş seviyesine tırmanmasını önlemek için Rusya ile bir anlaşma yapmak istiyorlar. Ama Avrupalılar çıldırdı ve gözü dönmüş bir şekilde uçuruma doğru koşuyorlar.

Ortak yazarı olduğunuz Rusya’nın Dünya Çoğunluğu’na Yönelik Politikası başlıklı raporda, BRICS ve bir ölçüde ŞİÖ, “Batı’nınkine alternatif kurallar koyma, standartlar belirleme, politikalar yürütme ve kurumsal alternatifler yaratma potansiyeline sahip… Dünya Çoğunluğu’nun öncüsü” olarak tanımlanıyor. Özellikle aşırı soldan gelen, BRICS’in yapısal toplumsal dönüşümü yönlendirmek yerine küresel güç yapıları içinde ulusal seçkinleri ilerletmeye yönelik bir platformdan ibaret olduğu yönündeki eleştirilere nasıl yanıt verirsiniz?

Rusya, BRICS ve ŞİÖ’nün gelişimini, uluslararası sistemin yönetilebilirliğinin tamamen çökmesini önlemenin bir yolu olarak görüyor. Batı’nın hakim olduğu eski kurumlar ölüyor. BM sistemi çok zayıfladı, işlevlerinin çoğunu yerine getiremiyor ve Batılı seçkinlerin temsilcileri veya Batı yanlısı yetkililer tarafından kuşatılmış durumda. Yeni bir güç dengesi ve yeni bir kurumsal sistem kuracağımız ya da eskisinin bazı unsurlarını restore edeceğimiz uzun dönem için paralel sistemler oluşturmamız gerektiğine inanıyorum.

Hakikaten de Rusya şimdiye kadar uluslararası kalkınma için alternatif bir sosyo-ekonomik model önermedi. Bahsettiğiniz eleştirinin oldukça yerinde olduğuna inanıyorum. Bu, sizinle birlikte ele almamız gereken çok zor ve karmaşık bir konu.

Modern küreselci liberal kapitalizmin göreceli faydasını yitirdiğini ve şimdi açıkça zararlı olduğunu kabul ediyorum; birincisi, sürekli artan tüketime dayandığı için doğaya, ikincisi ise sonsuz tüketime yapılan vurgu nedeniyle insanların tamamen tüketen hayvanlara dönüşmesine. Kâr arayışı ve bilişim devrimi insanın kendisini yok etmeye başlıyor. Alternatif bir kalkınma modeli tasarlamaya başlamak ve onu uygulamaya çalışmak için Dünya Çoğunluğu’ndan düşünürlerle ve Batı’daki ilerici entelektüellerle birlikte çalışmamız gerekiyor.

Bu konuda Rusya’nın yeterince aktif olmadığına ve bunun bizim zayıflığımız olduğuna inanıyorum. Geçen yıl St. Petersburg Ekonomi Forumu’nda Devlet Başkanımızla konuştuğumda bu konuyu gündeme getirdim. Bir şeylerin devam ettiğini biliyorum ama bu konuda birlikte çalışmamız gerekiyor. Bu sadece “sol” güçleri değil, aynı zamanda insanlığın geleceği için sorumluluk duyan politikacıları ve bilim adamlarını da içermeli. Mevcut kapitalizm modeli insanlığı bir çıkmaza sürüklüyor.

Güney Afrika, Rusya’nın daha geniş dış politika stratejisinde nasıl bir rol oynuyor? Ayrıca iktisadi, siyasi ve güvenlik hususları Rusya’nın Güney Afrika ile ilişkilerini ne ölçüde şekillendiriyor ve bu ilişkinin önümüzdeki yıllarda nasıl gelişeceğini görüyorsunuz?

Güney Afrika ile ilişkilerimizin olumlu yönde geliştiğini görüyoruz, onu gelecek vaat eden bir ortak olarak değerlendiriyoruz. Ticaret hacmi artıyor ve insani temaslar genişliyor. Çoğu uluslararası siyasi konuda birlikte duruyoruz ve BRICS’i birlikte inşa ediyoruz, bu yüzden tek seçenek ilerlemek.

Belki de insani, bilimsel ve eğitimsel bağların geliştirilmesine daha fazla dikkat etmeliyiz. Giderek daha fazla Rus öğrencinin Güney Afrika’da okuduğunu biliyorum. Güney Afrika’dan ve diğer Afrika ülkelerinden mümkün olduğunca çok öğrenciyi Rusya’da okumaya çekmek için ek çaba göstermemiz gerekiyor. Rusya, Afrikalılar için çok uygun bir ülke çünkü burada ırkçılık yok. Elbette bazıları böyle hissedebilir ama prensipte ırkçılık Rus ulusal karakterine yabancıdır. Sanırım Afrikalı dostlarımız, o zamanki Sovyetler Birliği’nde okuyan ve şimdi muhtemelen Afrika ülkeleriyle kurduğumuz dostane ilişkilerin çekirdeğini oluşturan on binlerce Afrikalı öğrencinin hissettiği gibi burada kendilerini çok rahat hissedeceklerdir.

Rusya’nın Çin ile ittifakının uzun vadeli sürdürülebilirliğini nasıl değerlendiriyorsunuz ve böyle bir ortaklık ne gibi riskler taşıyabilir?

Rusya ve Çin gayri resmi müttefiklerdir. Birbirimizi birçok yönden tamamlıyoruz. Çinlilerin işgücü fazlası var, bizim ise devasa kaynaklarımız. Ayrıca çok uzun bir sınırı paylaşıyoruz ve son on yıllarda kurduğumuz iyi ilişki, sınırın her iki tarafında da güvenliğimizi büyük ölçüde artırdı. Sınırdaki asker sayısını keskin bir şekilde azalttık ve Çin de aynısını yaptı. Kuzeyde neredeyse hiç büyük askeri birliği yok. Ama en önemli şey bu değil.

Rusya ve Çin ekonomik alanda çok yakın işbirliği yapıyor. Biz ve Çinli dostlarımız da henüz çok erken oluşum aşamasında olan gelecekteki bir uluslararası kalkınma modeli üzerinde çalışıyoruz. Son olarak, Rusya ve Çin’in fiili müttefik olması, her ülkenin birleşik stratejik gücünü ikiye katlıyor.

Çin’in, arkasında Rusya’nın stratejik gücü olmasaydı Amerika Birleşik Devletleri ve Batı’nın baskısına nasıl direnebileceğini hayal etmek zor. Çin ve ekonomik gücü, Avrupa ile olan çatışmamızda bize çok yardımcı oldu, şimdi de oluyor ve gelecekte de olacak. Rus ve Çinli liderler, 1960’lar ile 1980’ler arasında düşüncesizce kötüleşen iki ülke arasındaki ilişkileri düzeltti. Tanrı, Batılı komşularımızı, özellikle de Amerikalıları çılgınlığa sürükleyerek bize yardım etti. Aynı anda Çin ve Rusya’ya baskı uygulayarak, iki dost ülkeyi bir ittifaka ittiler, böylece her birimizin tek başına potansiyel gücünü ve birleşik gücümüzü çarpıcı bir şekilde artırdılar.

Söylemeye gerek yok, Rusya ve Çin arasında ekonomik güç açısından büyük bir dengesizlik var. Bu, bazı politikacılarımız ve toplumumuz arasında bazı endişelere neden oluyor ama bu dengesizliğin ilişkilerimizi şimdi veya öngörülebilir gelecekte etkileyeceğinden endişe duymuyoruz.

Pekin, ülkemize yönelik Çinli işgücü göçü konusunda son derece dikkatli. Burada çok sayıda Çinli öğrenci ve iş insanı var, ancak pratikte hiç Çinli işçi yok. Yaklaşık 15 yıl önce özel bir araştırma yaptık ve Batı’nın ülkelerimiz arasına nifak sokmak amacıyla iddia ettiği gibi Rusya’da milyonlarca Çinli olmadığını öğrendik. Aslında sayıları, buradaki Alman pasaportlu Almanlardan bile daha azdı. Bugün burada o kadar çok Alman yok elbette, ama yine de ülkemizde çok az Çinli var ve hatta mutfakları nedeniyle burada daha fazlasını görmek isterdim. Ancak uzun vadede bu dengesizlik hakkında oldukça ciddi düşünmek zorunda kalacağız.

Bu dengesizliği göz önünde bulundurarak, ben de dahil olmak üzere biz, yedi sekiz yıl kadar önce Büyük Avrasya konseptini önerdik. Başlangıçta Çinli dostlarımız bu konsepte biraz kıskançlıkla yaklaştılar, ama şimdi Büyük Avrasya Ortaklığı’nı birlikte inşa ediyoruz. Büyük Avrasya Ortaklığı, tüm Avrasya için bir işbirliği, kalkınma ve güvenlik sistemi ve bir noktada belki de gıda, ilaç, doğal ve insan kaynaklı felaketlere müdahale ve ulaştırma sektörlerinde bir güvenlik veya yumuşak güvenlik sistemi anlamına geliyor.

Fakat bu konseptin daha da derin bir anlamı var. Büyük Avrasya konsepti, Avrasya’nın tartışmasız lideri olan Çin’in, yanında Endonezya, ardından Hindistan, Pakistan, İran, Türkiye ve son olarak Rusya gibi yükselen diğer büyük güçler tarafından dengeleneceği anlamına geliyor. Böylece kimse Çin hegemonyasından korkmayacak. Çinli dostlarımızın başlangıçta bu tür bir dengelemenin gerekli olduğunu kabul etmesi zordu. Ama şimdi eşitler arasında birinci olmanın, herkesin korktuğu bir hegemon olmaktan çok daha iyi olduğunu anlıyorlar. Pekala, önümüzdeki 10 ila 15 yıl içinde ne olacağını göreceğiz.

Bence politikamız bir yandan Çin’den herhangi bir tehdidin ortaya çıkmasını önlemeyi, diğer yandan da ilişkimizi mümkün olan her düzeyde güçlendirmeyi ve onu Büyük Avrasya’nın omurgası yapmayı amaçlıyor. Doğal olarak, bu omurga er ya da geç üçüncü bir desteğe, Hindistan’a, ardından da dördüncü ve beşinci desteklere, yani İran ve Arap ülkelerine ihtiyaç duyacaktır. Ve sonra dünyanın merkezi olması gereken yere, büyük ve barışçıl bir Büyük Avrasya’ya geri dönecektir. Bu terimi benim bulmuş olmamdan dolayı çok mutlu ve gururluyum.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Trumpizmin gerici ideoloğu: Curtis Yarvin

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Aşağıda sunduğumuz çeviri, sabredip sonuna kadar okuyabilirseniz Trumpizmin ve Amerikan Yeni Sağı’nın buralarda pek bilinmeyen bir “düşünürünün” portresini sunuyor: Curtis Yarvin.

Bu acayip, megaloman ve “Amerika’nın tek monarşisti” Yarvin, zannettiğiniz kadar marjinal değil: Başkan Yardımcısı JD Vance onunla tanışıyor, karanlıklar prensi Peter Thiel ile dost, Steve Bannon ondan alıntı yapıyor, ünlü Fransız “Büyük Yerinden Etme” teorisyeni Camus ile kalesinde görüşebiliyor. İnternetin karanlık dehlizlerinde demokrasiye, anayasaya, seçimlere ve Aydınlanma kaynaklı eşitliğe savaş açan bu eksantrik tip, Amerikan teknoloji sağı için bir norm haline gelmiş durumda.

Yarkin, Thiel, Vance ve benzerlerinin Fransız Devrimi’ne karşıtlıkla belirlenen ve oradan Ekim Devrimi’ne düşmanlıkla zirvesine ulaşan “gerici modernizm” akınının günümüzdeki uzantıları olduğunu teşhis etmek de çok zor değil: Eşitliğe, kültürel çeşitliliğe, soyut insan fikrine, bütünlüğe/evrenselliğe karşı sınıf/kast imtiyazlarını, etno-homojenliği, somut deneyselliği ve tikelliği/partikülarizmi savunmak…

Makaleyi okudukça, Trumpizmin Gazze’deki “Riviera” planından “idari devleti yok edecek” DOGE adımına kadar birçok şeyin, öncesinde Yarkin tarafından açıklıkla dile getirildiğini görünce şaşıracaksınız; hem de bunun, “neoliberalizme” veya “elitlere” karşı bir “halk isyanı” olmadığını da büyük bir açıklıkla fark ederek.

Son olarak metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Curtis Yarvin’in Amerika’ya Karşı Komplosu

Ava Kofman
New Yorker
2 Haziran 2025

2008 yılının ilkbahar ve yaz aylarında, Donald Trump’ın hâlâ kayıtlı bir Demokrat olduğu dönemde, Mencius Moldbug adıyla tanınan isimsiz bir blog yazarı, “Açık Fikirli İlericilere Açık Mektup” başlıklı bir dizi manifesto yayınladı. Eski bir müminin alaycı hoşnutsuzluğuyla yazılan 120 bin kelimelik mektup, eşitlikçiliğin dünyayı iyileştirmekten uzak, aslında onun çoğu kötülüğünden sorumlu olduğunu savunuyordu. Moldbug, aklı selim okuyucularının aksini düşünmesinin, medya ve akademinin, farkında olmasa da, sol-liberal konsensüsü sürdürmek için birlikte çalışmasının etkisi olduğunu iddia ediyordu. Bu alçakça ittifaka “Katedral” adını veriyordu. Moldbug, bu ittifakın yok edilmesinden ve toplumsal düzenin tamamen “yeniden yüklenmesinden” [reboot] başka bir şey istemiyordu. “Demokrasinin, Anayasanın ve hukukun üstünlüğünün ortadan kaldırılmasını” ve sonunda iktidarın, hükümeti “ağır silahlı, ultra kârlı bir şirkete” dönüştürecek bir CEO’ya (Steve Jobs veya Marc Andreessen türü biri, önerdiği gibi) devredilmesini öneriyordu. Bu yeni rejim, devlet okullarını satacak, üniversiteleri yok edecek, basını ortadan kaldıracak ve “medeniyetten uzaklaşmış nüfusu” hapse atacaktı. Ayrıca, kamu görevlilerini toplu olarak işten çıkaracak (Moldbug daha sonra bu politikaya RAGE –Retire All Government Employees [Tüm Devlet Çalışanlarını Emekliye Ayırma]–adını verdi) ve “güvenlik garantileri, dış yardım ve kitlesel göç” dahil olmak üzere uluslararası ilişkileri kesintiye uğratacaktı.

Moldbug, vizyonunun baş yöneticisinin akıl sağlığına bağlı olduğunu kabul ediyordu: “Açıkçası, eğer o kişi Hitler veya Stalin gibi çıkarsa, Nazizm veya Stalinizmi yeniden yaratmış oluruz.” Yine de, halk desteğine fazla bağımlı olduğunu düşündüğü yirminci yüzyıl diktatörlerinin başarısızlıklarını ciddiye almıyordu. Moldbug’a göre, kitlelerin tutkularından meşruiyet arayan herhangi bir sistem istikrarsızlığa mahkumdu. Eleştirmenler onu tekno-faşist olarak nitelendirse de, o kendini monarşist veya Jakobit olarak tanımlamayı tercih ediyordu: Jakobit, 17. ve 18. yüzyıllarda Britanya’nın parlamenter sistemine karşı çıkıp kralların ilahi hakkını savunan II. James ve onun soyundan gelenlerin yandaşlarına bir göndermeydi. Gerici düşünürlerin baş düşmanı Fransız Devrimi şöyle dursun: Moldbug, İngiliz ve Amerikan devrimlerinin çok ileri gittiğine inanıyordu.

Moldbug’un “Açık Mektubu” kitlelere pek sevgi göstermiyorsa da, onların hâlâ bir işe yarayabileceğini ima ediyordu. “Komünizm Andrey Saharov, Joseph Brodsky ve Václav Havel tarafından devrilmedi,” diye yazıyordu. “Gerekli olan şey filozoflarla kalabalığın birleşmesiydi.” Bu kitleyi toplamak için en iyi yerin internet olduğunu söylüyordu; bu, zekice bir sezgiydi. Kısa süre içinde, Moldbug’un blogu “Unqualified Reservations”ın bağlantıları, liberteryen teknoloji meraklıları, hoşnutsuz bürokratlar ve kendine özgü rasyonalistler tarafından paylaşılmaya başladı. Bunların çoğu, neo-reaksiyon veya Karanlık Aydınlanma olarak bilinen çevrimiçi entelektüel hareketin şok birliklerini oluşturdu. Çok azı açıkça monarşist olsa da, Obama dönemindeki yükselişe duydukları nefret Moldbug’un zındık fikirlerinde ses bulmuş gibiydi. Yeni ortaya çıkan alternatif sağ arasında hızla yayılan en etkili deyim uydurmasında Moldbug, okuyucularını ideolojik uykularından uyanmaya ve Keanu Reeves’in “Matrix” filmindeki karakteri gibi, tatmin edici cehalet yerine ürkütücü gerçeği seçerek “kırmızı hapı” almaya çağırıyordu.

2013 yılında, haber sitesi TechCrunch’ta yayınlanan “Geeks for Monarchy” [Monarşi için Geekler] başlıklı bir makale, Mencius Moldbug’un San Francisco’da yaşayan kırk yaşındaki programcı Curtis Yarvin’in siber takma adı olduğunu ortaya çıkardı. Yarvin, ABD hükümetini yeniden tasarlamaya çalışırken, aynı zamanda “dijital cumhuriyet” olarak hizmet etmesini umduğu yeni bir bilgisayar işletim sistemi hayal ediyordu. Borges’in “Tlön, Uqbar, Orbis Tertius” adlı öyküsünden esinlenerek Tlon adını verdiği bir şirket kurdu. Bu öyküde, gizli bir topluluk, gerçekliği ele geçirmeye başlayan karmaşık bir paralel dünyayı anlatır. Yarvin, girişimi için para toplarken, büyük teknoloji şirketlerinden destek sağlayan ve onun gibi dünyanın onların yönetiminde daha iyi bir yer olacağına inanan yatırımcıları için bir tür Machiavelli haline geldi. Tlon’un yatırımcıları arasında risk sermayesi şirketleri Andreessen Horowitz ve Founders Fund vardı. Founders Fund, milyarder Peter Thiel tarafından kurulmuştu. Thiel ve Andreessen Horowitz’in genel ortağı Balaji Srinivasan, Yarvin’in blogunu okuduktan sonra onunla arkadaş olduğu halde, bana gönderilen e-postalardan, o dönemde ikisinin de onunla kamuoyunda ilişkilendirilmekten pek hoşnut olmadıkları anlaşılıyordu. Thiel, 2014 yılında Yarvin’e şöyle yazmıştı: “Bağlantılı olmamız ne kadar tehlikeli? Tek teselli edici düşünce, gizli avantajlarımızdan biri, bu insanların” (sosyal adalet savaşçıları) “komplo teorilerine, kafalarına vurulsa bile inanmayacak oluşlarıdır (bu belki de solun çöküşünün en iyi göstergesidir). Bağlantılar onları gerçekten deli gibi gösteriyor ve onlar da bunun farkında.”

On yıl sonra, Trump’ın sağ kanadının güçlü adam idaresini benimsemesiyle, Yarvin’in Silikon Vadisi ve Washington’daki elitlerle olan bağlantıları artık bir sır değil. 2021 yılında aşırı sağcı bir podcast’e konuk olan, Thiel’in risk sermayesi şirketlerinden birinin eski çalışanı Başkan Yardımcısı JD Vance, gelecekteki bir Trump yönetiminin “her bir orta düzey bürokratı, idari devletteki her bir memuru kovup, onların yerine bizim adamlarımızı yerleştirmeli” ve itiraz ederlerse mahkemeleri görmezden gelmeli” önerisinde bulunurken Yarvin’den alıntı yapıyordu. Andreessen Horowitz’in yöneticilerinden biri ve sözümona Devlet Verimliliği Departmanı’nın (DOGE) gayri resmi danışmanı Marc Andreessen, “kontrolümüzden çıkmış” bürokrasiyi yönetmek için kurucu-benzeri bir figürün gerekliliğini vurgulamak için “iyi dostu” Yarvin’den alıntılar yapmaya başladı. Hükümetin Personel Yönetimi Ofisi’nin yeni genel danışmanı Andrew Kloster, memurları sadık kişilere değiştirmenin Trump’ın “Katedral”i yenmesine yardımcı olabileceğini söylüyordu.

“Zeitgeist’ı yansıtan figürler vardır –Nietzsche onlara ‘zamanın adamları’ der– ve Curtis kesinlikle zamanın adamlarından biridir,” diye konuşuyordu, Moldbug döneminden beri Yarvin’i okuyan bir Dışişleri Bakanlığı yetkilisi. 2011 yılında Yarvin, Trump’ın Amerikan monarşisi için “biyolojik olarak uygun” görünen iki figürden biri olduğunu söylemişti (diğeri Chris Christie’ydi). 2022’de, Trump’ın yeniden seçilmesi halinde Elon Musk’ı yürütme organının başına atamasını tavsiye etmişti. Şu anda Dışişleri Bakanlığı politika planlama direktörü olan arkadaşı Michael Anton ile yaptığı bir podcast’te Yarvin, Harvard gibi sivil toplum kurumlarının kapatılması gerektiğini savunmuş, “Başka birinin Hakikat Bakanlığı’nın işleyişi altında bir Sezar olacağınız fikri… açıkça saçmadır,” demişti.

Başka bir zaman diliminde, Yarvin bilinmeyen ve etkisiz bir internet fanatiği, dijital bir [Joseph] de Maistre olarak kalabilirdi. Bunun yerine, Amerika’nın en etkili illiberal düşünürlerinden biri, ikinci Trump yönetiminin entelektüel kaynak kodunun mühendisi haline geldi. New York Üniversitesi tarih profesörü Nikhil Pal Singh, “Yarvin, Overton penceresini itti,” diyor.(1) Singh, Yarvin’in çalışmalarıyla bir zamanlar kibar toplumun sınırları dışında görünen fikirleri yeniden canlandırdığını ve “idari devletin ve küresel savaş sonrası düzenin” yıkılması için bir yol haritası oluşturduğunu söylüyor.

Onun fikirleri DOGE’de gerçeküstü bir hal alır ve Trump kendini kral olarak tanımlamaya başlarken, Yarvin’in sevinçli bir ruh hali içinde olmasını bekleyebilirdik. Oysa o, son birkaç ayı bu anın boşa gideceğinden endişe ederek geçirdi. Seçimden iki gün sonra şöyle yazıyordu: “Şu anda Trump’a hayranlık duyuyorsanız, tadını çıkarın. Bundan daha iyisi olmayacak.” Birçok kişinin Amerikan tarihinin en tehlikeli saldırısı olarak gördüğü olayı Yarvin, “vibes darbesi” olarak nitelendirerek yetersiz buluyor. Tam anlamıyla otokratik bir iktidar devrimi olmadan, bir tepki dalgasının kaçınılmaz olacağına inanıyor. Yakın zamanda onunla konuştuğumda, Terör Dönemi’nin savunucusu Fransız filozof Louis de Saint-Just’ün sözlerini aktarıyordu: “Yarım devrim yapan, kendi mezarını kazar.”

Bu yılın başlarında, Yarvin ve ben Washington, D.C.’de öğle yemeği yedik. O, rejim değişikliğini kutlamak için gelmişti. Her zamanki kıyafetleriyle karşıladı: kot pantolon, Chelsea botlar, motosiklet ceketi altında buruşuk bir gömlek. Çıtır soğanlı çizburgerinden birkaç ısırık aldıktan sonra tabağını itti. Geçen yıl, sağcı yorumcu Richard Hanania ile monarşi ve demokrasinin göreceli yararları hakkında tartıştıktan sonra Ozempic benzeri bir ilacı kullanmaya karar verdiğini açıkladı. “Onu neredeyse her yönden mahvettim,” dedi Yarvin, çatalla domatesi dürterek. “Ama onun büyük bir avantajı vardı, o da benim şişman olmam ve onun şişman olmamasıydı.”

Enjeksiyonlar işe yarıyor gibiydi. Ben yemek yerken, Yarvin’in telefonu mesajlarla doldu, bazıları onun güzelliğini övüyordu. O sabah, Times Magazine onunla bir röportaj yayınlamış ve röportaja karamsar bir siyah-beyaz portre eşlik etmişti. Yakın zamana kadar, omuzlarına kadar uzanan dağınık saçları ve üzerine uymayan kıyafetleriyle Yarvin, görünüşüne kayıtsız görünüyordu. Şimdi ise deri ceketini giymiş, şık bir şekilde dağınık saçlarıyla okuyuculara sert bir bakış atıyordu. Beyaz milliyetçi web sitelerinde yazan arkadaşı Steve Sailer, onun “Ramone’ların beşinci üyesi” gibi göründüğünü söylüyordu.

Yarvin, basılı yazılarında olduğu gibi, yüz yüze de kendinden emin bir tavırla konuşur. Onun sözünü kesmek neredeyse imkansızdır. Yarvin’in yakın arkadaşı olan sağcı bilim blog yazarı Razib Khan, “Haham konuşurken, hahamın konuşmasına izin verirsiniz,” diyor. Ne var ki, arkadaşları ve ailesi bile onun iletişim becerilerini geliştirebileceğini kabul ediyor. Konuşması duraksayan ve monoton, sorulara nadiren doğrudan cevap verir ve konuyu saptırmaya meyillidir. Bir şeyi söylerken, her zaman başka bir şey söylemek için dikkatini dağıtır, tıpkı daha hızlı rotalar öneren bir GPS gibi.

Yarvin ise Times ile yapılan röportajın geçtiğine rahatlamıştı. “Ana hedefim, ilişkilerime zarar vermemekti,” dedi. Yarvin, yıllardır, tanındığı ölçüde, Thiel- evreninin saray filozofu olarak biliniyordu. Thiel evreni, teknoloji imparatorunu çevreleyen heterodoks girişimciler, entelektüeller ve yandaşlardan oluşan bir ağ. Yarvin, tanıdığı bir iş adamının bir keresinde bir gazeteciye Thiel’in şirketine yeterince para yatırmadığından şikayet ettiğini söyledi. “Bu bir vuruş ve oyundan çıkarsın, o da oyundan çıktı,” dedi Yarvin, teatral bir şekilde iç çekerek. İkinci hedefinin Times okurlarına ulaşmak olduğunu söyledi. Bu şaşırtıcı görünüyordu: O, hükümetten gazeteyi kapatmasını istemişti. “Kendi kültürel geçmişimi paylaşan insanlara ulaşmakla daha çok ilgileniyorum,” diye açıkladı Yarvin.

Babasının Brooklyn’de yaşayan Yahudi komünist dedesi ve büyükannesinin 1930’larda solcu bir toplantıda tanıştığı hikâyesini anlatmayı sever (Annesinin dedesi ve büyükannesi hakkında ise pek bir şey söylemez; onlar Tarrytown’da yaşayan ve Nantucket’ta yazlığı olan Wasp’lardı). “Amerikan komünizminin havası şöyleydi: ‘Bu insanlardan 30 IQ puanı öndeyiz, kazanacağız,’” diyor. “Sanki tüm yetenekli çocuklar bir siyasi parti kurup dünyayı ele geçirmeye çalışsaydı ne olurdu?” Yarvin’in anne ve babası, baba Herbert’in felsefe doktorası yaptığı Brown Üniversitesi’nde tanışmış. Okulu bitirdikten sonra ve kadroya giremeyince (“çok kibirliydi” diyor Yarvin), Herbert Büyük Amerikan Romanı’nı yazmaya çalışmış, ardından diplomat olarak Dışişleri Bakanlığı’na girmiş. Sonraki yıllarda aile Dominik Cumhuriyeti ve Kıbrıs’ta yaşamış. Herbert, devlet için çalışmaya şüpheyle bakıyordu ve Yarvin de bu küçümsemeyi miras almış görünüyor: Amerika’nın büyükelçiliklerinin kapatılmasını defalarca önerdi ve bu öneri şu anda Dışişleri Bakanlığı tarafından Avrupa ve Afrika’nın bazı bölgelerinde değerlendiriliyor.

Yarvin çocukluğu hakkında konuşmaktan çekinir, ama arkadaşları ve ailesi bana babasının sert, otoriter ve memnun edilmesi imkansız bir adam olabileceğini söyledi. Aileyi yakından tanıyan biri bana, “Hayatlarını demir yumrukla yönetirdi. Her şey tamamen onun kontrolündeydi,” dedi (Yarvin bu görüşü şiddetle reddetti ve kontrolcü insanların genellikle güvensiz olduğunu, “ama babamın hiç de öyle olmadığını” söyledi. Onu tanımlamak için daha uygun kelimelerin, tıpkı “iyi bir yönetici” gibi, “inatçı”, “gergin” ve “saygı uyandıran” olduğunu söyledi).

Yarvin büyürken bazen annesi tarafından evde eğitim gördü ve üç sınıf atladı (Ağabeyi Norman ise dört sınıf atladı). Aile sonunda Maryland eyaletinin Columbia şehrine taşındı ve Yarvin on iki yaşında lise ikinci sınıfa başladı. “Sınıf arkadaşlarından çok daha küçük olduğunda, ya sevimli bir maskot ya da tuhaf, tehditkar, rahatsız edici bir uzaylı olursun,” diyen Yarvin, kendisinin ikincisi olduğunu ekledi. Yarvin, Johns Hopkins Üniversitesi’nin matematik dahileri üzerine yaptığı bir araştırmaya katılmak üzere seçildi. Üniversitenin yetenekli çocuklar için düzenlediği yaz kampı Center for Talented Youth’a katıldı ve Baltimore bölgesinde “It’s Academic” adlı televizyon bilgi yarışmasında şampiyon oldu. Şu anda Yarvin’in evinde boş bir odada yaşayan yazılım mühendisi Andrew Cone, Yarvin’in çocukluğunun onda ömür boyu sürecek bir yetersizlik hissi bıraktığını söylüyor. Cone, “Bence kendini yeterince iyi hissetmiyor, gülünç veya küçük görüldüğünü ve tek çıkış yolunun performans göstermek olduğunu düşünüyor,” diyor.

Yarvin, Brown Üniversitesi’ne gitti, on sekiz yaşında mezun oldu ve ardından Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley’de bilgisayar bilimi alanında doktora programına başladı. Eski arkadaşları, derslerde bisiklet kaskı taktığını ve bilgisini profesörüne göstermeye hevesli olduğunu söylüyorlar. Yarvin’i sorduğumda biri “Oh, kasklı olan mı?” dedi. Bazı sınıf arkadaşları, kaskın yeni fikirlerin zihnine girmesini engellediğini söyleyerek şaka yapıyordu. Yarvin, bugünün çevrimiçi forumlarının öncüsü olan Usenet’te daha çok kendine ait bir topluluk buldu. Fakat entelektüel gösterişin norm olduğu talk.bizarre [acayip konuşmalar] gibi gruplarda bile, hakimiyet kurma arzusu ile öne çıkıyordu. Şakalar, tavsiyeler, hafif şiirler ve “flames” (diğer kullanıcıları sert bir şekilde eleştirmek) yayınlamanın yanı sıra, ilginç bulmadığı kullanıcıları engellediği bir liste olan “kill file” tutuyordu. “Akıllı biri olarak görülmek istiyordu, bu onun için gerçekten çok önemliydi,” diyor ilk kız arkadaşı Meredith Tanner. Yarvin’in ustaca yazılmış hakaretlerinden birini okuduktan sonra ona ilgi duymuş ve ikili birkaç yıl boyunca birlikte olmuştu. “Sırf insanları yaratıcı bir şekilde aşağılamasından etkilendiğin için biriyle ilişkiye girme,” diye uyarıyor. “Bu yeteneğini sana karşı kullanacaktır.”

Yarvin’in yirmili yaşlarındaki arkadaşları onu provokasyonlardan zevk alan, düşünceli bir muhalif olarak tanımlıyor. “Tatlı bir çocuk değildi ve bazen kötü davranabilirdi, ama Moldbug değildi,” diyor biri. Siyasi ve kültürel açıdan Yarvin liberal biriydi – Tanner’ın deyimiyle “yaşlı bir hippi.” At kuyruğu saçları vardı, gümüş halka küpe takıyor, rave partilerinde LSD kullanıyor ve şiir yazıyordu. Tanner, üniversiteye girişlerde pozitif ayrımcılığın değerini sorguladığında, bunun gerekliliğini ona Yarvin’in ikna ettiğini hatırlıyor.

Bir buçuk yıllık doktora çalışmasının ardından Yarvin, teknoloji sektöründe şansını denemek için akademi dünyasını terk etti. Phone.com olarak bilinen bir şirket için mobil web tarayıcısının ilk versiyonunun tasarımına yardımcı oldu. 2001 yılında Craigslist’te tanıştığı oyun yazarı Jennifer Kollmer ile çıkmaya başladı ve daha sonra evlenerek iki çocukları oldu. Phone.com halka açıldı ve ona bir milyon dolarlık bir servet bıraktı. Paranın bir kısmını San Francisco’nun Haight-Ashbury semtinde bir daire satın almak için kullandı, geri kalanıyla ise bilgisayar bilimi ve siyaset teorisi üzerine kendi kendine bir eğitim programı finanse etti. “Zeki olduğum için başımı okşayanlara alışmıştım,” diyor, yetenekli çocukların izlediği cursus honorum [başarı merdivenleri] yolundan ayrılma kararını anlatırken. “Başımı okşayanlardan uzaklaşmak garip ve korkutucu bir seçimdi.”

Vahşi doğada, Yarvin, çoğu Google Books aracılığıyla yeni erişilebilir hale gelen, gizemli tarih ve iktisat metinlerine daldı. Thomas Carlyle, James Burnham ve Albert Jay Nock’un yanı sıra, 2000’lerin başında ortaya çıkan çok sayıda siyasi blogu okudu. Yarvin, kendi kırmızı hap anını 2004 başkanlık seçimlerine dayandırıyor. Birçok akranı Irak’taki kitle imha silahlarıyla ilgili yalanlarla sola kayarken, Yarvin farklı türden uydurmalarla ters yönde çekildi: George W. Bush’un kampanyasına destek veren gaziler tarafından yayılan Swift Boat komplo teorisi, Demokrat aday John Kerry’nin Vietnam’daki hizmetiyle ilgili yalan söylediğini iddia ediyordu. Bu suçlamalara inanan Yarvin için, gerçek ortaya çıktığında Kerry’nin seçimlerden çekilmek zorunda kalacağı açıktı. Bu olmadığında, safça inandığı diğer şeyleri sorgulamaya başladı. Olgular artık istikrarlı gelmiyordu. Joseph McCarthy, İç Savaş veya küresel ısınma hakkında kendisine söylenenlere nasıl güvenebilirdi? Peki ya demokrasinin kendisi? Yıllarca başkalarının bloglarının yorum bölümlerinde hararetli tartışmalar yaptıktan sonra, kendi blogunu açmaya karar verdi. Hırstan azade de değildi. İlk yazısı şöyle başlıyordu: “Geçen gün garajımda uğraşırken yeni bir ideoloji oluşturmaya karar verdim.”

Alman akademisyen Hans-Hermann Hoppe, bazen aşırı sağın entelektüel kapısı olarak tanımlanır. Las Vegas’taki Nevada Üniversitesi’nden emekli iktisat profesörü Hoppe, genel oy hakkının “doğal elit”in yönetimini yerinden ettiğini ileri sürer; ulusların daha küçük, homojen topluluklara bölünmesini savunur; ve bu katı toplumsal düzene karşı çıkan komünistlerin, eşcinsellerin ve diğerlerinin “fiziksel olarak ortadan kaldırılmasını” ister (Bazı beyaz milliyetçiler, Hoppe’nin yüzünü bir helikopterle birleştiren memler oluşturarak, Şili diktatörü Augusto Pinochet’nin muhaliflerini uçaktan atarak infaz etme uygulamasına gönderme yaptılar). Hoppe minimal bir devleti savunsa da, özgürlüğün demokrasiye göre monarşi tarafından daha iyi korunduğuna inanır.

Yarvin neredeyse bir liberter olacaktı. Yirmili yaşlarının sonlarında Bay Area’da bir yazılımcı ve Avusturya okulunun iktisatçılarının hayranı Yarvin, tüm risk faktörlerini taşıyordu. Sonra Hoppe’nin Democracy: The God That Failed [Demokrasi: Mağlup Olan İlah] (2001) kitabını keşfetti ve fikrini değiştirdi. Yarvin kısa sürede Hoppe’nin iyi niyetli diktatör imajını benimsedi: verimli bir şekilde yönetip, anlamsız savaşlardan kaçınan ve halkının refahını önceliklendiren biri. George Washington Üniversitesi’nde otoriterlik uzmanı Julian Waller, “Bu bir kopyalama değil, ama o kadar doğrudan bir etki ki, neredeyse müstehcen,” diyor (Hoppe, e-posta ile, Peter Thiel’in evinde düzenlenen özel bir toplantıda Yarvin ile tanıştığını hatırladı. Hoppe, bu toplantıya konuşmacı olarak davet edilmişti. Yarvin üzerindeki etkisini kabul eden Hoppe, “Benim zevkime göre yazıları her zaman biraz fazla süslü ve dağınıktı,” diye ekliyor). Hoppe, demokratik olarak seçilmiş yetkililerin aksine, bir hükümdarın tebaasını ve devleti korumak için uzun vadeli bir motivasyonu olduğunu, çünkü her ikisinin de kendisine ait olduğunu savunur. Diktatörlüklerin tarihine aşina olanlar bu fikri samimiyetsiz bulabilir. Yarvin ise öyle düşünmüyor.

“Kendi evini yağmalamazsın,” dedi bana bir öğleden sonra, Venice Beach’teki bir açık hava kafede. Ona, CEO-monarşinin kişisel çıkarları için ülkeyi yağmalamasını veya halkını köleleştirmesini neyin engelleyeceğini sormuştum. “XIV. Louis, ‘L’état, c’est moi’ (Devlet benim) dediğinde, devleti yağmalamanın bir anlamı yok çünkü her şey zaten onun.” Hoppe’yi takip eden Yarvin, ulusların sonunda Singapur veya Dubai gibi, her birinin kendi egemen hükümdarı olan küçük devletlerden oluşan bir “mozaik” haline gelmesi gerektiğini savunuyor. Meşruiyet, hesap verebilirlik ve halefiyet gibi ebedi siyasi sorunlar, her bir egemen şirketin (SovCorp) aksi takdirde tüm gücü elinde bulunduran CEO’sunu seçme ve görevden alma yetkisine sahip gizli bir kurul tarafından çözülecek (Kurulun nasıl seçileceği belirsiz, ama Yarvin, havayolları pilotlarının –“zaten düzenli olarak başkalarının hayatlarını emanet edilen, zeki, pratik ve dikkatli insanlardan oluşan bir kardeşlik grubu. Neden olmasın?”– rejimler arasındaki geçişi yönetebileceğini öne sürüyor). CEO’nun askeri darbe yapmasını önlemek için, kurul üyeleri, nükleer füzelerden küçük silahlara kadar tüm hükümet silahlarını bir düğmeye basarak etkisiz hale getirebilecek şifreleme anahtarlarına erişebilecek.

Kitlesel siyasi katılım sona erecek ve insanların oy kullanabilmesinin tek yolu, hizmet şartlarından memnun kalmadıkları takdirde bir SovCorp’tan diğerine geçmek, yani X’ten Bluesky’e geçmek gibi, yürüme yoluyla oy kullanmak olacak. Yarvin gibi muhaliflerin böyle bir durumda muhtemelen baskı göreceği ironisi onu pek ilgilendirmiyor gibi görünüyor. Hayalindeki siyasi sistemde, ifade özgürlüğünün hâlâ var olacağını ısrarla savunuyor. “İstediğinizi düşünebilir, söyleyebilir veya yazabilirsiniz,” diye vaat ediyor. “Çünkü devletin bunu umursaması için hiçbir neden yok.”

Yarvin’in yönetişim konusundaki doğuştan gelen sinizmi, diktatörlük rejimleri hakkında konuşmaya başlar başlamaz ortadan kayboluyor. El Salvador’un güçlü adamı Nayib Bukele’ye övgü dolu sözler sarf eden Yarvin, Trump’ı, Putin’in liberal düzeni “sadece Rusça konuşulan bölgelerde değil, İngiliz Kanalına kadar” sona erdirmesine izin vermeye teşvik ediyor. Kızarmış kalamar tabağından bir parça alırken Yarvin, kamu güvenliğini ve kişisel özgürlüğü sağlayan güçlü hükümetleri nedeniyle Çin ve Ruanda’yı (ikisini de ziyaret etmemiştir) övüyor. Çin’de, “istediğinizi düşünebilir ve neredeyse istediğinizi söyleyebilirsiniz,” diyor. Ülkenin muhalifleri hapse atma ve etnik azınlıkları toplama kamplarında tutma geçmişini göz önünde bulundurarak, benim şüpheciliğimi hissetmiş olabilir. “Hükümete karşı örgütlenmek isterseniz, sorun yaşarsınız,” diye itiraf ediyor. Sonra yine lafını yumuşatıyor: “Stalin’le yaşayacağınız türden sorunlar değil. Sadece, mesela, iptal edilirsiniz [cancelled].”

Yarvin, metamfetamin bağımlıları veya dört yaşındaki çocuklar gibi bazı insanlar için çok fazla özgürlüğün ölümcül olabileceğini söylüyor. Ardından, mahallede kamp kurmuş evsizlere işaret ederek aniden ağlamaya başlıyor. “Bunun başarıyı temsil ettiği ya da ‘diğerleri hariç en kötü sistem’ olduğunu düşünmek” –Churchill’in demokrasi hakkındaki ünlü sözünü kastediyordu, ben de daha önce bu sözü kendi sözlerimle aktarmıştım– “tamamen hayal ürünü,” diyor ve gözyaşlarını siliyor (Birkaç hafta sonra, Londra’ya yaptığım bir seyahatte, Lordlar Kamarası’nın bir üyesine benzer bir konuşma yaparken gözyaşlarına boğulduğunu gördüm. İkinci sefer o kadar etkileyici değildi).

Yarvin’in monarkı, muhtemelen, koruması altındaki kişileri korumak için kararlı bir şekilde hareket ederdi. Venedik’teki kafede Yarvin, sıkı programını “faşist ebeveyn seviyesinde kontrol” olarak nitelendirdiği, kâr amacı gütmeyen bir rehabilitasyon kuruluşu olan Delancey Street Foundation’ı övdü. Kendi önerilerinden bazıları daha da ileri gidiyor. Blogunda bir keresinde, San Francisco’nun alt sınıflarını, kentin otobüslerine yakıt sağlamak için biyodizele dönüştürmeyi şaka olarak önermişti. Ardından başka bir fikir daha ortaya atmıştı: Onları tek kişilik hücrelere kapatıp sanal gerçeklik arayüzüne bağlamak. Kesin çözüm ne olursa olsun, “soykırıma insani bir alternatif” bulmak çok önemli, diye yazıyor. Bu alternatif, “toplumdan istenmeyen unsurları ortadan kaldırmak” gibi kitlesel cinayetle aynı sonucu verecek, fakat ahlaki bir leke bırakmayacak bir çözüm olmalı.

Yarvin’in Amerika’ya güçlü bir lider çağrısı genellikle tuhaf bir provokasyon olarak algılanıyor. Oysa o, çoğu insanın demokrasiye uygun olmadığı bir dünyada bunun tek çözüm olduğunu düşünüyor. Bana verdiği demeçte, “Bugünün Afrika ülkelerinde, ülkeyi yönetebilecek kadar akıllı insan var, sadece herkesin akıllı olduğu demokratik seçimler yapabilecek kadar akıllı insan yok,” diyor. Bu tür açıklamaları nedeniyle Yarvin bazen beyaz milliyetçi olarak tanımlanıyor, ama o bu etikete nazikçe karşı çıkıyor. 2007 yılında “Neden Beyaz Milliyetçi Değilim” başlıklı bir blog yazısında, “bu tür şeylere tam olarak alerjisi olmadığını” fakat beyazlık ve milliyetçiliğin yararsız siyasi kavramlar olduğunu düşündüğünü açıklamıştı. Öğle yemeğinde bana, doğru sezgilere sahip ama uygun bilimsel bilgiden yoksun olan geçmişin bağnazlarına üzücü bir sempati duyduğunu söylüyor. Neo-reaksiyonerler, “insan biyolojik çeşitliliği” olarak adlandırdıkları, diğer şeylerin yanı sıra tüm ırk veya nüfus gruplarının eşit zekaya sahip olmadığını savunan bir dizi marjinal inanca bağlı olma eğilimindedir. Yarvin’in çevrimiçi araştırmalarından anladığı kadarıyla, bu genetik farklılıklar yoksulluk, suç ve eğitim düzeyindeki demografik farklılıklara katkıda bulunmuş (ve uygun bir şekilde, bunları açıklamaya yardımcı olmuş) idi. “Bu hanede biz bilime inanıyoruz – ırk bilimine,” diye yazmıştı geçen yıl.

Yarvin, birkaç saat boyunca, bir müzayedecinin satış yapmak için çaresizce çabaladığı gibi, güçlü adam yönetimi için argümanlarını sıralıyor. Onun gerçekleri çarpıtması ve tuhaf yorumları beni sık sık şaşırtsa da sabırla dinliyorum. “Afrikalı Amerikalılar için tamamen sıfırdan kurulmuş bir rejimde doğru politika nedir?” diye soruyor bir ara. İlk başta bu, mantıksız bir soru gibi geliyor: Ben ona, ikinci Trump yönetiminin başarısını nasıl tanımlayacağını soruyordum. Kendine cevap vererek, şehir içi uyuşturucu bağımlılığı ve yoksulluk sorunlarının “bariz çözümü”nün “kiliseye giden siyahları getto siyahlarının başına getirmek” olacağını söylüyor. Ateist Yarvin, teokratik yönetimle pek ilgilenmiyor, ama farklı nüfus gruplarını yönetmek için farklı yasal kurallar oluşturulmasını savunuyor (Dini topluluklara bir ölçüde özerklik tanıyan Osmanlı millet sistemini örnek gösteriyor). “Getto siyahlarını” kontrol altında tutmak için, Ortodoks Yahudiler veya Amişler gibi “geleneksel bir yaşam tarzı” sürmeye zorlanmaları gerektiğini söylüyor. “Yirminci yüzyılın benimsediği yaklaşım, okulları yeterince iyi hale getirebilirsek, hepsinin üniteryenlere dönüşeceği yönündeydi,” diyor. “The Wire dizisini izlediyseniz ve Baltimore’da yaşadıysanız, ki ben ikisini de yaptım, bunun hiç de işe yaramadığı ortada.” On dakika sonra konuşmasının sonuna geldiğinde, kendi tarzında benim ilk soruma cevap verdiğini anlıyorum. “İnsanın doğasını değiştirmek için DNA’yı tamamen yeniden tasarlayamazsak, modern bir yaşam sürmemesi gereken birçok insan var,” sonucuna varıyor. “Ve bu, Trump-Vance rejiminin yaptıklarının çok ötesindeki seviyede bir devrim.”

Yarvin, sağduyulu biri olarak bilinmiyor. Özel yazışmalarını paylaşma alışkanlığı var. Bunu, bana karısı, arkadaşları, Times Magazine’de çalışan bir teyit uzmanı ve yeni yönetime aday gösterilen biriyle yaptığı mesajlaşmaların ekran görüntülerini izinsiz olarak göndermeye başladığında fark ettim. Bu yazışmalardaki zeka ve bilgeliğin gelecek nesillere aktarılamayacağı düşüncesi onu rahatsız ediyor gibiydi. Thiel ile olan arkadaşlığı konusunda daha temkinliydi, fakat geçen yıl birlikte özel olarak çektikleri bir sohbetten bahsediyor ve milyarderden aldığı kırkıncı yaş günü hediyesiyle övünüyordu: Francis Neilson’ın İkinci Dünya Savaşına dair çağdaş bir yorum olan The Tragedy of Europe [Avrupa’nın Trajedisi] kitabı, ama Yarvin’in umduğu gibi ilk baskı değildi.

Thiel her zaman kehanet yeteneğine sahip olmuştur. PayPal’un kurucu ortağı, Facebook’un ilk dış yatırımcısı ve Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza memurlarının sınır dışı işlemlerini yürütmelerine yardımcı olmak üzere yeni bir sözleşme imzalayan veri madenciliği şirketi Palantir’in kurucusu. Thiel, bunu yapmak Silikon Vadisinde hâlâ toplumun dışına itilmek anlamına gelirken, Trump’ı destekledi. 2022’de JD Vance’in Senato kampanyasına 15 milyon dolar bağışladı; bu, kongre tarihindeki tek bir adaya verilen en büyük bağış miktarı. Uzun süredir liberter olan Thiel, 2009 civarında Yarvinci bir dönüş yapmış görünüyor. Cato Enstitüsü tarafından çevrimiçi olarak yayınlanan ve çok alıntılanan bir makalesinde, “Artık özgürlük ve demokrasinin uyumlu olduğuna inanmıyorum,” diye yazmıştı. Yarvin, “Demokrafobi (Biraz) Viral Oluyor” başlıklı bir blog yazısında bu makaleye onaylayarak bağlantı vermişti. Kısa süre sonra San Francisco’da Thiel’in evinde ilk kez tanıştılar ve incelediğim özel mesajlara göre, samimi bir yazışma trafiği başladı. Yarvin’in e-postaları uzun ve vaaz niteliğindeydi, çapkınlık bloglarından derlediği öğütlerle doluydu; Thiel’inkiler ise açık ve özlüydü. Her iki adam da Amerika’nın komünist bir ülke olduğunu, gazetecilerin Stasi gibi davrandığını ve teknoloji CEO’larının onların avı olduğunu kabul ediyor gibiydi.

2014 sonbaharında Thiel, çalışanı ve uzun süredir Moldbug hayranı olan Blake Masters ile birlikte, girişimciler için yazdığı çok satan kitabı Zero to One’ı [Sıfırdan Bire] yayınladı. Kitap turu öncesinde Thiel, daha fazla kadını teknoloji alanına çekmek için alabileceği sorulara nasıl cevap verebileceği konusunda Yarvin’den tavsiye istedi. Bu öncül, ikisine de yanlış geldi, çünkü onların görüşüne göre kadınlar erkekler kadar bilgisayar bilimlerine yatkın değildi. Yarvin bir e-postada şöyle yazdı: “Google, YC (Y Combinator, bir girişim hızlandırıcı) vb. için ‘Amerika gibi görünme’ maskaralığından başka bir yol yok.” Yarvin, Thiel’e ”kabul et ve abart“ adlı bir tavır taktiği uygulamayı önerdi. Bu taktik, muhtemelen bir çözüm düşünmeyen bir gazeteciye, bu sorunu çözmek için ne yapacağını sormaktı. ”Buradaki amaç, muhatabın sizinle yatmasını sağlamak değil, bu konudan korkmasını ve ondan kaçmasını sağlamaktır. Aynı şey gelecekteki röportajcılar için de geçerlidir,” diye yazıyordu. Bir keresinde, bir akşam yemeğinde Thiel, Yarvin’e Gawker’ı nasıl alt edebileceğini sormuştu (Sonradan ortaya çıktı ki, Thiel, Hulk Hogan’ın çevrimiçi yayına karşı açtığı hakaret davasını gizlice finanse etmeye karar vermişti ve bu dava, 2016’da yayının iflasına yol açtı). BuzzFeed’in ele geçirdiği e-postalarda Yarvin, Breitbart editörü Milo Yiannopoulos’a, Trump’ın ilk seçimini Thiel’in evinde izlediğini ve ona “koçluk” yaptığını övünerek anlatıyor. Yiannopoulos, “Peter’ın politikada rehberliğe ihtiyacı var, orası kesin,” diye yanıtlıyordu. Yarvin ise karşılık veriyordu: “Sandığından daha az! . . . O tamamen aydınlanmış biri, sadece çok dikkatli davranıyor.”

Geçenlerde Yarvin’in Berkeley’deki Craftsman evini ziyaret ettiğimde, Thiel’in ona verdiği bir tabloya dikkatimi çekiyor: Yarvin’in rol yapma oyunu karakter kartı tarzında bir portresi ve üzerinde “Filozof” yazısı. Yarvin’in karikatürize edilmiş bir taç takmış resminin bulunduğu ilginç bir kupa ile çayımı yudumlarken, Thiel ile olan ilişkisini, hatta 2015 yılında Thiel aracılığıyla tanıştığı Vance ile olan ilişkisini kamuoyuna açıklamanın onun için “utanç verici” olacağını söylüyor. Vance’in 2021 Milli Muhafazakârlık Konferansı sırasında bir barda, “Normal bir Ohio seçmeni Mencius Moldbug’u okur mu? Hayır,“ dediği söyleniyor. ”Ama Amerikan kamu politikasının gitmesi gereken genel yönüyle aynı fikirde mi? Kesinlikle.“ Yarvin, bu yılın başlarında kendisini X’te takip eden Başkan Yardımcısı hakkında, ”Gerçekten çok havalı bir adam,” diyor (Beyaz Saray yorum taleplerine yanıt vermedi).

Yarvin dikkatli davranmaya çalışsa da, Thiel’in biraz “tuhaf bir tarafı” olduğunu belirtiyor ve risk sermayedarı Andreessen’i “kafasının tuhaf ve hatta insanlık dışı şekli dışında, Peter’dan çok daha normal görünen biri,” olarak tanımlıyor. Andreessen, Yarvin’in girişimi Tlon’a yatırım yaptıktan sonra ikisi tanışmış; Andreessen geçen yıl Trump destekçisi olduğunu açıklamadan çok önce mesajlaşıyor ve brunch’a gidiyorlardı. Andreessen’in iş arkadaşlarına Yarvin’in blogunu okumalarını tavsiye ettiği biliniyor. Dışişleri Bakanlığı yetkilisi, “Teknoloji insanları, çoğu muhafazakâr gibi erdem, güzellik veya geleneklere ilgi duymazlar,” diyor. “Onlar daha çok sağcı ilericiler gibidir ve uzun süre Moldbug onlara bu şekilde seslenen tek kişiydi.” (Andreessen ve Thiel yorum yapmayı reddetti.) Yarvin, güçlü adamlarla olan ilişkilerine atıfta bulunarak, Lord Chesterfield’ın 18. yüzyılda yazdığı ve yazarın gayri meşru çocuğuna hitaben kaleme aldığı görgü kuralları kitabı “Oğluna Mektuplar”dan alıntı yaparak “saray mensupları için harika bir tavsiye”yi bana aktarıyor: “Onları asla rahatsız etme. Ve varlığını asla unutmalarına izin verme.”

Yarvin, kurucu olarak değil, startup kurucularının danışmanı olarak daha başarılı oldu. 2013 yılında, yirmili yaşlarında eski bir Thiel bursiyeriyle birlikte Tlon’u kurdu. Yarvin, bilgisayar bilimine ABD hükümetine yaklaştığı gibi yaklaştı; kendi deyimiyle “ütopik megalomani” ile. Yarvin’in vizyoner hedefi, kullanıcıların kendi verilerini kontrol edebilecekleri, azarlama, casusluk ve tekellerden uzak bir eşler arası bilgisayar ağı olan Urbit’i kurmaktı. Urbit ağındaki her kullanıcı, dijital pasaport görevi gören bir N.F.T. ile tanımlanır. Urbit, merkeziyetsizliği teşvik etmesine rağmen, sistem hiyerarşik bir sanal emlak modeline göre tasarlanmıştır ve kullanıcılar “gezegenler”, “yıldızlar” veya “galaksiler” sahibi olurlar.

Sistemin ilk taslaklarında Yarvin kendini “prens” olarak adlandırıyordu fakat hayali krallığına tebaasını çekmekte zorlandı. Yarvin’in siyasi teorisi gibi, kendi yazdığı programlama dili de cesur, anlaşılması zor ve bazen bir aldatmaca olarak algılanıyordu. Her zaman aykırı olan Yarvin, sıfır ve birlerin anlamlarını tersine çevirdi. Onlarca yıllık çalışma ve tahmini otuz milyon dolarlık yatırımın ardından, Urbit feodal bir toplumdan çok Yarvin’in gençlik yıllarındaki Usenet forumlarına benziyor (Ticaret yayını CoinDesk, bunu “AOL Instant Messenger’ın daha yavaş bir versiyonu” olarak nitelendiriyor). “Beklenen şekilde çalışmıyor,” diyen eski bir Urbit çalışanı, Yarvin’i “dünyanın ilk bilgisayar bilimi kaçığı” olarak tanımladı. Yarvin, 2019 yılında şirketten ayrıldı.

Artık yatırımcıları korkutmak konusunda endişelenmesine gerek kalmayan Yarvin, kendi deyimiyle “haydut entelektüel” yaşam tarzına atıldı. Kendi adıyla “Gray Mirror of the Nihilist Prince” [Nihilist Prensin Gri Aynası] adlı bir Substack bülteni yayınladı (Bugün, bu bülten platformun en popüler üçüncü “tarih” yayını). Sağcı podcast çevrelerinde sıkça yer almaya başladı ve parti davetlerini asla geri çevirmiyor gibiydi. Seyahatlerinde sık sık “mesai saatleri” düzenliyordu; çoğu liberal suçluluk duygusu ve grup düşüncesinden uzaklaşmış, düşünceli genç erkeklerden oluşan okuyucularıyla gayri resmi, serbest tartışmalar yapıyordu. Yarvin’in takipçilerini kazanan şey, argümanlarının sağlamlığından çok, yaydıkları sınırları aşan enerji: Dinleyicilerine, ilerici kültürün bastırmaya çalıştığı ırk hiyerarşisi, tarihsel komplolar ve demokratik yönetimin ihaneti gibi yasak bilgilere erişim izni verdiğini hissettiriyor. Yaklaşımı, çoğu Amerikalının demokrasiyi savunmayı hiç öğrenmemiş olduğu gerçeğinden yararlanıyor; onlar sadece demokrasiye inanmak üzere yetiştirilmişlerdir.

Yarvin, takipçilerine DEI ve kürtaj gibi konularda kültür savaşlarına girmemelerini tavsiye ediyor. Demokratik sistemin kendi kendine çökmesine izin vermenin daha akıllıca olduğunu savunuyor. Bu arada muhalifler, gerici bir alt kültür, bir karşı katedral inşa ederek “moda” olmaya odaklanmalı. Yarvin ile tartışmış solcu yazar Sam Kriss, onun çalışmaları hakkında şöyle diyor: “İnternette tuhaf fikirler üretip Manhattan’da dekadan partiler düzenleyerek dünyayı değiştirebileceklerine inanan insanları pohpohluyor.”

Bu tür insanlar, Bay Area, Miami ve Lower East Side’ın mikro mahallesi Dimes Square çevresinde toplanan sanatçılar ve mücadeleci kişilerden oluşan gevşek bir topluluk olan “muhalif sağ” olarak tanınmaya başladı. Bu çevre, seçim siyasetine, Covid kısıtlamalarına ve “wokeçuluğun” kısıtlamalarına duyulan hayal kırıklığıyla bir araya geldi. Alhlaksızlık sinyalleme, bu sahnenin karşı kültür cazibesinin merkezinde yer aldı: üyeler, zamirleri paylaşmak ve onaylanmış terminolojiyi (“evsiz”, “Latinx”, “adaletle ilgili kişi”) kullanmak yerine, “gey” ve “gerizekalı” gibi hakaretleri yeniden canlandırdı. “Red Scare” podcast’inin sunucuları Dasha Nekrasova ve Anna Khachiyan, bu sahnenin en önde gelen temsilcileri arasında yer alıyor. 2021’de Thiel, New York’ta bir anti-woke film festivalinin finansmanına yardımcı olmuş ve Yarvin, festivalin kalabalık etkinliklerinden birinde şiirlerini okumuştu. Urbit, The New York Review of Books dergisine benzeyen bir edebiyat dergisi yayınlıyor. Muhafazakâr yorumcu Sohrab Ahmari geçen yıl yazdığı bir makalede, “Eğer zeki, Yahudi-Amerikalı bir şehirliyseniz ve Nietzscheci ve öjenik temalarla oynamak istiyorsanız, ‘Yahudiler bizim yerimizi almayacak’ diye slogan atan, elinde meşalelerle yürüyenlere katılmayacaksınız. Hayır, muhalif sağa yöneleceksiniz,” diyordu.

Yarvin, bu grubun deneyimli bir lideri olarak belirdi. Bu grubu, yetmişli yılların San Francisco’sundaki eşcinsel alt kültürüne ve edebi modernistlerin Kayıp Kuşağı’na benzetiyor; bu gruplar, dışlanmışlık duygusuyla birbirine bağlanmış sıkı sıkıya bağlı topluluklardı. James Joyce’un “Ulysses” kitabının çok az satıldığını, ancak Ezra Pound ve T. S. Eliot gibi arkadaşlarının “onun yaptığı şeyin iyi olduğunu bildiklerini” söylüyor. Aynı durum, çabaları hoşgörüsüz Katedral tarafından göz ardı edildiğini düşündüğü muhalif sağın yaratıcıları için de geçerliydi. Geçtiğimiz nisan ayında Yarvin, Kamu Diplomasisi Müsteşar Yardımcısı Darren Beattie’ye, Venedik Bienalindeki Amerikan pavyonunu “muhalif sağ sanatçılar”ın ele geçirmesi için bir plan sunuyordu.

Son zamanlarda Yarvin, yeni edindiği kültürel sermayenin bir kısmını gerçek paraya çevirmeye çalışıyor. Geçen yıl, “savaş zamanı CEO’su” olarak Urbit’e geri döndü, ardından birkaç üst düzey çalışan istifa etti ve şubat ayında Andreessen Horowitz’den daha fazla para topladı. Yayınlanmamış bir Substack yazısının taslağına göre, en son planı Urbit’i, üyelerinin “yeni kamusal alanın yıldızları, sonsuza kadar var olacak yeni bir Usenet, yeni bir dijital Atina” olmaya mahkum olduğuna inandığı elit bir özel kulüp olarak tanıtmak.

Trump’ın yemin töreninden önceki gece, Yarvin’i Washington, D.C.’deki Watergate Hotel’de düzenlenen resmi “Taç Giyme Balosu”na götürdüm. Etkinlik, Yarvin’in Gray Mirror, Fascicle I: Disturbance [Gri Ayna, Fascicle I: Rahatsızlık] adlı kitabını kitabını yakın zamanda yayınlayan neo-reaksiyoner yayınevi Passage Press tarafından düzenlenmişti. Kitabın son notları çoğunlukla Wikipedia sayfalarının QR kod bağlantılarından oluşuyor: ‘Denazification’ [Nazilerden arındırma], ”L’État, c’est moi“ [Devlet, benim], ”Presentism (historical analysis)” [şimdicilik (tarihsel analiz)]. Buz tutmuş sokaklarda yolumu bulmaya çalışırken, Yarvin, Elizabeth döneminde sanat ve bilimin en parlak beyinlerinin sarayda bulunduğunu anlatıyordu. Trump’ın yakın çevresiyle bir paralellik görüp görmediğini sorduğumda, kahkahayı bastı. “Oh, hayır,” dedi. “Tanrım.”

Çoğu gazeteci gibi benim de baloya girmeme izin verilmedi, bu yüzden lobideki bir barda bir içki sipariş ettim. Yanımda kovboy şapkası ve bordo kadife takım elbise giymiş bir adam duruyordu. Yarvin hayranı olduğu ortaya çıkan bu adamın adı Alex Maxa’ydı. San Francisco’da bir parti otobüsü şirketi işletiyordu ve boş zamanlarında Yarvin’in benzeri memler yapıyordu. Yarvin’in çalışmalarına ilgi duyduğunu çünkü “Washington’da kendilerini çok zeki sanan insanların karşı çıkamayacakları bir şeye sahip olduğumu hissettirdiğini” söyledi. Baloya gitmek istemişti ama fiyatı yirmi bin dolara çıkan biletler artık tükenmişti. Kısa bir süre sonra, Yarvin’in iki arkadaşıyla tanıştım. Onlar, benimle birlikte olan başka bir gazeteciyi ve beni cesaretlendirerek partiye onlarla birlikte girmemizi söylediler. Maxa da benzer bir yaklaşımla çoktan içeri girmişti: “Lol, vestiyerin nerede olduğunu sorarak içeri girdim,” diye mesaj attı.

Passage Press, etkinliği “MAGA, Teknoloji Sağcılarıyla Buluşuyor” olarak duyurmuştu. Bu yanlış bir tanıtım değildi. Pembe ve mor ışıklarla aydınlatılmış bir ziyafet salonunda, Dışişleri Bakanlığından Anton, Müslüman karşıtı bağnazlığıyla tanınan Trump’ın danışmanı Laura Loomer ve Pizzagate komplo teorisini popülerleştiren Jack Posobiec, risk sermayedarları, kripto para hızlandırıcıları ve Substack’in yıldızlarıyla kaynaştılar. O akşamın erken saatlerinde, konuklar kızarmış deniz tarağı ve fileminyon yerken, balonun ana konuşmacısı Steve Bannon, toplu sınır dışı edilmeyi, idari devletin “Götterdämmerung”unu(2) ve Mark Zuckerberg’in hapse atılmasını istedi.

Sekiz yıl önce, birinci nesil alternatif sağcı influencer Mike Cernovich, Hillary Clinton’ın Trump’ın destekçilerinin yarısının “acınası” [deplorable] bir grup olduğunu söyleyen talihsiz sözlerine atıfta bulunan DeploraBall adlı bir açılış partisine ev sahipliği yapmıştı. Herkesin ifadesine göre, gazeteciler ve protestocuların istilasına uğrayan parti tam bir kaos ortamıydı. Cernovich’in ortak organizatörlerinden biri ve çevrimiçi takma adı Baked Alaska olan Tim Gionet, Twitter’da antisemitik içerik paylaştıktan sonra görevinden alınmıştı. Şimdi, Taç Giyme Balosu’nda, Baked Alaska tatlı olarak servis edildi. Bu, 6 Ocak ayaklanmasına katıldığı için şartlı tahliye olan Gionet’e bir gönderme gibi görünüyordu (Gionet ertesi gün Trump tarafından affedildi). Cernovich, bir bebek arabasında bir bebeği iterek, gururlu bir baba gibi hareketin geldiği noktaya hayranlıkla baktı. Ertesi gün öğleden sonra Twitter’da “Oradaki en yaşlı adamlardan biriydim!” diye yazacaktı. “Gerçek sağcı. Yüksek enerji ve yüksek IQ.” 2008’de Yarvin, “Açık Mektup”unda, gerici bir öncü grubun yeraltı siyasi partisi kurması çağrısında bulunmuştu. Taç Giyme Balosu, bunun artık gerekli olmadığını açıkça gösterdi. İnternet bağımlısı karşı-elitler artık iktidardaydı.

Yarvin, önceki gece Thiel’in Washington’daki evinde düzenlenen partide giydiği aynı smokini ve parlak kırmızı kuşağıyla giyinmişti. Politico’nun haberine göre, Vance onu “Sen gerici faşist!” diyerek dostça selamlamıştı. Yarvin, bu smokini geçen yılki düğününde de giymişti. Yarvin’in ilk eşi, kalıtsal bir kalp hastalığı nedeniyle 2021’de elli yaşında öldü. Baloda, ona ikinci eşi Kristine Militello eşlik etti. Eski bir Bernie Sanders destekçisi ve hevesli bir romancı olan Kristine, pandemi sırasında bir çevrimiçi şarap perakendecisinde müşteri hizmetleri işini kaybettikten sonra “kırmızı hapı yuttuğunu” söylüyordu. Yarvin ile ilk kez YouTube’da, Amerikan Devrimi’nin meşruiyetine karşı argümanlar sunduğu bir videoyu izlerken tanışmıştı ve ardından Yarvin’in yazdığı her şeyi okumuştu. 2022’de ona hayranlık dolu bir e-posta göndererek New York’un muhalif sağcı edebiyat çevresine nasıl girebileceği konusunda tavsiye istedi ve birkaç hafta sonra bir şeyler içmek için buluştular.

Son zamanlarda Yarvin, kendisini “karanlık elf” olarak tanımlamaya başladı. Bu elflerin rolü, “yüksek elfleri” (Demokrat eyalet elitlerini) “yüksek altın zihinlerine karanlık şüphe tohumları ekerek” baştan çıkarmak (Tolkien’den esinlenen bu metaforda, Cumhuriyetçi eyalet muhafazakârları, şaşırtıcı olmayan bir şekilde karanlık elflerden oluşan yeni bir yönetici sınıfın “mutlak gücüne” boyun eğmesi gereken “hobbitler”). Her zaman kendini bu kadar tuhaf ifade etmemişti. 2011’de, aşırı sağcı terörist Anders Behring Breivik’in Norveç’teki bir yaz kampında çoğu genç olan 69 kişiyi öldürdüğü günün ertesi günü, Yarvin şöyle yazıyordu: “Norveç’i yeni bir şeye dönüştürmek istiyorsanız, Norveç’in mevcut yönetici sınıfının size katılması ve sizi takip etmesi gerekir. Ya da en azından onların çocuklarına ihtiyacınız olacak.“ Breivik’i doğru grubu hedef aldığı için (”komünistler, Müslümanlar değil”) övüyor, fakat yöntemlerini kınıyordu: ”Tecavüz beta. Baştan çıkarma alfa. Gençlik kampını katletmeyin, gençlik kampını devşirin.

Yarvin’in kendi üye kazanma çabaları işe yarıyor gibi görünüyordu. En yakın açık barda, yedinci sınıftan beri Yarvin’i okuyan, Carnegie Mellon’da okuyan neşeli bir ikinci sınıf öğrencisi olan Stevie Miller ile konuştum (Yarvin bana, “yüksek IQ’su”nun “yüksek IQ’su olanları çeken bir mıknatıs” gibi işlev gördüğü için, onu çocukken okuyan birkaç yetenekli Zoomers ile tanıştığını söylemişti). İki yıl önce Miller, Maryland’ın kırsal kesiminde nerdler ve teknoloji meraklılarının bir araya geldiği Vibecamp’ta [Vibe kampı] Yarvin ile takılmıştı. Erken ayrılan Yarvin, Miller’dan Washington’da kendi partisini düzenlemesine yardım etmesini istemişti. Bu parti, Vibekampf [Vibe kavgası] olarak bilinmeye başladı. Daha sonra Miller, Yarvin’in ilk kişisel stajyeri oldu. “Sevdiğim New Yorklu Yahudi liberaller olan ailem tamamen şaşkına dönmüştü,” diyordu.

Yarım saat sonra, diğer muhabirler gibi ben de partiden dışarı çıkarıldım. Güvenlik, lobide tanıştığım arkadaşım Maxa’yı bizimkilerden biri sanıp onu da dışarı attı, ama Maxa kalabalığı yararak karanlık elfle fotoğraf çektirmek için onu yakalamayı başardı.

Trump’ın en karamsar eleştirmenleri bile, başkanın ikinci döneminde Amerika’ya otokrasi dayatmak için harekete geçme hızına şaşırdı. Başkan, gücü yürütme organında ve çoğu zaman dünyanın en zengin adamlarının elinde topladı. Seçilmemiş yurttaş Elon Musk, yirmili yaşlarındaki bir grup genci federal hükümette bir çılgınlığa sürükledi, on binlerce memuru işten çıkardı, ABD Uluslararası Kalkınma Ajansını kapattı ve Hazine Bakanlığının ödeme sisteminin kontrolünü ele geçirdi. Bu arada, yönetim sivil topluma saldırı başlattı, ideolojik beyin yıkama kalesi olduğunu iddia ettiği Harvard ve diğer üniversitelerin fonlarını iptal etti ve Trump’ın muhaliflerini temsil eden hukuk firmalarını cezalandırdı. Göçmenlik uygulamalarını genişleterek, ABD’de doğmuş üç çocuğu Honduras’a, bir grup Asyalı ve Latin Amerikalı göçmeni Afrika’ya ve iki yüzden fazla Venezuelalı göçmeni El Salvador’daki maksimum güvenlikli bir hapishaneye sınır dışı etti. ABD vatandaşları artık, kendilerini yargı süreci olmaksızın ortadan kaldırma hakkını iddia eden bir hükümetle karşı karşıya. Trump, Oval Ofis’te El Salvador Cumhurbaşkanı Bukele ile yaptığı görüşmede, “Sırada içimizden çıkanlar var,” demişti. Güçlü bir denetim ve denge sistemi olmadan, küresel ekonomiyi altüst eden tutarsız bir ticaret savaşı başlatmak gibi bir adamın saçma fikirleri filtrelenemez. Bu fikirler, onun ailesini ve müttefiklerini zenginleştiren politikalara dönüşür.

Ocak ayından bu yana, hükümetin kaotik eylemleri ile Yarvin’in yazıları arasındaki bağlantıları izlemek için çevrimiçi bir endüstri ortaya çıktı. Yarvin, bazı Bluesky kullanıcılarının hayal ettiği gibi Oval Ofis’e erişimi olan Rasputin benzeri bir figür değil ama bazı insanların neden bu görüşe vardığını anlamak zor değil. Geçen ay, isimsiz bir DOGE danışmanı Washington Post gazetesine, “politika yapımında rol oynayan herkesin Yarvin’i okuduğunun herkesin bildiği bir sır” olduğunu söyledi. Başkanın genel sekreter yardımcısı Stephen Miller, yakın zamanda Yarvin’in bir tweetini alıntıladı. Vance, Yarvin’in uzun süredir istediği gibi ABD’nin Avrupa’dan çekilmesini istedi. Geçen bahar, Yarvin tüm Filistinlilerin Gazze Şeridinden çıkarılmasını ve burayı lüks bir tatil beldesine dönüştürülmesini önermişti. Substack’te “Biri ‘sahil’ mi dedi?” diye yazıyordu, “Jared Kushner tarafından geliştirilecek yeni Gazze, Akdeniz’in Los Angeles’ı, insanlığın en eski okyanusu üzerinde kurulacak yepyeni bir şehir, Apple kalitesinde bir hükümetin yöneteceği muhteşem bir gayrimenkul.” Bu şubat ayında, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile ortak bir basın toplantısında Trump, danışmanlarını şaşırtarak neredeyse aynı öneriyi yaptı ve yeniden geliştirilen Gazze’yi “Orta Doğu’nun Rivierası” olarak tanımladı.

Yarvin’e yazıları ile gerçek dünyadaki olaylar arasındaki paralellikleri sorduğumda, yanıtı kayıtsızdı. Kendisini saf aklın bir aracı olarak görüyor gibiydi; ona göre tek gizem, diğerlerinin bunu anlamasının neden bu kadar uzun sürdüğüydü. “Yalan uydurmak mümkün, ama gerçeği ancak keşfedebilirsin,” diyordu bana. Londra’daydık, psikolog Jordan Peterson’ın kurucularından olduğu muhafazakâr konferans Alliance for Responsible Citizenship’e katılıyordu (Yarvin, Peterson’ı bana “tuhaf bir narsist enerji yayan bir züppe” olarak tanımladı)ç Yarvin’e seyahatlerinde, hayatı hakkında bir belgesel çeken iki milenyum kuşağı film yapımcısı, Eduardo Giralt Brun ve Alonso Esquinca Díaz eşlik ediyordu. Amaçları, Brun’un deyimiyle “kamera tesadüfen orada” olan “Grey Gardens” tarzında doğal bir karakter çalışması yapmaktı. İşler planlandığı gibi gitmedi. Yarvin aynı monologları tekrar edip duruyordu, bu da çekimlerin çoğunun aynı olması anlamına geliyordu. Film yapımcıları, Yarvin’in ırkçı sözlerinin izleyicileri rahatsız edeceğini düşünüyordu. Bir öğleden sonra Londra’da Díaz, Yarvin’in, Brexit’i desteklemesi ve Steve Bannon gibi isimlerle sürdürdüğü diyalog nedeniyle “İşçi Partisi’nin MAGA Lordu” olarak adlandırılan post-liberal siyaset teorisyeni Lord Maurice Glasman ile portresinin çizilmesini filme almıştı. Tartışmanın bir noktasında Yarvin, iPhone’unu çıkarıp Glasman’a, sohbet robotu Claude’u hackleyerek kendisine Z [Nigger] kelimesiyle hitap etmesini sağladığını gösterdi.

Bazı düşünürler Yarvin’in gördüğü ilgiyi kıskanabilir. Ama o, hayl ettiği devrimde henüz nakde çeviremediği için etkisini “sahte para” olarak nitelendirdi. DOGE’ye (“çok fazla liberteryen DNA”) ve Trump’ın gümrük vergisi planına (yeterince merkantilist değil) alaycı bir tavırla yaklaştı. Substack’te yayınlanan son makalesinde, siyasi görüşleri nedeniyle üniversite öğrencileri ve profesörleri tutuklamak için sivil ICE [Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza] memurlarının görevlendirilmesini eleştirdi. Eleştirisinin nedeni ahlaki değil, bu tür şiddet içeren görüntünün direnişi kışkırtabileceği idi. Yarvin’in kehanetvari açıklamaları ve mevcut siyasete duyduğu sonsuz küçümseme, viral olan bir paylaşıma ilham verdi: “Rejim karşıtı eylemleriniz pratikte işe yarıyor. Ama teoride işe yarıyor mu?” Muhafazak’ar aktivist Christopher Rufo, Yarvin’i ”her şeyin anlamsız olduğunu ısrarla savunan somurtkan bir ergen”e benzetmişti. Ben onu, zihninde kurduğu milimetrik otokrasi dışında hiçbir şeyle yetinmeyecek gerici bir Goldilocks(3) olarak görmeye başladım.

Bu kontrol arzusunun bir yansıması, bazı ilişkilerinde de görülüyor. Kısa bir süre önce, Yarvin’in eski nişanlısı Lydia Laurenson’u Berkeley’de ziyaret ettim. İkili, Yarvin’in Substack’te “dul bakirliğinden kurtulduğunu” ve “çocuk sahibi olabilecek yaşta” birini aradığını belirten bir ilan yayınladıktan sonra, Eylül 2021’de çıkmaya başlamıştı. Serbest yazar ve editör Laurenson aynı gün şu yanıtı vermişti: “Tarihsel olarak liberal biriyim ama IQ’m çok yüksek, çocuk istiyorum ve seninle konuşmak için inanılmaz meraklıyım.” Yarvin, ilana yanıt veren diğer kadınlarla Zoom randevularına çıktı. Bunlar arasında, şu anda hapiste olan kripto girişimcisi Sam Bankman-Fried’in eski kız arkadaşı Caroline Ellison da vardı. Fakat Yarvin ve Laurenson kısa sürede kendilerini her şeyi tüketen bir aşkın içinde buldular. Laurenson, Yarvin ile olan ilişkisinin felsefesinin, “Birlikte dahiler olacağız ve dahi bebeklerimiz olacak,” olduğunu söyledi. “Biraz dalga geçiyorum ama gerçekten öyleydi.”

Yarvin gibi Laurenson da erken yaşta üniversiteye giden erken gelişmiş bir çocuktu. Ayrıca, Clarisse Thorn takma adıyla, seks pozitif feminizm, BDSM ve kadınları tavlama sanatı hakkında yazdığı, kült bir takipçi kitlesi olan bir blogu vardı. Yarvin ile sık sık kavga ederlerdi, bazen politik konular hakkında. Laurenson sol görüşten uzaklaşmıştı, ama neo-reaksiyonizmi tam olarak benimsememişti. Yarvin’in fikrini herhangi bir konuda değiştirip değiştirmediğini sorduğumda, en azından onun yanında Z kelimesini kullanmamasını sağladığını söyledi (Yarvin daha sonra bu dergiye, bu kelimeyi “Güneyli bir plantasyon sahibi” ruhuyla kullanmadığını söyleyecekti).

Laurenson’a göre gerginliğin daha büyük kaynağı Yarvin’in otokratik bağlanma tarzıydı. Kavga ettiklerinde, düşmanlıkları sona erdirmek için mantıklı bir gerekçe sunmasını ısrarla istiyordu, diyor Laurenson. Yarvin’in kurnaz kişisel saldırılarının, kamuoyundaki tartışmalardaki tavrına benzediğini düşünüyordu. “Mantıklı görünen ama aslında yanlış açıklamalar uyduruyor; yaptıklarını işaret etmeye çalışan kişinin karakterine saldırıyor; bu, ruha yönelik bir DDOS saldırısı gibi,” diye yazdığı e-postada, birden fazla kaynaktan gelen trafikle sunucuyu çökertme stratejisine atıfta bulunuyordu. Laurenson’un arkadaşı ve Yarvin ile kendi aralarında da anlaşmazlıkları olan James Dama, “Lydia’nın kilosu veya görünüşü hakkında kaba şakalar yapar, kimse gülmez, sonra da Lydia’ya kendini beğenmiş olduğu için kızardı,” diye hatırlıyor (Yarvin’in ilk kız arkadaşı Tanner da benzer bir hakaret ve talep döngüsünden bahsetti).

Laurenson ve Yarvin, Laurenson hamileyken 2022 yazında ayrıldı. Yarvin, yakınlık arzusunun Laurenson’a “baskıcı ve boğucu” gelmiş olabileceğini ve “iğneleyici şakalar” yapma gibi kötü bir alışkanlığı olduğunu söylüyor ama ilişkisi boyunca kasıtlı olarak acımasız davrandığını kabul etmiyor (İlişki bittikten sonra, “doğal içgüdüm, her fırsatta onu küçük düşürmekti” diye ekliyor ve bunun “çok iyi yaptığı bir şey” olduğunu belirtiyor). Oğullarının doğduğu aralık ayından birkaç hafta sonra, Yarvin kısmi velayet davası açtı ve velayeti aldı. Aile mahkemesinde devam eden dava hâlâ sert geçiyor. Arabulucu, geçen yıl “Ebeveynler neredeyse hiçbir konuda anlaşamıyor,” diyordu.

Artık bir çocukları olduğu için Laurenson, Yarvin’in kendi çocukluğunu düşünerek çok zaman geçiriyor. “Sınıfın palyaçosu gibi, çok ilgi bekliyor,” diyor. Ona göre, Yarvin’in kışkırtıcı bir ideolojiyi benimsemesi, bir tür “yineleme kompulsifliği” gibi görünüyordu; bu, büyürken maruz kaldığı dışlanmayı yeniden çerçevelendirmesine olanak tanıyan bir psikolojik savunma mekanizmasıydı. Amerika’nın yaşayan en ünlü monarşisti olarak, insanların onu kişiliği için değil, aşırı fikirleri için reddettiğini kendine söyleyebiliyordu. Onun “monarşistlik” fikrini önce bir tür entelektüel spor olarak, biraz da Usenet’ten esinlenerek benimsediğini, sonra da Borges’in öyküsündeki paralel dünya gibi, yavaş yavaş kendi gerçekliğini kazanıp kazanmadığını merak ediyordu. “Sanki insanların seni hayranlıkla izlediği ve istediğin kadar trolleme yapmana izin verdiği bir yer buldun ve sonra da o dünyada yaşamaya başladın, öyle mi?” diye soruyordu.

Son on yılda liberalizm, siyasi yelpazenin her iki kanadından da darbe aldı. Soldaki eleştirmenleri, liberalizmin ölçülü ve kademeli yaklaşımını, iklim değişikliği, eşitsizlik, etnik milliyetçi sağın yükselişi gibi günümüzün çok sayıda acil sorunu ile bağdaşmaz buluyor. Buna karşılık muhafazakârlar, liberalizmi geleneksel değerleri ayaklar altına alan kültürel bir canavar olarak resmediyor. Notre Dame Üniversitesi’nden siyaset bilimci Patrick Deneen, Why Liberalism Failed [Liberalizm Neden Başarısız Oldu?] (2018) adlı kitabında, günümüz Amerika’sının bireysel özgürlüğe verdiği önemin aile, inanç ve toplumu feda ettiğini ve bizi “haklarla donatılmış, özgürlüğümüzle tanımlanan, fakat güvensiz, güçsüz, korkak ve yalnız, giderek daha ayrı, özerk ve ilişkiden yoksun bireyler” haline getirdiğini savunuyor. Adrian Vermeule dahil olmak üzere diğer post-liberal teorisyenler, devletin açıkça Katolik bir “ortak iyilik” adına belirli hakları kısıtlamasını öneriyorlar.

Yarvin ise daha basit ve libidinal olarak daha tatmin edici bir şey talep ediyor: her şeyi yakıp yeniden baştan başlamak. Yetmişli yılların sonlarında neoliberalizmin ortaya çıkmasından bu yana, siyasi liderler yönetişimi giderek kurumsal yönetim gibi ele almaya başladı, vatandaşları müşterilere dönüştürdü ve hizmetleri özelleştirdi. Sonuç, daha büyük eşitsizlik, zayıflamış bir sosyal güvenlik ağı ve bu sorunların sorumlusunun demokrasinin kendisi olduğu yönünde yaygın bir algı oldu. Bu da, Yarvin’in şu anda övdüğü otokratik verimliliğe olan iştahı artırdı. Tarihçi Suzanne Schneider, “Yarvin’in programı, küresel ısınma ya da savaş makinesi gibi şeyleri değiştirmek için yapılan çabaların boşuna olduğu hissedilen neoliberal bir dönemde cazip görünebilir,” diyor. “Arkanıza yaslanıp, hiçbir şey umursamadan, başkalarına işleri yönetmesine izin verebilirsiniz.” Yarvin, insanlığın gelişmesi veya genel olarak insanlar hakkında pek bir şey söylemiyor. Eserlerinde insanlar, sürüye katılacak koyunlar, düzeltilmesi gereken aptallar veya solcu kuklacılar tarafından kontrol edilen kuklalar olarak görünüyor.

Yarvin dikkat çekme konusunda ne kadar yetenekli olursa olsun, eserleri dikkatli bir incelemeye dayanamıyor. Çalışmaları, onun karamsar sezgilerine uydurmak için uydurulmuş sahte üçlü mantık ve argümanlarla dolu. Çok okumuş, ama bilgisini aynı gerici masal için malzeme olarak kullanıyor: Bir zamanlar insanlar yerlerini bilirlerdi ve uyum içinde yaşarlardı; sonra Aydınlanma geldi ve eşitlikçiliğin “soylu yalanı” ile dünyayı kargaşaya sürükledi. Yarvin, akademisyenleri tarihi Marvel filmleri gibi, aşırı basitleştirilmiş kahramanlar ve kötü adamlarla ele aldıkları için sık sık eleştirir, ama Napolyon’u “girişimci” olarak nitelendirerek bu resme ne kattığı belirsiz (Shakespeare’in oyunlarının aslında on yedinci Oxford Kontu tarafından yazıldığı ve Amerikan İç Savaşı’nın, onun deyimiyle “Ayrılma Savaşı”nın, siyahi Amerikalıların yaşam koşullarını kötüleştirdiği şeklindeki revizyonist teorileri destekler). “Birincil kaynakların güzel yanı, genellikle tek bir kaynakla argümanınızı kanıtlayabilmeniz,” diye ilan ediyor ki bu tarihçiler için epey yeni bir bilgi olacaktır.

En sert eleştirmenleri sağdan geliyor. Muhafazakâr aktivist Rufo, Yarvin’in “çocukça hakaretler, paranoya nöbetleri, kalın italik yazılar, anlamsız konudan sapmalar, rekabetçi bibliyografya ve karikatürlere atıflar”dan oluşan bir tartışma tarzına sahip bir “sofist” olduğunu yazıyor. Rufo, “Birisi senin gerçekte ne düşündüğünü anlamaya çalıştığında, orada pek bir şey olmadığını fark etmekten kendini alamaz,” diye ekliyor. Yarvin’in fikirlerine en cömert yaklaşım, görünüşte uzak iddiaları bile kanıtlarla değerlendirmeyi övünen rasyonalist hareketle bağlantılı blog yazarlarından geliyor. Ne var ki, onların olağanüstü sabrı da tükenmeye başladı. Ünlü bilgisayar bilimci Scott Aaronson, aralarındaki konuşmalar hakkında, “Bana asla eşit olarak hitap etmedi, sadece beyni yıkanmış bir kişi olarak gördü” diyor. “Sanki bana mutlu kölelerin şarkı söylediği bir kitap daha okutursa ya da F.D.R. hakkında bir monolog daha yaparsa, sonunda gerçeği göreceğimi düşünüyor gibiydi.”

Mesele entelektüel ciddiyet olmayabilir. Yarvin’in polemikleri, nerd hıncı ve plütokratik iktidar iradesine bir gerekçe arayan sağcılar için yararlı oldu. Connecticut’tan Demokrat senatör Chris Murphy, “Bu adamın konuyla ilgili tutarlı bir teorisi yok” diyor. “Sadece birçok Cumhuriyetçinin duymak istediği şeyleri yüksek sesle söylüyor.”

Güç tapıncını insan onuruna saygısızlıkla birleştiren bir dünya görüşünün totaliter sonunu tahmin etmek zor değil;  bazılarının deyimiyle faşizm. İdeolojik düşmanı Bolşevikler gibi, Yarvin de Ütopya’nın önündeki tek engelin onu gerçekleştirmek için her yolu kullanmaya isteksizlik olduğuna inanıyor gibi görünüyor. Rejimine geçişin barışçıl, hatta neşeli olacağını iddia ediyor, fakat eserlerinde şiddet fantezileri alazlanıyor. Mart ayında Substack’te yayınladığı bir yazıda, “Monark, soyluları veya kitleleri gerçekten soykırıma uğratmaya hazır değilse, onların sadakatini kazanmak zorundadır,” diyordu. “Bu insanları kuş gribi olan hindiler gibi köpükleyecek değilsiniz, değil mi?”(4)

Yarvin’in dünyanın nasıl işleyişi gerektiğine dair güçlü görüşleri bu profile de yansıdı. Önerilerinden bazıları ilgi çekiciydi: Eski kız arkadaşlarından biriyle bir tartışma programı düzenleme fikrini ortaya attı ve beni, Usame’nin oğullarından biri olan Ömer bin Ladin ile bir toplantı için Doha’ya davet etti. Diğerleri ise yılışıktı. Bir keresinde, “aşırı” kelimesini kullanmamı eleştiren dokuz mesaj gönderdi. Bu kelimenin “düşmanca ve aşağılayıcı” olduğunu ve makalemde kullanılmaması gerektiğini söyledi (Daha önce, kayıtlı konuşmalarımızda, mevcut yönetimdeki herkesten daha “aşırı” olduğu konusunda defalarca övünmüştü). Watergate Oteli’ndeki Taç Giyme Balosu’ndan birkaç gün sonra, New Yorker dergisine mektup yazarak, yayıncısının izni olmadan içeri girdiğim için şikayet etti; bu olayın “Watergate 2”ye dönüşmemesini umduğunu söyledi ve kendini “kesinlikle bu ortamdaki en medya dostu kişi” olarak nitelendirdi! (Passage Press’teki yayıncısı ve balonun sunucusu Jonathan Keeperman, bir keresinde Cumhuriyetçi Parti’nin “gazetecileri lamba direğine asması”, yani linç etmesi gerektiğini önermişti, bu yüzden bu pek de zor bir şey değil).

Bu kış bir sabah, Yarvin’den habercilik tekniğimle ilgili endişelerini dile getiren yirmi sekiz mesajla uyandım. “Sorun, senin işleyişinin gevşek olması ve bunun düşük kaliteli içerik ürettiğini hissetmem,” diye yazıyordu. “İşleyiş çatışmacı olmadığında, neyle mücadele ettiğimi bilemiyorum.” Kısaca, benim “fikirleri anlamak için çok aptal” olup olmadığımı ya da Orwell’in ‘crimestop’ olarak adlandırdığı zihinsel oto-sansüre boyun eğip eğmediğimi düşünüyordu. Bana, Doğu Alman bir oyun yazarı ile onu gözetlemekle görevli bir Stasi ajanı arasındaki ilişkiyi anlatan Oscar ödüllü film “The Lives of Others”ı [Başkalarının Hayatı] izlememi tavsiye ediyordu. Stasi ajanı, diye yazıyordu, “oyun yazarının fikirlerini *düşünmeye gerek duymadan* yazabiliyor. Muhalif fikirlere ‘karşı’ olduğu için değil, bu fikirlerin beynine girmesine bile izin vermiyor.” Filmde, Stasi ajanı sonunda oyun yazarının görüşlerine sempati duymaya başlayınca “kırılıyor”. Yarvin, herhalde oyun yazarıydı.

Öte yandan, beni bir “NPC” ya da oyuncu olmayan karakter olarak görmeye başladığını söyledi. Bana “Blade Runner” filminde androidleri insanlardan ayırmak için kullanılan hayali sınav olan Voight-Kampff testini yapmayı öneriyordu. Onun versiyonunda ikimiz “boş levha teorisi” ile “ırkçılık” hakkında tartışacak ve konuşmamızı kaydedecektik (“Irkçılık” derken elbette insan biyolojik çeşitliliğini kastediyorum, diye açıklıyordu). Habercilik sürecimin talep üzerine testlere tabi tutulmayı içermediğini açıkladığımda, bana W. H. Auden’ın Prag Baharı’nı bastırmak için Sovyetler Birliği’nin Çekoslovakya’yı işgalini anlatan “August 1968” [Ağustos 1968] adlı şiirinin ekran görüntüsünü gönderdi:

Ogre, ogrelerin yapabileceği şeyleri yapar
İnsanların yapamayacağı şeyler
Ama bir ödül onun ulaşamayacağı bir yerde
Ogre konuşmayı öğrenemez

Devamında, “reklamın iyisi kötüsü olmaz” diye bu habere katılmayı kabul ettiğini, ama şimdi mümkünse bunu engellemeye çalışacağını söylüyordu.

Mesajları ile Thiel ve diğer arkadaşlarına medyayla ilişkilerinde sergilemelerini tavsiye ettiği soğukkanlı tavrı arasındaki tezat beni çok etkiledi. Yarvin’in kimliğini ortaya çıkaran 2013 tarihli TechCrunch makalesinin yayınlanmasının ardından, girişimci Balaji Srinivasan bir e-postada, “Karanlık Aydınlanma takipçilerini tek bir savunmasız ve düşmanca muhabirin üzerine salarak kimliklerini ifşa etmelerini” önermiş, Yarvin onu vazgeçirmişti. “Heartiste ne derdi?” diye sormuştu Yarvin, beyaz milliyetçi çöpçatan blogu “Chateau Heartiste”ye atıfta bulunarak. “Neredeyse her zaman, doğru alfa cevabı ‘hiçbir şey’dir. Hiçbir şey söyleme. Hiçbir şey yapma.”

Şubat sonlarında ılık bir öğleden sonra, Yarvin ve eşi Kristine, Güney Fransa’da bir köy yolunda arabayla gidiyorlardı. Onlara belgeselciler Brun ve Díaz eşlik ediyordu. “Nereye gidiyoruz, Kristine?” diye sordu Brun, yolcu koltuğundan, kamerayı arkaya çevirerek yanımdaki onu çekmeye başladı.

Kristine, sadece çok belirsiz bir fikri olduğunu söyledi. “Açıkçası, her şeyi son dakikada söylüyor,” diye açıklıyordu. “Köpek olmak gibi bir şey. Arabaya bindiğini biliyorsun, ama köpek parkına mı gideceksin, veterinere mi gideceksin, oraya varana kadar bilmiyorsun.”

“Spontaneite,” diye araya girdi Yarvin.

“Bu kelime tam da bunu ifade ediyor,” diye alay etti Kristine.

78 yaşındaki romancı ve broşür yazarı Renaud Camus ile buluşmak üzereydik. Camus, 2011 yılında, liberal elitlerin beyaz Avrupalıları Afrika ve Orta Doğu’dan gelen göçmenlerle değiştirmek için bir komplo kurduklarını iddia eden kışkırtıcı bir manifesto olan “Büyük Yerinden Etme” [The Great Replacement] adlı kitabını yayınlamıştı. Kitabın başlığı, o günden bu yana dünyanın dört bir yanındaki beyaz milliyetçilerin sloganı haline geldi. 2017’de Virginia’nın Charlottesville kentinde yürüyüşçüler “Bizi yerimizden edemezsiniz” sloganını atarken, iki yıl sonra Yeni Zelanda’nın Christchurch kentinde Camus’nun kitabıyla aynı başlıklı bir manifesto yayınlayan bir adam 51 Müslümanı öldürmüştü.

Bir tepenin zirvesine ulaştığımızda, Camus’nun kalesi Château de Plieux’nun duvarları göründü. “Albert Camus ile akrabalığı var mı, bilen var mı?” diye sordu Yarvin. “Albert ile akrabalığı yok ama sevimli, yaşlı, eşcinsel, edebiyatçı bir Fransız.”

Venezuelalı Brun, Camus’nun “Yabancılar giremez” yazan bir tabela asmış olsaydı ne yapacağını merak etti.

“Peki, bizim yerimizi almaya mı geldin?” diye şaka yaptı Kristine. Kimse tepki vermedi.

Yarvin kapının yanındaki etkileyici metal zili çaldı ve kısa süre sonra Camus’nun partneri Pierre Jolibert bizi içeriye davet etti. Yukarıda Camus bir şişe şampanya ile bizi bekliyordu. Manikürlü beyaz sakalı, kahverengi kadife ceketi, papyonu ve altın cep saati zinciri ile 19. yüzyıldan kalma bir edebiyatçıya benziyordu. Mükemmel İngilizce ve İngiliz aksanıyla konuşan Camus, Paris’teki küçük dairesine kitapları sığmaz hale gelince, 1300’lü yıllardan kalma bu şatoyu satın almaktan başka seçeneği olmadığını söylüyordu. Bu olay 35 yıl önceydi. Şimdi, devasa çalışma odasını kaplayan kitap yığınlarına bakarak, burada da aynı sorunla karşılaştığını söylüyor.

Birkaç kadeh şampanya içtikten sonra Yarvin, Camus’ye bir dizi soru sorsa da, ev sahibinin tam bir cevap vermesini nadiren bekledi. Camus, Philippe Pétain hakkında ne düşünüyordu? Charles de Gaulle? III. Napolyon? I. Napolyon? Ernst Jünger? Ernst von Salomon? Ezra Pound? Basil Bunting? Eski tırı vırı şampiyonu Yarvin, bir etkileşimden çok, bilgisini sergilediği için başını okşatmak istiyor gibi görünüyordu.

Aşağıya öğle yemeği –kızarmış ördek dilimleri, Lorraine usulü kiş, kırmızı şarap– için indikten sonra Yarvin çapraz sorgusuna devam etti. Camus, Thomas Carlyle’ı nasıl değerlendiriyordu? Michel Houellebecq? XIV. Louis? Charles Maurras bugün hayatta olsaydı ona ne derdi? Dostoyevski, Covid laboratuvar sızıntısı teorisi hakkında ne düşünürdü?

Camus, Yarvin özellikle tuhaf bir soru sorduğunda tiz bir kahkaha atıyordu, fakat konuğunun, Yarvin’in aslında erkek olduğunu düşündüğü Fransa First Lady’si Brigitte Macron hakkında tekrar tekrar sorduğu sorular karşısında şaşkına dönmüştü. Camus, Avrupa’ya beyaz olmayan göçün artmasına atıfta bulunarak, “Kıtanın tarihindeki en önemli meseleyle uğraşıyoruz” diye haykırıyordu, “Bayan Macron’un erkek ya da kadın olması ne önemi var?”

Brun, dışarıdan çekim yapabilmek için adamlara pencereye geçmelerini istedi. Yarvin, aşağıda düzgünce işlenmiş tarlaların oluşturduğu mozaik manzaraya bakarken, Büyük Yerinden Etme’den tarihin “en büyük suçlarından biri” olarak bahsetti. “Holokost’tan daha mı büyük? Bilmiyorum… Henüz sonuçlarını görmedik.” Geldiğinden beri içki içiyordu ve duygusal bir durumda görünüyordu. “Üç çocuğum var,” diyordu Camus’ya. “Onlar da sıraya dizilip toplu mezarlara götürülecek mi?” Jean Raspail’in, Hintli göçmenlerin Avrupa ülkelerini yok ettiği kıyamet romanı “Azizlerin Kampı” (1973) hakkında konuşuyorlardı. Hıçkırarak devam etti: “Çocuklarımın yirmi ikinci yüzyılda ölmesini istiyorum. Onların çılgın bir postkolonyal Holokost yaşamalarını istemiyorum.”

Tatlı, kahve ve Guadeloupe romundan sonra akşam yürüyüşü zamanı gelmişti. Camus, tahta bastonuyla Yarvin’i Plieux’nun küçük kasabasında gezdirdi. Bahar erken gelmişti: bir kiraz ağacı küçük çiçeklerle açmıştı. Yerel kilisenin önünden geçerken Yarvin, Laurenson’la birlikte büyüttüğü çocuğun fotoğrafını Camus’ya göstermek için telefonunu çıkardı. “O çocuğun annesi karım değildi,” dedi güvenle. Bir an sonra, C. P. Cavafy’nin bir şiirini okurken yine gözyaşlarına boğuldu.

Yarvin ve Camus önden giderken, film ekibi günün çekimlerini değerlendirmek için durdu. Brun, Yarvin’in “Airplane!” filmindeki, çok konuşan ve yanındaki yolcuları intihara sürükleyen çenesi düşük karakteri hatırlattığını söyledi. Camus’nun bu öğleden sonra ne düşündüğünü merak ettik. Çok geçmeden öğrendik. Camus günlüğüne, “Entelektüel alışverişler ticari alışverişler olsaydı –ki bir dereceye kadar öyleler– benim ihracatım ithalatımın yüzde birini bile karşılamazdı,” diye yazdı ve ertesi gün internette yayınladı. “Ziyaretçi geldiğinden gittiğine kadar beş saat boyunca hiç durmadan konuştu, çok hızlı ve çok yüksek sesle, sadece ölen karısı hakkında konuşurken ve daha da garip bir şekilde bazı siyasi durumlar hakkında konuşurken meraktan gözyaşlarına boğuldu.”

Hepimiz şatoya döndüğümüzde hava kararmıştı. “Misafirperverliğiniz, ördeğiniz ve şatonuz için çok teşekkür ederim,” dedi Yarvin, etrafına bakarak. “Buna ne kadar para harcadınız?”

Kristine, Yarvin’in kolunu sevgiyle sıkarak, “İnsanlara böyle bir şeyi soramazsın!” dedi.

Camus, Yarvin’e hatıra olarak bazı kitaplarını verdi, ama Yarvin’in zihni çoktan başka yerlerdeydi. Yarın Paris’e uçacak ve bir grup kırmızı haplı Zoomers ve bir zamanlar Fransa cumhurbaşkanlığına aday olan aşırı sağcı polemikçi Éric Zemmour ile buluşacaktı.

Arabaya doğru yürürken, Yarvin performansıyla ilgili çocuksu bir heyecanla konuşup duruyordu. Bana ve film ekibine döndü. “İyi miydi?” diye sordu. “İyi miydi?”


Dipnotlar:

(1) Overton penceresi, belirli bir zamanda ana akım nüfus tarafından politik olarak kabul edilebilir konu ve argüman aralığına verilen ad; “söylem penceresi” olarak da bilinir. (ç.n.)
(2) Götterdämmerung, Almanca “Tanrıların Şafağı.” Felaketle sonuçlanan şiddet ve kargaşayla karakterize edilen bir toplumun veya rejimin çöküşü. Ayrıca Richard Wagner’in Nibelungen Yüzüğü (Der Ring des Nibelungen) adlı opera dörtlemesinin sonuncusu. (ç.n.)
(3) İngiliz masal kahramanı. Başka versiyonları olmakla birlikte, evlerinden bir nedenle ayrılan üç ayının mekanına giren genç bir kızın burayı dilediği gibi kullanıp sonra evin sahipleri gelince sırra kadem basmasını anlatır. (ç.n.)
(4) İngilizce metindeki orijinal sözcük “foam.” Foaming veya köpükle öldürme/köpükleme, geniş bir alana köpük püskürterek nefes almayı engellemek ve sonunda boğulmaya neden olmak suretiyle çiftlik hayvanlarını toplu olarak öldürme yöntemi. (ç.n.)

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

‘Kaçırılan çocuklar’ anlatısı nasıl çöktü?

Yayınlanma

Almanya’da, Rusya’nın on binlerce Ukraynalı çocuğu kaçırıp “Ruslaştırdığı” yönündeki yaygın anlatının, İstanbul’daki Rus-Ukrayna müzakereleriyle sarsıldığı belirtiliyor. Ukrayna’nın kayıp çocuklarla ilgili sunduğu listenin 339 aileyi içermesi, Batı medyasında ve siyasetinde dolaşan on binlerce veya yüz binlerce çocuk iddiasıyla çelişiyor. NachDenkSeiten yazarı Gert-Ewen Ungar, Alman siyasetçiler ve medyanın Rus düşmanlığı yaparak dezenformasyon yaydığını, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni araçsallaştırdığını veNachDenkSeiten yazarı Gert-Ewen Ungar, Alman siyasetçiler ve medyanın Rus düşmanlığı yaparak dezenformasyon yaydığını ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni araçsallaştırdığını vurguluyor. bu tür propagandaların Almanya’da sonuçsuz kaldığını vurguluyor. Rus tarafı ise çocukların koruma amacıyla tahliye edildiğini, sayının çok daha düşük olduğunu ve sistematik bir kaçırma olmadığını ifade ediyor.


İstanbul müzakereleri: Kaçırılan çocuklar anlatısı nasıl çöktü?

Gert-Ewen Ungar
NachDenkSeiten
4 Haziran 2025

Rusya’nın on binlerce Ukraynalı çocuğu Rusya’ya kaçırdığı iddia ediliyor. Almanya’da, bu çocukların orada “Ruslaştırıldığı”, kimliklerinden yoksun bırakıldığı ve asimile edildiği öne sürülüyor. Uluslararası Ceza Mahkemesi bu nedenle Vladimir Putin hakkında yakalama kararı çıkardı. Pazartesi günü Ukrayna ihtilafının çözümü için yapılan müzakerelerde bu anlatı çöktü. Alman medya tüketicisi için bir kez daha gerçeklikle kesinlikle hiçbir ilgisi olmayan bir gösteri sahnelendi.

Pazartesi günü İstanbul’da bir Rus ve bir Ukrayna heyetinin yaptığı görüşmede müzakerelerde daha fazla ilerleme kaydedildi. Müzakereciler, her iki ülkenin kalıcı bir barış anlaşması için koşullarını belirttikleri muhtıraları teati etti. Karşı tarafın teklifi şimdi inceleniyor. Yeniden kapsamlı bir esir takası ve görüşmelerin devamı konusunda anlaşıldı. Ayrıca, hayatını kaybeden 6 bin Ukraynalı askerin naaşlarının, onurlu bir şekilde defnedilebilmeleri için iade edilmesi kararlaştırıldı. Rus müzakereci Vladimir Medinskiy, bunun insani bir jest olduğunu söyledi.

Ukrayna ayrıca, çocukları kayıp olan 339 ailenin isim listesini teslim etti. Bu haber büyük önem taşıyor, zira Batı’da yaygın olan bir komplo anlatısı bu haberle çöküyor. Bu anlatıya göre Rusya, 24 Şubat 2022’de başlayan özel askeri operasyonun ardından Ukrayna’dan sistematik olarak çocukları kaçırıp Rusya’ya götürdü.

Rusya tarafından kaçırıldığı iddia edilen çocukların sayısı, mevcut ruh hâline göre on binler ile yüz binler arasında değişiyor.

Çocukların ailelerinden koparıldığı ve şimdi “Ruslaştırıldığı” örneğin FAZ‘da böyle deniyor. Alman yazı odalarındaki algı operatörleri için “Ruslaştırma” propaganda kavramı, Rusya’nın korkunç bir adaletsizlik yaptığını vurgulamak için Alman kulaklarına yeterince korkunç geliyor olmalı; ne tür bir adaletsizlik olduğunun artık önemi kalmıyor; sonuçta Ruslaştırma. Somut olarak, çocukların Rusça düzenlenmiş Rus kimlik belgeleri aldığını FAZ skandal olarak nitelendiriyor. Ancak Rusya makamları, resmi dil dışındaki dillerde kimlik belgesi düzenlemiyor. Rusya bu konuda diğer devletlerden farklı değil. Ayrıca, çocukların Rus okullarına gönderilmesi, FAZ için insanlık dışı Rus zulmünün yeterli bir kanıtı sayılıyor.

“Ruslaştırma” terimi, bir Rus anti-medeniyeti, Rusların ve toplumlarının Batı’ya kıyasla kültürel ve medeni bir aşağılık içinde olduğu imasında bulunuyor. Daha basit bir ifadeyle, Ruslar barbar. Bu, açıkça Slav alt-insan söyleminin propagandacı Alman geleneği içinde yer alıyor. FAZ da buna katılıyor, ancak elbette bu konuda yalnız değil.

Yankı odası prensibi

Alman Federal Meclisi’nin o zamanki Başkan Yardımcısı Katrin Göring-Eckardt (Yeşiller Partisi), geri kalmadı ve erkenden hızla yol alan propaganda trenine atladı. Rusya tarafından kaçırıldığı iddia edilen çocuklar etrafındaki drama, onun özellikle ilgilendiği bir konuydu. Rus düşmanlığı Yeşiller’in temel yetkinliklerinden biri.

Şubat 2024’te verdiği bir röportajda Göring-Eckardt şöyle dedi: “Rusya’ya kaçırılan yaklaşık 20 bin çocuğun isimleri biliniyor. Bunlardan sadece birkaçı yüzü evlerine geri döndü. Bunun nasıl olduğunu tam olarak bilmiyoruz, sadece başarıldığını biliyoruz. Ancak bu yaklaşık 20 bin çocuk sadece bilinenler. Uzmanlar, işgal altındaki bölgelerden hakkında hiçbir şey bilinmeyen binlerce çocuğun daha kaçırıldığını tahmin ediyor.”

Alman uzman ne yapacağını bilemediğinde, çılgın tezlerini kanıtlamak için “yüksek meçhul sayıya” başvurur.

Ama elbette Yeşiller bu konuda yalnız değil. Bu durum tüm partilerde görülüyor. Rusya tarafından çocuk kaçırma suçlamasının o kadar sık tekrarlandığı bir yankı odası oluştu ki, sonunda herkes bunun doğru olabileceğine inandı.

Örneğin, konu hakkındaki yetersiz bilgisini sürekli olarak yüksek sesle konuşarak telafi etmeye çalışan FDP’li politikacı Marie-Agnes Strack-Zimmermann da talk show’larda boy gösterdi ve Rusya tarafından kaçırılan on binlerce çocuk masalını yaydı. Hatta Kızılhaç’ın Rusya ile bir komplo içinde olduğunu iddia etti.

FDP’li politikacı, 2023 yazında, “Belarus’taki Kızılhaç tarafından çocukların alçakça kaçırıldığına dair korkunç haberler, Kızılhaç’ın mevcut çatışmada görevini ne kadar bağımsız bir şekilde yerine getirdiği sorusunu gündeme getiriyor,” dedi.

Rusya tarafından kaçırılan çocuklar hakkındaki propaganda piyesi elbette Ukrayna tarafından başlatıldı ve sürekli beslendi. Yetersiz ve hepsinden önemlisi çok taraflı kaynak durumuna dikkat çekenler karalandı.

Ukraynalı çocuklar Almanya’da da bulundu

Mizansen o kadar kapsamlı ve bas bas bağırıyordu ki, Lahey’deki Uluslararası Ceza Mahkemesi Başsavcısı Karim Khan, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Rusya Çocuk Hakları Komiseri Mariya Lvova-Belova hakkında yakalama kararı çıkarttı. Alman siyasetinde ve ona bağlı medyada bu durum adeta alkışlarla karşılandı.

Dünden beri biliniyor ki, Rusya tarafından kaçırılan çocukların isimleri, Göring-Eckardt’ın iddia ettiği gibi bilinmiyor, çünkü böyle çocuklar aslında yok. Alman Federal Meclisi Başkan Yardımcısı, Rusya ve Ruslara karşı nefret körüklemek amacıyla dezenformasyon ve propaganda yaydı. Göring-Eckardt’ın bahsettiği ve nasıl gerçekleştiğini tam olarak bilmediğini iddia ettiği çocukların geri gönderilmesi, Arap ülkelerinin arabuluculuk çabalarına dayanıyor. Alman siyaseti vahşet propagandası yaymakla meşgulken, dünyanın diğer bölgeleri insani girişimleri destekliyor. Almanya ise çocukların geri gönderilmesine hiçbir katkıda bulunmadı. Bu aynı zamanda Bayan Göring-Eckardt’ın çocukların kaderinin aslında hiç umurunda olmadığını da açıkça gösteriyor. Onun için önemli olan sadece propaganda etkisiydi.

Çocuklarla ilgili bir sorun olduğunu Rus müzakereci Vladimir Medinski kabul etti. Ancak sayı elbette çok daha düşük ve bunlar sistematik kaçırma olayları da değildi. Çatışmaların patlak vermesinden sonra çocuklar genellikle tatil kamplarından tahliye edildi. Bunlar, onları korumaya yönelik önlemlerdi. Bu arada, bu durum her iki tarafta da yaşandı, çünkü Ukrayna yönüne tahliye edilen Rus çocukları da var. Almanya’da elbette onların kaderiyle kimse ilgilenmiyor, zira bu anlatıya uymuyor.

339 ailenin çocuklarının gerçekten Rusya’da mı yoksa bambaşka bir yerde mi olduğu da ayrıca açıklığa kavuşturulması gereken bir soru. Ukraynalı çocukların nerede olduğuna dair yapılan araştırmalarda Federal Kriminal Dairesi, 2024 baharında Almanya’da, Rusya tarafından kaçırıldığı iddia edilen 161 çocuğu buldu. Bunların çoğu ebeveynleriyle birlikte Almanya’ya giriş yapmıştı.

Yüzleşmek yerine üstünü örtmek

Rus müzakereci Vladimir Medinskiy, dün İstanbul’daki görüşmelerin ardından basın mensuplarına, “Aslında söz konusu olan, hiçbiri kaçırılmamış —tek bir tanesi bile— onlarca çocuktur. Bunlar, askerlerimizin kendi hayatlarını riske atarak kurtardığı, çatışma bölgelerinden çıkarıp tahliye ettiği çocuklardır,” diye konuştu.

Alman medya tüketicisi için, en az bir öngörülebilir olumsuz sonucu olacak bir propaganda piyesi sahnelendi. Uluslararası Ceza Mahkemesi zarar gördü, çünkü siyasi olarak araçsallaştırılmasına izin verdi. Göring-Eckardt, Strack-Zimmermann ve benzerleri tarafından uluslararası ceza yargısına büyük bir kötülük yapıldı.

Fakat Almanya’daki Rus karşıtı propagandanın bununla son bulduğu beklenmemeli. Almanya’da artık alışılageldiği üzere, bir yüzleşme beklenmemeli. Yerleşik partiler ve ana akım medya, cezasız bir şekilde dezenformasyon ve propaganda yayabiliyor, kışkırtıcılık yapıp nefret tohumları ekebiliyorlar, herhangi bir sonuçla karşılaşmayı beklemiyorlar. Bu, bu arada, Almanya’nın demokrasi ilkelerinden giderek uzaklaştığının açık bir işaretidir. Almanya’da yasalar önünde herkesin eşit olmadığı durumlar giderek artıyor.

Kuzey Akım’a yönelik terör saldırıları, Buça ve Korona önlemlerinin anlamlılığı sorusu konularında olduğu gibi, kaçırılan çocuklar hikâyesi de unutturulacak. Çok yakında siyasi-medya arenasında yeni bir dezenformasyon kampanyası yürütülecek. Göring-Eckardt, Strack-Zimmermann, Kiesewetter gibi figürler şimdiden başlangıç çizgisindeler ve kelimenin tam anlamıyla her türlü rezilliğe yeniden hazırlar.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English