Dünya Basını
John Mearsheimer: Ukrayna savaşı uzun vadeli bir tehlike

Çevirmenin notu: Aşağıda tercümesi verilen mülakatta, Ukrayna’da eninde sonunda savaş başlayacağı yönündeki tahmini doğru çıkan ve Washington yönetiminin dış politika tercihlerine son derece eleştirel bakan, “saldırgan realizm” teorisinin sahibi Chicago Üniversitesi Profesörü John Mearsheimer, Ukrayna’nın bu gidişle “işlevsiz bir devletçiğe” dönüşeceğini söylüyor. The Grayzone portalından gazeteci Aaron Maté’ye verdiği mülakatta Mearsheimer, Rusların Mart 2022’de müzakerelerin Batı tarafından sabote edimesiyle birlikte “sert oynama” konusunda kararlılığını sürdürdüğünü ifade ediyor.
John Mearsheimer: Ukrayna savaşı uzun vadeli bir tehlike
Aaron Maté
The Grayzone
30 Temmuz 2023
NATO’nun Ukrayna politikasının felakete yol açacağı konusunda yıllardır uyarılarda bulunan ünlü siyaset bilimci John Mearsheimer, Aaron Maté’ye konuk olarak Ukrayna’daki vekalet savaşının durumunu ve önümüzdeki tehlikeleri değerlendiriyor.
Misafirimiz: John Mearsheimer. R. Wendell Harrison Chicago Üniversitesi’nde Seçkin Hizmet Profesörü.
Aaron Maté: Pushback’e hoş geldiniz. Ben Aaron Maté. John Mearsheimer konuğum oldu. Kendisi Chicago Üniversitesi’nde R. Wendell Harrison Seçkin Hizmet Siyaset Bilimi Profesörü ve şu anda Substack’te yazıyor. Profesör Mearsheimer, beni kabul ettiğiniz için çok teşekkürler.
John Mearsheimer: Burada olmak benim için bir zevk.
Aaron Maté: Wall Street Journal’da yer bulan şu habere yanıtınızı almak istiyorum. Haber yeni çıktı ve Ukrayna’nın çılgınca abartılan karşı taarruzunun durumu ve Batı’nın bunu teşvik etme çabaları hakkında şunları söylüyor. Diyor ki, “Ukrayna bu bahar büyük karşı taarruzunu başlattığında Batılı askeri yetkililer, Kiev’in Rus kuvvetlerini yerinden etmek için gereken tüm eğitime ya da silahlara (top mermilerinden savaş uçaklarına kadar) sahip olmadığını biliyordu. Fakat Ukrayna’nın cesareti ve becerikliliğinin günü kurtaracağını umuyorlardı. Ama başaramadılar.”
Wall Street Journal’ın haberine göre Batı, Ukrayna’nın başarıya yaklaşmak için ihtiyaç duyduğu şeylere sahip olmadığını bile bile Ukrayna’yı bu karşı taarruza ittiğini itiraf ediyor. Merak ediyorum, ABD’nin Ukrayna’yı NATO’ya sokma, ülkeyi bir NATO vekiline dönüştürme çabasının Ukrayna’nın yok olmasına yol açacağını uzun zamandır tahmin ediyordum. Bu ana akım haber kuruluşundaki söz konusu samimi itirafa yanıtınız nedir?
John Mearsheimer: Bana öyle geliyor ki askeri taktikler ve strateji hakkında bir şeyler bilen herkes Ukrayna’nın karşı taarruzunun başarılı olma şansının neredeyse hiç olmadığını anlamalıydı. Yani Ukraynalılara karşı dizilmiş o kadar çok faktör vardı ki kayda değer bir ilerleme kaydetmeleri neredeyse imkansızdı. Yine de Batı onları cesaretlendirdi ve bu taarruzu başlatmaları için epeyce zorladı. Aslında biz onların ilkbaharda taarruza geçmelerini istiyorduk ve siz de kendi kendinize “Neler oluyor?” diye soruyorsunuz. Bu, onları tamamen ters etki yaratacak bir intihar saldırısı başlatmaya teşvik etmek gibi bir şey. En azından şimdilik savunmada kalmaları çok daha mantıklı olmaz mıydı? Ama bence burada olan şey, Batı’nın zamanın tükenmekte olduğundan, Ukraynalılar 2023 yılında savaş alanında önemli bir başarı gösteremezlerse savaşa olan kamuoyu desteğinin tükeneceğinden ve Ukraynalıların ve Batı’nın kaybedeceğinden çok korkmasıydı. Dolayısıyla bence burada olan şey, başarılı olması için en iyi ihtimalle çok az bir şans olduğunu bilerek bu taarruz için çok zorladık.
Aaron Maté: Aynı şekilde, Ukrayna’ya resmi olarak NATO üyeliği taahhüdü vermeden ya da resmi olarak NATO üyeliği vermeden ülkeyi NATO’nun fiili bir vekili olarak entegre ettik ve bu da Rusya’nın işgalinin başlamasında önemli bir faktördü.
Fakat bir de Litvanya’daki son NATO zirvesi var ve bu konudaki görüşünüzü merak ediyorum. Zirvenin sonunda Ukrayna’ya verilen söz, bana öyle geliyor ki Ukrayna için gelecekteki NATO üyeliğini 2008’de ilk vaat edildiğinden daha da uzak hale getirdi. Çünkü bu kez nihai bildiri —ki görünüşe göre bu ABD’nin talimatıyla hazırlandı— müttefikler anlaştığında ve koşullar yerine getirildiğinde Ukrayna’yı kabul edeceğimizi ifade etmişti ama bu koşulların ne olduğu belirtilmemişti. Dolayısıyla bana öyle geliyor ki Ukrayna NATO’ya 2008’de ilk söz verildiğinde olduğundan daha da uzakta. Bu değerlendirmeye katılıp katılmadığınızı ve NATO’nun bu son derece muğlak taahhüdünden ne anladığınızı merak ediyorum.
John Mearsheimer: Söylediklerinize katılıyorum ama ben bir adım daha ileri gideceğim. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, Ukrayna’nın savaşta galip gelmeden ittifaka kabul edilmeyeceğini çok açık bir şekilde ifade etmişti. Başka bir deyişle Ukrayna’nın ittifaka alınabilmesi için önce savaşı kazanması gerekiyor. Ukrayna savaşı kazanamayacak ve bu nedenle de ittifaka alınmayacak.
Bu savaş uzun süre devam edecek. Soğuk bir barış tesis edilse bile, bu durum yüzeyin hemen altında kalacak ve sıcak bir savaşın patlak vermesi tehlikesi her zaman var olacak. Ve bu koşullar altında ABD’nin ya da herhangi bir Batı Avrupa ülkesinin Ukrayna’yı NATO’ya almayı kabul edeceğini tahayyül etmekte zorlanıyorum. Bunun en basit nedeni, Ukrayna’yı savaşın ortasında NATO’ya alırsanız, ittifakın Ukrayna’yı savaş alanında askeri güçle savunacağını taahhüt etmiş olursunuz. Bu da istemediğimiz bir durum. Sahada NATO postallarının ya da daha açık olmak gerekirse Amerikan postallarının olmasını istemiyoruz. Dolayısıyla Stoltenberg’in Ukrayna’nın kazanması gerektiğini söylemesi son derece mantıklı. Aslında Ukrayna, ülke sınırları içerisinde Ruslara karşı mutlak bir zafer kazanmalı. Bana göre bu gerçekleşmeyecek ve dolayısıyla sizin de söylediğiniz gibi Ukrayna NATO’nun bir parçası olmayacak.
Aaron Maté: Peki, bunu göz önünde bulundurarak, ABD’nin Ukrayna politikasının göründüğünden daha da alaycı olduğunu söylemek doğru olur mu? Zira temelde bu savaş büyük ölçüde ABD’nin Ukrayna’nın tarafsızlığını kabul etmemesi ve “NATO’da kapımız açık; halkların üyeliğini masadan kaldırmayız,” demesi nedeniyle başladı. Fakat yine de fırsat verildiğinde ABD, Ukrayna’ya NATO’ya katılması konusunda bir yol haritası vermeyi taahhüt etmiyor, bu da beni şu sonuca götürüyor: Ya amaç Ukrayna’yı NATO’ya kabul etmek değil de gelecekte NATO üyeliği vaadini kullanarak, ABD ve müttefiklerinin Ukrayna’yı fiilen savunma yükümlülüğü olmaksızın fiilen bir NATO vekiline dönüştürmekse?
John Mearsheimer: Bunun doğru olması mümkün. Çok daha fazla delil olmadan bunu söylemek zor.
Benim bir miktar farklı bir görüşüm var. Bence bu o kadar da sinizm değildi. Bence aptallıktı. Bence Batı’nın Ukrayna meselesinde ve diğer her türlü konuda ne kadar aptal olduğunu hafife almamanız gerek. Ama bence Batı —ki burada esas olarak ABD’den bahsediyoruz— Ukrayna ile Rusya arasında bir savaş çıkarsa, Batı ve Ukrayna’nın galip geleceğine, Rusların yenileceğine inanıyordu. Sanırım biz de durumun böyle olduğunu düşünüyorduk.
Benim için gerçekten de çarpıcı olan şey, 2022’nin başlarında savaşa giden sürece bakacak olursanız savaşın en azından ciddi bir olasılık olduğu oldukça açıktı ama ABD ve genel olarak Batı savaşı önlemek için neredeyse hiçbir şey yapmadı. Aksine Rusları daha da kışkırttık. Ve benim bunu havsalam almıyor. Burada neler oluyordu? Bence bir savaş çıkarsa Ukraynalıları eğittiğimize ve savaş alanında kendi başlarının çaresine bakabilecek kadar silahlandırdığımıza inanıyorduk. Birincisi bu. İkincisi, bence sihirli silahın yaptırımlar olduğunu, yaptırımlarla Rusların işini bitireceğimizi, Ukraynalıların Rusları yeneceğini ve onları NATO’ya kabul edebileceğimiz bir konuma geleceklerini düşündük. Bence olan biten bu. Bunun sizin tasvir ettiğiniz gibi bir sinizm vakası olduğunu düşünmüyorum. Olabilir. Yine, bu ampirik bir sorudur. Sizin yorumunuzun mu yoksa benimkinin mi doğru olduğunu görmek için çok daha fazla delile ihtiyacımız var. Ama benim hissiyatım, bunun bir suçtan daha kötü olduğu yönünde. Bu, [Fransız diplomat] Talleyrand’ın ünlü söylemiyle ifade edecek olursak, bir gaf.
Aaron Maté: Yaptırımlar konusunda, geçtiğimiz günlerde Rusya’nın, ABD ve müttefiklerinin Rus petrolüne uygulamaya çalıştığı tavan fiyatın üzerinde petrol satma konusunda bir dönüm noktası yaşadığı bildirildi. Sizce ABD’nin yaptırım politikası neden işe yaramadı ve bu sizi şaşırttı mı? Rusya’nın daha büyük bir darbe almasını bekliyor muydunuz?
John Mearsheimer: Olduğundan daha fazla darbe alacağını düşünmüştüm. Bence Rusların kendileri de böyle düşünüyordu. Bu savaşı yakından takip ederken aklıma yatan buydu. Bence Ruslar beklediklerinden ve kesinlikle benim beklediğimden daha iyi iş çıkardılar. Fakat benim görüşüme göre Aaron, yaptırımlarda daha başarılı olsaydık bile Rusları dize getiremezdik. Onları kayda değer bir yenilgiye uğratmış olmayacaktık. Bunun nedeni de çok basit.
Ruslar Ukrayna’da varoluşsal bir tehditle karşı karşıya olduklarına inanıyorlar ve varoluşsal bir tehditle karşı karşıya olduğunuzda ya da böyle bir tehditle karşı karşıya olduğunuzu düşündüğünüzde, savaş alanında yenilmediğinizden emin olmak için büyük miktarda acıya katlanmaya istekli olursunuz. Dolayısıyla yaptırımların başından beri mahkûm olduğunu düşünüyorum. O zamandan bu yana olanlara dikkatlice baktığınızda Rusların yaptırımları büyük ölçüde alt etme konusunda mükemmel bir konumda olduklarını açıkça görebilirsiniz. Ve yaptırımların nasıl işlediğini incelemeye epey zaman harcayan biri için, Rusya gibi doğal kaynaklar açısından son derece zengin olan ve Batı’da kaybettiklerini ikame edebilecek her türlü potansiyel ticaret ortağına sahip olan bir ülkeye karşı fazla bir şey yapmayacağı şaşırtıcı olmamalıydı. Yaptırımlar konusunda bir uzman olarak kesinlikle bu kategoriye girmiyorum ama bu konuyu dikkatle inceleyen insanların bunun Ruslara karşı sınırlı bir faydası olacağını anladığını tahmin ediyorum. Ve kesinlikle de öyle oldu.
Bu arada, Batı’nın büyük bir yanlış hesap yaptığına inanıyorum. Batı’da savaşla ilgili literatürde, eğer ana akım medyayı dikkatle okursanız, insanlar Putin’in yanlış hesaplamaları üzerinde durmayı seviyor ve Batı’nın yanlış hesaplamalarını tamamen görmezden geliyorlar. Ancak bence savaşa giden süreçteki davranışlarımıza ve sonrasında çatışmada yaşananlara bakarsanız, büyük bir şekilde yanlış hesap yaptığımız oldukça bariz.
Aaron Maté: Bu noktada, Dışişleri Bakanı Anthony Blinken’ın geçtiğimiz günlerde CNN’de söylediklerine yanıt vermenizi rica edeceğim. Putin’in Ukrayna’daki hedeflerinden bahsediyor ve çoktan kaybettiğini söylüyor: “Rusya’nın elde etmeye çalıştığı, Putin’in elde etmeye çalıştığı şey açısından halihazırda başarısız oldular, halihazırda kaybettiler. Amaç Ukrayna’yı haritadan silmek, bağımsızlığını, egemenliğini ortadan kaldırmak ve Rusya’ya bağlamaktı. Bu uzun zaman önce başarısız oldu.”
Bu Anthony Blinken, Profesör Mearsheimer. Sizce Putin’in Ukrayna’daki hedefleri bunlar mıydı?
John Mearsheimer: Hayır. Yani Batı’da Putin’in amacının bu olduğu yönünde yaygın bir kanı var. Fakat sayısız kez söylediğim gibi, ortada hiçbir delil kanıt yok. Burada altını çizmek isterim: Putin’in tüm Ukrayna’yı ele geçirmeye ve Büyük Rusya’ya dahil etmeye kararlı olduğu iddiasını destekleyecek delillerin sayısı sıfır. Bunu milyonlarca kez söyleyebilirsiniz ama bu doğru değil. Zira Putin’in Ukrayna’nın tamamını ele geçirme niyetinde olduğuna ve 24 Şubat 2022’de Ukrayna’yı işgal ettiğinde bunu yapmaya çalışacağına inandığına dair hiçbir delil yok.
Ama bu sadece niyetiyle ilgili. Ayrıca imkanlarına da bakmak gerekir. Şubat 2022’de Ukrayna’ya giren o küçük Rus kuvvetinin ülkenin tamamını ele geçirebileceği fikri gülünç bir argüman. Rusların tüm Ukrayna’yı ele geçirmek için birkaç milyon personellik bir orduya ihtiyacı olurdu. Bu çok büyük bir toprak parçası. Almanlar 1939’da Polonya’ya girdiğinde, ki hatırlayın Almanlar 1939’da Polonya’ya girdiğinde Sovyetler de birkaç hafta sonra girmişti, yani iki ülke, Nazi Almanya’sı ve Sovyetler Birliği Polonya’ya karşı aynı takımdaydı. Yine de Polonyalılar… Yani Almanlar yaklaşık 1,5 milyon askerle Polonya’yı işgal etti.
Ruslar Şubat 2022’de Ukrayna’yı işgal ettiklerinde en fazla 190 bin askerleri vardı. Ülkeyi ele geçirme kabiliyetine sahip olmalarına imkân yoktu. Ülkeyi ele geçirmeye de çalışmadılar. Ve yine dediğim gibi, Putin’in savaştan önce Ukrayna’yı ele geçirmek gibi bir niyeti olmadığı açıkça ortadaydı. Tüm ülkeyi ele geçirmenin bir kirpiyi yutmaya benzeyeceğini tamamen anlamıştı.
Aaron Maté: Rusya’nın Ukrayna’yı işgalini ABD’nin 2003’te Bağdat’a girmesiyle mukayese ederseniz, yaptıkları ilk şeyin başkente saldırmak olduğunu görürsünüz. Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’i devirmeye çalışmışlardı.
Rusya görüldüğü gibi bunu yapmadı. Kiev’deki başkanlık idaresine füze saldırısı düzenlenmedi, temel altyapıya füze saldırısı olmadı ve demiryolları askeri teçhizat tedarik etmesine rağmen demiryollarına dokunulmadı. Fakat Putin’in o ilk aşamalarda elde ettiği şey, görünüşe göre Ukrayna ve Rusya arasında, Rusya’nın işgal öncesi hatlarına çekileceği ve Ukrayna’nın temelde tarafsızlık sözü vereceği geçici bir anlaşma noktasına kadar giden müzakerelerdi.
Çeşitli haberlerden Batı’nın buna engel olduğunu biliyoruz. Boris Johnson’ın gelip Zelenskiy’e “Rusya ile bir anlaşma imzalarsanız, sizi güvenlik garantileriyle desteklemeyeceğiz,” dediği bildiriliyor. Putin geçtiğimiz günlerde bazı Afrikalı liderlerin önünde yaptığı konuşmada Ukrayna tarafından imzalandığını söylediği bir belge sundu ve Batı’yı bu anlaşmayı sabote etmekle suçladı. Gördüğünüz delillere dayanarak, bunun olayların dürüst bir yorumu olduğunu, ciddi bir anlaşmaya varıldığını ama Batı’nın buna engel olduğunu düşünüyor musunuz?
John Mearsheimer: Birkaç husus var. Bence potansiyel bir anlaşma vardı. Batı müdahale etmeseydi bu anlaşmanın yapılıp yapılamayacağına bakacağız. Burada çözülmesi gereken çok karmaşık meseleler var ve bunlar İstanbul’daki müzakerelerde tam olarak çözülemedi. Dolayısıyla bunun potansiyel bir anlaşma olduğunu söyleyebilirim; kesinlikle umut vaat ediyordu.
Batı’nın, İngilizlerin ve Amerikalıların müzakereleri sabote etmek üzere harekete geçtiğini düşünüyorum zira daha önce de söylediğim gibi Aaron, Rusları yenebileceğimizi düşünüyorduk. Mart ayında bu müzakereler yapılırken, o noktada Ukraynalılar savaş alanında kendi başlarına duruyor gibi görünüyordu ve bu basit gerçek, yaptırımlara olan inancımızla birleştiğinde, Rusları tam istediğimiz yerde yakaladığımızı düşünmemize neden oldu ve istediğimiz son şey bir anlaşmaydı. Rusya’yı ciddi bir yenilgiye uğratmanın tam zamanıydı, bence olan biten de buydu.
Putin’in Ukrayna’ya girerkenki hedefleri hakkında söylediklerinize dönecek olursak, bence çok haklısınız, dediğim gibi Putin’nin Ukrayna’yı ele geçirme niyeti yoktu. Yapmak istediği şey Ukraynalıları müzakere masasına gelmeye ve bir anlaşma yapmaya zorlamaktı. Onun istediği buydu. Donbass’ı Büyük Rusya’ya dahil etmek de istememişti. Bunun büyük bir baş ağrısı olacağının farkındaydı. Donbass’ı Ukrayna’nın içinde bırakmayı tercih etti. Ama burada olan şey, olası bir anlaşma varmış gibi göründüğünde Batı’nın devreye girmesi ve Ukraynalıların müzakerelerden çekilmesine ve savaşın devam etmesine neden olmasıydı. Ve işte bugün buradayız.
Aaron Maté: Bana öyle geliyor ki Rusya’nın en önemli hedeflerinden biri, Ukrayna’nın tarafsız kalmasını ve NATO’ya katılmamasını sağlamanın yanı sıra, 2015 yılında Donbass’taki savaşı sona erdirmek için imzaladığı Minsk Anlaşmalarını uygulanmasını sağlamaktı. Rusya’nın işgalinden bu yana, Almanya Başbakanı Angela Merkel ve Fransa Başbakanı François Hollande gibi Minsk anlaşmasının imzalanmasına yardımcı olan NATO liderlerinin —ki bu aynı zamanda [Pyotr] Poroşenko gibi Ukraynalı liderlerin söylediklerini de yansıtıyor— Minsk’in aslında barış tesis etme amacı taşımadığını, Ukrayna’nın doğusundaki Rusya destekli isyancılarla ve Rusya’nın kendisiyle savaşmak üzere ordusunu güçlendirmesi için zaman kazanma amacı taşıdığını itiraf etmelerini nasıl değerlendirdiğinizi merak ediyorum. Merkel ve Hollande’ın bu sözlerine inanıyor musunuz, yoksa sadece zevahiri kurtarmaya ve Donbass’taki savaşı sona erdirmek ve barışa aracılık etmek için gösterdikleri çabaların bir şekilde Rusya ve Putin’in işine yaradığını düşünen şahinlerin eleştirilerini geri çevirmeye çalıştıklarını mı düşünüyorsunuz?
John Mearsheimer: Bunun hakkında akıl yürütmek hakikaten zor. Gerçek şu ki Hollande, Poroşenko ve Angela Merkel o dönemde Minsk II ilkeleri doğrultusunda bir tür çözüm için müzakere etme konusunda ciddi olmadıklarını çok açık bir şekilde ifade etmişlerdi. Eğer bunu söylüyorlarsa, bu bana doğru gibi geliyor. Gerçekten de Batı’daki itibarlarını zedelememek için geçmişteki davranışlarını örtbas etmek amacıyla yalan mı söylüyorlar? Sanırım bu da mümkün. Hakikatin nerede yattığını öyle ya da böyle nasıl ispat edeceğimizi bilmiyorum. Fakat bu tür durumlarda benim eğilimim insanların söylediklerine inanmaktır ve eğer Angela Merkel bana Minsk müzakerelerinde Ukraynalıları silahlandırmaya yardım etmek istediği için rol yaptığını söylüyorsa, ona inanma eğiliminde olurum. Ama belki de doğruyu söylemiyordur. Bundan kim emin olabilir?
Aaron Maté: Ve ABD’nin bu savaşı önlemek için hiçbir şey yapmadığı ve hatta bazı açılardan Şubat 2022’den önce bu savaşın çıkmasına neden olduğu konusunda daha önce söylediklerinize dönecek olursak, Biden yönetiminin Rusya’nın NATO’nun genişlemesi ve Rusya’yı çevreleyen NATO askeri altyapısı konusundaki temel kaygılarına yanıt vermeyi reddettiği göz önüne alındığında, Rusya ve Aralık 2021’de sunduğu taslak anlaşmalar kabaca NATO’nun Rusya çevresindeki askeri altyapısını 1997 öncesi hatlara geri çekmesini önermişti. Biden yönetiminin belki bazı küçük istisnalar dışında bunları tartışmayı hemen hemen reddettiği göz önüne alındığında, realist bir bakış açısıyla, Biden yönetiminin şimdi bu konuda geri adım atması ve işgalden önce tartışmadığı konuları gerçekten tartışması için herhangi bir alan var mı? Ve eğer bu konuları tartışmayacaklarsa, o halde nasıl bir geleceğe bakıyoruz?
John Mearsheimer: Ufak bir noktaya değinmeme izin verin. Bence Aralık 2021’de ve Şubat 2022’deki savaş öncesinde Amerika’nın tutumuna ilişkin tanımınız doğru. Ancak şunu vurgulamak da önemli —Batı’daki insanlar bunu duymak istemiyor ama bu doğru— Ruslar savaştan kaçınma konusunda çaresizdi. Putin’in Ukrayna’yı işgal edip Büyük Rusya’nın bir parçası haline getirmek için can attığı fikri ciddi bir argüman değil. Ruslar savaş istemiyordu ve bence savaştan kaçınmak için mümkün olan her şeyi yaptılar. Sadece Amerikalıları kendileriyle oynamaya ikna edemediler. Amerikalılar ciddi bir şekilde müzakere etmeye isteksizdi. Nokta. Hikâyenin sonu bu.
Şimdi, bugün ne yapabiliriz? Aslında savaş başlamadan önceki halimize, hatta belki de savaş başladıktan kısa bir süre sonra, İstanbul’da müzakerelerin devam ettiği Mart 2022’deki halimize geri dönüp dönemeyeceğimizi soruyorsunuz. Bence anlamlı bir anlaşma yapabileceğimiz noktayı çoktan geçtik. Bence her şeyden önce, her iki taraf da kazanmaya o kadar kararlı ki, bu noktada anlamlı bir barış anlaşması için müzakere etmelerini hayal etmek zor. Her iki taraf da kazanabilir ve her iki taraf da kazanmaya kararlı, bu nedenle şu anda genel düzeyde bir anlaşmayı müzakere etmek bence mümkün değil.
Fakat detaylara indiğinizde, Rusların şu anda ele geçirdikleri bölgeyi ellerinde tutmaya kararlı olduklarını görüyorsunuz ve bence Ruslar daha fazla Ukrayna toprağını ele geçirmeye niyetliler. Ruslar Ukrayna’nın işlevsiz bir devletçik olarak kalmasını ve gelecekte hiçbir zaman NATO’nun yaşayabilir bir üyesi olamamasını sağlamak istiyorlar. Bence Rusların yapacağı şey Ukrayna topraklarının büyük bir bölümünü koparma ve Ukrayna’yı hem iktisadi hem de siyasi açıdan berbat bir durumda tutma yönünde büyük çaba sarf etmek olacaktır. Ukrayna ekonomisini boğmaya devam etmek için ellerinden gelen her şeyi yapacaklar zira Ukrayna’nın Batı ittifakının yaşayabilir bir üyesi olmasını istemiyorlar. Dolayısıyla Rusların ele geçirdikleri topraklardan vazgeçmeyi ve 2022 şubatında var olan sınırlara geri çekilmeyi kabul edecekleri fikri bence pek düşünülemez.
Şimdi, Ukrayna tarafsız bir devlet olursa, NATO’nun bir parçası olma arzusundan vazgeçerse bunu yapacaklarını söyleyebilirsiniz. Öncelikle, Ukrayna’nın yakın zamanda tarafsız bir devlet olmayı kabul edeceğini sanmıyorum. Bir tür güvenlik garantisi isteyecektir ve bu güvenlik garantisini sağlayabilecek tek ülke grubu NATO ülkeleridir. Dolayısıyla Ukrayna ile NATO arasındaki bağın tamamen koptuğunu görmek zor.
Dahası, Ruslar Ukrayna’nın bir gün “Biz tarafsızız” deyip ertesi gün fikir değiştirip Batı ile bir tür ittifak kurmasından endişe edecekler ve sonuçta Ruslar tüm bu topraklardan vazgeçmiş olacaklar ve Ukrayna artık tarafsız olmayacak. Dolayısıyla bence Rusya açısından mantıklı olan, Ukrayna’da çok sayıda bölgeyi ele geçirmek ve ülkeyi işlevsiz bir devletçiğe dönüştürmektir. Bunu söylemekten nefret ediyorum çünkü Ukrayna ve daha genel olarak uluslararası ilişkiler için çok karanlık bir gelecek tasvir ediyor ama bence burada yarattığımız karmaşa, burada yarattığımız felaket, kapsamı açısından küçümsenemez.
Aaron Maté: New York Times’ta NATO yetkililerinin hemen hemen aynı şeyi söyledikleri, politikalarının Rusya’yı savaşı sürdürmeye ve daha fazla toprak almaya teşvik ettiğini kabul ettikleri bir itiraf vardı. Size pasajı okuyacağım.
ABD’nin Ukrayna içinde Rusya ile herhangi bir toprak anlaşmasını reddetme politikasından ve ayrıca Ukrayna’nın NATO’ya katılması için açık kapı bırakma politikasından söz ediyorlar. New York Times şöyle diyor: “[…] Vilnius zirvesi [Litvanya’daki NATO zirvesi] sırasında bazı Amerikalı ve Avrupalı yetkililerin de kabul ettiği üzere bu tür taahhütler gerçek bir ateşkes ya da ateşkes müzakerelerine başlamayı daha da zorlaştırıyor. Savaş bittikten sonra Ukrayna’nın NATO’ya katılacağı vaatleri de Moskova’nın Ukrayna topraklarında tutunabilmesi ve çatışmayı canlı tutabilmesi için güçlü bir teşvik oluşturuyor.”
John Mearsheimer: Kesinlikle doğru. Ama bu durum şu soruyu gündeme getiriyor: Batılı liderler Ukrayna’yı ittifaka dahil etme politikasını neden değiştirmiyor?
Yani, tamamen haklılar ve bu savaşa neyin sebep olduğuna dönecek olursak, kanıtların da açıkça ortaya koyduğu üzere, bu savaşın başlıca sebebi Ukrayna’yı NATO’ya dahil etme fikrimiz. Şubat 2022’den önce bu politikadan vazgeçmiş olsaydık, muhtemelen bugün bir savaşımız olmayacaktı. Savaş başladıktan sonra da Ukrayna’yı NATO’ya sokma fikrini iki katına çıkardık. Bundan vazgeçmeyi reddettik. Ama sonuçta bu, Rusları bunun asla gerçekleşmemesini ya da gerçekleşse bile Ukrayna’nın işlevsiz bir devletçik olmasını sağlama konusunda daha fazla teşvik ediyor.
Yani biz, yani Batı, burada Rusları Ukrayna’yı yok etmeye teşvik etmekte kilit bir rol oynuyoruz. Bu bana ne stratejik açıdan ne de ahlaki açıdan kesinlikle mantıklı gelmiyor. Ukrayna’da meydana gelen ölüm ve yıkımı düşündüğünüzde, bunun kolayca önlenebileceğini düşünüyorsunuz. Tüm bunları düşünmek bile insanın midesini bulandırıyor.
Aaron Maté: Silahlar söz konusu olduğunda ABD’nin şu ana kadarki politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Biden yönetiminin bazı silahların Ukrayna’ya gitmeyeceğini açıkça söylediği ama daha sonra yumuşayıp bu silahları gönderdiği pek çok kez oldu ve şimdi F-16’lar bu listedeki sonuncu olacak gibi görünüyor. Buna karşın geçtiğimiz günlerde ABD Savunma İstihbarat Teşkilatından John Kirchhofer, Biden ve Blinken’in söylediklerinin aksine savaşın çıkmaza girdiğini söyledi. Ayrıca bu ağır silahların hiçbirinin Ukrayna’nın ilerlemesini sağlayacak bir fark yaratmayacağını dile getirdi: “Yani biraz çıkmaza girmiş durumdayız. Ukrayna’nın yazdan itibaren karşı taarruza geçmesiyle birlikte artan kazanımlar elde ettiğini görüyoruz ama örneğin Kırım’a doğru ilerlemelerine gerçekten yardımcı olacak bir şey görmedik. Benim için ilginç olan, Batı’nın bu savaşta Ukrayna’ya tedarik ettiği bazı mühimmatlara odaklanma eğiliminde olmamız ve bunların bazılarına kutsal kâseler gibi bakmamız. HIMARS’ı düşünürseniz, kesinlikle bazı sansasyonel taktiksel hadiselere yol açtı. Ardından Storm Shadow füzesinin de aynı şeyi yaptığını görüyorsunuz ve şimdi de çift amaçlı geliştirilmiş konvansiyonel mühimmatlardan ya da misket bombalarından bahsediyoruz. Ne yazık ki bunların hiçbiri Ukrayna’nın dört gözle beklediği kutsal kâse değil ve bence yakın vadede bundan daha fazlasını istemelerine neden olacak.”
Yani Savunma İstihbarat Teşkilatından birileri bunu itiraf ediyor. Fakat bu durum, daha önce masadan kaldırılmış olan ağır silah sistemlerini yavaşça damlatmaya devam eden Beyaz Saray’ın aklına girmiş gibi görünmüyor.
John Mearsheimer: Bence burada çaresiz olduğumuz konusunda hiçbir şüphe yok. “Çıkmaz” kelimesini kullandınız. Bir bakıma bu bir çıkmaz. Eğer her iki tarafın da ne kadar toprak ele geçirdiğine odaklanırsanız, bu bir çıkmaz gibi görünüyor. Ancak ben ele geçirilen toprakları bu savaşta neler olup bittiğinin temel göstergesi olarak görmüyorum.
Bunun gibi bir yıpratma savaşında kilit gösterge karşılıklı kayıp oranıdır. Dikkat etmeniz gereken şey budur. Her iki tarafın da askere alabileceği, orduya katabileceği kaç insan olduğuna odaklanmak ve sonra da kayıp değişim oranına odaklanmak durumundasınız. Ve bence karşılıklı kayıp oranı, Ukraynalılardan çok daha fazla insana sahip olan Rusların lehine. Bu Ukrayna için felaket bir durum. Bu, Ukrayna’nın bu savaşı kazanmasını neredeyse imkânsız hale getiriyor ve Rusların galip gelmesini muhtemel kılıyor.
Asıl soru şu: Eğer Batı tarafıysanız bu durumu nasıl düzeltirsiniz? Ukraynalıları savaşı halinde tutmak için ne yaparsınız? Burada Rusların müthiş bir sanayi üssüne sahip olduğunu ve çok sayıda askeri teçhizata —çok sayıda ağır teçhizat, çok sayıda top, çok sayıda tank— sahip olduklarını hatırlamak durumundasınız. Çok sayıda teçhizat üreten montaj hatları var. Ukraynalıların ise neredeyse hiç montaj hattı yok; silah konusunda tamamen Batı’ya bağımlılar.
O zaman soru şu oluyor: Ne verebiliriz? Ve elimizdekilerin gerçek sınırları var, değil mi? Onlara verecek daha fazla topumuz yok. Bu nedenle onlara misket bombaları vermemiz sürpriz değil. Son aylarda asıl ihtiyaçları olan şey obüsken onlara tank vermeyi vurgulamamız da şaşırtıcı değil. Gördüğünüz gibi, çok sayıda silah üretebilecek devasa bir sanayi üssüne sahip bir ülkeyle savaşa girdiğimiz ve müttefikimizin —bizim adımıza savaşan, savaş alanındaki kirli işleri yapan ülkenin— kendi silahı olmadığı için bizim tedarik etmemiz gerektiği için burada bir çıkmazdayız. Ve yine, onlara verebileceğimiz şeyler konusunda gerçek sınırlarımız var.
Onlara HIMARS füzeleri veriyoruz ve herkes bunun sihirli bir silah olduğunu, karşılıklı kayıp oranını düzelteceğini, Ukraynalıların savaş alanında galip gelmesine yardımcı olacağını söylüyor. Bu durumun böyle olmadığı kanıtlandı, değil mi? Sonra da onlara sofistike tanklar vermekten bahsetmeye başlıyoruz. Onlara Leopard 2’ler, Challenger’lar ya da başka bir şey gibi sofistike tanklar veriyoruz ve bunların sihirli silahlar olması lazım. Ve işe yaramıyorlar. Sonra dokuz tugayı eğitmekten ve Rus savunmasını delip geçebilecek bir Panzer Ormanı yaratmaktan, Almanların 1940’ta Fransızlara yaptığını Ruslara yapmaktan bahsediyoruz. Ve tabii ki bu yılın 4 Haziran’ında Ukraynalılar karşı taarruza geçtiler ve NATO tarafından eğitilmiş ve silahlandırılmış birliklerin çoğunu kullandılar ama işe yaramadı. Rus kuvvetlerinin temas hatlarına bile ulaşamadılar. Sonunda gri bölgede savaşmaya başladılar ve devasa kayıplar verdiler.
Peki, çözüm nedir? Onlara F-16’lar ve ATACMS [Ordu Taktik Füze Sistemleri, uzun menzilli güdümlü füzeler] vermeliyiz ve eğer bunları verirsek, bu ordular arasındaki güç dengesini tersine çevirecek, karşılıklı kayıp oranını tersine çevirecek ve Ukraynalılar savaş alanında galip gelecektir.
Bu boş bir hayal. Pentagon’da yaşamak için savaş üzerine çalışan insanların F-16’ların ya da ATACMS’lerin savaş alanındaki güç dengesini değiştireceğine kani olduklarına inanmak zor. Bunu büyük ölçüde yapıyorlar zira bir şeyler yapmak zorundayız ve sahiden de yapabileceğimiz tek şey bu. Bu yüzden pes edemeyiz, savaşta kalmalıyız, Ukraynalıları silahlandırmaya devam etmeliyiz. Buradaki tek oyun bu. Burada yaptığımız şey, onlara kamuoyuna açıklayabileceğimiz ve basının da tekrarlayabileceği silahlar vermek, bunların savaş kazandıran silahlar olduğunu ve Ukraynalılar bu silahları alıp nasıl kullanacaklarını öğrendiklerinde, F-162ları nasıl uçuracaklarını öğrendiklerinde, güç dengesinin düzeleceğini ve sonsuza kadar mutlu yaşayacağımızı söylemek.
Tekrar söylüyorum, böyle bir şey olmayacak. Ukraynalıların başı büyük belada. Onları felakete giden yola sürükledik ve şu anda bu durumu düzeltmek için yapabileceğimiz hiçbir şey yok.
Aaron Maté: Yeri gelmişken, 2015 yılında Batı’nın Ukrayna’yı felakete giden yola soktuğu ve size göre bunun sonucunda Ukrayna’nın mahvolacağı yönündeki meşhur uyarınızdan bahsedelim.
John Mearsheimer: Burada olan şey, Batı’nın Ukrayna’yı felakete giden yola sokması ve bunun sonucunda Ukrayna’nın mahvolmasıdır. Savunduğum politikanın, yani Ukrayna’yı tarafsız hale getirip iktisadi açıdan kalkındırmanın ve bir tarafta Rusya diğer tarafta NATO arasındaki rekabetten kurtarmanın Ukraynalıların başına gelebilecek en iyi şey olduğuna inanıyorum.
Aaron Maté: Bu 2015 yılında yaptığınız uyarıydı. Bu konuda neden bu kadar emindiniz? Bunun kaçınılmaz bir yol olduğuna sizi bu kadar emin kılan neydi?
John Mearsheimer: Kriz Şubat 2014’te ilk patlak verdiğinde bunun çok açık olduğunu düşünmüştüm. Krizin 22 Şubat 2014’te nasıl patlak verdiğini hatırlayın ve o tarihte Rusların NATO’daki Ukrayna’yı varoluşsal bir tehdit olarak gördükleri aşikardı. Bu konuda hiç tereddüt etmiyorlar. Dahası, Ukrayna’yı NATO’ya sokmaya çalışmakta ısrar edersek, ülkeyi Rusya’nın sınırlarında bir Batı siperi haline getirmeye çalışmakta ısrar edersek, Rusların Ukrayna’yı yok edecekleri, mahvedecekleri aşikârdı. Bunu o dönem açıkça belirttiler.
Peki, bu 2014’te oldu ve sonra 20142ten 2022’ye kadar, savaş patlak verdiğinde, krizden savaşa dönüştüğünde ne olduğuna bakarsanız, Ruslar NATO’daki Ukrayna’nın varoluşsal bir tehdit olduğunu her noktada açıkça ortaya koyuyor, peki biz ne yapıyoruz? Her seferinde iki katına çıkıyoruz. Ukrayna’yı NATO’ya dahil etmek için her yıl kendimizi daha güçlü bir şekilde adamaya devam ediyoruz. Benim en baştaki görüşüm bunun bir felakete yol açacağı yönündeydi.
Şimdi, pek çok insan benim görüşlerimi anormal olarak göstermeyi seviyor. Ben, benim gibi Jeffrey Sachs, Steve Cohen [Stephen F. Cohen] gibi bu tür argümanlar ileri süren bir avuç insandan biriyim. Fakat düşünecek olursanız, 1990’larda NATO’nun genişlemesi konusu tartışılırken ittifakın genişlemesinin felaketle sonuçlanacağını söyleyen çok sayıda önde gelen dış politika mensubu vardı. Bunlar arasında George Kennan, William Perry gibi isimler de vardı, ki Perry o dönemde Savunma Bakanıydı.
Aaron Maté: Söylediğine göre istifanın eşiğine gelmiş.
John Mearsheimer: Pardon?
Aaron Maté: NATO’nun genişlemesi meselesi yüzünden, Clinton NATO’yu genişlettiğinde istifanın eşiğine geldiğini söylemişti.
John Mearsheimer: Evet, bu kesinlikle doğru. Bu arada, o dönemde Pentagon içinde NATO’nun genişlemesine karşı yaygın bir muhalefet vardı. Ve tüm bunlar o insanların haklı olduğunu söylemek içindi.
En sevdiğim örneklerden biri de Angela Merkel. Nisan 2008’de Bükreş zirvesinde (Bükreş NATO zirvesi) Ukrayna’nın NATO’ya alınmasına karar verildiğinde Angela Merkel ve dönemin Fransa lideri olan Nicholas Sarkozy, Ukrayna’nın NATO’ya alınmasına şiddetle karşı çıktılar. İşte sorun o zaman başladı, Nisan 2008’de. Angela Merkel buna şiddetle karşı çıktı ve daha sonra karşı çıkmasının nedeninin Putin’in bunu bir savaş ilanı olarak yorumlayacağını anlaması olduğunu söyledi. Bunu bir düşünün. Angela Merkel 2008 yılında Ukrayna’nın —ve bu arada Gürcistan’ın— NATO’ya alınması fikrine karşı çıkmıştı. Karşı çıkmıştı çünkü Putin’in bunu bir savaş ilanı olarak yorumlayacağını anlamıştı. Dolayısıyla Jeff Sachs, Steve Cohen ve John Mearsheimer dışında NATO’yu doğuya doğru genişletmeye dönük bu haçlı seferinin felaketle sonuçlanacağını anlayan pek çok insan var.
Aaron Maté: Size kişisel bir soru sorayım. Çok iyi tanıdığım Steve Cohen ile arkadaştınız. O benim kahramanım ve arkadaşımdı. Merak ediyorum, bana öyle geliyor ki [2020’de] vefatından ve Ukrayna savaşının Rusya’nın işgali ile tırmanmasından bu yana, ABD akademisinde konuşmaya ve hâkim bakış açısına karşı çıkmaya istekli biri olarak onun Bir Numaralı Düşman yerini almalıydınız. Sadece buna katılıp katılmadığınızı ve bunun Stephen’a karşı daha fazla empati duymanızı sağlayıp sağlamadığını, sizin için nasıl bir şey olduğunu, tartışma alanını nasıl değerlendirdiğinizi ve daha önce konuştuğunuz tartışmalı konularla nasıl karşılaştırdığınızı merak ediyorum. İsrail lobisini çok eleştiriyorsunuz. Irak savaşına karşı konuştunuz, tüm bunlar bugün içinde bulunduğumuz iklimle nasıl karşılaştırılabilir?
John Mearsheimer: Bir dakikalığına Steve Cohen’den bahsetmek gerekirse, sanırım Steve benden önce bu konuda ön plandaydı. Krizin patlak verdiği 2014 yılından önce bu konuda ön plandaydı. Ben de ilk o zaman dahil olmuştum. Foreign Affairs’de 2014 yılında, o yılın şubat ayında patlak veren krizin Batı’nın suçu olduğunu söyleyen meşhur bir yazı yazdım ama Steve bu argümanı ben oyuna dahil olmadan önce ortaya atıyordu. Daha sonra o ve ben aynı tarafta olduğumuz ve aynı argümanı öne sürdüğümüz bir dizi farklı etkinliğe katıldık. Ve sonra, elbette, Steve vefat etti ve bu tartışmadaki varlığı kesinlikle çok özleniyor. Benim ve Jeff Sachs gibi insanların aslında Steve’in yerini aldığımızı ve onun uzun süredir yaptığı tartışmaları yaptığımızı söyleyebiliriz. Bence bunda çok fazla doğruluk payı var.
Bugün insanların benim ya da Jeff Sachs’ın ileri sürdüğü argümanları duymaya ne kadar açık olduğu sorunuza gelince, Steve’in hayattayken ileri sürdüğü argümanları bugün duymanın, örneğin 2003 yılında Irak savaşının gerçekleştiği döneme kıyasla daha zorlu olduğu konusunda hiç şüphe yok. Irak savaşına 2002’nin sonlarında ve savaşın başladığı Mart 2003’e kadar çok açık bir şekilde karşı çıktım. Ve o günlerde kamuoyu önünde savaşa karşı çıkmak zordu. Sesini duyurmak zordu ama bugün sesini duyurmak çok daha zor. Ortam çok daha Orwellvari.
Bu arada Aaron, hayattayken bu konular hakkında çok konuştuğum Steve’in bana birden fazla kez Soğuk Savaş döneminde, bazen Sovyet taraftarı ya da Sovyetlerin tutumuna sempati duyan biri olarak kategorize edilebilecek argümanlar ileri sürdüğünde, o zamanlar ana akım medyada, mesela New York Times gibi mecralarda duyulmanın 2014 ya da 2016’da New York Times’ta duyulmaktan çok daha kolay olduğunu söylediğini belirtmek isterim. Buradaki sessizlik konisi gerçekten oldukça dikkat çekici. Steve gibi insanların, Jeff Sachs gibi insanların ve benim gibi insanların ana akım medyanın dışında tutulma derecesi gerçekten epey dikkat çekici. Burada geleneksel bir bilgeliğimiz var ve ana akım basın, bu geleneksel bilgeliğe katılmayan insanların duyulmamasını ya da duyulsa bile argümanlarının saptırılmasını veya derhal karşı çıkılmasını sağlamak için piyasayı denetlemeye kararlı. Bu korkunç bir durum. Liberal bir demokraside hayatın böyle işlememesi gerekir. Akıllı politikalara sahip olmak istiyorsanız, bir fikirler pazarına sahip olmanız gerekir, zira gerçek şu ki hükümetler çoğu zaman aptalca şeyler yaparlar ya da o anda doğru gibi görünen ama felaketle sonuçlanacak politikalar izlerler ve bu politikalara katılmayan çok sayıda insanın, politika başlatılmadan önce ve başlatıldıktan sonra fikirlerini dile getirme fırsatına sahip olmasını istersiniz. Fakat günümüzde ve çağımızda bunu yapmak çok zor ve bu çok iç karartıcı ve üzücü.
Aaron Maté: Bugün savaş alanına geri dönecek olursak, yeni bir cephenin açılmasından endişe duyuyor musunuz? Son zamanlarda Rusya ve Polonya arasında bazı hararetli söylemler oldu, Putin Polonya’yı Belarus’a saldırmaması konusunda uyardı, Belarus şimdi Vagner askerlerine ev sahipliği yapıyor ve bazıları Ukrayna’ya geri dönmekten ya da belki Polonya ile yeni bir cephe açmaktan söz ediyor. Tüm bu açıklamalardan ne anlıyorsunuz ve bu yeni bir cephenin açılması tehdidi mi, yoksa abartılıyor mu?
John Mearsheimer: Bu muhtemel cephelerden sadece biri. Bir diğer cephe ise Karadeniz. Rusların şu anda Karadeniz’deki Ukrayna limanlarını abluka altına almaya doğru ilerlediği oldukça açık ve burada çatışma potansiyeli gerçek. Bir de Moldova meselesi var ve orada da olası bir çatışmadan bahsediliyor. Bir de Baltık Denizi var. Ruslar Baltık Denizi’ni fazlaca önemsiyorlar zira Kaliningrad’a ulaşabilmelerinin tek yolu bu. Rusya dışında Baltık Denizi’ni çevreleyen tüm ülkelere bakacak olursanız, İsveç ve Finlandiya’nın da ittifaka dahil olmasıyla artık tamamı NATO üyesi. Kuzey Kutbu’na bakacak olursanız, Kuzey Kutbu beni çok tedirgin ediyor. Kuzey Kutbu’nda fiziksel olarak yer alan sekiz ülke var. Bunlardan biri elbette Rusya. Diğer yedi ülke ise Finlandiya ve İsveç’in de ittifaka katılmasıyla NATO üyesi oldu. Buzların erimesi, suyun ve toprakların kontrolü ile ilgili her türlü sorunun gündeme gelmesiyle birlikte çatışma potansiyeli çok gerçek. Ruslar ve NATO birbirleriyle çarpışıyor.
Yani Kuzey Kutbu, Baltık Denizi, Moldova, Karadeniz ve bir de sizin dile getirdiğiniz ve şu anda en çok endişe yaratan konu var ki o da Polonya’nın özellikle Belarus ile savaşa girmesi. Polonya birliklerinin Batı Ukrayna’ya girmesi halinde ne olacağı sorusu da var. Elbette Belarus’un lideri [Aleksandr] Lukaşenko, bunun Belaruslular için kategorik olarak kabul edilemez olduğunu savundu, bu nedenle Polonya’nın batı Ukrayna’ya girdiği ve Belarusluların savaşa girdiği ve Rusların batı Ukrayna’da Polonyalılarla savaşa girdiği bir durum tahayyül edilebilir. Bunun muhtemel olduğunu söylemiyorum ama mümkün.
Polonya-Belarus sınırına bakarsanız, sizin de belirttiğiniz gibi, bu sınıra çok yakın Vagner kuvvetleri var ve şaşırtıcı olmayan bir şekilde Polonyalılar Vagner kuvvetlerinin Polonya’ya karşı bir şey yapmadığından emin olmak için kendi kuvvetlerini harekete geçirdi. Yani Belarus-Polonya sınırında Vagner kuvvetleri ile Polonya kuvvetleri karşı karşıya gelmiş durumda. Bu iyi bir durum değil. Vagner kuvvetlerinin başındaki [Yevgeniy] Prigojin’in emir komuta zincirinin nasıl olduğunu kim bilebilir ki? Yani burada her türlü sorun potansiyeli var.
Genel olarak belirtmek istediğim husus, bir tarafta Ukrayna ve Batı, diğer tarafta Ruslar arasında anlamlı bir barış anlaşması yapamayacağımız. Umabileceğimiz en iyi şey soğuk bir barış ve Rusların sürekli olarak konumlarını iyileştirmek için fırsatlar aradığı, Ukraynalıların ve Batı’nın da sürekli olarak konumlarını iyileştirmek için fırsatlar aradığı soğuk bir barış. Her iki durumda da bu, diğer taraftan faydalanmak anlamına gelir. Her iki tarafın da bu şekilde hareket ettiği soğuk bir barışa girdiğinizde, tırmanma ve sıcak savaşa dönme potansiyeli büyüktür. Ve bunu az önce tartıştığımız savaşın patlak verebileceği farklı olası cepheler bağlamında düşünmek istersiniz. Dünyanın bu bölgesinde tırmanma konusunda çok fazla potansiyel var. Dolayısıyla bir tarafta Rusya, diğer tarafta Batı ve tabii ki Ukrayna arasındaki durumun uzun bir süre daha son derece tehlikeli olacağını düşünüyorum.
Aaron Maté: Son olarak Rusya, 2014’teki Kırım’a ek olarak işgal sırasında dört Ukrayna oblastını ilhak etti. Daha önce Rusya’nın daha fazla toprak almak istediğini düşündüğünüzden bahsetmiştiniz. Sizce Rusya saldırılarını nerede durdurmaktan memnun olur? Sizce bölgesel hırsları nerede sona erer?
John Mearsheimer: Peki Aaron, çok genel bir düzeyde, Rusların askeri olarak yapabildikleri takdirde toprak almak isteyeceklerini anlamanın önemli olduğunu düşünüyorum ve bunu göreceğiz. Eğer bunu askerî açıdan yapabilirlerse, içinde çok sayıda Rusça konuşan ve Rus azınlık olan bölgeleri almak isteyeceklerdir. Bu nedenle alabilirlerse Odessa’yı, Harkiv’i ve diğer iki oblastı da alacaklarını düşünüyorum. Ama Ukrayna’nın etnik Ukraynalıların yoğun olduğu bölgelerinden uzak duracaklarını düşünüyorum zira Rus işgaline karşı direniş çok büyük olacaktır. Bence Ukrayna’nın demografik yapısı Rusların ne kadar toprak alabileceğine sınır koyuyor.
Dahası, askeri kapasitelerinin Ukrayna’nın ne kadarını alabileceklerini sınırladığını düşünüyorum, Ukrayna’nın tamamını alabilecek askeri kapasiteye sahip değiller. Ve bence eğer dört oblastı alacaklarsa mevcut Rus ordusunun boyutunu artırmak zorunda kalacaklar. Buna şu anda kontrol ettikleri dört oblastın batısındaki Harkiv ve Odessa da dahil. Ama ben bu sekiz oblastı ve Kırım’ı almaya çalışacaklarını düşünüyorum. Bu sekiz oblastın dördünü halihazırda kontrol ediyorlar ve Kırım’ı da aldılar; bu da 2014 öncesinde Ukrayna topraklarının yaklaşık yüzde 23’üne tekabül ediyor. Eğer şu anda ilhak ettikleri dört oblastın batısındaki dört oblastı daha alırlarsa, bu Ukrayna topraklarının yaklaşık yüzde 43’ünün Rusların eline geçmesi anlamına gelecektir. Ve bence bu durum Rusları, gerçekten işlevsiz bir devlet olan bir Ukrayna ile karşı karşıya bırakacaktır.
Muhtemel sonucun bu olduğunu söylemekten nefret ediyorum zira bu Ukrayna açısından çok korkunç bir netice, fakat dürüst olmak gerekirse bu savaşın gittiği yerin bu olduğunu düşünüyorum. Daha önce de söylediğim gibi, 2022 martında ya da kesinlikle 2022 şubatında savaş patlak vermeden önceki dönemde var olan, Rusların Ukrayna’nın tarafsızlığı karşılığında Ukrayna’dan çekildiği bir durumu hayal etmenin mümkün olduğu durumu çoktan geride bırakan Rusların artık sert oynadığını düşünüyorum. O günler geride kaldı ve sert oynayan bir Rusya, eğer yapabilirse daha fazla toprak ele geçirecek ve Ukrayna’yı mahvetmek için elinden gelen her şeyi yapacak bir Rusya’dır.
Aaron Maté: Bir soru daha, zira bu konuyu henüz tartışmadık ve bu varoluşsal bir konu ve nükleer tehdit. Rusya Dış ve Savunma Politikası Konseyinde akademisyen olan Sergey Karaganov adlı bir Rus’un yakın zamanda yazdığı bir makale vardı. Putin’e yakın olduğu söyleniyor. Bu makaleyi yakaladınız mı bilmiyorum ama temel olarak Rusya’nın daha kavgacı bir nükleer tavır benimsemesi gerektiğini, İlk Kullanım’ı benimsemesi gerektiğini ve hatta Batı’yı yeterince korkutmak için Ukrayna’da kullanmakla tehdit etmesi gerektiğini belirtmişti. Bu makaleyi okudunuz mu bilmiyorum ama okuduysanız ne anladınız? Ve genel manada nükleer tehdit, nükleer savaş tehdidi, bu savaşın kendisi söz konusu olduğunda hala bir olasılık olduğunu düşündüğünüz bir şey mi?
John Mearsheimer: Bence Ruslar kaybederse nükleer savaş büyük olasılık. Eğer Ruslar kaybederse Ukrayna ordusu doğu ve güney Ukrayna’da Rus kuvvetlerin yıpratırsa, yaptırımlar işe yararsa ve Ruslar büyük güçler safından atılmanın eşiğine gelirse bu durumda Rusların nükleer silahlara yönelmesi ve bu nükleer silahları Ukrayna’da kullanması muhtemeldir. NATO’ya karşı kullanmaya cesaret edemezler ama nükleer silahlara başvuracaklardır. Rusların kaybetmediği ve hatta kazandığı gerçeği göz önüne alındığında, nükleer savaş olasılığının büyük ölçüde azaldığını düşünüyorum. Bir an için masadan kalktığını söylemek istemiyorum ama Ruslar savaşın aşağı tarafında değil, yukarı tarafında olduğu sürece nükleer kullanım olasılığının çok düşük olduğunu düşünüyorum.
Karaganov’un makalesine gelince, ben bunu Rusların galip gelme ihtimalinin yüksek olduğunu ama benim kullandığım retoriği kullanırsak, bunun çirkin bir zafer olacağını söylemek için okudum. Bence Rusların mutlak bir zafer kazanmayacağını anlıyor. Tarafsız bir Ukrayna’ya sahip olamayacaklar ve Batı’nın geri adım attığı bir duruma düşmeyecekler. Bence Karaganov, Ruslar daha fazla toprak ele geçirse ve Ukrayna’yı işlevsiz bir devletçiğe dönüştürse bile, en iyi ihtimalle epey tehlikeli olacak soğuk bir barış elde edeceğinizi anlıyor. Substack makalemde bundan çirkin bir zafer olarak söz etmiştim. Ve bence temelde söylediği şey, bunun Ruslar için uzun vadede kabul edilebilir olmadığının açık olduğu. Rusya’nın uzun vadede bu koşullarda yaşamayı göze alıp alamayacağı net değil. Ve eğer Rusya nükleer silah kullanırsa, bu Batı’ya bir uyarı alarmı göndermenin bir yolu olabilir. Batı’ya geri çekilmeleri gerektiğini söylemenin bir yolu olabilir.
Başka bir deyişle Karaganov burada nükleer silahları zorlayıcı amaçlarla kullanmaktan bahsediyor. Batı’nın geri adım atmasını sağlamak, tavrını değiştirmesini ve bu çirkin zafere son vermesini sağlamak ve Rusların bir tür anlamlı zafer kazanmasına ve bir tür anlamlı barış anlaşması yapılmasına yardımcı olmasına imkân sağlamak amacıyla sınırlı nükleer kullanıma niyet gösteriyor. Bence haklı. Ruslar en iyi ihtimalle çirkin bir zafer kazanabilir. Bence bunu anlamak çok önemli. Bence oldukça doğru bir şekilde Rusların mutlak bir yenilgi almayacağını seziyor. Bu hikâyenin gerçek bir mutlu sonu yok, söylediği bu. Ve bunun muhtemelen kabul edilemez olduğunu ve soğuk barışın ötesine geçmenin bir yolunu bulmamız gerektiğini ve nükleer zorlamanın bunu yapmanın bir yolu olabileceğini söylüyor.
Şimdi, bu satması muhtemel bir argüman mı? Bence bunu söylemek imkânsız zira çirkin bir zaferin neye benzeyeceğini tam olarak bilmiyoruz, bu bir. İkincisi, gelecekte Rusya’da kimin kontrolü elinde tutacağını, bu çirkin zafer neredeyse tahammül edilemez hale geldiğinde Moskova’da kimin parmağının tetikte olacağını ve bu kişinin nükleer silah kullanmayı göze alacak kadar cesur olup olmayacağını kesinlikle bilmiyoruz.
Rusya tahammül edilemez bir durumda olduğu için birilerinin nükleer silah kullanmayı kabul etmesi mümkün mü? Evet, mümkün ama bu çirkin bir zafer ve kabul edilebilir bir şey değil. Bu mümkün. Bence Sergey Karaganov gibi birinin iktidarda olması ve nükleer silah kullanmayı düşünmesi gibi önemsiz olmayan bir ihtimal de var. Bunun olmayacağına bahse girerim ama kim emin olabilir ki? Sizin de çok iyi bildiğiniz gibi, geleceği tahmin etmek son derece zordur, özellikle de bu tür senaryolardan bahsediyorsanız. Ama bence burada olan da bu ve bu savaş nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, başımızın ne kadar büyük bir belada olduğunu bir kez daha vurguluyor. Daha önce de söylediğim gibi, Ruslar kaybederse, yani savaşı ciddi bir şekilde kaybederlerse, nükleer kullanımın muhtemel olduğu yer burası olacaktır. Karaganov’un söylediği şu: kazansak bile bu çirkin bir zafer olacak ve yine de nükleer silah kullanmak zorunda kalabiliriz. Bunun bizi nereye götüreceğini düşünseniz iyi olur.
Bir de şu soru var: Ukrayna gerçekten kaybederse, Ukrayna ordusunun çatırdadığını varsayalım, yediği dayağın 1917 baharında Fransız ordusunun karşılaştığı gibi bir duruma yol açtığını varsayalım —bu Fransız ordusunun çatırdadığı, isyan ettiği zaman— bunun gerçekleştiğini ve Ukraynalıların kaçtığını varsayalım. Tekrar ediyorum, bunun olacağını söylemiyorum ama bu bir olasılık. NATO ne yapacak? Ukrayna’nın Ruslar tarafından savaş alanında ciddi bir şekilde yenilgiye uğratıldığı bir durumu kabullenecek miyiz? Ben bundan pek emin değilim. Ve bu koşullarda NATO’nun savaşa girmesi mümkün olabilir. Polonyalıların tek başlarına savaşa girmeleri gerektiğine karar vermeleri mümkün olabilir ve Polonyalılar donanımlı bir şekilde savaşa girdiklerinde, bu bizi savaşa sokabilir ve o zaman bir tarafta ABD’nin diğer tarafta Rusların yer aldığı büyük bir güç savaşına sahip olursunuz. Tekrar ediyorum, bunun muhtemel olduğunu söylemiyorum ama bu bir olasılık. Burada yaptığımız şey, bu savaşın zaman içinde nasıl sonuçlanabileceğine dair akla yatkın senaryolar üretmek. Ve ortaya çıkan senaryoların neredeyse tamamı mutsuz sonla bitiyor. Bu da 24 Şubat 2022’den önce bu çatışmayı çözmeye çalışmamakla ne kadar büyük bir hata yaptığımızı gösteriyor.
Aaron Maté: Sadece bu cevaba dayanarak bile son yazılarınızdan birine neden “Önümüzdeki Karanlık: Ukrayna Savaşı Nereye Gidiyor?” başlığını verdiğinizi anlayabiliyorum, epey yerinde. John Mearsheimer, bana konuk olduğunuz için çok teşekkür ederim.
John Mearsheimer: Benim için bir zevkti. Beni ağırladığın için teşekkürler Aaron.
Dünya Basını
Güçlü Amerikan Tanrıları, Trump ve Uzun Yirminci Yüzyılın Sonu

Çevirmenin notu: N.S. Lyons’un “Güçlü Amerikan Tanrıları” makalesi, Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemini sadece politik bir dönüş değil, Batı uygarlığında “uzun yirminci yüzyıl” olarak tanımladığı bir dönemin sonu olarak okuyor. Lyons’a göre, II. Dünya Savaşı sonrası liberal Batı’yı şekillendiren “açık toplum” ideolojisi; ulusal kimlik, inanç, aidiyet, dayanışma, kolektivizm gibi bağları zayıflatarak yerine teknokratik yönetim, sınırsız bireysellik ve soyut evrenselcilik koydu. Bu düzenin artık tükendiğini ve çökmekte olduğunu söyleyen Lyons’a göre, süreç yerini “güçlü tanrılar”a, yani eylemselcilik, ulusal kimlik, bağlılık ve aidiyet arayışına bırakmaktadır. Trump ise bu yeni çağın taşıyıcısı değilse bile, onun kaçınılmaz gelişini haber veren sarsıcı habercisidir.
Çeviren: Mert Cafer Eral
***
N.S. Lyons, 13 Şubat 2025
İkinci Trump döneminin ilk haftaları maceralı geçti. Çoğu insan gibi, ben de Trump ve ekibinin Washington’daki müesses nizama karşı başlattığı yıldırım harekatının hızı ve kapsamlılığı karşısında şaşkına döndüm. Trump, iki ay önce “The Counter-Revolution Begins,” [Karşı-Devrim Başlıyor] isimli yazımda bahsettiğim önceliklerin çoğunu şimdiden yerine getirdi. Meşru iktidarın kullanımına ve kurumlara karşı tutucu olmayı reddetmek bunların en önemlileriydi. “İstediğin şeyi yapabilirsin” gibi bir düsturla beraber, ikinci Trump yönetimi Roosevelt’ten beri süregelen Amerikan yönetişimde gerçek değişim taleplerini demokratik olarak iletmek konusunda ilk Trump yönetimi ile ciddi şekilde benzer görünüyor.
Aslında, darbeler o kadar hızlı oluyor ki olan biteni ve bunların sonuçlarının izlerini takip etmek gerçekten zor. Bundan dolayı ne olup bittiği hakkında detaylı açıklamalar yapmak güç. Bunu yapmayı denersek güncel olayların gerisinde kalabiliriz. Ancak Grönland’i ilhak etme girişimi, sınırların kapatılıp gümrük vergilerinin artırılması, USAID’in lağvedilmesi gibi dünya üzerinde kargaşa yaratan hamlelerin ortasında, büyük resim daha net bir biçimde ortaya çıkmaya başlıyor.
Henry Kissinger’ın 2018’de söylediği ve son zamanlarda dilden dile dolaşan bir söz var: “Trump, tarihte zaman zaman bir dönemin sonunu işaret etmek ve onu eski iddialarından vazgeçmeye zorlamak için ortaya çıkan figürlerden biri olabilir.” Eğer bu 2018’de doğru değilse bile şuan kesinlikle doğru. Bugün gördüğümüz şeyin gerçekten bir dönemin sonu olduğuna, bildiğimiz dünyanın çığır açan bir şekilde altüst olduğuna ve bunun tüm öneminin ve sonuçlarının henüz bizi gerçekten etkilemediğine inanıyorum.
Daha açık bir ifadeyle, Donald Trump’ın Uzun Yirminci Yüzyıl’ın gecikmiş sonuna işaret ettiğine inanıyorum.
Uzun yirminci yüzyıl
1789’daki Fransız Devrimi ve 1914’te başlayan Dünya Savaşı arasındaki 125 yıl “Uzun Ondokuzuncu Yüzyıl” olarak tanımlanıyor. Bu deyiş “Ondokuzuncu Yüzyıl” dediğimizde basit bir yüz yıllık süreden çok daha fazlasını, coşkulu bir genişlemeyi, aydınlanmayı, imparatorlukları, yani akılcı düşünme ve ilerlemeciliğin hız kazandığı çağın ruhunu anlamamızı sağlıyor. Kendisinden önce ve sonra gelenlerden farklı olan bu kalıcı tarihsel ruh, Büyük Savaş’ın siperlerinde sönümlendi. Felaketin ardından, İkinci Dünya Savaşının sona ermesiyle biten bir fetret devrinden sonra, Batı medeniyetinin insanlarının dünyayı algılama ve onunla etkileşim kurma biçimleri –siyasi, psikolojik, sanatsal, manevi– tamamen değişti.
R.R. Reno, 2019 tarihli Return of the Strong Gods [Güçlü Tanrıların Dönüşü] adlı kitabına, “Yirmi yedi yaşındayım ve yirminci yüzyılın sonunu görmeyi umuyorum,” diye hayıflanan genç bir adamdan alıntı yaparak başlıyor. Bu çelişkili ifade, 20. yüzyılın da son kullanma tarihini aştığını gösteriyor. Bu yüzyıl geç başladı, 1945’te tam olarak hissedilmeye başlandı. Ancak bu 80 yıllık sürede yüzyılın ruhu medeniyetin dünyayı nasıl algıladığı ve nasıl algılaması gerektiği konusunda hegomonikleşti. Toplumun tüm korkularını, değerlerini ve ahlaki ilkelerini belirledi ve ABD’nin dünyaya yayılan gücü sayesinde dünyanın geri kalanının siyasi ve kültürel düzenini de şekillendirdi.
Bu ruh, kendinden öncekinden çok da farklı olamazdı. İkinci Dünya Savaşının yarattığı yıkımın ardından, Batı anlaşılabilir bir şekilde “Bir daha asla” düsturunu ideolojik evreninin merkezine koydu. Faşizmin, savaşların ve soykırımın insanlığı tehdit etmesine bir daha müsaade edilmeyecekti. Fakat bu karar, o zamanlar ne kadar makul ve iyi niyetli görünse de, kısa sürede her şeyi tüketen bir olumsuzlama takıntısı haline geldi.
Popper ve Adorno gibi büyük etki uyandıran liberal düşünürler dünya üzerinde otoriterliğin ve çatışmanın temel kaynağının “kapalı toplum” olduğu konusundaki savaş sonrası uyumlu ideolojik düzenin ikna sürecine katkıda bulundular. Reno’nun “güçlü tanrılar” derken kastettiği şey budur: güçlü inanışlar, sarsılmaz doğru tanımları, tartışılmaz ahlaki kodlar, güçlü ilişki bağları, güçlü toplumsal kimlikler ve güçlü mekan ve geçmiş bağları; nihayetinde, “insanın sevgi ve bağlılık nesneleri, toplumları birleştiren sadakat ve tutku kaynakları.”
Günümüzde güçlü tanrıların birleştirici gücü tehlikeli, fanatizm, baskı, nefret ve şiddetin cehennemvari kaynağı olarak görülmeye başlandı. İnanç, aile ve her şeyden önce ulusal bağlar artık şüpheli, faşizme doğru endişe verici bir geri dönüş olarak görülüyordu. Savaş sonrası Amerikan psikolojisi ve eğitimini on yıllar boyunca yöneten Adorno, aile ve ulusa karşı duyulan doğal sadakatin aslında insanı yabancı düşmanlığına ve führer hayranlığına karşı gizlenen bir otoriter kişiliğin dışa vurumu olarak sınıflandırıyordu. 1945’te yayımladığı büyük etki uyandıran kitabı Açık Toplum ve Onun Düşmanları kitabında Popper, ulusal komünite fikrini “insanlık karşıtı” bir propaganda olmakla suçlayıp kendi vatanını ve onun tarihini seven herkesi tehlikeli birer “ırkçı” olarak tanımladı. Bu tür entelektüeller için ister insanlar, ister ahlak veya ister metafizik gerçekler arasında olsun, otorite veya hiyerarşiye dair kesin iddialar, yeryüzündeki barışa ölümcül bir tehdit olarak görünüyordu.
Savaş sonrası düzenin liberal paradigmasının en büyük projesi kapalı toplumun duvarlarını yıkıp tanrılarını sonsuza dek yasaklamaktı. Bu başka ot bitmeyen zemin üzerine, hoşgörü, şüphe, diyalog, eşitlik ve tüketici konforunun barışçıl zayıf tanrıları tarafından canlandırılan pastoral ama son derece belirsiz bir “açık toplum” vizyonu inşa edildi. Siyasi ve kültürel olarak baskın olan bu “açık toplum konsensüsü” Adorno ve Popper gibi teorisyenlerden yararlanarak zihinleri açmayı, idealleri gözden düşürmeyi, gerçekleri göreceleştirmeyi ve bağları zayıflatmayı amaçlayan bir sosyal reform programı geliştirdi.
Reno’nun detaylıca sınıflandırdığı gibi, eğitime, psikolojiye ve yönetime yönelik yeni yaklaşımlar hakikati görelileştirmeye, “eleştirel düşünce”yi karakterin önüne koymaya, kollektif olarak duyulan sadakati yermeye, hiyerarşilere şüpheyle bakmaya, tüm kural ve sınırları yıkmaya ve insanları ahlaki ve toplumsal sorumluluklarının “baskısından” azat etmeye çalıştı. Muğlak bir hümanizme yönelik özlem, kısa sürede saf ekonomik büyüme dışında hedeflenebilir en büyük doğru haline geldi.
Yirminci yüzyıl antifaşizmi ironik bir biçimde ateşli bir gayret ve büyük bir hoşgörüsüzlükle karakterize edilen büyük bir haçlı seferine dönüştü. “Bir daha asla” düsturunu en önemli önceliği yapan açık toplum ideolojisi, merkezine “en büyük erdem”den ziyade “ en azılı düşman”ı koydu. Hitler’in tekil figürü sadece 20. yüzyıl zihninin arkasında pusuya yatmakla kalmadı; bilinçaltına hükmederek, insanlığı yeni kötülüklere sürüklemekle tehdit eden bir tür seküler Şeytan haline geldi. Bu durum, açık toplum için dinlerden bağımsız bir varoluş nedeni ve savaş sonrası liberal düzeni yarattı: Bir türlü ölemeyen Führer’in dirilişini önlemek.
Bu önleme doktrini, açık toplum değerlerinin her koşulda kapalı toplum değerlerine üstün gelmesini sağlamaya muazzam bir ahlaki ağırlık vermektedir. Tek seçeneğin “açık toplum ya da Auschwitz” olduğu varsayılırsa, kapalı toplumun algılanan değerlerine sıfır tolerans göstermek işlevsel olarak ahlaki bir emirdir. Sekülerleşmeden cinsel devrime ve LGBTQ haklarına, göçmenlerin serbest dolaşımına kadar toplumsal açılımın ve bireysel özgürleşmenin olası herhangi bir yönünün önünde durmak, Hitler’in işini yapmak ve faşizmin geri dönüşünü kolaylaştırma riskini almaktır (ilgili konu gerçek faşizmden ne kadar uzak olursa olsun). Reno’nun deyimiyle “yasaklamanın yasak olduğu”, açık toplumun tek dokunulmaz kuralı olarak tesis edildi. Böylece, toplumları daha da açma projesine aykırı herhangi bir fikrin dile getirilmesinin ahlaki bir kötülük olarak yasaklandığı katı yeni bir kültürel ortodoksi pekiştirildi. Tam bir içerme, katı bir dışlamayı gerektiriyordu. Bu dogmaya bugün politik doğruculuk olarak aşinayız.
Soğuk Savaşın bitimi açık toplum konsensusunu aşırı bir hızda harekete geçirdi. Gayretlerini azaltmak bir yana, açık toplum ideolojisinin tek gerçek rakibi olan Sovyet komünizminin çöküşü, açık toplumun ahlaki ve pratik üstünlüğünü ve Soğuk Savaş sonrası düzenin tüm dünyanın onun imgesinde yeniden inşa edilebileceği ve edilmesi gerektiği inancını doğrulamış gibi görünüyordu, tarihin sonunu müjdeliyordu.
Açıklık için düzenlenen haçlı seferinin tüm ulusları özgürlük, refah ve barış adı altında parçalamak gibi bir görevi vardı. Bu inanç, 11 Eylül saldırılarıyla daha da güçlendi. Bu durum, varoluşunu sürdüren en ufak bir bağnazlığın tüm hoşgörüye ve açık fikirliliğe karşı tehdit oluşturduğu retoriğini güçlendirdi. Christopher Caldwell’in Reflections on the Revolution in Europe [Avrupa’da Devrim üzerine Düşünceler] adlı kitabında alıntılanan savaş yanlısı bir siyasetçinin kısa bir süre sonra ifade ettiği gibi, “Yeni misyonumuzun ülkelerimizin sınırlarını değil, nezaket ve insan haklarını savunmak olduğu sınırsız bir dünyada yaşıyoruz.”
USAID’in Sırp işyerlerinde DEI’yi [çeşitlik, eşitlik ve kapsayıcılık] geliştirmek için neden 1,5 milyon dolar, Nepal’de “ateizmi yaymak” için 500.000 dolar ya da Sri Lankalı gazetecileri “ikili cinsiyetçi dilden” kaçınmaları konusunda eğitmek için 7,9 milyon dolar harcadığını merak ediyorsanız, işte nedeni budur. ABD hükümetinin ABD göçmenlik yasasını çiğnemeye ve açık sınır göçünü kolaylaştırmaya adanmış “hayır kurumlarını” finanse etmek için milyonlar akıtmasının nedeni de aynıdır: zombi Hitler’i durdurmak için kapalı topluma karşı iyi bir mücadele verdiklerine inanıyorlardı. Onlarca yıldır, itiraz eden herkesin otomatik olarak gerçek bir faşist olarak etiketlenmesinin nedeni de tam olarak bu.
Bu arada, açık toplum konsensüsünün gelişimi dünya üzerindeki idari devletlerin gelişimi ve demokratik öz yönetişimi tıkamasıyla paralel gitmiştir. Burada doğrudan ve kasıtlı olarak var olan bir bağlantıdan söz edebiliriz. Carl Schmitt’in yirminci yüzyılın başlarında belirttiği gibi, liberalizmin “esas dürtüsü” politik olanın “etkisizleştirilmesi” ve “depolitizasyonudur”; yani, çatışma korkusuyla politikadan tüm temel çekişmeleri çıkarma girişimi, politik olanı sadece yönetsel idareye indirgemektir. Siyasal olanın siyasetten bu şekilde çıkarılması, savaş sonrası projenin yapısal amaçlarının merkezinde yer alıyordu. Tıpkı Schmitt’in öngördüğü gibi amaç, bürokratik süreçler, hukuki kararlar ve uzman teknokratik komisyonlar gibi sözde tarafsız mekanizmaların güçlendirilmesi yoluyla siyasetin bir makinenin daha güvenli, daha öngörülebilir hareketlerine indirgeneceği bir “teknisite çağı” aracılığıyla sürekli barışa ulaşmak oldu.
Özellikle faşizm eğilimli demokratik kitleler tarafından, gerçek siyasi sorunlar üzerine yapılan kamuoyu çekişmeleri artık izin verilmesi tehlikeli şeylerden biri gibi görünüyordu. Açık toplumun savaş sonrası düzeni, bunun yerine yönetişimi bilimsel yönetimle sağlamayı, politik arenayı bir “sonuçları sosyal mühendislikle test edilen bir sosyal teknoloji” haline getirmeyi amaçladı, Popper’ın dediği gibi. Bu makinenin işletilmesi, Popper’ın ifadesiyle, özenle seçilmiş ve eğitilmiş bir “kurumsal teknoloji uzmanları” kadrosuyla sınırlandırıldı.
Trump yönetiminin ve Elon Musk’ın günümüzde ortadan kaldırmaya çalıştığı Amerikan “derin devleti” de dahil olmak üzere, modern yönetim rejimlerimizin büyük genişlemesi böylece gerçekleşti.
Hesap vermeyen bürokrasilerden oluşan geniş daimi idari devletlerle karakterize edilen bu tür rejimler, toplum mühendisliği, ikiyüzlülük, sahte merhamet, sözde tarafsız süreçlerin manipülasyonu ve riskten kaçınma konusunda eğitimli teknokratlardan oluşan oligarşik bir elit sınıf tarafından yönetilmektedir. Propaganda ve sansür yoluyla kamuoyunun titizlikle yönetilmesi de bu tür rejimlerde özellikle temel bir öncelik haline gelmiştir; amaç hem demokratik sonuçları kısıtlamak (“demokrasiyi” kitlelere karşı savunmak) hem de iç çatışmaları önlemek amacıyla tartışmalı ancak temel siyasi meselelerin (kitlesel göç politikaları gibi) kamuoyunda ciddi bir şekilde tartışılmasını genel olarak engellemektir. Depolitizasyona yönelik bu yönetsel dürtü ulusal düzeyle de sınırlı değildi. Tüm siyasi çekişmelerin yarı-emperyal uluslar-üstü yapılar (BM ve AB gibi) tarafından yönetileceği ve devletler arasındaki savaşın barbar geçmişin bir kalıntısı haline geleceği “kurallara dayalı liberal bir uluslararası düzenin” yaratılması, savaş sonrası Batı hedeflerinin zirvesiydi. ABD ve müttefiklerinin askeri gücüyle desteklenen bu yeni uluslararası düzen, izinsiz çatışmalara sıfır tolerans gösterecek, dünyayı depolitize edecek ve açık toplumların barış içinde gelişmesine izin verecekti.
Uzun yirminci yüzyıl, birbiriyle bağlantılı bu üç savaş sonrası projeyle birlikte karakterize edildi: normların ve sınırların yok edilmesiyle beraber hızlı bir şekilde açık hale gelen toplumlar, idari devletin konsolidasyonu ve uluslararası düzene hakim liberal paradigma. Bu sistem kurulduğunda bu üç projenin dünya üzerindeki barışı ve insanlığın iyiye doğru gidişini sağlayacağı umuluyordu.
Bunun zayıf, tutkusuz, demokratik olmayan, teknokratik rasyonalizmin karmaşık bir şekilde yönetildiği bir dünya olması, savaş sonrası konsensüsün yapmaya razı olduğu bir fedakarlıktı.
Ancak bu rüya gerçekleşmedi, çünkü güçlü tanrılar ölmeyi reddetti.
Tanrıların geri gelişi
Mary Harrington kısa bir süre önce Trump devriminin siyasi olduğu kadar arketipik de göründüğünü gözlemlemiş ve “Elon Musk ve onun genç tekno-kankalarından oluşan ‘savaş grubu’nun yerleşik bürokrasiyi ortadan kaldırmaya yönelik son çalışmalarına yönelik genel olarak coşkulu erkek tepkisinin”, “arketipik olarak, amacı eril kahramanlığın yok edilmesi olan geniş, pis bir düşmana karşı savaşmak olarak anlaşılabilecek” şeyin bir yansıması olduğunu belirtmiştir. Bu eril yansımalı tumotik [tanınma arzusu sahibi] vitalizm [yaşamcılık] ruhu Uzun Yirminci Yüzyıl boyunca bastırılmıştı ama şimdi geri döndü. Ve bu, ona göre, “prosedürel, idari bir medeniyetin kendi içinde korkunçluklara yer bırakmadığı” anlamına gelmiyordu. Dolayısıyla şimdi “kahraman, kral, savaşçı ve korsan gibi figürlerin, hatta çeşitli anti-kahramanların kamuoyuna geri dönüşünü gerçek zamanlı olarak izliyoruz.”
Ütopik bir barış ve ilerleme sağlayacakları yerde, açık toplumun zayıf tanrıları medeniyet üzerinde bir çözünüm ve umutsuzluk yarattı. İstendiği gibi, tarihin güçlü tanrıları yasaklanmış, dini gelenekler ve ahlak çürümüş, komüne yönelik sadıklık ve yasaklar zayıflamış, farklılıklar ve sınırlar yok edilmiş ve öz yönetişim disiplini tepeden inme teknokratik yönetim karşısında pes etmişti. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde bu durum, açık olmayan, hayalperest olmayan toplumlardan gelen dış tehditlere karşı savunmak bir yana, kendilerini bir arada tutma gücünden yoksun ulus-devletlere ve daha geniş bir medeniyete yol açtı. Kısacası, savaş sonrası açık toplum konsensüsü tarafından sürdürülen radikal kendini reddetme kampanyası, işlevsel olarak Batı dünyasının liberal demokrasileri tarafından kolektif bir intihar anlaşmasına dönüştü.
Ancak, son yirmi yılda gerçekler ortaya çıkmaya başlayınca, açık toplumun belirsiz vaatlerine inanan insan sayısı gitgide azaldı. Özellikle eskiyen takıntılarından en çok zarar gören ve bunlardan uzaklaşan gençler ve işçi sınıfı arasında bir reaksiyon baş gösterdi. Bugün Batı’da “popülizm”in gitgide popülerleşmesi ulus kimliğiyle toplumu birleştiren, ulusal davalar yaratan, şeffaf ve herkesçe kabul edilen doğrular yaratıp bu bağlamda insanları bir arada tutan güçlü tanrıların yok edilmesine ve yerlerine başka şeyler koyulmasına yönelik çabaya karşı demokratik bir direnç olarak daha iyi anlaşılabilir.
Günümüz popülizmi, on yıllardır süregelen elit ihanetine ve berbat yönetime karşı bir tepkiden çok daha fazlasıdır; uzun süredir ertelenen eylem için, prosedürel idareciliğin dayattığı boğucu uyuşukluktan kurtulmak ve kolektif hayatta kalma ve kişisel çıkar için tutkuyla mücadele etmek için derin, bastırılmış bir duygusal arzudur. Bu, politik olanın politikaya dönüşüdür. Bu, ulusal ve uygarlıksal öz-değer duygusu da dahil olmak üzere eski erdemlerin yeniden tesis edilmesini gerektirir. Bu da 1945’ten bu yana Batı zihnini etkisi altına alan patolojik “suçluluk tiranlığının” reddedilmesini gerektirir. Sonu gelmeyen histerik “faşizm” suçlamalarının gücü yavaş yavaş azalırken, iyi ya da kötü, Hitler Çağı’nın sonuna tanıklık etmeye başladık.
O halde enerjik ulusal popülizm, yirminci yüzyılın tüm temel saplantı ve taleplerinin ve bu yüzyıla hakim olan açık toplum konsensüsünün reddidir. Ahlaki ve siyasi idealler olarak gösterilen zayıflık, hoşgörü ve sıkıcı evrenselci faydacılığın tutkusuz saltanatı sona eriyor gibi görünüyor. Bu da Uzun Yirminci Yüzyıl’ın yaşlı demokrasisinin de nihayet ölmekte olduğu anlamına geliyor. Trump tüm küstahlığıyla işte bunu temsil ediyor: güçlü tanrılar sürgünden kaçıp Amerika’ya döndüler ve yirmi birinci yüzyılı da peşlerinden sürüklüyorlar.
Yeni yüzyılın başlangıcı
Trump bir eylem adamıdır, bir konu üzerine aşırı kafa yoran biri değildir ve risklere karşı yüksek bir toleransa sahiptir. İçgüdüseldir, akılcı değil. Sadakate önem verir ve hassas bir haysiyet duygusuna sahiptir. Ortak doğruları bu konularda hassas olan insanları tetikleyip tetiklemeyeceğini önemsemeden dile getirir. Bitmeyen diyaloglara veya formalite prosedürlere karşı ufak bir sabrı vardır. Koyu bir milliyetçi olarak, Amerika’nın çıkarları için ortaya güç koymaktan ve bu çıkarları diğer tüm çıkarların önüne koymaktan çekinmez. Bir başka deyişle, o popülist ayaklanmanın sebebi veya belirtisi değildir ancak eski düzeni alt üst eden eski isyankar dünya ruhunun somut bir örneğidir.
İkinci Trump yönetiminin politikaları zamanın ruhunu yansıtan nitelikte. Onun yürütmedeki yıldırım harekatı doğrudan Uzun Yirminci Yüzyılın üç temel direğine saldırdı: ulusun sınırlarını kapatmak ve devleti açık toplum ortodoksluğunun son ideolojik evriminden (“Çeşitlilik, Eşitlik, Kapsayıcılık”) arındırırken daha geniş kültüre de aynı şeyi yapması için ilham vermek; seçilmiş Yürütmenin korunaklı prosedüralist (yani demokratik olarak kontrol edilemez ve hesap verilemez) bürokrasi üzerindeki doğrudan, kişisel kontrolünü onaylamak da dahil olmak üzere yönetimsel devleti parçalamak için harekete geçmek; ve uluslararası alanda da liberal prosedüralizmi reddederek ulusal çıkarları “uluslararası düzenin” çıkarlarının önüne koyarak otomatik olarak küresel kural koyuculuk ve uygulayıcılık rolünü reddetmek.
Bu eylemin cüretkârlığı, partizan siyasi oyunbazlıktan daha fazlasını yansıtmaktadır: kendi içinde eski paradigmanın durağanlığının altüst oluşunu temsil etmektedir; artık yeniden “sadece bir şeyler yapabilirsiniz”. Bu zihniyet, FDR ve devrimci hükümetinin ülkeyi yeniden şekillendirip modern yönetim devletini kurmasından bu yana Amerika’da görülmemişti; İkinci Dünya Savaşının sonundan bu yana hiç kimse onun yarattığı makineyi sarsmaya cesaret edememişti. Şimdi Trump yaptı.
Dışarıda ve Washington’da bu atılgan tavır endişe ve kafa karışıklığına neden oldu. (“Trump neden Meksika’yı işgal etmekle, Kanada’ya kabadayılık taslamakla ve bir NATO müttefiki olan Grönland’ı ilhak etmekle tehdit ediyor? Onun bir izolasyonist olması gerekmiyor muydu?”) Aslında Trump’ın tüm eylemlerinin ardında yatan prensip çok açık: Statükocu liberal uluslararası düzeni kendi iyiliği için korumayı ya da uluslararası hukuk gibi kibar kurgulara bağlı kalmayı çok fazla önemsemek yerine, Amerikan gücünü ulusun yararına olabilecek şekilde kullanmaya istekli. Görünüşe göre dünya sahnesinde de “sadece bir şeyler yapabilirsiniz” düsturunu benimsiyor. Diplomasi ve ittifaklar mantıksal olarak sadece Amerika’ya fayda sağladıkları ölçüde değerli görülüyor. Aslında “Önce Amerika” her zaman bu anlama gelmiştir. Bu şekilde Trump Doktrini basitçe nevrotik, çatışmadan kaçınan savaş sonrası konsensüsün reddedilmesi ve Andrew Jackson, William McKinley ya da Teddy Roosevelt gibi başkanların tarzında, standart güçlü, Batı Yarımküre odaklı, yirminci yüzyıl öncesi Amerikan dış politikasının yeniden tesis edilmesidir.
Yeni Genel Sekreter Rubio Amerikan liderliğindeki liberal uluslararası düzeni “Soğuk Savaş sonrasının ürünü olan bir anomali” olarak nitelendiriyor ve şunları da ekliyor: “Sonunda tekrar çok kutuplu bir dünyaya ulaşıyoruz. Gezegenin her yerinden farklı süper güçlerin barındığı bir dünya.”
Ulus egemenliği ve global rekabetin dirilişi dünya genelinde güçlü tanrıların geri dönüşünü işaret ediyor. Macaristan’ın muhafazakar-milliyetçi başbakanı Viktor Orbán’ın kısa süre önce Avrupalı popülistlerin bir araya geldiği bir toplantıda ifade ettiği gibi, “Dostumuz Trump, Trump kasırgası, sadece birkaç hafta içinde dünyayı değiştirdi. Bir dönem sona erdi. Bugün herkes geleceğin biz olduğumuzu görüyor.”
Dolayısıyla yüzeysel bir bakışla Trump devriminin havası, bireysel özgürlük ve “açgözlülük iyidir” serbest piyasa zihniyetiyle 1990’lardaki liberteryenizme geri dönüş olarak algılanabilirse de, Trump bundan çok daha önemli bir değişimi temsil ediyor: bir asırdan fazla geriye, ya da daha doğrusu ileriye. Küreselci neoliberalizm, müdahaleci tek dünya enternasyonalizmi ve 90’ların açık toplumunun naif sosyal ilerlemeciliği öldü ve gitti. Silikon Vadisi’nin sağ kanat ilericileri ile kurduğu siyasi ittifaka rağmen, Trump’ın yeni dünyası gerçek anlamda belirgin bir şekilde post-liberaldir.
Gerici kalıntılar
O halde Trump’ın Uzun Yirminci Yüzyıl’ın yaşlanan aristokrasisini neden bu kadar dehşete düşürdüğüne şaşmamak gerekir: Onlar her şeyden önce, tüm ahlaki ve siyasi dünya inşası projelerini engellemek için yürüttükleri güçlü tanrıların geri dönüşünden korkuyorlar.
Örneğin, “Hıristiyan Milliyetçiliği”nin yakın tehlikesi hakkında giderek daha fazla paniğe kapılan uyarıların ortaya çıkışına dikkat edin. Bu iki güçlü tanrıyı –milliyetçilik ve din– bir araya getiren bir terimdir ve bu nedenle özellikle tetikleyici bir hayalettir. Bu aynı zamanda belli bir tür gevşek muhafazakarın Trump ve popülizm hakkında özel bir histeri sergilemesinin nedenidir. Bu tip gerçekten muhafazakârdır, çünkü hayattaki önceliği statükonun değişmesini engellemek, demokratik gücün meşru kullanımı da dâhil olmak üzere açık toplum konsensüsünü bozma riski taşıyan her türlü kararlı eylemi kınamaktır. Her ne kadar bu konsensüsün altını oyma riski taşıyan ilerici “aşırılıklara” karşı seçici bir anlaşmazlık dile getirse de, özünde böyle bir adam her şeyden önce yönetsel çekingenliğin zayıf tanrılarının hizmetkarıdır.
Hem sol hem sağ kanatta yer alan eski seçkinler, açık toplum ve değerlerine verdikleri ortak öncelik sayesinde seksen yıldır birleşmiş durumdalar. Dick Cheney gibi daha önce sağcı olarak kodlanmış figürlerin son seçimlerde siyasi solun yanında yer alması bazı Amerikalıları şaşırtmış olsa da şaşırtmamalıydı. Cheney açık toplum konsensüsünün radikal bir savunucusuydu: sadece yeni-muhafazakârlık biçiminde, açıklık müjdesini tüm dünyaya kılıç zoruyla dayatan Amerikan kilisesinin militanıydı. Bu yönüyle George Soros gibi amacını açıkça ortaya koyan aktivist bir kurum (Açık Toplum Vakfı) kuran ve bu kurumun geniş etki ağını Amerika Birleşik Devletleri de dahil olmak üzere dünyanın dört bir yanındaki muhafazakar kültürleri yıkmak ve yapılarını bozmak için kullanan adanmış solculardan hiç de farklı değildi.
Her iki adamın da aynı Batı müesses nizamının güçlü evlatları olarak bunu yapmaları, bu müesses nizamı birleştiren şeyin açık toplum konsensüsü olduğu düşünüldüğünde, çelişkili değil tamamen mantıklıdır. 1960’ların en radikal “karşı-kültürel” isyancıları bile, hedeflerinin savaş sonrası müesses nizamın hedefleriyle aynı olduğu göz önüne alındığında, gerçekte böyle bir şey değildi: toplumun açılmasını aşamalı olarak ilerletmek. Sadece değişimin hızı konusunda anlaşmazlığa düşmüşlerdi ve müesses nizam kısa süre içinde bu heveslerine uyum sağlayarak onları da bünyesine kattı.
Trump ve popülist-milliyetçi hareketler, başlangıcından bu yana bu konsensüsten ilk gerçek kopuştur. Çok farklı bir dünyanın gelişini müjdeliyorlar.
Yeni dünyanın kapıları aralanıyor
“Açıklık” fetişine karşın, savaş sonrası açık toplum dünyası her zaman kendi tarzında sıkı sıkıya kapalı ve boğucu bir yer olmuştur. Bu dünya insan doğasından şüphe edilen, onun tehlikeli ve kontrol altına alınması ve baskılanması gereken, hatta daha iyisi onun güvenilir bir makine gibi risksiz bir şekilde çalışacak şekilde yeniden yapılandırılması gerektiğine inanılan bir yerdi. İdeal bir özgürlük, eşitlik, akılcılık ve pasifliğin hayali, Ernst Jünger’in bir zamanlar dediği gibi, her zaman “hiçbir büyük kalbin atamayacağı ve hiçbir büyük ruhun nefes alamayacağı” bir dünya olmuştur.
Uzun Yirminci Yüzyılın başından beri Leo Strauss gibi açık görüşlü liberal düşünürler pasifize edilmiş, yöneten ve yönetileni olmayan bir gezegen gayesiyle “kapalı toplumun” gerçeklerini ve değerlerini yasaklamanın yalnızca, baş kaldırı, kan dökümü ve kendi kendini yok eden bireyler elde etmekten öteye gidemeyeceğini öngörmüşlerdi. Strauss’un da uyardığı gibi, açık toplum liberalizminin dogmatik yanlışlama anlayışı sadakat, görev bilinci, cesaret, kendini sevmek gibi toplumların hayatta kalıp devamlılıklarını sağlamak için bağlı olduğu değerleri zayıflatabilirdi. Matthew Rose’un akıllıca gözlemi gibi, Strauss, kapalı toplumun güçlü tanrılarının “ilerici görüşlüler için ne kadar tatsız olurlarsa olsunlar, sadece ata yadigarı değil, kalıcı gerçekler olduğunu” anlamıştır. Ve “onları onaylayamayan bir toplum, en az onları sorgulayamayan bir toplum kadar felakete davetiye çıkarır.”
Ancak bu tür uyarılar göz ardı edildi. Yirminci yüzyılın travmaları, milliyetçilik gibi fikirleri, hatta “biz” ve “onlar” arasındaki net ayrımları, ciddi bir şekilde tartışılması imkansız tabular haline getirdi. “Kapalı” ve ‘açık’ değerler arasında doğru dengeyi bulmanın sağlıklı bir toplumu sürdürmek için gerekli olduğu onlarca yıl boyunca dikkatle göz ardı edilen bir gerçekti.
Şimdi, devrimci reform anımızın canlandırıcı neo-romantizmi açık toplumun çürüyen duvarlarını ve koruma kulelerini yıkarken, güçlü tanrılar yine de gelişigüzel bir şekilde dünyaya geri çağrılıyor. Elbette geri dönüşleri gerçek riskleri de beraberinde getiriyor – gerçi asıl mesele riskin geri dönüşü. Güçlü tanrıların özelliği güçlü olmalarıdır, yani korkutucu ve tehlikeli olabilirler; tam da bu yüzden koruma ve savunma gücüne de sahiptirler. Bu gerekli güç ve canlılık yenilenmesinin toplumlarımıza uyumlu bir şekilde yeniden entegre edilip edilemeyeceği ya da dünyamızın yeniden çok daha büyük bir çekişme, tehlike ve savaş dönemine sürüklenip sürüklenmeyeceği açık bir soru olmaya devam etmektedir.
Ancak artık bu konuda fazla bir seçeneğimiz yok; güçlü tanrıların yenilenmesi öyle ya da böyle kaçınılmaz hale geldi. Artık yepyeni bir yüzyılda yaşıyoruz. Uzun Yirminci Yüzyıl, Batı’da bize miras bıraktığı dünyanın atomizasyon, kayıtsızlık, kendini inkâr ve küçük, kişisel olmayan zorbalığın tamamen sürdürülemez bir karışımı olduğunu kanıtladı. Toplumlarımız ya yeniden canlanma teklifini kabul edecek ya da yerlerini daha güçlü, daha ayakları yere basan ve uyumlu başka kültürlere bırakmak üzere yok olup gideceklerdir.
Reno’nun Güçlü Tanrıların Dönüşü kitabında haklı olarak belirttiği gibi, “Zamanımız –bu yüzyıl– açıklık ve ayrışma değil, sadakat ve dayanışma siyaseti için yalvarıyor. Daha fazla çeşitliliğe ve yeniliğe ihtiyacımız yok. Bir eve ihtiyacımız var.” Umarım hepimiz 21. Yüzyılda kendimize yeni birer ev bulabiliriz.
Dünya Basını
The Ekonomist: Afrika’dan Göç Dünyayı Değiştirecek

The Economist dergisinde, gelişmiş ülkelerin içine girdiği demografi krizini ve olası sonuçlarını ele alan “Afrika’dan Göç Dünyayı Değiştirecek“* başlıklı bir makale yayımlandı. Sizler için çevirdik.
John Uwagboe 2008’de İskoçya’ya taşındığında birkaç hafta boyunca başka bir siyahi erkek görmedi. Nihayet Edinburgh sokaklarından birinde karşıdan gelen bir siyahi adam gördüğünde tanışmak için hemen onun yanına gitti. Tanışmalarıyla birlikte uzun zamandır kayıp arkadaşlar gibi kucaklaştılar, birlikte yemeğe gittiler. “Adam aslında Nijeryalı bile değildi,” diye hatırlıyor Uwagboe, “Ganalıydı!”
2001 yılında İskoçya’da yaşayan Afrikalı sayısı sadece 5.000 idi; yani büyük oranda beyaz olan nüfusun %0.1’ini oluşturuyorlardı. 2022 nüfus sayımına göre bu sayı 11 kattan fazla artmış durumda ve muhtemelen o zamandan beri daha da büyüdü. Uwagboe, eğitim için geldiği İskoçya’da önce bir bankada çalıştı, sonra kendi restoranını açtı. Şimdi sadece Edinburgh’daki Nijeryalılar için kurulmuş bir WhatsApp grubunda 3.000’den fazla üye olduğunu söylüyor. Katıldığı Pentekostal kilisesinin 10 şubesi var. “Kesin olan bir şey varsa, o da Afrikalıların gelmeye devam edeceğidir,” diyor.
Bu kulağa tuhaf gelebilir; Donald Trump göçmenleri sınır dışı ediyor, Avrupa’daki siyasetçiler yerelciliğe yöneliyor, medyada ise Afrika’dan gelen göçmenler çoğunlukla kaçak yollarla sızan teknelerde anlatılıyor. Oysa Afrikalıların büyük çoğunluğu yasal ve normalyollarla kıtayı terk ediyor. Bu tür göç, göçmen karşıtı söylemlerin yükselmesine rağmen artmaya devam etti ve muhtemelen önümüzdeki on yıllarda daha da artacak. Bu eğilim, hem göç alan ülkelerde hem de Afrika’da derin etkiler yaratacak.
Bu artış, Afrika’nın –dünyanın en genç ve en hızlı büyüyen kıtası– ile diğer tüm bölgeler arasındaki olağanüstü demografik ayrışmadan kaynaklanıyor. Afrika’da işgücü artarken, diğer birçok bölgede azalıyor. Bu nedenle, Cornell Üniversitesi’nden demograflar Kathryn Foster ve Matthew Hall “Göçün geleceği Afrika menşeli olacak” diyor.
Danışmanlık firması McKinsey’in bu yıl yayınladığı “yeni demografik gerçeklik” raporuna göre Amerika, Çin, Japonya, Güney Kore ve Avrupa ülkeleri dahil olmak üzere ilk dalga ülkelerin 2050’ye kadar çalışma çağındaki nüfusu (15-64 yaş) 340 milyon azalacak. Ortalama yaşam süresinin uzaması ve doğurganlık oranlarındaki büyük düşüş nedeniyle bu ülkelerde çalışma çağındaki kişi sayısının 65 yaş üstüne oranı 1997’de 7:1 iken, bugün 4:1’e geriledi. 2050’de bu oran 2:1’e düşecek.
İş Var, İşçi Yok
Benzer bir düşüş gelişmekte olan ülkelerde de yaşanıyor. BM’ye göre, 2060 yılına kadar Brezilya’da destek oranı 6.2:1’den 2.3:1’e, Vietnam’da ise 7.5:1’den 2.4:1’e düşecek. George Mason Üniversitesi’nden Michael Clemens, “Tarih boyunca bu kadar hızlı işgücü kaybı görülmedi” diyor.
Bunun istisnası Sahra Altı Afrika. Doğurganlık oranları burada da düşüyor ama yavaş ve yüksek bir seviyeden başlıyor. Bu bölge demografik geçişin daha başında. 2050’ye kadar çalışma çağındaki nüfusu yaklaşık 700 milyon artarak iki katına çıkacak. 2030 yılına kadar küresel işgücü piyasasına katılan her iki kişiden biri Sahra Altı Afrika’dan olacak.
Ancak bu insanlar kendi ülkelerinde iş bulmakta zorlanacak. Her yıl yaklaşık 15 milyon kişi işgücü piyasasına girerken, yalnızca 3 milyon formel iş yaratılıyor. Afrobarometer’ın yaptığı bir ankete göre, 24 Afrika ülkesinde halkın %47’si göç etmeyi düşündüğünü, %27’si ise bunu “ciddi şekilde düşündüğünü” belirtti. “Daha iyi iş fırsatları” en çok belirtilen neden oldu.
Göç eğilimleri, ülkelerin kişi başına düşen geliriyle karşılaştırıldığında çan eğrisi benzeri bir grafik oluşturur. Kişi başına düşen gelir yaklaşık 5.000 dolara ulaşınca göç artar, 10.000 dolarda zirveye ulaşır, sonra düşer. Yani çok fakir ülkelerde insanların gitmeye gücü yetmez, zengin ülkelerde ise ihtiyaç duymazlar. Orta gelirli ülkelerde ise hem istek hem imkan vardır.
Göçle özdeşleşen Meksika ve Filipinler gibi ülkeler artık bu zirveyi geçmiş durumda. Oysa Sahra Altı Afrika nüfusunun %94’ü (yaklaşık 1.1 milyar kişi), kişi başına gelirin 10.000 doların altında olduğu ülkelerde yaşıyor. “Afrika’dan göç durdurulamaz bir güç,” diyor Clemens.
Gerek Var Ama İstek Yok
Göçmen kabul eden ülkelerdeki siyaset ise bu güce karşı hareketsiz bir nesne gibi duruyor. Trump, Afrikalı göçmenler arasında popüler olan “çeşitlilik vizesini” askıya aldı. AB, Afrika’dan gelen yasa dışı göçü azaltmak için milyarlarca euro harcıyor. Eski İngiliz hükümeti, Ruanda’dan gelen göçmenleri kabul etmektense İngiltere’deki göçmenleri Ruanda’ya göndermeye daha hevesliydi.
Yerlilik savunusu, Afrika’dan göçü kısıtlayabilir. Ancak bu tür kısıtlamaların siyasi bedelleri olur. Örneğin İngiltere’de Ulusal Sağlık Sistemi için hemşire ve doktor bulmak zorlaşır. Emek açığı ve sosyal güvenlik açıkları karşısında daha az tercih edilen önlemler (emeklilik yaşını yükseltmek gibi) gündeme gelir. İtalya Başbakanı Giorgia Meloni seçim kampanyasında göçü azaltacağını vadetti, fakat iktidara geldikten sonra AB dışı ülkelere verilen çalışma vizesi sayısını artırdı. Brexit sonrası İngiltere’de net göç oranı yükseldi. Zengin ülkeler işgücü açığını kapatmak istiyorsa, bunu en çok Afrikalılarla yapacak.
Zaten Yapıyorlar
2024’te, BM verilerine göre 45 milyon Afrikalı ülkesi dışında yaşıyor. Bu, küresel göçmen nüfusunun %15’i. 1990’da bu oran %13’tü. O dönem Afrikalı göçmenlerin yalnızca %35’i Afrika dışındaydı; bugün bu oran %45. Yani Afrika dışındaki Afrikalı göçmen sayısı 1990’dan bu yana üç katına çıkarak 20.7 milyona ulaştı. Bu, Hindistan dışındaki Hintlilerden (18.5 milyon) ve Çin dışındaki Çinlilerden (11.7 milyon) fazla.
Avrupa’daki Afrikalı göçmen sayısı 1990’da 4 milyonken, 2024’te 10.6 milyona çıktı. Fransa’da 4 milyon, İngiltere’de 1 milyon Afrikalı göçmen var. Yeni gelenler, sömürge dönemine dayanan eski diasporalara katılıyor. Daha önce gelenlerin çocukları İngiltere’de sınavlarda ortalamanın üstünde başarı gösteriyor. Özellikle Britanyalı Nijeryalılar spor (rugby kaptanı Maro Itoje), iş dünyası ve siyasette (Muhafazakar Parti lideri Kemi Badenoch) öne çıkıyor.
Afrikalılar artık sadece doktor ya da mühendis olarak değil; bakım evlerinde çalışmak gibi daha mütevazı işler için de geliyor. 2023’te İngiltere’deki bakım evlerinde çalışan yabancı uyruklular arasında Nijeryalılar ilk sıradaydı. Zimbabwe ve Gana’dan da on binlerce kişi bu tür işlerde çalışıyor.
Yeni Azınlık
Son on yılda Amerika, Sahra Altı Afrika’dan en çok göç alan ülke olarak Fransa’nın önüne geçti. 1960’ta Afrika kökenliler toplam göçmenlerin %1’inden azını oluştururken, 2020’de bu oran %11 oldu. 1990-2020 arasında Amerika’ya gelen Afrikalı sayısı, köle ticareti dönemindekinden dört kat fazla.
Columbia Üniversitesi’nden Neeraj Kaushal’ın yakında çıkacak kitabı, “Amerika’nın geleceği Kara Afrika’da” tezini işliyor. Nijerya, Etiyopya, Gana ve Kenya diasporaları, 1980’deki Hint diasporasıyla aynı büyüklükte. Hintli göçmen nüfusu o zamandan beri 13 kat arttı. Benzer bir artış, 2060’a kadar bu dört Afrika diasporasından 10 milyon yeni göçmen anlamına gelir.
Kaushal, Trump döneminde bazı kısıtlamalar getirilse de uzun vadede Amerika göçmen ülkesi olarak kalmak istiyorsa, Afrika’nın en büyük kaynak olacağını savunuyor. Zira Afrika’dan gelen göçmenler hem eğitimli hem çalışkan: Nijeryalı Amerikalıların %64’ü üniversite mezunu. Amerika genelinde bu oran %33. Ayrıca iş gücüne katılım oranları da ortalamanın üstünde.
Göçmenler o kadar başarılı ki bazı Afro-Amerikalı akademisyenler, çocuklarının pozitif ayrımcılık uygulamalarından faydalanmaması gerektiğini savunuyor. Yeni gelenler “Afrikalı-Amerikalı” kavramını da dönüştürüyor. Atlanta’daki Kongo Koalisyonu’ndan Carl Kananda, “Ben Afrikalıyım. Amerika’ya gelene kadar siyah olduğumu öğrenmemiştim” diyor.
Batı Dışında da Varlar
2024 itibariyle, Körfez İşbirliği Konseyi ülkelerinde 4.7 milyon Afrikalı göçmen var; bu rakam 1990’dan beri üç katına çıktı. Suudi Arabistan, Kenya’ya en fazla döviz gönderen ikinci ülke. Ancak Körfez’deki Afrikalı işçiler çoğu zaman kötü muamele görüyor. Kenya’dan gidenlerin %99’u patronlarından kötü muamele gördüğünü söylüyor. Uganda’da aktivist Marie Mwiza, kadın hizmetçilerin “domates çuvalı gibi” görüldüğünü söylüyor.
Yine de pek çok kişi gitmeye devam ediyor. Uganda’da çalışan Steven Nuwuguba Katar’da zorlu koşullarda çalıştı ama ülkesiyle kıyasla yüksek kazanç elde etti. Birçok kişi bu gelirle iş kurabiliyor.
Afrikalılar Çin’de de var. Nijeryalılar, Endonezyalılardan fazla; Güney Afrikalılar neredeyse Taylandlılar kadar. Yiwu ve Guangzhou gibi şehirlerde binlerce Afrikalı ticaret yapıyor. 2018’de Çin’deki Afrikalı öğrenci sayısı 80.000’di; bu sayı Amerika’daki Afrikalı öğrenci sayısından daha fazlaydı.
Afrika İçin Etkileri
Göç, “beyin göçü” korkularını da beraberinde getiriyor. Ancak Kamerunlu ekonomist Narcisse Cha’Ngom’a göre bu daha karmaşık. Evet, nitelikli iş gücü, tüketim ve vergi tabanı kaybediliyor. Ama göçmenlerin gönderdiği döviz, doğrudan yatırımlardan ve yardımlardan fazla. Göç ihtimali, ülkede eğitime olan talebi bile artırıyor.
Cha’Ngom’un 2023 tarihli çalışmasına göre, göç veren ülkelerin çoğu, kişi başına düşen GSYİH açısından göçten net fayda sağlıyor. Ancak bu faydayı artırmak için doğru politikalar gerekiyor. Filipinler hemşire ihracını sağlık eğitimiyle eşleştirdi. Hindistan, göçmenlerini ülkeye beceri ve sermaye getirmeye teşvik ediyor.
Afrika ülkeleri de benzer politikalar geliştiriyor. Kenya, Almanya ile mesleki eğitim ve dil kurslarını içeren bir göç anlaşması yaptı. Hedefleri, yılda 1 milyon Kenyalıyı yurt dışına göndermek. Etiyopya ve Tanzanya da benzer girişimlerde bulunuyor.
Yine de pek çok Afrikalı hükümetlerinin bu fırsatı doğru kullanabileceğine inanmıyor. İşçi ihracatı yapan şirketlerin siyasi elitlere ait olması kuşkuları artırıyor. Ancak yurt dışında şansını denemek isteyen genç Afrikalılar için bu durum pek caydırıcı değil.
Afrikalıların işe ihtiyacı var; dünyanın da işçiye. Bu çıkar birliği büyük bir fırsat. Yeter ki her iki taraf da bu fırsatı değerlendirmeyi bilsin.
Dünya Basını
ABD’nin eski Asya çarı Kurt Campbell: Çin’le hesapsız bir çatışmaya girmekten kaçınılmalı

Eski ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı ve uzun süredir Asya uzmanı olan Kurt Campbell, ABD’nin Çin’le tehlikeli bir sarmalın içine girmekten kaçınması gerektiğini söyledi. ‘Önce Amerika’ politikası ‘Yalnız Amerika’ politikasına dönüşmemeli dedi.
Campbell, bu hafta Tokyo ve bölgede yaptığı ziyaret sırasında Nikkei Asia‘ya verdiği özel röportajda, “Muhtemelen Çin ve ABD kadar birbirine bağımlı iki ülke yoktur” dedi. Ancak “bu karşılıklı bağımlılıktan daha rahatsız olan iki ülke de yok” diye ekledi.
Joe Biden yönetiminin ikinci diplomatı olarak görevinden ayrıldıktan sonra ilk kez Asya’yı ziyaret eden Kurt Campbell, mevcut Başkan Donald Trump’ın Çin ile ticaret savaşı küresel ekonomiyi ve Asya’yı sarsarken konuştu. ABD, rakibine %145’e varan yeni gümrük vergileri uygulayarak bazı ürünlerin efektif vergisini %245’e kadar yükseltti. Pekin ise Amerikan mallarına %125 gümrük vergisi uygulayarak misilleme yaptı. Campbell, şu anda “Pekin ile Washington arasında neredeyse hiçbir iletişim kanalı bulunmaması”nın riski artırdığını söyledi.
Trump bu hafta iki tarafın müzakere halinde olduğunu ısrarla belirtirken, Çin görüşmelerin yapıldığını yalanladı.
Kurt Campbell, “ABD ile Çin arasında kasıtsız bir yanlış hesaplamadan endişe duyuyorum” diyerek, öncelikli hedefin “kasıtsız bir askeri çatışmaya girilmemesini sağlamak” olduğunu vurguladı.
ABD-Çin ilişkilerinin “derin rekabet” ile tanımlanmaya devam edeceğini belirten Campbell, Washington’daki herhangi bir yönetimin hedefinin “bu rekabeti mümkün olduğunca istikrarlı ve sağlıklı hale getirmek” olması gerektiğini söyledi.
2013 yılında kurucularından olduğu Washington merkezli danışmanlık şirketi The Asia Group’un başkanlığını yürüten Campbell, her iki tarafın da sessiz, kapalı kapılar ardında görüşmelerin yolunu aradığını düşündüğünü söyledi. Ancak “hiçbiri yüzünü kaybetmek istemediği” için diyalog yolunu bulmak “zor olacak” dedi.
Trump, anlaşma halinde gümrük vergilerinin “önemli ölçüde” indirilebileceğini belirtirken, Çin bazı ABD ürünlerine uyguladığı vergileri muafiyet kapsamına almayı düşünüyor.
Geri adım atma görevi, daha geniş uluslararası ilişkilerdeki değişiklikler nedeniyle karmaşık hale geliyor.
Rusya ve Kuzey Kore vurgusu
Kurt Campbell ayrıca, “Şu anda en çok endişe duyulan ilişki, açıkçası Rusya ile Çin arasındaki ilişkidir” dedi. Pekin’nin, Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline devam etmesini sağlayarak, ekonomik destek ve çeşitli çift kullanımlı teknolojiler sağladığını savunan Campbell, bunun karşılığında Çin’in, ABD ve müttefiklerinin çıkarlarına “derinden aykırı” denizaltılar ve diğer yeteneklerle ilgili teknolojiler aldığını düşünüyor.
Aynı şekilde Campbell, Kuzey Kore’yi “tehlikeli bir joker kart” olarak nitelendirdi. Trump’ın Pyongyang ile “bir tür diplomasi kurmanın yollarını bulmakla ilgilendiğini” düşünse de, başarısız adımların tekrarlanmasından endişe duyuyor.
1994 tarihli ikili anlaşma çerçevesi, 2000’li yıllarda yapılan altı taraflı görüşmeler ve Trump’ın Kuzey Kore lideri Kim Jong Un ile yaptığı çok sayıda toplantıya atıfta bulunarak, “Önceki çabaların başarılı olmadığını unutmamalıyız” dedi. Bu arada Kuzey Kore’nin, “nükleer silahlar ve bunları uzun menzilli füzelerle fırlatma kapasitesi” konusunda ilerleme kaydettiğini kaydetti.
Bunun da ötesinde Campbell, Trump’ın ilk dönemine kıyasla “dünyanın, Kuzey Kore’nin Rusya ve Çin ile güçlenen ilişkileri göz önüne alındığında, ABD ile diplomasiye daha da dirençli hale gelebileceği şekilde değiştiğini” söyledi.
Güney Kore ve Japonya ile üçlü işbirliği ve gemi inşası
Campbell’a göre ABD’nin izlemesi gereken yol, Trump yönetiminin dost ve düşmanlara gümrük vergileri uygulayıp baskı yapmasına rağmen ittifakları güçlendirmektir.
“Atabileceğimiz en önemli adımlar, caydırıcılık ve benzer düşünen ülkelerle ortak çabalardır” dedi, bu ülkeler arasında, bölgedeki iki uzun soluklu müttefik olan Japonya ve Güney Kore ile üçlü işbirliğinin de yer aldığını belirtti.
Campbell, ticari ve askeri önemi ve Çin’in hakim konumu nedeniyle bu alanı ‘en büyük zorluklarımızdan biri’ olarak nitelendirerek, üçlü işbirliği için doğal bir alan olarak özellikle gemi inşasını gündeme getirdi. Güney Kore ve Japonya bu alanda en büyük ikinci aktörlerdir.
Campbell, “Bu tür bir işbirliğini zorlaştıran birçok kısıtlama var, ancak Başkan Trump’ın belirttiği şeylerden biri, iş yapmaya açık olduğu” dedi. “O, belirli alanlarda, askeri teknolojide ve özellikle gemi inşasında daha güçlü ilişkiler kurmak için uzun süredir var olan engelleri aşmaya hazır” ifadelerini kullandı.
Japonya bölgede ABD için en önemli ilişki
Trump’ın gümrük vergilerini bir baskı aracı olarak kullanmasına ve Tokyo’nun Washington ile bir anlaşma arayışına girmesine rağmen, Campbell “ABD’de bunun sadece önemli bir ilişki değil, ABD için en önemli ilişki olduğu ve bu ilişki üzerine bir dizi başka şey inşa ettiğimizin farkında olunduğunu” söyledi.
Campbell, Japonya’nın her zamanki gibi “geride kalma” zamanının değil, katılım ve fırsatları değerlendirme zamanı olduğunu söyledi.
Tokyo’ya “iki farklı yolda, tam hızla ilerlemesi” tavsiyesinde bulundu. Bunlardan biri, “Washington ile derin bir işbirliği içinde stratejik bir şekilde çalışmak için mümkün olan her şeyi yapmak.” Diğeri ise, çok taraflı ticaret çerçevelerini güçlendirmek, iklim değişikliği ve temiz enerji konusunda öncülük etmek ve Trump yönetiminin ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı’nı (USAID) kapatarak yarattığı boşluğu doldurmak için Afrika, Pasifik ada ülkeleri ve Güneydoğu Asya’ya yardım sunmaya devam etmek gibi “Japonya’nın dünyadaki rolünü güçlendirmek için giderek daha bağımsız adımlar atmak.”
ABD-Japonya ittifakının güvenlik yönüne gelince, eski müsteşar, bunun “paternalist olamayacağını” ve “tamamen eşit bir ortaklık olması gerektiğini” söyledi.
“Genişletilmiş caydırıcılıkta Japonya’nın [daha büyük] bir rol oynamasını dışlamıyorum” dedi.
İmparatorluk ve işgalin hatıralarının hala taze olduğu bir bölgede, daha aktif Japon kuvvetleri muhtemelen şüpheyle karşılanacaktır. Ancak Kurt Campbell, “Mesajım şudur: Şimdi cesur olmak, kendinden emin olmak, dış politikada bazı riskler almak ve Japonya’nın küresel sahnedeki rolünü ilerletmek için doğru zaman” dedi.
“Zorluklar ve riskler olduğu kesinlikle doğru, ancak fırsatlar da var. Bu fırsatları şekillendirme zamanı” diye ekledi.
Campbell ayrıca, ABD’nin askeri varlığının ve nükleer caydırıcılığının önemini vurgulayarak, “Dikkatli olmalıyız ve Amerikan dış politikasının en büyük başarılarından birinin, çoğu ülkenin Avrupa ve Asya üzerinde ABD’nin genişletilmiş caydırıcılığını açık ve net bir şekilde kabul etmesi olduğunu kabul etmeliyiz” dedi ve ekledi: “Barış ve istikrarın korunması için çok önemli olan bu sağlam taahhüdü ülkelerin sorgulamasına neden olmayacak adımlar atmaya devam etmeliyiz.”
Tayvan vurgusu
Ona göre bu, Tayvan için de geçerli.
Campbell, Washington’un Pekin’i tanıyan ve Taipei ile gayri resmi ilişkiler için bir çerçeve belirleyen 1979 tarihli Tayvan İlişkileri Yasası’nı “dış politikadaki en önemli yasama liderliği örneği” olarak nitelendirdi. Tayvan’da barışı korumak ABD’nin çıkarlarına uygun olduğunu savundu.
“Sadece şunu söylemek isterim: [Tayvan ile] gayri resmi ilişkilerimizi derinleştirmek ve güçlendirmek ABD için hayati önem taşıyor ve Tayvan’ın Pasifik’te, güvenlik ve teknoloji alanlarında yaptığımız pek çok şeyde demokratik bir aktör ve gayri resmi ortak olarak gücünü kutlamalıyız” dedi.
Pekin, Tayvan yakınlarında askeri tatbikatlar düzenlerken, “saldırganlığı caydırmak, özellikle Tayvan Boğazı’nda hiç bu kadar önemli olmamıştı” dedi.
Campbell, Çin’in 1,4 milyarlık nüfusu ve ekonomik gücüyle Soğuk Savaş dönemindeki Sovyetler Birliği’nden daha zorlu bir rakip haline geldiğini belirterek, bunun yine ittifakların güçlendirilmesine bağlı olduğunu savundu.
“Nihayetinde Çin’i caydırmanın en iyi yolu, ortaklarla birlikte hareket etmektir” dedi. Ancak ABD’nin gümrük vergileri ve diğer adımlarıyla kendini izole ettiğini belirtti.
Campbell, ‘Amerika Önce’ politikasının ‘Amerika Yalnız’ politikasına dönüşmemesi gerektiğini vurguladı. ‘Yalnız Amerika’, ABD’yi zayıflatacak, bizi daha fakir, daha güvensiz ve açıkçası hala bir dereceye kadar Amerikan liderliğine ihtiyaç duyan bir dünyada çok daha endişeli hale getirecektir.”
-
Avrupa2 hafta önce
Almanya’da tren fabrikası tank üretimine başlıyor
-
Dünya Basını2 hafta önce
Şin-Bet Direktörü’nün yeminli beyanı ne anlama geliyor?
-
Amerika2 hafta önce
ABD’de çöküş sürüyor: Dow, 1932’den bu yana en kötü nisan ayını yaşıyor
-
Diplomasi2 hafta önce
Çin’in ABD’den enerji ithalatındaki düşüş Rusya’ya kapı açtı
-
Avrupa2 hafta önce
Alman eyaletleri silahlanma yarışına son sürat dahil oluyor
-
Ortadoğu2 hafta önce
ABD’den Suriye’ye “İran” baskısı: DMO terör örgütü ilan edilsin
-
Avrupa2 hafta önce
Orbán’ın vetoları AB’yi 7. maddeye itiyor
-
Avrupa2 hafta önce
Trump’ın tarifeleri Avrupa’da serbest ticaret yanlısı ülkeleri güçlendiriyor