Bizi Takip Edin

Dünya Basını

Kamusal kemer sıkma ve özel lüks çağı

Yayınlanma

Amerika’nın neoliberal Yeni Soğuk Savaşı’nın ülkenin eski endüstriyel ve buna bağlı ekonomik gücünü geri getirebileceğine dair hiçbir işaret yok. Ekonomi, günümüzün borç yükü ortadan kalkmadığı sürece toparlanamaz. Borç ödemeleri, konut maliyetleri, özelleştirilmiş sağlık hizmetleri, öğrenci harçları ve çöken altyapı, Amerikan ekonomisini tepetaklak etti. Ancak, neoliberalizmin ekonominin ve yaşam standartlarının tamamen finansal yollarla, borçlanma ve şirket tekellerinin rant elde etmesiyle gelişebileceğine dair inancının doğasında var olan sınıf savaşına alternatif sunacak çok az “gerçekçi ekonomi” yaklaşımı var. ABD ise üretimini geri dönülemez bir şekilde rekabet edemez hale getirdi.

Rantiye sınıfı, Amerika’nın neoliberal özelleştirme ve finansallaşmasını geri döndürülemez kılmaya çalıştı. Bunu öylesine başardı ki, aksini talep eden hiçbir parti ya da seçmen grubu kalmadı.


Kamusal kemer sıkma ve özel lüks çağı

Melinda Cooper ile neoliberalizmin yakın tarihi ve yeni kitabı Counterrevolution: Extravagance and Austerity in Public Finance (Karşıdevrim: Kamu Maliyesinde Savurganlık ve Kemer Sıkma) üzerine mülakat.

Daniel Steinmetz-Jenkins, Kate Yoon, The Nation

Son on yılda neoliberalizmin tarihi, David Harvey’in Neoliberalizmin Kısa Tarihi’ndeki Marksist yorumundan Quinn Slobodian’ın neoliberalizmin Avrupa’nın yıkılan imparatorluklarının kalıntılarından doğduğunu savunan Küreselciler kitabına kadar büyük ilgi gördü. Daha pek çok kitap sıralanabilir, ancak en çok tartışılan ve son zamanlarda etkili olanlardan biri, Melinda Cooper’ın Family Values (Aile Değerleri, 2017) adlı kitabıdır. Bu eser, 1970’lerin neoliberal iktisadi söyleminin –kemer sıkma, mali sorumluluk ve enflasyonla mücadele tedbirleri talepleriyle– ahlaki kısıtlama, geleneksel aile değerleri ve Protestan çalışma etiği müjdesiyle dini sağ gibi sosyal muhafazakârlar tarafından nasıl benimsendiğini göstermeye çalışır. Cooper, bu benimsemeyi aynı dönemde ortaya çıkan kadın ve Black Power hareketleri gibi sol ilerici hareketlere bir tepki olarak görüyor ve sosyal muhafazakarların neoliberalizmin yükselişinde kayda değer bir rol oynadığını savunuyor.

Cooper’ın son kitabı Karşıdevrim: Kamu Maliyesinde Savurganlık ve Kemer Sıkma, Aile Değerleri’nin devamı olarak düşünülebilir. Kitap, 1980’’lerde neoliberalizme dönüşü, sol kamu maliyesi ajandasını kontrol altına almak amacıyla kamu maliyesinde –bütçe dengeleme, zenginler için vergi indirimleri, merkez bankası para politikası ve benzeri tedbirler yoluyla– bir tür karşı devrim olarak çerçeveliyor. Bu dönemi, “karşı devrim” olarak adlandırıyor, zira sadece Keynesyen refah devletinin değil, Keynesçiliğin kontrol altında tuttuğu sol sosyal güçlerin de altını oymaya çalışıyordu. Cooper’a göre Keynesçilik, hükümetin kamu hizmetlerini, sosyal yardımları ve ücretleri sübvanse etmesini sağladığı ölçüde, işçilerin daha yüksek ücret talep edebileceği ve politikacıların oy kazanmak için servetin yeniden dağıtılmasını isteyebileceği bir devrime açık kapı bıraktı. Başka bir deyişle, Cooper’a göre, “sosyal devletin kurumlarının aşağıdan ele geçirilmesi ve devlete bağımlı olanların yeni bir tür sosyal devrimin aracıları haline getirilmesi mümkündü”. Cooper, bu tür toplumsal devrimci güçlerin 1960’ların sonunda ABD’de ortaya çıkmaya başladığına inanıyor. Karşıdevrim, teknik ekonomik gerekçelerle uygulamaya konulan ancak yoksulları güçsüzleştirip zenginleri güçlendirmek gibi siyasi bir amaç güden “bütçe mekanizmalarını” uygulayarak bu güçleri engellemeyi amaçlamıştı. Cooper’a göre bu karşı devrimin üstesinden gelmenin tek yolu solun “para yaratma ve kamu harcaması sürecini kolektifleştirmesi”. Peki ama bunu nasıl başarabilir?

The Nation, Cooper ile karşı devrim, onun iktisadi pratiklerinin itici gücü olan politikalar, solun bu devrimin üstesinden gelmekte neden bu kadar zorlandığı ve gelecekte neler yapabileceği hakkında konuştu. Mülakatımız uzunluk ve anlaşılırlık açısından düzenlenmiştir.

***

Daniel Steinmetz-Jenkins: 1970’lerde kamu harcamalarında ve merkez bankası para politikasında ortaya çıkan “karşıdevrim” ile özellikle neyi kastettiğinizi anlatarak başlayalım.

Melinda Cooper: Benim temel argümanım Aile Değerleri’nde geliştirdiğim argümanla aynı. 1980’lerin başındaki neoliberal karşıdevrimin Keynesçiliğe karşı bir tepki olduğu fikrini sorguluyorum. Bunun yerine, 1960’ların sonu ve 70’lerin solcu toplumsal hareketlerine karşı bir tepki olarak görüyorum ki bu hareketler halihazırda var olan Keynesçiliğin bir tür içkin eleştirisiyle meşguldü.

Bu kitapta yeni olan, uzun neoliberal karşı devrimin mali ve parasal boyutlarına odaklanılması. Neoliberaller tarafından sol toplumsal isyanın vaatlerini dizginlemek, köreltmek ya da etkisiz hale getirmek için kullanılan çeşitli bütçe mekanizmalarının haritasını çıkarmaya çalışıyorum. Bu mekanizmalar arasında eyalet ve yerel yönetimler üzerindeki vergi ve harcama sınırlamaları, vergilendirmede oy çokluğu kuralları, federal düzeyde denk bütçe ideali, reel ücret enflasyonuna karşı merkez bankası tabusu ve varlık fiyatı enflasyonunun iyi niyetli bir şekilde ihmal edilmesi yer alıyor. Bunlar son derece teknokratik ve siyasi açıdan tarafsız araçlar gibi görünse de belirli toplumları haklarından mahrum etmek ve diğerlerini güçlendirmek için çok hedefli şekillerde kullanıldılar.

Benim temel argümanım, farklı çizgilerdeki neoliberallerin, bir yandan finansal varlık sahipleri için radikal bir harcama ve parasal savurganlık rejimi başlatırken, diğer yandan öncelikle ücret gelirine bağımlı olanlar için aşırı bir kamu harcaması kemer sıkma rejimi yaratmayı başardıkları. Denklemin sadece kemer sıkma tarafını görme eğilimindeyiz, dolayısıyla bunun tamamen devletin geri çekilmesiyle ilgili olduğu yanılsamasına kapılıyoruz. Fakat, finansal servetin devlet tarafından aktif olarak teşvik edildiği çeşitli yolları da anlamazsak, son on yıllarda meydana gelen aşırı servet yoğunlaşmasını izah etmek zor olur.

Kate Yoon: Karşıdevrim, 1970’lerde Keynesçiliğe karşı gerçek tepkinin iktisadi değil siyasi olduğunu öne sürüyor: “Kapitalist devletin karşı karşıya kaldığı şey, maliye ve para politikasına yönelik mutlak ekonomik sınırlar değil, kendi işleyiş biçimine yönelik siyasi sınırlardı,” diye yazıyorsunuz. Keynesyen devletin faydalanıcılarını beyaz erkek işçilerin ötesine genişletme talepleri nasıl bir karşı devrime yol açtı?

MC: Mali ve parasal politikanın iktisadi ve siyasi sınırları arasındaki farkta ısrar ediyorum, zira çok fazla insan 1970’lerde yeniden dağıtımın gerçek sınırlarıyla kolektif olarak karşılaştığımız fikrini kabul ediyor. Hâkim teşhis, ücret enflasyonu ve yeniden dağıtımcı kamu harcamalarının ekonomik felaket için bir reçete olduğuydu. Bu, yeni ortaya çıkan neoliberaller ve pek çok eski Keynesyen tarafından paylaşılan bir teşhisti. Tarihsel ve gelecekteki alternatiflerin karşı olgusal fikrini açık tutmak istiyorsak sorgulamamız gereken esas nokta budur. Durumun kapitalist devlet açısından facia olduğunu, ancak sol komünist bir alternatif için zorunlu olmadığını öne sürüyorum.

Muhafazakâr Avusturyalı iktisatçı Joseph Schumpeter, harcamaların iktisadi ve siyasi sınırları arasındaki bu ayrımı, devletlerin sosyal bütçelerini genişlettiği ve komünizmin hesaba katılması gereken gerçek bir güç olduğu I. Dünya Savaşı sonrasında ortaya koymuştu. Schumpeter’e göre refah devletinin genişlemesinin gerçek sınırı, sürdürülemez kamu borcunun varsayımsal bir devrilme noktası değil, işçi sınıfının yükselen siyasi gücüydü.

1940’larda Michal Kalecki soldan benzer bir noktaya değinmiş ve aynı zamanda 1970’lerde Keynesyen refah devletine karşı neoliberal tepkiyi öngörmüştü. Kalecki tam istihdam tehlikesinden bahsediyordu. Ancak 1970’lerin ortasındaki durgunlukta daha kötü bir şey oldu: İşsizlik yardımlarının yaygınlığı sayesinde işsizlerin sayısı, ücretler üzerinde belirgin bir disiplin etkisi olmaksızın arttı. Kalecki, refah devletinin genişlemesinin çalışma ahlâkının altını oyduğu anda hem sanayicilerin hem de finansal varlık sahiplerinin Keynesyen uzlaşıdan desteklerini çekeceklerini öngörmüştü. Arz yanlısı iktisatçı Martin Feldstein da 1970’lerin ortalarında temelde aynı durum teşhisini dile getirmişti, bu yüzden ona “Usta Sınıfının Kalecki’si” diyorum.

Tüm bunlar Keynesyen sermaye ve emek arasındaki arabuluculuk projesinin siyasi sınırlarının oldukça somut örnekleri. Fakat Kalecki, emek ve sermaye arasındaki anlık çatışmadan daha derine inmiyor, bu nedenle Keynesyen uzlaşının örgütlenmesinde aile ve ulusun oynadığı hayati rolü anlayamıyor. Yurttaşlığına ve kadın emeğine getirilen sınırlamalar, Keynesçiliğin devlet harcamalarının genişlemesini kısıtlayabilmesinin ve milli gelirdeki emek payını kontrol altında tutabilmesinin iki yoludur. Kalecki’nin teşhisinin genişletilmesi gerekiyor: 1970’ler yalnızca resmi ücretin değil, sosyal ücretin de enflasyonuna tanık oldu ve her iki hareket de Fordizmin marjinal işçileri –kadınlar, Afrikalı Amerikalılar ve diğer ırksal azınlıklar– ve Fordist işçi sınıfı tarafından desteklendi.

DSJ: Genelde bu karşı devrimin temelde kaçınılmaz olduğu varsayılır. Siz buna katılmıyorsunuz. O dönemde hangi uygulanabilir alternatif yollar mevcuttu?

MC: Karşı devrim ancak zenginliğin kolektifleştirilmesinin katı iktisadi sınırları olduğu önermesini kabul edersek kaçınılmazdır. Bu iktisadi “doğa kanunları” komünizmi sadece tehlikeli değil, aynı zamanda imkânsız kılıyor. Farklı çizgilerdeki iktisatçıların bu yasalar için farklı kelimeleri var. Neoliberaller arasında bu, gerçek ücret enflasyonunun iktisadi açıdan felaket olduğu ve hızlandırıcı olmayan işsizlik enflasyon oranı (NAIRU) olarak adlandırılan kasıtlı işsizlik yaratma yoluyla dizginlenmesi gerektiği fikridir. Keynesyenler arasında ise, milli gelirin sermaye ile emek arasında kâr artışından ödün vermeden paylaşılması gerektiği ve bunun da ancak milli hasıladaki sürekli büyüme ile sağlanabileceği fikri hâkim.

Her iki akım da servetin kolektifleştirilmesine bir sınır koyuyor: Kârlara oranla ücretlerde herhangi bir artış ya da finansal varlıkların değerini tehlikeye atan herhangi bir toplumsal servet yeniden dağıtımı gördüklerinde endişelenirler. Keynesyenlerin bu konuda daha esnek oldukları aşikâr ama bu esneklik milli hasıladaki sürekli büyümeyi sürdürebildikleri sürece geçerlidir. Büyümenin temelleri atıldığında ya da milli gelirdeki emek payı sermaye payından daha hızlı büyüdüğünde, sendikaların ve patronların ücret ve fiyat kontrolleri yoluyla kemer sıkmayı paylaşmayı kabul ettikleri korporatist stratejilere başvururlar.

Eğer bir komünist ekonomi örgütlenmesinin nasıl görüneceğini tahayyül etmeye başlamak istiyorsanız, ilk olarak neoliberal ve Keynesyen iktisatçılar tarafından farklı şekillerde dile getirilen servetin kolektifleştirilmesinin teknik sınırlarını anlamanız gerekir. Bu, iktisadi belirsizliğin, doğal kaynak kıtlığının veya zorunlu işlerin sıkıcılığının tamamen ortadan kalkacağı anlamına gelmez. Fakat ortadan kaldırılacak olan şey, günümüzde şirketlerin kârlarını veya özel serveti desteklemek için kullanılan kolektif kaynakların büyük ölçüde israf edilmesidir.

Bu durumda, iktisadi bir alternatif yaratmanın sadece teknik bir mesele olamayacağı bariz. Kolektif bir servet örgütlenmesinin nasıl görüneceğine dair mükemmel bir taslağımız olabilir ama bunu hayata geçirecek siyasi kaynaklara sahip olmayabiliriz.

Kalecki’nin (ve Schumpeter’in) sosyal devlet içinde ve ona karşı bir devrim vizyonunu gerçekleştirmeye en çok, 1970’lerin başında meydana gelen emek hareketleri ve toplumsal militanlığın birleşmesi yaklaşmıştı. En azından kısa bir süre için, kârların ve mali getirilerin, ücretlerin ve sosyal hakların genişlemesi karşısında gerçek bir tehdit altında olduğu bir durum yaşanmıştı. Bu noktaya vurgu yapıyorum, zira aksi takdirde solun yaşadığı yenilgilerin tarihini değerlendirmek için önemli olan karşı olguları gözden kaçırmış oluruz.

Ancak sermaye perspektifinden bakıldığında, bu durum bile gerçek bir sosyal devrimden oldukça uzaktır. Dolayısıyla, eğer devrim için başlangıç koşulları mevcutsa, olayların neden daha ileri gitmediğini anlamak önemlidir. Anlatımımda, işçilerin özel sektör, kamu sektörü ve sosyal yardımlardan faydalananlar arasında bölünmesinin bu dönemde sol için ölümcül olduğunu öne sürüyorum.

Ayrıca, soldaki çok az kişinin refah devleti ve kamu sektörü militanlığının devrimci bir toplumsal değişim stratejisine nasıl uyarlanabileceği konusunda net bir fikre sahip olduğunu da belirtmek gerekir. Bunun istisnaları arasında Nikos Poulantzas ve anarko-komünist Londra/Edinburgh Weekend Return Group gibi, geç dönem Keynesyen sosyal devlete karşı “içinde ve ona karşı” çalışma ihtimallerini araştıran insanlar sayılabilir. Siyaset teorisyeni ve tarihçi Katrina Forrester da bu konuda bir kitap üzerinde çalışıyor ve o dönemde İngiliz feministlerin kaynakların yeniden dağıtımını, genelde beraberinde gelen disiplin olmadan nasıl talep ettiklerini açıkça anlatıyor.

KY: Sizin anlatımınıza göre, muhafazakârlar —yani arz yanlısı iktisatçılar ve Virginia Okulu neoliberalleri— kamu harcamaları konusunda görünürde farklı görüşlere sahip olmalarına rağmen bu karşı devrimde birleşiyorlar. Kitabınızın alt başlığında “Kamu Maliyesinde Savurganlık ve Kemer Sıkma” olarak vurgulanan bu potansiyel gerilimin ne anlama geldiğini ve iki taraf arasındaki yakınlaşmanın nasıl gerçekleştiğini izah edebilir misiniz?

MC: Virginia Okulu neoliberalizmi, özellikle James M. Buchanan’ın anayasa felsefesinde ortaya konduğu şekliyle, kemer sıkma politikalarının yerel, eyalet ve federal olmak üzere devletin tüm düzeylerinde uygulanması için ayrıntılı bir teorik gerekçe ve politika planı sunuyor. Buchanan’ın eserleri, devlet teorisi alanında bir başyapıttır ve devlet politikalarının şekillenmesinde Keynesçilik kadar etkili olmuştur. Yine de Buchanan’ın (ve öğrencilerinin) etkisi genellikle gözden kaçmıştır. Buchanan’ın, Güneyli Demokrat geleneğinden gelen kaynaklarına yakından bakmak, neoliberal bütçe politikalarının neden özellikle ırksal azınlıkları hedef aldığını anlamayı kolaylaştırır. Yerel vergi ve harcama limitlerinin veya federal Denk Bütçe Değişikliği’nin ırksal politikalarını anlamak için açık ırkçılık veya bilimsel ırkçılık teorilerinin ötesine geçmemiz gerekiyor. Cumhuriyetçi stratejist Lee Atwater’ın gözlemlediği üzere, sözüm ona tarafsız bütçe ve parasal mekanizmalar, ırk ayrımcılığı rolünü açık ırkçılıktan çok daha etkili bir şekilde oynayabilir.

Virginia Okulu neoliberalleri bütçe açıkları ve borç finansmanının kendi başına tehlikeli olduğuna inanırken, arz yanlısı iktisatçılar Cumhuriyetçi Hazine çevreleri ve tahvil piyasaları dünyasına daha yakın bir duruş sergileyerek 1980’lerde doların üstlendiği yeni küresel hegemonya biçimine uyum sağladılar. Robert Mundell, ABD’nin küresel bir tahvil ihraççısı olabileceğini ve düşük enflasyonu garanti ettiği sürece sürekli bir ticaret açığı verebileceğini fark eden ilk kişiydi. Bu durum, ABD hükümetinin finansal varlık sahiplerine (örneğin, sermaye kazançları vergisi avantajları şeklinde) teşvikler için savurganca harcama yapabileceği ve küresel tahvil piyasaları tarafından cezalandırılmayacağı gibi kışkırtıcı bir olasılığın önünü açtı. Fakat 1978’de yaşanan dolardan kaçış, hükümet çok fazla harcama yaparsa veya ücretlerin çok hızlı artmasına izin verirse küresel yatırımcıların dolardan kaçacağını gösterdi.

Arz yanlısı iktisatçılar, finansal varlık sahiplerine yönelik cömert kamu harcamalarından yanaydı ama söz konusu işçiler veya sosyal yardımlardan faydalananlar olduğunda kemer sıkma politikalarını savunuyorlardı. Bu bağlamda, savurganlık ekonomileri, temel konularda ciddi anlaşmazlıklar yaşamalarına rağmen Virginia Okulu neoliberalleri ile örtüşüyordu.

KY: Bu yakınlaşma, kısmen sabit sermaye varlıkları için hızlandırılmış amortisman programları gibi görünürde oldukça teknik araçlar aracılığıyla gerçekleşiyor. Hızlandırılmış amortisman programlarının arz yanlılarının savurganlığını nasıl örneklediğini açıklayabilir misiniz?

MC: Sermaye kazançlarının vergi kanunu aracılığıyla teşvik edildiği çeşitli yöntemleri ele almaya çalışıyorum. “Sermaye kazancı,” varlıkların değer kazanmasından elde edilen kazançlar için kullanılan bir vergi muhasebesi terimidir. Varlık fiyatlarının artışı yoluyla servet kazancını teşvik etmenin en bariz yolu sermaye kazancı vergisi avantajlarının kullanılmasıdır. Sermaye kazançları vergisinin azaltılması, 1970’lerin ortalarından günümüze kadar arz yanlı iktisadi düşüncenin temel direklerinden biri olmuştur.

Ancak aynı amacı taşıyan ve farklı isimlerle anılan başka vergi avantajları da vardır. Özel sermaye fonları, risk sermayesi ve serbest yatırım fonları gibi özel yatırım dünyasında, taşınan faiz muafiyeti, genel ortakların herhangi bir yatırımdan elde ettikleri getirilerin yaklaşık yüzde 20’sini emek geliri yerine sermaye geliri olarak talep etmelerine olanak tanır. Böylece, (genelde zaten) son derece yüksek olan yatırım getirileri, çok daha düşük olan sermaye kazancı oranında vergilendirilir.

Sermaye kazancı vergisi avantajına eşdeğer olarak işleyen bir başka vergi mekanizması da hızlandırılmış amortisman programıdır. Amortisman programları, başta sanayicilerin bina, makine ve ekipman gibi sabit sermaye varlıklarına uzun vadeli yatırım yapmalarını teşvik etmek amacıyla tasarlanmıştır. Klasik amortisman programı, “düz bir çizgi” şeklinde düzenlenmişti; yani, belirli bir yatırım için talep edilebilecek vergi indirimleri varlığın varsayılan ömrüne yayılmıştı. Sanayi üretimi için gerekli fiziksel varlıklar oldukları göz önüne alındığında, vergi kanunu bu varlıkların zamanla yıpranma ve değer kaybetme eğiliminde olduğunu ve eninde sonunda yenilenmeleri gerektiğini kabul ediyordu. Arz yanlıları, 1970’lerde sanayi kapitalistlerinin azalan yatırım oranlarını teşhis ettiklerinde, hızlandırılmış amortisman programlarının uygulanmasını önerdiler. Eğer kapitalistler bir yatırımın maliyetini daha erken silebilirlerse, riskten kaçınma eğiliminden kurtulabilecekleri ve yeniden inovasyona teşvik edilebilecekleri düşünülüyordu. Peşin bir vergi ertelemesi, uzun yıllara yayılan bir ertelemeden daha kıymetlidir, zira başlangıçta daha fazla yatırımı finanse etmek için kullanılabilir.

Sanayiciler işlerini her zamanki gibi sürdürmeyi planlasalardı, tüm bunlar mantıklı olabilirdi. Fakat Ronald Reagan, 1980’lerin başında hızlandırılmış amortisman programlarını uygulamaya koyduğunda, bu programlar öncelikle Donald Trump gibi gayrimenkule üretim faktörü yerine finansal bir varlık olarak yatırım yapan müteahhitler tarafından kullanıldı. Endüstriyel birikim rejiminde, ticari gayrimenkulün değeri büyük ölçüde içindeki üretim birimlerine bağlı olarak belirleniyordu ve fiziksel varlıklar olarak zamanla değer kaybediyordu. Buna karşın, 1980’lerin New York’unda bir otel ya da ofis binasının değeri üretimden çok piyasa değerlemesine dayanıyordu ve yıkılmaya yüz tutmuş bir bina bile her geçen yıl değer kazanabiliyordu. Bu durum, bir müteahhidin bir mülkü tamamen krediyle satın alıp, mülkün değeri amortismana tabi tutulmazken bile yatırım için peşin amortisman ödeneği talep edebileceği bir yapı yarattı. Bir müteahhit, birkaç yıl boyunca ipotek faizi ve amortisman üzerinden vergi indirimi talep edebilir ve ardından mülkü olağanüstü bir kârla satabilirdi. Bu kâr da düşük sermaye kazancı vergisi oranıyla vergilendirilirdi.

Donald Trump, hızlandırılmış amortisman konusunda oldukça uzmandı.

DSJ: Tüm bunlarda 1970’lerin dini sağının rolü nedir? Özellikle de bir önceki kitabınız Aile Değerleri bu konuda oldukça önemli bir rol oynamış gibi görünüyor.

MC: Yeni kitabımın son bölümü, dindar aşırı sağın üreme politikaları ile kamu borcu arasındaki ilişkiyi ele alıyor. Görünen o ki bu, Cumhuriyetçi sağın mali ve parasal politikalarında giderek daha önemli hale gelen ama sol analistler tarafından neredeyse tamamen görmezden gelinen bir unsur. 2010’larda Çay Partisi’nin en güçlü olduğu dönemde, Cumhuriyetçi Kongre üyeleri borç tavanının artırılmasına karşı çıkmalarını defalarca doğmamış çocukları savunma çabası olarak açıkladılar. Dini öğretilerle yoğrulmamış biri için bu, ilk başta anlaması zor bir durumdu; bütçe kararlarının gerçekten Hristiyan milenyarizmi ile motive olabileceğini söylemek güçtü.

Fakat dindar muhafazakârlar, uzun zamandır kürtaj ve kamu borcu konularını birbirinden ayrılamaz olarak görüyor ve bu bakış açısı, mali engelleme politikalarını anlamanın anahtarı. 1970’lerden itibaren Katolik ve Evanjelik muhafazakârlar, dalgalı döviz kuru sistemine geçilmesini, kürtajın yasallaşmasını ve ABD’nin artan kamu borcunu ulusal çöküşün birbiriyle ilişkili semptomları olarak görmeye başladılar. Dindar muhafazakârlar, ekonomik hayatın cinsel bilinçdışına doğrudan bağlı olduğuna inanırlar. Bu nedenle, daha ana akım neoliberaller refah harcamalarının artması ve ücretlerin enflasyona yol açmasından endişe ederken; daha ana akım muhafazakârlar ailenin çöküşü ve sosyal yardımlardan faydalanan evlenmemiş kadınların artışından şikâyet ederken, dindar muhafazakârlar meseleyi doğrudan cinsel kontrol kaybına –erkeklerin kadınlar üzerindeki kontrolünü yitirmesine– bağlarlar. Onlara göre, ülkenin mali ve parasal geleceği, kadınların fetüslerin gelecekteki yaşamına tabi kılınmasına dayanır. Bu nedenle, kamu borçlanmasına getirilen sınırlamaları kürtajı sınırlamanın bir yolu olarak görmeye başladılar ve bunun tersi de geçerli oldu.

Kitap boyunca ama özellikle bu bölümde göstermeye çalıştığım şey, kemer sıkma politikalarının genellikle düşündüğümüz ekmek ve tereyağı meselelerinin çok ötesine geçtiğidir. Roe v. Wade’e karşı mücadelede yargısal bir başarı elde etmeden çok önce, dindar muhafazakârlar kadınların kürtaj ve doğum kontrolüne erişimini mali yollarla sınırlamaya çalıştılar.

DSJ: Karşıdevrim ile Donald Trump’ın yükselişi arasında nasıl bir ilişki var? Örneğin, Trump’ın “neoliberalizmin kalıntıları” arasından çıktığını söyleyen Wendy Brown’ın görüşüne katılıyor musunuz? Yoksa karşıdevrimin kendisinde, doğası gereği “Önce Amerika” milliyetçiliği ile uyumlu bir şey mi var?

MC: Arz yanlı ekonominin uzun tarihine odaklanmam, Donald Trump’ın neoliberal olmadığı görüşünü savunmayı zorlaştırıyor. Trump’ın 2017 vergi yasası, pek çok yönden Reagan’ın 1981’deki gelir vergisi reformlarının bilinçli bir yeniden canlandırmasıydı ama emlak sektörüne çok daha cömert teşvikler içeriyordu.

Bunu söyledikten sonra, liberalizmin asla tek başına var olmadığını düşünüyorum; her zaman bir tür muhafazakarlıkla ittifak içinde bulunmuştur. Bu ittifak, Bill Clinton’ın Üçüncü Yol Demokratlığı’ndaki komüniteryen/neoliberal birliktelik ya da George W. Bush’un neo-muhafazakâr neoliberalizmi olabilir.

Bugün Cumhuriyetçi Parti’de neoliberal/paleomuhafazakâr bir ittifak görünüyor ve bu da kendi içinde karmaşıklıklar barındırıyor. Paleomuhafazakârlığın beyaz üstünlükçü ve teokratik aşırı sağla açık bağlantıları var; kendilerini, fazla laik, fazla liberal, fazla enternasyonalist ve fazla Yahudi olarak gördükleri neo-muhafazakârlara karşı tanımlarlar.

Fakat, paleomuhafazakârların yaptığı ekonomik ittifaklar çeşitlilik gösterir. Bir yandan, paleomuhafazakârlar sıklıkla Ludwig von Mises’in Avusturya Okulu neoliberalizminden etkilenen Murray Rothbard gibi radikal liberterlerle bir araya gelmiştir. Liberteryenler, enternasyonalist olmadan serbest ticareti savunurlar. Güney ayrılıkçılığına duydukları nostalji nedeniyle merkezi federal otoriteye karşıdırlar. Fed ve İç Gelir Servisi’nin kaldırılmasını isterler. Ancak hükümet içinde, Fed’in zenginler adına çalışmasını sağlayacak yollar da bulurlar (örneğin, eski Ayn Rand hayranı Alan Greenspan).

Öte yandan, Pat Buchanan gibi birini de liberteryen yerine neo-Hamiltoncu bir ekonomik milliyetçi olarak görebiliriz. “Önce Amerika” sloganını doğrudan ondan almıştır. Bu, neoliberal serbest ticaret pozisyonundan oldukça farklı ve pek çok kişi bu konuda heyecanlı görünüyor. Solun bazı kesimlerinde bile korumacılık ve merkantilizmin işçiler için daha iyi koşullar sağladığı yönünde yaygın bir varsayım var. Fakat bu, hiçbir zaman Pat Buchanan’ın “Önce Amerika” gündeminin bir parçası olmadı; burada gümrük vergileri ve katı sınır politikaları işçileri korumanın bir yolu olarak sunulurken, diğer yandan son derece gerici bir vergi sistemi teşvik ediliyordu. American Compass ve American Affairs’i, neoliberalizm karşıtı paleomuhafazakârlığın çağdaş temsilcileri olarak görüyorum. Şu anda yapılandırıldığı haliyle küresel para sisteminin ABD’yi net ithalatçı konumuna kilitlediği düşünüldüğünde, bu durum biraz karışık bir pozisyon oluşturuyor.

Çağdaş Cumhuriyetçi Parti’nin tüm bu akımlardan beslendiğini söyleyebilirim ve Trump, bunları diğerlerinden daha rastgele bir şekilde bir araya getiriyor. İlk seçim kampanyasında Trump, Pat Buchanan veya Steve Bannon’ın savunduğu türden paleomuhafazakâr korumacı politikaları benimsemiş gibi görünüyordu ve Çin ile ticaret konusunda bu politikaları uyguladı.

JD Vance de anti-neoliberal korumacı bir duruş sergiliyor gibi görünse de ultra-liberteryen Peter Thiel tarafından finanse edilen birkaç Cumhuriyetçi sağ operatörden biri. Bu insanları bir araya getiren şey, aşırı sağcı paleomuhafazakarlığa olan bağlılıkları ve özel yatırım dünyasıyla olan derin bağlantıları. Bu, bazen daha ilerici bir şirket karşıtı gündem kisvesine bürünen, son derece patrimonyal, otarşik ve atavistik bir bakış açısının temelini oluşturuyor.

DSJ: Peki ya Biden yönetimi?

MC: Bildiğiniz gibi, Biden, Trump’ın Çin ithalatına getirdiği gümrük vergilerinin neredeyse tamamını korudu ve kendi vergilerini de ekledi. Fakat bu adımı, açık bir sanayi politikasıyla da birleştirdi. Pratikte bu politikalar daha az iddialı olsa da kavramsal olarak Demokratların sol kanadı ve adil bir yeşil enerjiye geçiş vizyonu tarafından bir ölçüde şekillendirildiği görülüyor. Bunu kayda değer bir siyasi değişim olarak değerlendiriyorum. Solun karşılaştığı asıl zorluk ise bu politikaların aşağıdan gelen toplumsal hareketlerin baskısı veya içeriden gelen heterodoks politika uzmanlarının etkisi kadar, yaklaşan jeopolitik gerilimlerden de kaynaklanıyor olmasıdır. Bazı açılardan, bu durum, Soğuk Savaş döneminde Demokratlar tarafından uygulanan ve sanayi politikasının hedeflenen vergi harcamaları yoluyla yürütüldüğü, solun kendi mali hedefleri ile güvenlik devletinin çıkarları arasında sıkıştığı bir tür “arz yönlü liberalizme” geri dönüş gibi görünüyor.

Dünya Basını

Emekli Orgeneral Kujat, Ukrayna’nın Rus stratejik bombardıman uçaklarına yönelik saldırılarını değerlendirdi

Yayınlanma

Emekli Orgeneral ve eski NATO-Rusya Konseyi Başkanı Harald Kujat, Ukrayna’nın Rus stratejik bombardıman uçaklarına yönelik son drone saldırılarını “son derece riskli bir oyun” olarak değerlendiriyor. Kujat’a göre bu saldırılar, askeri açıdan büyük etki yaratmasa da Rusya’yı kışkırtarak Batı’yı savaşa çekme ve nükleer tesislere yakınlığı nedeniyle ciddi tehlikeler barındırıyor. Müzakereler devam ederken yapılan bu eylemlerin zamanlamasına dikkat çeken emekli orgeneral, Rusya’nın Batı’dan farklı bir tırmanma stratejisi izlediğini ve sert bir karşılık verebileceğini öngörüyor. Ancak Kujat, ABD ve Rusya arasındaki iletişim kanalları açık kaldığı sürece nükleer savaş riskinin arttığına inanmadığını vurguluyor.


‘Son derece riskli bir oyun’: Emekli Orgeneral Kujat, stratejik bombardıman uçaklarına yönelik drone saldırılarını değerlendirdi

Éva Péli
NachDenkSeiten
2 Haziran 2025

Emekli Orgeneral Harald Kujat, pazar günü Rus bombardıman uçaklarına yönelik drone saldırılarının geniş kapsamlı sonuçları konusunda uyarıda bulunuyor. Saldırıyı, savaşı genişletebilecek “son derece riskli oyun” olarak nitelendiriyor. Kujat, mülalatında saldırının askeri önemini, olası Batı müdahalesini ve devam eden müzakerelere rağmen süren gerilimin tırmanma tehlikesini ele alıyor.

Sayın Orgeneral Kujat, Ukrayna dronlarının Rus stratejik bombardıman filosuna yönelik saldırısını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ukrayna’nın bu saldırısı son dönemdeki drone saldırılarından farklılık gösteriyor. Şüphesiz Ukrayna açısından başarılı “darbe” niteliğinde. Fakat bu saldırının, elde edilen bariz başarılara rağmen, cephedeki duruma veya Ukrayna’nın Rus hava saldırılarına karşı savunmasına kayda değer etkisi bulunmuyor; her ne kadar böyle olduğu izlenimi verilmek istense de. Aslında Ukrayna’nın askeri durumu giderek daha da kötüleşiyor.

Saldırılar, Rusya’nın kıtalararası stratejik bombardıman filosunu hedef aldı. Kaç uçağın imha edildiği ve bunların tam olarak hangi tipler olduğu henüz belirsiz. Gerçekten imha edilen uçak sayısına bağlı olarak Rusya’nın Ukrayna’ya karşı seyir füzesi kullanma imkânları bir miktar kısıtlansa da bu etkinin stratejik yansıması olmayacaktır.

Ukrayna bunu neden yapıyor?

Bu, Rusya’nın stratejik bombardıman filosuna yönelik ilk saldırı değil. Daha önce de Saratov yakınlarındaki Engels üssüne saldırılar düzenlenmişti. Ayrıca, Rus erken uyarı sistemine yönelik iki saldırı gerçekleştirildi ki bu durum iki süper gücün stratejik ilişkileri üzerinde istikrarsızlaştırıcı etki yaratabilir.

Bu saldırılar Ukrayna’daki askeri durumu etkilemediğine göre, asıl amaçlarının ne olduğu sorusu akla geliyor. Ukrayna yönetiminin hedeflerini bilmiyorum ancak Batı’nın müdahalesine yol açacak sert Rus tepkisini provoke ederek savaşı genişletmeye çalıştıkları düşünülebilir. Bu, çok tehlikeli gelişme olurdu.

Bu saldırılar değerlendirilirken, stratejik bombardıman filosu üslerinin hemen yakınında nükleer silah depolarının da bulunduğu gerçeği sıkça göz ardı ediliyor. Bunlar güçlü şekilde korunsalar da dronun yanlış yönlendirilip böyle depoya isabet etme riski her zaman mevcut. Bunun ne gibi sonuçları olacağını herkes tahmin edebilir. Bu bakımdan, burada oynanan son derece riskli oyundur.

Son ve belirleyici nokta: Bu saldırı, ikinci müzakere turuna çok yakın zamanda gerçekleşti ve görünüşe göre Rus demir yollarına yönelik eş zamanlı saldırılarla bağlantılı. Bu, koordineli eylem olabilir. İkinci müzakere turundan bir gün önce neden böyle bir şeyin yapıldığı sorusu ortaya çıkıyor.

Açıklama son derece net: Moskova’nın sadece oyalama taktiği uyguladığı ve gerçek müzakerelerle ilgilenmediği sürekli iddia ediliyor. Oysa müzakereleri Rusya’nın kendisi önerdi ve her iki taraf da bugün İstanbul’da yapılacak müzakerelere temel oluşturması için pozisyonlarını yazılı olarak belirledi. Dolayısıyla bu, ancak Rus tarafının bu saldırılara tepki olarak müzakereleri iptal etmesinin beklenmiş olabileceği anlamına gelebilir.

Ancak bu olmadı…

Hayır, müzakereler devam ediyor. Hatta bu görüşmeler başlamadan önce ABD ve Rusya Dışişleri Bakanlarının tekrar telefonla görüştüklerini öğrendik. Benim için bu, ABD’nin en azından bu müzakerelere eşlik etmeye devam ettiğinin ve tamamen geri çekilmediğinin açık göstergesi – ki bunu çok önemli buluyorum.

Sizin açınızdan ve askeri deneyimlerinize dayanarak böyle saldırı nasıl mümkün olabiliyor? Ukrayna kaynaklarına göre, bir buçuk yıl boyunca planlanmış ve anlatıldığına göre Rusya topraklarından kamyonlarla gerçekleştirilmiş.

Ülkede araçlar kapsamlı şekilde kontrol edilmiyorsa ve böylesi operasyon titizlikle hazırlanmışsa, bu tür şeyler olabilir. Ancak bu durum şu soruyu gündeme getiriyor: Bu, büyük askeri başarı mı? Hayır, bunlar saldırı, kelimenin tam anlamıyla askeri operasyon değil. Bu tür saldırılar her ülkede mümkündür.

Buna ek olarak, ABD ve Rusya arasındaki Yeni START Anlaşması, stratejik bombardıman uçaklarının belirli hava üslerinde, üzerinde anlaşılan denetimler için görünür olacak şekilde konumlandırılmasını zorunlu kılıyor. Pratikte bu, kapalı binalarda gizlenmiş şekilde değil, açık hangarlarda veya pistte anlamına geliyor. Bu düzenleme, anlaşmaya uyulup uyulmadığının doğrulanabilirliğine hizmet ediyor ve karşılıklı güven inşasının parçası. Ancak bu durum, uçakları kolayca hedef alınabilir hâle getiriyor.

Şimdi, Batılı istihbarat kurumlarının uydu görüntüleriyle yardım etmiş olabileceğine dair tahminler veya işaretler var. İngilizler bu konuda zaten açıklama yaptı ve Ukraynalıları da tebrik etti. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Batı yardımı oldu mu?

Prensip olarak spekülasyon yapmıyorum. Ancak bir şey açık: Hareketli hedefler için veriler neredeyse eş zamanlı olarak sağlanıyorsa, bunlar Ukraynalılardan gelmiş olamaz, başka kaynaktan gelmiş olmalı. Ancak uzun vadeli planlanmış operasyonsa, Rus hava üssünün konumunu basit araçlarla bile kendi başlarına tespit etmeleri kesinlikle mümkün. Bu özel durumda, bu nedenle böyle dış istihbaratın gerekli olduğunu düşünmüyorum; Ukraynalılar bunu kendileri yapabilir. Ama elbette Ukrayna’ya Batı uydu keşiflerinden elde edilen üslerin durum planlarının verilmiş olması da mümkün.

Engels yakınlarındaki hava üssüne 2022’de ve Rus erken uyarı radarına 2024’te yapılan önceki saldırılara atıfta bulunarak, nükleer saldırıya varabilecek olası sonuçlar konusunda uyarıda bulunmuştunuz. Asker olarak, şu anki saldırıya Rusya’dan ne gibi tepkiler bekliyorsunuz? Devlet Başkanı Putin’in, artık kırmızı çizgilerin kalmadığını ve Kiev’in bundan pişman olacağını söylediği iddia ediliyor.

Öncelikle, anında tepki olmadı ve bu olumlu gelişme: Bugün için planlanan müzakereler gerçekten yapılıyor, ki bu olumlu olarak kaydedilmeli. İkincisi, bu tür durumlarda her zaman olduğu gibi: Bir taraf belirli önlemle öne çıkarsa, diğer taraf tepki verir. Savaşın şiddet eylemi olduğu yönündeki Clausewitz öğretisini sık sık unutuyoruz. Her taraf diğerine yasayı dikte eder, diğeri uyar ve bunun üzerine aşırıya kaçana kadar tekrar tepki gelir. Bu, modern dilde gerilimin tırmanması [eskalasyon] olarak adlandırılır. Dolayısıyla Rusya’nın karşılık vereceğinden emin olabiliriz.

Ancak Rusya’nın muhtemelen aynı şekilde tepki vermeyeceğini varsayıyorum. Bunun yerine, muhtemelen savaş alanındaki çatışmaları yoğunlaştıracak ve Ukrayna savunmasını zayıflatmak için hava saldırılarını artıracaktır. Ukrayna’nın durumu zaten son derece kritik olduğundan ve Rusya ek çaba gösterirse, askeri durum Ukrayna aleyhine önemli ölçüde değişecektir. Bu makul varsayım olsa da, Rusya’nın gerçekte nasıl tepki vereceğini elbette bilmiyoruz.

Rusya’nın stratejisinin her zaman aceleci tepki yerine ölçülü ama net tepkiyi öngördüğüne dair işaretler var mı? İnternette Rus nükleer doktrinine göre derhal nükleer saldırı çağrıları yapıldı.

Batı’da (özellikle ABD’de) ve Rusya’da tırmanma stratejileri arasındaki büyük farkın altını çizmek gerekir ki bu Batı’da sıkça hafife alınır. Batı küçük adımlarla tırmandırır: Rakibin nasıl tepki vereceğini —ya da hiç tepki verip vermeyeceğini— bekler ve sonra bir sonraki adımı atar. Böylece tırmanmanın kontrolünü elinde tutar. Rusya’nın tolerans eşiği ise çok daha yüksektir. Rusya bekler, ancak belirli noktada sert şekilde karşılık verir. Buradaki sorun, böyle tırmanma stratejisinde karşı saldırının ne zaman ve nasıl gerçekleşeceğini hesaplamanın çok zor olmasıdır. Bu da Rus tepkisini bu kadar öngörülemez kılıyor.

Sonuçta Rusya’nın tepkisi, Moskova’nın hangi stratejik hedefleri izlediğine bağlı. Eğer hedef Ukrayna’nın hızlı ve mutlak yenilgisi olsaydı, tepki, Rusya’nın savaşın müzakere yoluyla çözümünü birincil seçenek olarak görmeye devam etmesinden farklı olurdu. Şimdiye kadar ikincisini görüyoruz. Sadece bunun böyle kalmasını ve her türlü müzakere olasılığını ortadan kaldıracak tepkinin gelmemesini umabilir ve bekleyebiliriz.

Önceki uyarınızı da göz önünde bulundurarak son soru: Dünya şimdi nükleer savaşa bir adım daha mı yaklaştı?

Hayır, buna inanmıyorum. Önemli olan her zaman iki nükleer süper gücün bağlantılarını sürdürmesidir. Bu durumda Ukrayna gibi üçüncü tarafların eylemlerinin her iki nükleer güç tarafından doğru şekilde değerlendirilmesi son derece önemli. Her ikisi de nükleer çatışmayı önleme yönündeki üstün menfaatlerini izlemeye devam ediyor. Asıl önemli nokta bu: İstenmeyen tırmanma sarmalına sürüklenmemek gerekir.

Ne Amerika Birleşik Devletleri’nin ne de Rusya’nın bu iki büyük güç arasında çatışmaya en ufak ilgisi olmadığını çok net görebiliyoruz. Tam da bu nedenle, eskiden “kırmızı hat” olarak bilinen bu bağlantının iki taraf arasında sürdürülmesi kesinlikle hayati önem taşıyor.

Bir not olarak: Rusya’daki bu ikili bağlantının uç noktası “Nükleer Risk Azaltma Merkezi” olarak adlandırılıyor. Bu, bu iki süper güç arasındaki gerilimi azaltıcı önlemler için kendilerinin seçtiği etiketi açıkça ortaya koyuyor.

Sayın Orgeneral Kujat, röportaj için çok teşekkür ederiz.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

İkinci Trump yönetiminde sermaye hizipleri

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, yeni Trump yönetiminin arkasında sermaye ittifakını ve bu ittifakın olası gerilim, hatta dağılma dinamiklerini inceliyor.

Özel sermaye fonları ve Büyük Teknoloji ile “MAGA popülizmi” ittifakı olarak tanılmayabileceğimiz II. Trump yönetiminin ömrünü, bu sermaye hiziplerinin çıkarlarını yönetebilme beceresi de belirleyecek. Öte yandan, geleneksel finansa, yani Wall Street’e yönelik düşmanlık konusunda bir ortaklaşma görülüyor.

Nitekim Wall Street’in sözcüsü olarak nitelendirebileceğimiz mecralar, bir süredir Trumpçı “maceranın” ABD’den sermaye kaçırdığını “kanıtlayıp” duruyorlar. Yeni finansal araçlara sahip olanların bankalara yönelik hücumunun başarısı, Trumpizm’in de kaderini belirleyecek gibi görünüyor. Yakın zamanda Elon Musk ile Trump arasında vergi kesintisi ve harcama yasa tasarısı nedeniyle patlayan büyük kavga, geleceğe dair ipuçları sunuyor.

Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Amerika’nın Braudel’ci sonbaharı: İkinci Trump yönetiminde sermaye hizipleri

Benjamin Braun ve Cédric Durand
Phenomenal World
29 Mayıs 2025

Tarihçi Fernand Braudel’e göre, hegemonyanın çöküşü tarihsel olarak finansallaşma ile birlikte gelmiştir. Üretim ve ticarette kârlılığın azalmasıyla birlikte, sermaye sahipleri varlıklarını giderek finans sektörüne kaydırırlar. Braudel’e göre bu, imparatorlukların “sessiz ve ayrıcalıklı bir yaşamı garanti edecek her şeyi arayan rantçı-yatırımcı topluma dönüştüğü” bir “sonbahar belirtisi”dir.(1)

Braudel’in öngördüğü bu çöküş senaryosu, Trump’ın ikinci yönetiminin kilit isimlerini rahatsız ediyor. Şu anda Hazine Bakanı olan Scott Bessent, seçim kampanyası sırasında düşünceli bir tavırla şöyle demişti: “Eski rezerv para birimlerinin ortak noktası nedir? Portekiz, İspanya, Hollanda, Fransa, Birleşik Krallık… Bu ülkeler rezerv para birimi statüsünü nasıl kaybettiler?” Cevap: “Aşırı borçlandılar ve ordularını artık destekleyemez hale geldiler.” Eski bir hedge fonu yöneticisi Bessent, doların değerinin düşürülmesi programını resmi olarak reddediyor, fakat spekülatörler Trump’ın ocak ayında göreve gelmesinden bu yana ABD’nin döviz kurunu aşağı çekiyor. Dışişleri Bakanı Marco Rubio, 2019 yılında yayınlanan “21. yüzyılda Amerikan yatırımları” başlıklı raporun yazarı. Bu raporda, Wall Street’i, “iş kararlarını uzun vadeli kurumsal kapasite geliştirme yerine, yatırımcılara hızlı ve öngörülebilir bir şekilde para kazandırmaya yönelten” hissedar değeri rejimini sert bir dille eleştiriyor. Rubio’nun finans konusundaki görüşleri, Josh Hawley gibi kendini “popülist” olarak tanımlayan Cumhuriyetçiler tarafından da paylaşılıyor.

Wall Street’e karşı bu kalıcı düşmanlık, Trump’ın ikinci yönetiminin ilk aylarında ideolojik bir kırılmaya neden oldu; bir yandan, Başkan’ın “Kurtuluş Günü” gümrük vergileri finansal piyasaları altüst ederken, diğer yandan Wall Street finansal paniğe yol açarak Beyaz Saray’ı disipline etmeye çalıştı. Kendini MAGA [Amerika’yı Yeniden Büyük Yap] popülisti olarak tanımlayanlar ile Trump’ın seçim tabanının oluşturduğu koalisyonun sürdürülebilir olup olmadığı, ikinci Trump yönetiminin temel sorusu olmaya devam ediyor. Bu koalisyon, gümrük vergileriyle ABD imalat sektörünün canlandırılması ve sınır dışı edilmelerle işgücü piyasasının sıkılaştırılması yoluyla yaşam standartlarının yükselmesi ve iş güvenliğinin sağlanmasını bekliyor. Fosil yakıt şirketleri ve Palantir ve Anduril gibi savunma odaklı teknoloji şirketleri, militarize milliyetçilikte pek çok şey buluyor. Fakat Trump’ın ticaret politikası, Trump’ı sürekli destekleyen ve karşılığını almayı bekleyen iki sektör olan özel finans ve büyük teknolojiye açıkça zarar veriyor. Bu sektörlere saldırmak, onu yeniden başkanlığa taşıyan ABD sermayesinin tam da o kesimlerini kendinden uzaklaştırma tehlikesi yaratıyor. 

Bu sermaye grupları için ABD’nin gerilemesi görecelidir ve Japonya örneğinde olduğu gibi zarif bir şekilde yönetilebilir. Giovanni Arrighi’nin 1994 yılında gözlemlediği gibi, finans her zaman hegemonik geçişlerin aracısı olmuş ve bu geçişlerden faydalanmıştır.(2) Bugün, varlık yönetimi devleri, ABD’nin portföylerini gerileyen hegemondan uzaklaştırarak ve Çin ve diğer yükselen Asya ekonomilerinden gelen hızlı büyüyen sermaye havuzlarına ABD varlıklarına erişim imkanı sunarak kâr elde ediyor. Bu arada, büyük teknoloji şirketleri bilgi ve iktisadi koordinasyon üzerinde genel kontrolü hedefliyor.(3) Veriye erişimini kesintiye uğratabilecek, ağ etkisini azaltabilecek, maddi altyapı maliyetlerini artırabilecek ve bağlantısız siyasi yapıları dijital egemenlik peşinde koşmaya itebilecek jeoiktisadi parçalanmadan çok şey kaybedecekler.

Amerikan İmparatorluğu’nu yeniden canlandırma çabalarında Trump yönetimi, imalat odaklı nativistler ile çıkarları küresel boyuta yayılan sermaye gruplarının çıkarları arasında hassas bir denge kurmak zorunda kalacak. Bu çelişkili gündemleri uzlaştırmak, Trump koalisyonunun uzun ömürlülüğü ve küresel finansal sistemin istikrarı için büyük bir meydan okuma oluşturacak. 

Özel finans Trump’a arka çıkıyor

2016 seçimleri Wall Street’te dramatik bir bölünmeye yol açtı. Batmak için fazla büyük bankalar ve “kamu sermayesi” varlık yöneticileri retorik olarak Demokratlarla aynı çizgide yer alırken, “özel sermaye” veya alternatif varlık yöneticileri (özel sermaye, risk sermayesi ve hedge fonları) Trump’ın ilk başkanlık adaylığının yüksek sesli destekçileri olarak ortaya çıktı. Bu bölünme, Birleşik Krallık’taki bölünmeyi yansıtıyordu. Birleşik Krallık’ta cesaretlenen bir grup özel sermaye ve hedge fon patronu Brexit’e destek verirken, geleneksel finans dünyası Remain [AB’de kalma] kampını destekleme eğilimindeydi.(4)

Alternatif varlık yöneticileri sadece iki şey istiyor: vergi ayrıcalıkları ve deregülasyon. Forbes 400 sıralamasında özel finans patronlarının durmak bilmeyen yükselişinin ardındaki en önemli tek faktör, başarı primi faizi [carried-interest] vergisi yasal boşluğu. Son yirmi beş yılda, özel fon genel ortaklarının performansa dayalı ücretleri olan “başarı primi” 1 trilyon dolara ulaştı.(5) 2010 yılında Obama, bu boşluğu kapatmaya çalıştı ama başarısız oldu ki bu hamleyi, Blackstone CEO’su Stephen Schwarzman, Nazi Almanya’sının Polonya’yı işgaline benzetmeye uygun bulmuştu. Bu yasal boşluğun korunması, Senatör Kristen Sinema’nın son anda Biden yönetiminin Enflasyonu Düşürme Yasasına [IRA] eklediği talep ile sağlandı ve Biden döneminde şirketler ve zenginlere vergi artırımı konusunda yaşanan genel başarısızlığı tamamladı.

Deregülasyon cephesinde, özel finans kesimi için en büyük kazanç, bireysel emeklilik varlıklarının oluşturduğu devasa havuza erişimdir. Şu anda, özel sermaye ve hedge fonları, süper zengin bireylerden ve kurumsal varlık sahiplerinden para topluyor. En büyük müşteri grubu, açık ara farkla, sabit yükümlülükleri bulunan kurumsal yatırımcılar olan kamu ve özel sektördeki tanımlanmış fayda emeklilik fonları. Fakat 2008 finansal krizinden bu yana, 401(k) ve IRA planları gibi bireysel, tanımlanmış katkı planları, toplu emeklilik planlarına göre iki kat daha hızlı büyüdü. Bugün, bu iki tür planda 10 trilyon doların biraz altında bir meblağ bulunuyor ve bunların tümü, BlackRock, Vanguard ve State Street gibi Wall Street’in liberal kesiminin sadık destekçileri tarafından yönetiliyor. 

Bu devasa para havuzuna erişim sağlamak için uzun süredir mücadele eden özel finans grubu, Trump’ın ilk döneminde ilk zaferini elde etmişti. 2020 yılında, önde gelen muhafazakâr Yüce Mahkeme yargıcı Antonin Scalia’nın oğlu Eugene Scalia’nın başkanlık ettiği Çalışma Bakanlığı (DOL), bir mektup yayınlayarak mevcut kuralların 401(k) sponsorlarının plan fonlarını özel sermaye şirketlerine tahsis etmesine zaten izin verdiğini açıkladı. Elbette, SEC’in [Menkul Kıymetler ve Borsa Komisyonu] katı kural değişikliğinin aksine, DOL’in mektubu zayıf bir hukuki temele dayanıyor, fakat yine de önemli bir adım. Trump ikinci kez göreve başladıktan kısa bir süre sonra, özel sermaye devleri, fonlarına olan talebi iki katına çıkarabileceğine inandıkları 401(k) musluğunu açmak için çabalarını yoğunlaştırdı. 

Özel sermaye fonlarının, Amerika’daki 60 milyon 401(k) planı katılımcılarına erişim sağlamaya kararlı olmasında bir gizem yok. Saldırı hattı açık: Regülatörler, yatırım seçeneklerini halka açık hisse senetleri ve tahvillerle sınırlayarak, 401(k) sahiplerini çeşitlendirme ve getiri fırsatlarından mahrum bırakıyor. Apollo CEO’su Marc Rowan,  401(k) fonlarının “çoğunlukla S&P 500 olmak üzere günlük likit endeks fonlarına yatırıldığından” şikayet etmişti. Son zamanlarda altyapı varlıklarına yönelen BlackRock’un CEO’su Larry Fink de benzer şekilde, bu varlıkların “özel piyasalarda, yüksek duvarlarla çevrili, sadece en zengin veya en büyük piyasa katılımcılarına açılan kapıları olan” varlıklar olduğunu belirtmişti. BlackRock’un özel sermayeye yönelmesi, özel sermaye getirilerine erişimin Amerikan emeklilik tasarruf sahiplerine daha fazla finansal demokrasiye doğru bir adım olarak satılmasıyla, kamu sermayesi varlık yöneticileri arasında yaşanan daha geniş sağa kayışı temsil ediyor. 

Gerçekte, özel sermaye sektörü, ekonomist Ludovic Phalippou’nun “milyarder fabrikası”(6) olarak adlandırdığı şey için kurtarma paketi arıyor. 2006 yılından bu yana, milyarder sayısı 2005’te üç iken 2020’de yirmi ikiye çıkmış olsa bile, özel sermaye fonlarının yatırım getirileri borsa performansını geçemedi. Son yıllarda, bu tür satın alma fonları yatırımlarından çıkmakta zorlandı ve bunun yerine sektör genelinde kestaneleri ateşten alma oyunu oynayarak yatırımlarını birbirlerine devretti. 2024 yılında, özel sermaye sektörü on yıllardır ilk kez küçüldü. Biden döneminde hedef tahtasına oturan kurumsal anlaşmalar, büyümeye geri dönüş için bir yol sunuyor. Alternatif varlık yöneticisi Sixth Street’in baş yatırım sorumlusu, geçtiğimiz günlerde yatırımcılara, “Sektör, topladıkları sermayenin miktarını haklı çıkarmak için kısmen M&A’nın [Birleşme ve Satın Alma] geri döneceğini söyleyip duruyor,” dedi. “Sorun, 2019 ile 2022 yılları arasında insanların varlıklar için çok fazla para ödemiş olması ve kimse bu varlıkları kabul edilebilir bir getiri olmadan satmak istememesi.” 

Gerçekçi olmayan getiri beklentileri birikmişken, mevcut yatırımcılar için kârlı bir çıkışın en kesin yolu yeni yatırımcılar çekmek. Sektörün düşüncesine göre, 1 trilyon dolarlık “suskun” 401(k) parasını çekmek, emeklilik fonlarının, varlık fonlarının ve büyük bireysel varlık sahiplerinin hisselerini kârla satmalarını sağlayacak. Daha küçük tasarruf sahipleri ise bu aşırı değerli varlıkların yükünü üstlenmek zorunda kalacak. Başka bir deyişle, bir saadet zinciri.

Büyük Teknolojinin yeniden düzenlenmesi

Finans iki siyasi gruba bölünürken, Silikon Vadisinin seçkinleri şaşırtıcı bir birlik içinde sağa doğru ilerledi. Otuz yıl boyunca, teknoloji girişimcileri ve özel finansörler, devletin uyguladığı büyük yaptırımlardan korkmadan “hızlı hareket edip işleri bozabilirdi.” Her şeyi çok kolay elde eden bu zirvedeki avcılar, Biden yönetimi ve Demokrat Partinin artan antitekel uygulamalarının durdurulması gerektiğine karar verdi. Bu anlamda, Trump’ın bayrağı etrafında toplanmaları, Obama-Trump antitekel statükosunu geri getirmekle ilgili. Sektör liderlerinin hissettiği endişeden bahseden risk sermayedarı Marc Andreesen, kampüslerde ve Silikon Vadisinde “toplumsal devrim” belirtileri gördüğünü ve “Yeni Sol’un yeniden doğuşu”nun işgücünü radikalleştirdiğini söylüyordu:

Açıkça görülüyor ki, şirketler temelde toplumsal değişim ve toplumsal devrimin motorlarına dönüştürülüyor. Çalışan tabanı vahşileşiyor. [Birinci] Trump döneminde, tanıdığım birçok şirketin kendi kampüslerinde kendi çalışanları tarafından şiddetli ayaklanmaların patlak vermesine saatler kaldığını hissettiği vakalar yaşandı.

Silikon Vadisi liberalizminin, ABD kapitalizminin artık geçmişte kalan maksimum likidite ve minimum regülasyon dönemiyle bağlantılı geçici bir aşama olduğu ortaya çıktı. Ardından Covid salgını patlak verdi ve devlet işçilere önemli miktarda ödeme yaptı. Bu ödemelerden yararlanan bazı işçiler, yeni taleplerini dile getirme gücü kazandıklarını hissettiler. Aynı zamanda, Biden yönetiminin en aktivist kolu olan Lina Khan’ın Federal Ticaret Komisyonu, antitekel uygulamalarını büyük teknoloji şirketlerine yöneltti. Biden’ın Hazine Bakanı Janet Yellen’in kurumsal vergilendirme konusunda geçici uluslararası koordinasyon çabaları ve Demokrat Başkan’ın sendika mobilizasyonuna verdiği retorik destek de eklenince, Andreesen’in bunu “devasa bir radikalleşme anı” olarak neden yaşadığı ve grup sohbetlerinde milyarder sınıf bilincini teşvik etmek için neden bu kadar çok zaman harcadığı anlaşılabilir.

Bu koşullar, büyük teknoloji şirketlerinin Trump’ın dönüşünü destekleyen ikinci sermaye grubu olarak özel finans sektörüne katılmalarına neden oldu. Büyük teknoloji şirketlerinin patronlarının göreve başlama töreninde bir araya gelmeleri bu ittifakı kesinleştirdi. Bunun karşılığında, yapay zeka şirketleri için kamu güvenliği önlemlerini ve kripto şirketleri için düzenleyici engelleri ortadan kaldıran bir dizi başkanlık kararnamesi ile hızla ödüllendirildiler. Nitekim, Biden yönetiminin 2019’da başlatılan ve 2022’de rafa kaldırılan Facebook’un Libra küresel ödeme sistemi planına karşı hızlı bir şekilde karşı çıkmasının aksine, yeni yönetim kripto sektörünü devletin tam güveni ve kredisiyle desteklemeye hazır görünüyor. 

Kripto para yatırımcıları, emeklilik fonlarının parasını çekmek için özel sermaye stratejisini benimsedi. Trump’ın yeniden seçilmesinden bu yana, yirmi üç eyalet yasa tasarısı kabul ederek kamu kurumlarının kripto para yatırımına izin verdi. Bazı durumlarda, yasa tasarıları özellikle kamu emeklilik fonlarını da kapsıyor. Ve stabilcoinler için izin veren bir düzenleyici çerçeve sağlamayı amaçlayan “ABD Stabilcoinleri için Ulusal İnovasyonun Yönlendirilmesi ve Kurulması” (Genius) Yasası Senatoda önemli bir engeli aşarken, Menkul Kıymetler ve Borsa Komisyonundan (SEC) Tüketici Finansal Koruma Bürosuna (CFPB) kadar finansal düzenleyici kurumlara yönelik DOGE saldırısı, denetimi zayıflatıyor ve finansal sistem genelinde risk almayı teşvik ediyor. Elon Musk’ın Visa ile ortaklaşa X Money Account oluşturma planının önünde neredeyse hiçbir engel kalmadı. Silicon Valley Bank krizinin çok daha büyük bir versiyonunun tohumları atıldı. 

Sonuç olarak, yeni yönetimin ilk birkaç ayında sorun yaratan ciddi mali sıkıntılar, Başkan’ın kurumsal koalisyonunun bir kusuru olduğu kadar bir özelliği de olabilir. Yeni Silikon Vadisi seçikinlerinin hedefleri, federal bürokrasiyi işlevsiz hale getirmekle kalmayıp, Wall Street’i de tahtından indirmek.

Fed’in ikilemi

Bu da bizi, finans ve devletin karşı karşıya geldiği her türlü mücadelede belirleyici rol oynayan Federal Rezerv’e getiriyor. Büyük bir finansal krize rağmen, Fed ABD makro iktisadi politikasında sağlam bir para politikası hakimiyetini sürdürdü. Yeniden açılma enflasyonu başladığında, para politikası hem finansal istikrar hem de fiyat istikrarı için umut verici bir araç sunarken, maliye politikası arka plana çekildi. Yellen’in pandemi kaynaklı durgunluğa yanıt olarak uyguladığı “büyük ve erken harekete geçme” stratejisi ile oluşturulan yüksek basınç ekonomisi, pandemi kaynaklı tedarik zinciri gecikmelerinden kaynaklanan fiyat artışlarıyla birleşerek, Fed’in hem finansal piyasaları hem de işgücü piyasalarını deflasyona sokmak için para politikasını sıkılaştırmasının gerekçesini oluşturdu. 

Ne var ki, Trump’ın ikinci döneminde Fed çok daha tehlikeli bir yolda ilerliyor. Trump’ın gümrük vergileri ve zayıf dolar, enflasyonist baskıların geri dönme olasılığını artırıyor. Yetkin ve disiplinli bir yönetim, stratejik stoklama ve fiyat kontrolleriyle temel ihtiyaç maddelerinde fiyat artışlarını önleyebilir.(7) Ne var ki mevcut yönetim ne yetkin ne de disiplinli ve DOGE’nin federal hükümete yönelik sistematik saldırıları, enflasyonu dizginleme yükünün tek başına Fed’in omuzlarına bineceği izlenimini pekiştiriyor. 

Burada [Fed Başkanı] Jerome Powell bir ikilemle karşı karşıya. Gümrük vergileri ve zayıf doların çifte etkisiyle enflasyonist baskılar artarsa, Fed’in faizleri yükseltmesi beklenir. Fed şimdiden tahvil getirilerinin yükselmesine izin veriyor. Ne var ki, beklenenden yüksek faiz oranları ve beklenenden düşük gelir artışı nedeniyle derinleşen finansal stres (otomobil sahipleri, en yüksek oran ile son otuz yılın en yüksek seviyesinde kredi ödemelerini yapamaz haldeler), Fed’i 2019 sonu ve 2023 başında yaptığı gibi, acil kredi ve varlık alımları yoluyla varlık değerlerini desteklemek için müdahale etmeye zorlayabilir. Dahası, Trump ve Bessent, ABD hükümetinin borçlarına daha düşük faiz oranları uygulanmasını istediklerini açıkça belirtmişlerdi. Bu durum, para politikasında sıkılaştırma yönündeki her türlü girişimi büyük ölçüde zorlaştıracaktır.  

Powell’ın ikilemi, en büyük varlık tehlikede olduğu için daha da acil hale geliyor: ABD hazine tahvillerinin küresel güvenli varlık statüsü ve dolayısıyla ABD dolarının küresel rezerv ve fonlama para birimi statüsü. Resmi rezerv yöneticilerinin ABD menkul kıymetlerine olan ilgisi yıllardır azalıyor, çünkü küresel rezerv varlıklarında doların payı 2000 yılındaki yüzde 71’den 2024 yılında yüzde 57’ye düştü. Tahvil yatırımcıları arasında endişenin arttığına dair işaretler şubat ayında ortaya çıktı. Fransız varlık yönetimi şirketi Amundi’nin yatırım direktörü, Beyaz Saray’ın menkul kıymetler düzenlemelerini zayıflatma talimatına yanıt olarak, “ABD sistemine, Fed’e ve ABD ekonomisine olan güveni sarsabilecek adımlar atılmaya başlandı,” demişti. Takip eden haftalarda, bu üstü kapalı tehdit, borsalarda güçlü bir düzeltme ve daha da endişe verici bir şekilde ABD hazine tahvili faizlerinin yükselişiyle somutlaşmaya başladı. Trump’ın 2 Nisan’da “karşılıklı” gümrük vergileri uygulayacağını açıklamasının ardından ABD olağanüstü bir olay yaşadı: sermaye kaçışı. Fed, enflasyon yükselirken reel faizlerin düşmesine izin vermeye zorlanırsa, çok daha büyük ölçekli bir sermaye kaçışı gerçek bir olasılık haline gelir. 

ABD’nin ticaret açığını ortadan kaldırırken doların rezerv para birimi statüsünü korumak gibi hedeflerin birbiriyle bağdaşmadığı uzun zamandır biliniyor. Robert Triffin’in 1950’lerin sonlarında “dolar bolluğu” üzerine yaptığı çalışmalardan bu yana, uluslararası para iktisatçıları ticaret yoluyla küresel iktisadi büyümenin rezervlerin mevcudiyetine bağlı olduğunu anladılar. Yeni bir rezerv standardının yokluğunda, bu durum, ABD’nin sürekli ticaret açığı yoluyla dünyanın geri kalanına bol miktarda dolar sağlanması gerektiği şeklinde yorumlandı. Avrodolarların ve sınırsız brüt sınır ötesi finansal akışların olduğu bir dünyada, küresel likidite mutlaka ABD cari hesabına bağlı değil fakat yönetimin ikisini birbirinden ayırma fikirleri pek de güven verici değil. Bunlar arasında özellikle, “dünya çapında yasal ve meşru dolar destekli stabilcoinlerin geliştirilmesini ve büyümesini teşvik etme” vaadi yer alıyor. Eric Monnet bunu, stabilcoinlerin değeri dolar varlıklarıyla destekleneceği için, küresel para sisteminde doların hakimiyetini zayıflatmak yerine genişletmeyi amaçlayan bir strateji olan “kriptomerkantilizm” olarak adlandırdı.

Yönetici sınıfın yönetiminin tuzakları

Trump’ın göreve dönüşü, onun zaferine katkıda bulunan koalisyonun içindeki çatlakları ortaya çıkardı. Popüler MAGA hizipleri, ana akım finans ve teknoloji sektörünün açık küresel finans ve dijital pazarlara olan ilgisiyle pek ortak noktası olmayan Trump’ın milliyetçi tutumuna destek verdi. Teknoloji ve MAGA, ABD’nin sanayi tabanını canlandırma hedefinde orta yol bulabilir, fakat bu, hem ana akım hem de özel finansın üstünlüğü için dayandığı güçlü doların temelini sarsacaktır. Steve Bannon’un dediği gibi, “birçok MAGA’cı Medicaid’den yararlanıyor” olsa da, Cumhuriyetçilerin kontrolündeki Temsilciler Meclisinde kısa süre önce kabul edilen federal bütçe, özel finansın desteklediği radikal sosyal yardım kesintilerini içeriyor. Retoriklere rağmen, bu harcama kesintileri vergi indirimlerini telafi etmiyor: kamu açıkları devam edecek ve yönetimin gümrük vergileri ve deregülasyon gündemi finansal istikrarı tehdit edecek.  

Devlet teorisyenleri uzun zamandır “yönetici sınıf yönetmez” iddiasını savunmaktadır. Fred Block’un isabetli ifadesiyle, liberal demokrasiler, şirketlerini yöneten kapitalistler ile hükümeti yöneten “devlet yöneticileri” arasındaki iş bölümü ile karakterize edilir.(8) Tekil kapitalistler kendi kârlarını görmeye eğilimli oldukları için, servetleri devlet yöneticilerinin toplumsal, ekolojik ve finansal yeniden üretim koşullarını sürdürmedeki başarılarına bağlıdır.

Block’a göre, kapitalist devlet kendi çıkarlarını birleştirerek hayatta kalmaya çalışır. Şimdi şu soru ortaya çıkıyor: Mevcut ABD hükümeti, zayıflamış haliyle, ikinci Trump dönemini destekleyen çok sayıda rakip grubun çıkarlarını birleştirebilecek mi? ABD teknoloji şirketlerinin Çin’deki üretim çıkarlarını korurken MAGA milliyetçilerini yatıştıran gümrük vergileri, uluslararası düzeyde koordine edilen doların devalüasyonu ile birleştiğinde, Bidenomics’in imalat yatırım patlamasını sürdürmek için önemli bir adım olacak. Finansal deregülasyon ve özel sermaye için 401(k) musluklarının açılması, Trump’ın federal bütçe tartışmaları sırasında ortaya attığı gibi, yüksek gelir vergisi oranlarının yüzde 37’den 2017 öncesi seviyesi olan yüzde 39,6’ya geri döndürülmesi ile birleştirilebilir. Ne var ki böyle bir konsensüsün ortaya çıkıp çıkmayacağı henüz belli değil. Sadece birkaç ay içinde, Trumponomics’in çelişkileri tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı ve görünürde bir çözüm de yok.


Dipnotlar:

  1. Braudel, F. (1984). Civilization and capitalism, 15th-18th century. University of California Press, s. 246 ve 266-267. 
  2. Arrighi, G. (1994). The long twentieth century: Money, power, and the origins of our times. Verso.
  3. Durand, C. (2024). How Silicon Valley Unleashed Techno-feudalism: The Making of the Digital Economy. Verso Books.
  4. Marlène Benquet and Théo Bourgeron, Alt-Finance: How the City of London Bought Democracy, Pluto: London, 2022.
  5. Phalippou, L. (2024). The Trillion Dollar Bonus of Private Capital Fund Managers (SSRN Scholarly Paper No. 4860083). https://papers.ssrn.com/abstract=4860083
  6. Ludovic Phalippou, “An Inconvenient Fact: Private Equity Returns and the Billionaire Factory,” The Journal of Investing, December 2020, 30 (1) 11 – 39.
  7. Weber, I. M., Lara Jauregui, J., Teixeira, L., & Nassif Pires, L. (2024). Inflation in times of overlapping emergencies: Systemically significant prices from an input–output perspective. Industrial and Corporate Change, 33(2), 297–341. https://doi.org/10.1093/icc/dtad080
  8. Block, F. (1987). The ruling class does not rule: Notes on the Marxist theory of the state. In Revising state theory: Essays in politics and postindustrialism (s. 51–68). Temple University Press.
Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Batı basını, İstanbul’daki ikinci Rusya-Ukrayna görüşmelerine nasıl tepki verdi?

Yayınlanma

Rusya ve Ukrayna heyetleri, çatışmanın çözümüne yönelik ikinci tur müzakereler için 2 Haziran’da İstanbul’daki Çırağan Sarayı’nda bir araya geldi. Bir saatten fazla süren görüşmede, Rus heyetine Devlet Başkanı Yardımcısı Vladimir Medinskiy, Ukrayna heyetine ise Savunma Bakanı Rustem Umerov başkanlık etti.

Müzakereler sonucunda tarafların çatışmanın çözümüne ilişkin belgeleri masaya yatırdığı ve yeni bir esir takası için hazırlıklara başlandığı bildirilirken, uluslararası basın kuruluşları görüşmelerden önemli bir ilerleme beklemediklerini aktardı.

Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy, görüşmelerin ardından yaptığı açıklamada, tarafların çatışmanın çözümüne ilişkin belgeleri teati ettiğini ve yeni bir esir serbest bırakma sürecinin hazırlıklarına başladıklarını belirtti.

Ukrayna Savunma Bakanı Umerov ise müzakerecilerin tüm ağır hasta esirler ile 25 yaş altındaki kişilerin takası konusunda anlaşmaya vardığını açıkladı.

Rus heyetine başkanlık eden Medinskiy, Rusya’nın gelecek hafta tek taraflı olarak Ukrayna’ya hayatını kaybeden 6 bin askerin naaşını teslim edeceğini söyledi. Ayrıca Medinskiy, Moskova’nın Kiev’den çatışma nedeniyle zor durumda kalan 339 çocuğun isim listesini aldığını da sözlerine ekledi.

Reuters: Atılım beklentisi düşük

İngiliz haber ajansı Reuters, “Pazartesi günü bir atılım beklentisi düşüktü. Ukrayna, Rusya’nın bugüne kadarki yaklaşımını kendisini teslim olmaya zorlama girişimi olarak görüyor ki Kiev bunu asla yapmayacaktır. Diğer yandan, Mayıs ayında son altı ayın en hızlı ilerlemesini kaydeden Moskova ise Kiev’in Rusya’nın şartlarıyla barışı kabul etmesi gerektiğini, aksi takdirde daha fazla toprak kaybıyla yüzleşeceğini belirtiyor,” ifadelerini kullandı.

Associated Press: Taraflar kilit konularda uzak

Amerikan haber ajansı Associated Press (AP), “ABD’nin her iki tarafı ateşkese teşvik etme çabaları henüz başarıya ulaşmadı. Ukrayna bu adımı kabul etti ancak Kremlin fiilen reddetti. Her iki ülkeden üst düzey yetkililerin son yorumları, askeri faaliyetlerin durdurulmasına yönelik kilit şartlar konusunda hâlâ anlaşmadan uzak olduklarını gösteriyor,” değerlendirmesinde bulundu.

Bloomberg: Barış umudu uzak görünüyor

Bloomberg haber kuruluşu ise “Bu görüşme, çatışmanın başlangıcından bu yana savaşan iki taraf arasında kamuoyuna açık ikinci görüşme oldu ve Mayıs ayındaki ilk tur müzakerelerin ardından geldi. ABD Başkanı Donald Trump’ın aylardır süren ve ilerleme kaydedilememesi nedeniyle giderek hayal kırıklığına uğradığı çabalarına rağmen barış olasılığı uzak görünüyor. Moskova, ABD’nin 30 günlük ateşkes önerisine hâlâ direniyor,” diye yazdı.

The New York Times: Müzakereler tıkanırken sahada saldırılar artıyor

ABD’nin önde gelen gazetelerinden The New York Times, “Moskova ve Kiev, her iki ülke liderlerini kâh ikna etmeye çalışan kâh eleştiren Başkan Trump’ın baskısı altında müzakere ediyor. Ancak Rusya ve Ukrayna sert bir duruş sergiliyor ve hiçbir tarafın diğer taraf için kabul edilebilir şartlar sunması beklenmiyor. Müzakereler çıkmaza girerken, savaş alanında saldırılar yoğunlaşıyor,” yorumunu yaptı.

CNN: Belirsizlik sürüyor

Amerikan haber kanalı CNN, “Geçen ay Türkiye’de yapılan ve düşman ülkeler arasında 2022’den bu yana ilk olan birinci tur görüşmelerin ardından her iki taraf da tam bir ateşkes ve potansiyel olarak uzun vadeli bir barış için şartlarını teati etmeyi kabul etmişti. Ukrayna’nın pazar günkü hava saldırısının bu yolu kolaylaştırıp kolaylaştırmayacağı ya da daha da çetrefilli hâle getirip getirmeyeceği henüz belirsiz,” ifadelerine yer verdi.

Financial Times: İlerleme belirtisi yok, Trump hayal kırıklığı yaşıyor

İngiliz Financial Times gazetesi ise, “Heyetler el sıkışmadı ve potansiyel bir anlaşmaya varılması yönünde herhangi bir ilerleme belirtisi göstermedi. Rusya’nın uzlaşmaz tutumu, göreve geldiği ilk gün çatışmayı çözebileceğiyle övünen ve Putin ile yakın ilişkilerinin bir anlaşmaya varılmasına yardımcı olacağına inanan ABD Başkanı Donald Trump’ı hayal kırıklığına uğrattı,” değerlendirmesini okuyucularıyla paylaştı.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English