Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Kamusal kemer sıkma ve özel lüks çağı

Yayınlanma

Amerika’nın neoliberal Yeni Soğuk Savaşı’nın ülkenin eski endüstriyel ve buna bağlı ekonomik gücünü geri getirebileceğine dair hiçbir işaret yok. Ekonomi, günümüzün borç yükü ortadan kalkmadığı sürece toparlanamaz. Borç ödemeleri, konut maliyetleri, özelleştirilmiş sağlık hizmetleri, öğrenci harçları ve çöken altyapı, Amerikan ekonomisini tepetaklak etti. Ancak, neoliberalizmin ekonominin ve yaşam standartlarının tamamen finansal yollarla, borçlanma ve şirket tekellerinin rant elde etmesiyle gelişebileceğine dair inancının doğasında var olan sınıf savaşına alternatif sunacak çok az “gerçekçi ekonomi” yaklaşımı var. ABD ise üretimini geri dönülemez bir şekilde rekabet edemez hale getirdi.

Rantiye sınıfı, Amerika’nın neoliberal özelleştirme ve finansallaşmasını geri döndürülemez kılmaya çalıştı. Bunu öylesine başardı ki, aksini talep eden hiçbir parti ya da seçmen grubu kalmadı.


Kamusal kemer sıkma ve özel lüks çağı

Melinda Cooper ile neoliberalizmin yakın tarihi ve yeni kitabı Counterrevolution: Extravagance and Austerity in Public Finance (Karşıdevrim: Kamu Maliyesinde Savurganlık ve Kemer Sıkma) üzerine mülakat.

Daniel Steinmetz-Jenkins, Kate Yoon, The Nation

Son on yılda neoliberalizmin tarihi, David Harvey’in Neoliberalizmin Kısa Tarihi’ndeki Marksist yorumundan Quinn Slobodian’ın neoliberalizmin Avrupa’nın yıkılan imparatorluklarının kalıntılarından doğduğunu savunan Küreselciler kitabına kadar büyük ilgi gördü. Daha pek çok kitap sıralanabilir, ancak en çok tartışılan ve son zamanlarda etkili olanlardan biri, Melinda Cooper’ın Family Values (Aile Değerleri, 2017) adlı kitabıdır. Bu eser, 1970’lerin neoliberal iktisadi söyleminin –kemer sıkma, mali sorumluluk ve enflasyonla mücadele tedbirleri talepleriyle– ahlaki kısıtlama, geleneksel aile değerleri ve Protestan çalışma etiği müjdesiyle dini sağ gibi sosyal muhafazakârlar tarafından nasıl benimsendiğini göstermeye çalışır. Cooper, bu benimsemeyi aynı dönemde ortaya çıkan kadın ve Black Power hareketleri gibi sol ilerici hareketlere bir tepki olarak görüyor ve sosyal muhafazakarların neoliberalizmin yükselişinde kayda değer bir rol oynadığını savunuyor.

Cooper’ın son kitabı Karşıdevrim: Kamu Maliyesinde Savurganlık ve Kemer Sıkma, Aile Değerleri’nin devamı olarak düşünülebilir. Kitap, 1980’’lerde neoliberalizme dönüşü, sol kamu maliyesi ajandasını kontrol altına almak amacıyla kamu maliyesinde –bütçe dengeleme, zenginler için vergi indirimleri, merkez bankası para politikası ve benzeri tedbirler yoluyla– bir tür karşı devrim olarak çerçeveliyor. Bu dönemi, “karşı devrim” olarak adlandırıyor, zira sadece Keynesyen refah devletinin değil, Keynesçiliğin kontrol altında tuttuğu sol sosyal güçlerin de altını oymaya çalışıyordu. Cooper’a göre Keynesçilik, hükümetin kamu hizmetlerini, sosyal yardımları ve ücretleri sübvanse etmesini sağladığı ölçüde, işçilerin daha yüksek ücret talep edebileceği ve politikacıların oy kazanmak için servetin yeniden dağıtılmasını isteyebileceği bir devrime açık kapı bıraktı. Başka bir deyişle, Cooper’a göre, “sosyal devletin kurumlarının aşağıdan ele geçirilmesi ve devlete bağımlı olanların yeni bir tür sosyal devrimin aracıları haline getirilmesi mümkündü”. Cooper, bu tür toplumsal devrimci güçlerin 1960’ların sonunda ABD’de ortaya çıkmaya başladığına inanıyor. Karşıdevrim, teknik ekonomik gerekçelerle uygulamaya konulan ancak yoksulları güçsüzleştirip zenginleri güçlendirmek gibi siyasi bir amaç güden “bütçe mekanizmalarını” uygulayarak bu güçleri engellemeyi amaçlamıştı. Cooper’a göre bu karşı devrimin üstesinden gelmenin tek yolu solun “para yaratma ve kamu harcaması sürecini kolektifleştirmesi”. Peki ama bunu nasıl başarabilir?

The Nation, Cooper ile karşı devrim, onun iktisadi pratiklerinin itici gücü olan politikalar, solun bu devrimin üstesinden gelmekte neden bu kadar zorlandığı ve gelecekte neler yapabileceği hakkında konuştu. Mülakatımız uzunluk ve anlaşılırlık açısından düzenlenmiştir.

***

Daniel Steinmetz-Jenkins: 1970’lerde kamu harcamalarında ve merkez bankası para politikasında ortaya çıkan “karşıdevrim” ile özellikle neyi kastettiğinizi anlatarak başlayalım.

Melinda Cooper: Benim temel argümanım Aile Değerleri’nde geliştirdiğim argümanla aynı. 1980’lerin başındaki neoliberal karşıdevrimin Keynesçiliğe karşı bir tepki olduğu fikrini sorguluyorum. Bunun yerine, 1960’ların sonu ve 70’lerin solcu toplumsal hareketlerine karşı bir tepki olarak görüyorum ki bu hareketler halihazırda var olan Keynesçiliğin bir tür içkin eleştirisiyle meşguldü.

Bu kitapta yeni olan, uzun neoliberal karşı devrimin mali ve parasal boyutlarına odaklanılması. Neoliberaller tarafından sol toplumsal isyanın vaatlerini dizginlemek, köreltmek ya da etkisiz hale getirmek için kullanılan çeşitli bütçe mekanizmalarının haritasını çıkarmaya çalışıyorum. Bu mekanizmalar arasında eyalet ve yerel yönetimler üzerindeki vergi ve harcama sınırlamaları, vergilendirmede oy çokluğu kuralları, federal düzeyde denk bütçe ideali, reel ücret enflasyonuna karşı merkez bankası tabusu ve varlık fiyatı enflasyonunun iyi niyetli bir şekilde ihmal edilmesi yer alıyor. Bunlar son derece teknokratik ve siyasi açıdan tarafsız araçlar gibi görünse de belirli toplumları haklarından mahrum etmek ve diğerlerini güçlendirmek için çok hedefli şekillerde kullanıldılar.

Benim temel argümanım, farklı çizgilerdeki neoliberallerin, bir yandan finansal varlık sahipleri için radikal bir harcama ve parasal savurganlık rejimi başlatırken, diğer yandan öncelikle ücret gelirine bağımlı olanlar için aşırı bir kamu harcaması kemer sıkma rejimi yaratmayı başardıkları. Denklemin sadece kemer sıkma tarafını görme eğilimindeyiz, dolayısıyla bunun tamamen devletin geri çekilmesiyle ilgili olduğu yanılsamasına kapılıyoruz. Fakat, finansal servetin devlet tarafından aktif olarak teşvik edildiği çeşitli yolları da anlamazsak, son on yıllarda meydana gelen aşırı servet yoğunlaşmasını izah etmek zor olur.

Kate Yoon: Karşıdevrim, 1970’lerde Keynesçiliğe karşı gerçek tepkinin iktisadi değil siyasi olduğunu öne sürüyor: “Kapitalist devletin karşı karşıya kaldığı şey, maliye ve para politikasına yönelik mutlak ekonomik sınırlar değil, kendi işleyiş biçimine yönelik siyasi sınırlardı,” diye yazıyorsunuz. Keynesyen devletin faydalanıcılarını beyaz erkek işçilerin ötesine genişletme talepleri nasıl bir karşı devrime yol açtı?

MC: Mali ve parasal politikanın iktisadi ve siyasi sınırları arasındaki farkta ısrar ediyorum, zira çok fazla insan 1970’lerde yeniden dağıtımın gerçek sınırlarıyla kolektif olarak karşılaştığımız fikrini kabul ediyor. Hâkim teşhis, ücret enflasyonu ve yeniden dağıtımcı kamu harcamalarının ekonomik felaket için bir reçete olduğuydu. Bu, yeni ortaya çıkan neoliberaller ve pek çok eski Keynesyen tarafından paylaşılan bir teşhisti. Tarihsel ve gelecekteki alternatiflerin karşı olgusal fikrini açık tutmak istiyorsak sorgulamamız gereken esas nokta budur. Durumun kapitalist devlet açısından facia olduğunu, ancak sol komünist bir alternatif için zorunlu olmadığını öne sürüyorum.

Muhafazakâr Avusturyalı iktisatçı Joseph Schumpeter, harcamaların iktisadi ve siyasi sınırları arasındaki bu ayrımı, devletlerin sosyal bütçelerini genişlettiği ve komünizmin hesaba katılması gereken gerçek bir güç olduğu I. Dünya Savaşı sonrasında ortaya koymuştu. Schumpeter’e göre refah devletinin genişlemesinin gerçek sınırı, sürdürülemez kamu borcunun varsayımsal bir devrilme noktası değil, işçi sınıfının yükselen siyasi gücüydü.

1940’larda Michal Kalecki soldan benzer bir noktaya değinmiş ve aynı zamanda 1970’lerde Keynesyen refah devletine karşı neoliberal tepkiyi öngörmüştü. Kalecki tam istihdam tehlikesinden bahsediyordu. Ancak 1970’lerin ortasındaki durgunlukta daha kötü bir şey oldu: İşsizlik yardımlarının yaygınlığı sayesinde işsizlerin sayısı, ücretler üzerinde belirgin bir disiplin etkisi olmaksızın arttı. Kalecki, refah devletinin genişlemesinin çalışma ahlâkının altını oyduğu anda hem sanayicilerin hem de finansal varlık sahiplerinin Keynesyen uzlaşıdan desteklerini çekeceklerini öngörmüştü. Arz yanlısı iktisatçı Martin Feldstein da 1970’lerin ortalarında temelde aynı durum teşhisini dile getirmişti, bu yüzden ona “Usta Sınıfının Kalecki’si” diyorum.

Tüm bunlar Keynesyen sermaye ve emek arasındaki arabuluculuk projesinin siyasi sınırlarının oldukça somut örnekleri. Fakat Kalecki, emek ve sermaye arasındaki anlık çatışmadan daha derine inmiyor, bu nedenle Keynesyen uzlaşının örgütlenmesinde aile ve ulusun oynadığı hayati rolü anlayamıyor. Yurttaşlığına ve kadın emeğine getirilen sınırlamalar, Keynesçiliğin devlet harcamalarının genişlemesini kısıtlayabilmesinin ve milli gelirdeki emek payını kontrol altında tutabilmesinin iki yoludur. Kalecki’nin teşhisinin genişletilmesi gerekiyor: 1970’ler yalnızca resmi ücretin değil, sosyal ücretin de enflasyonuna tanık oldu ve her iki hareket de Fordizmin marjinal işçileri –kadınlar, Afrikalı Amerikalılar ve diğer ırksal azınlıklar– ve Fordist işçi sınıfı tarafından desteklendi.

DSJ: Genelde bu karşı devrimin temelde kaçınılmaz olduğu varsayılır. Siz buna katılmıyorsunuz. O dönemde hangi uygulanabilir alternatif yollar mevcuttu?

MC: Karşı devrim ancak zenginliğin kolektifleştirilmesinin katı iktisadi sınırları olduğu önermesini kabul edersek kaçınılmazdır. Bu iktisadi “doğa kanunları” komünizmi sadece tehlikeli değil, aynı zamanda imkânsız kılıyor. Farklı çizgilerdeki iktisatçıların bu yasalar için farklı kelimeleri var. Neoliberaller arasında bu, gerçek ücret enflasyonunun iktisadi açıdan felaket olduğu ve hızlandırıcı olmayan işsizlik enflasyon oranı (NAIRU) olarak adlandırılan kasıtlı işsizlik yaratma yoluyla dizginlenmesi gerektiği fikridir. Keynesyenler arasında ise, milli gelirin sermaye ile emek arasında kâr artışından ödün vermeden paylaşılması gerektiği ve bunun da ancak milli hasıladaki sürekli büyüme ile sağlanabileceği fikri hâkim.

Her iki akım da servetin kolektifleştirilmesine bir sınır koyuyor: Kârlara oranla ücretlerde herhangi bir artış ya da finansal varlıkların değerini tehlikeye atan herhangi bir toplumsal servet yeniden dağıtımı gördüklerinde endişelenirler. Keynesyenlerin bu konuda daha esnek oldukları aşikâr ama bu esneklik milli hasıladaki sürekli büyümeyi sürdürebildikleri sürece geçerlidir. Büyümenin temelleri atıldığında ya da milli gelirdeki emek payı sermaye payından daha hızlı büyüdüğünde, sendikaların ve patronların ücret ve fiyat kontrolleri yoluyla kemer sıkmayı paylaşmayı kabul ettikleri korporatist stratejilere başvururlar.

Eğer bir komünist ekonomi örgütlenmesinin nasıl görüneceğini tahayyül etmeye başlamak istiyorsanız, ilk olarak neoliberal ve Keynesyen iktisatçılar tarafından farklı şekillerde dile getirilen servetin kolektifleştirilmesinin teknik sınırlarını anlamanız gerekir. Bu, iktisadi belirsizliğin, doğal kaynak kıtlığının veya zorunlu işlerin sıkıcılığının tamamen ortadan kalkacağı anlamına gelmez. Fakat ortadan kaldırılacak olan şey, günümüzde şirketlerin kârlarını veya özel serveti desteklemek için kullanılan kolektif kaynakların büyük ölçüde israf edilmesidir.

Bu durumda, iktisadi bir alternatif yaratmanın sadece teknik bir mesele olamayacağı bariz. Kolektif bir servet örgütlenmesinin nasıl görüneceğine dair mükemmel bir taslağımız olabilir ama bunu hayata geçirecek siyasi kaynaklara sahip olmayabiliriz.

Kalecki’nin (ve Schumpeter’in) sosyal devlet içinde ve ona karşı bir devrim vizyonunu gerçekleştirmeye en çok, 1970’lerin başında meydana gelen emek hareketleri ve toplumsal militanlığın birleşmesi yaklaşmıştı. En azından kısa bir süre için, kârların ve mali getirilerin, ücretlerin ve sosyal hakların genişlemesi karşısında gerçek bir tehdit altında olduğu bir durum yaşanmıştı. Bu noktaya vurgu yapıyorum, zira aksi takdirde solun yaşadığı yenilgilerin tarihini değerlendirmek için önemli olan karşı olguları gözden kaçırmış oluruz.

Ancak sermaye perspektifinden bakıldığında, bu durum bile gerçek bir sosyal devrimden oldukça uzaktır. Dolayısıyla, eğer devrim için başlangıç koşulları mevcutsa, olayların neden daha ileri gitmediğini anlamak önemlidir. Anlatımımda, işçilerin özel sektör, kamu sektörü ve sosyal yardımlardan faydalananlar arasında bölünmesinin bu dönemde sol için ölümcül olduğunu öne sürüyorum.

Ayrıca, soldaki çok az kişinin refah devleti ve kamu sektörü militanlığının devrimci bir toplumsal değişim stratejisine nasıl uyarlanabileceği konusunda net bir fikre sahip olduğunu da belirtmek gerekir. Bunun istisnaları arasında Nikos Poulantzas ve anarko-komünist Londra/Edinburgh Weekend Return Group gibi, geç dönem Keynesyen sosyal devlete karşı “içinde ve ona karşı” çalışma ihtimallerini araştıran insanlar sayılabilir. Siyaset teorisyeni ve tarihçi Katrina Forrester da bu konuda bir kitap üzerinde çalışıyor ve o dönemde İngiliz feministlerin kaynakların yeniden dağıtımını, genelde beraberinde gelen disiplin olmadan nasıl talep ettiklerini açıkça anlatıyor.

KY: Sizin anlatımınıza göre, muhafazakârlar —yani arz yanlısı iktisatçılar ve Virginia Okulu neoliberalleri— kamu harcamaları konusunda görünürde farklı görüşlere sahip olmalarına rağmen bu karşı devrimde birleşiyorlar. Kitabınızın alt başlığında “Kamu Maliyesinde Savurganlık ve Kemer Sıkma” olarak vurgulanan bu potansiyel gerilimin ne anlama geldiğini ve iki taraf arasındaki yakınlaşmanın nasıl gerçekleştiğini izah edebilir misiniz?

MC: Virginia Okulu neoliberalizmi, özellikle James M. Buchanan’ın anayasa felsefesinde ortaya konduğu şekliyle, kemer sıkma politikalarının yerel, eyalet ve federal olmak üzere devletin tüm düzeylerinde uygulanması için ayrıntılı bir teorik gerekçe ve politika planı sunuyor. Buchanan’ın eserleri, devlet teorisi alanında bir başyapıttır ve devlet politikalarının şekillenmesinde Keynesçilik kadar etkili olmuştur. Yine de Buchanan’ın (ve öğrencilerinin) etkisi genellikle gözden kaçmıştır. Buchanan’ın, Güneyli Demokrat geleneğinden gelen kaynaklarına yakından bakmak, neoliberal bütçe politikalarının neden özellikle ırksal azınlıkları hedef aldığını anlamayı kolaylaştırır. Yerel vergi ve harcama limitlerinin veya federal Denk Bütçe Değişikliği’nin ırksal politikalarını anlamak için açık ırkçılık veya bilimsel ırkçılık teorilerinin ötesine geçmemiz gerekiyor. Cumhuriyetçi stratejist Lee Atwater’ın gözlemlediği üzere, sözüm ona tarafsız bütçe ve parasal mekanizmalar, ırk ayrımcılığı rolünü açık ırkçılıktan çok daha etkili bir şekilde oynayabilir.

Virginia Okulu neoliberalleri bütçe açıkları ve borç finansmanının kendi başına tehlikeli olduğuna inanırken, arz yanlısı iktisatçılar Cumhuriyetçi Hazine çevreleri ve tahvil piyasaları dünyasına daha yakın bir duruş sergileyerek 1980’lerde doların üstlendiği yeni küresel hegemonya biçimine uyum sağladılar. Robert Mundell, ABD’nin küresel bir tahvil ihraççısı olabileceğini ve düşük enflasyonu garanti ettiği sürece sürekli bir ticaret açığı verebileceğini fark eden ilk kişiydi. Bu durum, ABD hükümetinin finansal varlık sahiplerine (örneğin, sermaye kazançları vergisi avantajları şeklinde) teşvikler için savurganca harcama yapabileceği ve küresel tahvil piyasaları tarafından cezalandırılmayacağı gibi kışkırtıcı bir olasılığın önünü açtı. Fakat 1978’de yaşanan dolardan kaçış, hükümet çok fazla harcama yaparsa veya ücretlerin çok hızlı artmasına izin verirse küresel yatırımcıların dolardan kaçacağını gösterdi.

Arz yanlısı iktisatçılar, finansal varlık sahiplerine yönelik cömert kamu harcamalarından yanaydı ama söz konusu işçiler veya sosyal yardımlardan faydalananlar olduğunda kemer sıkma politikalarını savunuyorlardı. Bu bağlamda, savurganlık ekonomileri, temel konularda ciddi anlaşmazlıklar yaşamalarına rağmen Virginia Okulu neoliberalleri ile örtüşüyordu.

KY: Bu yakınlaşma, kısmen sabit sermaye varlıkları için hızlandırılmış amortisman programları gibi görünürde oldukça teknik araçlar aracılığıyla gerçekleşiyor. Hızlandırılmış amortisman programlarının arz yanlılarının savurganlığını nasıl örneklediğini açıklayabilir misiniz?

MC: Sermaye kazançlarının vergi kanunu aracılığıyla teşvik edildiği çeşitli yöntemleri ele almaya çalışıyorum. “Sermaye kazancı,” varlıkların değer kazanmasından elde edilen kazançlar için kullanılan bir vergi muhasebesi terimidir. Varlık fiyatlarının artışı yoluyla servet kazancını teşvik etmenin en bariz yolu sermaye kazancı vergisi avantajlarının kullanılmasıdır. Sermaye kazançları vergisinin azaltılması, 1970’lerin ortalarından günümüze kadar arz yanlı iktisadi düşüncenin temel direklerinden biri olmuştur.

Ancak aynı amacı taşıyan ve farklı isimlerle anılan başka vergi avantajları da vardır. Özel sermaye fonları, risk sermayesi ve serbest yatırım fonları gibi özel yatırım dünyasında, taşınan faiz muafiyeti, genel ortakların herhangi bir yatırımdan elde ettikleri getirilerin yaklaşık yüzde 20’sini emek geliri yerine sermaye geliri olarak talep etmelerine olanak tanır. Böylece, (genelde zaten) son derece yüksek olan yatırım getirileri, çok daha düşük olan sermaye kazancı oranında vergilendirilir.

Sermaye kazancı vergisi avantajına eşdeğer olarak işleyen bir başka vergi mekanizması da hızlandırılmış amortisman programıdır. Amortisman programları, başta sanayicilerin bina, makine ve ekipman gibi sabit sermaye varlıklarına uzun vadeli yatırım yapmalarını teşvik etmek amacıyla tasarlanmıştır. Klasik amortisman programı, “düz bir çizgi” şeklinde düzenlenmişti; yani, belirli bir yatırım için talep edilebilecek vergi indirimleri varlığın varsayılan ömrüne yayılmıştı. Sanayi üretimi için gerekli fiziksel varlıklar oldukları göz önüne alındığında, vergi kanunu bu varlıkların zamanla yıpranma ve değer kaybetme eğiliminde olduğunu ve eninde sonunda yenilenmeleri gerektiğini kabul ediyordu. Arz yanlıları, 1970’lerde sanayi kapitalistlerinin azalan yatırım oranlarını teşhis ettiklerinde, hızlandırılmış amortisman programlarının uygulanmasını önerdiler. Eğer kapitalistler bir yatırımın maliyetini daha erken silebilirlerse, riskten kaçınma eğiliminden kurtulabilecekleri ve yeniden inovasyona teşvik edilebilecekleri düşünülüyordu. Peşin bir vergi ertelemesi, uzun yıllara yayılan bir ertelemeden daha kıymetlidir, zira başlangıçta daha fazla yatırımı finanse etmek için kullanılabilir.

Sanayiciler işlerini her zamanki gibi sürdürmeyi planlasalardı, tüm bunlar mantıklı olabilirdi. Fakat Ronald Reagan, 1980’lerin başında hızlandırılmış amortisman programlarını uygulamaya koyduğunda, bu programlar öncelikle Donald Trump gibi gayrimenkule üretim faktörü yerine finansal bir varlık olarak yatırım yapan müteahhitler tarafından kullanıldı. Endüstriyel birikim rejiminde, ticari gayrimenkulün değeri büyük ölçüde içindeki üretim birimlerine bağlı olarak belirleniyordu ve fiziksel varlıklar olarak zamanla değer kaybediyordu. Buna karşın, 1980’lerin New York’unda bir otel ya da ofis binasının değeri üretimden çok piyasa değerlemesine dayanıyordu ve yıkılmaya yüz tutmuş bir bina bile her geçen yıl değer kazanabiliyordu. Bu durum, bir müteahhidin bir mülkü tamamen krediyle satın alıp, mülkün değeri amortismana tabi tutulmazken bile yatırım için peşin amortisman ödeneği talep edebileceği bir yapı yarattı. Bir müteahhit, birkaç yıl boyunca ipotek faizi ve amortisman üzerinden vergi indirimi talep edebilir ve ardından mülkü olağanüstü bir kârla satabilirdi. Bu kâr da düşük sermaye kazancı vergisi oranıyla vergilendirilirdi.

Donald Trump, hızlandırılmış amortisman konusunda oldukça uzmandı.

DSJ: Tüm bunlarda 1970’lerin dini sağının rolü nedir? Özellikle de bir önceki kitabınız Aile Değerleri bu konuda oldukça önemli bir rol oynamış gibi görünüyor.

MC: Yeni kitabımın son bölümü, dindar aşırı sağın üreme politikaları ile kamu borcu arasındaki ilişkiyi ele alıyor. Görünen o ki bu, Cumhuriyetçi sağın mali ve parasal politikalarında giderek daha önemli hale gelen ama sol analistler tarafından neredeyse tamamen görmezden gelinen bir unsur. 2010’larda Çay Partisi’nin en güçlü olduğu dönemde, Cumhuriyetçi Kongre üyeleri borç tavanının artırılmasına karşı çıkmalarını defalarca doğmamış çocukları savunma çabası olarak açıkladılar. Dini öğretilerle yoğrulmamış biri için bu, ilk başta anlaması zor bir durumdu; bütçe kararlarının gerçekten Hristiyan milenyarizmi ile motive olabileceğini söylemek güçtü.

Fakat dindar muhafazakârlar, uzun zamandır kürtaj ve kamu borcu konularını birbirinden ayrılamaz olarak görüyor ve bu bakış açısı, mali engelleme politikalarını anlamanın anahtarı. 1970’lerden itibaren Katolik ve Evanjelik muhafazakârlar, dalgalı döviz kuru sistemine geçilmesini, kürtajın yasallaşmasını ve ABD’nin artan kamu borcunu ulusal çöküşün birbiriyle ilişkili semptomları olarak görmeye başladılar. Dindar muhafazakârlar, ekonomik hayatın cinsel bilinçdışına doğrudan bağlı olduğuna inanırlar. Bu nedenle, daha ana akım neoliberaller refah harcamalarının artması ve ücretlerin enflasyona yol açmasından endişe ederken; daha ana akım muhafazakârlar ailenin çöküşü ve sosyal yardımlardan faydalanan evlenmemiş kadınların artışından şikâyet ederken, dindar muhafazakârlar meseleyi doğrudan cinsel kontrol kaybına –erkeklerin kadınlar üzerindeki kontrolünü yitirmesine– bağlarlar. Onlara göre, ülkenin mali ve parasal geleceği, kadınların fetüslerin gelecekteki yaşamına tabi kılınmasına dayanır. Bu nedenle, kamu borçlanmasına getirilen sınırlamaları kürtajı sınırlamanın bir yolu olarak görmeye başladılar ve bunun tersi de geçerli oldu.

Kitap boyunca ama özellikle bu bölümde göstermeye çalıştığım şey, kemer sıkma politikalarının genellikle düşündüğümüz ekmek ve tereyağı meselelerinin çok ötesine geçtiğidir. Roe v. Wade’e karşı mücadelede yargısal bir başarı elde etmeden çok önce, dindar muhafazakârlar kadınların kürtaj ve doğum kontrolüne erişimini mali yollarla sınırlamaya çalıştılar.

DSJ: Karşıdevrim ile Donald Trump’ın yükselişi arasında nasıl bir ilişki var? Örneğin, Trump’ın “neoliberalizmin kalıntıları” arasından çıktığını söyleyen Wendy Brown’ın görüşüne katılıyor musunuz? Yoksa karşıdevrimin kendisinde, doğası gereği “Önce Amerika” milliyetçiliği ile uyumlu bir şey mi var?

MC: Arz yanlı ekonominin uzun tarihine odaklanmam, Donald Trump’ın neoliberal olmadığı görüşünü savunmayı zorlaştırıyor. Trump’ın 2017 vergi yasası, pek çok yönden Reagan’ın 1981’deki gelir vergisi reformlarının bilinçli bir yeniden canlandırmasıydı ama emlak sektörüne çok daha cömert teşvikler içeriyordu.

Bunu söyledikten sonra, liberalizmin asla tek başına var olmadığını düşünüyorum; her zaman bir tür muhafazakarlıkla ittifak içinde bulunmuştur. Bu ittifak, Bill Clinton’ın Üçüncü Yol Demokratlığı’ndaki komüniteryen/neoliberal birliktelik ya da George W. Bush’un neo-muhafazakâr neoliberalizmi olabilir.

Bugün Cumhuriyetçi Parti’de neoliberal/paleomuhafazakâr bir ittifak görünüyor ve bu da kendi içinde karmaşıklıklar barındırıyor. Paleomuhafazakârlığın beyaz üstünlükçü ve teokratik aşırı sağla açık bağlantıları var; kendilerini, fazla laik, fazla liberal, fazla enternasyonalist ve fazla Yahudi olarak gördükleri neo-muhafazakârlara karşı tanımlarlar.

Fakat, paleomuhafazakârların yaptığı ekonomik ittifaklar çeşitlilik gösterir. Bir yandan, paleomuhafazakârlar sıklıkla Ludwig von Mises’in Avusturya Okulu neoliberalizminden etkilenen Murray Rothbard gibi radikal liberterlerle bir araya gelmiştir. Liberteryenler, enternasyonalist olmadan serbest ticareti savunurlar. Güney ayrılıkçılığına duydukları nostalji nedeniyle merkezi federal otoriteye karşıdırlar. Fed ve İç Gelir Servisi’nin kaldırılmasını isterler. Ancak hükümet içinde, Fed’in zenginler adına çalışmasını sağlayacak yollar da bulurlar (örneğin, eski Ayn Rand hayranı Alan Greenspan).

Öte yandan, Pat Buchanan gibi birini de liberteryen yerine neo-Hamiltoncu bir ekonomik milliyetçi olarak görebiliriz. “Önce Amerika” sloganını doğrudan ondan almıştır. Bu, neoliberal serbest ticaret pozisyonundan oldukça farklı ve pek çok kişi bu konuda heyecanlı görünüyor. Solun bazı kesimlerinde bile korumacılık ve merkantilizmin işçiler için daha iyi koşullar sağladığı yönünde yaygın bir varsayım var. Fakat bu, hiçbir zaman Pat Buchanan’ın “Önce Amerika” gündeminin bir parçası olmadı; burada gümrük vergileri ve katı sınır politikaları işçileri korumanın bir yolu olarak sunulurken, diğer yandan son derece gerici bir vergi sistemi teşvik ediliyordu. American Compass ve American Affairs’i, neoliberalizm karşıtı paleomuhafazakârlığın çağdaş temsilcileri olarak görüyorum. Şu anda yapılandırıldığı haliyle küresel para sisteminin ABD’yi net ithalatçı konumuna kilitlediği düşünüldüğünde, bu durum biraz karışık bir pozisyon oluşturuyor.

Çağdaş Cumhuriyetçi Parti’nin tüm bu akımlardan beslendiğini söyleyebilirim ve Trump, bunları diğerlerinden daha rastgele bir şekilde bir araya getiriyor. İlk seçim kampanyasında Trump, Pat Buchanan veya Steve Bannon’ın savunduğu türden paleomuhafazakâr korumacı politikaları benimsemiş gibi görünüyordu ve Çin ile ticaret konusunda bu politikaları uyguladı.

JD Vance de anti-neoliberal korumacı bir duruş sergiliyor gibi görünse de ultra-liberteryen Peter Thiel tarafından finanse edilen birkaç Cumhuriyetçi sağ operatörden biri. Bu insanları bir araya getiren şey, aşırı sağcı paleomuhafazakarlığa olan bağlılıkları ve özel yatırım dünyasıyla olan derin bağlantıları. Bu, bazen daha ilerici bir şirket karşıtı gündem kisvesine bürünen, son derece patrimonyal, otarşik ve atavistik bir bakış açısının temelini oluşturuyor.

DSJ: Peki ya Biden yönetimi?

MC: Bildiğiniz gibi, Biden, Trump’ın Çin ithalatına getirdiği gümrük vergilerinin neredeyse tamamını korudu ve kendi vergilerini de ekledi. Fakat bu adımı, açık bir sanayi politikasıyla da birleştirdi. Pratikte bu politikalar daha az iddialı olsa da kavramsal olarak Demokratların sol kanadı ve adil bir yeşil enerjiye geçiş vizyonu tarafından bir ölçüde şekillendirildiği görülüyor. Bunu kayda değer bir siyasi değişim olarak değerlendiriyorum. Solun karşılaştığı asıl zorluk ise bu politikaların aşağıdan gelen toplumsal hareketlerin baskısı veya içeriden gelen heterodoks politika uzmanlarının etkisi kadar, yaklaşan jeopolitik gerilimlerden de kaynaklanıyor olmasıdır. Bazı açılardan, bu durum, Soğuk Savaş döneminde Demokratlar tarafından uygulanan ve sanayi politikasının hedeflenen vergi harcamaları yoluyla yürütüldüğü, solun kendi mali hedefleri ile güvenlik devletinin çıkarları arasında sıkıştığı bir tür “arz yönlü liberalizme” geri dönüş gibi görünüyor.

DÜNYA BASINI

WSJ: İsrail ve Türkiye karşı karşıya

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:

***

İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi

Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.

Yaroslav Trofimov

Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.

Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.

İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.

Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.

Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.

Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.

Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.

İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”

Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.

Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.

1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.

Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.

Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.

2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.

Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.

Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.

Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.

Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.

Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”

Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.

Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.

Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.

Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.

Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.

Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.

Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.

Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.

Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.

Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”

Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.

Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.

Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Suriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

***

11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim

Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.

Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.

Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.

Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.

O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.

Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.

Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?

Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?

Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.

Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.

Ve giderek daha da ısınıyordu.

Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.

Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.

Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.

Esad’a diplomatik kalkan

Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.

Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.

Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.

Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.

Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”

Esad’ın Suriye’sinde Çin parası

Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.

Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.

COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.

Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.

2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.

2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.

Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.

Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.

Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.

KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.

Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.

Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?

Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.

Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.

Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.

Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.

Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.

Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”

Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.

Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.

Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.

Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.

Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.

Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English