Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Kapitalizm küçülmeyi neden sever?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale Compact dergisinde 7 Mart 2023 tarihinde yayınlandı. Japon filozof Kōhei Saitō’nun tartışma yaratan kitabı üzerine yapılan bu polemiğin önemi şurada: Egemen sınıfların yeni yönelimleri arasında yer alan ‘küçük güzeldir’ tezine soldan destek vermeyi amaçlayan ve iktisadi büyümeyi hedef tahtasına oturtan, üstelik bunu Marx’ın adını karıştırarak yapan birine marksizmin temel ilkelerini hatırlatmanın büyük faydası var. Elbette Saito ile polemik, sınıf mücadelelerini bir kenara bırakarak çatışmayı başka yerlerde arayan kafası karışmışlara yönelik de bir uyarıdır. Mesaj açık olmalı: Tarihsel materyalizmin çağrısı, gezegen ile kapitalizm (veya doğa ile insan) arasındaki mücadeleye değil, işçiler ile kapitalistler arasındaki mücadeleye doğrudur. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Kapitalizm küçülmeyi neden sever?

Justin Aukema
7 Mart 2023

Bir zamanlar neo-Malthusçu elitlerin ve münzevi çevrecilerin rüyası olan [iktisadi] “küçülme” [degrowth] (*) kavramı, son zamanlarda bazı Marksistler de dahil olmak üzere soldaki pek çok kişi tarafından benimsendi. Bu kaşların çatılmasına neden olmalıdır: Marksizm genel olarak, geniş çapta paylaşılan bir bolluk yaratmak için üretici güçleri tamamen geliştirmeyi amaçlayan “Prometheusçu” bir siyasi felsefe olarak anlaşılmıştır. Bu beklenmedik yakınlaşma nasıl gerçekleşti? Saitō Kōhei’nin yeni kitabı Marx in the Anthropocene: Towards the Idea of Degrowth Communism [Antroposen’de Marx: Küçülme Komünizmi Fikrine Doğru], bazı değerli ipuçları sunuyor. Kitabın orijinal 2020 baskısı Japonya’da büyük bir başarı elde etti ve İngilizce ilk baskısı şimdiden ses getirmeye başladı.

Saitō’nun temel önermesi yeterince basit: “Büyüme1ye yönelik kapitalist dürtü gezegeni yok ediyor, öyleyse insanlık iklim krizinden sağ çıkmak istiyorsa, onun “küçülme komünizmi” diye adlandırdığı şeye hızla uyum sağlamalıyız. Yazarın “küçülme kapitalizmle bağdaşmaz ve esasen anti-kapitalist bir projedir” şeklindeki sonucunun, sosyalist fikirlere sıcak bakan ve yaklaşan iklim felaketine dair uyarılara boğulan genç nesilde yankı bulacağı kesin.

Fakat Saitō’nun mevcut siyasi çıkmazlarımızın ötesinde bir yol önerme iddiası en az iki açıdan yanıltıcıdır. Birincisi, kapitalizmin amacı “büyüme” değil, değer yaratma ve sermaye birikimidir ve sermaye bu süreci gerçekleştirmek için hem genişlemeye hem de daralmaya ihtiyaç duyar. Önceki otuz yıllık iktisadi durgunluk, kemer sıkma ve krizin de gösterdiği gibi, küçülme zaten iktisadi paradigmamızın ayrılmaz bir parçasıdır, ötesine geçmenin bir aracı değil.

İkinci olarak, Saitō’nun “komünizm” kavramsallaştırması Marx’ın sınıf mücadelesi anlayışını tamamen bir kenara atmakta ve daha da şaşırtıcı olanı, işçi sınıfına neredeyse hiçbir rol vermemektedir. Çünkü ona göre asıl mücadele işçiler ile kapitalistler arasında değil, kapitalizm ile gezegen arasındadır. Ama Saitō, değişimin öznesi olarak devrimci bir işçi sınıfı kavramını terk ederek, bugün sahip olduğumuz şeye çok benzeyen bir şeyi zımnen onaylamış oluyor: kapitalist sınıfla çatışmak yerine onun tarafından kucaklanan, elitlerin önderliğindeki bir yeşil hareket.

Saitō ve küçülme savunucuları kapitalizmin amacının büyüme olduğunu kabul etmektedir. Ama ana akım ekonomistler arasında, sürekli büyümenin sadece mümkün değil aynı zamanda arzu edilir olduğu fikri yalnızca 1950’lere kadar geri götürülüyor. Kendisi de önde gelen bir küçülme savunucusu olan Matthias Schmelzer, 2016 tarihli The Hegemony of Growth [Büyümenin Hegemonyası] adlı kitabında bunu açıkça ortaya koymaktadır. Schmelzer’in de kabul ettiği gibi, iktisatçılar kapitalizmin patlama ve çöküş, genişleme ve daralma, büyüme ve küçülme gibi konjonktürel dönemlerden geçtiğini uzun zamandır biliyordu. Belki de daha önemlisi, büyüme ideolojisine sözde hizmet etmelerine rağmen, bugün yönetici sınıfın çoğu, son 30 ila 40 yılın iktisadi gerçekliğini tanımlayan küçülme ve kemer sıkma politikalarını zımnen kabul etmektedir.

Marksizm bu bariz çelişkiyi anlamlandırmanın bir yolunu sunar. Bu görüşün taraftarları tipik olarak kapitalizmin amacının büyüme değil, değer yaratma ve sermaye birikimi olduğunu savunmuşlardır. Bu kavramlar kolayca karıştırılabilir, fakat aynı değildirler. “Büyüme”, toplam veya bütün toplumsal üründe ve bunun piyasa değerinde kronolojik bir artıştır. Buna karşılık “değer yaratma”, üretim sürecinden elde edilebilecek artı değerin artmasıdır. Bu, artı değer oranı ya da işçiler tarafından yaratılan toplam değerden ücret olarak ellerinde tuttukları miktarın çıkarılmasıyla hesaplanır. İş gününün uzunluğu, üretkenlik oranı, emeğin militanlığı ve benzeri faktörlerle orantılı olarak değişir.

Tüm bunların anlamı, artı değer oranı yüksekken “büyümenin” düşük kalabileceğidir.

Son yıllarda gelişmiş ekonomilerin durumu da tam olarak budur: “daimi durgunluk” ile birlikte yüksek kârlar ve sermaye sahipleri için artan zenginlik.

Marksizmin burada ilgilendiği diğer kavram sermaye birikimidir ve bu da sıklıkla büyüme ile karıştırılmaktadır. Sermaye birikimi, sürekli artı değer ilavelerinden kaynaklanır. Fakat paradoksal bir şekilde zaman zaman eksilmeler de gerektirir. Bu nasıl işler? Marx ve Rosa Luxemburg da dahil olmak üzere diğerlerinin gösterdiği gibi, kapitalizmin değer arayışı onu tüketebileceğinden daha fazla artı yaratmaya yönlendirir. Dolayısıyla sermaye birikimi talep hızını aştığında, sermaye kendi değer kaybıyla [devalüasyon] tehdit edilir. Bir bakımdan, iktisadi açıdan bu çok açıktır. Bir şeyden çok fazla üretilirse, değeri düşecektir.

Böylece sermaye, biriken fazla kısımla kendini imha etme yoluyla başa çıkar. Paradoksal olarak, birikimin devam edebilmesi ve değerinin korunabilmesi için kendisini küçültmesi gerekir. Bu da lüks tüketim, savaş, militarizm, kemer sıkma ve –tahmin ettiğiniz gibi– küçülme gibi çeşitli yollarla gerçekleşmektedir. Başka bir deyişle, küçülme, aşırı birikim ile baş etmede kapitalizmin kendi yöntemidir. Kapitalist üretim tarzının aşılmasını değil, tenkisatını temsil eder.

Daha 1930’larda Japon ekonomist Kawakami Hajime bu konuyu açıklamak için basit bir analoji geliştirmişti. Kapitalizm bir balona benzer, diyordu. Balona gitgide daha fazla hava üflenir. Bu, sermaye birikimine benzer. Ama nihayetinde, balonun doğal sınırlarına ulaşılır. Balon dolmuştur ve daha fazla şişirilemez. Bu noktada, iki şeyden biri olmalıdır: Ya balon patlamalı, kapitalist toplumsal ilişkilerin sonunu belirtmelidir, ya da hava bilinçli bir şekilde balonun dışına salınmalıdır. Sermaye birikiminin devam edebilmesi için sermaye yok edilmelidir. Marx okurları bunu zaten Grundrisse’den, “Sermayenin büyük bir kısmının şiddetle yok edilmesinin onu, intihar etmeden üretici güçlerini tam olarak kullanabileceği [bir noktaya] geri götürdüğünü” belirttiği yerden bilir.

Saitō’nun Antroposen’de Marx’ın merkezinde yer alan, küçülmenin kapitalizme karşıt olduğu iddiası, Marx’ın “üretici güçler” kavramını “büyüme” ile karıştırmasına dayanıyor. Saitō “üretici güçleri” dar anlamda teknoloji, makine ve artan üretimle bir tuttuğu için, bunların daha da geliştirilmesinin insanın özgürleşmesine değil, tam tersine tekno-kapitalistlerin elinde giderek daha fazla boyun eğmemize yol açacağını varsayıyor. Saitō ayrıca, filozofun 1860’’ara kadar olan yazılarını kategorize ettiği “erken dönem” Marx ile “geç dönem” Marx arasında yeni bir ayrım ileri sürmektedir. İlkinin, teknolojik ilerlemelerin kapitalizmin sonunu getireceğine safça inanan bir “Promotheusçu” ve “prodüktivist” olduğunu kabul ediyor. Ama onun anlatımına göre Marx sonradan bu kanaatinden vazgeçti. Saitō, Marx’ın son yıllarında “ekososyalizm” ve “küçülme komünizmi”nin savunucusu haline geldiği iddiasını desteklemek için daha önce yayınlanmamış mektup ve defterlere yaslanıyor.

Ayrıca Saitō, sonraki Marx’ın Batılı kapitalist kalkınma modelinden uzaklaşarak, “insanların çevreleriyle daha sürdürülebilir bir etkileşim biçimine” sahip olan “Batılı olmayan ve kapitalist olmayan toplumlara” yöneldiğini iddia etmektedir. Bu süreçte Marx’ın, toplumların sosyalizme varmak için kapitalist üretim tarzından geçmesi gerektiği fikrini bir kenara attığını söylüyor. Saitō’ya göre Marx, daha ziyade, “kapitalist modernleşmenin yıkıcı sürecinden geçmeden” kapitalizm öncesinden doğrudan sosyalizme geçme olasılığını kabul etmiştir (195). Saitō, işte bu dönüşümün Marx’ı bir “küçülme komünisti” yaptığı sonucuna varıyor.

Saitō’nun iddiaları dikkat çekicidir, çünkü Marx’in terk ettiğini iddia ettiği fikirler, çoğu açıklamaya göre, 19. yüzyılda komünist filozof tarafından öncülük edilen tarihsel materyalizm teorisinin temelini oluşturmaktadır. Arkadaşı ve çalışma arkadaşı Friedrich Engels’e göre, üretici güçlerin gelişmesinin gerekliliği, artı değer teorisi ile birlikte Marx’ın en büyük keşfiydi. Bu, tarihsel materyalizmin terk edilmesi gerektiğini kolayca kabul eden Saitō için bir engel değildir. Ama okuyucularını tüm bunlara ikna etme çabası, “üretici güçler” kavramının hatalı bir açıklamasına dayanmaktadır.

Marx’ın tarihsel materyalizm teorisi, “üretici güçlerin” nasıl kaçınılmaz olarak hakim “toplumsal ilişkilerle” çatışmaya girdiğini, bunun da sınıf çatışmasına ve mücadelesine yol açtığını ve nihayetinde eski toplumsal düzenin yıkılıp yerine yenisinin kurulduğunu açıklar. Gelgelelim Marx, “üretici güçler” derken sadece teknolojik gelişmeyi ve iktisadi büyümeyi değil, işçilerin emek gücünü ve işçi sınıfının gelişimini de kastediyordu.

Tarihsel materyalizmin bir sınıf mücadelesi teorisi olmasının nedeni budur. Kapitalist üretim tarzı ve toplumsal ilişkiler –yani ücretli emek– dünya çapında yayıldıkça, işçi sınıfını yaratır, büyütür ve onun sömürülmesine ve mülksüzleştirilmesine yol açar. Kapitalizmin bu temel çelişkisi, işçi sınıfını kaçınılmaz olarak emek gücünü satın alanlar ve sermayeyi tekelleştirenler (kapitalist sınıf) ile karşı karşıya getirmektedir. Post-kapitalist bir topluma geçiş ancak işçiler ve kapitalistler arasında sürdürülen ve yoğunlaşan mücadele sayesinde başarılabilir. Bu nedenle “üretici güçlerin” gelişmesi nihayetinde kapitalizmin ölüm çanını çalmaktadır. Tekrar, bu sadece daha ileri teknoloji anlamına gelmiyor, daha ziyade işçilerin artan gücü ve sınıf bilinci anlamına geliyor. Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da kapitalizmin “kendi mezar kazıcılarını” ürettiğini yazmalarının nedeni budur.

Marx’ın kapitalizm ötesi[ne yönelik] harekette işçi sınıfına biçtiği öncü rol düşünüldüğünde, bu sınıfın Saitō’nun “gerçek” mücadeleyi kapitalizm ile gezegen arasındaki mücadele olarak ortaya koyan küçülme komünizmi teorisinde hiçbir şekilde yer almaması dikkat çekicidir. Öyleyse küçülme için harekete kim öncülük edecektir? Saitō, kitabının Japonca baskısına yazdığı sonsözde, dünya nüfusunun sadece yüzde 3,5’inin eşgüdüm içinde hareket etmesinin, hedeflediği küçülme komünizmini uygulamaya başlamak için yeterli olacağını öne sürüyor. Ayrıca bu hareketin işçi sınıfıyla sınırlı olmadığını da açıkça ortaya koyuyor (Bunun, şu anda yürürlükte olan azınlıkçı, seçkinlerin yönettiği yönetim biçiminden bir kopuştan ziyade, ona oldukça benzediği de eklenebilir).

O halde Saitō’nun tarihsel materyalizmi terk etmesinin sonucu, sınıf temelli bir tarihsel değişim görüşünden ve Marx’ın bu süreçte işçi sınıfına atfettiği devrimci rolden tamamen vazgeçmesidir. Bu durumda ortaya çıkan soru, işçi sınıfının hiçbir parçası olmadığı bir hareketten nasıl fayda sağlamasının beklenebileceğidir.

Ama cevaplanması gereken daha acil bir soru daha var. Saitō’nun anlayışına göre küçülme, üretici güçlerin azaltılması anlamına geliyorsa ve bu gücün kendisi işçilerden ve onların emek gücünden oluşuyorsa, bu durum birçok işçinin kendisini gereksiz kılmaz mı? Elbette, klasik Marksist anlayışa göre, kâr yerine ihtiyaç için üretim yapan geleceğin komünist toplumu işçilere bol miktarda boş zaman sunacaktır. Ama bu özgürleştirici senaryo, sınıf mücadelesinde zafer kazanmalarını önden varsayar. Saitō, önce küçülmeyi savunarak sıralamayı tersine çevirmeyi öneriyor gibi görünüyor. Ama gördüğümüz gibi, küçülme kapitalizmi ortadan kaldırmıyor, aksine sürdürülmesine yardımcı oluyor. Bu anlamda Antroposen’de Marx, statükonun ötesine geçmek için bir araç değil, statüko için yeni bir mazeret sunuyor.


(*) Degrowth, ‘büyümeme’, ‘tersine büyüme’ gibi terimlerle de karşılanabilir; zira büyümenin tersi her zaman küçülme değildir. Ama makalenin ve Saito’nun kitabının tezi göz önüne alındığında ‘küçülme’nin daha doğru ve derdini basitçe anlatan bir çeviri olduğunu düşündüm. (ç.n.)

DÜNYA BASINI

Mahmud Abbas birliği korumak için olası baskılara direnecek mi?

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız uzman görüşlerine yer verilen haber Filistinli grupların Pekin’de imzaladığı uzlaşı anlaşmasının sürdürülebilir olup olmadığına yanıt bulmaya çalışıyor. İsrail ve muhtemelen ABD tarafından baltalanacağı düşünülen uzlaşının yumuşak karnı ise Filistin Yönetimi:

****

‘Başarılı olması için baskı var’: Fetih-Hamas birlik anlaşması sürdürülebilir mi?

Analistlere göre Fetih Hareketi’nin siyasi iradesinin olup olmadığı görülecek, İsrail ise anlaşmayı bozmaya çalışabilir.

Mat Nashed

Analistler, Filistinli grupların salı günü bir “ulusal birlik” anlaşması imzalayarak, ideolojik farklılıklarını ve acı dolu geçmişlerini bir kenara bırakıp İsrail’in işgaline son vermek için lobi yapabileceklerine dair hem umut yarattığını ancak bazı şüpheler olduğunu söylüyor.

Çin’in başkenti Pekin’de üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından imzalanan anlaşma, geçici bir “ulusal uzlaşı” hükümetinin savaş sonrası Gazze’nin kontrolünü üstlenmesi ve ortak kendi kaderini tayin etme arayışını ilerletmesi için zemin hazırladı. Ancak Fetih Hareketi ve Hamas arasında daha önce yapılan birçok uzlaşma girişiminin başarısız olması nedeniyle bu atılım kuşkuyla karşılandı.

Katar’ın başkenti Doha’daki Middle East Council on Global Affairs adlı düşünce kuruluşunda İsrail-Filistin uzmanı olarak çalışan Ömer Rahman, “Biraz şüphe olması doğal, ancak bu anlaşmanın kalıcı olacağından umutluyum” dedi.

“Gazze ve Batı Şeria’daki durum göz önüne alındığında bunun başarılı olması için baskı var. Bence tüm taraflar bunun gerçekleşmesi gerektiğini biliyor” diyen Rahman, Gazze’deki savaşın ve işgal altındaki Batı Şeria’da artan yerleşimci şiddeti ve toprak gaspının getirdiği aciliyete atıfta bulundu.

BM uzmanlarına göre, 7 Ekim’de Hamas öncülüğünde İsrail topluluklarına ve askeri karakollarına düzenlenen ve bin 139 kişinin öldürüldüğü ve 251 kişinin esir alındığı saldırıdan bu yana İsrail, Gazze’de soykırıma varabilecek yıkıcı bir saldırıyla karşılık verdi.

İsrail son dokuz ayda 39 binden fazla Filistinliyi öldürdü ve iki milyon 300 binlik Gazze nüfusunun neredeyse tamamını yerinden etti. Gazze’deki savaş uluslararası manşetleri belirlerken, İsrail’in 2024 yılında işgal altındaki Batı Şeria’da son 30 yılda herhangi bir yılda olduğundan daha fazla Filistin toprağını sessizce ele geçirmesine yol açtı.

İsrail işgalini derinleştirirken, Filistinli iki büyük grup Fetih Hareketi ve Hamas bölünmüş durumda kaldı. Fetih Hareketi, Batı Şeria’nın büyük bir bölümünü 1993 Oslo Anlaşmalarından doğan ve Fetih’e şiddetten vazgeçmesi ve İsrail’i tanıması karşılığında Filistin devletinin kurulacağının vaat edildiği Filistin Yönetimi aracılığıyla kontrol ediyor.

Buna karşılık Hamas silahlı mücadeleye bağlı kaldı ve 2007’de iki taraf arasında yaşanan kısa bir iç savaşta Fetih Hareketi’ni kovduğundan beri Gazze’yi kontrol ediyor.

Kanlı geçmişe rağmen, her iki taraf da 12 daha küçük grupla beraber Pekin anlaşmasını imzaladı. El Cezire’nin elde ettiği bir anlaşma kopyasına göre bu anlaşma, nihai olarak İsrail işgali altındaki Doğu Kudüs, geniş Batı Şeria ve Gazze’de (İsrail’in 1967 Arap-İsrail savaşında ele geçirdiği topraklar) bir Filistin devleti kurmayı hedefliyor.

Anlaşma kalıcı olacak mı?

Uluslararası Kriz Grubu (ICG) Filistin uzmanı Tahani Mustafa, Fetih Hareketi ve Ebu Mazen olarak da bilinen Filistin Yönetimi lideri Mahmud Abbas’ın Hamas’la daha önce yapılan uzlaşma anlaşmalarını baltaladığını söyledi.

El Cezire’ye konuşan Mustafa, Abbas’ın ve yakın sırdaşlarının İsrail işgaline karşı Filistin yönetimini birleştirmek için gerçek bir siyasi irade göstermediğini söyledi.

Mustafa’ya göre Fetih Hareketi, teoride Filistinlileri uluslararası alanda temsil eden Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) üzerinde tek kontrol sahibi olduğunu ve Hamas ve diğer fraksiyonlar bu yapıda temsil edilirse çoğunluğunu kaybetmekten korkuyor.

Mustafa, “Hamas’ı ve İslami Cihad’ı da eklerseniz, Fetih Hareketi’nin tekeli sona erer” dedi.

İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri de uzlaşma anlaşmasını baltalamaya çalışabilirler.

İsrail, savaş sonrası senaryoda Filistin Yönetimi’nin ya da Hamas’ın Gazze’nin kontrolünü ele geçirmesine izin vermeyi reddederken, ABD de uzun süredir Hamas’ın İsrail’i tanımasını ve Filistin hükümetinin bir parçası olmadan önce şiddetten vazgeçmesini istiyor.

2017’de Hamas, 1967 sınırlarına göre bir Filistin devleti kurulmasını kabul eden yeni bir tüzük sundu. Hamas tarafından daha önce yapılan açıklamalar ve hareketlerle uyumlu olan bu hamle, İsrail’in fiilen tanınması anlamına geliyordu.

Mustafa, “Hamas, İsrail’in var olma hakkını hiçbir zaman [açıkça] tanımadı çünkü İsrail’e aynı şeyi Filistinliler için de yapması yönünde hiçbir zaman baskı yapılmadı” dedi.

Avrupa Dış İlişkiler Konseyi’nin İsrail-Filistin uzmanı Hugh Lovatt, İsrail’in bu anlaşmayı rayından çıkarmak için Batılı müttefiklerine Filistin Yönetimi’ne verdikleri fonları kesmeleri için baskı yapmasının oldukça olası olduğunu söyledi.

El Cezire’ye konuşan uzman, “Filistin Yönetimi mevcut haliyle ancak ABD ve Avrupa’nın yakın işbirliği ve finansman desteğiyle ayakta kalabilir” dedi.

Lovatt, “Ancak bu sadece Filistin Yönetimi’nin hayatta kalmasıyla ilgili bir mesele değil, aynı zamanda Filistin Yönetimi’nin kilit isimlerinin kişisel hayatta kalma meselesi… kendi kişisel konumlarını zayıflatabilecek herhangi bir anlaşmaya çok ilgi duymuyorlar” diye ekledi.

El Cezire yorum için Filistin Yönetimi Başkanlığı sözcüsü Nebil Ebu Rudeyne ve Filistin Yönetimi’nin Birleşik Krallık misyonunun başındaki Husam Zomlot’a ulaştı. Her iki isim de haber yayınlanmadan önce yorum taleplerine yanıt vermedi.

Ancak Lovatt, Filistin Yönetimi’nin, İsrail’i resmen tanımak ve şiddetten vazgeçmek gibi Oslo Anlaşmaları’nın şartlarına uymayı reddetmesi nedeniyle önceki birlik anlaşmalarının çökmesinden Hamas’ı sorumlu tuttuğunu söyledi.

“Abbas’ın söylediğini gördüğümüz şey… bir anlaşma istiyoruz ama uluslararası meşruiyete dayanan bir anlaşma” diye ekledi.

Bu anlaşma neden önemli?

Daha önceki uzlaşma anlaşmaları başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da Rahman bu anlaşmanın başarıya ulaşmasının hayati olduğunu söyledi.

Rahman’a göre İsrail-Filistin konusunda uluslararası kamuoyunda rüzgarlar değişiyor ve bu da birleşik bir Filistin liderliğinin Gazze’deki “soykırıma” ve İsrail’in Batı Şeria’daki “ilhakçı baskısına” son vermesi için bir fırsat yaratıyor.

Dünya Mahkemesi olarak da bilinen Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) “tavsiye niteliğindeki görüşü”, İsrail’in Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’deki 57 yıllık işgalini kısa bir süre önce “yasadışı” olarak sınıflandırdı. Mahkeme, yerleşim yerlerinin inşası ve genişletilmesi de dâhil İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarında varlığını sürdürmesinin “uluslararası hukuku ihlal ettiğini” söyledi.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu kararı “saçma” olarak nitelendirdi ve İsraillilerin “atalarının yurdundaki kendi topluluklarında yaşamalarının” yasadışı olamayacağını söyledi.

Rahman, “Durum açıkça vahim ve Filistinlilerin uluslararası toplumu Filistinlileri savunmak için bir araya getirecek bir tür birleşik liderliğe ihtiyacı var” dedi.

Ancak bu birlik -en azından şimdilik- savaşın gidişatını şekillendirmede en etkili küresel aktör olan ABD tarafından desteklenmiyor.

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller salı günü düzenlediği basın brifinginde anlaşmayı yorumlarken “Bir terör örgütünün rolü olamaz” dedi.

Hamas ABD, İsrail ve Avrupa Birliği tarafından “terörist” olarak tanımlanan bir grup ancak pek çok Filistinli, Hamas’ı meşru bir direniş grubu olarak görüyor.

Lovatt, Filistin Yönetimi karar alma sürecinde Hamas ve diğer gruplara danışarak anlaşmayı uygulamaya kararlı olsa bile ABD baskısının Filistin birliğini sabote edebileceğini söyledi.

Lovatt şunu ekledi: “Bu gerçekten de belirleyici faktör olabilir. Asıl soru şu: [Abbas] kararlılığını sürdürecek mi, yoksa uluslararası baskı karşısında geri adım mı atacak?”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı artık küresel ilişkilerin merkezi değil

Yayınlanma

Samir Puri, Nikkei Asia
25.07.2024

Dünya meselelerinde bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Batılı ülkelerin küresel meselelerin nihai hakemleri olarak hareket etme gücü ve birliği çökmüyor, ancak açık bir düşüş içinde.

Çoğumuz bu noktada hemfikiriz, ancak bu geçiş dönemini Batı’nın içinden mi yoksa dışından mı izlemek daha doğru olur? Perspektif her şeydir. Atlantik’in her iki yakasındaki Batılı ülkelerde yaşayan bizler için popülizm siyaseti, değişen dünyayı izlerken kaçınılmaz olarak önemli bir tartışma konusu haline geliyor.

Daha “ulus öncelikli” liderler ve partiler güç kazandıkça, Batı’nın siyasi karakterinin hızla değişmekte olduğu açıktır. Kasım ayındaki ABD başkanlık seçimlerinde Donald Trump’ın olası zaferi ya da Macaristan Cumhurbaşkanı Viktor Orban’ın ülkesinin Avrupa Birliği dönem başkanlığını kullanarak geleneksel Batılı dış politika elitlerine çelişkili mesajlar vermesi buna örnek olarak gösterilebilir.

Bu durum zamanla Batı’nın küresel kişiliğini değiştirecektir.

2020’den bu yana Batı’daki evimden ziyade, Asya’da gelişen bu olayları Singapur’daki görüş noktamdan izliyorum. “Batısızlık: Büyük Küresel Yeniden Dengelenme” adlı yeni kitabımda yazdığım gibi, Batı’nın küresel varlığının yeniden şekillenmesini uzaktan izlemek kendi perspektiflerini sunuyor.

Asya’da, dünyanın değişen ekonomik dengesi Çin ve Hindistan’ın yükselişinde açıkça görülüyor ve Endonezya gibi ülkeler de gelecekte önemli bir büyüme göstermeye hazırlanıyor.

Dünyanın yeniden dengelenmesi sadece “Asya’nın yükselişi” ile sınırlı değildir. Suudi Arabistan, Türkiye ve hatta Güney Afrika gibi ülkelerin küresel meselelerde kendi yollarını çizmek için gösterdikleri stratejik özerklik her geçen ay artıyor.

Batılı olmayan ülkeler için stratejik özerklik ekonomik büyümeden kaynaklansa da bundan çok daha fazlasıyla ilgilidir. BRICS gibi Batılı olmayan kulüplerin genişlemesini de içeriyor. Güney Afrika’nın Batı destekli İsrail’e karşı Hamas’a karşı yürüttüğü savaş nedeniyle Uluslararası Adalet Divanı’nda açtığı dava gibi gelişmeler de bunu kanıtlamaktadır. Batılı olmayan ülkeler küresel görüşün değişmesine yardımcı oldukça, Batılı ülkeler tarafından 7 Ekim’den sonra İsrail’i desteklemek için alınan ilk tutumlar artık “kurallara dayalı uluslararası düzen” kullanılarak inandırıcı bir şekilde sorgulanabilir.

Batılı olmayan dünyanın yükselen başlıca güç merkezleri hızla kendi momentumlarını geliştiriyor. Yüzyıllardır ilk kez Batı her zaman öncü bir rol oynamıyor. Avrupa liderliğindeki deniz sömürge imparatorluğunun önceki dönemleri ve ardından ABD liderliğindeki küreselleşme dönemi düşünüldüğünde, dünya meselelerinde ortaya çıkan dönemin gerçekten de çok farklı olacağı görülecektir.

Batı çökmeyeceği ve ABD ekonomisi canlılığını koruduğu için yanlış sonuçlara varmak kolaydır. Tüm bunları gayri safi yurtiçi hasıla büyüklüğüne göre bir analize indirgemek ve yalnızca ABD ile Çin arasında iki atlı bir yarış olarak görmek çok basite indirgemek olacaktır.

Kişi başına düşen GSYH’ye bakıp, önde gelen Batılı ülkelerin modernleşmenin standart taşıyıcıları olarak diğerlerinin fersah fersah önünde olduğu sonucuna varılabilir. Ya da güçlü ABD dolarının kalıcı gücüne odaklanılabilir.

Bunlar indirgemeci sonuçlara varmaktır. Evet, ekonomik performans, yaşam standartları ve para biriminin gücü büyük önem taşımaktadır. Ancak diğer gelişmelerle birlikte ele alındığında Batı’nın düşüşte olduğu görülmektedir.

Demografi gibi bazı eğilimler ölçülebilir niteliktedir. Diğer eğilimler ise küresel anlaşmazlıkları çözme gücü ve ahlaki güçle ilgilidir. Küresel yeniden dengelenme yalnızca sert güç ve ekonomiyi değil, aynı zamanda standartları belirleme, dikkati yönetme ve krizleri çözme becerisini de içermektedir.

Manşetlerimize hakim olan ve küresel görüşleri derinden ikiye bölen diğer savaştan işlerin ne kadar hızlı değiştiğine dair net bir örnek alalım.

G7 aracılığıyla çalışan Batı, Rusya’nın Şubat 2022’de başlayan barbarca tam ölçekli işgaline karşı Ukrayna’yı övgüye değer bir şekilde destekledi. Ancak milyarlarca dolar harcayarak silahlandırdığı Ukrayna, hala Rus işgalcileri kovacak kadar güçlü değil. Şimdi, küresel yeniden dengelenmeyle ilgili iki gelişme Ukrayna’daki durumu daha net bir şekilde etkiliyor.

Birincisi, Rus ekonomisi Batı ve G7 liderliğindeki yaptırımlardan ve enerji ihracatına getirilen fiyat sınırlamalarından zarar gördü. Ancak ekonomik ceza tehdidi Putin’i 2022 başlarında Ukrayna’yı işgal etmekten caydırmaya yetmedi. Yaptırımların gerçekliği de Putin’i işgalden vazgeçmeye zorlamak için yeterli değil. Dünya ekonomisindeki yapısal değişiklikler, Rusya’nın Çin, Hindistan ve diğer BRICS ülkelerinin yanı sıra Türkiye, Körfez ülkeleri, Endonezya ve diğerleriyle ticaret yapmaya devam ettiği ve savaş ekonomisini sürdürdüğü anlamına geliyor.

İkinci olarak, Batılı olmayan bu ülkeler bir şekilde Rusya’nın Ukrayna’ya karşı yürüttüğü savaşın müzakere yoluyla sona erdirilmesini savunmuşlardır. Batı ve G7 ise tam tersini savunmuştur. Mükemmel bir ahlaki netlikle, Rusya’nın Ukrayna’da yenilmesi ve saldırganlığı için asla ödüllendirilmemesi gerektiğini savundular. Ancak Trump Beyaz Saray’a dönerse, ABD politikasının bir barış anlaşması lehine Ukrayna’yı terk etmeye kayması bekleniyor.

İronik bir şekilde, Trump’ın dayatacağı böyle bir anlaşma ABD’yi dünyanın geri kalanında genel olarak aynı şeyi savunan kesimlerle daha uyumlu hale getirecektir. Eğer bu gerçekleşirse, Batı’nın küresel haçlı enkarnasyonu bir darbe alacaktır. Onun yerine, otokratik liderlerle anlaşma yapmaktan kaçınmayan, işlevsel yaklaşımları tercih eden popülist bir Batı enkarnasyonu ufukta görünmektedir. Böyle bir dünyadan korkmak başka bir şey, bunun pek çok etmenini anlamak başka bir şeydir.

Sadece Soğuk Savaş sonrası zafer kazanmış Batı’nın sonunu gözlemlemiyoruz, aynı zamanda daha az Batı egemenliğinde bir dünyanın başlangıcını da gözlemliyoruz.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

“Okulu kıran” çocukların ailelerini hapse atmayı öneren başkan adayı: Kamala Harris

Yayınlanma

Editörün notu: Joe Biden’ın çekilmesi ile birlikte Demokratların kasım ayındaki başkan adayı olarak öne çıkan Başkan Yardımcısı Kamala Harris, siyaseten “silik” bir profil olsa da daha önce San Fransisco ve California’daki savcılık deneyimleri karanlık bir geçmişe işaret ediyor. “Beyaz olmayan” ve “ilerici” sayılan bir siyasetçi olmasına rağmen savcılığı döneminde siyahlara yönelik polis şiddeti konusunda tavır almayı reddetmişti. Harris’in en tartışmalı hamlesi ise, “okul asma programı” olarak bilinen 2011 tarihli yasaydı. Bu yasa bölge savcılarının, çocuklarının geçerli bir neden olmaksızın okul yılının yüzde 10’unu kaçırmaları halinde ebeveynleri kabahat işlemekle suçlamalarına ve hapsetmelerine izin veriyordu. Daha sonra sonlandırılan programın, yine en fazla beyaz olmayan toplulukların ebeveynlerine yönelik işlediği yönünde yoğun eleştiriler gelmişti.


“Kamala the Cop”: Biden’ın Olası Halefi Harris’in Karanlık Yüzü

Raphael Schmeller
Berliner Zeitung
23 Temmuz 2024
Çev. Gülçin Akkoç

Sevilmiyor, hata yapmaya meyilli ve kendi partisi içinde tartışmalı durumda. Demokratların başkan adayı olarak yarışa girmesi beklenen Kamala Harris kimdir?

Joe Biden’ın başkanlık yarışından çekilmesinin ardından birçok demokrat coşkuyla Kamala Harris’i desteklemeye başladı. Partinin seçim kampanyası bağışları platformu ActBlue, Biden’ın yerine Demokratların favorisi olan başkan yardımcısı için şimdiden “bağış seli” yaşandığını bildirdi.

Liberal Amerikan medyası Pazar akşamından beri Harris’in seçimi kazanması durumunda ABD’nin en yüksek siyasi makamına gelen ilk kadın, ilk Asya kökenli ve Barack Obama’dan sonra ilk siyahi olacağını tekrarlayıp duruyor. Ancak Harris’in ülkedeki çok sayıda kişi tarafından sevilmediği ve kendi partisinin içinde de tartışmalı olduğu gerçeği söylenmiyor.

2011 ve 2013 yıllarında bağışlarla Harris’i destekleyen Cumhuriyetçi başkan adayı Donald Trump, çoğu ankette Demokratlardan oldukça önde yer alıyor. Bakıldığında Harris ve Biden arasında rağbet görme açısından önemli farklar yok ve hatta Harris’in durumu kısa bir yükselişten sonra daha kötüye bile gidebilir. Harris son anketlerde Demokratlar için çok önemli olan Michigan, Arizona ve Nevada gibi salıncak eyaletlerde Biden’dan daha kötü performans gösteriyor.

Harris, okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için hapis cezası istemişti

Harris, örnek vermek gerekirse iç politikadaki sert tutumu sebebiyle eleştiriliyor. 2011 yılından itibaren Kaliforniya Başsavcısı olarak kendisini Günışığı Eyaleti’nin(*) ‘’ilk polisi’’ olarak sundu ve sıkı baskısıyla adından söz ettirdi. Aynı zamanda kolluk kuvvetlerindeki yolsuzluklara karşı yeterince kararlı adımlar atmaması konusunda da eleştirildi. Ve hepsinden önce okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için uygulanmasını savunduğu yüksek para cezaları ve olası hapis cezaları sistemiyle hatırlanıyor.

Bu dönemde Harris, siyahlara yönelik polis şiddeti gibi birçok konuda tavır almayı reddetti ve bu durum birçok Demokrat tarafından yadırgandı. 2014 yılında marihuanayı yasallaştırma girişimine gülmüş, ancak beş yıl sonra başkanlığa adaylığını koyduğunda “kesinlikle desteklediğini” vurgulamıştır. Başsavcılık yaptığı dönem ona ‘’Kamala the Cop’’ (Polis Kamala) lakabını kazandırmıştır.

Harris 2017 yılında Senato’ya seçildi ve 2019 yılında Demokratların başkan adayı olarak yarışa girdi. Başta Biden’ı ırkçılıkla suçlasa da sonrasında korkunç anket oranları sebebiyle yarıştan çekildi ve sonrasında kendisini başkan yardımcısı adayı yapan Biden’ı destekledi.

Başkan Yardımcısı olarak görev yaptığı son 4 yılda pek çok kez kendi siyasi profilini geliştirmemekle suçlandı. Biden, göçü sınırlandırmak için menşe ülkelerdeki göçün nedenleriyle mücadele etme görevini 2021 yılında Harris’e verdi. Ancak Harris’in çabalarına ve Latin Amerika hükümet başkanlarıyla yaptığı görüşmelere rağmen düzensiz sınır geçişlerinin sayısı arttı. ABD Yüksek Mahkemesi 2022 yılında dönüm noktası niteliğindeki Roe v. Wade kararını bozarak ülkenin çoğu yerinde kürtajı fiilen imkansız hale getirdiğinde ise Harris, kürtaj haklarını şiddetle savundu.

Harris pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük olarak görülüyor

Harris, Beyaz Saray’da geçirdiği süre boyunca çoğunlukla kendi yolundan gitti. Röportajlarında ve kamuoyu önünde yaptığı diğer konuşmalarında çeşitli hatalar yaptı ve her zaman kendine güvenen biri olarak görünmedi. Pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük ve bazı demokratlar tarafından da bir yük olarak görülüyordu. Hatta 2022 yılının başında yapılan anketlerin sonucuna göre Harris, bugüne kadarki en sevilmeyen Başkan Yardımcısı. Yakın çalışma arkadaşları birçok kez istifa etti ve kaotik çalışma koşulları olduğuna dair söylentiler hep devam etti.

Harris de Biden gibi hatalar yapmaya ve anlaşılması zor konuşmalar yapmaya meyilli. Şu anda sosyal medyada Mayıs 2023’te yaptığı bir konuşma dolaşıyor, Harris dinleyicilere şu açıklamaları yapıyor: “Siz, içinde yaşadıklarınızın ve sizden önce gelenlerin bağlamından oluşuyorsunuz.’’ Sonrasında bu anlattıklarını annesinden bir alıntı yaparak destekledi, ‘’Hindistan cevizi ağacından düştüğünüzü mü sanıyorsunuz?’’ Harris sonrasında saniyelerce kendi şakasına güldü.

Eğer beklendiği gibi Kamala Harris Demokratların adayı olarak gösterilirse yalnızca bu imajını düzeltme zorluğuyla karşılaşmayacak, aynı zamanda seçmenleri Biden-Harris hükümetinin sevilmeyen sonuçlarından kendisini sorumlu tutmamaları için ikna etmeye çalışmak zorunda kalacak. Bu sebeplerle Trump, Harris’i yenmenin Biden’ın kendisini yenmekten daha kolay olacağını iddia ediyor. Bu konuda haklı olabilir.


(*) Yazar Florida ile Kalifornia’yı karıştırıyor olmalı çünkü “Günışığı Eyaleti” (Sunshine State) takma adı Florida’ya ait. Kaliforniya’nınki ise “Altın Eyalet” (Golden State). (editörün notu)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English