Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

ChatGPT, bebek arabası ve otomasyon endişesi

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Yapay zekâ botları ve yeni teknolojilerin kademeli olarak gelişimine dair çocuk sahibi bir ilkokul öğretmeninin yorumu. Sorduğu sorular ve taşıdığı kaygıları çoğu insanın paylaştığına kuşku yok.


ChatGPT, bebek arabası ve otomasyon endişesi

Amanda Parrish Morgan — Wired

28 Şubat 2023

Artık tereyağını elle krema haline getirmem ya da çocuklarımın kazaklarını örmem gerekmediği için kendimi kötü hissetmiyorum, peki büyük dil modellemeleri neden farklı hissettiriyor?

Geçen sonbahar bebek arabaları ve onların çocuklara ve bakıcılarına yönelik tutumlarımız hakkında ortaya koyduklarına dair bir kitap çıkardım. Stoller’ı kısmen çağdaş Amerikan ebeveynliğinin tüketim kültürünün bir eleştirisi olarak sunmuş olsam da bebek arabamı [çokça] sevmeye başladım. Çocuklarımı arabamızda önümde iterek rutin olarak koştuğum yıllarda üniversitede atletizm takımımın kaptanıyken yaptığımdan daha hızlı yarış süreleri kaydettim. Pandeminin uzun ve klostrofobik ilk günlerinde oğlum ve ben, mahallemizin kaldırımlarında yavaşça bir aşağı bir yukarı dolaşarak New England’a gelen o geç ve soğuk bahara şahit olduk. Çoğu zaman bebek arabasıyla yaptığımız uzun yürüyüşün veya koşunun sonunda çocuklarım uyuyakalırdı ve sıcak günlerde de onlar uyurken çalışmak için onları gölgeye, kendimi güneşe park ederdim, kendi kendine yetme ve tutumluluğun gurur verici bir karışımını hissederdim [çocuk bakımı koşmayı veya teslim tarihine yetişmeyi gerektirmez].

Kitabımın çıkmasından sonraki aylarda dostlarım ve ailem bana ikonik yerlerde [Brooklyn Köprüsü, Yüksek Mahkeme önündeki protesto, Buckingham Sarayı] bebek arabalarını iterken çekilmiş fotoğraflarını gönderdiler: İşte ben de çocuklarımla birlikte macera dolu bir hayat yaşıyorum. Gelen kutumda 92. Cadde Y’nin dışında UppaBaby Vista bebek arabalarından oluşan bir filonun, arabalarla değil bebek arabalarıyla dolu bir banliyö garajının, kaçak bebek arabalarının film kliplerinin ve sürücüsüz bebek arabalarıyla ilgili birden fazla hikâyenin fotoğrafı vardı. Eşimin kuzeninin çektiği bir videoda bir kadın koşu yapıyor, kollarını bir bebek arabasının yanında sallıyor ve bebek arabası da onun hızına ayak uyduruyordu. Bu videoya, hazır cevap biçimde 100 kilodan fazla ağırlığa sahip Double BOB’umu itmek zorunda kalmadan koşmanın ne kadar hızlı olacağına dair karşılık verdim.

Bu türden bir rahatlık, gelen kutumun bu kez ChatGPT ile ilgili başka bir e-posta telaşıyla dolmaya başlamasından önceki zamanın kalıntısıydı. Uzun yıllar lisede İngilizce öğretmenliği yaptım ve şimdi de birinci sınıflara kompozisyon dersi veriyorum, bu nedenle yeni — korkutucu, şaşırtıcı, büyüleyici veya distopik, nasıl gördüğünüze bağlı olarak — büyük dil modellemeleri ve bunların yazma ile öğretim arasındaki ilişkide olan rolü hakkındaki haberler genelde dostlarıma ve aileme beni hatırlatıyordu. Herkesin kendi lise yıllarıyla ilgili çok sayıda [genelde sıkıntılı] anıları olduğundan ve pek çok arkadaşımın şu anda eşim ve benim eğittiğimiz öğrencilerin yaşlarında çocukları olduğundan sosyal ortamlarda iş hakkında çok sık konuşuyoruz. Birden fazla AP dersine kayıtlı lise öğrencileri ne kadar stresli? Öğrencilerimizin hafta sonları Euphoria’dan bir bölüm gibi mi, yoksa, — bu epey endişe verici olurdu — 90’ların sonlarında kendi ergenlik partilerimize mi benziyor? Öğrencilerimizin niçin daha donanımlı olmalarını isteriz? Onları sınıfta telefonlarından nasıl uzak tutabiliriz? Ve son olarak ChatGPT ile ilgili haberler toplumun giderek genişleyen halkalarında yayıldıkça sürücüsüz bebek arabalarıyla ilgili e-postalara eşlik edenlerden çok da farklı olmayan sorular almaya başladım: Bildiğimiz hayatın otomasyon tarafından değiştirilmesi konusunda ne yapacağız?

ChatGPT’yi ilk kez eşimden duydum. Kendisi lisede fizik ve bilgisayar programlama dersleri verdiğinden İngilizce bölümündeki meslektaşlarım ve ben daha ChatGPT’yi duymadan çok evvel onun radarına girmişti. Bana, “Yakında herkes bunu konuşacak”. Elbette haklıydı ama o ilk gece akşam yemeğinde, onun tahminlerini panikçi ya da bilgisayar programlama öğretmenlerinin niş endişeleri olarak sayıp reddetmek daha kolaydı.

İlk cevabım yapay zekanın makalelere kıyasla öğrenci kodlarını taklit eden çalışmaları ne kadar kolay üretebileceği konusunda önemli farklılıklar olduğu konusunda ısrar etmek oldu. Ancak göz ardı edemediğim şey, ikimizin de verebileceği ödevlerden veya belirli öğrencilerimiz için çıkarımlardan çok daha geniş bir endişeydi: Programın kendisinin etik ve felsefi çıkarımları. Nick, ChatGPT’nin bir sinir ağı olduğunu açıkladı. Nick “O halde…” diye bana sordu: “ChatGPT’yi oluşturan bu sinir ağlarını bizim biyolojik nöron ağımızdan farklı kılan nedir?” Karbon bazlı yerine silikon olmaları gerçeği mi? Neden karbon temelli bir ağ bilincin gelişmesine olanak sağlarken silikon temelli bir ağ buna olanak sağlamıyordu? Tüm bu farkı sekiz ekstra proton nasıl olur da yaratabilir diye sordu. Nick’in düşünce tarzı benim için tahammül edilebilir değildi. Elbette bizi insan yapan karbonun ötesinde bir şey — belki de kelimelere dökemediğimiz, hatta varlığını ispatlayamadığımız bir şey — olduğu konusunda ısrarcı oldum. Duygulara, bağlara ve ilişkilere işaret etsem de bu insan yapan şeyin ne olduğunu tam olarak ifade edemedim.

Bugün zevk alarak tartışacağım bebek arabalarının aksine ChatGPT hakkında konuşmaktan nefret ediyorum ama yine de her zaman kendimi bunu yaparken buluyorum ve çoğu zaman da konuyu açan kişi ben oluyorum.

Bahar sömestrinin başında öğrencilerime düşünmeleri için bir metafor verdim: Bir yazma ödevini tamamlamak için ChatGPT’yi kullanmak [bunu yaptığını söylemeden] spor salonuna gitmek, koşu bandını saatte 10 mil hıza ayarlamak, 30 dakika çalıştırmak, ekranının fotoğrafını çekmek ve ardından altı dakikalık bir tempoda 5 mil koştuğunu iddia etmek gibi değil miydi? Bu olmuş gibi görünebilir ve öğrenci, çok pasif bir şekilde illüzyonu hayata geçirmekten sorumlu olabilir, fakat öğrenci başladığı zamankinden ya da altı dakikalık bir tempoda bir veya iki dakika ya da rahat bir koşuda 5 mil koşan öğrenciden daha fit ya da hızlı olamayacaktır.

Çoğu öğrenci metaforun doğruluğunu kabul etmiş görünüyordu. Öğrencilerimin [sadece benim faydama olsa bile] yakalanma korkusu, üretilen yazının kalitesiyle ilgili endişeler ve yıllardır yazma pratiği yapmamış olmanın bir noktada kendilerini yakalayabileceği hissi gibi çeşitli nedenlerle yazma ödevlerini tamamlamak için yapay zekâ kullanmaktan kaçındıklarını söylemeleri beni çok şaşırttı. Ancak bir öğrenci aynı fikirde olmadığını açıkça ifade etti: Yazma ödevinin amacının sadece not almak olduğunu savunuyordu. Çok fazla yazı yazmayı gerektiren bir alanda çalışmayı planlamıyordu ve eğer çalışacaksa ChatGPT’yi bunun için de kullanamaz mıydı?

Yazmanın nihai amacı fikrini tartışmaya açtığı için bir bakım rahatlamıştım ve bir yazma dersinin amacının yazmış görünmek değil, — bir diploma ve nihayetinde bir iş peşinde koşarken dersin kredisini almak için değil, söz konusu diplomanın işaret etmesi gereken ve söz konusu işin gerektirmesi muhtemel becerileri uygulamak için — yazmak olduğunu savunmaya hevesliydim.

Kibar davrandı ama ikna olmamıştı. Nereden geldiğini anlama konusunda ne kadar yetenekli olursam olayım [örneğin kendimi Calculus 131’de düşündüğümde] sözlerinin uyandırdığı panik duygusunu bastıramadım. Yazı yazmak logaritmik fonksiyonları öğrenmekten farklı değil mi? En azından dil, ifade ve bağlantı ile bu kadar derinden ilişkili olduğu için? Hatta çevremizdeki insanlara ve dünyaya gösterdiğimiz özenle de? Sadece yazmanın, hayatını kelimelerle çalışarak kazanan biri için başlı başına bir özen işi — fark etme, kaydetme ve tanıklık etme — olduğu için değil, aynı zamanda kolektif olarak insan dili ile makine dili arasındaki ayrımın önemsiz olduğuna, dilin otomatikleştirilebileceğinde hemfikirsek çok daha geniş bir şekilde tanımlanan özenden yoksun distopik bir geleceğe doğru koşar adım gitmiş olmaz mıyız?

Otomasyona diz çökerek karşı çıkmanın sadece savunmacı değil, aynı zamanda basit ve neredeyse her şekilde ikiyüzlülük olduğunun farkındayım. İşlerin eski yöntemlerle yapılmasının daha üstün olduğuna dayanan argümanlardan genellikle hoşlanmıyorum, zira bu argümanlar çoğu zaman [kasıtlı ya da değil] kadınların aile ve toplumdaki rollerine ilişkin gerici tutumlarla dolu. Yine de otomasyon yüzünden kaybettiğim onca şeyi düşünmeden edemiyorum. Şu anda ön siparişe sunulan Glüxkind Ella gibi otomatik bebek arabaları, hareketlilik yardımına ihtiyaç duyan bakıcılar için şüphesiz daha erişilebilir bir seçenek sunuyor. Tüm otomasyonların insan ilişkilerinin anlamını ortadan kaldırdığını, pil yerine kas gücüyle çalışan bir bebek arabasının bir şekilde daha anlamlı, daha gerçek bir ebeveynlik olduğunu söylemek abartılı olur. Yine de kızım bebekken, aile odamızda bulundurduğumuz pille çalışan bebek salıncağını çok severdi ve mantıksız olduğunu bilmeme rağmen bazen onunla onu rahatlatmanın ne kadar kolay olduğu konusunda belirsiz bir suçluluk duygusu hissederdim. Gerçek anne sevgisi, sırtım ağrıyana ve kaslarım yorgunluktan yanana kadar onu kollarımda sallamak olmamalı mıydı?

Yine de ev işlerini otomatikleştiren aletlerin geliştirilmesi ile feminizmin ilk dalgası arasında kurulan bağ uzun zamandır var ve hayatım boyunca gerçekleşen diğer teknolojik gelişmeler, sevdiğim veya anlam kattığım faaliyetlerle uğraşma şeklimi değiştirmiş olsalar bile benzer sancılar hissetmedim. Yıllar önce bir mikser aldım ve artık tereyağı ve şekeri elle krema haline getirmiyorum. Sadece bu makaleyi düşünürken aklıma bir şey geldi, peki kaybolan ne? Sevgi mi? Kol kasları mı? Zahmetin kendisindeki erdem, onu kurabiye pişirmek için kullanırken kaybolabilir. Bir zamanlar vasat da olsa hevesli bir fotoğrafçıydım, lisede karanlık odada saatlerimi fotoğraflarımda kötü yaptığım alan derinliğini, odağı, pozlamayı ya da çerçevelemeyi düzeltmeye çalışarak geçirirdim. Şimdi neredeyse herkes gibi ben de iPhone’umu kullanıyorum. Bazı durumlarda portre modunda. Evet, tüm bunlar çok daha verimli, ancak aynı zamanda yemek pişirmeyi veya fotoğraf çekmeyi anlamlı bir şey gibi hissettirmiyor.

Tüm çalışma ya da zahmet örneklerini doğası gereği erdemli gören bir 17. yüzyıl Kalvinisti gibi görünme riskini göze alarak; bir şey — ilgi? samimiyet? bağ? — tüm bu otomasyon içinde kaybolma tehlikesiyle yüz yüze. Büyükannemin ellerinin, bana ördüğü kazaklardaki düzgün dikiş sıralarına gösterdiği özeni görebiliyorum, çünkü ürünün yapımı zaman alıyordu. Eskiden fotoğraf çekmek ve banyo etmek daha uzun sürdüğü, görüntünün kaybolmayacağı daha az kesin olduğu için mi lise arkadaşlarımın filmle çektiğim portreleri daha kişisel hissettiriyor? Bir bebeği Viktorya döneminden kalma hantal bir bebek arabasıyla gezdirmek daha fazla emek gerektiriyorsa bu gezintiye daha fazla anlam — daha fazla sevgi — yüklemiyor mu?

Yine de nasıl örgü örüleceğini hatırlamıyorum ve sıfırdan kurabiye yapmayı bilmeme rağmen ailemin yediği yiyeceklerin büyük çoğunluğunu Trader Joe’dan alıyorum, böylece yoğun bir hafta içi gününün sonunda “ilginç” tatları yorucu bir şekilde birleştirebiliyorum. Bazen kötü bir aşçı olduğumla ilgili şakalar yapsam da aceleye getirilmiş — otomatize — yemek hazırlama sürecimden dolayı hakikaten üzüntü veya suçluluk hissetmiyorum ve çocuklarımın kazaklarını örmediğim için üzülmem felsefi değil duygusal bir bakış açısıyla oluyor. Keşke büyükannemin bana öğrettiği beceriyi hatırlayabilseydim çünkü onu çok seviyordum, çocuklarımın kazakları Gap Kids’ten olduğu için daha aşağı ya da az ilgili bilr kadın olduğumu düşündüğümden değil.

Yazmak benim için özen işi, çünkü ben bir yazarım ve öğrencilerin yazdıklarına yanıt vermek de benim için özen işi, çünkü ben bir öğretmenim. Yazmanın yiyecek ya da giyecekten daha az faydalı bir şey olmadığını savunanlar haklı mı? Bu, üzerinde düşünülmesi gereken rahatsız edici bir soru. Bu elbette şahsi açıdan — ama aynı zamanda liberal sanatlar eğitiminin rolü hakkında rahatsız edici bir düşünce çizgisine hızla yol açtığı için — doğru. Üniversite eğitiminin temelinde diploma alma ve bağlantılar kurma fırsatlarından ziyade öğrenmenin yattığı inancından vazgeçmek aşırı alaycı bir yaklaşım gibi geliyor ve belki de bu nedenle öğrencilerimin, yazmanın bir gün hayatlarında ne kadar küçük bir rol oynayacağına bakmaksızın, daha açık ve düşünerek yazmayı öğrenmenin zamanlarını değerlendirmek için kıymetli olduğu fikrine katılmalarını beklemenin makul olduğunu düşünüyorum.

Öğrencilerime sürücüsüz bebek arabalarından söz etmedim — ne olsa çoğunun ebeveyn olmayı düşünmesine bile on yıl var ve bebek arabalarının zihinlerinde benimkiler kadar büyük yer tutması pek olası değil — ama sürücüsüz araçlardan ve ölümle sonuçlanan araç kazası duyduğumda verdiğim kuşkusuz mantıksız olan tepkiden söz ettim. Sürücüsüz bir araçta kaza yapma olasılığının çok daha düşük olduğunu gösteren tüm istatistiklere aşina olsam da kendimin veya yolcularımın güvenliğinin kontrolünü [iyi bir sürücü olduğuma inanıyorum] teslim etmeyi hayal edemiyorum.

Bir öğrenci, “Peki ya araç kullanışınız konusunda yanıldığınıza ikna olabilseydiniz? Ya sürücüsüz modda araç kullanmanın herkes için daha güvenli olduğuna sizi ikna eden rakamları kendi gözünüzle görseydiniz?” diye sordu.

Haklı olduğunu elbette biliyordum ama yine de bunu aracımın kontrolünü aracın kendisine bırakmaktan hoşlanmamamla bağdaştıramıyordum. Yine de biri beni küçük bir uçağın kokpitine götürse ve otomatik pilotu açmamı ya da uçağı kendim uçurmaya çalışmamı teklif etse uçağın otomasyonuna güvenmekte tereddüt etmem, çünkü bir uçağı nasıl uçuracağımı bilmediğimi ve bir hata yapmanın neredeyse kesinlikle ölümcül olacağını çok iyi anlıyorum. Dik bir yokuşu çıkarken ya da uzun bir süre boyunca bebek arabasını itmek benim için hiç de zor değil. Dışarıda olmayı severim ve tek başıma ya da çocuklarımla yürüyüşe çıkmaktan keyif alırım. Belki de Glüxkind’in otomatik bebek arabasının gelişmiş güvenlik özelliklerinden bahsetmesi, benim bebek arabası itme uzmanlığıma dair kendini beğenmiş algımı tahmin ettiği içindir. “Ella” olarak adlandırılan bebek arabası, trafik algılama ve “geliştirilmiş çoklu fren sistemi” içeriyor. Pazarlama metni, hepimizin Potemkin Zırhlısı ya da Rosemary’nin Bebeği filmlerinden bildiği o korku kinayesine gönderme yaparcasına ebeveynlere “daha fazla huzur” vaat ediyor: “Kaçan bebek arabası mı? Ella varken olmaz”.

Fakat frenleri kullanma ve kaçma vakalarını önleme becerim de dahil bebek arabası sürme becerime olan güven, bazı öğrencilerimin yazma konusunda hissettikleri gibi değil. Araba sürmenin ya da bebek arabası itmenin aksine yazmak hem zorluğu hem de çoğu zaman belirsiz başarı ölçütleri nedeniyle göz korkutucu bir iş olabilir. Öğrencilerimin notlar hakkında en rekabetçi akranlarımdan ve benden bile çok farklı düşündüklerinden bahsetmiyorum bile. Notlar birçoğuna belirli bir konudaki performansı ya da hatta belirli bir beceriyi ölçmek için değil, karakterlerinin toptan onaylanması ya da öğütlenmek gibi geliyor. Öğrencilerim, benim — haklı olarak veya değil — kendimi “iyi bir sürücü” olarak gördüğüm gibi kendilerini de “iyi yazarlar” olarak görme eğiliminde değiller. Yazma ödevlerinde başarı ya da başarısızlığın getireceği riskler, öğrencilerimin çoğuna uçak kullanmaktan çok daha yakın geliyor. Yazmak, özen gösterecek bir şey değil ve yazıları hakkında geri bildirim almak, üzerinde durmadan sancı çektiğim bir şey olsa da muhtemelen özen göstermenin sebebi gibi hissettirmiyor.

Öğrencilerimle konuşmamın sonlarına doğru, Twitter’da tavsiye mektubu yazmak için yapay zekâ kullanımı üzerine bazı tartışmalar gördüğümden söz ettim. Öğrencilerimin tamamı, bir profesörün bunu yaptığını öğrendiklerinde kendilerini ihanete uğramış hissedeceklerini söylediler ve ben de bunun etik bir ihlal olduğu konusunda hemfikirdim. Ben nispeten hızlı yazan biriyim, öğrenciler benden mektuplarını yazmamı istediklerinde gurur duyuyorum ve bunu yapmaktan çekinmiyorum. Yine de not vermekten kesinlikle hazzetmiyor değilim. Öğrencilerle fikirleri, yazıları veya çalıştığımız metinleri anlamaları hakkında konuşmaktan hoşnutum ama not vermenin kendisi bir amaca ulaşmanın aracı gibi geliyor. Çoğu zaman bir öğrencinin nottan dolayı üzüleceğini ve çalışmasıyla ilgili konuşmalarımızın fikirleri, yazıları veya üzerinde çalıştığımız metinleri anlamasından ziyade Blackboard’daki kutuya yazdığım sayıya odaklanacağını biliyorum. Öğrencilerin çalışmalarına not vermek için ChatGPT’yi kullanmak ister miydim? Tabii ki isterdim. Ancak yapay zekadan bir tavsiye mektubu oluşturmasını istemeye benzer şekilde, bu etik dışı geliyor, çünkü ben notu bir öğrencinin zaman içindeki becerilerinin kusurlu bir ölçüsü olarak görürken çoğu öğrenci notları benimle ve dersimizdeki materyalle olan ilişkilerine derinden bağlı bir şey olarak görüyor.

Bu bağlamda distopik ve faydacı arasındaki çizgi tek değil. Sürücüsüz bebek arabalarının ya da hatta ChatGPT’nin insanlığın sonuna işaret ettiğini düşünmüyorum ama hayatlarımızı oluşturan sıradan ve küçük günlük anları yalnızca bir amaca yönelik bir araç olarak görme konusunda artan bir istekliliğe işaret ettiklerini düşünüyorum. Annie Dillard’ın yazar adaylarına verdiği tavsiyeyi sık sık düşünüyorum: Günlerimizi nasıl geçirdiğimiz, sonuçta hayatımızı nasıl geçirdiğimizdir. Benim açımdan mesele, belirli ebeveynlik vazifelerinin, ders vermenin bir unsurunun veya yazılı bir iletişim türünün amacını düşünmeye dayanıyor. Crate & Barrel sohbet robotunun aldığım kırık saksının iadesini gerçekleştirmesinden memnunum, tıpkı ailemin kıyafetlerini temiz tutmak için çamaşır makinemi ve kurutucumu kullanmaktan memnun olduğum gibi. Belki de yıllar sonra ChatGPT’ye otomatik şanzımanın ya da yazım denetiminin icadına baktığım gibi bakacağım: Teknolojik gelişimin istikrarlı ilerleyişinde faydalı ama nihayetinde kademeli bir adım. Eğer ailemin çamaşırlarını çamaşır tahtasında yıkıyor ve sonra da kurumaları için asıyor olsaydım, bu makaleyi yazıyor olmazdım. Ama aynı zamanda bu tür işlerden — bakmak, öğretmek, yazmak — mücadele etmeden vazgeçmememiz gerektiği hissinden de kurtulamıyorum.

DÜNYA BASINI

The National: İsrail dijital dünyanın silahlandırılmasına öncülük ediyor

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, İsrail’in Lübnan’da iletişim cihazları üzerinden geçekleştirdiği saldırıların tarihsel gelişimine ışık tutuyor. Makalenin yazarı, bu saldırıların Hizbullah’ın uzun vadede dijital misillemesini tetikleyebileceği görüşünde.

***

Stuxnet’ten Gospel’e ve çağrı cihazı bombalarına kadar İsrail dijital dünyanın silahlandırılmasına öncülük ediyor

İbrahim Al-Marashi

Lübnan genelinde meydana gelen bir dizi çağrı cihazı patlaması ve ertesi gün telsizlere yönelik ikincil saldırılar çok sayıda Hizbullah mensubunun yanı sıra aralarında çocukların da bulunduğu çok sayıda sivilin ölümüne ve sakat kalmasına neden oldu. Saldırılarda aralarında İran’ın Beyrut Büyükelçisi’nin de bulunduğu binlerce kişi de yaralandı.

Genelde yabancı topraklardaki saldırıların sorumluluğunu üstlenmeyen İsrail bu saldırıları da üstlenmedi ancak Savunma Bakanı Yoav Gallant çarşamba günü yaptığı bir konuşmada Mossad’ın sabotajdaki rolüne dair güçlü işaretler verdi.

Gallant ayrıca neredeyse bir yıldır Gazze’de Hamas’la mücadele eden İsrail’in savaşta yeni bir aşamaya geçtiğini söyledi. “Ağırlık merkezi kuzeye doğru kayıyor, yani güçlerimizi, kaynaklarımızı ve enerjimizi giderek daha fazla kuzeye yönlendiriyoruz” diye ekledi.

Lübnan saldırıları İsrail’in uzak mesafeden vurma yeteneğini gösteriyor; bu da bir tür caydırıcılık sağlarken makul bir inkâr olasılığı yaratıyor ve Washington’un Başbakan Binyamin Netanyahu’ya Hizbullah’a saldırmaması yönünde baskı yaptığı bir dönemde ABD’nin tepkisinden kaçınma imkânı sunuyor. Bununla birlikte, Lübnanlı grubun da dijital dünyayı silahlandırma yeteneği var, bu da şiddet yanlısı devlet dışı aktörlerin düşmanlarına misilleme yapma ve dijital savaşı yapay zekâ alanına taşıma olasılığını artırıyor.

Son birkaç gündeki saldırılara yönelik belirsiz imalar bir yana, tarihsel örnekler, iletişimin silahlandırılmasının İsrail devletinin bir çalışma yöntemi olduğunu gösteriyor.

1972 yılında Münih Olimpiyatlarında 11 İsrailli sporcunun öldürülmesine misilleme olarak Mossad ajanları Filistinli yetkili Mahmud Hamşari’nin Paris’teki evinde telefonuna yerleştirdikleri bir patlayıcıyı infilak ettirmişlerdi. O telefon analog bir cihazdı, ancak dijital devrim İsrail için uzun mesafeli suikastları daha kolay hale getirdi. Başka bir telefon 1996 yılında silah haline getirildi; bu sefer İsrail’in iç güvenlik servisi Şin Bet, Hamas’ın bombacısı Yahya Ayyaş’ın Motorola Alpha cep telefonunu hedef aldı. Bir Filistinli işbirlikçisiyle çalışan Şin Bet, cihaza 50 gram patlayıcı yerleştirerek, Ayyaş telefonu kulağına götürdüğünde onu öldürmeyi başardı.

Son dönemde Lübnan’da yaşanan ölümler, postmodernizmin bir örneğidir; dijital kültürün, bilgiyi kolayca düzenleme olanağı sunan bir dönemin ürünü. Bilim ve teknoloji, mesafeleri neredeyse yok eden bir şekilde bilgiyi değiştirme ve kodlar üzerinden kolayca manipüle etme imkânı sağlıyor.

Countdown to Zero Day: Stuxnet and the Launch of the World’s First Digital Weapon kitabı, İsrail’in 2010 yılında Stuxnet olarak bilinen kötü amaçlı bir dijital kod ile İran’ın Natanz nükleer tesisinin bazı bölümlerini yok etme yeteneğine atıfta bulunuyor. Bir USB sürücüsüne gizlice yerleştirilen bu kod, nükleer santrifüjlerin kendilerini imha edecek kadar hızlanmasına neden oldu.

Buna karşılık, 1981’de İsrail F-15 ve F-16 uçakları, Irak’ın Osirak nükleer tesisini yok etmek için uzun mesafeler kat etmek, havada yakıt ikmali yapmak ve bombalar atmak zorundaydı; bazıları hedefi bile ıskaladı. İsrailli pilotlar vurulma veya kaza yapma riski taşıyordu ki bu, Bağdat dışındaki hedeflerine giderken telefon tellerine takılmaktan kıl payı kurtulduklarında bu risk neredeyse gerçekleşiyordu.

Stuxnet, İran’ın nükleer tesisini hedef alırken hiçbir İsrailli ajanı riske sokmadı. Bu kod, geleneksel bir bombanın aksine kolayca düzenlenebilir, bir USB sürücüsüne yüklenebilir, uzun mesafeler kat edebilir, hedefine ulaşabilir ve İsrail’in sorumluluğunu inkâr etmesine olanak sağlayabilirdi.

Binlerce haberleşme cihazına müdahale etmenin teknolojik zorluğuna rağmen, İsrail son iki gün içinde Lübnan’ın dört bir yanındaki, hatta komşu Suriye’deki hedefleri nispeten kolaylıkla vurabildi, zira bireyleri hedef almak için hiçbir ajanının orada bulunması gerekmiyordu. Bu, uzaktan kumandayla gerçekleştirilen bir suikasttı.

Caydırıcılık oluşturmak, bir düşmana zarar verebilme yeteneğini göstererek ve sinyaller vererek sağlanır. Can kaybı nispeten düşük olmasına rağmen, İsrail, Lübnan’ın egemenliğini ihlal etmek zorunda kalmadan, Hizbullah’a üyelerinin ülkelerinde hiçbir yerde güvende olmadığı mesajını verdi.

Ne yazık ki bu saldırıların bir başka etkisi daha oldu: sivillerin ontolojik güvenliğini bozdu. Bu, gündelik yaşamın düzeninden ve sürekliliğinden, hatta sıradanlığından kaynaklanan zihinsel durumu ifade eder. Elektrik kesintileri nedeniyle ülkede tıbbi çalışanlar bile çağrı cihazları kullanıyor ve her vatandaş cep telefonunun silah haline getirilip getirilmediğini merak ediyor.

Ancak caydırıcılık ölçülemez. İsrail, Hizbullah’ı caydırmak yerine, grubun misilleme yaparak itibarını koruma baskısı altında kalmasına yol açabilir. İsrail’in 1970’lerde bölgeye getirdiği ve temmuz ayında İsrail’i uzun mesafeli bir insansız hava aracıyla doğrudan vuran Husiler de dahil düşmanları arasında yaygınlaşmasına neden olan insansız hava aracı teknolojisinden ders alması gerekirdi.

Ortadoğu’da insansız hava araçlarını ilk kez 1973 yılında İsrail kullanmış ve bölgede bu konuda tekel olmuştu. Ancak Beyrut Amerikan Üniversitesi profesörü Rami Khouri’nin bir keresinde insansız hava araçları konusunda dünyanın en önde gelen uzmanı Peter W Singer’a söylediği gibi “İHA’lara verilecek yanıt kendi İHA’larınızı elde etmektir. Onlar sadece savaş araçlarıdır. Her araç bir karşı tepki doğurur.” Nitekim, 2024’e gelindiğinde Hizbullah, İHA’larının İsrail’in egemenliğini ihlal ettiğini ve Hayfa kentine ulaştığını gösteren videolar yayımladı.

Yapay zekâ destekli İHA’ların kullanılıp kullanılmadığı belirsiz olsa da İsrail’in Gazze’deki askeri harekâtı için Gospel adlı bir yapay zeka programını hedef belirlemek amacıyla kullandığı biliniyor.

Dijital alanın silah haline getirilmesiyle birlikte Hizbullah misilleme yapma ihtiyacı hissedecektir. Ancak bu misillemenin İsrail’in önleyebileceği kaba bir roket ya da füze saldırısı olması pek olası değil. Grup, kendi dijital zaferini kazanmak için uzun vadeli bir strateji izleyebilir ve belki de bu hedefe ulaşmak için yapay zekayı silahlandırma yoluna başvurabilir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Baldwin’in 45 yıl öncesinden seslenen mektubu: İsrail devleti Yahudilerin kurtuluşu için kurulmadı

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: 20. yüzyılda, ABD’deki siyah hakları için kafasıyla ve vücuduyla mücadele edenleri saymaya kalksak, James Baldwin bunlar arasında nadide bir yerde duracaktır. O medeni haklar hareketi, siyahların ötesinde, dünyadaki tüm ezilenlerle de kendilerini aynı yerde görmüş ve “canavarın ağzında”, ABD’de mücadele etmenin bilinciyle kendilerini aynı davanın bir parçası olarak hissetmişlerdi. Öyle ki, İkinci Dünya Savaşı bitiminde, ezilen bir siyah, ataları kölelik zulmünü, plantasyonları görmüş bir siyah, “bir zenci”, demişti, “kendini Yahudi ile özdeşleştirir.” Aynı Baldwin’in, 1961’de İsrail’e gidince, Arapların Yahudiler tarafından “kontrol edildiğini” ve “mülksüzleştirildiğini” görerek İsrail devletine karşı tutum almaya başlaması da bu nedenle şaşırtıcı değildir. Baldwin, İsrail devletinin şahsında, acılı Yahudi halkının kurtuluşunu değil, batılı sömürgecilerin koçbaşını görüyordu. Dolayısıyla ezilen siyahların kendini özdeşleştirdiği “kimlik”, tersine dönüyordu: Baldwin, Amerika’da Yahudiyi, beyaz adam olarak teşhis ediyor ve yeni siyasetini buna göre düzenliyordu. İsrail, Avrupa’nın “suçlu Hıristiyan vicdanı” ile Filistinlilere çektirdiği acının adıydı. Aşağıdaki mektup da, dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter’ın, BM Büyükelçisi Andrew Young’ı Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) temsilcisiyle görüştüğü için kovmasına yönelik öfkesinin bir ürünüdür. Mektup, yayınlandığı andan itibaren büyük tartışma yaratmıştı. Malum antisemitizm suçlamalarına Baldwin’in ironiyle verdiği cevap ise, “siyahların antibeyaz oldukları için antisemitik de oldukları” yönündeydi. The Nation, tam 45 yıl sonra, Baldwin’in mektubunu yeniden yayınladı.


Yeniden Doğmuşlara Açık Mektup

James Baldwin
The Nation
29 Eylül 1979

Bu makale ilk olarak The Nation dergisinin 29 Eylül 1979 tarihli sayısında yayımlanmıştır.

Andrew Young’la tanışmadan önce Martin Luther King Jr. ile tanışmıştım. Andy ile tanışmamızın Martin sayesinde olduğunu biliyorum. Andy bana göre Martin’in “sağ kolu” idi, kendisini öyle tanımladığı için değil. O oradaydı, kesinlikle oradaydı. Neler olduğunu gördü. Bildiklerini bilme ve gördüklerini görme sorumluluğunu kendi üzerine aldı. Andy’nin kendisini tanımlamaya çalıştığını sadece bir kez duydum: o da benimle ilgili bir şeyi bir başkasına açıklamaya çalışırken. Böylece, bir akşam, Hıristiyan ibadetinin onun için ne anlama geldiğini öğrendim. Bunu biraz açıklayayım.

Metin Matta İncilinden, 25:40: En basit kardeşlerimden biri için yaptıklarınızı, benim için yapmış oldunuz.

Batı dünyasına iletmem gereken haberler olduğu için yorucu ve sıkıcı olmaktan uzak bir konumdayım – örneğin: siyah, köle ile eşanlamlı değildir. Size tavsiyem, bu çarpıcı, hantal ve istenmeyen mesaja karşı kendinizi savunmaya kalkışmayın. Bunu tekrar duyacaksınız: gerçekten de Batı dünyasının bundan sonra duyacağı tek mesaj bu olacaktır.

Bunu biraz sert bir üslupla ifade ediyorum çünkü gerekli ve çünkü şimdi bir kölenin torunu, yeniden doğmuş bir Hıristiyan’ın soyundan gelen biri olarak konuşuyorum. Countee Cullen’ın dediği gibi, benim ihtidam pahalıya mal oldu / Ben İsa Mesih’e aitim. Ayrıca Müjde’nin eski bir hizmetkârı ve dolayısıyla yeniden doğanlardan biri olarak konuşuyorum. Bana açları doyurmam, çıplakları giydirmem ve hapistekileri ziyaret etmem emredilmişti. Gençliğimden ve babamın evinden çok uzaktayım ama bu talimatları unutmadım ve asla unutmamam için ruhumla dua ediyorum. Bugün kendilerini “yeniden doğmuş” olarak adlandıran insanlar, dünyanın en zengin, en seçkin özel kulübünün, Celileli adamın girmeyi umamayacağı ya da istemeyeceği bir kulübün üyeleri haline gelmişlerdir.

En basit kardeşlerimden biri için yaptıklarınızı, benim için yapmış oldunuz. Bu zor bir söz. Bununla yaşamak zor. Birbirimize karşı sorumluluğumuzun acımasız bir tanımı. İnsanın ahlaki seçimini yaptığı o sert ışık. Batı dünyasının ahlaki seçim diye bir şeyin var olduğunu unutmuş olması, benim tarihim, bedenim ve ruhum için bir ibret vesikasıdır. Dünyanın en ünlü yeniden doğmuş Hıristiyan’ının Bay Andrew Young’ı içine atmayı başardığı çıkmaz da öyle.

Batı dünyasının “enerji” krizi olarak adlandırdığı şeyin, piyasaları artık kontrol edemediğinizde, sömürgelerinize zincirlendiğinizde (tam tersi yerine), köleleriniz tükendiğinde (ve hâlâ sahip olduğunuzu düşündüklerinize güvenemediğinizde) neler yaşandığını, titizlikle düşündüğünüzde Deniz Piyadelerini ya da Kraliyet Donanmasını herhangi bir yere gönderemeyeceğinizi ya da küresel bir savaşı göze alamayacağınızı, müttefikiniz olmadığını, sadece iş ortaklarınız ya da “uydularınız” olduğunu ve herhangi bir yerde, herhangi birine verdiğiniz her sözü tutmadığınızı beceriksizce gizlediği bariz gerçekler olduğunun üzerinde fazla durmayalım. Neden bahsettiğimi biliyorum: büyükbabam vaat edilen “kırk dönümlük araziyi ve bir katırı” asla alamadı, o soykırımdan kurtulan Kızılderililer ya rezervasyonlarda ya da sokaklarda ölüyorlar ve Birleşik Devletler ile Kızılderililer arasında yapılan tek bir antlaşmaya bile uyulmadı. Bu büyük bir rekor.

Yahudiler ve Filistinliler verilen sözlerin tutulmadığını bilirler. Balfour Deklarasyonundan bu yana (I. Dünya Savaşı sırasında) Filistin beş İngiliz mandası altındaydı ve İngiltere hangi atın önde göründüğüne bağlı olarak toprakları Araplara ya da Yahudilere vaat etti. Siyonistler –Yahudi olarak bilinen insanlardan farklı olarak– birinin deyimiyle “mevcut siyasi mekanizmayı”, yani sömürgeciliği, örneğin İngiliz İmparatorluğunu kullanarak İngilizlere, bölgenin kendilerine verilmesi halinde İngiliz İmparatorluğunun sonsuza kadar güvende olacağı sözünü verdiler.

Fakat kimse Yahudileri umursamıyordu ve Yahudi olmayan Siyonistlerin sıklıkla antisemitik olduğunu gözlemlemek ilginçtir. Siyah köleleri Liberya’ya (Firestone Kauçuk Fabrikası için hâlâ köle olarak çalıştıkları yere) göndermekten sorumlu olan beyaz Amerikalılar bunu onları özgür bırakmak için yapmadılar. Onları adam yerine koymuyor ve onlardan kurtulmak istiyorlardı. Lincoln’ün niyeti köleleri “özgürleştirmek” değil, kölelerine “kaçmaları” için bir neden vererek Konfederasyon Hükümetinin “istikrarını bozmaktı.” Özgürlük Bildirisi, tam olarak, henüz bir Birlik olarak teminat altına alınamayan bir ülkenin Başkanının yetkisi altında olmayan köleleri serbest bıraktı.

Örneğin Franco’nun İspanya’sı ile İspanyol Engizisyonu; Hıristiyan kilisesinin ya da daha açık bir ifadeyle Katolik Kilisesi’nin Avrupa tarihindeki rolü ile Yahudilerin kaderi; Yahudilerin Hıristiyan dünyasındaki rolü ile Amerika’nın keşfi arasındaki bağlantıyı kimsenin kuramaması beni her zaman hayrete düşürmüştür. Çünkü Amerika’nın keşfi, Engizisyon ve Yahudilerin İspanya’dan kovulmasıyla aynı döneme denk gelmiştir. Hiçkimse Venedik Taciri ile Tefeci(*) arasındaki bağı görmüyor mu? Bu iki eserde de, sanki zaman hiç geçmemiş gibi, Yahudi, Hıristiyan’ın çıkar amaçlı pis işlerini yapıyor olarak tasvir edilir. Gördüğüm ilk beyaz adam kirayı tahsil etmek için gelen Yahudi yöneticiydi ve binanın sahibi olmadığı için kirayı o tahsil ediyordu. Aslında, yetişkin ve ünlü bir adam olana kadar, içinde uzun süre temizlik yaptığımız ve acı çektiğimiz binaların sahiplerinden hiçbirini görmedim. Hiçbiri Yahudi değildi.

Ve aptal değildim: örneğin bakkal ve eczacı Yahudiydi ve bana ve bize karşı çok çok iyiydiler. Polisler beyazdı. Şehir beyazdı. Tehdit beyazdı ve Tanrı da beyazdı. Hayatımda bir an bile “İsa’yı Yahudiler öldürdü” gibi aşağılık ve korkakça bir suçlama yankılanmadı. Bir katili gördüğümde tanırdım ve beni öldürmeye çalışan insanlar Yahudi değildi.

Fakat İsrail devleti Yahudilerin kurtuluşu için kurulmadı; Batının çıkarlarının kurtuluşu için kuruldu. Artık netleşen şey budur (benim için her zaman net olduğunu söylemeliyim). Filistinliler otuz yılı aşkın bir süredir İngiliz sömürgeciliğinin “böl ve yönet” politikasının ve Avrupa’nın suçlu Hıristiyan vicdanının bedelini ödüyorlar.

Nihayet: Avrupa’nın olanca kibriyle Orta Doğu (Avrupa ne anlar ki? Hindistan’a bir geçit bulmakta bu kadar başarısız olduktan sonra) olarak adlandırdığı yerde Filistinlilerle muhatap olmadan barışı kurmak katiyen –tekrar: katiyen– umut edilemez. İran Şahı’nın çöküşü sadece dindar Carter’ın “insan hakları” konusundaki endişelerinin derinliğini ortaya çıkarmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’e kimin petrol ve İsrail’in kime silah sağladığını da ortaya çıkardı. Hecelemek gerekirse, bu beyaz Güney Afrika idi.

Pekâlâ. Yahudi, Amerika’da beyaz bir adamdır. Öyle olmak zorunda, çünkü ben siyah bir adamım ve onun varsaydığı gibi, onu Amerika’ya sürükleyen kadere karşı tek korumasıyım. Ama hâlâ Hıristiyanların kirli işlerini yapıyor ve siyahlar bunu biliyor.

Arkadaşım Bay Andrew Young, muazzam bir sevgi ve cesaretle ve sessiz, kusursuz, tarif edilemez bir asaletle, bir soykırımı önlemeye çalıştı ve ben onu korkakların ihanetine uğramış bir kahraman olarak ilan ediyorum.


(*) Tefeci (The Pawnbroker) Sidney Lumet’in 1964 yapımı filmi. Filmde Rod Steiger, Doğu Harlem’de küçük bir rehinci dükkânı işleten, Holokost’tan sağ kurtulan bir Alman-Yahudi’yi canlandırır ve çaresiz müşterilerle olan günlük etkileşimleri ile gitgide kararan bir kişi haline gelir. (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Wolfgang Streeck: Kapitalizm evcilleştirilmelidir

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz mülakat, kapitalizm üzerine araştırmalarıyla bilinen sosyolog Wolfgang Streeck ile Die Zeit’te yapılmış ve Thomas Fazi tarafından İngilizceye çevirmişti (her nedense, Fazi bu mülakatı yayınladığı sayfayı yayından kaldırmış). Sahra Wagenknecht İttifakı’nın (BSW) “entelektüel beyni” olarak da görülen Streeck, eşitlikçi dünya görüşünü bir tür refah devleti savunusu (veya nostaljisi?) ile birleştiriyor ve demokratik bir yenilenme için ulus-devlet ölçeğine dönmeyi (veya o ölçeği yeniden kazanmayı) vaaz ediyor. Streeck’in BSW’den asgari beklentisi, kapitalizmin altın çağında, kapitalizmi de evcilleştiren dayanışma mekanizmalarının ortadan kalkmasının ardından, yeni dayanışma mekanizmalarını başka bir düzlemde yeniden kurmasından ibaret görünüyor. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


“Kapitalizm evcilleştirilmelidir”

Wolfgang Streeck’in Die Zeit için Lars Weisbrod’a verdiği röportajın İngilizce çevirisi. [Orijinal röportaj]

Wolfgang Streeck, Köln’deki Max Planck Toplum Araştırmaları Enstitüsü’nün emeritus direktörü olan Alman sosyolog ve politik iktisatçıdır. Streeck’in çalışmaları kapitalizm ve demokrasi arasındaki gerilimlere, özellikle de iktisadi sistemlerin toplumsal ve siyasi yapıları nasıl etkilediğine odaklanmaktadır. Önemli kitapları arasında  neoliberal politikaların uzun vadeli sonuçlarını incelediği Buying Time: The Delayed Crisis of Democratic Capitalism [Zaman Kazanmak: Demokratik Kapitalizmin Ertelenmiş Krizi] yer almaktadır. Streeck, gelişmiş ekonomilerde kapitalizmin geleceğine ilişkin tartışmalara yaptığı katkılarla tanınmaktadır.

Zeit: Şu anda ne düşünüyorsunuz, Bay Streeck?

Wolfgang Streeck: On yıllardır politik iktisat üzerine çalışan benim gibi biri, bugün, toplumlara bakış açımızın uzun zamandır sınırlı olduğunu, çünkü genellikle ulusal toplumlarla uğraştığımız gerçeğini göz ardı ettiğimizi fark etmekten kendini alamıyor. Örneğin demokratik kapitalizmin tarihi, ancak tek tek ulusal toplumlar ile küresel toplum arasındaki bağlantıları incelediğimizde anlaşılabilir.

Zeit: Sahra Wagenknecht’in siyaseti üzerinde önemli bir entelektüel etkiye sahip olduğunuz düşünülüyor. Sahra Wagenknecht İttifakı’nın (BSW) Saksonya ve Thüringen’deki başarısından memnun musunuz?

Streeck: Tanrım, nadiren memnun oluyorum ama büyük bir sempati ile bakıyorum. Alman siyasi sisteminin krizi yadsınamaz ve bu sadece Almanya’ya özgü bir olgu olmayıp tüm Batılı kapitalist toplumlarda gözlemlenebilir: merkezin çöküşü, sosyal demokrasinin gerilemesi ve daha önce yerleşik parti yelpazesinde yeri olmayan çıkar ve değerleri temsil eden yeni partilerin ortaya çıkışı. Bu genellikle bir çürüme süreci olarak tanımlanır, en azından eski partilerin perspektifinden bakıldığında bu şekilde görülebilir. Fakat demokrasiyi vatandaşların farklı deneyimlerine yer veren, bu deneyimleri ifade etmelerine ve siyasete taşımalarına olanak tanıyan bir kurum olarak anlıyorsanız, bunu bir demokratik yenilenme süreci olarak da tanımlayabilirsiniz. Bu yeni partilerin birçoğu gerçekten de hiç sempatik değil: örneğin Trump ve Hollanda, İtalya, Fransa’daki benzerleri. Fakat demokrasiyi başarısız siyasi elitleri oylama fırsatı olarak anlıyorsanız, o zaman yine de şunu kabul edebilirsiniz: evet, demokrasi seçmenlerin iradesinin bu tür bir şekilde ifade edilmesi için vardır.

Zeit: Fakat bu sağcı popülist partiler antidemokratik hedefleri takip ediyor.

Streeck: Evet, eğer demokrasiyi birbirimize iyi davranmak, Habermasçı bir söylem kültürünü sürdürmek ya da başkalarının sahip olmadığı bazı değerlere sahip çıkmak olarak tanımlıyorsanız, bu tanıma göre bu yeni partiler kesinlikle demokrat değildir. Fakat seçimlerle ilgili yorumlarda yeterince tartışılmayan bir konu, bu iki federal eyalette seçime katılımın yaklaşık yüzde on puan artmış olmasıdır. Bu sansasyonel bir durum, zira seçimlere katılım sürekli olarak düşmekteydi. İnsanların bu seçimleri yeniden ciddiye almaya başlaması, bir demokrasi destekçisi olarak benim kötü olarak görmediğim bir şey. Özellikle de Wagenknecht’in partisi daha önce oy kullanmayan seçmenleri harekete geçirdi. Ayrıca tüm bu merkezci mobilizasyon çabalarının –çoğunluğu yüz binlerle ifade edilen duyarlı insanların sokaklara döküldüğü bu gösterilerin– AfD’nin sonuçları üzerinde gözle görülür bir etkisi olmadığı da ortaya çıktı. Bu da benim merkezci endoktrinasyon olarak adlandırdığım şeye karşı nüfusun bazı kesimlerinde ilginç bir direnç olduğunu gösteriyor. Merkezci siyasetin bariz sorunlarını bir cephe yaratarak örtbas etmeye çalışan bir endoktrinasyon: “Biz, demokratlar, otoriterliğe karşıyız!” Bu arada, kendinden menkul demokratik güçler altyapının çürümesinden, eğitim sisteminin sefaletinden, okullardan, kreş eksikliğinden, demiryollarından, 1960’lar ve 1970’lerden kalma fiziksel ve kurumsal altyapının çöküşünden sorumludur; buna bir de göçmen politikasını ekleyin. Merkez, bu sorunlar karşısında durmakta ve bu konuda nasıl hiçbir şey yapılamadığına hayret etmektedir. Ve sonra bu harekete geçememe durumu, sözde popülistler tarafından verilen sözde basit cevapların aksine, karmaşık sorunlara karmaşık bir yanıt olarak ilan ediliyor.

Zeit: BSW ile kişisel bir ilişkiniz var mı?

Streeck: Ben bir sempatizanım, ama aynı zamanda 78 yaşındayım ve çok sabırsız olduğum için artık parti toplantılarına katılamıyorum. Aktif bir üye değilim. Fakat son yıllarda yazdıklarımın çoğunun parti çevrelerinde kabul gördüğünü görüyorum ve bence bu iyi bir şey. Yeniden siyasi sorumluluk alabileceğimiz bir yere ihtiyacımız var ve bu yer de ancak demokratik ulus-devlet olabilir. Dahası, Almanya’da sorulması gereken önemli sorular şu anda sadece marjlardan gelebilir; CDU, SPD veya [FDP’li Christian] Lindner’den  gelemez. Fakat Wagenknecht gibi kendi metinlerini yazarak kendini diğerlerinden ayıran bir siyasetçi bunu yapabilir.

Zeit: Az önce birçok siyasi sorunu sıraladınız ve ardından göç konusunu eklediniz. Ama Solingen’deki saldırıdan bu yana asıl mesele bu değil mi?

Streeck: Sorun sadece insanların festivallerde bıçaklanmak istememesi değildir. Toplumlar kendilerini, yeni gelenlerin de benimsemesini bekledikleri önceki anlayış ve anlaşmalarla tanımlarlar. Ve burada, Avrupa toplumları artık büyük ölçekli göçle nasıl başa çıkacakları konusunda hiçbir fikre sahip değil. İnsanları nasıl entegre edersiniz, gettoların oluşmasını nasıl engellersiniz? Bizler “Habermasçı insanlar” değiliz; ortak bir anayasanın dayanıksız temeli üzerinde sosyalleşmiyoruz, fakat tabiri caizse, belirgin görünümleri güveni teşvik eden gelenek ve görenekler var. Ayrıca, göç koşulları altında ortaya çıkan yabancılaşma etkisinin siyasi olarak yönetilebilir olması gerekir; bunun için bir şeyler bulmalısınız. İnsanları ırkçı olmamaları konusunda uyarmakla yetinemezsiniz. Bu ülkedeki göçmenlerin büyük çoğunluğunun toplumun merkezine girmeyi başarmasını sağlamak zorundasınız. Çünkü bunu başaramayanlar, bu topluma karşı siyasi açıdan verimsiz ve tehlikeli hınçlar biriktiriyor.

Zeit: Siz ve Wagenknecht kendinizi kapitalizm eleştirmeni olarak görmeye devam ediyorsunuz. O halde bu tür kültüralist kategorilere başvurmak tuhaf değil mi? Rekabetçi bir toplumun zorunlu olarak ürettiği kaybedenlerin şehrin bazı bölgelerinde varlıklarını sürdürmelerine yol açan iktisadi nedenler vardır. Bunun kültürel farklılıklarla hiçbir ilgisi yoktur.

Streeck: “Kapitalizm eleştirmeni” terimine katılmıyorum. Ben bir kapitalizm teorisyeniyim. Kapitalizm eleştirisinin sosyolojik, tarihsel ve siyaset bilimi geleneğini, kapitalizmin sürekli değişen biçimiyle neyle ilgili olduğunu anlamak istediğim anlamında ciddiye alıyorum. Mesele sadece belirli insanların rekabetçi bir ortamda kaybetmeleri değil, bu konuda bir şeyler yapabilecek kaynakların ortaya çıktığı bir yaşam bağlamında var olup olmadıklarıdır. Sosyalleşme ve eğer böyle adlandırmak isterseniz, sömürü kolayca birbirinden ayrılamaz. Kapitalizmde siyaset aynı zamanda onun yaratıcı yıkıcı gücünü kontrol altına alma girişimidir ve bunun ön koşullarından biri dayanışmadır. Fakat dayanışma koşulları artık karşılanmıyorsa, o zaman kapitalizm evcilleştirilemez. Ve evcilleştirilmelidir, aksi takdirde cinayet ve adam öldürme hüküm sürecektir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra geliştirilen dayanışma kaynaklarının çoğu –güçlü sendikalar veya kitlesel siyasi partiler gibi– neoliberal yıllarda temelden zayıfladı. Kitlesel siyasi partiler üye kaybediyor, reklam profesyonellerinden –ya da ısıtma uzmanlarından (Almanya’nın tartışmalı ısıtma yasasınabir gönderme)– oluşan bir çekirdeğe doğru küçülüyor. Geriye kalan yerel dayanışma toplulukları göçmenleri entegre etmeyi başarmalı ve ardından birlikte mücadele etmelidir. Bugün federal düzeyde bile sözde göçmen kökenli insanlardan çok güçlü bir şekilde etkilenen IG Metall gibi iyi örnekler her zaman vardır. Fakat tüm bunların öğrenilmesi ve inşa edilmesi gerekiyor ve hiçbir şekilde bir gecede gerçekleşemez.

Zeit: Bunun için neden Sahra Wagenknecht İttifakı’na ihtiyacınız var? CDU’da da benzer şekilde göçe şüpheyle yaklaşan pozisyonlar bulabilirsiniz.

Streeck: Çünkü doğru sorular sorulmalı ve çünkü sorulara boş cevaplar verilmemesini sağlamalısınız. Parlamento ne için vardır? Kürsünün arkasında hükümetin hayatını zorlaştıracak kadar bilgili insanların olması içindir. AfD bunu yapamaz; sadece kızgınlıklara hitap eder. Başka bir örnek vermek gerekirse, göç politikasının yanı sıra: dış politikamız hakkında gerçek bir tartışma nerede yapılıyor? BSW dışında doğru soruları kim soruyor? Şansölye bir basın toplantısında 2026’dan itibaren Almanya’da nükleer kapasiteli orta menzilli Amerikan füzelerinin konuşlandırılacağından bahsediyor. Arkasından hiçbir tartışma gelmiyor. Aslında bu, Avrupa’nın güvenlik mimarisinde benzersiz bir değişiklik. Bunu istiyor muyuz? BSW parlamentoda bu tür soruları gündeme getirmeyi başarabilir ve böylece bu sorulardan artık kaçınılamaz. Amaç, eski merkezin üstünü örtmeye, piyasaya bırakmaya veya Brüksel’e kaydırmaya çalıştığı gerçek sorunları ele almak için ulusal siyasi arenayı geri kazanmaktır. Belki de yeniden canlanan demokratik bir kamusal alanda duyarlı bir devleti yeniden tesis etmeyi başaracaktır. Her şey burada başlar; demokrasinin dayandığı kaynak budur. “Otoriterlere karşı demokratlar” gösterileriyle gerçek soruların üstünü örterek bu kaynağın kasıtlı olarak etkisizleştirilmesi, kasıtlı olarak altını oymaktadır. O zaman resmi sözde söylem şu hale gelir: “Wagenknecht milliyetçidir!” Evet, başka ne olabilir ki, ulus-devletlerimiz var ve nihayetinde bu, bir toplum olarak çıkarlarımızı formüle etmek ve savunmak için potansiyel olarak etkili tek aracımız.

Zeit: Liberalizm ve kapitalizm de sağ tarafından özenle teorize ediliyor ve eleştiriliyor. Sizin pozisyonunuzu muhafazakâr ya da gerici bir pozisyondan ayıran nedir?

Streeck: En önemli hocam New York’taki Columbia Üniversitesi’nde Amitai Etzioni adında bir adamdı. Sosyologların sosyoloğuydu. İlginç bir hayatı vardı. Köln’de doğmuş, İsrail’de bir kibbutzda büyümüş, Martin Buber’in öğrencisi olmuş ve doktorasını Berkeley, Kaliforniya’da yapmıştı. Etzioni daha sonra komüniteryanizmin mucidi olarak kabul edildi. Bu teori, Etzioni’nin toplumlar arasındaki yaşam deneyimini ve belirli topluluklarla olan bağlantısını bir araya getirmiştir. Örneğin kibbutz onu hiç terk etmedi. Deneyimleri, insanların bir topluluğa entegre olamazlarsa ve kendilerini diğer gruplardan ayıran bir ortaklık duygusu geliştiremezlerse yaşayamayacakları yönündeydi. Fakat aynı zamanda insanlar, herkesin eşit derecede insan olduğu bir bağlama uyum sağlamaya da muhtaçtır. Bu, Habermasçı evrenselcilerde ortaya çıkan ve insan topluluklarının aslında ahlaki açıdan meşru tek bir insan topluluğu olan bir bütün olarak insanlık olana kadar daha da yukarılara çekildiği aşırı seyreltmeye bir alternatiftir. Etzioni’nin komüniteryanizmi böyle bir kavramın sosyolojik olmadığını ve bu nedenle de başarısız olmaya mahkum olduğunu anlamıştır. Günümüz koşullarında sorun bana, gerçekte sadece depolitizasyon ve teknokrasi anlamına gelen bir evrenselciliğin nasıl daha da ilerletileceği değil, gerçek “çeşitliliğin” kendi evinde olduğu taban denilen şeye nasıl biraz daha inileceği gibi görünüyor. İnsanlar içinde yaşadıkları somut topluluklarda kendilerini nasıl güçlendirebilirler?

Zeit: Eğer durum buysa, neden AfD’yi ve Björn Höcke’yi desteklemiyorsunuz?

Streeck: Aman Tanrım. Höcke ve takipçilerinin tek bir tutarlı düşüncesini bile bilmiyorum. Hepsi alaycı sembolik provokasyonlardan ibaret. Ama bir şekilde muhafazakâr olsaydı bile, onunla hiçbir işim olmazdı. Sağ muhafazakârlar doğal bir hiyerarşiye, daha iyi olanların daha az iyi olanlara ne yapmaları gerektiğini söylemek için orada olduğu bir dünyaya inanırlar. Fakat ben din değiştirmemiş bir eşitlikçiyim: tüm insanlar eşit değerdedir. Dahası, sağcı muhafazakârlar bu dünyada barış olamayacağına inanırlar: Schmittçi varoluşsal düşmanlar vardır ve ancak onların yaşamasına izin vermezsek yaşayabiliriz. Bu sonuncusu, Amerikan neoconlarının ve dışişleri bakanımız da dahil olmak üzere Avrupalı NATO muhafazakârlarının ana teması haline gelmiştir.

Zeit: Annalena Baerbock’u Höcke ile mi kıyaslıyorsunuz?

Streeck: Eğer bu savaşın ancak Putin’i Lahey’e teslim ettiğimizde sona erebileceğini söylüyorsanız, bu nihai zafer anlamına gelir: Alman tankları Moskova’da. Ben de bunu tekrar düşünmemiz gerektiğini söylüyorum.

Zeit: Bu retoriğe eleştirel bir gözle bakabilirsiniz, fakat aslında bu evrenselci değerler adına bir taleptir – Schmittçi düşman düşüncesi adına değil. Tam tersi: tikelci, cemaatçi konumunuz aslında kendinizden farklı bir düşmanın varlığına dayanıyor.

Streeck: Of, hadi ama. Dünyada başkalarının da olduğu gerçeği, başa çıkmamız gereken bir gerçektir. Onları sevmek zorunda değilsiniz ama onlarla birlikte yaşamayı öğrenmek zorundasınız. Etzioni’ye geri dönecek olursak: dünya topluluklardan oluşur ve siyasetin görevi, şans ve beceri ile bunları mümkün olduğunca iyi bir şekilde topluluklar topluluğu olarak organize etmektir; bu arada, bu oldukça orijinal olmayan bir şekilde Birleşmiş Milletler Şartı’nda yazılmıştır. Bir kez daha, herhangi bir sağcı gruba katılmamın neden imkansız olduğunu anlıyorum: aşağı yukarı hepsi, doğal olarak ait oldukları bir azınlığın çoğunluğa ne yapması gerektiğini söyleme hakkına sahip olduğu varsayılan elitist bir dünya görüşüne bağlılar. Ben bunu destekleyemem; ben son derece eşitlikçiyim. Benim için her insanın yaşam deneyimi eşit derecede değerlidir, işte bu nedenle bir demokraside, Nobel Ödülü sahibi olsun ya da olmasın, herkesin lise notlarına göre ağırlıklandırılmamış tam olarak bir oyu ve yalnızca bir oyu vardır. Buna karşı çıkan biri benim arkadaşım olamaz. BSW ile ilgili olarak: siyasi hareketleri kültürel olarak özgürlükçü veya muhafazakâr ve sosyo-politik olarak ilerici veya liberal olmak üzere iki boyutta kategorize edebilirsiniz. Bu dört çeyrek oluşturur ve bunlardan üçü doludur. Dördüncü çeyrek, kültürel olarak muhafazakâr ve sosyo-politik olarak ilerici, şimdiye kadar işgal edilmemiştir. BSW’nin kalıcı olarak yerleşebileceği ve benim de kendimi rahat hissettiğim yer burasıdır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English