Dünya Basını
ChatGPT, bebek arabası ve otomasyon endişesi

Çevirmenin notu: Yapay zekâ botları ve yeni teknolojilerin kademeli olarak gelişimine dair çocuk sahibi bir ilkokul öğretmeninin yorumu. Sorduğu sorular ve taşıdığı kaygıları çoğu insanın paylaştığına kuşku yok.
ChatGPT, bebek arabası ve otomasyon endişesi
Amanda Parrish Morgan — Wired
28 Şubat 2023
Artık tereyağını elle krema haline getirmem ya da çocuklarımın kazaklarını örmem gerekmediği için kendimi kötü hissetmiyorum, peki büyük dil modellemeleri neden farklı hissettiriyor?
Geçen sonbahar bebek arabaları ve onların çocuklara ve bakıcılarına yönelik tutumlarımız hakkında ortaya koyduklarına dair bir kitap çıkardım. Stoller’ı kısmen çağdaş Amerikan ebeveynliğinin tüketim kültürünün bir eleştirisi olarak sunmuş olsam da bebek arabamı [çokça] sevmeye başladım. Çocuklarımı arabamızda önümde iterek rutin olarak koştuğum yıllarda üniversitede atletizm takımımın kaptanıyken yaptığımdan daha hızlı yarış süreleri kaydettim. Pandeminin uzun ve klostrofobik ilk günlerinde oğlum ve ben, mahallemizin kaldırımlarında yavaşça bir aşağı bir yukarı dolaşarak New England’a gelen o geç ve soğuk bahara şahit olduk. Çoğu zaman bebek arabasıyla yaptığımız uzun yürüyüşün veya koşunun sonunda çocuklarım uyuyakalırdı ve sıcak günlerde de onlar uyurken çalışmak için onları gölgeye, kendimi güneşe park ederdim, kendi kendine yetme ve tutumluluğun gurur verici bir karışımını hissederdim [çocuk bakımı koşmayı veya teslim tarihine yetişmeyi gerektirmez].
Kitabımın çıkmasından sonraki aylarda dostlarım ve ailem bana ikonik yerlerde [Brooklyn Köprüsü, Yüksek Mahkeme önündeki protesto, Buckingham Sarayı] bebek arabalarını iterken çekilmiş fotoğraflarını gönderdiler: İşte ben de çocuklarımla birlikte macera dolu bir hayat yaşıyorum. Gelen kutumda 92. Cadde Y’nin dışında UppaBaby Vista bebek arabalarından oluşan bir filonun, arabalarla değil bebek arabalarıyla dolu bir banliyö garajının, kaçak bebek arabalarının film kliplerinin ve sürücüsüz bebek arabalarıyla ilgili birden fazla hikâyenin fotoğrafı vardı. Eşimin kuzeninin çektiği bir videoda bir kadın koşu yapıyor, kollarını bir bebek arabasının yanında sallıyor ve bebek arabası da onun hızına ayak uyduruyordu. Bu videoya, hazır cevap biçimde 100 kilodan fazla ağırlığa sahip Double BOB’umu itmek zorunda kalmadan koşmanın ne kadar hızlı olacağına dair karşılık verdim.
Bu türden bir rahatlık, gelen kutumun bu kez ChatGPT ile ilgili başka bir e-posta telaşıyla dolmaya başlamasından önceki zamanın kalıntısıydı. Uzun yıllar lisede İngilizce öğretmenliği yaptım ve şimdi de birinci sınıflara kompozisyon dersi veriyorum, bu nedenle yeni — korkutucu, şaşırtıcı, büyüleyici veya distopik, nasıl gördüğünüze bağlı olarak — büyük dil modellemeleri ve bunların yazma ile öğretim arasındaki ilişkide olan rolü hakkındaki haberler genelde dostlarıma ve aileme beni hatırlatıyordu. Herkesin kendi lise yıllarıyla ilgili çok sayıda [genelde sıkıntılı] anıları olduğundan ve pek çok arkadaşımın şu anda eşim ve benim eğittiğimiz öğrencilerin yaşlarında çocukları olduğundan sosyal ortamlarda iş hakkında çok sık konuşuyoruz. Birden fazla AP dersine kayıtlı lise öğrencileri ne kadar stresli? Öğrencilerimizin hafta sonları Euphoria’dan bir bölüm gibi mi, yoksa, — bu epey endişe verici olurdu — 90’ların sonlarında kendi ergenlik partilerimize mi benziyor? Öğrencilerimizin niçin daha donanımlı olmalarını isteriz? Onları sınıfta telefonlarından nasıl uzak tutabiliriz? Ve son olarak ChatGPT ile ilgili haberler toplumun giderek genişleyen halkalarında yayıldıkça sürücüsüz bebek arabalarıyla ilgili e-postalara eşlik edenlerden çok da farklı olmayan sorular almaya başladım: Bildiğimiz hayatın otomasyon tarafından değiştirilmesi konusunda ne yapacağız?
ChatGPT’yi ilk kez eşimden duydum. Kendisi lisede fizik ve bilgisayar programlama dersleri verdiğinden İngilizce bölümündeki meslektaşlarım ve ben daha ChatGPT’yi duymadan çok evvel onun radarına girmişti. Bana, “Yakında herkes bunu konuşacak”. Elbette haklıydı ama o ilk gece akşam yemeğinde, onun tahminlerini panikçi ya da bilgisayar programlama öğretmenlerinin niş endişeleri olarak sayıp reddetmek daha kolaydı.
İlk cevabım yapay zekanın makalelere kıyasla öğrenci kodlarını taklit eden çalışmaları ne kadar kolay üretebileceği konusunda önemli farklılıklar olduğu konusunda ısrar etmek oldu. Ancak göz ardı edemediğim şey, ikimizin de verebileceği ödevlerden veya belirli öğrencilerimiz için çıkarımlardan çok daha geniş bir endişeydi: Programın kendisinin etik ve felsefi çıkarımları. Nick, ChatGPT’nin bir sinir ağı olduğunu açıkladı. Nick “O halde…” diye bana sordu: “ChatGPT’yi oluşturan bu sinir ağlarını bizim biyolojik nöron ağımızdan farklı kılan nedir?” Karbon bazlı yerine silikon olmaları gerçeği mi? Neden karbon temelli bir ağ bilincin gelişmesine olanak sağlarken silikon temelli bir ağ buna olanak sağlamıyordu? Tüm bu farkı sekiz ekstra proton nasıl olur da yaratabilir diye sordu. Nick’in düşünce tarzı benim için tahammül edilebilir değildi. Elbette bizi insan yapan karbonun ötesinde bir şey — belki de kelimelere dökemediğimiz, hatta varlığını ispatlayamadığımız bir şey — olduğu konusunda ısrarcı oldum. Duygulara, bağlara ve ilişkilere işaret etsem de bu insan yapan şeyin ne olduğunu tam olarak ifade edemedim.
Bugün zevk alarak tartışacağım bebek arabalarının aksine ChatGPT hakkında konuşmaktan nefret ediyorum ama yine de her zaman kendimi bunu yaparken buluyorum ve çoğu zaman da konuyu açan kişi ben oluyorum.
Bahar sömestrinin başında öğrencilerime düşünmeleri için bir metafor verdim: Bir yazma ödevini tamamlamak için ChatGPT’yi kullanmak [bunu yaptığını söylemeden] spor salonuna gitmek, koşu bandını saatte 10 mil hıza ayarlamak, 30 dakika çalıştırmak, ekranının fotoğrafını çekmek ve ardından altı dakikalık bir tempoda 5 mil koştuğunu iddia etmek gibi değil miydi? Bu olmuş gibi görünebilir ve öğrenci, çok pasif bir şekilde illüzyonu hayata geçirmekten sorumlu olabilir, fakat öğrenci başladığı zamankinden ya da altı dakikalık bir tempoda bir veya iki dakika ya da rahat bir koşuda 5 mil koşan öğrenciden daha fit ya da hızlı olamayacaktır.
Çoğu öğrenci metaforun doğruluğunu kabul etmiş görünüyordu. Öğrencilerimin [sadece benim faydama olsa bile] yakalanma korkusu, üretilen yazının kalitesiyle ilgili endişeler ve yıllardır yazma pratiği yapmamış olmanın bir noktada kendilerini yakalayabileceği hissi gibi çeşitli nedenlerle yazma ödevlerini tamamlamak için yapay zekâ kullanmaktan kaçındıklarını söylemeleri beni çok şaşırttı. Ancak bir öğrenci aynı fikirde olmadığını açıkça ifade etti: Yazma ödevinin amacının sadece not almak olduğunu savunuyordu. Çok fazla yazı yazmayı gerektiren bir alanda çalışmayı planlamıyordu ve eğer çalışacaksa ChatGPT’yi bunun için de kullanamaz mıydı?
Yazmanın nihai amacı fikrini tartışmaya açtığı için bir bakım rahatlamıştım ve bir yazma dersinin amacının yazmış görünmek değil, — bir diploma ve nihayetinde bir iş peşinde koşarken dersin kredisini almak için değil, söz konusu diplomanın işaret etmesi gereken ve söz konusu işin gerektirmesi muhtemel becerileri uygulamak için — yazmak olduğunu savunmaya hevesliydim.
Kibar davrandı ama ikna olmamıştı. Nereden geldiğini anlama konusunda ne kadar yetenekli olursam olayım [örneğin kendimi Calculus 131’de düşündüğümde] sözlerinin uyandırdığı panik duygusunu bastıramadım. Yazı yazmak logaritmik fonksiyonları öğrenmekten farklı değil mi? En azından dil, ifade ve bağlantı ile bu kadar derinden ilişkili olduğu için? Hatta çevremizdeki insanlara ve dünyaya gösterdiğimiz özenle de? Sadece yazmanın, hayatını kelimelerle çalışarak kazanan biri için başlı başına bir özen işi — fark etme, kaydetme ve tanıklık etme — olduğu için değil, aynı zamanda kolektif olarak insan dili ile makine dili arasındaki ayrımın önemsiz olduğuna, dilin otomatikleştirilebileceğinde hemfikirsek çok daha geniş bir şekilde tanımlanan özenden yoksun distopik bir geleceğe doğru koşar adım gitmiş olmaz mıyız?
Otomasyona diz çökerek karşı çıkmanın sadece savunmacı değil, aynı zamanda basit ve neredeyse her şekilde ikiyüzlülük olduğunun farkındayım. İşlerin eski yöntemlerle yapılmasının daha üstün olduğuna dayanan argümanlardan genellikle hoşlanmıyorum, zira bu argümanlar çoğu zaman [kasıtlı ya da değil] kadınların aile ve toplumdaki rollerine ilişkin gerici tutumlarla dolu. Yine de otomasyon yüzünden kaybettiğim onca şeyi düşünmeden edemiyorum. Şu anda ön siparişe sunulan Glüxkind Ella gibi otomatik bebek arabaları, hareketlilik yardımına ihtiyaç duyan bakıcılar için şüphesiz daha erişilebilir bir seçenek sunuyor. Tüm otomasyonların insan ilişkilerinin anlamını ortadan kaldırdığını, pil yerine kas gücüyle çalışan bir bebek arabasının bir şekilde daha anlamlı, daha gerçek bir ebeveynlik olduğunu söylemek abartılı olur. Yine de kızım bebekken, aile odamızda bulundurduğumuz pille çalışan bebek salıncağını çok severdi ve mantıksız olduğunu bilmeme rağmen bazen onunla onu rahatlatmanın ne kadar kolay olduğu konusunda belirsiz bir suçluluk duygusu hissederdim. Gerçek anne sevgisi, sırtım ağrıyana ve kaslarım yorgunluktan yanana kadar onu kollarımda sallamak olmamalı mıydı?
Yine de ev işlerini otomatikleştiren aletlerin geliştirilmesi ile feminizmin ilk dalgası arasında kurulan bağ uzun zamandır var ve hayatım boyunca gerçekleşen diğer teknolojik gelişmeler, sevdiğim veya anlam kattığım faaliyetlerle uğraşma şeklimi değiştirmiş olsalar bile benzer sancılar hissetmedim. Yıllar önce bir mikser aldım ve artık tereyağı ve şekeri elle krema haline getirmiyorum. Sadece bu makaleyi düşünürken aklıma bir şey geldi, peki kaybolan ne? Sevgi mi? Kol kasları mı? Zahmetin kendisindeki erdem, onu kurabiye pişirmek için kullanırken kaybolabilir. Bir zamanlar vasat da olsa hevesli bir fotoğrafçıydım, lisede karanlık odada saatlerimi fotoğraflarımda kötü yaptığım alan derinliğini, odağı, pozlamayı ya da çerçevelemeyi düzeltmeye çalışarak geçirirdim. Şimdi neredeyse herkes gibi ben de iPhone’umu kullanıyorum. Bazı durumlarda portre modunda. Evet, tüm bunlar çok daha verimli, ancak aynı zamanda yemek pişirmeyi veya fotoğraf çekmeyi anlamlı bir şey gibi hissettirmiyor.
Tüm çalışma ya da zahmet örneklerini doğası gereği erdemli gören bir 17. yüzyıl Kalvinisti gibi görünme riskini göze alarak; bir şey — ilgi? samimiyet? bağ? — tüm bu otomasyon içinde kaybolma tehlikesiyle yüz yüze. Büyükannemin ellerinin, bana ördüğü kazaklardaki düzgün dikiş sıralarına gösterdiği özeni görebiliyorum, çünkü ürünün yapımı zaman alıyordu. Eskiden fotoğraf çekmek ve banyo etmek daha uzun sürdüğü, görüntünün kaybolmayacağı daha az kesin olduğu için mi lise arkadaşlarımın filmle çektiğim portreleri daha kişisel hissettiriyor? Bir bebeği Viktorya döneminden kalma hantal bir bebek arabasıyla gezdirmek daha fazla emek gerektiriyorsa bu gezintiye daha fazla anlam — daha fazla sevgi — yüklemiyor mu?
Yine de nasıl örgü örüleceğini hatırlamıyorum ve sıfırdan kurabiye yapmayı bilmeme rağmen ailemin yediği yiyeceklerin büyük çoğunluğunu Trader Joe’dan alıyorum, böylece yoğun bir hafta içi gününün sonunda “ilginç” tatları yorucu bir şekilde birleştirebiliyorum. Bazen kötü bir aşçı olduğumla ilgili şakalar yapsam da aceleye getirilmiş — otomatize — yemek hazırlama sürecimden dolayı hakikaten üzüntü veya suçluluk hissetmiyorum ve çocuklarımın kazaklarını örmediğim için üzülmem felsefi değil duygusal bir bakış açısıyla oluyor. Keşke büyükannemin bana öğrettiği beceriyi hatırlayabilseydim çünkü onu çok seviyordum, çocuklarımın kazakları Gap Kids’ten olduğu için daha aşağı ya da az ilgili bilr kadın olduğumu düşündüğümden değil.
Yazmak benim için özen işi, çünkü ben bir yazarım ve öğrencilerin yazdıklarına yanıt vermek de benim için özen işi, çünkü ben bir öğretmenim. Yazmanın yiyecek ya da giyecekten daha az faydalı bir şey olmadığını savunanlar haklı mı? Bu, üzerinde düşünülmesi gereken rahatsız edici bir soru. Bu elbette şahsi açıdan — ama aynı zamanda liberal sanatlar eğitiminin rolü hakkında rahatsız edici bir düşünce çizgisine hızla yol açtığı için — doğru. Üniversite eğitiminin temelinde diploma alma ve bağlantılar kurma fırsatlarından ziyade öğrenmenin yattığı inancından vazgeçmek aşırı alaycı bir yaklaşım gibi geliyor ve belki de bu nedenle öğrencilerimin, yazmanın bir gün hayatlarında ne kadar küçük bir rol oynayacağına bakmaksızın, daha açık ve düşünerek yazmayı öğrenmenin zamanlarını değerlendirmek için kıymetli olduğu fikrine katılmalarını beklemenin makul olduğunu düşünüyorum.
Öğrencilerime sürücüsüz bebek arabalarından söz etmedim — ne olsa çoğunun ebeveyn olmayı düşünmesine bile on yıl var ve bebek arabalarının zihinlerinde benimkiler kadar büyük yer tutması pek olası değil — ama sürücüsüz araçlardan ve ölümle sonuçlanan araç kazası duyduğumda verdiğim kuşkusuz mantıksız olan tepkiden söz ettim. Sürücüsüz bir araçta kaza yapma olasılığının çok daha düşük olduğunu gösteren tüm istatistiklere aşina olsam da kendimin veya yolcularımın güvenliğinin kontrolünü [iyi bir sürücü olduğuma inanıyorum] teslim etmeyi hayal edemiyorum.
Bir öğrenci, “Peki ya araç kullanışınız konusunda yanıldığınıza ikna olabilseydiniz? Ya sürücüsüz modda araç kullanmanın herkes için daha güvenli olduğuna sizi ikna eden rakamları kendi gözünüzle görseydiniz?” diye sordu.
Haklı olduğunu elbette biliyordum ama yine de bunu aracımın kontrolünü aracın kendisine bırakmaktan hoşlanmamamla bağdaştıramıyordum. Yine de biri beni küçük bir uçağın kokpitine götürse ve otomatik pilotu açmamı ya da uçağı kendim uçurmaya çalışmamı teklif etse uçağın otomasyonuna güvenmekte tereddüt etmem, çünkü bir uçağı nasıl uçuracağımı bilmediğimi ve bir hata yapmanın neredeyse kesinlikle ölümcül olacağını çok iyi anlıyorum. Dik bir yokuşu çıkarken ya da uzun bir süre boyunca bebek arabasını itmek benim için hiç de zor değil. Dışarıda olmayı severim ve tek başıma ya da çocuklarımla yürüyüşe çıkmaktan keyif alırım. Belki de Glüxkind’in otomatik bebek arabasının gelişmiş güvenlik özelliklerinden bahsetmesi, benim bebek arabası itme uzmanlığıma dair kendini beğenmiş algımı tahmin ettiği içindir. “Ella” olarak adlandırılan bebek arabası, trafik algılama ve “geliştirilmiş çoklu fren sistemi” içeriyor. Pazarlama metni, hepimizin Potemkin Zırhlısı ya da Rosemary’nin Bebeği filmlerinden bildiği o korku kinayesine gönderme yaparcasına ebeveynlere “daha fazla huzur” vaat ediyor: “Kaçan bebek arabası mı? Ella varken olmaz”.
Fakat frenleri kullanma ve kaçma vakalarını önleme becerim de dahil bebek arabası sürme becerime olan güven, bazı öğrencilerimin yazma konusunda hissettikleri gibi değil. Araba sürmenin ya da bebek arabası itmenin aksine yazmak hem zorluğu hem de çoğu zaman belirsiz başarı ölçütleri nedeniyle göz korkutucu bir iş olabilir. Öğrencilerimin notlar hakkında en rekabetçi akranlarımdan ve benden bile çok farklı düşündüklerinden bahsetmiyorum bile. Notlar birçoğuna belirli bir konudaki performansı ya da hatta belirli bir beceriyi ölçmek için değil, karakterlerinin toptan onaylanması ya da öğütlenmek gibi geliyor. Öğrencilerim, benim — haklı olarak veya değil — kendimi “iyi bir sürücü” olarak gördüğüm gibi kendilerini de “iyi yazarlar” olarak görme eğiliminde değiller. Yazma ödevlerinde başarı ya da başarısızlığın getireceği riskler, öğrencilerimin çoğuna uçak kullanmaktan çok daha yakın geliyor. Yazmak, özen gösterecek bir şey değil ve yazıları hakkında geri bildirim almak, üzerinde durmadan sancı çektiğim bir şey olsa da muhtemelen özen göstermenin sebebi gibi hissettirmiyor.
Öğrencilerimle konuşmamın sonlarına doğru, Twitter’da tavsiye mektubu yazmak için yapay zekâ kullanımı üzerine bazı tartışmalar gördüğümden söz ettim. Öğrencilerimin tamamı, bir profesörün bunu yaptığını öğrendiklerinde kendilerini ihanete uğramış hissedeceklerini söylediler ve ben de bunun etik bir ihlal olduğu konusunda hemfikirdim. Ben nispeten hızlı yazan biriyim, öğrenciler benden mektuplarını yazmamı istediklerinde gurur duyuyorum ve bunu yapmaktan çekinmiyorum. Yine de not vermekten kesinlikle hazzetmiyor değilim. Öğrencilerle fikirleri, yazıları veya çalıştığımız metinleri anlamaları hakkında konuşmaktan hoşnutum ama not vermenin kendisi bir amaca ulaşmanın aracı gibi geliyor. Çoğu zaman bir öğrencinin nottan dolayı üzüleceğini ve çalışmasıyla ilgili konuşmalarımızın fikirleri, yazıları veya üzerinde çalıştığımız metinleri anlamasından ziyade Blackboard’daki kutuya yazdığım sayıya odaklanacağını biliyorum. Öğrencilerin çalışmalarına not vermek için ChatGPT’yi kullanmak ister miydim? Tabii ki isterdim. Ancak yapay zekadan bir tavsiye mektubu oluşturmasını istemeye benzer şekilde, bu etik dışı geliyor, çünkü ben notu bir öğrencinin zaman içindeki becerilerinin kusurlu bir ölçüsü olarak görürken çoğu öğrenci notları benimle ve dersimizdeki materyalle olan ilişkilerine derinden bağlı bir şey olarak görüyor.
Bu bağlamda distopik ve faydacı arasındaki çizgi tek değil. Sürücüsüz bebek arabalarının ya da hatta ChatGPT’nin insanlığın sonuna işaret ettiğini düşünmüyorum ama hayatlarımızı oluşturan sıradan ve küçük günlük anları yalnızca bir amaca yönelik bir araç olarak görme konusunda artan bir istekliliğe işaret ettiklerini düşünüyorum. Annie Dillard’ın yazar adaylarına verdiği tavsiyeyi sık sık düşünüyorum: Günlerimizi nasıl geçirdiğimiz, sonuçta hayatımızı nasıl geçirdiğimizdir. Benim açımdan mesele, belirli ebeveynlik vazifelerinin, ders vermenin bir unsurunun veya yazılı bir iletişim türünün amacını düşünmeye dayanıyor. Crate & Barrel sohbet robotunun aldığım kırık saksının iadesini gerçekleştirmesinden memnunum, tıpkı ailemin kıyafetlerini temiz tutmak için çamaşır makinemi ve kurutucumu kullanmaktan memnun olduğum gibi. Belki de yıllar sonra ChatGPT’ye otomatik şanzımanın ya da yazım denetiminin icadına baktığım gibi bakacağım: Teknolojik gelişimin istikrarlı ilerleyişinde faydalı ama nihayetinde kademeli bir adım. Eğer ailemin çamaşırlarını çamaşır tahtasında yıkıyor ve sonra da kurumaları için asıyor olsaydım, bu makaleyi yazıyor olmazdım. Ama aynı zamanda bu tür işlerden — bakmak, öğretmek, yazmak — mücadele etmeden vazgeçmememiz gerektiği hissinden de kurtulamıyorum.
Dünya Basını
Çalışanları kovan şirketler yapay zekanın hatalarını düzeltmek için servet ödüyor

Şirketler, maliyetleri düşürmek amacıyla yapay zekaya yöneldi ancak şimdi bu teknolojinin yol açtığı hataları düzeltmek için uzmanlara servet ödüyor. Hem içerik üretimi hem de yazılım alanında yapay zekanın yarattığı sorunları gidermek üzere yeni bir istihdam alanı doğarken, düzeltme masrafları beklenen tasarrufu geride bırakıyor.
Teknoloji dünyasının en popüler kavramı haline gelen yapay zeka, şirketler için personel sayısını azaltma ve maliyetleri düşürme umuduyla benimsendi.
Fakat bu teknolojiye hızla geçiş yapan pek çok firma, şimdi yapay zekanın yaptığı hataları düzeltmek için yeniden insanları işe alıyor ve bu süreçte adeta bir servet harcıyor.
BBC‘nin haberine göre, yapay zekanın yaptığı hataları gidermek üzere işe alınan yazılım mühendisleri ve yazarlar için gelişen yeni bir endüstri ortaya çıktı.
İlgi çekmeyen metinler için 2 bin dolarlık fatura
Arizona’da yaşayan ürün pazarlama müdürü Sarah Skidd’in yaşadıkları, bu durumu özetleyen çarpıcı bir örnek.
Bir içerik ajansı, konaklama sektöründeki bir müşterisi için üretken yapay zekaya yazdırdığı web sitesi metinlerinin beklentiyi karşılamaması üzerine mayıs ayında Skidd’e ulaştı.
Skidd, metinleri “yapay zeka tarafından yazıldığı çok belli olan, temel ve ilgi çekici olmayan” içerikler olarak tanımladı.
Şirket, “Satış yapması ve merak uyandırması gerekirken çok yavandı,” ifadelerini kullandı.
Metinleri baştan yazmak için 20 saat harcayan Skidd, saatlik 100 dolarlık ücretiyle ajanstan 2 bin dolar aldı.
Yapay zeka yeni iş kapısı oldu
Skidd, yapay zekanın kendi işini elinden alacağından endişe duymuyor, aksine bu durumun kendisine daha fazla iş getirdiğini belirtiyor.
BBC‘ye konuşan Skidd, “Belki saf davranıyorum ama eğer işinizde çok iyiyseniz sorun yaşamazsınız,” dedi.
Skidd gibi pek çok yazar artık sıfırdan içerik oluşturmak için değil, yapay zeka tarafından üretilen metinlerin bıraktığı hataları düzeltmek için işe alınıyor.
Bu durum, ChatGPT ve Google Gemini gibi yapay zeka araçlarının iş akışlarını optimize etme ve maliyetleri düşürme vaadiyle popülerleştiği bir dönemde yaşanıyor.
İngiltere Küçük İşletmeler Federasyonu’nun yakın tarihli bir anketine göre, küçük firmaların yüzde 35’i önümüzdeki iki yıl içinde yapay zeka kullanımını artırmayı planlıyor.
ChatGPT kodu siteyi çökertti
Ancak yaşananlar, yapay zekanın insan standartlarına ulaşması için kat etmesi gereken daha çok yol olduğunu gösteriyor.
Hampshire merkezli dijital pazarlama ajansı Create Designs’ın kurucu ortağı Sophie Warner, son altı ila sekiz ayda yapay zekanın yarattığı karmaşayı düzeltmek isteyen müşteri sayısında artış olduğunu söylüyor.
Warner, “Eskiden müşteriler sitelerinde sorun yaşadıklarında veya yeni bir işlev eklemek istediklerinde bize ulaşırlardı. Şimdi ise önce ChatGPT’ye gidiyorlar,” bilgisini verdi.
Fakat ChatGPT tarafından oluşturulan kodları eklemek, bazı web sitelerini çökmeye yatkın ve siber saldırılara karşı savunmasız hale getiriyor.
Warner’ın anlattığı vakalardan birinde, bir müşteri etkinlik sayfasını nasıl güncelleyeceğini ChatGPT’ye sordu. Bu işlemin manuel olarak sadece 15 dakika süreceğini belirten Warner, yapay zekanın ürettiği kodun web sitesini çökerttiğini, işletmeye üç günlük kesintiye ve yaklaşık 360 sterlinlik bir kurtarma maliyetine neden olduğunu aktardı.
Warner, “Müşteriler hatayı kabul etmek istemediği için neyin yanlış gittiğini bulmak üzere genellikle bir inceleme ücreti talep etmek zorunda kalıyoruz. Bu hataları düzeltme süreci, en başından profesyonellere danışılmış olsaydı gerekenden çok daha uzun sürerdi,” diye ekledi.
Dünya Basını
Vergi Cennetleri: Birleşik Krallık’ın Küresel Mali İmparatorluğu

Birleşik Krallık’ın dünya çapındaki vergiden muaf yargı bölgelerinden oluşan “ikinci imparatorluğu”, yolsuzluğu kolaylaştırdığı, kamu bütçelerini tükettiği ve eşitsizliği artırdığına dair çok sayıda kanıt olmasına rağmen varlığını sürdürmektedir.
Kanadalı tarihçi ve yazar Quinn Slobodian’ın, New York Review of Books’ta, Oliver Bullough’un Butler to the World ve Kojo Koram’ın Uncommon Wealth adlı kitaplarını incelediği makalesini Mert Cafer Eral çevirdi.
Makalede, Birleşik Krallık’ın finansal sisteminin gölgesi altında işlenen küresel mali suistimallere dikkat çekilirken, bu statükonun kırılması ve şeffaf, adil bir sisteme geçilmesi için önce bu sistemin iyi anlaşılması gerektiği vurgulanıyor.
***
Vergi Cennetleri
Modern Britanya ne zaman doğdu? Konservatif tarihçiler uzun zamandır modern devletin ortaya çıkışını Blitz ve Dunkirk ruhuna dayandırıyor. Liberal tarihçiler ise NHS’nin kuruluşuna işaret ederek, Küçük İngiltere’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra refah devletini inşa etmek için kendini toparladığını hayal ediyor.
Oliver Bullough’un Butler to the World ve Kojo Koram’ın Uncommon Wealth adlı iki yeni kitabı ise farklı bir hikaye anlatıyor: İngilizlerin yeni ekonomik düzenin altını oymanın yollarını bulmak için birinci sınıf denizaşırı uçuşlarla uzak noktalara giderek ülkelerini modernleştirdiklerini. ABD, Batı Avrupa’nın harap olmuş ekonomilerinin yeniden inşasına yardım ederken ve Dünya Bankası ile Uluslararası Para Fonu’nu kurarken, Britanya, Londra Şehir Üniversitesi ekonomisti Ronen Palan’ın deyimiyle düşük vergili ve vergisiz bölgelerden oluşan “ikinci imparatorluğunu” kurmakla meşguldü.
Refah devletine paralel ve sonunda onun altını oymaya yardımcı olacak projenin mimarları, bir takas önerdiler: İmparatorluk topraklarını işaretlemek için pembeye boyanmış atlas sonsuza dek yok olduysa ve Britanya’nın fırınları ile fabrikaları bir daha asla dünyaya liderlik edemeyecekse, o zaman en azından imparatorluğun Londra şehrindeki mali çekirdeği yaşayabilirdi. Kıtaların bölgesel kontrolü, bir finans ağının merkezi ve jant telleriyle takas edilecekti. Bugün dünyadaki vergi cennetlerinin yaklaşık yarısı doğrudan İngiltere’ye bağlı ve offshore’da tutulan tahmini 8.7 trilyon doların büyük bir kısmından sorumlu.
Savaş sonrası tarihi vergi cenneti üzerinden görmek, imparatorluğun nasıl sona erdiğini ama aslında çok az şeyin değiştiğini anlamamıza yardımcı oluyor. Bir hukukçu olan Koram’a göre, birinci ve ikinci imparatorluklar arasındaki erken dönem dönüm noktalarından biri, İran başbakanı Muhammed Musaddık’ın Anglo-İran Petrol Şirketi’ni kısmen millileştirmesinin ardından İngiliz ve ABD istihbaratının yardımıyla 1953 yılında devrilmesiydi. Hiçbir zaman resmi olarak sömürgeleştirilmemiş olan İran’a ve “sömürgecilikten kurtulma vaadiyle heyecanlanan dünyadaki tüm insanlara” verilen mesaj açıktı: “Egemenlik, sandığınız gibi bir kurtarıcı değil”.
Aslında, tamamlanmamış egemenlik eski sömürgeciler için kendi başına bir tür kurtarıcı olabilirdi. İmparatorluk; himayeler, kraliyet kolonileri ve serbest limanlardan oluşan bir çeşitliliği beraberinde getirmişti. Postkolonyal kapitalizm de benzer bir görünüm arz ediyordu. Bugün BP olarak bilinen Anglo-İran Petrol Şirketi, Britanya Adaları’nın yetmiş beş mil güneyindeki Guernsey adasında bulunan bir sigorta iştirakiyle kârlarını kayıt altına alarak milyarlarca doları vergiden koruyor. Üç Kraliyet-Bağlı devletten biri olan Guernsey hiçbir zaman tam egemenliği hedeflemedi; sadece kendi vergi oranlarını belirleyebilecek kadar bağımsızlığı hedefledi.
Bir finans gazetecisi olan Bullough’a göre modern İngiliz tarihini anlamak için en önemli olay, 1956 yılında Londra’da offshore Eurodolar piyasasının ortaya çıkmasıdır. O dönemde ABD, mevduatlara ödeyebilecekleri faiz miktarını sınırlayarak bankalar arasındaki rekabeti sınırlamaya çalıştı. İngiliz bankaları mevduat sahiplerinin hesaplarını dolar cinsinden açmalarına izin vererek ABD’dekinden daha iyi faiz oranları sunmaya ve paralel bir bankacılık sistemi yaratmaya başladı.
İlk mevduat sahibi, şaşırtıcı bir şekilde, ABD hükümetinin Amerikan bankalarında tutulan mevduatlara el koyma ya da dondurma olasılığından kaçınmak isteyen ama aynı zamanda değerli yabancı parasına faiz kazandırmak isteyen Sovyetler Birliği oldu. 1970’lere gelindiğinde Komünist blok ülkeleri Londra bankalarından en çok borç alanlar arasındaydı. (Bu ülkeler en güvenli müşteriler arasında sayılıyordu çünkü bankacılar otoriter devletlerin gerektiğinde halklarından geri ödeme alabileceklerine inanıyorlardı). IMF’nin müdür yardımcısı 1964 yılında “Euro-dolar piyasası politika tanımaz” demişti. 1969’da The New York Times Euro-dolar’ı bir cin olarak tanımladı: “Onun milliyeti yok, kimseye bağlılık borcu yok ve en büyük finansal ödülleri bulmak için dünyayı dolaşıyor.”
Bullough, bu çıkarcı mantıkla hareket edebilen finansörlere odaklanmaktadır. İdealist olmadıkları için Friedrich Hayek’in çalışmalarını da John Maynard Keynes’in ya da -Allah korusun- Karl Marx’ın çalışmalarını reddettikleri gibi tamamen reddederlerdi. Ekonomistlerden ve onların dünyayı analiz etme biçimlerinden nefret eder, bunun yerine “sağduyu”dan başka bir şeye değer vermezlerdi.
İngiliz bankacılar ve suç ortakları küresel mali düzenlemelerde boşluklar aradılar ve bunları genişletmeye çalıştılar. Bu girişim onları dünyanın dört bir yanına, eski imparatorluklarının uzun süredir ihmal edilen köşelerine götürdü.
Her iki kitapta da yirminci yüzyıl offshore dünyasının oluşumuna ilişkin öncü araştırmalarına atıfta bulunulan tarihçi Vanessa Ogle’un sözleriyle, bu sermaye kaçışı “takımada kapitalizmini” yarattı.
Yeni vergi cennetleri galaksisi, bireylere ve şirketlere kârlarını, gelirlerini ve servetlerini genişleyen mali devletten korumaları için ısmarlama sığınaklar sundu. Sonuç, geçmişteki ırksal hiyerarşilerin birçoğunun damgasını vurduğu bir dünya oldu. 1960’lardaki ulusal özgürleşme dalgasından sonra, birçok beyaz sömürgeci yeni bağımsızlıklarına kavuşan ülkelerde uzun süre kalmadı. Becerileri, bağlantıları ve servetleriyle birlikte, küçülmekte olan imparatorluğun geri kalan bölgelerinde, eski evlerinin konforunu yeniden yaratabilecekleri mağazalar kurmak üzere ayrıldılar. Michael Riegels adlı bir sömürgeci, 1961’deki bağımsızlığından on yıl sonra Tanzanya’yı terk ederek İngiliz Virgin Adaları’na yerleşti. Orada, kurumlar vergisinden kaçınmak amacıyla şirket kurmak için cazip bir yer haline gelen bir Hollanda toprağı olan Curaçao’nun başarısının tekrarlanmasına yardımcı oldu. 1984 yılında Riegels, Uluslararası İşletme Şirketi’ni (IBC) icat ederek bu modeli daha da geliştirdi. IBC bir paravan şirketti, Riegels’in çok daha düşük ücretini ödemek karşılığında kurumlar vergisinden kaçınmak isteyenler için boş ve davetkar bir saklanma deliğiydi. Hong Konglu milyarder Li Ka-shing, 1980’lerin ortalarında gemicilik varlıklarını bir IBC olarak İngiliz Virgin Adaları’na transfer etti. “Bullough, ”1997 yılına gelindiğinde, BVI yılda 50.000’den fazla şirketi kayıt altına alıyordu” diye yazıyor.
Benzer şekilde, 1953’te ilk banka şubesini açan bir İngiliz Denizaşırı Bölgesi olan Cayman Adaları, şu anda hedge fonların yerleşik olduğu önde gelen bölgedir. Kişi başına düşen GSYİH, ana ülkesinin iki katından fazladır. Daha az tanıdık bir hikayede Bullough, bir başka Britanya Denizaşırı Bölgesi olan Cebelitarık’ın kendisini kumar hizmetlerinin kaydedildiği bir yer olarak nasıl yeniden keşfettiğini bildiriyor; bir zamanlar can çekişen bir tersane olan Cebelitarık, şimdi “Lüksemburg’un önünde, ancak Monako ve en üst sıradaki Katar’ın gerisinde 111.505 dolarlık kişi başına gayri safi yurtiçi hasılaya sahip.”
Bullough, dolandırıcıların ve medya skandallarının hikayelerini anlatırken, Koram vergi cennetlerinin köklerini daha önceki bir dönemin sıradan defterlerinde ve sözleşmelerinde buluyor:
İmparatorluğun büyük kısmı yağmacı generaller ya da fanatik misyonerler tarafından değil, Britanya İmparatorluğu’nun dört bir yanındaki tozlu bodrum katlarında oturan ve serveti sınırlar arasında birbirine bağlayan o en gösterişsiz insanlar, özel avukatlar tarafından üretildi.
Bağımsızlığını yeni kazanan pek çok ülke, İngiliz Özel Konseyi’ni son temyiz mahkemesi olarak koruyarak, yerel yasal geleneklerden çekinen potansiyel yatırımcılara bir İngiliz mahkemesinde yargılanma umudu sunmuştur; bu da vergi cennetinin “siyasetin öngörülemezliğini etkisiz hale getirmesinin” pek çok yolundan biridir. Bir diğeri ise, hukuk filozofu Jeremy Waldron’un hukukun üstünlüğü denilen şeyin çoğu zaman demokratik yönetimden ziyade mülkiyet haklarının güvenliğiyle ilgili olduğu yönündeki argümanının iyi bir örneği olan Emirlikler otokrasisi gibi demokratik olmayan yönetim biçimleridir.
Koram, “Piyasanın her şeyden çok sevdiği şey yasal kesinliktir,” diye belirtmektedir. Koram’a göre finans ve hukuk, IMF gibi kuruluşlar tarafından sık sık kullanılan ve yeni ulusları özgürleşme konusunda iyimserlikle dolu, moral bozucu bir postkolonyal gerçekliğe sıkıştıran bir kıskacın iki tarafıdır. Koram’ın uzun uzun incelediği bir örnekte, Jamaika başbakanı Michael Manley, 1970’lerde Birleşmiş Milletler’de Küresel Güney’in benzer düşünen ulusları arasında Yeni Uluslararası Ekonomik Düzen olarak adlandırılan şeyin teşvik edilmesine yardımcı oldu. Dış yardımların, emtia istikrar fonlarının ve hatta sömürge yönetimi için tazminatların artırılması çağrısında bulundular. Hukuku müşterilerinin sermayesi için sadece bir şifre olarak gören bankacıların aksine, Manley’e göre “uluslararası hukuk, yakın zamanda sömürgelikten kurtulan tüm ülkeleri, artan güçlerini kullanarak küresel ekonominin yeniden dengelenmesi çağrısında bulunmak üzere örgütlemek için mükemmel bir yol sunuyordu.” Ancak 1979’da Federal Rezerv’in faiz oranlarını dramatik bir şekilde yükseltmesinin ardından kredi buharlaşırken, Jamaika’da borç parayla finanse edilen ve giderek daha rafine sanayileşmeyle sürdürülen geniş sosyal demokrasi hayali, IMF tarafından dayatılan yapısal uyumun kemer sıkma politikasıyla yer değiştirdi. Sonuç, kendi kaderini tayin etme fikrinin kendisinden duyulan hayal kırıklığı oldu. Koram, 2011 yılında bir gazetede yapılan ve Jamaikalıların yüzde 60’ının ülkelerinin hiç bağımsızlık kazanmamış olması gerektiğini söylediği bir ankete atıfta bulunuyor.
Vergi cennetlerinden oluşan “ikinci imparatorluk”, yolsuzluğu mümkün kıldığına, kamu bütçelerini tükettiğine ve eşitsizliği arttırdığına dair ezici kanıtlara rağmen varlığını sürdürüyor. Paradise, Pandora ve Panama Belgelerinin seri ifşaatları ultra zengin bir grotesk şölen sundu. Tony Blair gibi sözde iyilikseverlerin ve Volodymyr Zelensky gibi son zaman kahramanlarının offshore hesapları ve yaramaz “servet yönetimi” taktikleri, Batı medyasının sevilen kötü adamları olan Sahra altı despotları, Rus oligarkları ve pembe gömlekli finans kardeşlerininkilerle birlikte gözler önüne serildi. Planlar hem son derece karmaşık hem de nefes kesecek kadar basit: aksi takdirde devlet tarafından vergilendirilecek olan para yurtdışında saklanıyor. Ancak bu transferin araçları o kadar gizemli ki, gazetelerin en bilgili okuyucular dışında herkesi alt edecek interaktif grafikler yaratması gerekiyor.
Skandalların en dikkat çekici yönü, manşetlerden ne kadar çabuk düştükleridir. Anlamak için çok mu karmaşıklar? Zenginlerin eylemleri öfke uyandıramayacak kadar öngörülebilir mi? Bu zeki elitler sınıfına karşı bilinçaltında bir kıskançlık ve hatta hayranlık mı var? Hillary Clinton’ın federal gelir vergisi ödemediği yönündeki eleştirisine Donald Trump’ın verdiği yanıtı hatırlayın: “Demek ki zekiyim!” Kaç kişi -liberaller bile- ona hak veriyor? İngiltere’de dönemin Maliye Bakanı Rishi Sunak’ın eşi Hintli mirasçı ve iş kadını Akshata Murty’nin vergi amacıyla İngiltere’de “yerleşik olmayan” statüsünü koruduğunun ortaya çıkması kısa vadede Sunak’ın popülaritesine zarar verdi, ancak bir yıldan kısa bir süre sonra başbakan oldu. O ve Murty Windsor Hanedanı’ndan daha zenginler.
Servetin vergi toplayan devletten vergi cennetine akması ekonomik küreselleşmenin doğal bir etkisi değildi. Vergi cennetleri kısmen, siyaset bilimci Mancur Olson’un kolektif eylem sorunu olarak adlandırdığı durum nedeniyle var olmaktadır: Kazanacak bir şeyleri olanlar ultra zengin bir elit sınıf olarak örgütlenirken, kaybedecek olanlar dağınık ve kaynaktan yoksundur. Bullough, oligarkların ‘sınırlı ortaklıklar’ adı verilen bir İskoç yasal aracını, sahipliğini takip etmenin imkansız olduğu parayı saklamak için nasıl kullandıklarını gösteriyor. Bir yasal boşluk gibi görünen bu durum kapatılamıyor çünkü Londra’daki özel sermaye fonları da bunu kullanmaktan hoşlanıyor ve lobicileri tüm reform çabalarını başarıyla engelliyor. On yıllardır ülkenin gelecekteki refahını finans, gayrimenkul ve sigorta sektörlerine bağlayan İngiliz politika yapıcılar için, kendi kendilerini baltalamayacak hiçbir reform çabası yoktur. Şirketlerin karlarını biriktirme yeteneğini ortadan kaldırmanın İngilizlerin “rekabet gücünü” tehlikeye atacağına dair temel bir inanç vardır. Bu, anlaşılması zor bir nitelik olmakla birlikte, Dünya Ekonomik Forumu’nun bunun için kendi endeksini oluşturacak kadar önemli kabul edildiği bir konudur. Brexit’in ardından Londra Şehri’nin AB müşterilerine kolay erişimini kaybetmesi, finansal üstünlüğü kaybetme endişesini her zamankinden daha da keskin hale getirmiştir.
Reformun önündeki bir başka engel de Golyatlardan ziyade Davutlardan geliyor. Bağımsızlıklarının ardından, maden zenginlikleri veya ekilebilir arazileri olmayan küçük ada ülkelerinin yeni hükümetleri, bir kalkınma stratejisi olarak vergi cennetleri haline geldi. 2000’lerin başında, zengin ülkelerin ana koordinasyon hükümetlerarası kuruluşu olan Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü, vergi cennetlerine karşı sert önlemler almaya çalıştı. Karayip ülkeleri delegeleri, vergi cenneti yanlısı grup Center for Freedom and Prosperity’nin lobicileriyle ve Cato Institute ve Heritage Foundation’ın serbest piyasa savunucularıyla ittifak kurarak, bu çabalar için Amerikan desteğini zayıflatmaya çalıştı. Milton Friedman ve James Buchanan’ın desteğini kazandılar ve daha da önemlisi, küçük gelişmekte olan ülkelere yönelik ekonomik önlemler karşısında harekete geçen Kongre Siyahlar Grubu’nun desteğini de aldılar.
Günümüzde, vergi cennetlerinin egemenliğini ihlal etmekle suçlanmadan herhangi bir uluslararası düzenleme önermek zor. Bullough, BVI’nın şu anki başbakanının, ülkesinde düşük ve sıfır vergili şirket kayıtlarını engellemeye yönelik “demokratik olmayan” girişimleri kınadığını aktarıyor: “Biz de Birleşik Krallık halkı kadar kaderimizi kontrol etme hakkına sahibiz.” Koram, Bermuda parlamentosundan bir milletvekilinin vergi cennetlerini düzenleme girişimlerini “modern sömürgecilik” olarak kınadığını aktarıyor. Bu, BM’de koltuğu olmayan ve dış ilişkilerde İngiltere tarafından temsil edilen bir bölgenin liderinden gelen şaşırtıcı bir açıklama.
Bu kitapların da gösterdiği gibi, vergi kaçırma hileleri vergi toplayan devletler var olduğundan beri var olsa da, vergi cennetleri ancak 1990’ların sonunda ciddi bir siyasi sorun haline geldi. Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte, daha küçük ölçekli terör, uyuşturucu kaçakçılığı ve kara para aklama gibi ulusötesi tehditlere yeni bir ilgi duyulmaya başlandı. OECD, sözde gizlilik yargı bölgelerinin kara listesini oluşturdu ve diktatörler ve suçlular için para saklamadaki rolleri nedeniyle Liechtenstein gibi ülkeleri ifşa etti ve bu ülkelerin gizlilik yasalarını zayıflatmasına neden oldu. Obama yönetimi, ABD vatandaşlarının offshore hesapları hakkında bilgi vermeyen yabancı bankalara para cezası uygulayan Yabancı Hesap Vergi Uyum Yasası’nı yürürlüğe koydu (bu adım, ABD’nin küresel raporlama standartlarına katılmaması ile birleşince, Nevada ve Güney Dakota gibi ABD içindeki vergi cennetlerine ivme kazandırdı). Son skandalların ortasında kamuoyu da yavaş da olsa değişiyor gibi görünüyor. 2020 yılında yapılan bir ankette, İngilizlerin yüzde 82’si offshore vergi cennetlerinde kayıtlı şirketlerin pandemi kurtarma paketlerinden yararlanmasına izin verilmemesi gerektiğini söyledi. Bu muhalefet etkisiz kaldı (İrlanda, Hollanda ve Lüksemburg gibi önde gelen vergi cennetlerinde olduğu gibi), ancak Fransa, Polonya ve Danimarka’da offshore kayıtlı şirketlerin kurtarma paketlerinden yararlanması engellendi.
Hem Koram hem de Bullough, vergi cennetlerinin sürdürdüğü adaletsizliklerin giderilme olasılığı konusunda karamsar. Düzenleme girişimlerinden nadir veya başarısız olarak bahsediyorlar. Yine de 1990’lardan bu yana OECD gibi kuruluşlar, bu önlemlerin samimiyetini nasıl değerlendirirsek değerlendirelim, vergi cennetlerini yöntemlerini değiştirmeleri için baskı yapmaya çalışıyor. (Garip bir şekilde, her iki kitapta da OECD’den bahsedilmiyor.) Her iki yazarın da Birleşik Krallık’ın iç sorunlarının ötesinde düşünmeye ve daha geniş bir dünya perspektifini ele almaya çalıştıkları halde, yine de bazı ulusal dar görüşlülükleri nedeniyle eleştirilebilirler.
2020’deki küresel pandeminin ekonomik etkilerini sınırlama girişimleri, piyasa güçlerini düzenlemek için devlet gücünü kullanma projelerine yeni bir ivme kazandırdı. Bunun sonuçlarından biri, Financial Times’ın “bir asırdır sınır ötesi kurumsal vergilendirme sisteminde yapılan ilk temel değişiklik” olarak nitelendirdiği, 2021’de önerilen küresel vergi anlaşmasıydı. Yüz kırk ülke, şirketlerin yerleşik oldukları yere değil, iş yaptıkları yere göre vergilendirilmesi önerisini imzaladı. Anlaşma ayrıca küresel bir asgari kurumlar vergisi de getirecek. Beyaz Saray, Joe Biden’ın görevdeki ilk yılında bu öneriyi öncülük etse de, proje 2022’de Senatör Joe Manchin’in vetosuyla karşılaştı ve şimdi Cumhuriyetçilerin kontrolündeki Temsilciler Meclisi’nin direnişiyle karşı karşıya. AB yine de baskı yapmaya devam etti ve 2022’nin sonlarında, dünyadaki sekiz bin büyük çokuluslu şirketin yaklaşık dörtte birini kapsayacak bir direktif çıkardı.
Bu arada, OECD’nin “zengin ülkeler kulübü”nün dışında kalan Afrika ülkeleri, vergilendirmeyi düzenlemek ve şirketlerin ve bireylerin sistemi suistimal etmesini önlemek için paralel bir uluslararası çaba sarf ettiler. Afrikalı liderler bunu ülkelerinin ekonomik büyüme beklentileri için çok önemli görüyorlar: haksız avantajlar, güçlü Batı ve Asya çıkarlarına boyun eğmelerini sürdürme tehdidi oluşturuyor. Geçen yıl, Nijerya’nın öncülüğünde BM vergi konvansiyonu oluşturulmasına yönelik bir karar BM Genel Kurulu’ndan geçti. Kararın destekçileri, bu kararın aynı zamanda vergi oranlarının müzakere edilmesi ve belirlenmesi için küresel bir organ oluşturulmasını da sağlayacağını umuyorlar. Bu, uluslararası yönetişimde şimdiye kadar eksik olan bir unsur.
Vergi cennetleri imparatorluğunun ortaya çıkışı, çoğunluğa göre ayrıcalıklı bir sınıfa ayrıcalık tanıyan siyasi tercihlerin sonucuydu. Offshore dünyasının bu tarihi, uzak topraklardaki olayların iç politikayı nasıl dönüştürebileceğini göstererek, İngiliz geçmişine ilişkin standart algıları revize ediyor. Uzak yargı bölgelerinde bir arbitraj oyunu olarak başlayan vergi cenneti olgusu, sonunda Britanya’nın kendi kaderini belirleme gücünü aşındırdı. Bu kitaplar, Gabriel Zucman ve Emmanuel Saez’in “mali demokrasi” olarak adlandırdığı şeyin arayışının merkezinde, sıkıcı vergi meselesinin yer alabileceğini öne sürüyor. İmparatorluk geçmişini anlamak, sadece kendi başına erdemli bir şey değildir. Bu, günümüzün sosyal adaleti için bir ön koşuldur.
Dünya Basını
Kimler faşist olabilir? Önce Mussolini’nin İtalya’sına, sonra İsrail’e bakalım

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız metin, faşizmin yalnızca Avrupa’ya özgü tarihsel bir patoloji ya da belirli ideolojik çevrelerle sınırlı bir sapkınlık olmadığını öne sürerek; bu kavramı bir tarihsel dönemle ya da belirli bir coğrafyayla sınırlı, kapanmış bir istisna olarak değil; farklı bağlamlarda, farklı özneler eliyle yeniden üretilebilen, süreğen ve dönüşken bir siyasal form olarak düşünmeye davet ediyor. Yazar, faşizmin yalnızca ezen sınıfların değil, tarihsel olarak ezilmiş, hatta soykırıma uğramış topluluklar içinde dahi, belirli sınıfsal ve siyasal koşullar altında gelişebileceğini ileri sürüyor. Bu tez, Mussolini İtalyası’nda faşizme angaje olmuş Yahudilerden başlayarak, günümüz İsrail’ine uzanan bir süreklilik hattı üzerinden kuruluyor.
Özellikle erken dönem Siyonizm’in Avrupa faşizmleriyle kurduğu ideolojik ve stratejik akrabalıklara dikkat çeken metin, bu akrabalığın bugün İsrail sağında -ve onun diasporadaki uzantılarında- işgal, etnik temizlik ve apartheid pratikleriyle nasıl yeniden vücut bulduğunu ortaya koyuyor.
Metin yalnızca İsrail’in güncel soykırım rejimini değil, bu rejimi mümkün kılan tarihsel süreklilikleri ve ideolojik zeminleri de açığa çıkarıyor. Filistin halkına yöneltilen ve yıllar içinde soykırım karakteri kazanan saldırıların, başka coğrafyalarda “faşizm” olarak adlandırılmakta tereddüt edilmeyen pratiklerle nasıl örtüştüğünü -ve hatta kimi yönleriyle onları aştığını- ifşa etmiş oluyor.
***
Kimler faşist olabilir? Önce Mussolini’nin İtalya’sına, sonra İsrail’e bakalım
Larry Haiven, 30 Mayıs 2025
Çeviren: Leman Meral Ünal
İsrail’in Gazze’de 20 aydır sürdürdüğü katliama ve öncesinde giriştiği “yargı darbesi” teşebbüsüne rağmen, Batı kamuoyunun hayal dünyasında inatla yaşamaya devam eden şu efsane var: Bu yaşananlar gerçek olamaz. Ortadoğu’daki sözümona “tek demokrasi” olan İsrail, nasıl faşizme kayıyor olabilir ki? Nitekim sıklıkla bu sorunun farklı bir türeviyle karşılaşıyoruz: Onca acı çekmiş, Holokost’u yaşamış bir halk olarak Yahudiler –İsrail’le özdeşleştirilerek– nasıl olur da Gazze’deki gibi vahşetlere imza atabilirler? İsrail’in (aslında hiç de hak edilmemiş) “uluslar arasında bir ışık” olduğu yönündeki imajını nasıl bu denli yerle bir edebilirler?
1995 yılında, İtalyan yazar Umberto Eco, Benito Mussolini döneminde büyüme deneyimlerine dayanan bir deneme kaleme almıştı. Eco’ya göre, Nazizm’in aksine, İtalyan faşizmi tutarlı bir ideolojiden ziyade, çelişkilerle doluydu. Ancak o yine de tüm otoriter rejimlerin atası, “ilksel faşizm”in (Ur-Faşizm) kaynağıydı. Eco, Ur-Faşizm’in 14 özelliğini sıralıyordu.
Bugünkü siyasal manzarayı düşünürken, bu özelliklerin en azından bir kısmını anımsamakta fayda var: Gerçek ya da uydurma geleneklere dayanma; modernizmin reddi (Aydınlanma sonrası her şeyin yozlaştığı iddiası); eylem ve şiddet kültü; bireysel kimliğin ulus ya da grubun içinde eritilmesi; muhalefetin ya da karşıt düşüncenin ihanetle eşitlenmesi; yabancı ve göçmen düşmanlığı; kültürel ve ekonomik dönüşüm karşısında hayal kırıklığına uğramış orta sınıfa seslenme; düşman tehditlerinin abartılması; “zayıf” olanlara duyulan küçümseme; kahramanlık ve ölüme, özellikle düşmanın ölümüne duyulan hayranlık; erkeksi güç gösterileri; seçici popülizm ve liderin “ortak irade”nin temsilcisi olduğu fikri; içi boş sloganların kullanımı.
Yakın dönemde Yale Üniversitesi’ndeki görevinden ayrılıp iki meslektaşıyla birlikte Kanada’ya yerleşen filozof Jason Stanley, How Fascism Works [Faşizm Nasıl İşler?] adlı kitabında Eco’nun bu tespitlerinin çoğuna katılmakla birlikte, faşizmin esasen belirli siyasi inançlar bütünü olmaktan ziyade, iktidara ulaşmak için kullanılan bir dizi yöntem olduğunu savunur.
Peki, kimler faşist olabilir? Belki de şöyle sorulmalı: Faşizme karşı bağışıklığı olan, yani ona “yakalanmayacak” ya da teslim olmayacak bir topluluk var mıdır? Mesela Yahudiler? Auschwitz’ten sağ kurtulmuş birinin çocuğu ve Bağımsız Yahudi Sesleri (Independent Jewish Voices – IJV ) adlı oluşumun kurucu üyelerinden biri olarak, bu soruya ayrı bir ilgi duyuyorum.
Yanıtım hep aynı oldu: Yahudiler de diğer tüm halklar gibi, bu konuda herhangi bir istisna oluşturmaz. Faşizm altında acı çekmiş olmak, hiçbir halkı faşizme kapılmaktan bağışık kılmaz.
Bir topluluğun doğuştan belirli davranış özelliklerine sahip olduğu düşüncesi, yani “özcülük”, tüm ırkçılık biçimlerinin temelini oluşturur. Yahudilerin “özünde” “anti-faşist” olduğu düşüncesi de tıpkı diğer olumsuz kalıpyargılar kadar yanlıştır. Yahudiler, ne diğerlerinden daha iyi ne de daha kötüdür; bazılarımız faşist olabilir, bazılarımız anti-faşist, bazılarımız ise kafasını kuma gömebilir –tıpkı diğer tüm halklar gibi. Gerçi İsrail’in Filistinlilere karşı soykırım uyguladığı şu dönemde kafayı kuma gömmek epey zorlaşmış durumda ama…
Gerçeği söylemek gerekirse, faşizmin 1920’ler ve 30’lardaki altın çağında da pek çok Yahudi faşistti.
Burada, en baştan beri antisemit olan Nazi Almanyası’ndan söz etmiyorum. Ancak faşizmin ilk örneği olan İtalya’ya dönecek olursak, işte oradan öğrenilecek bazı dersler var.
1991 yılında, İtalyan-Amerikalı gazeteci ve yazar Alexander Stille, Benevolence and Betrayal: Five Italian Jewish Families Under Fascism [İyilik ve İhanet: Faşizm Altında Beş İtalyan Yahudi Ailesi] adlı kitabını yayımladı. Bu kitap, Yahudi tarihinin bu dönemini ele alan ilk ve nadir akademi dışı çalışmalardan biridir.
1861 yılında birleşik bir ulus haline gelen İtalya, kısa sürede Avrupa’daki pek çok ülkeye kıyasla Yahudilere karşı daha hoşgörülü bir yaklaşım benimsedi. Ülke genelindeki Yahudiler, Giuseppe Garibaldi’nin önderliğindeki Risorgimento (Yeniden Doğuş) hareketine hem maddi destek vermiş hem de bizzat katılmışlardı. Garibaldi’nin hamisi olan ve Yahudilere uzun süredir dostane yaklaşan liberal Savoy hanedanı, birleşik İtalya’nın hükümdarı olmuştu. Stille’in aktardığına göre:
“Birkaç on yıl içinde, İtalyan Yahudileri, başka hiçbir ülkede eşi görülmemiş bir kabul düzeyine ulaştı. Fransa’da Yüzbaşı Dreyfus hakkında şiddetli tartışmalar yaşanırken, İtalyan Yahudiler generallik, bakanlık ve başbakanlık görevlerinde bulunuyordu. 1902 yılına gelindiğinde, kral tarafından atanan 350 senatörün altısı Yahudi idi. Bu sayı 1920’de 19’a yükseldi. Venedikli bir Yahudi olan Luigi Luzzatti 1910’da başbakan oldu. (…) Açıkça görülüyor ki önlerinde hiçbir engel yoktu.”
50 yıl sonra, İtalyan milliyetçiliği faşizme dönüştüğünde, Yahudilerin bir kısmı buna direndi. Ama birçoğu da bu otoriter dönüşümü kendi milliyetçi tutkularının doğal bir uzantısı olarak görerek destekledi. 1922’de Rusya’dan İtalya’ya göç eden Yahudi kökenli bir aileden gelen Stille şöyle diyor:
“İtalyan Yahudilerinin hikâyesini Avrupa’daki diğer Yahudi topluluklarından ayıran şey, Mussolini İtalyası’nda Yahudilerle faşistlerin uzun süreli birlikteliğiydi. İtalyan faşizmi, antisemitik bir yönelime girmeden önce 16 yıl boyunca iktidardaydı. Bu süre zarfında Yahudiler, diğer muhafazakâr İtalyanlar kadar Faşist Parti’ye üye oluyorlardı.”
Hatta Yahudiler, Mussolini’nin, Hitler’in etkisiyle savaş öncesinde çıkardığı “Irk Yasaları”na kadar Faşist Parti’ye kabul dahi ediliyorlardı. Nitekim İtalyan nüfusunun yalnızca yüzde 1’ini oluşturmalarına rağmen, parti içindeki oranları bunun üç katıydı.
Mussolini sonunda onlara düşman olsa da, İtalyan Yahudileri Holokost’ta Avrupa’daki diğer Yahudi topluluklarına oranla daha az kayıp verdi. Irk Yasaları sonrası bile İtalyanlar, Yahudileri Nazi müttefiklerine teslim etmekte görece isteksizdi. Ancak 1943’te Mussolini’nin devrilmesi ve Alman birliklerinin kuzeyi işgal etmesiyle İtalyan Yahudilerine dönük kitlesel sürgün ve katliamlar başladı. Auschwitz’den sağ kurtulan ve Nazi soykırımının (ayrıca İsrail milliyetçiliğinin) en önemli eleştirmenlerinden biri haline gelen partizan Turinli Yahudi Primo Levi’nin kitapları, bu vahşeti tüm çıplaklığıyla ortaya koyar. Yine de İtalyan siyasetinin belirsizliği ve Nazizm’e tam bağlılık konusundaki tereddütler sayesindedir ki, 43,000 İtalyan Yahudisinden yalnızca 7,000’i (yani yüzde 8’i) katledildi – bu oran, Polonya’daki yüzde 90, Macaristan’daki yüzde 61 ve Fransa’daki yüzde 23’e nazaran Avrupa’nın en düşük oranlarından biriydi.
İtalyan faşizminin öne çıkan Yahudi figürlerinden biri de Mussolini’nin 1911–1930 arasındaki sevgilisi ve başdanışmanı Margherita Sarfatti idi. 1925’te Mussolini’nin övgü dolu bir biyografisini yazmıştı. Faşist hiyerarşi içinde yer alan diğer Yahudiler arasında İtalyan korporatizminin teorisyeni Gino Arias, Ferrara Belediye Başkanı Renzo Ravenna ve Trieste Belediye Başkanı Paolo Salem de bulunuyordu.
Stille’in kitabında öne çıkan isimlerden biri de, faşistlerin önde gelen Yahudi destekçisi Ettore Ovazza’ydı. Faşist Parti’yi finanse etmiş ve 1920’deki “Roma’ya Yürüyüş” darbesine katılmıştı. Torino kökenli zengin bir aileden gelen Ovazza, Birinci Dünya Savaşı’nda İtalya için savaşmış, savaş sonrası komünist devrim tehlikesine karşı Mussolini ve Kara Gömlekliler’i desteklemişti. Ne var ki, savaşın sonlarına doğru kendisi ve ailesi SS tarafından infaz edildi. Mussolini’ye duyduğu bağlılık, Il Duce ile tanışmasını anlattığı anılarında açıkça görülmektedir:
“Bizi hafif bir tebessümle nazikçe karşıladı. Sakince masasının başında oturuyordu. Eşikte tereddütle duraksadığımızda içeriye girmemizi işaret etti. İlk kez Duce’nin yüzünü bu kadar yakından görecektim. Yahudilerin anavatana olan sarsılmaz bağlılığını ifade ettiğimde, Ekselansları Mussolini gözümün içine baktı ve kalbime işleyen bir sesle şunları söyledi: ‘Bundan bir an bile kuşku duymadım.’”
Faşist saflarda yer alan Yahudiler kadar, Primo Levi gibi anti-faşist Yahudiler de mücadelede büyük rol oynadı. Bazıları hapse atıldı, komünist fizik profesörü Eugenio Curiel gibi bazıları öldürüldü, doktor ve yazar Carlo Levi gibi bazıları ise Mussolini rejimi tarafından sürgüne gönderildi. Levi, sürgün yıllarını geçirdiği güneyin yoksul kasabasını anlattığı Christ Stopped at Eboli [İsa Eboli’de Durdu] adlı ünlü kitabını yazdı. Yayıncı Angelo Formiggini gibi bazıları ise Modena Katedrali’nin çan kulesinden atlayarak intihar etti.
Evet, Yahudiler de faşist olabilir. Yalnızca İtalya’da değil, İsrail’de de.
1948 öncesi Filistin’deki Yahudi siyasetinde ve sonrasında İsrail’de görülen faşist unsurlar ya da doğrudan faşizmin kendisi yeni bir olgu değildir. Nitekim İsrail’in şu anki başbakanı Benjamin Netanyahu, 1900’lerin başında İtalyan faşizmini benimseyen bir siyasi geleneğin mirasçısıdır. Netanyahu’nun babasının akıl hocası, Vladimir (Ze’ev) Jabotinsk’i İsrailli tarihçi Lenni Brenner’in sözleriyle hatırlatalım:
Jabotinsky’nin ‘Lejyoner’ [Osmanlı’dan Filistin’i almak için İngiliz ordusunda Yahudi birliği kurmayı amaçlayan] militarizmi ve aşırı milliyetçiliğinin, Siyon kampında bir Yahudi faşizmi arayanları cezbetmesi kaçınılmazdı. Liderle ilgili kişisel çekinceleri olsa da, hem kendi tabanından gelen baskılar hem de giderek radikalleşen çizgisinin iç mantığı, Jabotinsky’yi ve Revizyonist Siyonizm’i adım adım İtalyan faşizminin yörüngesine soktu.”
İsrail’in kurucu kadrolarının tamamı, Filistinlilerin etnik temizliğine inanan ve bunu daha kuruluşun ilk günlerinden itibaren fiilen uygulayan milliyetçilerdi. Ancak Jabotinsky, İsrail’in ilk yıllarına damga vuran İşçi Partisi çizgisinin oldukça sağında yer alıyordu. Jabotinsky’nin siyasi takipçileri arasında Netanyahu’nun babası Ben-Zvi Netanyahu ve ve daha sonra Herut (Özgürlük) Partisi’ni kuran terör örgütü Irgun’un lideri Menachem Begin de vardı. Herut, zamanla Likud’a dönüştü.
Sosyal demokrasiyi savunan, daha ihtiyatlı bir diplomasiyle toprak kazanımını gözeten ve bazı Filistinlilerin İsrail yurttaşı olmasına gönülsüz de olsa razı olan İşçi Partisi’nin aksine, Jabotinsky ve mirasçıları çok daha saldırgan, Filistinlilere karşı tahammülsüz ve serbest piyasa yanlısıydı. Canadian Dimension’da daha önce de belirttiğim üzere, özellikle 1967’deki Altı Gün Savaşı’ndan sonra İsrail sosyolojik açıdan, askeri ve bürokratik olmak üzere iki geniş siyasi elit zümreye ayrılmıştı: Kibbutznikler (çoğunlukla seküler, Aşkenaz, sosyal demokrat ve toprak taleplerinde daha mütevazı) ve mithnachlim (daha çok Mizrahi kökenli, dindar, yer yer faşizan, Filistinlilerin sürülmesinden ve yerleşimlerin hızla artırılmasını savunan bir grup). Demografik değişimlerin ve İsrail’in artan uluslararası yalnızlığının etkisiyle ikinci grup güç kazandı, ilk gruba mensup birçok kişi ise ülkeden ayrılmayı tercih etti.
1950’ler ve 60’ların başında Toronto’da büyürken, ana akım Yahudi örgütlerinde Herut’un gençlik kolu Betar’a “faşist” ve hatta “Nazi” dememiz oldukça normaldi. Betar bugün de, ABD kampüslerindeki Filistin yanlısı öğrencileri Göçmenlik ve Gümrük İdaresi’ne (ICE) ihbar eden kampanyaların başını çekiyor.
1948 yılında Albert Einstein, Hannah Arendt ve aralarında önde gelen 26 Yahudi entelektüelin bulunduğu bir grup, New York Times’a yazdıkları ünlü mektupta Amerikalıları Herut ve lideri Menachem Begin konusunda uyarmıştı. Mektupta Herut’un “faşist devlet doktrinini açıkça savunduğu” belirtiliyor ve şu ifadeye yer veriliyordu: “Terörist partinin gerçek karakteri eylemlerinde ortaya çıkmaktadır; geçmişteki icraatları, gelecekte ne yapabileceği konusunda yeterince fikir vermektedir.”
Bu mektubun üzerinden 29 yıl geçmeden, Begin İsrail başbakanı oldu. Onu yine aynı siyasi çizgiden gelen Yitzhak Shamir izledi.
Bugünkü İsrail Parlamentosu Knesset’te sol neredeyse yok denecek kadar az, buna karşın sağ partiler çoğunluğu oluşturuyor. Aşırı sağ ise iki partiyle temsil ediliyor: Itamar Ben-Gvir’in liderliğini yaptığı Yahudi Gücü ve Bezalel Smotrich’in başında olduğu Dini Siyonist Parti. Bu iki parti, 2022 seçimlerinde kullanılan 4,6 milyon oyun yarım milyonunu alarak Knesset’in en büyük üçüncü grubu haline geldi ve Netanyahu’nun iktidar koalisyonunda kilit rol üstlendi.
Bana inanmıyorsanız Smotrich’in kendi sözlerine kulak verin: “Aşırı sağcı, homofobik, ırkçı, faşist biri olabilirim ama sözüm sözdür.” Menachem Begin bile zamanında kendisini böyle tarif etmeyi aklından geçirmezdi. Asıl çarpıcı olan, Smotrich’in bu sözleri sarf etmesi değil, bunları açıkça söyleyip yine de İsrail’de siyasi kariyerini sürdürebilmesidir.
Ben-Gvir, Yahudi ve Araplar arasında katı ayrım ve diğer Filistinlilerin sürgün edilmesini savunan, Nürnberg benzeri ırk yasalarını destekleyen aşırı milliyetçi haham Meir Kahane’nin takipçisidir. Görüşleri nedeniyle Knesset’ten atılan ve 1990’da ABD’de suikasta uğrayan Kahane’nin hatırasını, Ben-Gvir açıkça sahiplenmektedir. 2021’de Knesset’e seçilene kadar Ben-Gvir’in oturma odasında, 1994’te El-Halil’deki İbrahimi Camii’nde namaz kılan 29 Filistinliyi katleden Baruch Goldstein’ın fotoğrafı asılıydı. Ben-Gvir’in aşırı sağcı görüşleri o kadar radikal bulunuyordu ki, askerlik çağına geldiğinde İsrail Savunma Kuvvetleri onu orduya almayı reddetmişti.
Yine bana değil de, Ben-Gvir’in kendi sözlerine kulak verin:
“Haham Kahane için bir Anma Günü’ne ihtiyacımız var. Birkaç hafta önce [sol görüşlü bir siyasetçi] için saygı duruşunda bulunduk, neden Kahane için de bulunmayalım? Rabin’in Anma Günü var da neden Kahane’nin olmasın?”
2014’te üç Yahudinin 16 yaşındaki Muhammed Ebu Hudayr’ı demir çubukla dövüp, boğazına benzin dökerek diri diri yakması hakkında ise şunları söylüyor:
“Ebu Hudayr’ı öldüren [Yahudi] failin idam edilmesine kesinlikle karşıyım ama Yahudi öldüren [Arap] faillerin öldürülmesinden yanayım. Bir milleti yok etmek isteyen terör ile fikirlerine katılmadığım, büyük bir hata yaptığını düşündüğüm insanların eylemleri arasında kıyas kabul etmeyen bir fark var. Suç işlediler, cezalarını çekmeliler. Ama bu [Yahudilerin Ebu Hudayr’ı öldürmesi] terör değildir.”
Smotrich ve Ben-Gvir, Knesett’in ve siyasi yelpazenin marjında kalmış figürler değiller; biri maliye bakanı, diğeri ise ulusal güvenlik bakanı olarak hükümette kilit pozisyondalar. Belki Netanyahu’nun kırılgan koalisyonu devrilecektir, ancak bu aşırı sağcı partilerin ve temsil ettikleri çizginin İsrail siyasetindeki belirleyici rolü sürecek gibi görünüyor.
Peki İsrail, faşist bir devlet mi? Bu soruya kesin bir yanıt vermeden bile, 60 binden fazla Filistinlinin öldürülmesinin dünya kamuoyu ve Yahudi diasporası nezdinde şiddetli bir tepki doğurması gerekirdi. Ama bir şekilde hem dünyanın büyük kısmı hem biz Yahudiler hâlâ çifte standartlara inanmayı sürdürüyoruz. Başkaları böyle şeyler yapabilir. Ama biz Yahudiler yapamayız.
Oysa yapabiliriz. Ve yapıyoruz da.
Güney Asya’daki deneyimlerinden yola çıkan Hintli denemeci ve romancı Pankaj Mishra, acı çeken halkların zulüm uygulamayacağına dair inancı reddediyor:
“Büyük zulümlerin kurbanlarının ahlaken yüce davranacağı ya da bu acılardan güçlenerek çıkacağına inanacak kadar naif değilim. Hindistan’da Dalitler, ki muhtemelen tarih boyunca zulme uğramış en büyük topluluklardan biri, 2002’de Narendra Modi’nin denetimindeki Gujarat katliamı sırasında üst kastlardaki işkencecileriyle birlikte Müslümanları öldürüp tecavüz ettiler. Orta Doğulu Yahudiler ise, Avrupa kökenli İsrail elitlerinin ırkçı ayrımcılığına maruz kalmışken, şimdi Filistinlilere aynı aşağılamaları yaşatır hale geldi.”
Peki İsrail’deki faşizm yükselişinin ve diaspora Yahudilerinin buna dönük açık desteğinin muhtemel nedenleri neler olabilir?
Bunlardan biri, Ettore Ovazza örneğindeki gibi, yönetici sınıflarına mensup hale gelen Yahudilerin, sınıfsal çıkarlarını koruyacaklarına inandıkları için faşizme yönelmeleri olabilir. Bernardo Bertolucci’nin 1900 filmindeki o ikonik sahneyi hatırlayın: Zengin toprak sahipleri ve kapitalistler yükselen faşist hareketle buluşup soldan gelen tehdidi bertaraf edebilmek için onları görevlendiriyorlardı.
Bir diğer neden hem faşizmin hem de Siyonizmin kökenlerinde, 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başının yaygın Avrupa aşırı milliyetçiliğinin yatması ve bazı Yahudilerin dışlanmaya karşılık dışlayıcılığı tercih etmeleri olabilir. Nasıl ki İtalyan milliyetçiliği kendini tiranlık biçiminde faşizme, Alman milliyetçiliği ise soykırımcı Nazizme dönüştürdüyse, Siyonizm de zamanla aşırılığa kaydı.
Bir başka açıklama, faşizmin sunduğu güvenlik, öngörülebilirlik ve düzen duygusunda yatıyor olabilir -bütün bunlar kişisel özgürlükler ve başkalarına zarar verme pahasına olsa da.
Son olarak, faşizmin cezbedici “kıyametçiliği”ni göz ardı etmemek gerekir: “Bu, yok olmadan önceki son savaşımız” fikrinin, “zaten dünya bize düşman, öyleyse hiçbir şeyden çekinmeyelim” ruh haliyle birleşmesi yani.
İsrailli gazeteci Gideon Levy, Gazze savaşı sonrasında İsrail’in siyasal yönelimi konusunda en ufak bir şüphe taşımıyor:
“Bu savaş, bir faşist devlet kurma savaşıdır. Kahane Devleti İsrail’de olası hale gelmiştir. Bu süreci mümkün kılan ise Netanyahu’nun kriminal omurgasızlığıdır. Sadece neo-Nazi aşırı sağcı partiler değil, en çok da başbakanın kendi partisi Likud, Kahanizm’i iktidara taşıdı.”
-
Söyleşi2 hafta önce
İsrail-İran savaşını kim kazandı? E. Tuğamiral Alaettin Sevim Harici’ye anlattı
-
Ortadoğu2 hafta önce
Reuters: Suriye’de Şara’ya bağlı güçler 1.500 Alevi’yi katletti
-
Görüş1 hafta önce
Altı Gün Savaşı’ndan ‘On İki Gün Savaşı’na
-
Dünya Basını2 hafta önce
İran-İsrail savaşı ve Orta Asya
-
Avrupa2 hafta önce
Yeni MI6 şefinin dedesi, “Kasap” olarak bilinen Nazi casusu çıktı
-
Dünya Basını2 hafta önce
Jerusalem Post: Rusya-Ukrayna savaşının gölgesinde Çin’in Orta Doğu stratejisi
-
Dünya Basını2 hafta önce
Kimler faşist olabilir? Önce Mussolini’nin İtalya’sına, sonra İsrail’e bakalım
-
Amerika2 hafta önce
Zohran Mamdani: Canavarın ininde bir ‘nepo bebek’