Bizi Takip Edin

Görüş

“Kimlik siyasetine itiraz” mı yoksa yeni bir “terör dönemi” mi?

Avatar photo

Yayınlanma

Irkçı bir Fransız’ın Paris’te Ahmet Kaya Kültür Merkezi’ne yaptığı saldırı sonucu üç Kürdün öldürülmesi üzerine Paris’te patlak veren olaylara ilişkin kapsamlı bir siyasi değerlendirme yapmak için şimdilik erken olabilir.

Amma velakin Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu ahval ve şeraiti dikkate aldığımızda bu olayları çok fazla zaman yitirmeden; güncel siyasetin popülist retoriğini bir kenara koyup soğukkanlılıkla ve ülkede siyasi tahkimat için kullanılan ezber dışında ele alma zorunluluğumuz bulunuyor

Çünkü gerek Türkiye’nin seçim sathı mailine girmiş olması gerek, dış siyaset paradigmasının değişmesi, yeni bir döneme adım attığımızı gösteriyor ki, bu çerçeveden baktığımızda Paris’te yaşanan olayların siyasi ve sosyal etkilerinin görünenin çok ötesinde bir noktada uç vermesi olasılığı bulunuyor!

Böyle bir girizgâhtan sonra Paris’te sokakların alev almasıyla birlikte Ankara’da güvenlik ve istihbarat kulislerine yansıyan değerlendirmelere bakalım.

Öncelikle altını çizelim ki, Paris’te yaşanan olaylar Türkiye açısından sürpriz olmadı. Kürt diasporasının siyasi, sosyal ve belki de en önemlisi psikososyal bir sıkışmışlık içinde olduğu zaten uzun süredir biliniyordu.

Paris’teki olaylarda görüldüğü üzere PKK ve türevlerinin Kürt diasporasını kolayca domine edebilmiş olması sürpriz değil.

Çünkü Avrupa ülkelerindeki Kürtler arasında en siyasileşmiş olanları Fransa’da yaşıyor.

Bugüne kadar Fransız sağı da Fransız solu da Kürtlerden ilgisini esirgemedi. Fransa Kürt kartını özellikle Türkiye ile ilişkilerinde önemli bir konu başlığı yaptı.

Bu da, siyasi olarak Kürtlere kayda değer bir güç verdi. PKK/KCK da bu fırsatı kullandı ve bu gücü kendisine devşirdi.

Fransız solcuları Kürtleri kanatları altına alınca, vatandaşlık hakkı kazanmış olanlar verdikleri oylarla, vatandaşlık hakkı kazanmamış olanlar da yürüttükleri siyasi faaliyetlerle Fransız solunu destekledi. Böylece Fransa’daki sol siyaset kendisine oldukça hareketli bir kitle, bir taban bulmuş oldu.

Diğer yandan Fransa’da yaşayan Kürtlerin kanı önderi olarak kabul ettiği kişilerin önemli bir bölümü hakkında Türkiye’de açılmış dava, davalar, gözaltı veya tutuklama kararları bulunuyor.

Bu kişilerin güçlü örgütsel bağları da var. Böylece daha az siyasallaşmış Kürtleri kolayca yönlendirebiliyorlar. Bu kişiler aynı zamanda, Fransa’daki Türkler ile Kürtler arasında siyasi ve toplumsal cepheleşme yaratıp, Türkiye göçmenlerinin aynı çatı altında bir araya gelmesini engelliyor. Böylece, Fransa’daki Kürtlerin hızla radikalleşmesine zemin hazırlıyorlar.

Kürtler, sekülerleşip Fransız toplumuna uyum sağlamak yerine “Kürtçülük” üzerinden kendilerini tanımlamaya gidiyor ve bir takım siyasi taleplerle ortaya çıkıyor.

Aynı zamanda Kürtler, ülkenin en hassas konularından biri olan yabancılar meselesini Fransa yönetimini zora sokabilecek şekilde “kaşıma” gücüne sahip.

Bu güç aynı zamanda Fransa’nın Kürtleri dikkate almadan müstakil bir Türkiye siyasetini belirlemesini de engelliyor.

Yani, yarın öbür gün bir Fransız siyasetçi çıkıp, “Türkiye ile ilişkilerimizi, Fransa’da yaşayan Kürtlerin beklentilerine göre şekillendiremeyiz” derse, Paris’te yaşanan olaylarda olduğu gibi, ortalığın karışması ihtimali bulunuyor. Fransız siyasetçilerin ise bunu göze alması şimdilik mülkün görünmüyor.

Fransa’nın Türkiye ile ilişkilerinin Kürtlerin tekeline geçmesi ihtimali, Fransa Dışişleri Bakanlığı’nın ilgili daireleri için adeta bir kâbus senaryosu.

Çünkü er ya da geç faturanın kendilerine çıkacağını biliyorlar.

Konunun uzmanlarına göre bu talepler üzerinden yapılan tartışmalar, Fransa’da Kürtler ve siyasetçiler arasında kamuoyunda çok görünür olmayan ancak ciddi bir siyasi çatışmayı beraberinde getiriyor.

Bir anlamda biriken siyasi basınç patlamak için bir kıvılcım bekliyor.

İşte, Paris’teki saldırı sonrasında olan tam da bu!

Peki, bu ne anlama geliyor?

Bunun ne anlama geldiğine ilişkin bir değerlendirme yapmak için öncelikle şu iki sorunun yanıtını vermek gerekiyor.

Kürtler, Paris’te sokağa çıkıp polisle çatışarak kendileri üzerinden yürütülen “kimlik siyasetine” güçlü bir itiraz mı ortaya koydular yoksa Avrupa’nın tamamını terörize edebilecek bir güce sahip oldukları mesajını verip, siyasal talepleri konusunda el mi yükselttiler?

Ankara’da bu iki soruya şimdilik rasyonel yanıt veren yok. Perde arkasında bekle-gör politikası, kamuoyu önünde popülist retorik üzerinden Fransa’nın Kürt siyasetine yönelik eleştirilerini görmek mümkün.

Ancak, yasa dışı göç hareketlerinin, yabancılar meselesinin Avrupa’nın deyim yerindeyse iliğini kemiğini yerinden oynattığı bir dönemde Paris’te yaşanan olaylar; yaşlı kıtadaki siyasi, sosyal fay hatlarının daha da kırılganlaşmasına neden olduğu, Avrupalı siyasetçilerin bu hassas konularda şapkalarını önlerine koyarak bir kez daha düşünmeleri gerektiği değerlendirmesini yaparak yazımıza noktayı koyalım.

Görüş

Kim kazandı?  

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

Bir süre önce, Suriye’de henüz devlet varken, sosyal ağlardan birinde bir Kürt milliyetçisiyle yazışma fırsatım olmuştu. Ben, ABD şemsiyesi altında bağımsızlığın gerçekte yenisömürgeci bir bağımlılık ilişkisinden başka bir anlam taşımadığını savunuyordum (ve bugün de aynı görüşteyim), oysa, Kürt milliyetçiliğinin geleneksel söylemlerini (“taktiktir”) bir tık daha yükseltmiş ve ABD’nin sadece belli bir tarihi kesitte değil tarih boyunca, hiç değilse emperyalizm tarihi boyunca benzersiz ve yenilmez bir güce sahip olduğunu düşünüyordu (herhalde bugün de aynı görüştedir). “Emperyalizm tarihi” ifadesini ben koyuyorum; onun sözlerinde emperyalizmin yeri yoktu. Yani mesele artık belli bir aşamada “taktik” (ve bu kelime o çevrede her zaman stratejisizlik anlamına gelmiştir) meselesi olmaktan çıkmış, doğrudan doğruya dünya düzeninde bir süper kahramanın tarafını tutma, yani hep kazananın ve hep kazanacak olanın safında olma meselesi haline gelmişti.

Böylece yazışma, o günden önceki başka tarihi kesitlere uzandı ve sonunda II’nci Dünya Savaşı’na kadar geldik. Ve o zaman, ilk defa karşılaştığım şu iddia beni gerçek anlamda afallattı: Sovyet halklarının büyük kayıplar verdiğini kabul ediyordu, ama bu, hiç de savaşı Sovyetler Birliği’nin kazandığı anlamına gelmezdi. Tersine; ittifaklar siyaseti, askeri taktik ve iktisadi üstünlüğüyle savaşı ABD kazanmış, üstelik bunu, hiç de büyük kayıplar vermeyerek başarmıştı ki bu da muazzam bir siyasi yeteneğe işaret ediyor, dolayısıyla zaferin gücünü pekiştiriyordu.

Bu, kavramın en temel anlamıyla saf ideolojik bir tutumdur, çünkü tarihi hakikat bütünüyle başaşağı çevrilmiştir.

Sovyet tarihi boyunca olduğu gibi bugün de hiç kimse, zaferin ölçüsü olarak kayıpların sayısını göstermiyor. Bu ahmakça bir iddia olurdu zaten, çünkü tarih boyunca nice zaferler vardır ki muzaffer taraf bozguna uğrayan ordulardan çok daha büyük kayıplar vermiştir. Öyle diye bu, yenilenin aslında yenmiş olduğu anlamına gelmez. Bir savaşta zafer, aslında aynı şeyin iki farklı ifadesi olan şu iki şarttan birinin hayata geçmesiyle kazanılır:

1) düşman orduları fiziken yok edilir;

2) düşmanın savaşma iradesi kırılır.

Kayıpların sayısı savaşın şiddeti, acımasızlığı, vahşeti, kuralsızlığı hakkında fikir verir, onun niteliğini gösterir; ama kayıp oranları savaşın sonucu açısından tamamen önemsizdir.

1) Düşmanın fiziki imhası

22 Haziran 1941 günü Sovyetler Birliği’nin batı sınırında kuvvet ilişkisi en kaba haliyle şöyledir (görece yakın tarihli araştırmalardan birine dayanarak aktarıyorum bunu; daha eski tarihli kaynaklarda kuvvet ilişkisinde faşist ittifakı büsbütün ağır basar):

  Faşist ittifakı Kızıl Ordu Modern silahlar Oran Modern silahlarda oran
Asker 4.369.500 3.262.851   1:1,3  
Top ve havan 42.601 59.787   1:1,3  
Tank ve kundağı motorlu top 4.364 15.687 ~2.500 3,6:1 1:2,1
Savaş uçağı 4.795 10.743 1.540 2,2:1 1:3,1

 

Görünürde Kızıl Ordu tank ve savaş uçağı bakımından düşmandan çok daha üstün; gerçekteyse durum farklı. Bütün tank envanteri içinde efsanevi T34’ler henüz pek az (en çok 1.200), SU serisi kundağı motorlu topçu sistemleri de öyle (en çok 300) ve dahası, bunların hepsi cephe hattında değil. Buna karşılık faşist ittifakında neredeyse işlevsiz Panzer I’ler ve Almanların pek güvenmedikleri Çek yapımı Pz serisi sayılmazsa bütün tanklar ve Stug III tipi kundağı motorlu topçu sistemlerinin sayısı 2.500’ün üzerinde. Toplam savaş uçaklarının ise sadece 1.540’ı düşmanla baş edebilecek yeni uçaklar ve bunların büyük bölümü daha ilk hafta düşman kuvvetlerinin hızla ilerlemesiyle imha edilmiş.

Kısaca, faşist Alman kuvvetleri ve müttefikleri asker mevcudu, teknoloji, teçhizat ve araç-gereç bakımından çok daha üstün.

Kuvvet ilişkisinin bir diğer tarafı şudur: Wehrmacht’ın toplam 4,12 milyonluk bütün muharip personelinin (SS dahil) 3,3 milyonu doğu cephesine sevk edilmiş. Bu, muharip birliklerin yüzde 80’i yapar. Aynı şekilde, tank ve kundağı motorlu topçu sistemlerinin yüzde 84’ü, top ve havanların yüzde 67’si, savaş uçaklarının yüzde 80’i doğu cephesinde.

Tabloyu gözlerinizin önüne getirmeye çalışın: Bu savaş makinesi bütün Avrupa’yı işgal etmiş, işgal edilmeyen ülkeler de faşist işbirlikçisi; Britanya kuvvetleri müttefikleriyle Dunkirk’ten rezil edilircesine kovalanmış; Avrupa’da sadece çoğunu komünistlerin örgütlediği yerel direnişler var. Ve Alman ordusu, bütün gücünün neredeyse yüzde 80’iyle Sovyetler Birliği’ne saldırmış.

Sadece Almanya’da toplam 18 milyona yakın insan seferberlikle askere alınmış ve Wehrmacht saflarında savaşmıştır. Bunun yaklaşık 5,5 milyonu savaş alanlarında ve esir kamplarında ölmüştür. Asker ölümlerinin yüzde 80’e yakını doğu cephesindedir.

Buna karşılık savaş boyunca Kızıl Ordu’da 35 milyona yakın insan seferber edilmiştir. Bunun 8,7 milyonu ölmüş veya kaybolmuştur. Bunun 3 milyondan fazlası toplama kamplarındaki ölümlerdir.

Demek ki:

Almanya’nın sivil kayıpları, toplam kayıplarının (7,4-8,5 milyon) yüzde 25’i kadarken Sovyetler Birliği’nin sivil kayıpları, toplam kayıplarının yüzde 60’ıdır. Buna karşılık Alman ordusunun savaş boyunca toplam muharip sayısının yüzde 30 kadarı Kızıl Ordu’yla çarpışmalarda öldürülmüştür. Kızıl Ordu’nun savaş boyunca toplam muharip sayısının yüzde 15 kadarı da faşist ordularla çatışmalarda öldürülmüştür.

Bir başka deyişle, Kızıl Ordu, düşmanın yüzde 30’unu yok ederek savaşı (Clausewitz’in deyişiyle) “pozitif” biçimde sona erdirmiştir.

2) Düşmanın iradesinin kırılması

Stalingrad bozgunun hemen arkasından başlayarak, 1943 baharından itibaren İsviçre’de faşist Alman yetkilileriyle batılılar, başta Amerikalılar olmak üzere bir dizi gizli barış görüşmesi yapılmıştır. Komplo teorilerine girmeyeceğim; herhalde bu aşamada ABD’deki hiçbir hizip, gönlü oraya aksa bile, ayrı barışı göze alamazdı; ancak faşist Almanya açısından, doğu cephesindeki bozgunlar yüzünden düşman cephesini daraltma girişimleri giderek daha büyük bir ihtiyaç haline geliyordu.

1944 haziranında Normandiya’dan sonra bile faşist direnişin merkezi doğu cephesidir. Sayılardan görülür zaten bu. Daha Tahran konferansında (28 Kasım – 1 Aralık 1943) Sovyetler Birliği’nin müttefiklerine Avrupa’da ikinci cephe açılması ısrarı zayıflamıştır, çünkü, bedeli her ne kadar daha ağır olacaksa da, düşmanı bir başına yok etme özgüveni kazanılan zaferlerle pekişmiştir.

Bu yüzden, batıdaki ortaöğretim ders kitaplarının şu ortak repliği gerçeği yansıtmaz: (Tahran konferansında) “Sovyetler Birliği Almanya’ya karşı doğudan büyük bir taarruz başlatmayı kabul etti.” (Houghton Mifflin Harcourt Pub., Module 11, World War II.) Oysa bu sırada Kursk zaferi kazanılmış, Kiev kurtarılmıştı; Leningrad blokajını yarmaya sadece bir, Ukrayna cephesinde SSCB sınırlarını her noktada geçmeye sadece üç ay kalmıştı. Yani Kızıl Ordu zaten her yönden taarruz halindeydi. Dahası, birçok araştırmaya göre, Normandiya çıkarması faşist orduları paralize etmiş değildi, Kızıl Ordu’nun ilerlemesi de Normandiya çıkarması yüzünden fazladan bir ivme kazanmadı.

Değil 30 Nisan’da “çok sevgili führerlerinin” intiharı, 8 Mayıs sabahı bile faşist Almanya’nın direnme iradesi henüz bütünüyle kırılmamıştı. Bunun en somut göstergesi, belki de, Göring’in Amerikalılara teslim olma hikayesidir. Genellikle Göring’in derhal tutuklandığı sanılır; doğru değildir bu: ancak ertesi gün, Berlin’in kesinkes düşmesiyle birlikte tutuklanmıştır, çünkü faşist canavarın iradesi ancak o anda tamamen kırılmıştır.

3) “Tarih çarpıtıcıları”

Yazı üzerinde çalışırken ABD ve Britanya’da 10 ve 11’inci sınıf tarih kitaplarına, ayrıca Britanya’da bir lise yardımcı ders kitabına daha (“Russia and its Rulers”) bakma fırsatı buldum. (Bu sonuncusu, diğerleriyle karşılaştırıldığında şaşılacak kadar objektif.) Bunlarda ülkelerin savaştaki kayıplarıyla ilgili hiçbir bilgi yoktur. Düşmanı kimin yok ettiği, onun iradesini kimin kırdığı, bunun bedelini kimin ödediği sorularının cevabı az çok belirsizdir ve ister istemez, o belirsizliğin içinde, kurtarıcı rolüne ABD ve Britanya’nın oturtulduğu sırıtır.

Gene de, bu ikisinin tarih kitaplarıyla bizimkiler yan yana koyulduğunda onların formülasyonlarının çok daha ustalıklı olduğunu itiraf etmek gerek. ABD ve Britanya müfredatlarını hazırlayanlar, hiç değilse bugüne kadar, şu satırlardan başlayarak hemen her cümlesi yanlış olan bizimkiler kadar antikomünist isterinin esiri görünmemeye çaba göstermişlerdir: “SSCB, insan hakları ihlalleri noktasında Almanya’dan farklı değildi.” (MEB’in 12’nci sınıf “Çağdaş Türk ve Dünya Tarihi” ders kitabından.)

İyi ama, neden bu tarih çarpıtıcılığı?

Birkaç gün önce, Sırp Cumhuriyeti gazeteciler birliği başkanı Daniel Simić’in bir mülakatına rastladım. Simić haklı olarak tarihin silinmesinden yakınıyordu: “Amerikalılar zaten öyleler; ancak batı Avrupalı ortalama okur için de D-day II’nci Dünya Savaşı’nın biricik ve en önemli olayıdır. Rusların ve Sovyetler Birliği’nin diğer halklarının kahramanlık ve fedakarlıklarına aldırış edilmez… Stalingrad ve Kursk muharebeleri batıda genellikle ‘doğu cephesindeki olaylar’ diye anlatılır; ama müttefiklerin Almanya’ya attığı her bomba Hitler’e karşı zafere yol açan kahramanca bir eylemmiş gibi sunulur.”

Bu bir kütlesel cehalet irinidir. Tarihi yazmakla yapmak arasında böyle bir fark var. Sonra o yalanlar her biri diğerinden cahil narsist hödük yaratır, onlardan biri de çıkar, şöyle der: “Rusya’nın neredeyse 60 milyon insan kaybederek II’nci Dünya Savaşı’nı kazanmamıza yardım ettiğini asla unutmayacağız.” (Trump, 22 Ocak günü kendi bloğunda yazmıştı bunu.)

4) Nitelik sıçrayışı

Ama geçmişle bugün arasında bir fark var.

Birkaç ay önce Talin’de Kızıl Ordu ve SSCB Baltık donanması askerleri anısına dikilmiş olan anıtı yerle bir ettiler. Aynı günlerde Waffen-SS 20’nci tümendeki Eston lejyonerlerin “itibarı” iade ediliyordu. Baltık’ın saldırgan “küçük enişteleri” açısından bu tür faşist vandalizm artık rutin bir uygulama haline geldi.

Baltık, Avrupa’nın minyatürüdür.

Moldova dahil birçok Avrupa ülkesinde 9 Mayıs Zafer Bayramı kutlamaları “Kremlin propagandası” ile ilişkilendirilip yasaklanması veya hiç değilse kısıtlanması gündeme geliyor. Bunun yerine 8 Mayıs’ın kutlanması öneriliyor genellikle; o günün Wehrmacht ve faşist müttefiklerinin ölüleri de dahil olmak üzere 1939-1945 yılları arasında ölen tüm “kurbanlar” için bir matem günü, “Anma ve Uzlaşma Günü” ilan edilmesini isteyenler de var. Daha önce çarpıtma yahut inkarlar daha ziyade savaştaki tekil olaylarla ilgiliydi; bugünse vurgu, SSCB’nin Avrupa’nın ve dünyanın kurtuluşu ve faşist Almanya’nın yenilgiye uğratılmasındaki tayin edici rolünün tamamen inkarına kayıyor.

Tarih çarpıtıcılığında bir nitel sıçrayıştır bu. Altındaki birinci nedeni, daha 1945’te Mareşal Jukov, faşist canavarın parçalandığı Berlin’de, Mareşal Rokossovskiy’e söylemişti: “Onları kurtardık, bu yüzden bizi asla affetmeyecekler.” Başka deyişle, hiç değilse bir kısmı, kurtarılmalarının intikamını alma arzusuyla yanıp tutuşuyor.

Ama bundan daha önemlisi şudur: bugün bit pazarına nur yağıyor ve Avrupalı yöneticiler, belli ki, 1930’ların ve 1940’ların tecrübelerini daha yakından inceliyor. Krizden çıkışın yolu neden savaş olmasın? Genel memnuniyetsizliği şiddet yoluyla bastırmak ve saldırganlığı başkalarına yönlendirmek harika bir çözüm değil mi?

Ama belki de, en nihayet samimiyet gösterdikleri için kutlamak gerek. Sadece Yahudilerin, sosyalistlerin, komünistlerin, Rusların değil, Kiev rejiminin en kararlı müttefiklerinden Polonya devletinin uyruklarını da öldüren faşist katiller sürüsünün elebaşı Bandera’yı kahraman ilan edip onun portresi önünde onun sloganlarını ulumak az bir samimiyet sayılmaz doğrusu.

Kim kazandı savaşı? Kızıl Ordu kazandı, Sovyet halkları kazandı, Bolşevik partisi önderliği kazandı, Rus yurtseverleri kazandı… Ama sadece onlar değil. Biz kazandık! Çünkü faşizme karşı savaş bizim de savaşımız, zafer bizim de zaferimizdi. 

Okumaya Devam Et

Görüş

Çok kutupluluk çağında Türkiye’nin Antalya Diplomasi Forumu

Avatar photo

Yayınlanma

Türkiye’nin küresel diplomasiye ve küresel barışa verdiği katkının somut bir ifadesi olan Antalya Diplomasi Forumu (ADF) 11-13 Nisan 2025 tarihlerinde Antalya’da gerçekleştirildi. Bu yılki ana tema “Ayrışan Dünyada Diplomasiyi Sahiplenmek’’ oldu.

Açılışını Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve eşi Emine Erdoğan’ın yaptığı foruma 21 devlet ve hükümet başkanı, 70 bakan ve yaklaşık 450 üst düzey ulusal ve uluslararası bürokrat katıldı. Ayrıca çok sayıda iş insanı, akademisyen, diplomat ve düşünce kuruluşu temsilcisi forumda bulundu. Forum kapsamında birçok ikili görüşme, oturum ve panel düzenlendi. Toplamda 155 ülkeden 6000’i aşkın misafir ağırlandı. Forum kapsamında düzenlenen 50 oturumu 50’ye yakın ülkeden 1000’e yakın gazeteci takip etti. Hükümet temsilcilerinin çoğu Asya ve Afrika’dan geldi. Genel misafirlerin ağırlığı ise Asya, Afrika, Latin Amerika ve Avrupa’dandı. En çok hükümet temsilcisinin katıldığı kıta Afrika’ydı. Bu aslında bir bakıma son 20 yıldır Türkiye’nin Afrika’daki diplomasi başarasının kanıtıdır.

Foruma katılan konuklar arasında BRICS üyesi Endonezya, Batıların yaptırım uyguladığı Gürcistan, AB’nin muhalif sesi Macaristan, dünyanın yakından takip ettiği Suriye ve hala savaşan Rusya ve Ukrayna ile birlikte birçok ülkeden önemli misafirler vardı. Aslında dünyanın her yerinden her çeşit aktör Antalya’da buluştu. Bu durum Ankara merkezli küresel diplomasi masasının herkese açık olduğunu bir kez daha gösterdi.

Özellikle her geçen yıl ADF’ye artan bu ilgi aslında Türkiye’nin çekim gücünü yansıtmaktadır. Ankara’nın çözüm üreten arabulucuğu ve ilham veren vizyonu onu her masada her coğrafyada her sorunda aranan istikrarlaştırıcı bir aktöre dönüştürdü. Bölünmüş, parçalanmış ve ayrışmış bir dünyada Türk diplomasisi birleştirici, bütünleştirici ve yapıştırıcı bir format ortaya koymaktadır. ADF, savaşlara ve çatışmalara karşı diplomasiyi en büyük güç olarak tanımlamaktadır. Bu yüzden diplomasiyi sahiplenen, diplomasi kanalları açan ve diplomasiyi geliştiren bir mekanizmadan bahsediyoruz. Açıkçası yeni dünya yeni diplomasi mekanizmalarına sahip olmak zorundadır. ADF’de bu zorunluluğun bir ürünüdür.

Temsil düzeyi ve ülke çeşitliliği içerisinde ADF’ye Batılı dostlarımızın katılmaması veya katılmak istememesi bir kayıp değildir. Nitekim ADF, Batı dışı dünyanın birbirini dinlemesini ve anlamasını sağlıyor. Çünkü uzun yıllardır birbirine ön yargılı, uzak ve mesafeli olan birçok aktör burada diyalog şansına sahip olmaktadır.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan himayelerinde Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın ev sahipliğinde gerçekleşen Antalya Diplomasi Forumu 2025’te, çok kutuplu uluslararası sistemde artan çatışma ve sorunlara karşı daha çok diyalog ve daha çok diplomasi tercihi masaya yatırıldı. Antalya Diplomasi Forumu her ne kadar “Ayrışan Dünyada Diplomasiyi Sahiplenmek’’ başlığı ile gündeme gelse de forum çok kutupluluğun yaşandığı, kabul gördüğü ve hazır olunması gereken bir yeni dönem olarak ele alındı.

ADF’nin en kritik panellerinden biri “Çok Kutupluluk Çağında Ortaklık Arayışı’’ başlıklı liderlerin katıldığı paneldi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Daha adil bir dünya mümkün.’’ ifadesi yine kendi ağzından “Dünya beşten büyüktür. İnsanlık beşten büyüktür.’’ ifadesi ile tamamlandı.

Foruma ev sahipliği yapan Türk hariciyesinin başı Hakan Fidan, “Türkiye, çok kutupluluğu rekabetle değil, hikmetle yönetmeye taliptir.’’ ifadesi ile uluslararası sistemi çok kutuplu kabul eden ve bu yeni duruma bir yönetim felsefesi sunan bir konuşma yaptı.

Antalya Diplomasi Forumu’nda konuşan Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz ise artık çok kutuplu bir dünyada yaşandığını vurgulayarak çok kutuplu daha adil bir dünya düzeni için iletişim kanallarının devamlı açık tutularak bu sürecin iyi yönetilebilmesine dikkat çekti.

Nitekim ADF, çok kutupluluk sonucu ortaya çıkabilecek sert rekabeti ve olumsuz yönleri törpüleyecek ve onun yönetilebilirliğini kolaylaştıracaktır. Bu yüzden ADF, küresel yönetişimde Batı dışı bir vizyon sunmaktadır. Türk hikmeti ve bilgeliğinin küresel ve bölgesel krizlere karşı bir çözüm üretebilecek birikim ve kabiliyeti bulunmaktadır.

Antalya Diplomasi Forumu’nun en önemli özellikleri arasında görüşme ve iş birliği fırsatı sunması, küresel sorunlara odaklanması, uluslararası katılımın olması, genç diplomatlara vizyon sunması ve Türk dış politikasını tanıtması vardır.

Her yıl artan katılımcı sayısı ve çeşitliliğiyle, küresel ve bölgesel sorunlara somut çözüm önerileri geliştirmesi, ulusların iş birliğini sağlaması ve derinleştirmesi, medeniyetsel ve kültürel iletişimi arttırması, küresel güney ve gelişmekte olan ülkelerle güçlü bağlar kurulması, uluslararası medya ile etkileşim ADF’yi bir küresel güç durumuna getirecektir. Zaten kısa bir sürede ADF, bugün küresel diplomaside etkin ve saygın bir yer kazanmıştır.

Batı merkezli diplomasiye karşı Türk merkezli diplomasi anlayışı ADF ile hayata geçti. ADF’de Batılılardan çok Asya’dan, Afrika’dan ve Latin Amerika’dan yani Batı dışı dünyadan gelen katılımcıların olduğunu görüyoruz. Çok merkezli-çok medeniyetli demokratik uluslararası sisteme dönüşen dünyamızda ADF’de bunu yansıtırken bunu hızlandıran bir diplomatik fotoğraf ortaya koymuştur.

Özellikle forumun çok kutuplu dünya düzenine vurgusu küresel sistemde daha fazla çeşitliliği ve çok sayıda aktörün rolünü gözler önüne seriyor. Bugün, uluslararası sistemde güç dengeleri Batı ile sınırlı değildir. Asya, Latin Amerika ve Afrika gibi coğrafyalardan yükselen güçlerin etkisini hissettirdiği bir dönemdeyiz. Bu yüzden Antalya Diplomasi Forumu yükselen güçlerin ve küresel güneyin sesini duyurduğu platformlardan biridir.

Türkiye’nin Antalya Diplomasi Forumu diğer yükselen güçlerden Çin’in Baoa Asya Forumu, Hindistan’ın Raisiana Diyaloğu ve Rusya’nın Valday Tartışma Kulübü gibi Batı dışı bir platformdur.

ADF her yıl aynı katılımcıların yer aldığı aynı konuların konuşulduğu dostlar alışverişte görsün diye oluşturulan bir forum değildi. Forum her yıl dünyanın farklı bölgelerinden farklı konularda uzman misafirleri ağırlıyor. Bu yüzden her yıl yeni aktörlere söz verilen Antalya Diplomasi Forumu dinamik ve canlı bir sisteme sahiptir. Bu süreçte Türk yumuşak gücü ve kamu diplomasisi inşasında ADF en başarılı mekanizmadır.

ADF, çok merkezli-çok medeniyetli bir dünyada birçok bölgesel ve küresel aktör ile farklı medeniyetlerin, kültürlerin ve dinlerin birbiriyle diyalog kurması, eşit düzeyde katıldığı barış ve istikrarın sağlanması için önemli bir adımdır. Forum Güney, Kuzey, Doğu ve Batı’dan gelen katılımcıları bir araya getiren farklı medeniyetler arasındaki karşılıklı anlayış ve hoşgörüyü güçlendirmektedir. Forumda sadece büyük güçlerin değil, orta ve küçük, zengin ve fakir birçok ülkenin görüşlerinin alındığı kapsayıcı bir masa kurulmaktadır. Bu yüzden ADF, farklı kıtalardan ve sistemlerden gelen devletlerin ve ulusların seslerini duyurabildiği global bir forum olarak demokratik temsiliyeti güçlendiren bir yapıdır.

ADF, belirsizlikler ve küresel lidersizlik çağında çoklu krizlere karşı çok sayıda aktörün fikirlerinin birleştiği çoklu bir çözüm mekanizmasıdır. ADF küresel bir tartışma forumu olduğu gibi ikili görüşmelerin yapıldığı ülkeleri bir araya getiren bir yapıdır. Arabuluculuk konusunda Türkiye’nin kanıtlanmış başarısı ADF ile global düzeye taşındı. Geniş ve çeşitli katılımcı profili ile ADF kültürel bir etkileşim ve iletişime de yol açmaktadır. ADF’nin ortaya koyduğu esnek ve samimi ortam resmi ve gayri resmi etkileşimlerin buluşma noktasıdır. Bu yüzden ADF, Batı dışında alternatif bir dünya rotasına yardımcı olmaktadır.

Okumaya Devam Et

Görüş

BAE ve Türkiye: Uzun soluklu işbirliği ve koordinasyon ilişkisi

Avatar photo

Yayınlanma

Abdulla Alkindi
Anketler Bölüm Başkanı, Trends Research & Advisory

Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki ilişkiler, işbirliğinin birçok alanda artmasıyla birlikte yeni zirvelere ulaşmıştır. Bu hızlı ve geniş kapsamlı ilerleme, her iki tarafın da uzun süredir devam eden ikili bağlarımızı derinleştirme yönündeki güçlü iradesini yansıtmaktadır.

Daha yakın işbirliğine yönelik ortak arzu, yatırımlar ve altyapıdan ticaret ve turizme, kültürden sürdürülebilir enerjiye, çevreye ve teknolojiye kadar birçok alanda somut sonuçlar vermeye başlamıştır. Düzenli üst düzey diyaloglar ve kurumsal etkileşimin artmasıyla birlikte, yapıcı ve karşılıklı fayda sağlayan işbirliği yolları ile halklar arası bağlar hızla genişlemektedir.

Ekonomik alanda, son gelişmeler ikili ticarette dikkate değer bir artışa yol açmıştır. 2023 yılında imzalanan Kapsamlı Ekonomik Ortaklık Anlaşması (CEPA), ülkelerimiz için ekonomik büyüme ve işbirliğinde yeni bir dönemin habercisi olan önemli bir adım olmuştur. CEPA, sadece ticaret, yatırım ve istihdam yaratmayı teşvik eden bir araç değil; aynı zamanda ortak çıkarlar, uzun vadeli vizyon ve ekonomik dayanıklılık temelinde gerçek bir kalkınma ortaklığı kurmaktadır.

Ortaklığımız ayrıca daha derin bir anlayışı da yansıtmaktadır: bölgesel güvenliğin geleceği kapsayıcı çok taraflılıkta ve barış, refah ve siyasi istikrara yönelik sürdürülebilir bağlılıkta yatmaktadır. Gelişmiş ikili işbirliğinin yalnızca ulusal çıkarlarımıza hizmet etmeyeceğine, aynı zamanda Orta Doğu ve Afrika halkları için daha geniş fırsatlar yaratacağına da güçlü bir şekilde inanıyoruz.

Bu bağlamda, işbirliğimiz Afrika genelini de kapsamaktadır. Bu çabalar, her iki ülkenin de kıta genelindeki zorlukların üstesinden gelme konusundaki kararlılığını vurgulamaktadır. Endişe verici alanlardan biri, Sudan’da devam eden çatışmadır. Bu bağlamda, BAE, Türkiye’nin oradaki mevcut krizi çözmeye yönelik diplomatik çabalarını memnuniyetle karşılamaktadır; bu çabalar BAE için de bir önceliktir. BAE, bu çabaların Türkiye’nin bölgesel barış ve istikrarı teşvik etme konusundaki sarsılmaz bağlılığını ve uluslararası ilişkilerin güçlendirilmesine katkı sağlama isteğini yansıttığını vurgulamaktadır. BAE, Türkiye’nin çabalarıyla ve Sudan’daki çatışmayı sona erdirmeye ve krize kapsamlı bir çözüm bulmaya yönelik tüm diplomatik girişimlerle işbirliği yapmaya ve koordinasyona tamamen hazırdır.

Sudan’daki yıkıcı savaş üçüncü yılına girerken, insani kriz hayal edilemeyecek boyutlara ulaşmıştır. 30 milyondan fazla insan acil yardıma ihtiyaç duymaktadır. Kıtlık kapıdadır. Siviller hedef alınmakta ve insani yardımlar kasıtlı olarak engellenmektedir.

BAE, bu duruma aciliyetle ve kararlılıkla yanıt vermiş; Sudan ve komşu ülkelere 600 milyon ABD dolarından fazla insani yardım sağlamıştır. Derhal ateşkes çağrısında bulunmuş, engelsiz insani erişim talep etmiş ve savaşan taraflara yönelik diplomatik baskının artırılması için uluslararası toplumu harekete geçmeye çağırmıştır. Uluslararası toplum, sivil liderliğinde bir hükümete giden siyasi süreci teşvik etmeli ve nihayetinde Sudan halkı için kalıcı barış ve istikrar getirmelidir.

Sudan Silahlı Kuvvetleri (SAF) ve Hızlı Destek Kuvvetleri (RSF) tarafından işlenen zulümler savunulamazdır. BAE, aç bırakma taktikleri, kimyasal silah kullanıldığına dair iddialar ve sivillere yönelik ayrım gözetmeyen saldırılar dahil tüm bu eylemleri kınamaktadır. Birleşmiş Milletler Sudan Uzmanlar Paneli, bu suçları — hava saldırıları, sivil hedeflere saldırılar, çatışma kaynaklı cinsel şiddet ve insani yardımın silah olarak kullanılması dahil — ortaya koymuştur.

BAE, Sudan halkının çektiği acıları hafifletme ve çatışmaya barışçıl bir çözüm bulunmasına yönelik çabaları destekleme konusundaki kararlılığını sürdürmektedir. Sudan Silahlı Kuvvetleri (SAF) tarafından yakın zamanda yapılan suçlamalar, Birleşmiş Milletler’in son raporunda yer alan bulgularla desteklenmemektedir; BAE, uluslararası toplumla şeffaf bir şekilde etkileşimde bulunmaya devam etmekte, her türlü endişeyi ele alma ve insani ilkeler ile bölgesel istikrara olan bağlılığını yeniden teyit etme konusundaki kararlılığını sürdürmektedir.

Bu ruhla, BAE yapıcı uluslararası angajman yaklaşımını sürdürmektedir. Türkiye Cumhuriyeti ile olan yakın ortaklığı, küresel zorlukların işbirliği, karşılıklı saygı ve insan onuru, barış ve sürdürülebilir kalkınmaya olan bağlılıkla ele alınması yönündeki ortak vizyonu yansıtmaktadır. Bu kalıcı işbirliği, bölgesel ve küresel istikrarın sağlanmasında stratejik ortaklıkların daha geniş değerini vurgulamaktadır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English