Editörün notu: Henry Kissinger, bu portre yazıldıktan altı ay sonra, 30 Kasım 2023’te öldü.
“Eylül 1974’te geçici hükümetin dışişleri bakanı ve Portekiz Sosyalist Partisi lideri Mário Soares, Washington’da Dışişleri Bakanı Henry Kissinger ile bir araya geldi. Kissinger, Soares ve diğer ılımlıları Marksist-Leninist bir diktatörlüğü engellemek için daha kararlı davranmadıkları için azarladı.
‘Siz bir Kerensky’siniz. . . . Samimiyetinize inanıyorum ama safsınız,’ dedi Kissinger Soares’e.
‘Kesinlikle Kerensky olmak istemiyorum,’ diye cevap verdi Soares.
‘Kerensky de istemiyordu,’ diye yapıştırdı Kissinger.”
100. yaşını deviren Henry Kissinger ile 1974’teki Karanfil Devrimi’nden sonra ülkesinin Portekiz Komünist Partisi ve komünizme sempati duyan subayların öncülüğündeki devrimcilerin eline geçmesinden korkan Mário Soares’in konuşmasını, kötü şöhretli ‘medeniyetler çatışması’ tezinin sahibi Samuel Huntington aktarıyor. Avrupa, yalnızca Portekiz’de değil, benzer yıllarda Yunanistan’da ve İtalya’da da yeni bir Ekim 1917 yaşayacak gibi görünüyordu. Avrupa’nın dışında ‘üçüncü dünya’da da, özellikle Vietnam’da, dünya kapitalist sisteminin öncü gücü ABD yeniliyordu; bir bütün olarak emperyalizm çöküş aşamasındaydı sanki. Buna, 70’li yıllarda tüm gelişmiş ülkeleri sarsan iktisadi bunalımı da ekleyin. Sadece iyimser ve rasyonel devrimciler değil, sistemin çalışmasından sorumlu idareci ve ideologlar da sonlarının geldiğini düşünüyordu.
Huntington, 1974’te tüm Güney Avrupa hattındaki devrimci krizlerin ‘Kerensky’lerin zaferi’ ile bittiğini, rahat bir nefes alarak söylüyor. Bu dönemle birlikte ‘demokratikleşmenin üçüncü dalgası’ başlamıştı. Ara durakta, başını Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin çektiği dünya sosyalist sistemi de çözülüveriyordu.
İşte emperyalizmin bu ‘kurtuluşu’nda aslan payı kesinlikle Henry Kissinger’ındır. Kissinger’ın adı, Soğuk Savaş’ın keskin ideoloğu ve uygulayıcısı George Kennan gibilerin arasına, belki de daha da yukarılara yazılmalıdır. Kissinger, hem gerçekçi, hesapçı ve soğukkanlı; hem de sinsi, gaddar ve her şeyin üstünde antikomünist olmayı aynı anda becermiş, zeki bir emperyalist idareci ve ideologdur. Zaten bütün bunların bir araya gelmediği bir durumda, kişilerin tarihin akışını yalnız başlarına değiştirmeleri mümkün olmasa da, 1970’lerde krize giren ve ha çöktü, ha çökecek gözüyle bakılan emperyalizmin yeni bir saldırganlık döneminden zaferle çıkması çok daha zor olabilirdi.
Bugün, elbette haklı olarak, Çin’in dünya sistemine eklemlenmesinin mimarı olarak bilinen Kissinger, aynı zamanda Kamboçya ve Vietnam’daki vahşetin de mimarlarındandı. Bunlar birbirini çelen şeyler de değildi: Kissinger’ın Diplomasi kitabını okumuş olanlar, Amerikan ulusal çıkarları ile ‘küresel’ egemenliğin iç içe geçmişliğine sonsuz bir inanç duyan emperyalist bir kibirle karşı karşıya kaldıklarını gizleyemezler. Gerçekçilik, bu kibrin tamamlayıcı unsurudur.
Zaten bu ‘gerçekçilik’, Amerikan kurucu babalarından süzülüp gelen emperyalist ‘manifest destiny’ öğretisinin aynı zamanda nasıl faşist diktatörlüklere bir desteğe dönüştüğünü açıklar. ABD Ulusal Güvenlik Arşivi’nden çıkan Şili belgeleri, aslında çok da ihtiyaç duymadığımız kanıtları sunar bize: Haziran 1976’da Santiago’da yapılan bir görüşmede, askeri diktatörlüğün şefi Augusto Pinochet’ye övgüler düzen Kissinger, tam tamına şunları söyler: “Yardım etmek istiyoruz, sizi zayıflatmak değil. Burada yapmaya çalıştığınız şeye sempati duyuyoruz. Allende’yi devirerek Batı’ya büyük bir hizmette bulundunuz. Benim değerlendirmeme göre dünyadaki tüm sol grupların kurbanı oldunuz ve en büyük günahınız komünizme giden bir hükümeti devirmiş olmanızdı.”
Gelgelelim, sonrasında Amerikan Devletleri Örgütü’nün (OAS) Şili’deki toplantısında yapacağı ve Pinochet yönetimindeki ‘insan hakları ihlallerine’ değineceği bir konuşmasını ertelediğini bildiriyor generale. Kissinger, insan hakları konusunda ‘sorunlar’ yaşayan ABD Kongresi’nin Şili’ye yönelik yaptırımları onaylamasını önlemek için bunu yapmak zorunda olduğunu açıklıyor ve şöyle diyor: “Benim pozisyonumu anlamanızı istedim. Yasal yaptırımlarla değil, ahlaki ikna yöntemleriyle meşgul olmak istiyoruz.” Kissinger insan hakları konusunda alınan önlemlerin ‘duyurulmasının’ gerçekten ‘işe yarayacağını’ söylüyor ve Pinochet de Şili’nin ‘adım adım kurumsallaşmaya döndüğü’ cevabını veriyor. İşte bu kadar.
Aynı Kissinger’ın Allende’nin devrilmesi için başlatılan gizli operasyonlar ve şiddet eylemlerinde oynadığı rolü hatırlatmaya gerek yok. Yalnızca, dünyayı suretinde yeniden yaratma hakkının kendine verildiğine inanan Amerikan dış politika gurularının ahlaki standartlarını göstermek açısından bunları bilmek gerekiyor. Kissinger, ABD hegemonyasının gerileme işaretleri verdiği bir dönemde, askeri yollardan emperyalist hiyerarşiyi koruma ve saldırıya geçerek Amerikan çıkarlarını korumayı ‘diplomatik ustalık’ ve ‘küresel değerler’ olarak kabul ettirme ustalığını gösterdiği için de ilgiyi hak eder.
Zaten bu kurt idareci de yukarıda atıf yapılan kitabında bunu açık yüreklilikle kabul eder:
“Kendinden emin komünist imparatorluğu, geleceğin akımı imiş gibi hareket eder ve dünya halkları ve liderlerinin buna inanmasını sağlarken, Amerikan direnişi organize edilmemiş olsaydı, savaş sonrası Avrupası’nda en büyük tek parti olan komünist partileri, bütün Avrupa’ya egemen olabilirdi. Berlin yüzünden ortaya çıkan krizler kontrol altına alınamayacak ve yenileri ortaya çıkacaktı. Amerika’nın Vietnam sonrası travmasını kullanan Kremlin, Afrika’ya taşeron kuvvetler ve Afganistan’a kendi kuvvetlerini gönderdi. Amerika küresel güç dengesini korumasaydı ve demokratik toplumların oluşmasına yardım etmeseydi, bunlar daha da iddialı olacaktı. Amerika’nın rolünü, güç dengesi şartları içinde algılamamış olması, acısını artırdı ve süreci zorlaştırdı; ama aynı zamanda bu rolünü yerine getirirken görülmemiş bir kendini adama ve yaratıcılık örneği göstermesini sağladı. Sonuçta bu, küresel dengeyi ve dolayısıyla dünya barışını koruyan ülkenin Amerika olduğu gerçeğini de değiştirmedi.”
Bu zeki ve gaddar emperyalist idarecinin, temsilcilerini anlatırken tiksintisini, küçümsemesini, korkusunu ve şaşırtıcı bir şekilde ezikliğini asla gizlemediği iki ülkenin Sovyetler Birliği ve Vietnam olması bu noktada daha da anlamlı hale gelir. Bir diplomatın en önemli unsurlarından olması gereken ‘iyi pazarlık yapma’ hali, Molotov ve Gromıko söz konusu olduğunda ‘bıktırıcı’dır, ‘perakende satış pazarlığı’dır (oysa Çinliler ‘karşılarındakine güven vermek isterler’); müzakereler sırasında Vietnamlıları temsilen konuşan Xuan Thuy ve Le Duc Tho ya ‘herkesin bildiği uzun bir nutuk’ ile Vietnam’ın pozisyonunu anlatır ya da ‘kusursuz bir nezaketle, moral üstünlüğü göstermek için soğuk tavırlarla ve cahil emperyalistler tarafından anlaşılması olanaksız Marksist bir lügatten alınan kelimelerle…’ Vietnamlıların kendi ülkeleri için ABD ile müzakere etmesi bile bir lütuf iken hem de…
Kissinger’ın artık iyi belgelenmiş kariyerinin tamamını anlatmaya gerek yok. Dileyen ve İngilizce arşiv taraması yapmaya zamanı olan okur buradan gizliliği kaldırılmış belgelere ulaşabilir. Üstelik bu parlak ve ‘sınıf bilinci’ tersinden çok kuvvetli yönetici, dostlarından çok düşmanları için gerekli şeyler anlatıyor. Bundan otuz yıl kadar önce biyografisini kaleme alan bir yazar, Napolyon’un Metternich için söylediği “Siyaset yapmayı entrika ile karıştırıyor,” sözlerini aktardıktan sonra şöyle ekliyordu: “Kissinger her ikisinde de ustaydı.” O, kapitalist siyasetin artık entrika haline geldiği emperyalist çağın bir çocuğuydu. Bu nedenle aynı biyografide, Kissinger’ın büyük hedefler formüle eden bir stratejistten çok bir misyonu yerine getirmek için gerekli adımları planlayan bir taktisyen olarak nitelendirilmesi, bu usta diplomata haksızlık sayılmalı. Ekonominin uluslararası ilişkilere, siyasete ve askeri hazırlıklara doğru büzüştüğü bu çağda, uluslararası ekonomiye ilişkin hiçbir şeyden anlamaması da buna tekabül eder. Nixon’ın Ticaret Bakanı Peter Peterson ile bir tartışmasında “Bu ufak bir ekonomik mesele,” diyen Kissinger’a muhatabı, “Henry, bu senin için laf kalabalığı çünkü sen her ekonomik değerlendirmeyi küçük görüyorsun,” cevabını vermek zorunda kalıyordu. Nixon da, Dışişleri Bakanlığı’na ekonomik uzmanlığı olan birini getirmeyi planladıkları için Kissinger’ın bu role gelebileceğini asla düşünmediğini kabul ediyor.
Demek ki, kendi sınıfının ulusal ve dünya çapındaki egemenliğine sonsuz ve koşulsuz bağlılık bu becerikli adamın yoğrulduğu hamurdur. Tanıyanlar ve onunla müzakerelere katılmış olanlar (düşmanları dahil), entelektüel kapasitesini teslim ediyorlar. Dünyayı komünizmden kurtarmak ve bunu Amerikan çıkarlarına uygun bir şekilde kotarmak eğer bir ABD’li diplomat için 20. yüzyıldaki en büyük başarıysa, Kissinger ‘şeref listesi’nin ilk sırasında yer almalıdır.