Bizi Takip Edin

Görüş

Lenin ve milli mesele

Avatar photo

Yayınlanma

Her altüst oluş döneminin tarihinde belli kişilikler öne çıkar; ama pek az insan vardır ki ölümünden çok uzun yıllar sonra bile sadece bir halkın, bir ülkenin, bir bölgenin değil bütün bir dünyanın tarihine damgasını vurmuş olsun. Lenin böylelerindendir. 20’nci yüzyıl siyasi tarihi Leninsiz yazılamaz; çünkü Lenin, sadece sosyalizmi elle tutulur bir hakikat haline getirmekle kalmamış, aynı zamanda yerkürenin her bir yanında antiemperyalist mücadelelere bayrak olmuştur.

Öldü, ama yaşamaya devam ediyor.

Bu, 100’üncü ölüm yıldönümünde Lenin anısına gecikmiş bir yazı.

SOMUT DURUMUN SOMUT ANALİZİ

“Marksizmin yaşayan ruhu somut durumun somut analizidir,” demişti Lenin. (41/136) Aynı şey onun için de geçerlidir. Somut durum her zaman değişkendir, ama her tarihi dönemde ona istikametini kazandıran bir takım ana halkalar vardır. Milli mesele etrafında koparılan fırtınaya Lenin’in alet edilmesi ve ayrılma hakkını kutsal kabul edenlerin bunu Lenin’e dayandırması, bana her zaman anlaşılmaz gelmiştir; çünkü bütün bunlar ana halkayı: emperyalizmi (eğer bilinçli olarak gizleme değilse) gözden kaçırma anlamı taşıyor.

Lenin daha 1916’da, yerküredeki ülkeleri emperyalizm çağında kendi kaderini tayin hakkı açısından üç gruba ayırıyordu. Bu görüşünü ölene kadar koruyacak, Komünist Enternasyonal II’nci Kongresi’nde (1920) ise dünya komünist hareketinin taktiğinin nesnel temeli haline getirecektir.

Birinci grupta Batı Avrupa ülkeleri ve ABD vardır. “Burjuva-ilerici milli hareketler burada çoktan sona ermiştir.” Bu ülkelerde proletaryanın görevi sömürgelerin ve ülke içindeki ezilen milletlerin kendi kaderini tayin hakkını savunmak ve büyük millet şovenizmiyle mücadele etmek olmalıdır.

İkinci grup ülkeler Avusturya, Balkanlar ve “özellikle” Rusya’dır. “20’nci yüzyıl buralarda burjuva-demokratik milli hareketleri hususen geliştirdi ve milli mücadeleyi keskinleştirdi.” Demek ki bu ülkelerde temel görev burjuva-demokratik dönüşümün tamamlanmasıdır; buysa, az çok marksizm bilen herkesin hatırlayacağı gibi (gerçi marksist düşünce, sol liberalizmin etkisiyle öyle derin bir ideolojik ve dolayısıyla siyasi sefalet içine yuvarlandı ki, hatırlamak güç olmalı) esasen iki şey demektir: milli meselenin ve onun temelini teşkil eden toprak meselesinin çözülmesi. Bu ikincisi feodalizmin tasfiyesi anlamına gelir ve burjuva-demokratik devrime işaret eder. Dolayısıyla: “Bu ülkelerin proletaryasının görevleri, ister burjuva-demokratik dönüşümün tamamlanması davasında olsun, isterse diğer ülkelerin sosyalist devrimine yardım etmek davasında, milletlerin kendi kaderini tayinini savunmadan gerçekleşemez.” Bununla birlikte “ezen milletlerin ve ezilen milletlerin işçilerinin sınıf mücadelesini kaynaştırmak”, bu zorlu görev, özel bir önem taşır.

Bütün yarısömürge ve sömürgeler ise üçüncü gruptur. Bunlardan sadece Çin, İran ve Türkiye yarısömürgedir. Lenin’e göre sosyalistler sömürge ve bağımlı ülkelerin kurtuluşunu derhal ve kayıtsız şartsız savunmalı, milli kurtuluş hareketlerini daima desteklemeli, köleleştirilmiş halkların kendilerini ezen emperyalist güçlere karşı mücadelesine yardım etmelidir: “… ve bu talep siyasi ifadesi içinde kendi kaderini tayin hakkının tanınmasından başka anlama gelmez; sosyalistler bu ülkelerdeki burjuva-demokratik milli kurtuluş hareketlerinin en devrimci unsurlarını en kararlı şekilde desteklemeli ve onların kendilerini ezen emperyalist güçlere karşı ayaklanmasına — devrimci savaş durumunda da — yardım etmelidir.” (27/252-266)

Demek ki bir dizi kavramla karşılaşıyoruz. İlki, emperyalizm. Emperyalist ülkelerde ilerici-millici hareketler çoktan sona ermiştir; emperyalist ülkelerde millilik adına her şey şovenizmi gizler ve proletaryanın görevi bu şovenizmle mücadele etmektir. İkincisi, sömürge. Sömürge meselesi aynı zamanda milli meseledir ve bu çelişkinin çözümü sömürge ülkelerin milli mücadelelerinin başarıya ulaştırılarak emperyalizmden bağımsızlığının kazanılmasından geçer. Bu ülkelerin kendi içinde de milli kalkışmaların başlamış olması, bağımsızlığın kazanılması görevinin önüne geçemez. Üçüncüsü, burjuva-demokratik devrim. Milli meselenin çözümü burjuva demokratik devrimin görevi olduğu ölçüde, bu devrimin henüz tamamlanmadığı Avusturya, Rusya ve Balkanlarda milletlerin kendi kaderini tayin hakkı savunulmalıdır. Üçüncü grupsa emperyalizm tarafından sömürgeleştirilmiş veya yarısömürgeleştirilmiş ülkelerdir.

ERMENİ MİLLİYETÇİLERİ, LENİN VE KEMALİST HAREKET

Lenin Türkiye’nin çokuluslu olduğunu bilmiyor değildi. 1917 ocağında Avrupa devletlerini ulus-devlet oluşlarına göre gruplar ve burada, her ne kadar Türkiye’yi “coğrafi olarak bugün Asya devleti ve iktisaden de ‘yarısömürge’ saymak daha doğru” olacaksa da, Rusya, Avusturya ve 6 Balkan devletiyle birlikte “saf milli bir bileşime” sahip olmadığını söyler. “Balkanlarda ‘devlet inşası’ burjuva-milli istikamette denebilir ki daha dünkü 1911-1912 savaşlarıyla bile bitmedi.” (30/355) 1917 ocağında henüz Türkiye’de milli mücadele başlamış değildi, üstelik 1915 tehcir felaketinin üzerinden sadece bir buçuk yıl geçmişti; buna rağmen Lenin, bizatihi Türkiye’nin yarısömürge olmaklığına karşı mücadelesini kendi kaderini tayin hakkının ifadesi sayıyordu. Onun için temel olan şey herhangi bir ülkenin emperyalist dünya sistemi içinde bulunduğu yerdi ve bütün siyasi tutumunu bu yer belirliyordu. Bu yüzden Lenin Ermeni milliyetçilerinin gözünde kemalist hareketi desteklemekle hain veya en iyimser durumda hainden az hallicedir.

Sömürgelerin antiemperyalist mücadelesi — ama sübjektif değil objektif anlamıyla; antiemperyalizmi beyan etti diye değil mücadele muhtevası gereği emperyalizmi zayıflatacağı için. Çünkü sömürge ve yarısömürge ülkelerde milli mücadele tanım itibariyle bağımsızlık için ve emperyalizme karşı veriliremperyalizmin işbirlikçisi bir milli mücadele olamaz. Bu nedenle, proletaryanın taktiği bu hareketleri desteklemek olmalıdır: “Böyle ülkelerde ortaya çıkabilirse proletarya partilerinin köylü hareketiyle belli ilişkiler içinde olmaksızın, onu gerçek anlamda desteklemeksizin bu geri kalmış ülkelerde komünist taktiği ve komünist siyaseti uygulayabileceklerini düşünmek ütopya olur.” Ne ki, bu noktada hangi burjuva-demokratik hareketin destekleneceği sorusu ortaya çıkar: reformist olan mı, devrimci olan mı? Çünkü: “Sömürücü ve sömürge ülkelerin burjuvazisi arasında belli bir yakınlaşma ortaya çıktı, öyle ki… çoğu durumda, bu burjuvazi milli hareketi destekliyor olsa bile aynı zamanda emperyalist burjuvaziyle mutabakat içinde, yani onunla birlikte bütün devrimci hareketlere ve devrimci sınıflara karşı mücadele ediyor.” Bu nedenle “burjuva-demokratik” yerine “milli-devrimci” ifadesi konulması gerektir. (41/244)

LENİN’İ WILSONLAŞTIRMAK

Milletlerin kendi kaderini tayin hakkı meselesinde Lenin’i Wilsonlaştırmak, ondan farksız kılmak, iddia sahibinin meşrebine göre küflü bir Wilson’a dönüşmüş bu Lenin’e dayanarak kendi işbirlikçi milliyetçiliğini savunmak veya bu tepetaklak edilmiş Lenin’i bütün günahların keçisi ilan etmek adetten oldu.

ABD’nin tarihi boyunca belki de Franklin Roosevelt ile birlikte en “solcu” başkanı saymak gereken Wilson’un 8 Ocak 1918 tarihli 14 “prensibinin” özü, ikinci ve üçüncü maddede ifade edildiği gibi, bütün suyollarının barış ve savaş zamanlarında açık tutulması (on ikinci madde özel olarak, Boğazların bütün ülkelerin gemilerine ve ticarete açık olması gerektiğini de vurgular) ve ticaretin önündeki bütün engellerin kaldırılmasından ibarettir. Önemlidir bu; zira, ilki sözkonusu olduğunda, daha Potsdam’dan beri Montreux konvansiyonunun aşındırılması hedefinin arkasında da aynı değişmez amaç yatmakla kalmaz; ikincisi sözkonusu olduğunda, 1939’da Hitler’in “ekonomi dehası” Wohltat’ın farkında olmadan (ne yazık ki kadri bilinmiyor) fikir babalığını yaptığı Dünya Ticaret Örgütü de aynı gerekçeye sığınır.

BİRLİK VE PARÇALANMA; LENİN VE WILSON

Lenin’in kendi kaderini tayin hakkı anlayışı gönüllü birliği öngörüyordu; hakkın kabulü, gönüllü birliklerin kurulması için gerekliydi. Wilson’un kendi kaderini tayin hakkı anlayışı birliklerin parçalanmasını öngörüyordu; hakkın kabulü, bağımsız devletlerin parçalanması için gerekliydi. Bu nedenle ilki Rusya’nın halklarının birlik sınırları içinde birleşmesinin ardından bu birliği korumayı, ikincisi ise bu birliği parçalamayı görev bellemişti. Sovyet Rusya’ya emperyalist müdahalesinin bütün aslı astarı bundan ibaretti ve Wilson için bu, kendi kaderini tayin hakkını gerçekleştirme görevinin gereğiydi; Sovyet Rusya’nın emperyalistlerin ortak müdahalesini püskürtmesinin aslı astarı da bundan ibaretti ve Lenin için bu, gerçekleşmiş kendi kaderini tayin hakkını koruma görevinin gereğiydiEğer devrim, yani antiemperyalizm davası milletlerin ayrılığını gerektiriyorsa (emperyalist ülkelerde gerektiriyordu; Avusturya ve Rusya’da gerektirmişti) ve eğer bu ülkelerde sosyalist hareketler ortaya çıkmaya fırsat buldularsa, bu hareketler ayrılıktan yana olmalıydılar; yok eğer devrim davası birliği gerektiriyorsa, bu ülkelerin sosyalist hareketleri birlikten yana olmalıydılar. Finlandiya, Polonya, Baltık vb. birinci durumdaydı; ama herhalde Polonya’da Britanya hava üssü, Baltık’ta Fransız füzeleri, Finlandiya’da Amerikan nükleer silahları… olsaydı bu ülkelerin sosyalistlerinin ayrılıktan yana olması düşünülemezdi bile, çünkü, tekrar etmeli, ana halka her zaman emperyalizmdi ve bugün de öyledir.

Lenin’in daha 24 Ocak 1919’da o sırada Devrimci Askeri Sovyet başkanı olan Troçki’ye çektiği bir telgraf var. Orada Wilson’un Rusya’da iç savaşın taraflarına bir mütareke teklifi yaptığından (İstanbul’da Adalarda bir konferans planlanıyordu), “Rusya’nın bütün hükümetlerini” toplantıya çağırdığından söz eder ve şöyle der: “Korkarım ki aksi takdirde hiçbir şeyi elinde tutma umudu olmadığından Sibirya’yı ve güneyin bir bölümünü kendisi için emniyete almak istiyor.” (50/247) Ve bu nedenle henüz beyazların, yani karşıdevrimci hükümetlerin kontrolü altındaki bir dizi şehrin bir ay içinde ele geçirilmesi için talimat verir. Sibirya’nın bağımsızlığı meselesi daha iç savaştan önce, Kurucu Meclis sırasında Sibirya delegeleri tarafından gündeme getirilmiştir (ve bunlar kendilerini Rus değil Sibir olarak tanımlıyorlardı); daha Ekim Devrimi’nin hemen ardından Güneydoğu Kazak Kıtaları Birliği adı altında kendilerini Rus değil Kazak sayan bir hükümet kurulmuştur, vb. Ama bolşevikler hiç de bunların bağımsızlık talebini destekliyor değillerdi, çünkü devrimci Rusya’nın birliği sağlanmak zorundaydı, oysa şimdi milliyetçilik devrimin önünde engeldi.

Wilson için Rusya’daki karşıdevrimci hükümetlerin desteklenmesi kendi kaderini tayin hakkının sonucuydu — değil mi ki bunlar kendi kaderini tayin etmek istiyorlardı! Lenin için hangi milli argümanla yola çıkmış olursa olsun karşıdevrimin bastırılması ve Sovyet Rusya’nın birliğin sağlanması proletaryanın temel göreviydi.

Bu görüşlerde henüz şu sorunun cevabı yoktur: peki ama, sömürge ve çokuluslu bir ülkede emperyalizme karşı ortak bağımsızlık mücadelesi yerine etnik kompozisyonu oluşturan halklardan biri bağımsızlık isterse sosyalistler bu talebi desteklemeli mi? Cevabı yoktu, çünkü soru yoktu. Bu sorunun ortaya çıktığı tarihi şartlar daha sonraki bir döneme aittir, ama ana halka, emperyalizm, değişmiş değildir. Pek çok ülkede her biri kendi meşrebince pek çok milliyetçi hareket ortaya çıkabilir, ancak tanımı gereği emperyalizm yanlısı bir bağımsızlık hareketi olamazHerhangi bir hareket emperyalizmi güçlendiriyorsa siyasi olarak gericidir; bu hareketi ortaya çıkaran halkın halk olarak varlığı ve bu kapsamda kendi kaderini tayin hakkı da (her şey bir yana, BM üyesi bütün ülkeler BM şartını tanımakla bunu taahhüt etmişlerdir zaten) tabiatı gereği vardır, ama boşanma hakkı ille de boşanmayı gerektirmez. Kadına yönelik pozitif uygulamalar kadının bütün taleplerinin peşinen haklı olduğu anlamına gelmez. Böyle bir milliyetçiliğin ayrılma talebi savunulamaz. Neticede ayrılıp ayrılamayacağı ise ancak tarafların bu mücadelede ödeyecekleri bedeli ne kadar göğüsleyebileceğine bağlıdır.

Bir hakkın varlığı onun kullanılmasını gerektirmez. Millet yekpare değildir, fikirleri değişmez değildir, bir millet belli tarihi şartlarda ve belli siyasi önderlikler altında emperyalizmin mandaterliğini de isteyebilir, bir milletin fertlerinin büyük çoğunluğu, yani sadece burjuvazi değil aynı zamanda işçiler, köylüler ve küçük burjuvazi de emperyalizmin kuklası olmak isteyebilir; ama millet öyle istiyor diye bu istek meşru değildir. Siyasetteki her şey gibi kendi kaderini tayin hakkı da bir öncelikler sıralamasından başka bir şey değildir“… hangisi daha yüksek: milletlerin kendi tayin hakkı mı, sosyalizm mi? Sosyalizm daha yüksek.” (35/352) Marksistlerin görevi bu durumda milletin isteğini kutsal kabul edip boyun eğmek değil o isteği ortaya çıkaran siyasi önderliklerle mücadele etmektir.

Lenin’in “Amerikan milyarderlerinin başı, kapitalistlerinin, köpekbalıklarının hizmetkârı,” (37/59) dediği Wilson iç savaş yıllarında Sovyet Rusya’nın emperyalist güçlerce işgali hareketinin başlıca örgütleyicilerinden biridir. Küçük milletlerin millilik adına emperyalizmin manivelası haline gelmesini tartışırken Lenin şöyle demişti: “Eğer Wilson’la savaşıyorsak ve Wilson küçük bir milleti kendi silahına dönüştürüyorsa şöyle deriz: biz bu silahla savaşıyoruz.” Savaş bir defa başladıktan sonra bu küçük milletin hangi niyetle kendisini silaha dönüştürdüğü pek az önem taşır; önemli olan tek şey bize, yani Sovyet iktidarına, yani proletaryanın enternasyonalist mücadelesine, yani antiemperyalizme karşı sıkılmakta olmasıdır. “Bize birlik gerek,” diyordu aynı yerde Lenin; ve kendi kaderini tayin hakkının kabulü bu gönüllü birliğin tesis edilmesi için şarttır. (38/184)

* Parantez içindeki sayılar Bütün Eserler (Rusça baskı) cilt ve sayfa numarasına göndermedir.

Görüş

Küresel enerji ve ticarette Orta Asya’nın yükselen rolü

Yayınlanma

Orta Asya’nın stratejik rolüne odaklanan Astana Uluslararası Forumu aralarında Kazakistan Dışişleri Bakan Yardımcısı Roman Vassilenko ve Afganistan’ın Kazakistan’a atadığı Maslahatgüzar Muhammed Rehman Rahmani Harici’ye açıklamalarda bulundu.

Nikola Mikovic, gazeteci-yazar

Orta Asya’nın zengin enerji kaynakları ve stratejik olarak önemli konumu, onu büyük dünya güçleri için ilgi odağı haline getiriyor. Geleneksel olarak Rusya’nın jeopolitik etkisi altındaki bu bölgede, Çin, Avrupa Birliği ve kısmen de Amerika Birleşik Devletleri varlıklarını artırmaya çalışırken, dünyanın dört bir yanındaki küçük ve orta ölçekli ülkeler de Orta Asya devletleriyle daha yakın ilişkiler geliştirmeyi hedefliyor.

Moskova’nın Ukrayna’daki savaşla meşgul olması, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan ve Kırgızistan’da diğer aktörlerin nüfuzlarını artırmaları için bir kapı araladı. Sonuç olarak, 2024 yılında Çin’in Orta Asya ile toplam ticaret hacmi 94,8 milyar dolara ulaştı. Aynı zamanda, bölgenin en büyük ülkesi olan Kazakistan’ın ana ticaret ortağı olarak Rusya’yı geride bıraktı.

Öte yandan Avrupa Birliği, Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’nin (BRI) AB versiyonu olan Global Gateway projesi ve Orta Asya devletleriyle düzenli zirveler aracılığıyla, bu enerji zengini bölgede varlığını güvence altına almaya çalışıyor. Trump yönetiminin bu medya kuruluşuna verdiği hibeleri durdurmasının ardından Radio Free Europe’u (Orta Asya’da yaygın olarak Radio Azattyq olarak bilinir) ayakta tutmak için acil fon sağlama kararı, Brüksel’in yerel halkın gönlünü ve aklını kazanma konusunda ciddi olduğunu açıkça gösteriyor.

Bireysel AB üyeleri de bölgeyle daha güçlü ilişkiler kurma konusundaki isteklerini ortaya koyuyor. En iyi örnek, İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’nin 30 Mayıs’ta Kazak başkentinde düzenlenen Astana Uluslararası Forumu’na (AIF) katılmasıdır. Bu iki günlük etkinlikte, iklim değişikliği, enerji güvenliği ve sürdürülebilirlik gibi genişletilmiş bir gündem çerçevesinde dünyanın dört bir yanından siyasi ve iş dünyası liderleri bir araya geldi. Meloni ayrıca, Özbekistan’dan gelerek Başkan Şevket Mirziyoyev ile görüştükten sonra Astana’da düzenlenen ilk Orta Asya–İtalya zirvesine de katıldı.

Meloni, AIF’te yaptığı konuşmada, İngiliz siyasal coğrafyacı Halford Mackinder’ı alıntılayarak, Orta Asya’nın dünyanın kaderinin döndüğü “kilit noktalar”dan biri olduğunu söyledi. Mackinder, Orta Asya’yı temel parça olarak içeren Heartland Teorisi ile bilinir; bu teoriye göre Heartland’ın kontrolü, tüm Avrasya kıtasının kontrolünü sağlar. Bu nedenle, İtalya ve diğer AB üyelerinin enerji zengini bu bölgede kendilerine bir dayanak noktası oluşturmaya çalışmaları sürpriz değildir.

Ancak Avrupa Birliği ve Çin dışında, diğer aktörler de Orta Asya’da pay sahibi olmaya çalışıyor. Türkiye gibi büyük oyuncular bölgede en azından bazı jeopolitik hedeflerine ulaşmayı amaçlarken, Afganistan gibi ülkeler Orta Asya devletlerini ekonomik zorluklarını aşmada potansiyel ortaklar olarak görüyor.

Afganistan İslam Emirliği’nin Kazakistan’a atadığı Maslahatgüzar Muhammed Rehman Rahmani, Harici’ye verdiği demeçte, “Son birkaç yılda, bölgenin en büyük ekonomisi olan Kazakistan’la iyi ilişkiler kurmayı başardık ve şimdi iki ülke arasındaki ekonomik bağları güçlendirmeyi umuyoruz,” dedi.

Taliban’ın Sanayi ve Ticaret Bakan Vekili Nuruddin Azizi ise Astana Uluslararası Forumu’nun oturumlarından birinde yaptığı konuşmada, savaş yorgunu Afganistan’da yol ve demiryolu altyapısının inşası konusunda Kazakistan’ın yardımını beklediklerini ifade etti. Astana’nın, Afganistan’ı Güney Asya pazarlarına ihracat için önemli bir geçiş ülkesi olarak gördüğü sır değil; bu nedenle genellikle “İmparatorluklar Mezarlığı” olarak anılan ülkede konumunu güçlendirmeyi hedefliyor.

Kazakistan’ın 2024 yılında Taliban’ı terör örgütleri listesinden çıkarması, Astana’nın savaş sonrası Afganistan’ın yeniden inşasında potansiyel rol oynamasının önünü açtı. Taliban yönetimindeki ülkedeki varlığı, Kazakistan Dışişleri Bakan Yardımcısı Roman Vassilenko’nun “dengeli, yapıcı ve pragmatik dış politika” olarak tanımladığı çizgiyle de örtüşmektedir.

Vassilenko, Harici’ye verdiği demeçte, “Dünyada hiçbir ülkeyle gergin ilişkimiz yok ve uluslararası barışa, güvenliğe ve istikrara katkı sağlamayı amaçlıyoruz,” dedi ve Kazakistan’a yapılan doğrudan yabancı yatırımın ülkenin dış politika önceliklerini yansıttığını vurguladı.

Ancak Astana, Afganistan ile ticaret hacmini 3 milyar dolara çıkarma hedefini başarırsa, Taliban yönetimindeki ülkenin Orta Asya’daki ana ekonomik ortağı haline gelebilir. Bu yaklaşım, büyük küresel güçlerin Kazakistan’da nüfuzlarını genişletme yarışında, Astana’nın Afganistan’la ilişkilerini jeoekonomik hedeflerinin en azından bir kısmını ilerletmek için kullanabileceğini gösteriyor.

Eş zamanlı olarak, yaklaşık 20 milyon nüfusa sahip petrol zengini ülke, şu anda Kazak petrol gelirlerinin yüzde 98’ini kontrol eden yabancı enerji şirketlerine karşı kendi konumunu güçlendirmeyi de şüphesiz hedefleyecek. Orta Asya’da faaliyet gösteren büyük yabancı güçlerin, bu bölgedeki diğer devletlerle benzer düzenlemeler yapmayı hedefledikleri açık; zira bu, onların bölgenin kritik minerallerinden, petrol, gaz ve su kaynaklarından tam anlamıyla faydalanmalarını sağlayacaktır.

Ancak Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan ve Kırgızistan, Arap petrol zengini devletlerin yaptığı gibi, yabancı enerji şirketleriyle devletin gelirlerin çoğunu kontrol ettiği enerji ortaklıkları kurma gücüne sahip olacak mı? Orta Asya ülkeleri açısından, böyle bir hedef enerji politikalarının en öncelikli konularından biri olmalıdır.

Okumaya Devam Et

Görüş

ABD Dışişleri’nin Avrupa eleştirisi ne anlama geliyor?

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

ABD Dışişleri’nden dikkat çekici Avrupa eleştirisi: İnsan hakları ve ifade özgürlüğü bu sefer kimi hedef alıyor?

ABD Dışişleri Bakanlığı’nın resmi sitesinde, ABD ile ikili ilişkiler üzerinden Avrupa siyasetini hedef alan bir makale yayınlandı.

Bakanlığın Demokrasi, İnsan Hakları ve Çalışma Bürosu (DRL) Kıdemli Danışmanı Samuel Samson imzalı makale, ABD’de Donald Trump’ın yeniden Başkan seçilmesiyle başlayan dönemin, ABD’nin resmi kurumlarının Avrupa’ya bakış açısını nasıl dönüştürdüğünü gözler önüne seren tipik bir metin.

Makalesinde, ABD ile Avrupa arasındaki ilişkinin yalnızca coğrafi yakınlık ya da karşılıklı çıkarlardan ibaret olmadığını belirten Samson, bu bağın ortak kültür, inanç, aile bağları ve özellikle Batı medeniyeti mirasından beslendiği ve bu ilişkinin ‘sıkıntılı zamanlarda birbirine yardım etme geleneğiyle pekiştiği’ tezini işliyor.

‘Amerika Avrupa’ya minnettar’

Samson, ‘Batı’ya özgü geleneklerle güçlendiğini’ söylediği Transatlantik ittifakının kökenini Atina ve Roma’ya dayandırıyor ve Amerika’nın ‘Avrupa’ya minnettar olduğunu’ söylüyor:

“Bağımsızlık Bildirgesi’nde yer alan ‘İnsanların, Yaratıcıları tarafından kendilerine verilen devredilemez haklara sahip olduğu’ yönündeki devrimci ifade, Aristoteles, Thomas Aquinas ve diğer Avrupalı düşünürlerin fikirlerini yansıtır. Bu düşünceler, insanların doğal haklarının herhangi bir hükümetin keyfi kararlarına tabi tutulamayacağına dayanır. Amerika bu entelektüel ve kültürel miras açısından Avrupa’ya minnettardır.”

Samson görüş ayrılığı yaşansa dahi bu ‘bağın’ Amerika ile Avrupa arasında diyalog imkanı tanıdığı görüşünde. Ancak bu bağ Samson’a -yani Trump ABD’sine- göre zedelenmiş durumda. Makalede bu endişeye dair ABD Başkan Yardımcısı JD Vance’in 14 Şubat 2025’te Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı tartışma yaratan konuşmasının hatırlatılması ise dikkat çekici.

Anlaşılan Trump yönetiminin kalemşörleri, Vance’in Münih konuşmasını, aynı Rusya lideri Vladimir Putin’in 43. Münih Güvenlik Konferansı’ndaki konuşması (10 Şubat 2007) gibi bir ‘dönüm noktası’ olarak görüyor.

Putin’in tek kutuplu dünya düzenine, NATO’nun genişlemesine ve Batı’nın müdahaleci politikalarına sert eleştiriler yönelttiği, bir dönüm noktası olarak kabul edilen tarihi konuşması ve Vance’in “asıl tehlike içimizde” temalı tepki çeken konuşması…

Samson da, makalesinde Vance’in konuşmasındaki şu cümleyi doğrudan aktarıyor:

“Asıl endişem iç tehditler. Avrupa’nın en temel, ABD ile paylaşılan değerlerden geri adım atması.”

Samson ayrıca, Francis Fukuyama’nın ‘tarihin sonu’ tezine atıfla, Avrupa’nın iki büyük dünya savaşının ardından ‘bir daha felaketler yaşamamak için’ uluslarüstü yapılarla kurduğu yeni düzenin ‘bir enkaza dönüştüğü’ görüşünde:

“Bugün ise bu vaat enkaz haline gelmiş durumda. Yerini, Batı medeniyetine karşı yürütülen saldırgan bir kampanya almış bulunuyor. Avrupa genelinde hükümetler, siyasi kurumları kendi vatandaşlarına ve ortak mirasımıza karşı birer silaha dönüştürdü. Demokratik ilkeleri güçlendirmek yerine, Avrupa; dijital sansür, kitlesel göç, dini özgürlüklerin kısıtlanması ve demokratik öz-yönetimi baltalayan başka pek çok tehdidin merkezi haline geldi.”

Samson, Avrupa’nın ‘Batı medeniyetinden’ uzaklaşmasına örnek olarak ise, İngiltere’de kürtaj karşıtlarının ve göç krizine dair ‘eleştirel çevrimiçi yorumları’ nedeniyle 12 binden fazla İngiliz vatandaşının tutuklanmasını’, Almanya için Alternatif (AfD) partisinin, Alman istihbaratı tarafından “aşırılıkçı” ilan edilmesini, Polonya ve Romanya’da siyasi partilerin (sağ partiler kastediliyor) engellenmesini gösteriyor. Avrupa’da bir ‘baskı ortamı’ tarifi yapan Samson, bunun kıtadaki seçim süreçlerini de olumsuz etkilediği görüşünde.

‘Orwellvari bir denetim aracı’

Avrupa Birliği’nin Dijital Hizmetler Yasası’nın, çocukları zararlı içeriklerden koruma iddiasıyla sunulsa da aslında muhalif sesleri susturmak için kullanılan Orwellvari bir denetim aracına dönüştüğünü dile getiren Samson, bağımsız düzenleyici kurumların X de (eski adıyla Twitter) dahil olmak üzere sosyal medya şirketlerini denetlediğini ve devasa para cezalarıyla tehdit ettiğini söyledi.

Samson’un tarif ettiği bütün sorunlara çözümü ise, ‘ortak küresel mirasın yeniden canlandırılması’:

“Umudumuz, Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nin Batı mirasına yeniden bağlılık göstermesi ve Avrupa hükümetlerinin bu mirası savunanlara karşı devleti bir silah gibi kullanmaktan vazgeçmesidir. Kapsam ve taktikler konusunda her zaman aynı fikirde olmayabiliriz; fakat Avrupa hükümetlerinin siyasi ve dini ifadeyi korumaya, sınır güvenliğini sağlamaya ve adil seçimleri garanti altına almaya yönelik somut adımlar atması, memnuniyetle karşılanacak gelişmeler olacaktır.

İlişkimiz çok önemli, tarihimiz çok kıymetli ve uluslararası riskler çok büyük. Bu ortaklığın bozulmasına izin veremeyiz. Bu nedenle, Atlantik’in her iki yakasında da, ortak kültürümüzün değerlerini korumalı ve Batı medeniyetinin erdemin, özgürlüğün ve insan gelişiminin kaynağı olarak nesiller boyu sürmesini sağlamalıyız.”

Samson’un tezleri ne anlama geliyor?

ABD’nin Avrupa’da ‘medeni ittifaklara’ ihtiyaç duyduğu fikri etrafında şekillenen yazı, ABD ile Avrupa arasındaki ilişkinin ‘yalnızca coğrafi yakınlık ve karşılıklı çıkar ilişkileriyle açıklanamayacağı, ilişkilerin ‘ortak kültür, inanç, aile bağları ve paylaşılan Batı medeniyeti mirasıyla’ şekillendiği fikrini işliyor.

ABD-Avrupa ilişkilerindeki bu tarihsellik vurgusu, sadece stratejik işbirliğini değil, ‘binlerce yıllık bir hukuki ve kültürel akrabalık’ tezine dayandırılıyor.

Samson’un bu anlatısının güncel siyasetteki yansıması ise, Avrupa’da yükselen sağ, veya sağın popüler deyişlerinden biriyle, ‘hor görülen muhafazakarlık’… Samson, Avrupa’daki ‘sağ’ ve ‘Hristiyan-muhafazakar’ kesimleri, ‘medeniyetin temel savunucuları’ olarak tarif ediyor ve ‘Hristiyan ulusların’ haksız biçimde otoriter ve insan hakları ihlalcisi olarak damgalandığından yakınıyor.

Yani Samson’a göre Hristiyanlık, bugün Avrupa’da sahip çıkılması gereken bir aidiyet biçimi.

Ayrıca, Avrupa’da yükselen sağ akımlar da, Samson’a göre Batı medeniyetini koruma misyonunu üstlenen ve Hristiyan kimliğe sahip siyasi akımlar.

Düşman ise, kabaca liberal merkez veya merkez soldan merkez sağa kadar uzanan bütün partiler. Bu partiler, Samson’a göre Avrupa’yı ‘medeniyetsizleştiren, değerlerinden uzaklaştıran ve yozlaştıran’ partiler.

ABD’de Trump iktidarı ve ‘muhafazakarlık’ ana başlığıyla öne çıkardığı değerler, Demokrat Parti ABD’sinin kavram setinden rahatsızlık duyan kesimler ve hatta hükümetler tarafından memnuniyetle karşılandı/karşılanıyor.

Öyle ki, USAID’in tasfiye edilmesi kimi ‘Amerikan karşıtı’ kesimler tarafından çok büyük bir coşkuyla karşılanmıştı.

Trump yönetiminin özellikle LGBTİ karşıtı, Hristiyan inanç temelli ve gelenekselci söylemleri ise Rusya başta olmak üzere Avrupa’da ABD karşıtlığıyla bilinen ülkelerde geniş sempati topladı.

Peki, gerçekte olan neydi?

Bir emperyalist süper güç olarak ABD, Demokrat Parti (Joe Biden) döneminde ABD’nin uyguladığı ve ihraç ettiği ideoloji, cinsel/etnik kimlik politikalarıyla şekillenen, sosyal adalet, eşitlik gibi kavramların öne çıkarıldığı ve en genel terimle ‘woke’ ideolojiydi.

‘Trumpizmin’ sıkça ‘radikal sol/Marksist’ diye kodladığı ideoloji, sermaye düzeniyle çelişmeyen, neoliberal piyasa mekanizmalarıyla son derece uyumlu, kimlik temelli ayrışmaları derinleştirerek sınıf mücadelesini gölgeleyen bir işleve sahip.

‘Rota yeniden oluşturuluyor…’

Trump yönetimi ise, iktidara geldikten sonra mevcut düzeni yıkmak yerine, onu daha muhafazakar ve milliyetçi bir çerçevede yeniden inşa etmek için kolları sıvadı. Yani, temelinde yine ABD’nin jeopolitik çıkarlarını hedefleyen, odak değiştikçe farklı kavramların öne çıktığı bir rota değişikliğiyle karşı karşıyayız.

ABD siyasetinde yaşanan bu dönüşümün en yakıcı etkileri ise doğal olarak Avrupa’da hissediliyor. Samson’un klasik Trumpist bir bakış açısıyla kaleme aldığı bu makale, işte tam olarak Trumpizmle Demokratların pişirdiği Avrupa siyaseti arasında yaşanan gerilimin bir dışavurumu.

Samson’un tarifi ise Avrupa’da taraftar bulmaya çok müsait. Zira Avrupa’da halkların güvenlik, istikrar, refah gibi sol talepleri, solun uzun yıllardır sistemli bir şekilde bastırıldığı bu politik iklimde sağ alternatifleri güçlendirdi ve özellikle Batı karşıtı ülkelerde yeni bir tür sağcı-milliyetçi hegemonya inşa edilmesine hizmet etti. Bu durumun en dikkat çekici örneği olarak, birkaç ay öncesine kadar ABD karşıtı sloganlarla meydanları dolduran Romanya sağının, Trump’la birlikte bu sefer ABD bayraklarıyla sokakları doldurması gösterilebilir.

ABD emperyalizmi, böylelikle Avrupa’daki ‘AB şüphecisi’, ‘Batı karşıtı’ güçleri -Rusya gibi ‘düşman’ bir ülkede bile- kendi ideolojik çerçevesine hapsedebilen bir yöntem geliştirdi. Fransa, Almanya, Hollanda, İtalya, İspanya, Avusturya, Belçika, İsveç, Finlandiya, Slovakya, Sırbistan, Romanya gibi sağın yükselişte veya iktidarda olduğu ve siyasi hayatında çeşitli düzeylerde ‘Batı karşıtı’ siyasetler bulunan bütün Avrupa ülkeleri, bugünlerde Trump’ın dünyayı ‘eşcinsellikten kurtarmasını’ alkışlıyor.

Samson, makalesinin sonunda “Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa ile güçlü bir ortaklık kurmaya ve ortak dış politika hedefleri doğrultusunda birlikte çalışmaya kararlı” diyor ve “Bu ortaklığın bozulmasına izin veremeyiz” ifadesiyle bir anlamda aba altından sopa gösteriyor.

ABD’nin ‘sorunların çözülmesi için birlikte çalışma’ vurgusunu, her zaman rejim değişikliği operasyonları takip eder. Avrupa’da Trump ABD’siyle uyumlu siyasetler ise şimdiden ciddi başarılar kazanmış durumda.

İnsan hakları, sivil özgürlükler, ifade özgürlüğü gibi kavramlar özellikle 2022’den bu yana Demokratlar ve Avrupalı elitler tarafından Rusya’ya karşı kullanıldı. Aynı kavramlar belli ki bu sefer Trump yönetiminin resmi anlatısı olarak yeni muhafazakarlık ve yükselen sağ akımların mağduriyetlerini anlatacak.

Okumaya Devam Et

Görüş

Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 2

Avatar photo

Yayınlanma

Hindistan-Pakistan çatışmasının sonuçlarını ele alan yazı dizisinin ikinci bölümü:

Hindistan Savunma Bakanı Rajnath Singh şöyle diyordu:

“Terörle mücadele artık ulusal savunma doktrininin bir parçası. Sindoor Operasyonu, terörizme karşı çizdiğimiz kırmızı çizgidir. Pakistan yalnızca bizim tarafımızdan bir denetim sürecindedir. Sizi izliyoruz. Sindoor Operasyonu henüz bitmedi. Bu yalnızca bir fragman. Gerekirse, tam resmi göstereceğiz.”

Alt-konvansiyonel saldırılara karşı konvansiyonel misilleme güvencesi

Bu, stratejinin en önemli unsuru. Sindoor Operasyonu, Hindistan hükümetinin böyle bir yanıtın sonuçlarına bakmaksızın terörizme yanıt vermeye kararlı olduğu fikrinin altını çizdi. Hindistan uzun zamandır bu niyetini dile getirse de bu resmi bir politika haline gelmedi ve bu politika ikna edici bir şekilde uygulanmadı. Yüksek yoğunluklu, açık ve kamuya açık bir askeri operasyon olan Sindoor Operasyonu ile Hint politikacılar, ‘terör saldırıları askeri yanıtla karşılanacak’ stratejisini bir politika meselesi olarak vurgulamaya çalıştılar. Bu strateji, eylemlerin duyurulmadan ve ancak daha sonra kabul edildiği 2016’nın aksine, Pakistan’a karşı konvansiyonel bir askeri yanıtın kamuoyuna açıklanmasını ve ardından bu taahhütlerin yerine getirilmesini içerir. Hindistan, niyetlerini Pakistan’a ve uluslararası topluma açıkça iletmeyi gerektiren yeni yaklaşım ile Pakistan’ı belirli kırmızı çizgileri geçmekten caydırabilecek iyi duyurulmuş bir tetikleyici strateji oluşturmayı amaçlıyor. Hindistan yalnızca cezalandırıcı eylemde bulunmak istemiyor, aynı zamanda bunu açıkça ve görünür şekilde yapıyormuş gibi görünmek istiyor. Buradaki amaç, caydırıcılığı artırmak için düşman için kamuoyuna açık kırmızı çizgiler belirlemektir. Bu strateji, terör saldırısının ardından her tırmanışta müdahalenin maliyetlerini, risklerini, kapsamını ve yoğunluğunu kademeli olarak artırmayı amaçlıyor.

2001 Parlamento saldırısından bu yana, Hindistan’ın terörizme verdiği yanıtın yoğunluğunda kademeli bir artış oldu ve 2025 Pahalgam saldırılarıyla doruğa ulaştı. Hindistan’ın terörizme verdiği en yoğun yanıt, benzeri görülmemiş derecede kinetik ve kinetik olmayan yanıtları birleştiren bu ay (mayısta) görüldü. Hindistan mantığına göre altta yatan fikir, Pakistan’ın terörizmi Hindistan’a baskı yapmak ve Keşmir’i uluslararasılaştırmak için maliyeti etkin bir strateji olarak kullanması durumunda, Hindistan’ın yanıtının Pakistan’ın stratejisini maliyetli ve sürdürülemez hale getirmeyi amaçlaması gerektiğidir. Pakistan’ın geleneksel olarak yanıt vermemesini beklemek gerçekçi değil, ancak Hindistan’ın terör saldırılarına karşı garantili geleneksel misilleme mesajı Pakistan’a ulaştırılmış olacak. Pakistan’ın Hindistan’ın geleneksel yanıtına karşı geleneksel tepkisine odaklanırsanız, asıl noktayı kaçırırsınız; asıl nokta, Pakistan’ın bu ileri geri her yinelemede ödemek zorunda olduğu artan maliyetlerdir. Bu strateji, alt-konvansiyonel (terörizm) ve konvansiyonel (askeri) saldırganlık arasında temel bir ayrım olduğunu kabul etmeyi reddeder. Hindistan’ın amacı, terör saldırılarına yanıt vermek için cezalandırıcı eylemlerde bulunabileceği alt-konvansiyonel alanın üstünde ve nükleer alanın altında belirgin bir alan oluşturmak. Şimdiye kadar bunu başardı. Pakistan’ın bu alanda yapmış olabileceği iyi işe odaklanırsanız, asıl noktayı kaçırırsınız – asıl nokta, Hindistan’ın gerekirse gelecekteki operasyonlar için bu net ve belirgin alanı yaratmayı başarmış olmasıdır.

Hindistan, terörle mücadelede ciddi siyasi niyet gösterdiği, terör altyapısını zayıflatma kapasitesine sahip olduğunu gösterdiği, tepkisinde birleşik ve olgun kaldığı ve bu çatışma dönemini sonlandırmaya karar verdiğinde dahi kalkınma hedeflerinin büyük resmini aklında tuttuğu için memnuniyet duyabilir. Ancak caydırma görevinin tam olarak yerine getirilmediğini de kabul etmeli.

Birbirlerinin hava sahasını ve topraklarını birbirlerinin saldırı ve yıkımından koruma konusundaki temel görevini yerine getirememiş olmaları, tamamen bir kenara atılacak ve bahsetmeyi unutacakları bir konu. Yani eğer iki taraf da hala zafer iddiasında bulunursa, bu yalnızca bir yanılgıdır.

Bu krizden yola çıkarak ulaşılabilecek 4 temel çıkarım var:

1- Hindistan yeni bir şablon oluşturdu. Terör saldırılarına karşı koymak için ciddi siyasi irade ve askeri kapasite sergiledi. 2016’daki hızlı sınır ötesi cerrahi saldırılardan ve 2019’daki bir hava saldırısından sonra Hindistan, Pakistan’daki daha geniş bir hedef grubuna karşı daha geniş bir coğrafyada saldırılar düzenlemeye geçti. Bu etkileyici bir lojistik ve askeri başarı olabilir, ancak askeri yeteneklerinin eksikliği, diplomatik zayıflıkları, iç güvenlik hazırlığının yetersizliği yok sayılamaz.

2- Pakistan daha zayıf olsa da kolay kolay yenilmeyeceğini gösterdi. Ordunun hakimiyeti, bütçe üzerindeki kontrolü, büyük güçler için tarihsel faydası ve dolayısıyla silah sistemleri alma yeteneği onlara bir dizi araç sağlıyor. Bu hem uzun süreli çatışma veya tırmanış için toplumsal destek toplama hem de daha fazla askeri seçeneğe sahip olma düzeyinde işliyor. Güçteki asimetri açıkça görülse de kolay lokma olmadığını ve direnmek için askeri ve diplomatik kapasitelere sahip olduğunu gösterdi. İnsansız hava araçları savaşın yeni bir bölümünü açtı. Pakistan, Hindistan’ın hava savunmasını zorlama yeteneğini gösterdi. Hindistan, Pakistan’ın blöfüne meydan okuyarak, nükleer eşiğin altında mümkün olanın sınırlarını üç kez başarıyla zorlamış olsa da, nükleer şantaj seçeneği devam ediyor.

3- Çin, Pakistan’ın kendini savunma yeteneğinin merkezindeydi. Hindistan’ı zayıflatmak amacıyla Pakistan’ı kullanmak için hiçbir fırsatı kaçırmayacağını gösterdi. Çin’in Birleşmiş Milletler’de diplomatik destek, operasyonlar için maddi destek ve muhtemelen Rawalpindi’ye istihbarat desteği sağladı. Son zamanlarda Hindistan-Çin ilişkilerinde bahar rüzgarları esiyorsa da bu kriz Hindistan’a onun Çin ile gerginliğinin derin olduğunu ve güçlü bir Pakistan boyutuna sahip olduğunu hatırlatmış olmalı. Çin, Keşmir’in bazı kısımlarını kontrol ediyor. Ladakh’ın bazı kısımlarını istiyor. Sınırda aktif bir askeri varlığı ve geliştirilmiş altyapısı var. Fiili Kontrol Hattı’ndaki istikrar kırılgan. Ve bunun da ötesinde, Pakistan’ın nükleer ve konvansiyonel askeri yeteneklerinin arkasında. Çin’in Rusya ile ilişkisi, Rusya’nın artık Pakistan konusunda dahi geçmişte olduğu kadar sağlam bir Hindistan müttefiki olmayabileceği anlamına geliyor. Hindistan, iki aktif ve kırılgan cephede yaşamak zorunda kalacağı ve her an her ikisinde veya birinde meydan okumalara hazırlıklı olması gerektiği korkusuyla bir kez daha yüzleşti.

4- Amerika, tüm retoriklere ve dünyanın geri kalanında daha az şey yapma niyetinde olan dikkati dağılmış bir güç olmasına karşın savaş ve barışın gidişatını şekillendirmek için uluslararası sistemde belirleyici oyuncu olmaya devam ettiğini gösterdi. Amerika’nın hem Hindistan hem de Pakistan’a karşı hem havuç hem de sopa kullanma yeteneği muazzam. Hindistan, onun itibar kazanma eğiliminden ve “arabuluculuk” sözcüğünü kullanmasından hoşlanmamış olabilir. Trump/Amerika uzlaşmayı doğrudan kendine mal etti. Hindistan ısrarla üçüncü taraf yok dedi. Ben de bunun tam olarak böyle olmadığını düşünüyorum. Ancak ABD’nin iki taraf arasındaki görüşmeleri kolaylaştırmada muhakkak bir payı oldu ancak yalnızca “teknik” anlamda yani yatışmak için çünkü ötesini yani çözüm için politik müdahaleyi Hindistan kabul etmez. Aynı zamanda Pakistan’a baskı yapan veya teşvik eden diğer aktörler, özellikle İngiltere, Suudi Arabistan, BAE ve İran da ve ayrıca Türkiye de önemli rol oynadı.

Tarihte ilk kez, iki nükleer güç birbirlerine drone ve hava saldırılarının yanı sıra seyir ve balistik füzelerle saldırdı. Eğer amaç Pahalgam’ın intikamını almaksa, Hindistan başarılıydı. Eğer Sindoor Harekatı’nın amacı gelecekteki terörist saldırılara karşı caydırıcılıksa, bunu sağlamak imkansızdır. Caydırıcılık en iyi zamanlarda bile zordur, çünkü düşmanın maliyet-fayda hesaplamalarına dayanır. Güçteki asimetrilere karşın kararlı bir rakip yine de güç kullanmayı seçebilir. Pakistan bağlamında ele alırsak, Pakistan’ın revizyonist hedefleri, ideolojik zihniyeti, yüksek risk toleransı ve ordusunun baskın rolü onu caydırmayı özellikle zorlaştırıyor. Bu durum, konvansiyonel, vekalet veya nükleer olsun, birden fazla saldırı aracına sahip olduğunda özellikle geçerlidir. Pakistan normal bir devlet veya tam olarak sivil bir devlet değildir; güç kullanmanın sonuçlarını başkalarının algıladığı şekilde algılamaz. Hindistan’ın cezalandırıcı saldırılarının yarattığı beklenti yükü gelecekte daha fazla baskı ve izleyici maliyeti yaratacaktır. Hindistan’daki milliyetçiler ve sertlik yanlıları, ateşkesi Pakistan’a karşı kesin bir zaferin eşiğinde Hindistan’ın taktik avantajının teslimi olarak ilan ettiler. Hindistan Ulusal Kongresi gibi merkez sol siyasi partiler dahi, Indira Gandhi’nin 1971’de yaptığı gibi Amerikalılara karşı çıkmadığı için başbakanla alay ettiler.

Zaferin çenesinden yenilgiyi kapmak, bir Hindistan klasiği:

1948: Hindistan, Jammu ve Keşmir sorunlarını BM’ye götürür ve ardından Hindistan Ordusu zafere doğru yürürken ateşkesi kabul eder.

1954: Hindistan, herhangi bir karşılıklılık olmaksızın Tibet’teki sınır dışı haklarından vazgeçer ve “Çin’in Tibet Bölgesi”ni tanır.

1960: Hindistan, Indus Havzası sularının beşte dördünden fazlasını aşağı akıştaki düşmanı Pakistan için iyi niyetli bir şekilde saklı tutan bir anlaşma imzalar.

1966: Hindistan, 1965 savaşını başlatan Pakistan’a son derece stratejik Hacı Pir’i geri verir.

1972: Hindistan, Shimla’da, karşılığında Pakistan’dan hiçbir şey güvence altına almadan müzakere masasında savaş kazanımlarını verir.

2021: Çin’in 2020’de Ladakh’ın kilit sınır bölgelerine gizlice yaptığı tecavüzlerden sonra Hindistan, müzakerelerdeki tek pazarlık kozunu kaybederek stratejik Kailash Tepeleri’ni boşaltır ve ardından bazı Ladakh bölgelerinde Çin tarafından tasarlanan “tampon bölgeler” konusunda anlaşır.

Ve 2025: Hindistan, kendince bir algı ve mantık çerçevesinde, terörist vekiller aracılığıyla Pakistan’ın kırk yıldır süren “bin kesik savaşı”na son vermek için “Sindoor Harekatı”nı başlatır, ancak üç gün sonra herhangi bir net hedefe ulaşamadan durdurur.

Hindistan’ın bu kafa karışıklığı da veya tüm bunların perde arkası da tarihin gizemi olarak kalacaktır…

Mutabakat Nasıl Sağlandı?

Hindistan, Pakistan Punjab’ın Sargodha bölgesindeki Mushaf Askeri Hava Üssü yakınlarında yer alan Kirana Tepeleri Sahası yani Pakistan ordusunun nükleer cephanelik depolama alanının tünel girişine, burayı havaya uçurma niyetiyle değil, yalnızca uyarı amaçlı tasarlanmış hassas bir atışla taarruz gerçekleştirdi. Belki pek çoklarının gözünden kaçmış olabilir, ancak ateşkes yolunda bu gibi hassas caydırıcı hamleler önemli. Bununla beraber, ateşkes için ABD Dışişleri Bakanı Rubio’nun çabaları söz konusu. Ve Pakistan Başbakanı Şerif’in açıkladığı üzere Suudi Arabistan ve Türkiye’nin de çabaları söz konusu. Hindistan önce ateşkesi kabul edebileceğini ABD’ye bildirdi.

Şiddet karşılıklı olarak doruk noktadaydı. Hindistan’ın Sargodha hassas taarruzu zaten önemli bir mesaj veriyordu: Ya bu noktada duracağız ya da işler çığırından çıkacak!..

Pakistan da ateşkes yapabileceğini bildirdi. Ama Hindistan diretti ve Pakistan’ın kendileriyle kontakt kurmasını istiyordu çünkü Pahalgam’ın sorumlusu Pakistan’dı. Biraz tereddüt eden bu arada da birkaç hava saldırısı daha yapan Pakistan tarafı saldırılarına Hindistan’dan saldırılarla yanıt geldiğini ve bunun sonunun olmadığını anladı ve Hindistan’ı aradı.

Hindistan tarafı şöyle diyordu:

“7. sabah, Pakistan’daki terör kamplarını vurduktan sonra, Hindistan tarafı Pakistan’ın Askeri Operasyonlar Direktörü’nü bilgilendirdi. Onlara, terör kamplarını vurduğumuzu, eğer konuşmak isterseniz, konuşmaya hazır olduğumuzu ilettik. Yanıt vermediler. 10 Mayıs’ta Pakistan aradı.”

Hindistan Askeri Operasyonlar Direktörü Korgeneral Rajiv Ghai şöyle diyordu:

“İlk hedefimiz terör kamplarını vurmaktı ve sonraki günlerdeki tüm eylemlerimiz Pakistan Hava Kuvvetleri ve Pakistan Ordusu’nun müdahalelerine ve ihlallerine yanıt olarak gerçekleşti, bu nedenle Pakistan Askeri Operasyonlar Direktörü ile görüşmeye karar verdim.”

Keşmir’in Uluslararasılaşması

Hindistan hükümetinin saldırganlığındaki ani düşüşün nedeni tarihin en büyük gizemi olacak.

Hindistan, üç hedefe de ulaşıldığını söyledi:

  1. Askeri hedef: Pakistan caydırıldı.
  2. Politik hedef: Indus Su Anlaşması sınır ötesi terörizme bağlandı.
  3. Psikolojik hedef: Üstünlük sağlandı.

Şahbaz Şerif’in zafer söylemi ve Hindistan’ın yenildiği ve ateşkes istediği yönündeki Pakistan anlatısı, Batı ve dünya medyasının bazı kesimleri tarafından yankılanan iddialar göz önüne alındığında, Pakistan’ın Hindistan’ın kendisine öğretmek istediği dersi tam olarak özümsemediği sonucuna varılabilir. Uluslararası düzeyde, Hindistan’ın istediği veya memnun olacağı şekilde Pakistan’ın teröre karışması sorunu örtbas edildi ve yük her iki ülkeye de yüklendi ve her iki ülkeye de kısıtlama getirme ve diplomatik bir çözüm bulma zorunluluğu yüklendi. ABD’nin arabuluculuk iddiası, Hindistan’ın arabuluculuğa karşı uzun süredir sürdürdüğü tutumunu zayıflattı. ABD, Hindistan ile Pakistan’ı eşit tutuyor. Bunun bazı sonuçları var. Hindistan ABD’ye güvenebilir mi? Üstelik çatışmanın ortasında IMF, Pakistan’a mali bir kurtarma paketini de onaylıyor… Dolayısıyla şu soru beliriyor: Acaba Hindistan iddia ettiği gibi 1. ve 3. hedeflerine ulaştı mı? 2. hedef, yazıda bir yerlerde zaten açıklandı.

Şahsen, bunun çok önemli olduğunu düşünmüyorum Ancak insanlar ABD’nin Hindistan-Pakistan ateşkesini “arabuluculuk” edip etmediği veya yalnızca açığı kapatıp ikisini konuşmaya teşvik edip etmediği konusunda çok fazla kafa yoracaklar… Trump, Keşmir konusunda bir “çözüm” aramak için Hindistan ve Pakistan’la birlikte çalışacağını söyledi. Bu, onun ilk döneminde, her iki tarafın da istemesi halinde Keşmir konusunda arabuluculuk yapma yönündeki tekliflerinden daha ileri bir adım. Trump’ın yaklaşımı, Hindistan’ın Keşmir’i Hindistan Birliği’nin ayrılmaz bir parçası olarak sınıflandırmak için yıllardır sürdürdüğü diplomatik çabaları sekteye uğratma riski taşıyordu. Hindistan yıllardır Keşmir’in uluslararası gündemden uzak kalmasını sağlamak için çok fazla diplomatik sermaye harcadı. Mevcut sağcı hükümet, onu herhangi bir ikili görüşmeden dahi çıkardı.

Hindistan ve Pakistan’ın 1947’de İngiliz yönetiminden bağımsızlıklarını kazanmalarından bu yana süregelen Keşmir anlaşmazlığı, birçok üçüncü taraf müdahalesine ve arabuluculuk girişimine sahne oldu. Hindistan, Keşmir sorunuyla ilgili ilk Hindistan-Pakistan savaşından kısa bir süre sonra, 1948’de konuyu Birleşmiş Milletler’e iletti. BM Güvenlik Konseyi, diğer şeylerin yanı sıra, bölgenin geleceğini belirlemek için bir plebisit çağrısında bulunan kararlar aldı. Hindistan, Müslüman çoğunluklu bölgenin kendisi açısından olumsuz bir yetkisinden kaygı duyduğu için referandumu düzenlemedi. BM ayrıca, Keşmir konusunda arabuluculuk yapmak üzere Hindistan ve Pakistan için bir komisyon kurdu; bu gelişme, Hindistan ve Pakistan yönetimindeki Keşmir bölgelerini ayıran 700 km uzunluğundaki fiili sınır olan Kontrol Hattı’nın kurulmasına yol açtı. BM, sonraki yıllarda Keşmir sorununa diplomatik bir çözüm bulunması yönündeki çabalarını sürdürdü ancak sonuç alamadı.

1971 savaşının ardından Hindistan ve Pakistan, her iki ülkenin aralarındaki anlaşmazlıkları “ikili müzakereler yoluyla” çözmeyi kabul ettiği Shimla Anlaşması’nı imzaladılar. Bu, Hindistan’ın dış baskıdan kaçınmak için doğrudan görüşmeleri tercih etmesiyle uluslararası arabuluculuktan büyük bir sapmaydı. Shimla Anlaşması, anlaşmazlığın iki taraflı olması ve üçüncü taraf müdahalesi gerektirmemesi temelinde Hindistan’ın Keşmir politikasının temel taşı haline geldi.

Hindistan, Pakistan’ın 1989’dan bu yana Kontrol Hattı’ndan ‘teröristler’ gönderdiğini söylüyor. 1989, Hindistan yönetimindeki Keşmir’de ayrılıkçı hareketlerin hız kazandığı bölge için bir dönüm noktasıydı. Pakistan, Keşmirli isyancıları maddi olarak desteklediği iddialarını reddederken Keşmirlilerin kendi kaderini tayin hakkına manevi desteğini kabul ediyor.

Pakistan, Keşmir sorunu konusunda her zaman uluslararası arabuluculuk isteyen taraftı. Hindistan’ın tavrı, 2019 yılında Hindistan yönetimindeki Keşmir’in siyasi özerkliğini ortadan kaldıran anayasa değişikliğini yapmasıyla sertleşti. Bu adım, Hindistan yönetimindeki Keşmir’i ülkenin Birlik toprağının resmen bir parçası haline getirerek, üçüncü tarafların arabuluculuk yapma olasılığını daha da azalttı.

Son çatışma Hindistan için ters tepti; Hindistan, Pakistan’a karşı caydırıcılık kurmak istiyordu. Bu başarısız oldu. Pakistan’a karşı uluslararası destek istiyordu. Bu da başarısız oldu. Ve en azından kısa vadede, Keşmir yeniden uluslararası radarda.

Trump’ın yaklaşımı Hindistan için dört önemli açıdan hayal kırıklığı yaratıyor:

Hindistan bakış açısından,

Birincisi, kurban ile fail arasında bir eşdeğerlik ima ediyor ve ABD’nin Pakistan’ın sınır ötesi terörizmle bağlantılarına karşı geçmişteki sarsılmaz duruşunu göz ardı ediyor. İkincisi, Pakistan’a kesinlikle hak etmediği bir müzakere çerçevesi sunuyor. Üçüncüsü, teröristlerin açık bir amacı olan Keşmir anlaşmazlığını “uluslararasılaştırıyor”. Dördüncüsü, küresel hayal gücünde Hindistan ve Pakistan’ı “yeniden aynı bağlamda veya eş değerde tutuyor”. Onlarca yıldır, dünya liderleri Hindistan ziyaretlerini Pakistan ziyaretleriyle birleştirmemeye teşvik ediliyordu ve 2000’de Başkan Clinton’dan başlayarak hiçbir ABD Başkanı bunu yapmadı. Bu büyük bir geri adım.

Yani ABD, Hindistan’ı ateşkese arabuluculuk ettiği yönündeki kamuoyu iddialarıyla utandırarak büyüyen Hindistan-ABD bağlarının atmosferini bulandırdı. Hindistan için daha kötüsü, Hindistan ve Pakistan’ı aynı kefeye koydu. Pakistan’ın yalnızca Hindistan ile ilgili olmayan, ABD’ye yönelik olan terörizm sorununu ele alması için hiçbir talepte bulunmadı. ABD, Pahalgam’daki korkunç saldırıya karşı Hindistan’daki ulusal tepkiyi yeterince dikkate almadı. BM tarafından bu kadar çok Pakistanlı örgüt ve bireyin uluslararası terörist ilan edilmesinden dem vuran Hindistan, Amerika’nın askeri boyuta odaklanarak ve kök nedenine odaklanmayarak bu kritik anda Pakistan’a terörizm konusunda neden göz yumulduğunu anlamaya çalışıyor olmalı. Keşmir fiilen uluslararasılaşmış durumda.

Uluslararası sonuçlar açısından görünen tablo şu: Hindistan, ABD’nin iknasıyla Sindoor Operasyonu’nu yalnızca üç dört günlük askeri operasyondan sonra iptal etmeyi kabul ederek, uluslararası ilgiyi iddia ettiği şekliyle Pakistan’ın krizi tetikleyen sınır ötesi terörizmine değil, Keşmir anlaşmazlığına çekti. Trump’ı ele alalım: Sınır ötesi terörün temel sorununa değinmeden, Pakistan’ın hoşnut olacağı şekilde, bir Keşmir “çözümü” için arabuluculuk yapmak istedi. Uluslararası medya kuruluşları da merkezi sorun olarak sınır ötesi terörizmi değil, Keşmir’i vurguladı. Dahası, kesin olmayan veya tamamlanmamış gibi gözüken Sindoor Operasyonu, Hindistan-Pakistan denkliğini yeniden canlandırdı.

Saldırı Pakistan’ın meraklı olduğu ve Hindistan’ın üzüntüsüne yol açan Keşmir sorununa uluslararası ilgi çekmiş olsa da Hindistan, Pakistan’ın artık Keşmir yerine İndus Su Antlaşması’na odaklanmak zorunda kalmasıyla Keşmir’i müzakere masasından ustalıkla kaldırmış olabilir. Anlaşmayı askıya alma gibi tekil bir eylemle Hindistan, Hindistan-Pakistan ilişkilerinde merkezi konu olarak Keşmir’i suyla değiştirmiş olabilir ve böylece ikili angajmanlarının şartlarını değiştirmiş olabilir. Ki Hindistan 1971 Bangladeş kurtuluş savaşından sonra imzalanan 1972 Shimla anlaşmasında benzer bir şey yaptı. Savaş sona erdikten sonra, (1965 savaşından sonrasının aksine) savaş öncesi toprak statüsünü kabul etmeyi reddetti ve böylece Keşmir’deki sınırın adını ateşkes hattından kontrol hattına değiştirdi. Bunu yaparken Hindistan, Keşmir’de üçüncü taraf arabuluculuğunu kabul etmeyi reddetti ve o zamandan beri Jammu ve Keşmir’deki BM gözlemcilerinin varlığını görmezden geldi, çünkü Hindistan argümanına göre BM gözlemcilerinin görevi, artık var olmayan Keşmir’deki ateşkes hattını izlemekti…

Ancak şu çok açıktı: Hindistan’ın yalnız kaldığı gerçeği; savaşta/çatışmada, diplomaside, anlatılar oluşturmada. Hiçbir büyük güç Hindistan’ın yanında açıkça durmadı. Ne Rusya. Ne Amerika. Quad üyesi yoktu, örneğin.

Dizinin üçüncü bölümünde kimin kazandığını tartışacağız.

Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 1

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English