Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Lula, neden Maduro’ya destek vermiyor?

Yayınlanma

Editörün notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Americas Quarterly‘de yayınlandı. Merkezi New York olan bu derginin, Latin Amerika’da Küba Devrimi’nin etkisine karşı koymak için John F. Kennedy’nin isteğiyle David Rockefeller tarafından kurulan Business Group for Latin America’nın devamcısı Council of the Americas tarafından çıkarıldığını not edelim. Dolayısıyla bu dergi, “açık toplum” ve “serbest ticaret”i Güney Amerika ülkelerine “sevdirmek” için var. Bu notu düştükten sonra şunu vurgulamak gerekiyor: Brezilya lideri Lula’nın, Venezuelalı mevkidaşı Nicolas Maduro’nun seçim zaferini hâlâ tanımamış olması ve yeni seçim çağrısı yapması, yazar için yetmemektedir. ABD’de bir grup, belli ki Lula’nın tutumunun Maduro’ya zaman kazandırdığını düşünüyor. Aynı kesimin, Başkan Joe Biden’ın Lula’ya benzer bir çağrı yapmasını da eleştirdiğini hatırlatmak istiyoruz. Görünen o ki, Lula’nın Biden yönetimi ile uyumlu davranması bile kimilerine yetmiyor.


Brezilya’nın Venezuela seçimleri karşısındaki tutumunu nasıl anlamalı?

Oliver Stuenkel
Americas Quarterly
8 Ağustos 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Brezilya Devlet Başkanı Luiz Inácio Lula da Silva yönetimi, Venezuela’daki hileli olduğu anlaşılan 28 Temmuz seçimlerinin ardından, Meksika ve Kolombiya’ya katılarak Maduro yönetimi ile muhalefet arasında bir diyalog zemini kurulması için harekete geçti.

Bu durum Brezilya’nın dış politika stratejisine ilişkin bilindik tartışmaları yeniden alevlendirdi. Brezilya bu noktada, Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline verdiği tepkiye benzer şekilde, “tarafsız bir strateji” benimsemeye çalıştı; bu da tarafsız kalmanın mazur görülemeyeceğini düşünenleri kızdırdı. Yakın zamanda otuz kadar eski Latin Amerika devlet başkanı Lula’yı Venezuela’da demokrasiyi savunmak için çok daha sert bir duruş sergilemeye çağırdı. Batı ile Çin arasında artan gerilim, Rusya ile Ukrayna arasındaki savaş ya da Venezuela’nın tam bir diktatörlüğe dönüşmesi söz konusu olduğunda Brezilya –tıpkı Hindistan ve Endonezya ya da Küresel Güney’deki diğer büyük güçler gibi– tüm kapıları açık tutmak için genellikle muğlak bir duruş sergilemeyi yeğliyor. Bu tutumu, destekçileri tarafından “pragmatizm” olarak tanımlansa da, eleştirmenler açısından ikiyüzlülük ya da ahlaki açıdan sorgulanabilirlik olarak görülüyor.

Lula’nın Maduro’nun zafer iddiasını kabul edip etmemeye karar vermeden önce Venezuela’nın seçimden sorumlu yetkililerini oy sayım cetvellerini yayınlamaya ikna etmeye çalışmasına karşı çıkanlar bunu Venezuela başkanının ekmeğine yağ sürmek olarak algılıyor. Ne de olsa, düzgün işleyen denge-denetleme mekanizmaları veya bağımsız bir seçim siteminin ve iyi işleyen bir adalet sisteminin olmadığı bir ülkede “sonuçların tarafsız bir şekilde doğrulanması” çağrısında bulunmak, sanki tarafsız bir doğrulama mümkünmüş gibi, otokratik bir hükümete meşruiyet cilası kazandırmaktan başka bir anlama gelmiyor. Lula’nın geçmişinde Rusya hakkında da benzer açıklamaları var. Örneğin bu yılın başlarında Putin muhalifi Aleksey Navalnıy’ın işkenceye varan cezaevi koşullarında hayatını kaybettiği olaya ilişkin bağımsız bir soruşturma başlatılması çağrısında bulunmuştu.

Başka bir yandan, Brezilya, Kolombiya ve Meksika’nın girişimleri Maduro’ya ciddi şekilde zaman kazandırıyor, zira uluslararası toplumun başka bir kriz çıktığı anda dikkatini başka yere çevireceğini umuyor/biliyor. Nitekim bu Maduro’nun yıllardır başarıyla sürdürdüğü bir strateji. Lula’nın Venezuela seçimlerini “standart ve usule uygun” bir süreç olarak tanımlaması ve Brezilya İşçi Partisi’nin önemli bir kısmının Venezuela diktatörüne verdiği coşkulu destek, Lula’yı eleştirenlerin pozisyonunu doğrulamış oldu. Nitekim onlara göre Brezilya, Maduro’nun “Ortega tarzı” yönetime geçişini kınamakta isteksiz davranarak onun Batı’da daha geniş bir diplomatik tecritten kurtulmasına –istemeden de olsa– neden oldu ve nihayetinde Maduro’nun “kullanışlı aptalı”na dönüştü. Lula’nın diplomatik danışmanı Celso Amorim’in muhalefetin yaptığı oy sayımlarına “güvenmediği” yönündeki yorumunun bu tür eleştirileri daha da derinleştirmesi muhtemel.

Lula’nın savunucuları ne diyor?

Lula’nın stratejisini savunanlar ise Maduro’yu kınamak için aceleye gerek olmadığını ve Brezilya Devlet Başkanı’nın böylesi bir tutumla yalnızca ihtiyatlı davrandığını söylüyorlar. Brezilya hükümetinin argümanı, Caracas ile tüm diplomatik bağların kesilmesinin Venezuela’nın tecridini derinleştireceği ve bunun da onu Rusya, İran ve Çin gibi ülkelere daha da yakınlaştıracağı yönünde. Bu hakikaten dikkat kesilmeye değer bir argüman. Brezilyalı diplomatlar, Batı’nın ve Latin Amerika ülkelerinin birkaç yıl önce Venezuela’nın eski muhalefet lideri Juan Guiadó’yu tanıma stratejisinin trajik şekilde başarısızlıkla sonuçlanması ve Maduro’nun iktidarı elinde tutmada beklenenden daha sağlam çıkmasıyla birlikte hükümetlerin, Venezuela rejimiyle yeniden bağ kurmaya zorlandığını –haklı olarak– vurguluyorlar. Son olarak hem ABD hem de Avrupa hükümetlerinin öncelikler listesinde daha üst sıralarda yer alan başka jeopolitik zorluklarla karşı karşıya olduğu bir dönemde, Brezilya’nın Venezuela’daki krizle başa çıkmak gibi pek de takdire şayan görülmeyen bir göreve öncülük etmesi birçok Batılı ülke tarafından memnuniyetle karşılandı.

Ancak nihayetinde en olası senaryo, dış aktörlerin Maduro ile muhalefet arasında arabuluculuk girişimlerinin hiçbir somut etki yaratmayacağıdır. Uluslararası toplumun Maduro’ya baskı girişimleri başarısız olurken, onu diyaloğa dahil etmek de somut bir netice vermedi. Ve bu sefer de durumun farklı olacağını gösteren çok az işaret var.

Brezilya’nın Güney Amerika topraklarında kapladığı alanın büyüklüğüne rağmen –kıtanın GSYİH’sinin, nüfusunun ve topraklarının yaklaşık yarısını temsil ediyor– Caracas’taki olayları şekillendirme kapasitesi oldukça sınırlı. Diğer bir deyişle Brezilya’nın hem sol hem de sağ hükümetleri Venezuela’nın son yirmi yılda otokrasiye ve ekonomik çöküşe doğru uzun ve tamamen öngörülebilir inişi karşısında bir hayli etkisiz kaldı.

Venezuela’yı Mercosur’a [Güney Ortak Pazarı] davet ederek dizginleme girişimleri, tıpkı Bolsonaro’nun Caracas’ı dışlamak için Trump’ın arkasına takılma kararı gibi başarısız oldu. Bu arada bu önerinin ilk olarak –pek de Chavez sempatizanı sayılamayacak-–Brezilya’nın eski devlet başkanı Fernando Henrique Cardoso tarafından yapıldığını hatırlatmakta fayda var. Brezilya her ne kadar Paraguay ve Bolivya gibi ülkelerde önemli bir diplomatik nüfuza sahip olsa da –her iki ülkede de 1996 ve 1999’da demokrasinin korunmasına dönük başarılı adımlar atmıştı– Çin, Rusya, ABD ve Küba’nın çok daha fazla söz sahibi olduğu Venezuela’da seyirci konumundan öteye gidemiyor.

Elbette bu durum Maduro’nun iktidarda kalmasının garanti olduğu anlamına gelmiyor. Bangladeş’teki son gelişmelerin gösterdiği gibi, otokratlar bir an zapt edilemez gibi görünürken bir sonraki an kitlesel protestolar karşısında kontrollerini apansız kaybedebilirler. Fakat Venezuela merceğe alındığında, Maduro için sadece üç senaryo hakiki bir tehdit oluşturuyor/oluşturacak gibi görünüyor: Birincisi, Moskova ve Pekin’in Maduro’dan olası bir uzaklaşma yaşaması. İkincisi, geniş çaplı protestoların etkisiyle silahlı kuvvetlerin başkanı görevi bırakmaya zorlaması. Üçüncüsü ise güvenlik teşkilatının dokunulmazlık karşılığında taraf değiştirmeye ikna edilmesi.

DÜNYA BASINI

Netanyahu’nun asıl hedefi

Yayınlanma

İsrail’in Gazze savaşına yeniden başlaması, Netanyahu’nun asıl amacını ortaya çıkarıyor: Sonsuz savaş yoluyla siyasi hayatta kalma

Amos Harel / Haaretz

İsrail’in Gazze operasyonuna yeniden başlaması, rehine görüşmelerindeki çıkmazı aşma ve Hamas’ı yenilgiye uğratma çabası olarak sunuluyor. Ancak Netanyahu’nun asıl amacı, acil siyasi hedeflere ulaşmak: Ben-Gvir’i hükümete geri getirmek, bütçeyi geçirmek ve koalisyonunu sağlamlaştırmak.

Bunu başka türlü açıklamak mümkün değil: İsrail, iki ay önce imzaladığı ateşkes anlaşmasının tüm şartlarını yerine getirmek istemediği için, ABD onayıyla, kasıtlı olarak ateşkesi ihlal etti.

Hamas, bir terör örgütü ve savaş, 7 Ekim’de İsrail’in güneyine düzenlediği sürpriz saldırıyla tamamen onun inisiyatifi ve sorumluluğunda başladı. Ancak son rehinelerin serbest bırakılma süreçlerinde Hamas’ın rehinelere ve ailelerine yönelik psikolojik istismarı, örgütün anlaşmayı büyük ölçüde ihlal ettiği şeklinde yorumlanamaz.

İsrail hükümeti, son haftalarda orduyu Gazze Şeridi’nden özellikle Gazze-Mısır sınırındaki Philadelphia Koridoru’ndan çekmeyerek anlaşmayı ihlal etti.

Hamas, Amerikalılar rehinelerin serbest bırakılması konusunda yeni bir müzakere süreci yürütüyor diye İsrail’in bu ihlaline göz yummadı. Bu da müzakerelerin tıkanmasına yol açtı. Buna karşılık İsrail, salı sabahı erken saatlerde yeniden saldırıya geçti.

Hamas’ın açıklamalarına göre, Gazze’de düzenlenen bir dizi hava saldırısında 320’den fazla Filistinli öldürüldü; bunlar arasında Hamas’ın üst düzey yetkilileri ve örgütün hükümet birimlerinde çalışan isimler de vardı.

Son iki ayda serbest bırakılan bazı rehinelerin ifadelerinden açıkça ortaya çıkan bir gerçek var: Hamas, rehineleri sürekli olarak farklı yerlere taşıdı.

İsrail güvenlik birimlerinin, rehinelerin nerede olduğu konusunda gerçek zamanlı ve kesin istihbarata sahip olmadığı anlaşılıyor. Bu da hava saldırıları ve kara operasyonları sırasında rehinelerin zarar görmeyeceğinden emin olmayı imkânsız hale getiriyor.

İsrail’in Gazze saldırısından bir gün önce, ABD ve Birleşik Krallık, Yemen’deki Husilere karşı yeni ve büyük çaplı bir saldırı başlattı.

ABD Başkanı Donald Trump, Husilere şimdiye kadar görülmemiş bir sertlikle saldırı düzenleyeceği tehdidinde bulundu. Ancak özellikle dikkat çeken, İran’a yönelik doğrudan tehdidiydi. Trump, Husiler tarafından Amerikalılara yönelik herhangi bir saldırıyı, Tahran’daki rejimin gerçekleştirdiği bir eylem olarak değerlendireceğini söyledi.

Bu tehdit, ABD’nin İran’ı nükleer programını durdurmaya yönelik müzakerelere geri döndürme çabasının bir parçası olsa da aynı zamanda iki ülke arasındaki askeri gerilimi artırıyor.

Gazze’deki ateşkesten bu yana Husiler, İsrail’e roket ve insansız hava aracı saldırılarını durdurmuştu. Ancak şimdi, Hamas’la dayanışma adına İsrail’in merkezi bölgelerini yeniden vurma girişimlerinde bulunmaları muhtemel görünüyor.

Netanyahu’nun dikkat dağıtma hamlesi

Bu arada Netanyahu, İsrail iç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in başkanı Ronen Bar’ı görevden alma çabalarına devam ediyor. Netanyahu, pazar akşamı Bar ile kısa bir görevden alma konuşması yaptığında, her ikisi de İsrail’in Hamas’a karşı savaşı yeniden başlatma kararının an meselesi olduğunu biliyordu. Bar, Netanyahu’nun pazartesi akşamı Gazze’ye hava saldırıları öncesinde düzenlediği dar kapsamlı istişarelere de katıldı.

Bu ancak Netanyahu’nun yönetiminde yaşanabilecek bir durum: Eğer Şin-Bet başkanına güvenmiyorsa, neden onu en gizli toplantılara dâhil etmeye devam ediyor?

Netanyahu’nun üç danışmanı hakkında Katar’dan fon aldıkları iddiasıyla süren soruşturma göz önünde bulundurulduğunda, Bar hakkında herhangi bir adım atmaktan kaçınması gerekirdi. Özellikle de Şin-Bet’in 7 Ekim’deki güvenlik zaaflarına ilişkin iç soruşturmasının, Netanyahu’ya yönelik ağır suçlamalar içerdiği düşünüldüğünde…

Raporda, Şin-Bet’in Netanyahu’yu, Katar’dan gelen paraların bir kısmının doğrudan terör faaliyetlerinde kullanıldığı konusunda uyardığı belirtiliyor. Şu noktada, hükümetin Bar’ı görevden alma sürecini savaş devam ederken bile hızlandırmaya çalışması tamamen ihtimal dışı değil.

İsrail’in Gazze’de başlattığı operasyon, müzakerelerdeki çıkmazı aşmak için gerekli bir adım olarak ve aynı zamanda Netanyahu’nun Hamas’ı yok etme sözünü yerine getirdiği iddiasıyla meşrulaştırılacaktır. Ancak bu iki hedefin zaman çizelgeleri örtüşmüyor: Hamas yok edilmeden önce rehineler ölebilir tabi eğer Hamas yenilgiye uğratılabilirse…

Ancak her şeyden önce bu operasyon, Başbakan’ın kamuoyuna açıkça dile getirmeyeceği bir dizi acil siyasi hedefe hizmet ediyor: Itamar Ben-Gvir ve aşırı sağcı Otzma Yehudit partisini hükümete geri getirmek, bütçeyi geçirmek ve koalisyonu sağlamlaştırmak.

Bu kez, Netanyahu’nun siyasi hayatta kalması gerçekten Gazze’deki baskıyı sürdürmesine bağlı ve aynı zamanda Bar’ın görevden alınması planına karşı düzenlenen protestolara medyanın ilgisini azaltma girişimine de…

Netanyahu’nun asıl hedefi giderek netleşiyor: Otoriter bir rejime doğru kademeli bir kayış ve bu rejimin devamını çok cepheli bir savaşı sürekli kılarak sağlama çabası.

Netanyahu, Bar’ı görevden alma girişimiyle ilgili yayımladığı videoda bile “yedi cephede savaş”tan bahsetti. Peki ya rehineler? Netanyahu’nun perspektifinden bakıldığında, iktidarı elinde tutmasına katkıda bulunduklarını bilerek tünellerde ölebilirler.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Şin-Bet Direktörü, “Qatargate” skandalı yüzünden mi kovuldu?

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağız makale, İsrail’in en çok okunan sol eğilimli gazetelerinden Haaretz’de yayınlandı. Makale Netanyahu’nun Şin-Bet Direktörü Ronen Bar’ı neden görevden almak istediğine dair yetkililerden gelen açıklamaların dışında başka bir kritik noktaya dikkat çekiyor.

***

Netanyahu’nun Şin-Bet direktörünü çirkin ve sarsıcı şekilde görevden almasının perde arkası

Netanyahu, İsrail’in kırılgan demokrasisinin az sayıdaki kalan bekçilerinden birini Trump tarzı bir yaklaşımla sadakati her şeyin üstüne koyarak saf dışı bırakmaya çalışıyor. Ancak, şu anda bu kararı almasının başka bir sebebi daha var.

Yossi Melman

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun, iç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in Direktörü Ronen Bar’ı görevden alma kararı eşi benzeri görülmemiş bir gelişme. İsrail’in 77 yıllık tarihinde, ülkenin iç istihbarat teşkilatının hiçbir başkanı daha önce görevden alınmadı.

Bugüne kadar yalnızca iki Şin-Bet direktörü, güvenlik krizleri nedeniyle başbakan ile yaşadıkları gerginlikler sonucu istifa etti: İlki 1963 yılında, İsser Harel’in Başbakan David Ben-Gurion’a istifasını sunmasıyla, ikincisi ise 1986 yılında, Avraham Shalom’un Başbakan Şimon Peres döneminde istifasıyla gerçekleşti.

Netanyahu, pazar akşamı yaptığı açıklamada Bar’ı görevden alma kararını güvenini kaybettiği için aldığını söyledi. Bu karar bekleniyordu; Netanyahu bunu aylar önce yapmak istiyordu, ancak yine de haber muhalefette ve politikalarına karşı çıkan halk arasında büyük bir şok ve öfke ile karşılandı.

Netanyahu, Bar’a karşı her zamanki yöntemlerini kullanarak harekete geçti: sızıntılar, çirkin imalar ve ona bağlı medya organları aracılığıyla karalama kampanyaları. Netanyahu ve ekibi, üç buçuk yıldır görevde olan Bar’ı, “zayıf bir yetkili” olmakla suçladı ve İsrail’in Hamas ile müzakere ekibinin bir parçası olmasına rağmen “gerçek anlamda müzakere yapmayı bilmemekle” itham etti. Son olarak, Bar’ın Netanyahu’ya “şantaj yaparak tam kapsamlı bir tehdit ve baskı kampanyası yürüttüğü” yönünde asılsız bir iddia ortaya atıldı.

Ancak, Başbakan’ın ani kararının ardında daha derin bir sebep yatıyor gibi. Bu sebep, Netanyahu’nun üzerindeki ağır baskıyı ve bunun karar alma sürecini nasıl etkilediğini gözler önüne seriyor.

Birkaç hafta önce Bar, İsrail polisi ile birlikte Netanyahu’nun iki sözcüsü ve eski bir stratejik danışmanı hakkında soruşturma başlatma kararı aldı. Bu isimlerin, Hamas gibi “terör örgütlerini” destekleyen Katar ile savaş sırasında dahi şüpheli mali işlemler gerçekleştirdiği iddia ediliyordu. “Qatargate” adı verilen bu skandalın, vatana ihanet sınırına varan suçlamalarla sonuçlanabilecek bir potansiyeli var.

Netanyahu’nun, iç istihbarat teşkilatının kendisine yakın isimleri soruşturduğu bir dönemde Bar’ı görevden almaya kalkması, açıkça bir çıkar çatışması yaratıyor. Bu durum, görevden almanın asıl amacının soruşturmayı engellemek olabileceği yönünde şüpheleri artırıyor.

Şin-Bet, Mossad ve Askeri İstihbarat ile birlikte İsrail’in üç istihbarat teşkilatından biri ve öncelikli görevi terörle mücadele etmek, casusluk ve ihanet eylemlerini ortaya çıkarmak. Ancak Şin-Bet’in Batı demokrasileri içinde benzersiz bir misyonu daha var: Yasalar gereği, ülkenin demokratik kurumlarını korumaktan da sorumlu.

Netanyahu ve hükümetinin şimdi “yargı darbesi” adı verilen rejim değişikliği planlarını yeniden devreye soktuğu bir dönemde İsrail demokrasisini korumakla da sorumlu olan Şin-Bet başkanının görevden alınması otoriter bir yönetimin ya da denge ve denetleme mekanizmalarından yoksun zayıflamış bir demokrasinin önünü açabilir.

Netanyahu görevden alma işlemini gerçekleştirme konusunda parlamento, kamuoyu ve yasal engellerle karşı karşıya. Ancak Bar’ın yakın zamanda görevden ayrılması halinde asıl kritik soru, onun yerine kimin atanacağı.

Eğer Netanyahu itidalli davranır ve Bar’ın iki yardımcısından birini seçerse ki Şin-Bet yetkililerinin tam isimleri kamuya açıklanamadığı için sadece “M” olarak bilinen yardımcısı önde gelen adaylardan biri, bu durumda Netanyahu bu atamayı en az zararla atlatabilir.

Şin-Bet’te istihbarat subayı olarak başlayan kariyerinde, Şin-Bet’in başkan yardımcılığına terfi etmeden önce Kudüs ve Batı Şeria bölümünün başına kadar yükselmiş, Arapça bilen deneyimli bir operasyon görevlisi. Profesyonelliğiyle tanınıyor ve Netanyahu’ya değil, devlete ve yasaya sadık biri olarak görülüyor.

Ancak, Netanyahu dışarıdan, kendisine sadakatiyle bilinen eski bir Şin-Bet yetkilisini atarsa, bu, Netanyahu’nun İsrail’in kırılgan demokrasisinin bir bekçisini daha ortadan kaldırmayı başardığını ve aynı şekilde kişisel sadakati her şeyin üstünde tutan ABD Başkanı Donald Trump’ın izinden gittiğini gösterecektir.

7 Ekim’de Hamas’ın düzenlediği saldırıdan bu yana, Netanyahu Savunma Bakanı’nı görevden aldı, İsrail Genelkurmay Başkanı, Askeri İstihbarat Şefi ve kıdemli IDF komutanları istifa etti. Ancak hâlâ sorumluluğu kabul etmeyen ve hesap vermeyi reddeden tek kişi Başbakan Netanyahu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’nin sahil bölgesinde katliam nasıl başladı?

Yayınlanma

Lyon Üniversitesinde öğretim üyesi ve Washington Institute for Near East Policy’de uzman olarak çalışan coğrafyacı Fabrice Balanche, aşağıda yayınladığımız makalesinde Suriye’de HTŞ bağlantılı grupların Lazkiye, Tartus ve Humus’ta çoğunlukla Alevi sivillere yönelik gerçekleştirdiği katliamların izini sürüyor ve HTŞ’ye karşı silahlı isyanın, Alevi kasabalarına yönelik rastgele ve ölümle sonuçlanan mezhepçi müdahalelerin hemen ardından başladığına işaret ediyor. Balanche, yaşananların sorumlusunun Ebu Muhammed el-Colani lakaplı Ahmed eş-Şara olduğunu yazıyor. Fransız uzman, 7 Mart’ta yazdığı bir başka yazıda, katliamlar doruk noktasındayken, şöyle diyordu: “[Aleviler] Geçtiğimiz üç ay boyunca aşağılanma ve kötü muameleye maruz kaldılar. Cinayetler hâlâ çözülemedi ve devlet memurları ve askerler işlerini kaybetti. Kıyı kentlerinde, Humus’ta ve Şam’da bu topluluğa yönelik hakaret ve provokasyonlar olağan hale geldi.”


Şam’daki İslamcı rejimin resmi açıklamalarını tekrarlayan France Inter de dahil olmak üzere birçok medya kuruluşuna göre şiddet olaylarından “eski rejim destekçileri” sorumludur:

Askerlerin eski Esad rejiminin destekçileri tarafından saldırıya uğramasının ardından, Esad’ın kalesi olan Alevi bölgesinde 1.300’den fazla kişinin ölümüne yol açan bir şiddet dalgası yaşandı (Les massacres en région alaouite menacent la transition syrienne | France Inter), France Inter – 10 Mart 2025 Pazartesi, saat 8.17.

Gerçekte her şey 4 Mart’ta Lazkiye’de başladı. Önceki gece Lazkiye’nin işçi sınıfından bir Alevi bölgesi olan Datur yakınlarında Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) üyeleri öldürüldü. Bunun üzerine HTŞ bölgeyi kuşattı ve sabahın erken saatlerinde ağır silahlarla saldırdı. Lazkiye’de ve bu bölgede yaşayan tanıdıklarım haberi duyar duymaz beni aradı. Alevilere yönelik şiddetin çoktan başladığını kanıtlayan görüntüler ve videolar gördüm. Tepeden tırnağa silahlı İslamcılarla dolu kamyonetler bölgeyi boydan boya kat ediyor, binalara rastgele ateş açıyor ve bölge sakinlerine domuz diyorlardı. Birkaç minibüs cesetlerle dolu olarak bölgeden ayrıldı. 5 Mart Çarşamba günü helikopterler Banyas’ın doğusundaki Alevi köyü Daliye’ye bomba yağdırdı. Burası yüz kadar türbeye ev sahipliği yapan ve saygın şeyhlerin dini eğitim verdiği ünlü bir Alevi hac yeridir; Esad rejimine askeri kadro sağlayan bir köy değil. HTŞ’nin saldırısı Alevi toplumunu hedef aldı.

6 Mart Perşembe günü HTŞ ve müttefiklerine ait pikap kortejleri sahil bölgesine akın etti ve dağı ele geçirmeye çalıştı. İşte o zaman bazıları pusuya düşürüldü. Önceki rejimin eski askerleri ve istihbarat ajanları bu tehdit karşısında pasif kalmaya hazır değildi. Mahir Esad’ın dördüncü tümenindeki üst düzey subaylardan biri olan Tuğgeneral Giyas el-Dali liderliğinde Suriye sahilinde “Askeri Konsey” kurulduğunun açıklanması, bu geniş çaplı askeri operasyon için bir bahane oldu. Çünkü bu “Alevi ayaklanması” sahil bölgesini kontrol altına almaktan acizdir.

Sonuç olarak, dağlarda sivillerin öldürülmesi arttı, aynı zamanda Alevi mahallesi El-Kussur’un gerçek bir katliama sahne olduğu Banyas kasabasında da. Yüzlerce kişi öldürüldü. Bugün, 10 Mart’ta, geçici başkanın yatıştırıcı güvencelerine rağmen, önceki günlerde olduğu gibi aynı yöntem kullanılarak Kadmus çevresinde şiddet devam ediyor. 200 araçlık bir kortej belirli bir bölgeye doğru ilerliyor ve 20 ila 30 araçlık gruplara ayrılarak bir köyü işgal ediyor. Bütün aileler katlediliyor ve önlerine çıkan herkes öldürülüyor. Evler elbette tamamen soyuluyor. Bu gerçekten de HTŞ ve müttefikleri tarafından gerçekleştirilen bir dizi baskındı. Yeni rejimin güvenlik güçleri doğrudan sorumlu tutulmamak için doğrudan müdahil olmaktan kaçınıyor. Diğer cihatçı ve İslamcı grupların harekete geçmesine izin veriyorlar.

Eş-Şara ve HTŞ’nin suçluluğunu küçümsemeyi bırakmanın zamanı geldi. Bu operasyon dikkatlice Şam’dan planlanmıştır. Geçtiğimiz üç ay boyunca Aleviler faili meçhul cinayetlerin hedefi oldular ve ülkenin tüm kötülüklerinden sorumlu tutuldular. Suriye’de Sünni bir İslam Cumhuriyeti kurulmuştur; bu da halk için Esad rejimi kadar korkunç olacaktır. Fransa ve Avrupa, eski bir El Kaide yöneticisi olan Ebu Muhammed el-Colani olarak da bilinen eş-Şara’yı mutlak güç arayışında desteklememelidir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English