SÖYLEŞİ
Michael Roberts: Yeni bir iktisadi çöküş an meselesi
Yayınlanma

Gelişmiş kapitalist ülkelerde yeni bir iktisadi çöküşün kaçınılmaz olup olmadığına dair tartışmaya her görüşten iktisatçı katılıyor. Neoliberalizmin uzatmalı çöküşü, COVID pandemisi ve pandemi rejimi ile ortaya çıkan iktisadi çöküş, tedarik zincirlerindeki bozulma, ‘küreselleşme’nin bir tür ‘bölgeselleşme’ ye evrilmesi gibi temalar merkez bankalarını neoliberal amentünün “enflasyonla mücadele” ve “parasal sıkılaştırma” kaidelerinden henüz vazgeçirmiş değil.
ABD’de faiz artırımının resesyona yol açmadan halledilebileceğine ilişkin umut ise gittikçe azalıyor. Yazdığı kitap ve makalelerde, neoliberalizmin krizi olarak görülen şeyin aslında kapitalist üretimin krizi olduğunu savunan iktisatçı Michael Roberts ile dünya ekonomisinin geleceğini konuştuk. Dünyanın finans merkez kabul edilen City of London’da uzun yıllar çalışan ve kendi deyişiyle “küresel kapitalizmin entrikalarını ejderhanın ininde gözlemleyen” Roberts, hem teorik olarak hem de ampirik gözlemlerle, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki durgunluğun nedenini marksist kâr oranlarının düşme eğilimi yasası ile açıklıyor.
Ona göre krizin ve durgunluğun sebebi Keynesçi toplam talep eksikliği veya neoklasik aşırı kredi genişlemesi değil, kapitalist verimliliğin düşmesi ve kârlılıktaki azalmadır. Kârların düşme eğilimi, yatırım iştahını da azaltmaktadır ve yatırımın genişlemediği kapitalist ekonomilerde istihdam azalmakta ve tüketim kısılmaktadır. Roberts’a göre bu, kapitalist üretimin ‘normal’ döngüsüdür. Bu çöküşten çıkış, kapitalist ‘yaratıcı yıkım’ aracılığıyla bazı sermayelerin değersizleşmesidir. Buna savaş da sebep olabilir, başka şeyler de. Roberts’ın küresel kapitalizmden beklediği yeni iktisadi çıkışın, 1873’ten yüzyılın sonuna kadar süren bunalım döneminden çıkışa benzediğini düşünmek mümkün. Metindeki köşeli parantezler bana aittir.
Long Depression: How It Happened, Why It Happened, and What Happens Next [Uzun Bunalım: Nasıl Oldu, Neden Oldu ve Bundan Sonra Ne Olur?] kitabınızda bunalım ile resesyon arasında bir ayrım yapıyorsunuz: “Her bunalım, inovasyon dizilerindeki döngü olgunlaştığında ve ‘doygun’ hale geldiğinde başladı; dünya üretimi ve emtia fiyatları aşağı yönlü bir sürece girdiğinde, yani enflasyon yavaşladığında ve deflasyona dönüştüğünde; inşaat ve altyapı yatırım döngüsü aniden düştüğünde; ve her şeyden önce, kârlılık döngüsü düşüş aşamasındayken.” Ayrıca içindeki yaşadığımız dönemi ‘Uzun Bunalım’ olarak tarif ediyorsunuz. Sizce şu anda, uzun vadeli bir bunalım içinde yaklaşmakta olan bir resesyonda mı yaşıyoruz?
Uzun Bunalım kitabım, kapitalizmin, uyumlu bir şekilde ilerlemeyen, hepimizin yaşam standartlarını kademeli olarak iyileştirmeyen, kâr amaçlı bir üretim sistemi olduğunu savunuyor. Tam tersine, kapitalizm iktisadi patlama [boom] ve çöküşlere [slump], büyüyen eşitsizliklerin ve sömürünün eşlik ettiği şekilde ilerler. Üretimde, istihdamda ve gelirlerdeki ani artışlar, milyonların işini kaybettiği, şirketlerin iflas ettiği ve gelirlerin düştüğü şiddetli çelişkilerle sekteye uğrar. Bu, kapitalist üretimin ‘normal’ karakteridir.
Gelgelelim bazen, gelişen yaşam standartları ile üretim araçlarının sahiplerinin eline geçen kârlar arasındaki çelişki o kadar büyür ki, kapitalist ekonomiler bir bunalım içinde kalırlar. Bunalım; üretim, yatırım, istihdam ve kârlılıktaki büyümenin, çöküşten [slump] sonra herhangi bir toparlanmada önceki seviyelere dönmemesidir.
Bu, 19. yüzyılın sonlarında Avrupa ve Amerika’nın büyük ekonomilerinde yaklaşık 20 yıl boyunca yaşandı; daha sonra 1930’ların Büyük Bunalım’ında ve şimdi öne süreceğim gibi 2008-9’dan bu yana. 2010’lu yıllar, bu türden uzun bir bunalımdı. Ekonomiler, çoğu sektörde ve çoğu ülkede düşük yatırım artışı, zayıf üretkenlik artışı ve her şeyden önce ortalama olarak düşük kârlılık anlamında baskı altında kalmaya devam ediyor.
Sizin hesaplamalarınıza göre, gelişmiş kapitalist ülkelerde kâr oranı hala 2007 seviyesinin altında. Ekonomik kriz için neoklasik ya da Keynesçi açıklamaları (aşırı kredi, devlet müdahalesi, efektif talep eksikliği vb.) hep reddediyor, onu düşük kâr oranları ve düşük yatırım iştahı ile açıklıyorsunuz. Sizce savaş veya COVID-19 tarzı bir salgın gibi bazı ‘dış’ faktörler yoluyla sermayenin keskin bir şekilde değer kaybetmesi [devalorizasyon] mümkün müdür?
Normalde kapitalist büyüme ve durgunluk döngüsünde, kârlılık çok fazla düştüğünde, toplam kârlar küçülür ve daha zayıf sermayeler iflas ederek yatırım ve istihdamda bir dizi daralmaya neden olur. Fakat bu, daha güçlü sermayelerin hayatta kalması ve iş gücünün azalmasıyla üretim maliyetleri düşerken ve yeni teknolojilerin uygulanabilmesi için, çökmüş olanlardan pazar payı elde etmesi anlamına gelir. Böylece kârlılık artar ve yeni bir ekonomik canlanma [boom] başlar. Bu süreci, yeniden başlamak için önceki sermaye değerlerinin ‘yaratıcı yıkımı’ olarak adlandırabilirsiniz. Gelgelelim, bu Uzun Bunalım’da, özellikle hükümetlerin para ve maliye politikaları zayıf sermayeleri ve finans sektörünü ucuz para ve sübvansiyonlarla kasten desteklediğinden, karlılığı yeniden canlandırmak çok daha zor oldu. Dolayısıyla şimdiye kadar ‘yaratıcı yıkım’ gerçekleşmedi. Artan hükümet harcamalarına ve parasalcı ‘ucuz para’ çözümlerine dayalı Keynesyen politika çözümlerinin ekonomileri önceki büyüme oranlarına döndürmede işe yaramamasının nedeni budur.
Evet, bunu değiştiren bir dış faktör olabilir. 1930’ların Büyük Bunalım’ı, ancak hükümetlerin seferberlik için ekonomiyi devralmak ve yönetmek için devreye girdiği bir dünya savaşıyla sona erdi. Önümüzdeki on yıl içinde küresel çapta büyük bir savaş ve silahlanma yarışı yine böyle bir faktör olabilir, ama milyonlarca hayatın ve hatta gezegenin yok edilmesi pahasına. Kapitalizmin aralıksız yeniden canlanması yoluyla bu türden yeni bir kapitalizm dalgasının, ancak bir dizi şiddetli çöküşün sermaye değerlerini yeniden canlanmaya yetecek kadar ‘yok etmesinden’ sonra mümkün olacağını düşünüyorum. 19. yüzyılın sonlarındaki 1873-95 bunalımında olan budur. Muhtelif iktisadi durgunluğun [slump] ardından bir iktisadi canlanma dönemi ortaya çıktı ama nihayetinde 1914’te bir dünya savaşına yol açtı.
‘ÇİN’İ ZAYIFLATMA ÇABASI, 21. YÜZYILIN JEOPOLİTİK MÜCADELESİDİR’
Bir süredir gelişmiş ülkelerde resesyonun kaçınılmaz olduğunu yazıyorsunuz. Aynı zamanda enflasyonun, özellikle de enerji fiyatlarının, zirveyi gördüğü ve şimdi bir yumuşamanın yolda olduğu anlaşılıyor. Son GSYİH ve enflasyon verileri sizin beklentilerinizi destekliyor mu?
Evet, üretim, yatırım ve karla ilgili tüm göstergeler, 100 yılı aşkın bir süredir küresel olarak en derin ve en geniş etkiye sahip olan 2020’deki COVID pandemisi çöküşünden [slump] sadece üç yıl sonra, 2023’te yeni bir çöküşe işaret ediyor. Yeni bir çöküş kaçınılmaz olarak mal ve hizmet fiyatlarının enflasyon oranını azaltacaktır çünkü işçiler işlerini kaybedecek ve şirketler kapanacak ve böylece yatırım ve tüketim talebi düşecektir. Gelgelelim, pandemi başlamadan önce bile aşikar olan küresel arzın devam eden zayıflığı var. Bu, enflasyon oranlarının 2020 öncesi gördüğümüz çok düşük seviyelere geri dönmeyeceği anlamına geliyor. Doğrusunu söylemek gerekirse, 2023 ve 2024, üretimde azalma ama hâlâ yükselen fiyatlarla birlikte, ‘stagflasyon’ olarak adlandırılabilecek yıllar olacak. Ve Uzun Bunalım devam edecek.
Yukarıdaki soruyla bağlantılı olarak, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki sözde yeşil dönüşüm, ulus ötesi sermaye için yeni özelleştirme ve mülksüzleştirme ile birlikte tüm sistem için bir çıkış olabilir mi?
Yeşil teknolojiye ve yenilenebilir enerjiye yatırım, ekonomideki genel kâr ve yatırım düşüşünü telafi etmek için yeterli olmayacaktır. Gerçekte, fosil yakıt üretiminden karbonsuz üretime geçerek gezegeni kurtarmaya yönelik kapitalist yatırım ne yazık ki yetersiz. ‘Yeşil kapitalizm’ bir kaçış yolu değil. Gezegenin yeşil dönüşümü, finans ve kilit endüstrilerin kamu mülkiyetini ve çevreye yatırım için küresel bir planı gerektirir.
Rusya-Ukrayna Savaşı ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin yükselişinden sonra, kapitalizmin gelecekteki yapılanmasında Dünya Bankası ve IMF gibi yeni düzenleyici kurumlar görüyor musunuz?
Dünya Bankası ve IMF, diğer uluslararası mali kuruluşlarla birlikte, ABD ve onun diğer emperyalist müttefiklerinin küresel çapta ticareti, yatırımı ve kârları kontrol etmeye yönelik mevcut uluslararası egemenlik düzeninin devamını sağlamak üzere tasarlandı. 1944’teki Bretton Woods toplantısından beri durum böyleydi.
Fakat ABD hegemonyası ve dolar şu anda Çin gibi yükselen ekonomik güçlerin ve ayrıca Batılı emperyalist ittifakın ilan edilen çıkarlarıyla uyuşmayan Rusya, Suudi Arabistan, Hindistan veya Türkiye gibi daha zayıf güçlerin tehdidi altında. Bu, birtakım jeopolitik blokların ortaya çıkışı anlamına gelir. Tehlikeli bir gelişme. ABD hegemonyası zayıflarken, Amerikan egemen sınıfı, Rusya gibi direnen ülkeleri dizginleme ve kontrol altına alma ve her şeyden önce Batı emperyalizminin ana düşmanı olan Çin’i zayıflatma ve yok etme çabalarını yoğunlaştırıyor. Bu, 21. yüzyılın büyük jeopolitik mücadelesidir.
‘YENİ BİR KAPİTALİST GENİŞLEME İÇİN YIKIM GEREKİYOR’
2007-8 krizinden bu yana neoliberalizmin uzatmalı sonu, ‘finansın ölümü’ veya ‘reel sektör’ün yeniden canlanması olarak damgalandı. ABD hükümetinin yeni Enflasyonu Düşürme Yasası, Kuzey Amerika’da üretilen yeni elektrikli araçları sübvanse ediyor. Sizce kapitalizm, fiktif sermayenin halının altına süpürüldüğü yeni bir endüstriyel büyüme ile yeni bir döneme giriyor mu?
Kısaca, hayır. ABD hükümetinin fiskal önlemleri, hem ABD’de hem de başka yerlerde ekonomik büyümeyi sürdürme görevine göre gerçekten oldukça küçük. Küresel olarak elektrikli otomobillerin ana üreticisi aslında Çin’dir. Ve elektrikli otomobiller, şirketlerin ve bankaların ‘fiktif sermaye’, yani tahviller, hisse senetleri ve diğer finansal varlıklar üzerinde spekülasyon yapmaktan vazgeçmelerine yetecek kadar kârlı olan verimli yatırımlar sağlamak için mükemmel bir çözüm değil. 1950-73 veya 1982-97’deki gibi yeni bir kapitalist genişleme çağı, öncelikle eski üretken olmayan sermayenin önemli bir ‘yaratıcı yıkımı’, böylece bu yeni teknolojilere yatırım yapmak için kârlılığı yeterince artırması olmadan gerçekleşmeyecek.
Kapitalist üretimin dışsal bir uyarıcıya ihtiyacı olmadığını mı düşünüyorsunuz? Örneğin Hintli iktisatçılar Prabhat ve Utsa Patnaik, son kitapları Sermaye ve Emperyalizm: Teori, Tarih ve Günümüz’de kapitalist üretimin çalışmak için sömürge dünyası gibi bir dış dünyaya ihtiyaç duyduğunu öne sürüyorlar. Siz aynı zamanda Erenst Mandel’in, Kondratiev dalgalarının aşağı yönlü aşamasının içsel, yukları yönlü aşamasının dışsal olduğuna ilişkin iddiasını reddediyorsunuz. Tekelci kapitalizm, emperyalizm ve faşizm gibi adlandırmaları nasıl açıklayabilirsiniz? Kapitalist üretimin miras aldığı sorunları ‘iktisadi’ yollarla çözemediği ve ‘iktisadi olmayan’ yollara başvurduğu bir aşama olabilir mi?
Kapitalist krizlerin büyük ekonomilerdeki talep eksikliğinin bir sonucu olduğu ve kapitalizmin yalnızca kolonyal Küresel Güney’in, yani dışarıdan modern kapitalist ekonomilerin tüketimine ve iş gücüne dayanarak birikime devam ettiği görüşüne katılmıyorum. Düzenli ve yinelenen krizler, verimlilik ve kârlılık arasındaki iç çelişkilerin sonucudur. Emperyalizm, Küresel Güney ekonomilerinden büyük kârlar elde ediyor, ama gelişmiş kapitalist ekonomilerde krizler hâlâ sürüyor.
Evet, bazen dışsal faktörler kapitalizmdeki düşüş evresini yukarıya çevirebilir (Büyük Bunalım’ın sonundaki 2. Dünya Savaşı’nda olduğu gibi). Fakat 19. yüzyılın sonlarında olduğu gibi, bir dizi çöküşten sonra daha yüksek kârlılık sürdürülürse, düşüş aşaması aynı zamanda yükseliş aşamasına da dönüşebilir.
İlginizi Çekebilir
-
Thomas Piketty’nin İdeolojisi
-
Khaled al-Yamani bildiriyor: Gazze Şeridi’ndeki savaşın gidişatına ilişkin özet hususlar
-
Ucuz silahlar, yeni savaşlar
-
COP28 Dubai’de başlıyor: Hangi tartışmalar gündemde?
-
WSJ: Avrupa’da Ukrayna’nın savaş alanındaki pozisyonunun kış aylarında zayıflayacağına dair korkular var
-
Alman çelik şirketi Salzgitter: Yavaş yavaş büyüyen bir sanayisizleşme riskiyle karşı karşıyayız
SÖYLEŞİ
‘NATO’nun Karadeniz’deki varlığı Türkiye olmadan mümkün değil’
Yayınlanma
18 saat önce04/12/2023
Yazar
Esra Karahindiba
Alman Uluslararası ve Güvenlik İşleri Enstitüsü araştırmacısı Dr. Daria Isachenko Harici’ye konuştu. Kiev ve Moskova’nın Türkiye’nin Tahıl Girişimindeki “öncü rolünü” kabul ettiklerini söyleyen Isachenko, “başka seçenekleri yok çünkü Türkiye ile ilişkileri çok değerli” dedi.
Dr. Daria Isachenko, Türkiye-Rusya İlişkileri, Türkiye ve Avrasya’da bölgesel işbirliği ve ittifaklar, bölgesel ve devletlerarası çatışmalar, Kafkasya ve Karadeniz’deki bölgesel politikalar üzerine yoğunlaşan çalışmalar yürütüyor.
Gazeteci Esra Karahindiba’nın sorularını yanıtlayan Isachenko, Karadeniz’de NATO için Türkiye’nin “önemini”, Ankara’nın Rusya-Ukrayna savaşındaki denge politikasını ve Kafkaslardaki çatışma ihtimalini değerlendirdi.
Türk Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Ercüment Tatlıoğlu, geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada, NATO ve ABD’yi Karadeniz’de istemediklerini açıklayarak Montrö Sözleşmesi’ne bağlılıklarını bir kez daha teyit etti. Ukrayna savaşı devam ederken Ankara’nın bu dikkat çekici açıklamasını nasıl yorumluyorsunuz? Karadeniz’de Türkiye’siz bir NATO mümkün mü?
Bu açıklama Ankara’nın Karadeniz’deki bölgesel mülkiyet anlayışıyla ilgilidir. Bu düşüncenin arkasında Türkiye’nin Karadeniz bölgesinin güvenlik ve istikrarına yönelik sorumluluk duygusu vardır. Karadeniz Donanma İşbirliği Görev Grubu (BlackSeaFor) ve Karadeniz Uyumu (Black Sea Harmony) gibi denizcilik misyonları gibi bölgesel mülkiyete giren bir dizi resmi girişim halihazırda mevcut. Şubat 2022’de Ukrayna’da savaşın başlamasından bu yana birçok kişi bölgesel mülkiyetin hala geçerli olup olmadığını sorguladı ancak bence bu kavrama daha geniş bir şekilde bakmamız gerekiyor. Sonuçta Montrö Sözleşmesi’nin kendisi de bu yaklaşımın bir parçası olarak görülebilir, çünkü bölgedeki kıyıdaş devletlere öncelik veriyor, dolayısıyla NATO’nun Karadeniz’deki varlığı Türkiye olmadan mümkün değil.
‘Rusya ve Ukrayna için Türkiye ile ortaklığın faydaları maliyetlerin üzerindedir’
Ankara, Rusya-Ukrayna savaşında taraf tutmaktan kaçınırken, bir yandan Rusya’ya yönelik Batı yaptırımlarına katılmadı, ancak öte yandan Ukrayna’ya Siha’lar gibi silah desteği sağladı. İki ülkeyle de ilişkilerini sürdüren Türkiye, arabuluculuk çalışmaları da yürüttü. Ankara’nı denge diplomasisi olarak adlandırılan bu politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ankara-Moskova-Kiev üçgeninde iki temel fikir var. Biri aslında denge fikri, Ankara’nın her ikisiyle de ilişkiyi sürdürebilmesi fikri. Diğer fikir ise karşılıklı zorunluluktur; bu özellikle Moskova ve Kiev için geçerlidir. Sonuçta hem Rusya hem de Ukrayna Mart 2022’de Türkiye’nin görüşmelere ev sahipliği yapmasını kabul etti ve her ikisi de Ankara’nın Karadeniz Girişimi’ndeki öncü rolünü kabul etti. Özellikle Ukrayna Türkiye’den farklı bir denge bekliyordu ama sonuçta ne Kiev’in ne de Moskova’nın başka seçeneği yok çünkü Türkiye ile ilişkileri çok değerli. Başka bir deyişle Rusya ve Ukrayna için Türkiye ile ortaklığın faydaları maliyetlerin üzerindedir.
‘Kafkasya’da istişare mekanizması işliyor’
Çalışma alanlarınızdan biri olan Kafkasya’daki Dağlık Karabağ sorununun çözülmesiyle Türkiye-İran ilişkilerinin nasıl dönüşeceğini düşünüyorsunuz? Bölgede Azerbaycan ve İran zaman zaman gerginlikler yaşıyor. Bu gerilimlerin çatışmaya dönüşme ihtimalini görüyor musunuz?
Bölge ülkelerinin, gerginliklerin çatışmaya dönüşmesi durumunda ortaya çıkacak sonuçların farkında olduklarını düşünüyorum, bu nedenle 2020 yılındaki İkinci Karabağ Savaşı’ndan sonra 3+3 adlı bölgesel bir platform oluşturuldu. Bu girişimin arkasındaki fikir, Ermenistan’ı bölgedeki güvenlik ve ulaşım bağlantılarıyla ilgili sorunları ele almak üzere Azerbaycan ve Gürcistan ile komşuları Türkiye, Rusya ve İran ile bir araya getirmekti. Gürcistan katılmadığından fiilen 3+2’dir. Her halükarda bir istişare mekanizması olarak bu platform başlı başına anlamlıdır ve Türkiye-İran ilişkileri açısından bir çatışma önleme aracı olarak görülebilir.
SÖYLEŞİ
‘Gazze’deki çatışma Batı medeniyetinin gerçek yüzünü gösterdi’
Yayınlanma
2 gün önce03/12/2023

Şanghay Sosyal Bilimler Akademisi Tarih Enstitüsü Müdürü ve Şanghay Üniversitesi Türk Araştırmaları Merkezi Direktörü Profesör Guo Changgang Harici’ye konuştu. Gazze’deki trajedinin insanların ‘Batı’nın çifte standardını görmesini sağladığını’ söyleyen Prof. Guo, bu durumun ‘küresel toplumun yeni ve daha iyi bir düzen arayışına girmesine yardımcı olacağı’ öngörüsünde bulundu.
Çin akademisinin en tanınan isimlerinden biri olan Prof. Guo Changgang, Küresel Çalışmalar Topluluğu Danışma Kurulu Üyesi, Şanghay Dünya Tarihi Derneği Başkan Yardımcısı ve 13. Çin Halk Siyasi Danışma Konferansı üyesidir. Prof. Guo’nun araştırma alanları arasında klasik çalışmalar, küresel çalışmalar, küreselleşme bağlamında etnik ve dini çeşitlilik yer almaktadır. Şu anki araştırma alanı Türkiye çalışmalarıdır. Türkiye-Çin ilişkilerinin daha da geliştirilmesi yönündeki çalışmalarda önemli bir rol üstlenen Prof. Guo, Türk akademi dünyası ile de yakın ilişki içerisindedir.
Enstitü Sosyal ve Şanghay Üniversitesi tarafından 23-24 Kasım tarihlerinde Ankara’da gerçekleştirilen 1. Türkiye – Çin Akademik İş birliği Forumu’nda Çinli akademi heyetine başkanlık eden Prof. Guo Changgang, Harici’nin sorularını yanıtladı ve İsrail-Filistin çatışması, Çin-ABD ilişkileri ve Çin-Türkiye ilişkilerine dair değerlendirmelerde bulundu.
‘Küresel toplumun daha iyi bir düzen arayışına girmesine yardımcı olacak’
Tarihçiler bugün Gazze’de İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana yaşanan en sert görüntülere tanık olduğumuzu söylüyor. Sadece Müslüman ülkeler değil, Asya’dan Afrika’ya ve Latin Amerika’ya kadar pek çok ülke tepki gösteriyor. Batılı halklar bile hükümetlerinin İsrail’e verdiği desteği sokaklarda protesto ediyor. Tüm bu insanlık trajedisine rağmen ABD ve Batılı müttefiklerinin İsrail’i desteklemekten geri adım atmadığını görüyoruz. Sizce bu Gazze’nin de ötesinde, Batılı ve Batılı olmayan medeniyetler arasında bir çatışma mı? Bu çatışmanın küresel sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Batılı ülkeler kendilerini her zaman demokrasi, özgürlük ve insan hakları standardı merkezi olarak gördü. Bence Gazze’deki çatışma ise dünyanın Batı ülkelerinin gerçek yüzünü, Batı kültürünü ve onların doğasını fark etmesine yardımcı oluyor. Aynı zamanda dünyanın Batı toplumunun ve Batı ülkelerinin çifte standardını fark etmesine de yardımcı oluyor. Dolayısıyla bu da bence tüm dünyanın daha iyi bir dünya düzeni arayışına girmesine yardımcı olacaktır.
Belki de Batılı ülkeler tarafından yanıltılarak, onların demokrasi, insan hakları vb. konularda gerçekten lider olduklarını düşünecektik. Ancak Gazze’deki çatışma insanların Batılı ülkelerin gerçekte kim olduklarını anlamasına yardımcı oluyor. Çifte standardı görüyorlar. Dolayısıyla bunun küresel toplumun daha iyi bir düzen arayışına girmesine yardımcı olacağını düşünüyorum.
Peki bu pratikte nasıl işleyecek?
Bu çok karmaşık bir konu. Eğer diğer tüm ülkeler Gazze’nin yanında yer alır ve savaşa katılırsa bu gerçekten Üçüncü Dünya Savaşı’nı başlatabilir. Dolayısıyla en azından belki de Gazze’de yaşanan trajedi, insanların Batılı ülkeler konusundaki gerçeklerin farkına varmasına yardımcı olabilir. Bence bu trajedi insanların bunu fark etmesini sağladı. Küresel toplumun bu trajediden ders almasını umuyorum, işte o zaman medeniyetlerin birlikte varoluşuna dair daha net bir algıya sahip olurlar.
‘Arap liderlerin Çin ziyareti, dönüşüm çağının bir göstergesi’
Arap ve Müslüman ülkelerin dışişleri bakanları Filistin’de çözüme destek için çıktıkları turda ilk durak olarak Çin’i seçtiler. Sizce neden? Bu bağlamda Çin’in Ortadoğu’daki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Çin’in Filistin-İsrail meselesindeki duruşu çok iyi biliniyor. Bugün bir ‘dönüşüm çağı’ndan bahsediyoruz. Çin hükümeti bu sürecin bir dönüşüm çağı olduğundan bahsediyor. Sizin dünya “beşten büyüktür dediğiniz” benzetme gibi. Dünya Batı’dan daha fazlasıdır.
Dolayısıyla Çin, Türkiye ve gelişmekte olan toplumlar ve ayrıca küresel Güney artık küresel toplumda daha önemli bir role sahip. Arap ve Müslüman ülkelerin bakanlarından oluşan heyetlerin Gazze’deki krizin çözümü için yardım istemek üzere bu yüzden Çin’e gittiklerini düşünüyorum. İnsanların, en azından tüm ülkelerin ve modern dünyanın bunun gerçekten büyük bir dönüşüm çağı olduğunu anladığını gösterelim.
Çin’in ya da Türkiye gibi başka bir ülkelerin Filistin halkını destekleyeceğini açıklaması, dünyanın geri kalanının küresel toplumda daha büyük bir rol oynadığını, daha büyük bir sese sahip olduğunu ve küresel toplumun gerçek iradesini temsil ettiklerini göstermeye yardımcı olur.
‘İkili ilişkilerin gelişmesinin önündeki en büyük engel Uygur meselesi’
Türkiye’yi yakından tanıyan biri olarak Türkiye ile Çin arasındaki ilişkileri nasıl değerlendiriyorsunuz? Her iki ülkenin de istekli olmasına rağmen ilişkiler henüz istenilen seviyeye ulaşmış değil. Sizce ikili ilişkilerin önündeki temel engeller nelerdir ve bunlar nasıl aşılabilir?
Evet, hepimiz Çin ve Türkiye arasındaki ilişkilerin daha iyi ya da daha yakın olmasını bekliyoruz. Ancak sizin de söylediğiniz gibi iki ülke arasındaki ilişkilerde bazı engeller var ya da bazı sorunlar daha yakın ve iyi bir ilişkiyi engelliyor gibi görünüyor.
Bence ilişkilerdeki ana engel sözde “Uygur meselesi” veya sözde “Sincan meselesi” olarak adlandırılan meseledir. Bu “mesele” ile ilgili olarak dört noktaya değinmek istiyorum: Birincisi, kesinlikle “Uygur sorunu” ya da “Sincan sorunu” diye bir şey yoktur. Bu Batılı ülkeler tarafından uydurulmuş bir konudur. İkincisi, Çin hükümetinin ve halkının bu “mesele” konusundaki tutumu çok nettir ve Türkiye hükümeti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan bu konuda Çin ile mutabık olduğunu defalarca yinelemiştir. Türk toplumunun ve bazı muhalefet partilerinin bunu neden hala zaman zaman bir “mesele” haline getirdiğini gerçekten anlamıyorum. Bu sadece karşılıklı anlayış eksikliğine yol açacaktır. Üçüncü olarak, PKK’yı Kürt halkından ayrı tutmamız gerektiği gibi, Doğu Türkistan İslami Hareketi’ni ve aşırılık yanlılarını da Çinli Uygur halkından ayrı tutmalıyız. Örneğin Çinlilerin PKK’yı “Kürt meselesi” olarak adlandırmamızdan hoşlanacağınızı sanmıyorum. Son olarak, eğer siz Çinli Uygur halkıyla aranızda belli bir kültürel bağ olduğuna inanıyorsanız, bunu bir sürtüşme konusu olarak değil, Çin ve Türkiye halkları arasında bir dostluk köprüsü olarak görmelisiniz.
Sonuç olarak, tarihe saygı duymalı ve uluslararası hukuka da saygı göstermeliyiz. Akademisyenler olarak daha iyi bir karşılıklı anlayış geliştirmek için birlikte çalışmalıyız.
‘Çin-ABD ilişkilerinin geleceği konusunda iyimser değilim’
Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve ABD Devlet Başkanı Joe Biden arasında San Francisco’da gerçekleşen liderler zirvesinden sonra iki ülke ilişkilerinin geleceğine dair beklentiniz nedir? İyimser misiniz?
Aslında ben ilişkiler konusunda iyimser değilim. ABD ikili ilişkileri her zaman rekabet olarak tanımlıyor. Ben bir tarihçiyim ve diğer medeniyetlerle, diğer ülkelerle rekabet etmenin Batı kültürünün doğasında olduğunu biliyorum. Bu Helenistik kültürden miras kalmıştır. Buna karşın Çin geleneği ve kültürünün doğasında barış içinde bir arada yaşamanın uyumunu aramak vardır.
Dolayısıyla, bir arada yaşama, karşılıklı saygı, daha iyi bir gelecek ve huzurlu bir uluslararası toplum açısından, sadece rekabet edilmesi değil, diğer ülkelere saygı duyulması, diğer medeniyetlere saygı duyulması gerektiğini düşünüyorum.
AMERİKA
‘Seçimlere hazırlanan Biden İsrail’i yüzde yüz desteklemezse siyasi açıdan tehlikeli olur’
Yayınlanma
1 hafta önce27/11/2023
Yazar
Esra Karahindiba
Eski Pentagon Ortadoğu danışmanı Jasmine El-Gamal Harici’ye konuştu. Mevcut duraklama sonrası İsrail’in Gazze’de sivillere yönelik saldırılarının devam edeceğini söyleyen El-Gamal, “Başkan Biden’ın gelecek yıl yeniden seçilmek için yarışacağı göz önüne alındığında, onun İsrail’i yüzde yüz desteklemediğinin görülmesi siyasi açıdan tehlikeli olacaktır” dedi.
ABD Savunma Bakanlığı’nın (Pentagon) eski Ortadoğu danışmanı (2008 – 2013) olan Jasmine El-Gamal, ayrıca 2013-2015 yılları arasında üç Savunma Bakanlığı Müsteşarının Politikadan Sorumlu Özel Asistanlığını yapmıştır.
Atlantik Konseyi’nde Ortadoğu programında Kıdemli Araştırmacı olarak görev yapan El-Gamal, burada özellikle ABD’nin Ortadoğu politikaları ve Suriye üzerine odaklanmıştır.
Yorumları The Washington Post, USA Today, The Atlantic, Newsweek, Time Magazine, CNN, Al Jazeera, Al Hurra, L’Orient du Jour, Sawt al Azhar, Al Masry Al Youm, Le Figaro ve diğer uluslararası yayın organlarında yer almıştır.
Gazeteci Esra Karahindiba’nın sorularını yanıtlayan Jasmine El-Gamal, Gazze’deki ateşkes sürecini, ABD’nin İsrail ve Ortadoğu politikasını, Biden yönetiminin Tel Aviv’e desteğinin iç politika ve başkanlık seçimleri süreci ile ilişkisini ve ABD siyasetinde Ortadoğu ve Müslümanlara yönelik kökleşen ırkçılığı değerlendirdi.
‘Mevcut duraklama bitince İsrail sivillere saldırmaya devam edecek’
*İsrail’in Gazze’de uyguladığı toplu cezalandırma yöntemi ve 6 bini çocuk olmak üzere 14 binden fazla kişinin ölümüne yol açan saldırıları, uluslararası toplumun Tel Aviv’e yönelik tavrının değişmesine neden oldu. Arap ve Müslüman ülkelerin liderleri kalıcı ateşkes çağrısıyla ziyaretler yapıyor. Avrupalı liderler ziyaretlerde bulunuyor. Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası kuruluşlar sivillere yönelik saldırıların durdurulması yönünde çağrılar yapıyor. Küresel Güney liderleri ateşkes çağrısında bulunuyor. Sadece Doğu’da değil Batı ülkelerinde de yüzbinlerce insan İsrail’in eylemlerini kınıyor ve Gazze’ye destek yürüyüşü yapıyor. Peki Tel Aviv nasıl bu kadar pervasızca davranabiliyor? ABD desteği sayesinde mi? Ayrıca, sonunda Katar’ın arabuluculuğunda geçici bir ateşkes ilan edildi. Sonrasında ne bekleniyor?
İsrailli liderler, İsrail’in Hamas’ı dağıtmak ve yok etmek için ne gerekiyorsa yapacağını söyledi. ABD Hükümeti destek verirken, diğer yandan İsrail’in uluslararası hukuka uyması gerektiğini de ifade etti. ABD ayrıca perde arkasında İsrail’e uyguladığı baskının, Başbakan Netanyahu’yu çatışmalar ve rehine değişimindeki mevcut duraklamayı kabul etmeye ikna ettiğini söyledi. İsrailli liderlerin söylediklerine göre, mevcut duraklama sona erdiğinde İsrail’in Hamas’a yönelik saldırılarına devam etmesini ve daha fazla sivil kaybı yaşamasını bekleyebiliriz.
‘Biden kendi partisinin tam ateşkes uygulaması yönünde artan baskısıyla karşı karşıya’
*Biden’ın İsrail’e verdiği sonsuz desteğe ABD’ye yakın Arap ülkeleri bile tepki gösteriyor. Washington, Orta Doğu’daki ilişkilerinin daha da kötüleşmesi, Batı’da çatlaklar oluşması ve hatta Pekin’in arabuluculuk çabaları yoluyla bölgede daha fazla nüfuz kazanması riskine rağmen neden İsrail’in eylemlerini maddi, manevi ve askeri olarak destekliyor? Bunun ülkedeki Yahudi lobisinin etkisiyle ve Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle bir ilgisi var mı?
İsrail’e destek ABD’de her zaman iki partinin de meselesi olmuştur ve öngörülebilir gelecekte de öyle olmaya devam edecektir. Dolayısıyla, Başkan Biden’ın gelecek yıl yeniden seçilmek için yarışacağı göz önüne alındığında, onun İsrail’i %100 desteklemediğinin görülmesi siyasi açıdan tehlikeli olacaktır. Ayrıca Başkan Biden geçmişte İsrail’e karşı derin bir empati beslediğini ve 7 Ekim’de yaşananları “İsrail’in 11 Eylül’ü” olarak gördüğünü, dolayısıyla kişisel olarak teröre karşı savaşlarında onları destekleme eğiliminde olduğunu söylemişti. Ancak bu destek artık birçok Demokrat seçmen, özellikle de gençler ve Arap ve Müslüman Amerikalılar tarafından eleştirildi ve bunların birçoğu gelecek yıl Demokrat Parti’ye oy vermeyeceğini söyledi. Biden, savaş boyunca sivil ölümlerindeki endişe verici oran nedeniyle artık kendi partisinin tam ateşkes uygulaması yönünde artan baskısıyla da karşı karşıya.
‘Batı Şeria’daki yerleşimlere destek, iki devletli çözümü daha da karmaşıklaştırıyor’
*ABD, Filistin’in geleneksel ve kâğıt üzerindeki ‘iki devletli çözüm’ politikasından ne anlıyor? İsrail, Oslo Anlaşması’nın ardından İkinci İntifada’ya giden süreçte ve bugün, işgal ettiği topraklarda herhangi bir yaptırıma maruz kalmadan yasa dışı yerleşim birimleri inşa etmeye devam ediyor. Washington İsrail’in sadece Gazze’de değil tüm Filistin topraklarındaki yayılmacılığını önlemek için neden Tel Aviv’e karşı herhangi bir adım atmıyor?
ABD, İsrail’e yerleşim inşası konusunda tarihsel olarak önemli bir baskı uygulamamış olsa da, yerleşim inşasının barış görüşmelerine yardımcı olmadığını her zaman kamuoyuna açıklamış ve İsrail hükümetlerini oranı düşürmeye veya yerleşim inşasını durdurmaya çağırmıştır. Ancak İsrail, Batı Şeria’da yerleşim yerleri inşa etmeye devam etti ve mevcut Başbakan ve Bakan Ben-Gvir gibi aşırılıkçı koalisyon ortakları da dahil olmak üzere pek çok sağcı İsrailli, dönemin Başbakanı Ariel Şaron’un 2005’te Gazze’de yerleşimleri kaldırmasının bir hata olduğunu söylüyor. Bu seslerin birçoğu bugün, Başkan Biden ve Anthony Blinken’ın ABD’nin kabul etmeyeceğini belirttiği, Gazze’nin yeniden işgali çağrısında bulunuyor.
Bununla birlikte, yerleşimler ABD’nin tercih ettiği iki devletli çözümün önünde her zaman büyük bir engel olmuştur. Batı Şeria’daki yerleşimciler, 7 Ekim saldırılarından bu yana Batı Şeria’daki Filistinlileri giderek daha saldırgan bir şekilde taciz ediyor, yerlerinden ediyor ve onlara saldırıyor; bu da Başkan Biden’ın, Batı Şeria’daki “aşırılıkçılara” yaptırım uygulayacağını duyurarak alışılmadık bir hamle yapmasına yol açtı. Ancak bunun tam olarak ne anlama geldiği ve nasıl uygulanacağı belli değil. Bakan Ben-Gvir, Batı Şeria’daki yerleşimcileri son derece destekliyor ve bu da iki devletli çözüm olasılığını daha da karmaşık hale getiriyor; çünkü Başbakan Netanyahu’nun iktidarda kalabilmek için, iktidardaki koalisyonunu sürdürebilmesi için Ben Gvir’e ihtiyacı var ve bu nedenle bunu yapması pek olası değil. Dolayısıyla Ben-Gvir’in yoluna taş koymayacak. Bununla birlikte, ABD hükümetinin son haftalarda yerleşimci şiddetine ilişkin olarak gördüğümüz dil ve yaptırım duyurusu, İsrail’in en yakın müttefikinden şimdiye kadar gördüğümüz en güçlü dil.
*Eski İsrail Başbakanı Ehud Barak, Şifa Hastanesi’nin altındaki tünel meselesiyle ilgili CNN’den Amanpour’a açıklama yaparak “40-50 yıl önce o sığınakları kendimiz yapmıştık” dedi. Bugün Tel Aviv, Hamas’ın bu tünelleri bodrum olarak kullanmak için inşa ettiğini iddia ediyor. Üstelik İsraillilerin Filistinlilerin kayıplarıyla alay ettiği pek çok görüntü var. BBC ayrıca IDF’nin Şifa Hastanesi’ndeki sözde tespitlerinin kurgulandığını iddia etti. Bu gelişmeler ABD’nin gerçekte ne olduğuna dair başka bir bakış açısına sahip olmasının önünü açacak mı?
Ehud Barak’ın İsrail’in El Şifa Hastanesi altındaki tünellerin inşasına dahil olduğuna dair açıklamaları ışığında bile ABD, hastanelerin altındaki Hamas tünelleri konusunda kararlı bir şekilde İsrail’in safında kaldı. ABD özelde Gazze’deki sivil ölüm oranından dolayı alarma geçti ancak İsrail’in Hamas’ı yenme hedefini kararlı bir şekilde desteklemeye devam ediyor ve de kamuoyu önünde 7 Ekim öncesi statükoya geri dönülemeyeceğini söyledi.
‘Onlar için Orta Doğu insanlarla dolu bir bölge değil, çözülmesi gereken bir sorun’
*Obama’nın danışmanlarından Stuart Seldowitz, New York’taki bir helal gıda satıcısını “terörist” olarak nitelendiren ve Gazze’de 4.000 Filistinli çocuğun ölümünün “yeterli olmadığını” söyleyen bir videoda görüntülendi. Bu kişi daha önce ABD Dışişleri Bakanlığı İsrail ve Filistin İşleri Ofisi’nin müdür yardımcısı olarak görev yapıyordu. ABD’nin Filistinlilere yönelik nefretinin ya da İslamofobik yaklaşımının daha üst düzeyde benzer örneklerinin olduğunu anlayabilir miyiz? Bu olayı yorumlayabilir misiniz?
Bu olay çok talihsiz ama tanıdıktı. Kendi hikayemi sosyal medyamda yazdım ve burada da anlatmak istiyorum. ABD hükümetinde çalıştığım süre boyunca ve ondan önce Irak ve GTMO’da (Guantanamo Kampı) genç bir tercüman olduğum dönemde, Stuart Seldowitz’e benzer temelde ırkçılık/insandışılaştırmaya sahip çok sayıda insanla tanıştım. 11 Eylül olduğunda 20 yaşındaydım. Birçok Arap ve Müslüman Amerikalı için bu, korkutucu bir dönemdi. Kimliklerimizin ve bağlılıklarımızın sorgulandığını, dinimizin ve mirasımızın güvenlikleştirilip askerileştirildiğini izledik. Bu başlangıçtı. Irak savaşı başladığında, kısmen neden savaşa gittiğimize kendi başıma tanıklık etmek ve ayrıca iletişim eksikliğinin veya yanlış iletişimin savaşın sisini daha da kötüleştirmemesini sağlamak için üzerime düşeni yapmak için tercüman olarak hizmet etmeye karar verdim. Bu militarizasyonun etkisini ilk kez orada gördüm. Aynısını 2004’te GTMO’da da yaptım; Donald Rumsfeld, ABD’nin “kötünün en kötüsünü” orada tuttuğunu söylediğinde, bunu kendi gözlerimle görmek istedim. O zamana kadar bize yıllarca yalan söylendiğini biliyordum. Daha sonra Pentagon’da yine Stuart gibi insanlarla karşılaştım. O zamana kadar “teröre karşı savaş” neredeyse on yıldır sürüyordu. Orta Doğu’ya yönelik tutumlar da buna göre şekillendi. Pek çok kişi bölgeye kesinlikle askeri bir mercekle bakmak üzere eğitildi.
ABD’li yetkililere göre Orta Doğu, ABD’yi çatışmaya “sürükleyen” ve “baskının azaltılması”, “gerginliğin azaltılması” veya tercihen kaçınılması gereken “bataklıktı”; ta ki bugüne kadar, ki Biden ekibinin görevi, Orta Doğu’yu onun masasından uzak tutmaktı. Pentagon’daki amirim için Orta Doğu’yu tarihi bir “Sünni-Şii” çatışması olarak tanımlayan Müşterek Kurmay strateji belgesini incelediğimi hatırlıyorum. Bu dili ortadan kaldırmak için savaştım (sonunda başardık). Ancak bu tür bir düşünce devam ediyor. Yani Stuart gibi insanların bu terimlerle konuştuğunu, “Muhaberat”, işkence ve benzeri şeyler hakkında konuştuğunu gördüğümüzde, bu durduk yere ortaya çıkmış bir şey değil. Politika ve askeri çevrelerde Orta Doğu’ya büyük ölçüde bu şekilde bakılıyor.
O halde Brett McGurk gibi birinin, rehineler serbest bırakılana kadar Gazze’de herhangi bir insani yardım dalgasının veya aranın olmayacağını bu kadar gelişigüzel ifade edebilmesi şaşılacak bir şey değil. Parçası olduğu ortam, Orta Doğu’yu insanlarla dolu bir bölge olarak görmeye hazır değil; ‘yalnızca çözülmesi veya kaçınılması gereken sorunlar var’. Bunu değiştirmenin yolu elbette bölgeye bakış açısını değiştirmekle başlıyor; farklı bakış açıları sunacak liderlik çeşitliliğinin daha fazla olması ve Stuart ve onun eylemleri gibi şeyler yapan insanları en üst düzeyde kınayarak mümkün. Az önce hatırladığım bir başka örnek de, GTMO’daki bir ABD Ordusu albayının, tercümanlar hariç tüm askeri personele Müslümanlarla ilgili ırkçı bir e-posta göndermesiydi. Birisi bunu bana iletti. Komutanımıza bir mektup yazdım ve tüm tercümanlar imzaladı. Albay, tüm çevirmenlerden özür dilemek zorunda kaldı (ki hepsi de Amerikalıydı) ve İslam ve Arap kültürü hakkında bilgi edinmek için bizimle zaman geçirmek zorunda kaldı… O akşam meslektaşımın tabbule’sini yedikten sonra piknik masasının üzerinde oryantal dansla sona erdi.

Katar’ın lobicisi damat

Alman hükümeti bütçe açığının nasıl kapatılacağı konusunda anlaşamıyor

FT: Sosyal medya platformu X, KOBİ’lerin ilgisini çekmeyi amaçlıyor

Hindistan’da Modi’nin partisi üç eyalette zafer kazandı: Ulusal seçimlere nasıl yansıyacak?

Bir Filistinlinin gözünden Gazze’nin tünelleri ve rehineler
Çok Okunanlar
-
AMERİKA5 gün önce
Kısa Kissinger portresi: Akıllı, gerçekçi, gaddar
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Batı aklının ‘büyülü kurbanı’ Ukrayna
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Filistin’in geleceği – 1
-
GÖRÜŞ6 gün önce
Filistin’in geleceği – 2
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Foreign Affairs Ukrayna konusunda ne diyor, neden diyor?
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
John Mearsheimer yazdı: Yeni bir savaş, yeni bir yenilgi
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ekonomi ve hükümet: Arjantin’in yeni devlet başkanı Javier Milei ne öneriyor?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Napoléon Efsanesi