DÜNYA BASINI
Modi’nin İsrail-Hamas çatışmasına yanıtı neden bu kadar ‘net’ oldu?
Yayınlanma
Yazar
Harici.com.tr
Rusya-Ukrayna konusunda ABD ve Avrupa’nın tüm baskısına rağmen, Moskova’ya yönelik yaptırımlara katılmayan ve nispeten ‘tarafsız’ bir politika izlemeye çalışan Hindistan Başbakanı Modi’nin, İsrail-Hamas çatışması karşısında Tel Aviv’den yana takındığı ‘net’ tutum Batı’nın dikkatini çekti.
Modi, İsrail’e yönelik Hamas saldırısını ‘terör saldırısı’ olarak nitelendirerek kınadı ve İsrail’e tam desteğini açıkladı. Peki, Filistin Bağımsızlık Hareketi’ni tanıyan Arap olmayan ve Filistin’de büyükelçilik açan ilk devlet olan Hindistan’ın pozisyonu neden değişti?
Aşağıda çevirisini verdiğimiz Foreign Policy makalesi diplomasi ve iç siyaset açısından bu soruya yanıt vermeye çalışmış.
Makalede üzerinde daha az durulan ve Hindistan-İsrail yakınlaşmasının en önemli unsurlarından biri olan ‘silah satışı’nı özellikle vurgulamakta fayda var.
İsrail, Batı’nın aksine Yeni Delhi’nin nükleer denemelerini izleyen yıllarda (90’ların sonu) Hindistan’a silah satışını artırarak devam ettiriyor. Hindistan ordusu askeri modernizasyonu için İsrail’den yüklü miktarlarda malzeme satın alıyor. İki ülke, ortak insansız hava araçları, radar ve iletişim sistemleri üretimi gibi pek çok askeri alanda işbirliği yürütüyor. Aynı Hindistan-Rusya ilişkileri gibi, Hindistan-İsrail ilişkilerinin de en önemli ayağını ‘savunma işbirliği’ oluşturuyor…
Modi’nin İsrail-Gazze Savaşı Hakkındaki Yorumları Değişimin Sinyali
Foreign Policy, Sumit Ganguly
12.10.2023
İsrail ile dayanışma içinde olduğunu açıkça ifade eden Hindistan, Filistinlilere yönelik uzun süredir devam eden yaklaşımından uzaklaşıyor.
1947 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, Filistin devletinin yanı sıra İsrail devletinin kurulmasını öneren bir kararı kabul ettiğinde, bağımsızlığını yeni kazanmış olan Hindistan ret oyu kullandı. Dönemin Başbakanı Jawaharlal Nehru, Mahatma Gandhi ve diğer Hint milliyetçileri Yahudi davasına sempati duyuyorlardı, ancak İngiliz mandası altındaki Filistin’in bölünmesine karşı çıktılar ve Yahudiler için azınlık dini haklarının garanti altına alındığı federal bir düzenlemeyi savundular. Onlara göre bir Yahudi devletinin kurulması bölgenin Arap sakinlerini haklarından mahrum bırakacaktı.
Pragmatik düşünceler de Hintli yetkililerin tutumunu şekillendirdi. Kendi sınırları içinde önemli bir Müslüman nüfusa sahip olan Hindistan, onların duygularını görmezden gelemezdi. İsrail’e yönelik bir yakınlaşma yeni devletin kırılgan meşruiyeti üzerinde olumsuz etkiler yaratabilir, özellikle de Hindistan’ın bölünmesi travmasını yeni yaşamış olan Hintli Müslümanlar arasında kargaşa yaratabilirdi. O dönemde Hindistan aynı zamanda kendisini sömürgeciliğe karşı bir sancaktar olarak sunmak ve Pakistan’ın da kur yaptığı yeni sömürgesizleşmiş Arap devletleriyle dayanışma içinde olduğunu göstermek istiyordu.
Hindistan 1950 yılında İsrail devletini resmen tanıdı ve 1953 yılında bu ülkenin Mumbai’de bir konsolosluk açmasına izin verdi. Soğuk Savaş’ın büyük bölümünde Hindistan-İsrail temasları sınırlı kaldı; Yeni Delhi hala Arap dünyasını yabancılaştırmaktan kaçınmak istiyor ve ülkedeki Müslüman nüfusu yatıştırmaya çalışıyordu. Hindistan ancak 1992 yılında İsrail’i tam diplomatik olarak tanıdı ve Yeni Delhi’de İsrail Büyükelçiliği açıldı. Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve İsrail ile Filistinliler arasında yakınlaşmayı amaçlayan Oslo Anlaşmaları’nın yaklaşmasıyla birlikte Hindistan, İsrail’i güvenli bir mesafede tutma politikasına son vermeyi tercih etti.
Aynı zamanda Hindistan Filistin’e güçlü desteğini sürdürdü. Hindistan 1974 yılında FKÖ’yü “Filistin halkının tek ve meşru temsilcisi” olarak tanıyan ilk Arap olmayan ülke oldu ve ertesi yıl Yeni Delhi’de bir FKÖ ofisi açıldı. Hindistan, 1988 yılında ilan edilen Filistin devletini tanıyan ilk Arap olmayan ülke oldu. Hindistan ve İsrail’in ilişkilerini normalleştirmesinin ardından yapılan çok taraflı oylamalarda Hindistan, Filistin’in Birleşmiş Milletler’e tam üyelik başvurusunu desteklemek de dahil olmak üzere sürekli olarak Filistin’in yanında yer aldı.
Hamas’ın hafta sonu Gazze’den İsrail’e karşı çok yönlü bir saldırı başlatmasının ardından Hindistan Başbakanı Narendra Modi, oldukça uygun bir şekilde, Hamas’ın ‘korkunç eylemlerini’ sert bir şekilde kınadı. Ancak şu ana kadar Gazze’de mahsur kalan Filistinlilerin içinde bulundukları vahim durumla ilgili hiçbir kaygı dile getirmedi. “Bu zor zamanda İsrail ile dayanışma içindeyiz,” diye yazdı. “Düşüncelerimiz ve dualarımız masum kurbanlar ve aileleriyle birlikte.” Modi, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu ile görüştükten sonra, “Hindistan, terörizmi tüm biçimleri ve tezahürleriyle güçlü ve kesin bir şekilde kınamaktadır” diye ekledi. Her iki açıklamada da Gazze’deki insanlara selam verilmedi.
Hamas saldırılarından beş gün sonra Hindistan Dışişleri Bakanlığı savaşla ilgili ilk resmi açıklamasını yayınladı. Bakanlık Sözcüsü Arindam Bagchi haftalık brifingde sorulara verdiği yanıtta “uluslararası insancıl hukuka uymanın evrensel bir yükümlülük” olduğunu ve terörizmle mücadelenin de küresel bir sorumluluk olduğunu söyledi. Bagchi ayrıca Hindistan’ın İsrail-Filistin çatışması konusundaki tutumunu yineleyerek “İsrail ile barış içinde, yan yana, güvenli ve tanınmış sınırlar içinde yaşayan egemen, bağımsız ve yaşayabilir bir Filistin devleti” için “doğrudan müzakereler” çağrısında bulundu.
Modi’nin ilk tepkisi, kendisi ve Bharatiya Janata Partisi’nin (BJP) 2014 yılında iktidara gelmesinden bu yana, Modi’nin Temmuz 2017’de Tel Aviv’e yaptığı benzeri görülmemiş ziyaret de dahil olmak üzere, Hindistan’ın İsrail’e yönelik bir dizi kamuoyu girişiminin ardından geldi. Modi, dünya liderlerinin İsrail’e yaptığı önceki bakan ziyaretlerinin çoğunda uygulanan protokolü ihlal ederek Batı Şeria’daki Filistin Yönetimi’nin fiili başkenti Ramallah’a uğramadı. Netanyahu bu ziyarete Ocak 2018’de karşılık verdi. Modi yönetiminde ilişkilerin aleni bir şekilde artması, Hindistan Ulusal Kongresi partisi yönetimindeki hükümetlerin İsrail’e karşı benimsediği daha ihtiyatlı yaklaşımla tezat teşkil ediyordu. Önceki BJP hükümetleri bile 1998-2004 yılları arasında görevdeyken İsrail’i bu kadar cesurca kucaklamamıştı.
Modi hükümetinin İsrail ile ilişkilerini Yeni Delhi’deki önceki hükümetlere kıyasla daha aleni bir şekilde yürüttüğüne şüphe yok. Bununla birlikte, yıllarca Filistin Yönetimi’ne olan desteğini de düzenli olarak ortaya koydu. Modi’nin 2017’de İsrail’e yaptığı tarihi ziyaretten önce Hintli lider Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ı Yeni Delhi’ye davet etti – muhtemelen ülke içindeki eleştirileri savuşturmak amacıyla. Bu ziyaret sırasında Hindistan geleneksel tutumunu yineleyerek iki devletli çözümü destekledi ve “İsrail ile barış içinde bir arada yaşayan egemen, bağımsız, birleşik bir Filistin” çağrısında bulundu.
Hindistan Birleşmiş Milletler’de de Filistin davasına verdiği destekten vazgeçmedi. Aralık 2017’de, Netanyahu Yeni Delhi’yi ziyaret etmeden hemen önce Hindistan, dönemin ABD Başkanı Donald Trump’ın Kudüs’ü tek taraflı olarak İsrail’in başkenti ilan etmesine karşı BM Genel Kurulu’nda yapılan oylamayı destekledi. Bir yıl sonra Hindistan, İrlanda’nın sunduğu, “Orta Doğu’da kapsamlı, adil ve kalıcı bir barış” çağrısında bulunan ve İsrail’in Filistin topraklarını işgalini kınayan bağlayıcı olmayan bir BM kararını destekledi. Modi yönetimindeki Hindistan ayrıca BM Yakın Doğu’daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı’na yaptığı katkıyı da artırdı.
Mayıs 2021’de – haftalarca süren gösteriler ve protestocular, İsrailli yerleşimciler ve İsrail polisi arasında artan gerilimin ardından – Kudüs’teki El Aksa Camii yerleşkesinde şiddet patlak verdi. Hamas ve diğer Filistinli militan gruplar İsrail topraklarına yüzlerce roket fırlattı ve İsrail de Gazze’ye hava saldırılarıyla karşılık vererek en az 260 Filistinlinin ölümüne neden oldu. Hindistan’ın krize tepkisi nüanslı oldu: Hem Hamas’ı hem de İsrail’i şiddetin tırmanmasından dolayı kınadı. Bu tepki Hindistan’ın Filistin davasından vazgeçmeden İsrail ile bağlarını derinleştirme çabasını yansıtıyordu ki bu da Yeni Delhi’nin İsrail-Hamas savaşına kadar sürdürebildiği ustaca bir diplomatik stratejiydi.
Peki Hindistan’ın İsrail-Filistin çatışmasına yönelik tutumundaki bu görünüşte dramatik değişimi açıklayan nedir? Birkaç faktörün hesaplamaları şekillendirdiği görülüyor. Birincisi, Hindistan gelecek yıl bir ulusal seçimle karşı karşıya. BJP, tüm pratik amaçlar için Müslüman oylarını bir kenara bırakarak, Hindistan’ın Müslüman nüfusunun endişelerine cevap vermeyen kesin bir duruş sergileme konusunda elini serbest bıraktı. Dahası, bazı Hintli Müslümanlar İsrail-Hamas savaşının ardından Filistin davasına sempati duyduklarını ifade etmiş olsalar da Hamas’a özel bir sevgi beslemiyorlar.
İkincisi, Hindistan uzun zamandır Pakistan topraklarında faaliyet gösteren İslamcı militanların terör saldırılarını savuşturuyor. Hamas saldırılarına karşı tavizsiz bir duruş benimsemek sadece kendi iç seçmenlerine iyi gelmekle kalmıyor, aynı zamanda İslamabad’a zımni bir mesaj gönderiyor: Yeni Delhi’nin terörizme karşı daha sert bir yaklaşım sergileyeceği. Modi daha önce Hindistan’ın Pakistan yönetimindeki Keşmir’deki militan üslerine yönelik cerrahi saldırılarını İsrail’in yabancı topraklardaki militanlara yönelik gizli operasyonlarıyla karşılaştırmış ve İsrail’in askeri gücünün taklit edilmeye değer bir şey olduğunu ima etmişti.
Hindistan’ın Mısır’dan Suudi Arabistan’a bir dizi önemli Arap devletinin Hamas’a tam destek vermemesini dikkate almış olması da mümkündür. En iyi ihtimalle, İsrail’in eylemlerine yönelik küçük kınamalar yayınlarken düşmanlıkların daha da tırmanmasından kaçınma çağrısında bulundular. Önceki krizlerin aksine, Hamas saldırdığında çeşitli Arap devletleri İsrail ile ilişkilerini normalleştirmiş ya da normalleştirme sürecindeydi. Bazı Arap ülkelerinin bu temkinli tepkisi, özellikle Körfez İşbirliği Konseyi ülkeleriyle artan ticari ve stratejik ilişkileri söz konusu olduğunda Yeni Delhi’ye bir miktar diplomatik hareket alanı sağlıyor.
Son olarak, Hindistan’ın Hamas’ı açıkça kınaması, ABD’nin kritik bir müttefikini desteklemeye istekli olduğu konusunda ABD’ye bir sinyal olabilir. Kamuoyuna açık bu tutum, Biden yönetiminin Hindistan’ın Rusya’nın Ukrayna’daki savaşına ilişkin tereddütlü duruşu konusundaki endişelerini giderebilir. Biden yönetimi Yeni Delhi’yi sert bir şekilde eleştirmeksizin Hindistan’ın Moskova’nın işgalini kınamamasından duyduğu hayal kırıklığını dile getirmişti.
Modi’nin bu krizde İsrail’e yönelmesi, özellikle Yeni Delhi’nin Orta Doğu’da siyasi ve ekonomik manzaranın değiştiğini düşündüğü şu günlerde, Hindistan’ın dış politikasının artan iddiasının bir başka göstergesi. Bu da ileriye dönük soruları gündeme getiriyor. Bu hafta Hamas’ı kınayan Hindistan, Arap dünyası ile diplomatik ilişkilerini nasıl müzakere edecek? Muhtemel göründüğü üzere çatışmalar tırmanırsa Yeni Delhi tutumundan geri adım atacak mı? Hindistan’ın Modi’nin ikinci döneminde dış politikasının geri kalanına paralel olarak önemli Arap devletlerinden ipuçları alması muhtemel. Yeni Delhi’nin tek yol gösterici ilkesi, Ukrayna’yı işgalinin ardından Rusya’ya yönelik yaklaşımında da görüldüğü üzere, acımasız bir pragmatizm gibi görünüyor.
Şu anda artan ticaret, güvenlik ve savunma işbirliğinin yanı sıra ortak altyapı projelerini de kapsayan Hindistan-İsrail ilişkilerinin kapsamı ve Modi’nin Netanyahu’ya olan kişisel yakınlığı göz önüne alındığında, Hindistan’ın önemli bağlara sahip olduğu Arap devletlerinin baskısı olmadan İsrail-Gazze savaşı konusunda daha nüanslı bir tutum benimsemesi pek olası değil. Hindistan’ın terörizmi kınarken Filistin davasını savunmaya devam ettiği günler geride kalmış görünüyor. Bu değişim pek çok açıdan Modi döneminde başlayan diplomatik sürecin mantıksal bir sonucudur. Yeni Delhi’de yeni bir hükümet işbaşına gelmediği sürece bu sürecin geri dönmesi pek mümkün görünmüyor.
İlginizi Çekebilir
DÜNYA BASINI
Şin-Bet Direktörü, “Qatargate” skandalı yüzünden mi kovuldu?
Yayınlanma
1 gün önce17/03/2025

Aşağıda çevirisini okuyacağız makale, İsrail’in en çok okunan sol eğilimli gazetelerinden Haaretz’de yayınlandı. Makale Netanyahu’nun Şin-Bet Direktörü Ronen Bar’ı neden görevden almak istediğine dair yetkililerden gelen açıklamaların dışında başka bir kritik noktaya dikkat çekiyor.
***
Netanyahu’nun Şin-Bet direktörünü çirkin ve sarsıcı şekilde görevden almasının perde arkası
Netanyahu, İsrail’in kırılgan demokrasisinin az sayıdaki kalan bekçilerinden birini Trump tarzı bir yaklaşımla sadakati her şeyin üstüne koyarak saf dışı bırakmaya çalışıyor. Ancak, şu anda bu kararı almasının başka bir sebebi daha var.
Yossi Melman
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun, iç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in Direktörü Ronen Bar’ı görevden alma kararı eşi benzeri görülmemiş bir gelişme. İsrail’in 77 yıllık tarihinde, ülkenin iç istihbarat teşkilatının hiçbir başkanı daha önce görevden alınmadı.
Bugüne kadar yalnızca iki Şin-Bet direktörü, güvenlik krizleri nedeniyle başbakan ile yaşadıkları gerginlikler sonucu istifa etti: İlki 1963 yılında, İsser Harel’in Başbakan David Ben-Gurion’a istifasını sunmasıyla, ikincisi ise 1986 yılında, Avraham Shalom’un Başbakan Şimon Peres döneminde istifasıyla gerçekleşti.
Netanyahu, pazar akşamı yaptığı açıklamada Bar’ı görevden alma kararını güvenini kaybettiği için aldığını söyledi. Bu karar bekleniyordu; Netanyahu bunu aylar önce yapmak istiyordu, ancak yine de haber muhalefette ve politikalarına karşı çıkan halk arasında büyük bir şok ve öfke ile karşılandı.
Netanyahu, Bar’a karşı her zamanki yöntemlerini kullanarak harekete geçti: sızıntılar, çirkin imalar ve ona bağlı medya organları aracılığıyla karalama kampanyaları. Netanyahu ve ekibi, üç buçuk yıldır görevde olan Bar’ı, “zayıf bir yetkili” olmakla suçladı ve İsrail’in Hamas ile müzakere ekibinin bir parçası olmasına rağmen “gerçek anlamda müzakere yapmayı bilmemekle” itham etti. Son olarak, Bar’ın Netanyahu’ya “şantaj yaparak tam kapsamlı bir tehdit ve baskı kampanyası yürüttüğü” yönünde asılsız bir iddia ortaya atıldı.
Ancak, Başbakan’ın ani kararının ardında daha derin bir sebep yatıyor gibi. Bu sebep, Netanyahu’nun üzerindeki ağır baskıyı ve bunun karar alma sürecini nasıl etkilediğini gözler önüne seriyor.
Birkaç hafta önce Bar, İsrail polisi ile birlikte Netanyahu’nun iki sözcüsü ve eski bir stratejik danışmanı hakkında soruşturma başlatma kararı aldı. Bu isimlerin, Hamas gibi “terör örgütlerini” destekleyen Katar ile savaş sırasında dahi şüpheli mali işlemler gerçekleştirdiği iddia ediliyordu. “Qatargate” adı verilen bu skandalın, vatana ihanet sınırına varan suçlamalarla sonuçlanabilecek bir potansiyeli var.
Netanyahu’nun, iç istihbarat teşkilatının kendisine yakın isimleri soruşturduğu bir dönemde Bar’ı görevden almaya kalkması, açıkça bir çıkar çatışması yaratıyor. Bu durum, görevden almanın asıl amacının soruşturmayı engellemek olabileceği yönünde şüpheleri artırıyor.
Şin-Bet, Mossad ve Askeri İstihbarat ile birlikte İsrail’in üç istihbarat teşkilatından biri ve öncelikli görevi terörle mücadele etmek, casusluk ve ihanet eylemlerini ortaya çıkarmak. Ancak Şin-Bet’in Batı demokrasileri içinde benzersiz bir misyonu daha var: Yasalar gereği, ülkenin demokratik kurumlarını korumaktan da sorumlu.
Netanyahu ve hükümetinin şimdi “yargı darbesi” adı verilen rejim değişikliği planlarını yeniden devreye soktuğu bir dönemde İsrail demokrasisini korumakla da sorumlu olan Şin-Bet başkanının görevden alınması otoriter bir yönetimin ya da denge ve denetleme mekanizmalarından yoksun zayıflamış bir demokrasinin önünü açabilir.
Netanyahu görevden alma işlemini gerçekleştirme konusunda parlamento, kamuoyu ve yasal engellerle karşı karşıya. Ancak Bar’ın yakın zamanda görevden ayrılması halinde asıl kritik soru, onun yerine kimin atanacağı.
Eğer Netanyahu itidalli davranır ve Bar’ın iki yardımcısından birini seçerse ki Şin-Bet yetkililerinin tam isimleri kamuya açıklanamadığı için sadece “M” olarak bilinen yardımcısı önde gelen adaylardan biri, bu durumda Netanyahu bu atamayı en az zararla atlatabilir.
Şin-Bet’te istihbarat subayı olarak başlayan kariyerinde, Şin-Bet’in başkan yardımcılığına terfi etmeden önce Kudüs ve Batı Şeria bölümünün başına kadar yükselmiş, Arapça bilen deneyimli bir operasyon görevlisi. Profesyonelliğiyle tanınıyor ve Netanyahu’ya değil, devlete ve yasaya sadık biri olarak görülüyor.
Ancak, Netanyahu dışarıdan, kendisine sadakatiyle bilinen eski bir Şin-Bet yetkilisini atarsa, bu, Netanyahu’nun İsrail’in kırılgan demokrasisinin bir bekçisini daha ortadan kaldırmayı başardığını ve aynı şekilde kişisel sadakati her şeyin üstünde tutan ABD Başkanı Donald Trump’ın izinden gittiğini gösterecektir.
7 Ekim’de Hamas’ın düzenlediği saldırıdan bu yana, Netanyahu Savunma Bakanı’nı görevden aldı, İsrail Genelkurmay Başkanı, Askeri İstihbarat Şefi ve kıdemli IDF komutanları istifa etti. Ancak hâlâ sorumluluğu kabul etmeyen ve hesap vermeyi reddeden tek kişi Başbakan Netanyahu.
DÜNYA BASINI
Suriye’nin sahil bölgesinde katliam nasıl başladı?
Yayınlanma
1 hafta önce10/03/2025
Yazar
Harici.com.tr
Lyon Üniversitesinde öğretim üyesi ve Washington Institute for Near East Policy’de uzman olarak çalışan coğrafyacı Fabrice Balanche, aşağıda yayınladığımız makalesinde Suriye’de HTŞ bağlantılı grupların Lazkiye, Tartus ve Humus’ta çoğunlukla Alevi sivillere yönelik gerçekleştirdiği katliamların izini sürüyor ve HTŞ’ye karşı silahlı isyanın, Alevi kasabalarına yönelik rastgele ve ölümle sonuçlanan mezhepçi müdahalelerin hemen ardından başladığına işaret ediyor. Balanche, yaşananların sorumlusunun Ebu Muhammed el-Colani lakaplı Ahmed eş-Şara olduğunu yazıyor. Fransız uzman, 7 Mart’ta yazdığı bir başka yazıda, katliamlar doruk noktasındayken, şöyle diyordu: “[Aleviler] Geçtiğimiz üç ay boyunca aşağılanma ve kötü muameleye maruz kaldılar. Cinayetler hâlâ çözülemedi ve devlet memurları ve askerler işlerini kaybetti. Kıyı kentlerinde, Humus’ta ve Şam’da bu topluluğa yönelik hakaret ve provokasyonlar olağan hale geldi.”
Şam’daki İslamcı rejimin resmi açıklamalarını tekrarlayan France Inter de dahil olmak üzere birçok medya kuruluşuna göre şiddet olaylarından “eski rejim destekçileri” sorumludur:
Askerlerin eski Esad rejiminin destekçileri tarafından saldırıya uğramasının ardından, Esad’ın kalesi olan Alevi bölgesinde 1.300’den fazla kişinin ölümüne yol açan bir şiddet dalgası yaşandı (Les massacres en région alaouite menacent la transition syrienne | France Inter), France Inter – 10 Mart 2025 Pazartesi, saat 8.17.
Gerçekte her şey 4 Mart’ta Lazkiye’de başladı. Önceki gece Lazkiye’nin işçi sınıfından bir Alevi bölgesi olan Datur yakınlarında Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) üyeleri öldürüldü. Bunun üzerine HTŞ bölgeyi kuşattı ve sabahın erken saatlerinde ağır silahlarla saldırdı. Lazkiye’de ve bu bölgede yaşayan tanıdıklarım haberi duyar duymaz beni aradı. Alevilere yönelik şiddetin çoktan başladığını kanıtlayan görüntüler ve videolar gördüm. Tepeden tırnağa silahlı İslamcılarla dolu kamyonetler bölgeyi boydan boya kat ediyor, binalara rastgele ateş açıyor ve bölge sakinlerine domuz diyorlardı. Birkaç minibüs cesetlerle dolu olarak bölgeden ayrıldı. 5 Mart Çarşamba günü helikopterler Banyas’ın doğusundaki Alevi köyü Daliye’ye bomba yağdırdı. Burası yüz kadar türbeye ev sahipliği yapan ve saygın şeyhlerin dini eğitim verdiği ünlü bir Alevi hac yeridir; Esad rejimine askeri kadro sağlayan bir köy değil. HTŞ’nin saldırısı Alevi toplumunu hedef aldı.
6 Mart Perşembe günü HTŞ ve müttefiklerine ait pikap kortejleri sahil bölgesine akın etti ve dağı ele geçirmeye çalıştı. İşte o zaman bazıları pusuya düşürüldü. Önceki rejimin eski askerleri ve istihbarat ajanları bu tehdit karşısında pasif kalmaya hazır değildi. Mahir Esad’ın dördüncü tümenindeki üst düzey subaylardan biri olan Tuğgeneral Giyas el-Dali liderliğinde Suriye sahilinde “Askeri Konsey” kurulduğunun açıklanması, bu geniş çaplı askeri operasyon için bir bahane oldu. Çünkü bu “Alevi ayaklanması” sahil bölgesini kontrol altına almaktan acizdir.
Sonuç olarak, dağlarda sivillerin öldürülmesi arttı, aynı zamanda Alevi mahallesi El-Kussur’un gerçek bir katliama sahne olduğu Banyas kasabasında da. Yüzlerce kişi öldürüldü. Bugün, 10 Mart’ta, geçici başkanın yatıştırıcı güvencelerine rağmen, önceki günlerde olduğu gibi aynı yöntem kullanılarak Kadmus çevresinde şiddet devam ediyor. 200 araçlık bir kortej belirli bir bölgeye doğru ilerliyor ve 20 ila 30 araçlık gruplara ayrılarak bir köyü işgal ediyor. Bütün aileler katlediliyor ve önlerine çıkan herkes öldürülüyor. Evler elbette tamamen soyuluyor. Bu gerçekten de HTŞ ve müttefikleri tarafından gerçekleştirilen bir dizi baskındı. Yeni rejimin güvenlik güçleri doğrudan sorumlu tutulmamak için doğrudan müdahil olmaktan kaçınıyor. Diğer cihatçı ve İslamcı grupların harekete geçmesine izin veriyorlar.
Eş-Şara ve HTŞ’nin suçluluğunu küçümsemeyi bırakmanın zamanı geldi. Bu operasyon dikkatlice Şam’dan planlanmıştır. Geçtiğimiz üç ay boyunca Aleviler faili meçhul cinayetlerin hedefi oldular ve ülkenin tüm kötülüklerinden sorumlu tutuldular. Suriye’de Sünni bir İslam Cumhuriyeti kurulmuştur; bu da halk için Esad rejimi kadar korkunç olacaktır. Fransa ve Avrupa, eski bir El Kaide yöneticisi olan Ebu Muhammed el-Colani olarak da bilinen eş-Şara’yı mutlak güç arayışında desteklememelidir.

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz değerlendirme yazısı, Birleşik Krallık’ın küresel güvenlik stratejileri üzerine çalışan ve Batı sermayesini merkeze alan analizler üreten düşünce kuruluşu RUSI’den. Yazı, ABD’nin Ukrayna’nın maden kaynaklarını Batı tedarik zincirine entegre etme girişiminde karşılaştığı düşük emtia fiyatları, yatırım riskleri ve Çin’in piyasa hâkimiyeti gibi stratejik engellere odaklanıyor. Ancak ABD’nin Ukrayna’da madencilik sektörünü yönlendirme ve buradan jeopolitik kazanç sağlama hamlesi, yalnızca Çin’in bölgedeki etkisini kırmaya yönelik değil; aynı zamanda Amerikan sermayesinin jeopolitik çıkarlarını pekiştirmek ve krizleri fırsata çevirerek bölge ekonomisini küresel tekellerin denetimine açmak gibi daha derin bir dönüşümün parçası. Bu da Ukrayna’yı bir kez daha küresel güç mücadelesinde kendi kaderini tayin etme yetisini yitirerek, emperyal hesapların taşeron aktörlerinden biri olma rolüne mahkûm ediyor.
Ukrayna’nın maden zenginliğini ortaya çıkarmak, bir Trump anlaşmasından daha fazlasını gerektiriyor
Henry Sanderson
RUSI
28 Şubat 2025
Çev. Leman Meral Ünal
ABD, Çin etkisini sınırlandırmak amacıyla Ukrayna’nın maden gelirlerinden pay almaya hazırlanıyor; ancak piyasa koşulları, yatırım ve uygulama süreçlerini zora sokacağa benziyor.
İki ülke arasında yakın zamanda imzalanması beklenen anlaşma ile ABD, Ukrayna’nın maden kaynaklarından elde edilecek gelirlerden pay almayı garantilemiş görünüyor.
Bu hafta yayımlanan anlaşma metnine göre, nihai detaylar kesinleştikten sonra Ukrayna, doğal kaynaklarından elde edilecek olası gelirlerin yüzde 50’sini ABD-Ukrayna ortak yönetimli bir fona aktarabilecek.
Muhtemel ki her iki taraf da bu anlaşmadan stratejik faydalar sağlayacaktır. Ukrayna, madencilik endüstrisini geliştirme şansı elde ederken ABD, Çin’in, olası bir Rusya-Ukrayna barış anlaşması sonrası cevher kazancı elde etmesini engelleyecektir. Öte yandan, Çin yerine Batı tedarik zincirlerine entegre edilmiş bir Ukrayna’nın, Batılı karar alıcılar için önemli stratejik hedeflerden biri olduğunu söylemeye gerek yok herhalde.
Nitekim, Trump’ın ilk döneminde görev yapmış olan Cumhuriyetçi bir isim, ABD yönetiminin, kaynakları geliştirme amacından bağımsız olarak, yalnızca Çin’in bunları ele geçirmesini önlemek için bile böyle bir strateji izleyebileceğini belirtiyor. Anlaşmaya dair müzakereler ise, belirsiz yetkilerle donatılmış birden fazla ekibin kimi zaman aşırı taleplerde bulundukları, kimi zamansa agresif taktikler uyguladıkları haberlerinin gölgesinde geçiyor.
Çin’in pazar hakimiyetine karşı koymak
Ukrayna için bu sürecin başarılı olabilmesi, özel sektör yatırımlarını ülkeye ne denli çekebileceğine bağlı. Bu da Ukrayna’nın güvenliğinin ve diğer finansal desteklerin sağlanmasını gerektiriyor. Ancak maden projeleri her durumda, halihazırda fiyatların çok düşük olduğu Çin pazarlarıyla rekabet etmek durumunda kalacaktır. Tam da bu nedenle, Trump’ın öne sürdüğü gibi milyarlarca dolarlık gelir elde edilmesi pek de olası görünmüyor.
Ukrayna Jeoloji Araştırmaları Kurumu (USGS) eski başkanı Roman Opimakh’a göre Ukrayna, titanyum, grafit, lityum ve bazı başka nadir toprak cevherlerinin yanı sıra potansiyel olarak germanyumda da dünya pazarıyla rekabet edebilir bir pozisyonda.
Ancak bu cevherler, mevcut piyasa zorlukları düşünüldüğünde, önemli yatırımları gerektiriyor.
Elektrikli araba akülerinde kullanılan lityumu ele alalım. Ukrayna, ikisi cephe hattından uzakta olmak üzere üç potansiyel sert kaya lityum yatağına sahip: Dobra ve Polohivske yatakları.
Polohivske, Ukrayna’nın orta kesiminde, Kiev’in 200 mil [320 km] güneydoğusunda yer alıyor. Ruhsat sahibi ULM şirketi, 2028 yılında petalit cevherinden lityum konsantresi üretmeyi planlıyor. Ancak bataryada kullanılabilmesi için bu cevherin önce lityum karbonata, ardından ise batarya kalitesinde bir malzemeye dönüştürülmesi gerekecek.
Ukrayna aynı zamanda lityum-iyon bataryalar için gerekli olan grafit yataklarına da sahip. Avustralyalı Volt Resources şirketi, ülkede 1934’ten bu yana işletildiği belirtilen Zavalievsky madeninden grafit üretiyor. Ancak bu materyalin bataryalarda kullanılabilmesi için daha fazla işlenmesi gerekiyor. Şirket, bunu yapmak için ABD’de bir tesis kurmayı düşündüğünü, ancak bunun için ek sermaye gerektiğini kaydediyor.
Opimakh’ın tahminlerine göre sadece halihazırda keşfedilmiş lityum ve grafit yataklarını geliştirmek için dahi yaklaşık 1 milyar dolarlık yatırım gerekiyor.
Ancak lityum fiyatları 2022’den bu yana yüzde 80 oranında düştü; yatırımcılar bugün Avustralya gibi güvenli bölgelerde dahi yeni lityum arzına duyulan ihtiyacı sorguluyorlar. Bu durumda Ukrayna’ya yatırım yapmayı cazip kılacak ne gibi teşvikler sunulacak?
Trump’ın elektrikli araçlara karşı sabırsız tutumu
Politika yapıcıların, tasarılarını hayata geçirmeden önce önemli bir hazırlık süreci geçirmek zorunda oldukları görülüyor. ABD ve Avrupa, bu cevherlerin herhangi bir jeopolitik fayda sağlamasından önce, onları satın alacak sanayileri inşa etmeli; aksi takdirde bu kaynakların Çin’e yönelmesi riski ortaya çıkacak.
Fakat ABD’nin yenilenebilir enerji konusundaki mevcut yönelimi bu durumu biraz sekteye uğratıyor. Trump, Biden’ın elektrikli araçlara ve temiz enerjiye yönelik sübvansiyonlarını kaldırma taahhüdünde bulunmuştu; oysa bu sübvansiyonlar, Batı’da batarya fabrikaları ve temiz enerji tedarik zincirlerini oluşturmak için gerekli olan talep desteğini sağlıyordu.
Sonuç olarak Çin, arz ve talep üzerindeki hakimiyeti sayesinde bu madenlerin birçoğunun fiyatlarını hala etkin bir şekilde kontrol edebiliyor. En büyük maden tüketicisi olarak, Çin’in iç politikaları fiyatları doğrudan etkileyebilir. Ayrıca işlenmiş cevherlerin büyük bir tedarikçisi olarak piyasaları arz fazlası ile doldurma kapasitesine de sahip.
Elbette Pekin’in arkasına yaslanıp Batı dünyasını sessizce izlemesi beklenemez; zira yüksek teknoloji ürünleri üretiminde dünyaya liderlik etmek, Çin’in temel küresel stratejilerinden biri.
Trump’ın madenlere yönelik yaklaşımı, Çin’in uzun süredir dünyayı nasıl gördüğünü de yansıtıyor: Pekin, 2000’lerin başından ortalarına kadar, kaynak karşılığında kredi anlaşmaları yapma stratejisini öncülüğünü yaparak dirençli tedarik zincirleri oluşturmayı hedeflemişti.
Ancak ortada duran en büyük soru, ABD’nin jeopolitik hedeflerine ulaşmada özel sermayeyi nasıl dahil edeceğidir: Ukrayna’ya yatırım yapmaları için özel şirketlerin çok daha fazla desteklenmesi gerekecek.
Mevcut anlaşmada yer alan ve ABD’nin “istikrarlı ve ekonomik olarak müreffeh bir Ukrayna’nın geliştirilmesine yönelik uzun vadeli mali taahhüdü”nü sürdürdüğüne dair ifadeler yeterli olmayacaktır.
Örneğin, ABD Uluslararası Kalkınma Finans Kurumu’nun bahsi geçen projelere yatırım desteği sağlaması gerekecektir.
Avrupa da madencilik projelerinin finansmanına katkıda bulunmalıdır. Temmuz 2021’de Ukrayna ve AB, Hammaddelerde Stratejik Ortaklık Memorandumu’nu imzaladı. Fakat Avrupa, ABD’nin bu hafta imzaladığı anlaşmaya dahil edilmedi.
Ancak, Ukrayna’nın gelecekteki cevher gelirlerinden pay almak için bir anlaşma imzalamak, ABD’yi veya şirketlerini bu cevherlerin küresel piyasalardaki dalgalanmalarından korumaz ve yine Çin ile rekabet konusunda zafer garantisi vermez.
Trump’ın şekillendirdiği bu yeni dönemde, ABD’nin, bu hafta imzalanacak anlaşmanın mürekkebi kurumadan, stratejisini kararlılıkla hayata geçirebilecek direnç ve sürekliliği sağlaması gerekiyor.

Rusya ordusu, Zaporojye’de taarruza geçti

Putin, ateşkes süresince Ukrayna’ya silah sevkiyatının durdurulmasını talep ediyor

Alman Dış İlişkiler Konseyi: Avrupa savunmasını ABD’den bağımsızlaştırmalıyız

Endonezya hisse senetleri %7’den fazla düştü; işlemler durduruldu

Gazprom, merkez ofis personelinin yarısını işten çıkarmayı planlıyor
Çok Okunanlar
-
AVRUPA6 gün önce
Volkswagen’e ‘sosisli’ müjdesi: Şirketin en popüler ürünü oldu
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Suriye’nin sahil bölgesinde katliam nasıl başladı?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
ABD-Rusya ilişkilerindeki büyük tersine dönüş ve Çin’in diplomatik seçimi
-
GÖRÜŞ2 gün önce
Sosyalizmin yeni dünya-sistemindeki yeri – 1
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
AB’de silahlanma çılgınlığı
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Trump yoktan para yaratabilir mi?
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Trump gümrük vergilerini uygulayamıyor
-
ASYA1 hafta önce
Çinli yatırımcılar Elon Musk’ın şirketlerinden özel olarak hisse alıyor