Bizi Takip Edin

Dünya Basını

Modi’nin İsrail-Hamas çatışmasına yanıtı neden bu kadar ‘net’ oldu?

Yayınlanma

Rusya-Ukrayna konusunda ABD ve Avrupa’nın tüm baskısına rağmen, Moskova’ya yönelik yaptırımlara katılmayan ve nispeten ‘tarafsız’ bir politika izlemeye çalışan Hindistan Başbakanı Modi’nin, İsrail-Hamas çatışması karşısında Tel Aviv’den yana takındığı ‘net’ tutum Batı’nın dikkatini çekti.

Modi, İsrail’e yönelik Hamas saldırısını ‘terör saldırısı’ olarak nitelendirerek kınadı ve İsrail’e tam desteğini açıkladı. Peki, Filistin Bağımsızlık Hareketi’ni tanıyan Arap olmayan ve Filistin’de büyükelçilik açan ilk devlet olan Hindistan’ın pozisyonu neden değişti?

Aşağıda çevirisini verdiğimiz Foreign Policy makalesi diplomasi ve iç siyaset açısından bu soruya yanıt vermeye çalışmış.

Makalede üzerinde daha az durulan ve Hindistan-İsrail yakınlaşmasının en önemli unsurlarından biri olan ‘silah satışı’nı özellikle vurgulamakta fayda var.

İsrail, Batı’nın aksine Yeni Delhi’nin nükleer denemelerini izleyen yıllarda (90’ların sonu) Hindistan’a silah satışını artırarak devam ettiriyor. Hindistan ordusu askeri modernizasyonu için İsrail’den yüklü miktarlarda malzeme satın alıyor. İki ülke, ortak insansız hava araçları, radar ve iletişim sistemleri üretimi gibi pek çok askeri alanda işbirliği yürütüyor. Aynı Hindistan-Rusya ilişkileri gibi, Hindistan-İsrail ilişkilerinin de en önemli ayağını ‘savunma işbirliği’ oluşturuyor…

Modi’nin İsrail-Gazze Savaşı Hakkındaki Yorumları Değişimin Sinyali

Foreign Policy, Sumit Ganguly

12.10.2023

İsrail ile dayanışma içinde olduğunu açıkça ifade eden Hindistan, Filistinlilere yönelik uzun süredir devam eden yaklaşımından uzaklaşıyor.

1947 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, Filistin devletinin yanı sıra İsrail devletinin kurulmasını öneren bir kararı kabul ettiğinde, bağımsızlığını yeni kazanmış olan Hindistan ret oyu kullandı. Dönemin Başbakanı Jawaharlal Nehru, Mahatma Gandhi ve diğer Hint milliyetçileri Yahudi davasına sempati duyuyorlardı, ancak İngiliz mandası altındaki Filistin’in bölünmesine karşı çıktılar ve Yahudiler için azınlık dini haklarının garanti altına alındığı federal bir düzenlemeyi savundular. Onlara göre bir Yahudi devletinin kurulması bölgenin Arap sakinlerini haklarından mahrum bırakacaktı.

Pragmatik düşünceler de Hintli yetkililerin tutumunu şekillendirdi. Kendi sınırları içinde önemli bir Müslüman nüfusa sahip olan Hindistan, onların duygularını görmezden gelemezdi. İsrail’e yönelik bir yakınlaşma yeni devletin kırılgan meşruiyeti üzerinde olumsuz etkiler yaratabilir, özellikle de Hindistan’ın bölünmesi travmasını yeni yaşamış olan Hintli Müslümanlar arasında kargaşa yaratabilirdi. O dönemde Hindistan aynı zamanda kendisini sömürgeciliğe karşı bir sancaktar olarak sunmak ve Pakistan’ın da kur yaptığı yeni sömürgesizleşmiş Arap devletleriyle dayanışma içinde olduğunu göstermek istiyordu.

Hindistan 1950 yılında İsrail devletini resmen tanıdı ve 1953 yılında bu ülkenin Mumbai’de bir konsolosluk açmasına izin verdi. Soğuk Savaş’ın büyük bölümünde Hindistan-İsrail temasları sınırlı kaldı; Yeni Delhi hala Arap dünyasını yabancılaştırmaktan kaçınmak istiyor ve ülkedeki Müslüman nüfusu yatıştırmaya çalışıyordu. Hindistan ancak 1992 yılında İsrail’i tam diplomatik olarak tanıdı ve Yeni Delhi’de İsrail Büyükelçiliği açıldı. Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve İsrail ile Filistinliler arasında yakınlaşmayı amaçlayan Oslo Anlaşmaları’nın yaklaşmasıyla birlikte Hindistan, İsrail’i güvenli bir mesafede tutma politikasına son vermeyi tercih etti.

Aynı zamanda Hindistan Filistin’e güçlü desteğini sürdürdü. Hindistan 1974 yılında FKÖ’yü “Filistin halkının tek ve meşru temsilcisi” olarak tanıyan ilk Arap olmayan ülke oldu ve ertesi yıl Yeni Delhi’de bir FKÖ ofisi açıldı. Hindistan, 1988 yılında ilan edilen Filistin devletini tanıyan ilk Arap olmayan ülke oldu. Hindistan ve İsrail’in ilişkilerini normalleştirmesinin ardından yapılan çok taraflı oylamalarda Hindistan, Filistin’in Birleşmiş Milletler’e tam üyelik başvurusunu desteklemek de dahil olmak üzere sürekli olarak Filistin’in yanında yer aldı.

Hamas’ın hafta sonu Gazze’den İsrail’e karşı çok yönlü bir saldırı başlatmasının ardından Hindistan Başbakanı Narendra Modi, oldukça uygun bir şekilde, Hamas’ın ‘korkunç eylemlerini’ sert bir şekilde kınadı. Ancak şu ana kadar Gazze’de mahsur kalan Filistinlilerin içinde bulundukları vahim durumla ilgili hiçbir kaygı dile getirmedi. “Bu zor zamanda İsrail ile dayanışma içindeyiz,” diye yazdı. “Düşüncelerimiz ve dualarımız masum kurbanlar ve aileleriyle birlikte.” Modi, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu ile görüştükten sonra, “Hindistan, terörizmi tüm biçimleri ve tezahürleriyle güçlü ve kesin bir şekilde kınamaktadır” diye ekledi. Her iki açıklamada da Gazze’deki insanlara selam verilmedi.

Hamas saldırılarından beş gün sonra Hindistan Dışişleri Bakanlığı savaşla ilgili ilk resmi açıklamasını yayınladı. Bakanlık Sözcüsü Arindam Bagchi haftalık brifingde sorulara verdiği yanıtta “uluslararası insancıl hukuka uymanın evrensel bir yükümlülük” olduğunu ve terörizmle mücadelenin de küresel bir sorumluluk olduğunu söyledi. Bagchi ayrıca Hindistan’ın İsrail-Filistin çatışması konusundaki tutumunu yineleyerek “İsrail ile barış içinde, yan yana, güvenli ve tanınmış sınırlar içinde yaşayan egemen, bağımsız ve yaşayabilir bir Filistin devleti” için “doğrudan müzakereler” çağrısında bulundu.

Modi’nin ilk tepkisi, kendisi ve Bharatiya Janata Partisi’nin (BJP) 2014 yılında iktidara gelmesinden bu yana, Modi’nin Temmuz 2017’de Tel Aviv’e yaptığı benzeri görülmemiş ziyaret de dahil olmak üzere, Hindistan’ın İsrail’e yönelik bir dizi kamuoyu girişiminin ardından geldi. Modi, dünya liderlerinin İsrail’e yaptığı önceki bakan ziyaretlerinin çoğunda uygulanan protokolü ihlal ederek Batı Şeria’daki Filistin Yönetimi’nin fiili başkenti Ramallah’a uğramadı. Netanyahu bu ziyarete Ocak 2018’de karşılık verdi. Modi yönetiminde ilişkilerin aleni bir şekilde artması, Hindistan Ulusal Kongresi partisi yönetimindeki hükümetlerin İsrail’e karşı benimsediği daha ihtiyatlı yaklaşımla tezat teşkil ediyordu. Önceki BJP hükümetleri bile 1998-2004 yılları arasında görevdeyken İsrail’i bu kadar cesurca kucaklamamıştı.

Modi hükümetinin İsrail ile ilişkilerini Yeni Delhi’deki önceki hükümetlere kıyasla daha aleni bir şekilde yürüttüğüne şüphe yok. Bununla birlikte, yıllarca Filistin Yönetimi’ne olan desteğini de düzenli olarak ortaya koydu. Modi’nin 2017’de İsrail’e yaptığı tarihi ziyaretten önce Hintli lider Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ı Yeni Delhi’ye davet etti – muhtemelen ülke içindeki eleştirileri savuşturmak amacıyla. Bu ziyaret sırasında Hindistan geleneksel tutumunu yineleyerek iki devletli çözümü destekledi ve “İsrail ile barış içinde bir arada yaşayan egemen, bağımsız, birleşik bir Filistin” çağrısında bulundu.

Hindistan Birleşmiş Milletler’de de Filistin davasına verdiği destekten vazgeçmedi. Aralık 2017’de, Netanyahu Yeni Delhi’yi ziyaret etmeden hemen önce Hindistan, dönemin ABD Başkanı Donald Trump’ın Kudüs’ü tek taraflı olarak İsrail’in başkenti ilan etmesine karşı BM Genel Kurulu’nda yapılan oylamayı destekledi. Bir yıl sonra Hindistan, İrlanda’nın sunduğu, “Orta Doğu’da kapsamlı, adil ve kalıcı bir barış” çağrısında bulunan ve İsrail’in Filistin topraklarını işgalini kınayan bağlayıcı olmayan bir BM kararını destekledi. Modi yönetimindeki Hindistan ayrıca BM Yakın Doğu’daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı’na yaptığı katkıyı da artırdı.

Mayıs 2021’de – haftalarca süren gösteriler ve protestocular, İsrailli yerleşimciler ve İsrail polisi arasında artan gerilimin ardından – Kudüs’teki El Aksa Camii yerleşkesinde şiddet patlak verdi. Hamas ve diğer Filistinli militan gruplar İsrail topraklarına yüzlerce roket fırlattı ve İsrail de Gazze’ye hava saldırılarıyla karşılık vererek en az 260 Filistinlinin ölümüne neden oldu. Hindistan’ın krize tepkisi nüanslı oldu: Hem Hamas’ı hem de İsrail’i şiddetin tırmanmasından dolayı kınadı. Bu tepki Hindistan’ın Filistin davasından vazgeçmeden İsrail ile bağlarını derinleştirme çabasını yansıtıyordu ki bu da Yeni Delhi’nin İsrail-Hamas savaşına kadar sürdürebildiği ustaca bir diplomatik stratejiydi.

Peki Hindistan’ın İsrail-Filistin çatışmasına yönelik tutumundaki bu görünüşte dramatik değişimi açıklayan nedir? Birkaç faktörün hesaplamaları şekillendirdiği görülüyor. Birincisi, Hindistan gelecek yıl bir ulusal seçimle karşı karşıya. BJP, tüm pratik amaçlar için Müslüman oylarını bir kenara bırakarak, Hindistan’ın Müslüman nüfusunun endişelerine cevap vermeyen kesin bir duruş sergileme konusunda elini serbest bıraktı. Dahası, bazı Hintli Müslümanlar İsrail-Hamas savaşının ardından Filistin davasına sempati duyduklarını ifade etmiş olsalar da Hamas’a özel bir sevgi beslemiyorlar.

İkincisi, Hindistan uzun zamandır Pakistan topraklarında faaliyet gösteren İslamcı militanların terör saldırılarını savuşturuyor. Hamas saldırılarına karşı tavizsiz bir duruş benimsemek sadece kendi iç seçmenlerine iyi gelmekle kalmıyor, aynı zamanda İslamabad’a zımni bir mesaj gönderiyor: Yeni Delhi’nin terörizme karşı daha sert bir yaklaşım sergileyeceği. Modi daha önce Hindistan’ın Pakistan yönetimindeki Keşmir’deki militan üslerine yönelik cerrahi saldırılarını İsrail’in yabancı topraklardaki militanlara yönelik gizli operasyonlarıyla karşılaştırmış ve İsrail’in askeri gücünün taklit edilmeye değer bir şey olduğunu ima etmişti.

Hindistan’ın Mısır’dan Suudi Arabistan’a bir dizi önemli Arap devletinin Hamas’a tam destek vermemesini dikkate almış olması da mümkündür. En iyi ihtimalle, İsrail’in eylemlerine yönelik küçük kınamalar yayınlarken düşmanlıkların daha da tırmanmasından kaçınma çağrısında bulundular. Önceki krizlerin aksine, Hamas saldırdığında çeşitli Arap devletleri İsrail ile ilişkilerini normalleştirmiş ya da normalleştirme sürecindeydi. Bazı Arap ülkelerinin bu temkinli tepkisi, özellikle Körfez İşbirliği Konseyi ülkeleriyle artan ticari ve stratejik ilişkileri söz konusu olduğunda Yeni Delhi’ye bir miktar diplomatik hareket alanı sağlıyor.

Son olarak, Hindistan’ın Hamas’ı açıkça kınaması, ABD’nin kritik bir müttefikini desteklemeye istekli olduğu konusunda ABD’ye bir sinyal olabilir. Kamuoyuna açık bu tutum, Biden yönetiminin Hindistan’ın Rusya’nın Ukrayna’daki savaşına ilişkin tereddütlü duruşu konusundaki endişelerini giderebilir. Biden yönetimi Yeni Delhi’yi sert bir şekilde eleştirmeksizin Hindistan’ın Moskova’nın işgalini kınamamasından duyduğu hayal kırıklığını dile getirmişti.

Modi’nin bu krizde İsrail’e yönelmesi, özellikle Yeni Delhi’nin Orta Doğu’da siyasi ve ekonomik manzaranın değiştiğini düşündüğü şu günlerde, Hindistan’ın dış politikasının artan iddiasının bir başka göstergesi. Bu da ileriye dönük soruları gündeme getiriyor. Bu hafta Hamas’ı kınayan Hindistan, Arap dünyası ile diplomatik ilişkilerini nasıl müzakere edecek? Muhtemel göründüğü üzere çatışmalar tırmanırsa Yeni Delhi tutumundan geri adım atacak mı? Hindistan’ın Modi’nin ikinci döneminde dış politikasının geri kalanına paralel olarak önemli Arap devletlerinden ipuçları alması muhtemel. Yeni Delhi’nin tek yol gösterici ilkesi, Ukrayna’yı işgalinin ardından Rusya’ya yönelik yaklaşımında da görüldüğü üzere, acımasız bir pragmatizm gibi görünüyor.

Şu anda artan ticaret, güvenlik ve savunma işbirliğinin yanı sıra ortak altyapı projelerini de kapsayan Hindistan-İsrail ilişkilerinin kapsamı ve Modi’nin Netanyahu’ya olan kişisel yakınlığı göz önüne alındığında, Hindistan’ın önemli bağlara sahip olduğu Arap devletlerinin baskısı olmadan İsrail-Gazze savaşı konusunda daha nüanslı bir tutum benimsemesi pek olası değil. Hindistan’ın terörizmi kınarken Filistin davasını savunmaya devam ettiği günler geride kalmış görünüyor. Bu değişim pek çok açıdan Modi döneminde başlayan diplomatik sürecin mantıksal bir sonucudur. Yeni Delhi’de yeni bir hükümet işbaşına gelmediği sürece bu sürecin geri dönmesi pek mümkün görünmüyor.

Dünya Basını

ABD ve İsrail, UAEA’yı nasıl ele geçirdi?

Yayınlanma

Editörün notu: Medea Benjamin ve Nicolas J.S. Davies, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi’nin, ABD ve İsrail ile işbirliği yaparak, ajansın İran’ın aktif bir nükleer silah programı olmadığı yönündeki kendi bulgularına rağmen İran’a karşı bir savaş bahanesi yaratmak için kurumu manipüle ettiğini anımsatıyor. Bu durum, İsrail’in askeri saldırılar için hazırlandığı bir dönemde, eski ve potansiyel olarak uydurma İsrail istihbaratına dayanan tartışmalı bir UAEA kararının zayıf bir çoğunlukla geçirilmesiyle sağlandı. Yazarlar, Grossi’nin eylemlerini, benzer baskılara direnen selefi Muhammed el-Baradey’in dürüstlüğüyle karşılaştırıyor ve Grossi’nin bu tutumunun onu hem mevcut görevi hem de gelecekteki BM Genel Sekreterliği gibi pozisyonlar için uygunsuz kıldığına işaret ediyor.


ABD ve İsrail, UAEA’yı ele geçirip İran’a savaş başlatmak için Rafael Grossi’yi nasıl kullandı?

Medea Benjamin, Nicolas J.S. Davies
Common Dreams
23 Haziran 2025

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi, kendi kurumunun İran’ın nükleer silah programı olmadığı yönündeki sonucuna rağmen, ajansının ABD ve UAEA kurallarını uzun süredir ihlal eden ve nükleer silah sahibi olduğunu beyan etmemiş bir devlet olan İsrail tarafından İran’a karşı savaş bahanesi üretmek için kullanılmasına izin verdi.

12 Haziran’da, Grossi’nin hazırladığı ezici rapora dayanarak, UAEA Yönetim Kurulu’nun zayıf bir çoğunluğu, İran’ın bir UAEA üyesi olarak yükümlülüklerine uymadığı yönünde bir karar aldı. 35 ülkeden oluşan Kurul’da sadece 19 ülke karar lehine oy kullanırken, 3 ülke karşı oy kullandı, 11’i çekimser kaldı ve 2’si oylamaya katılmadı.

Amerika Birleşik Devletleri, 10 Haziran’da sekiz yönetim kurulu üyesi hükümetle temasa geçerek onları ya karar lehine oy kullanmaya ya da oylamaya katılmamaya ikna etti. İsrailli yetkililer, ABD’nin UAEA kararı için yaptığı baskıyı, İsrail’in savaş planlarına yönelik önemli bir ABD desteği sinyali olarak gördüklerini söyledi. Bu durum, İsrail’in savaş için diplomatik bir kılıf olarak UAEA kararına ne kadar değer verdiğini ortaya koyuyordu.

UAEA yönetim kurulu toplantısı, Başkan Trump’ın İran’a yeni bir nükleer anlaşma müzakere etmesi için verdiği 60 günlük ültimatomun son gününe denk getirildi. UAEA kurulu oy kullanırken bile İsrail, İran’a yapılacak uzun uçuş için savaş uçaklarına silah, yakıt ve ilave yakıt tankları yüklüyor ve pilotlarına hedefleri hakkında brifing veriyordu. İlk İsrail hava saldırıları o gece saat 03.00’te İran’ı vurdu.

İran, 20 Haziran’da Genel Direktör Grossi’yi, hem kamuoyuna yaptığı açıklamalarda İsrail’in İran’a yönelik tehditlerinin ve güç kullanımının yasa dışı olduğuna değinmeyerek hem de sadece İran’ın sözde ihlallerine odaklanarak kurumunun tarafsızlığını zedelediği gerekçesiyle BM Genel Sekreteri ve BM Güvenlik Konseyi’ne resmi şikâyette bulundu.

Bu karara yol açan UAEA soruşturmasının kaynağı, İsrail’in 2018’de ajanlarının İran’da daha önce açıklanmamış ve 2003’ten önce uranyum zenginleştirme faaliyeti yürüttüğü üç tesisi tespit ettiğini iddia ettiği bir istihbarat raporuydu. Grossi 2019’da bir soruşturma başlattı ve UAEA sonunda bu tesislere erişim sağlayarak zenginleştirilmiş uranyum izleri tespit etti.

Eylemlerinin vahim sonuçlarına rağmen Grossi, İranlı yetkililerin öne sürdüğü gibi, İsrail’in Mossad istihbarat teşkilatının veya Halkın Mücahitleri Örgütü (HMÖ) gibi İranlı işbirlikçilerinin bu zenginleştirilmiş uranyumu o tesislere kendilerinin yerleştirmediğinden UAEA’nın nasıl emin olabildiğini kamuoyuna hiçbir zaman açıklamadı.

Bu savaşı tetikleyen UAEA kararı yalnızca İran’ın 2003 öncesi zenginleştirme faaliyetleriyle ilgili olsa da, ABD’li ve İsrailli siyasetçiler hızla İran’ın nükleer silah yapmanın eşiğinde olduğuna dair asılsız iddialara yöneldi. ABD istihbarat teşkilatları daha önce, İsrail ve ABD’nin İran’ın mevcut sivil nükleer tesislerini bombalamaya ve tahrip etmeye başlamasından önce bile, böylesine karmaşık bir sürecin üç yıla kadar süreceğini bildirmişti.

UAEA’nın İran’daki bildirilmemiş nükleer faaliyetlere ilişkin önceki soruşturmaları, Aralık 2015’te UAEA Genel Direktörü Yukiya Amano’nun İran’ın Nükleer Programına İlişkin Geçmişteki ve Günümüzdeki Çözümlenmemiş Konular Hakkında Nihai Değerlendirme başlıklı raporunu yayımlamasıyla resmen tamamlanmıştı.

UAEA, İran’ın geçmişteki bazı faaliyetlerinin nükleer silahlarla ilgili olabileceğini, ancak bunların “fizibilite ve bilimsel çalışmaların, belirli ilgili teknik yetkinliklerin ve kabiliyetlerin edinilmesinin ötesine geçmediğini” değerlendirdi. UAEA, “İran’ın nükleer programının olası askeri boyutlarıyla bağlantılı olarak nükleer materyalin başka amaçla kullanıldığına dair hiçbir güvenilir belirti bulamamıştır,” sonucuna vardı.

Yukiya Amano’nun 2019’da görev süresi dolmadan hayatını kaybetmesi üzerine Arjantinli diplomat Rafael Grossi, UAEA Genel Direktörlüğü’ne atandı. Grossi, Amano döneminde Genel Direktör Yardımcısı ve ondan önce de Genel Direktör Muhammed el-Baradey döneminde Özel Kalem Müdürü olarak görev yapmıştı.

İsraillilerin, İran’ın nükleer faaliyetleri hakkında sahte deliller uydurma konusunda uzun bir geçmişi var. Tıpkı 2004’te HMÖ tarafından CIA’e verilen ve Mossad tarafından yaratıldığına inanılan kötü şöhretli “dizüstü bilgisayar belgeleri” gibi. 2009’da Senato Dış İlişkiler Komisyonu için İran’ın nükleer programı hakkında bir rapor yazan Douglas Frantz, Mossad’ın 2003’te “İran içinden ve başka yerlerden gelen belgeleri” kullanarak İran’ın nükleer programı hakkında gizli brifingler vermek üzere özel bir birim kurduğunu ortaya çıkardı.

Yine de Grossi, İsrail’in son iddialarını takip etmek için onlarla işbirliği yaptı. İsrail’de birkaç yıl süren toplantılar, İran’da ise müzakereler ve denetimlerin ardından UAEA Yönetim Kurulu’na raporunu yazdı ve kurul toplantısını İsrail’in savaşı için planlanan başlangıç tarihine denk gelecek şekilde planladı.

İsrail, son savaş hazırlıklarını, kararı hazırlayan ve lehte oy kullanan Batılı ülkelerin uydularının ve istihbarat teşkilatlarının gözü önünde yaptı. 13 ülkenin çekimser kalması veya oy kullanmaması şaşırtıcı değil, ancak daha fazla tarafsız ülkenin bu sinsi karara karşı oy kullanacak bilgeliği ve cesareti bulamaması trajik.

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) resmi amacı, “nükleer teknolojilerin güvenli, emniyetli ve barışçıl kullanımını teşvik etmek.” 1965’ten bu yana 180 üye ülkenin tamamı, nükleer programlarının “herhangi bir askeri amacı ilerletecek şekilde kullanılmamasını” sağlamak için UAEA’nın güvenlik denetimlerine tabi.

UAEA’nın çalışmaları, halihazırda nükleer silahlara sahip ülkelerle uğraşırken bariz bir şekilde tehlikeye giriyor. Kuzey Kore 1994’te UAEA’dan, 2009’da ise tüm güvenlik denetimlerinden çekildi. Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, Birleşik Krallık, Fransa ve Çin’in UAEA ile olan güvenlik denetimi anlaşmaları, yalnızca “seçilmiş” askeri olmayan tesisler için yapılan “gönüllü tekliflere” dayanıyor. Hindistan’ın askeri ve sivil nükleer programlarını ayrı tutmasını gerektiren 2009 tarihli bir güvenlik denetimi anlaşması bulunurken, Pakistan’ın ise yalnızca sivil nükleer projeler için 10 ayrı güvenlik denetimi anlaşması var; bunlardan sonuncusu, Çin yapımı iki elektrik santralini kapsamak üzere 2017’de yapıldı.

Ancak İsrail’in, ABD ile 1955’te imzaladığı sivil nükleer işbirliği anlaşması için yalnızca 1975 tarihli sınırlı bir güvenlik denetimi anlaşması bulunuyor. 1977’de yapılan bir ek, kapsadığı ABD ile işbirliği anlaşması dört gün sonra sona ermesine rağmen, UAEA güvenlik denetimi anlaşmasını süresiz olarak uzattı. Dolayısıyla, ABD ve UAEA’nın yarım asırdır göz yumduğu bu uyum parodisi sayesinde İsrail, tıpkı Kuzey Kore gibi UAEA güvenlik denetimlerinden etkili bir şekilde kaçtı.

İsrail, 1950’lerde Fransa, İngiltere ve Arjantin dahil Batılı ülkelerden aldığı önemli yardımlarla nükleer silah üzerinde çalışmaya başladı ve ilk silahlarını 1966 veya 1967’de üretti. İran’ın 2015’te Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) nükleer anlaşmasını imzaladığı sırada, eski Dışişleri Bakanı Colin Powell sızdırılan bir e-postada, “İsrail’in hepsi Tahran’a hedeflenmiş 200 nükleer silahı olduğu için” bir nükleer silahın İran için işe yaramaz olacağını yazmıştı. Powell, eski İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın, “Nükleer silahla ne yapardık ki? Cilalar mıydık?” diye sorduğunu aktarmıştı.

2003’te Powell, BM Güvenlik Konseyi’nde Irak’a savaş açmak için bir gerekçe sunmaya çalışıp başarısız olurken, Başkan Bush, İran, Irak ve Kuzey Kore’yi “kitle imha silahları” peşinde oldukları iddiasına dayanarak “şer ekseni” olarak karaladı. Mısırlı UAEA Direktörü Muhammed el-Baradey, Güvenlik Konseyi’ne defalarca UAEA’nın Irak’ın nükleer silah geliştirdiğine dair hiçbir kanıt bulamadığını temin etti.

CIA, tıpkı İsrail’in 1960’larda Arjantin’den gizlice ithal ettiği gibi, Irak’ın Nijer’den sarı kek uranyum ithal ettiğini gösteren bir belge ortaya çıkardığında, UAEA’nın belgenin sahte olduğunu anlaması sadece birkaç saat sürdü ve el-Baradey bunu derhal Güvenlik Konseyi’ne bildirdi.

Bush, Nijer’den gelen sarı kek yalanını ve Irak hakkındaki diğer bariz yalanları tekrarlamaya devam etti ve ABD, onun yalanlarına dayanarak Irak’ı işgal edip yok etti. Bu, tarihi boyutlarda bir savaş suçuydu. Dünyanın çoğu, el-Baradey ve UAEA’nın başından beri haklı olduğunu biliyordu ve 2005’te, Bush’un yalanlarını ortaya çıkardıkları, güç odaklarına karşı gerçeği söyledikleri ve nükleer silahların yayılmasının önlenmesini güçlendirdikleri için Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldüler.

2007’de, 16 ABD istihbarat teşkilatının tamamı tarafından hazırlanan bir Ulusal İstihbarat Değerlendirmesi (NIE), UAEA’nın, Irak gibi İran’ın da nükleer silah programı olmadığı yönündeki bulgusunu teyit etti. Bush’un anılarında yazdığı üzere, “… NIE’den sonra, istihbarat camiasının aktif bir nükleer silah programı olmadığını söylediği bir ülkenin nükleer tesislerini yok etmek için orduyu kullanmayı nasıl açıklayabilirdim ki?” Bush bile aynı yalanları geri dönüştürerek İran’ı da Irak gibi yok etmekten sıyrılabileceğine inanamıyordu ve Trump şimdi bunu yaparak ateşle oynuyor.

El-Baradey, kendi anı kitabı Aldatma Çağı: Hain Zamanlarda Nükleer Diplomasi‘de, eğer İran nükleer silahlar üzerine bir ön araştırma yaptıysa, bunun muhtemelen 1980’lerdeki İran-Irak Savaşı sırasında, ABD ve müttefiklerinin Irak’a 100 bin kadar İranlıyı öldüren kimyasal silahlar üretmesine yardım ettikten sonra başladığını yazdı.

ABD’nin Soğuk Savaş sonrası dış politikasına hâkim olan yeni muhafazakârlar (neocon’lar), Nobel ödüllü el-Baradey’i dünya çapındaki rejim değişikliği emellerine bir engel olarak gördüler ve 2009’da görev süresi dolduğunda daha uysal yeni bir UAEA Genel Direktörü bulmak için gizli bir kampanya yürüttüler.

Japon diplomat Yukiya Amano yeni Genel Direktör olarak atandıktan sonra, Wikileaks tarafından yayımlanan ABD diplomatik yazışmaları, onun ABD’li diplomatlar tarafından kapsamlı bir şekilde incelendiğinin ayrıntılarını ortaya çıkardı. Diplomatlar Washington’a, Amano’nun “üst düzey personel atamalarından İran’ın iddia edilen nükleer silah programının ele alınışına kadar her kilit stratejik kararda kesin olarak ABD’nin tarafında olduğunu” bildirmişlerdi.

Rafael Grossi, 2019’da UAEA Genel Direktörü olduktan sonra, sadece UAEA’nın ABD ve Batı çıkarlarına boyun eğmesini ve İsrail’in nükleer silahlarını görmezden gelme pratiğini sürdürmekle kalmadı, aynı zamanda UAEA’nın İsrail’in İran’a karşı savaş yürüyüşünde kritik bir rol oynamasını sağladı.

Grossi, kamuoyunda İran’ın nükleer silah programı olmadığını ve Batı’nın İran hakkındaki endişelerini çözmenin tek yolunun diplomasi olduğunu kabul ederken bile, UAEA’nın İran’ın geçmiş faaliyetlerine ilişkin soruşturmasını yeniden açarak İsrail’in savaş sahnesini hazırlamasına yardım etti. Ardından, tam da İsrail savaş uçaklarına İran’ı bombalamak için silahların yüklendiği gün, UAEA Yönetim Kurulu’nun İsrail ve ABD’ye istedikleri savaş bahanesini verecek bir kararı geçirmesini sağladı.

UAEA Direktörü olarak son yılında Muhammed el-Baradey, Grossi’nin 2019’dan beri karşılaştığına benzer bir ikilemle yüzleşmişti. 2008’de, ABD ve İsrail istihbarat teşkilatları, UAEA’ya İran’ın dört farklı türde nükleer silah araştırması yürüttüğünü gösteren belgelerin kopyalarını vermişti.

2003’te Bush’un Nijer’den gelen sarı pasta belgesi açıkça sahteyken, UAEA İsrail belgelerinin gerçek olup olmadığını tespit edemedi. Bu yüzden el-Baradey, önemli siyasi baskılara rağmen bu belgeler üzerinde işlem yapmayı veya bunları kamuoyuna açıklamayı reddetti. Zira Aldatma Çağı‘nda yazdığı gibi, ABD ve İsrail’in “İran’ın yakın bir tehdit oluşturduğu izlenimini yaratmak, belki de güç kullanımına zemin hazırlamak istediklerini” biliyordu. El-Baradey 2009’da emekli oldu ve bu iddialar, 2015’te Yukiya Amano tarafından çözülmek üzere geride bıraktığı “çözümlenmemiş konular” arasındaydı.

Eğer Rafael Grossi, Muhammed el-Baradey’in 2009’da gösterdiği aynı ihtiyat, tarafsızlık ve bilgeliği göstermiş olsaydı, bugün ABD ve İsrail’in İran’la savaşta olmaması kuvvetle muhtemeldi.

Muhammed el-Baradey, 17 Haziran 2025’te attığı bir tweette şöyle yazdı: “Müzakerelere değil de güce güvenmek, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’nı (NPT) ve nükleer silahların yayılmasını önleme rejimini (kusurlu da olsa) yok etmenin kesin bir yoludur ve pek çok ülkeye ‘nihai güvenliklerinin’ nükleer silah geliştirmek olduğu yönünde net bir mesaj gönderir!!!”

Grossi’nin UAEA Genel Direktörü olarak ABD-İsrail savaş planlarındaki rolüne rağmen, ya da belki de bu rolü yüzünden, 2026’da Antonio Guterres’in yerine BM Genel Sekreteri olacak Batı destekli bir aday olarak lanse edildi. Bu, dünya için bir felaket olurdu. Neyse ki, dünyayı Rafael Grossi’nin ABD ve İsrail’in içine sürüklemesine yardım ettiği krizden çıkaracak çok daha nitelikli adaylar var.

Rafael Grossi, nükleer silahların yayılmasının önlenmesini daha fazla baltalamadan ve dünyayı nükleer savaşa daha da yaklaştırmadan önce UAEA Direktörlüğü’nden istifa etmeli. Ayrıca BM Genel Sekreterliği adaylığından da adını çekmeli.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Sınıfsız modern para teorisi muhasebedir

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız, Steven D. Grumbine tarafından kaleme alınan metin, teknik terimlerin ve nötralize edilmiş kavramların egemenliğindeki iktisat yazınında, paranın sınıfsal doğasını ve politik işlevini görünür kılarak iktisadı “yeniden” siyasileştirme çağrısı yapıyor. Grumbine bu kısa makalesiyle, Modern Para Teorisi’nin devletin sınıfsal karakterinden soyutlanarak araçsallaştırılmasına karşı, parasal egemenliğin ancak ve ancak sınıf mücadeleleri içinden devrimci bir imkâna dönüşebileceğini anımsatarak, teknik iktisat jargonu ardına gizlenmiş sınıf savaşımını teşhir ediyor. Kemer sıkma politikalarının, işsizliğin ve enflasyon korkularının nesnel değil, ideolojik ve sınıfsal tercihlerle inşa edildiğini göstermesi bakımından, akademik nötralitenin ötesine geçen ve hâkim iktisat anlayışlarına doğrudan meydan okuyan bir nitelik taşıyor.


Sınıf Mücadelesinden Yoksun Modern Para Teorisi, Muhasebeden İbarettir

Steven D. Grumbine
Real Progressives
11 Haziran 2025
Çev. Leman Meral Ünal

Solun iktisat eğitimi uzun süredir iki ölümcül eksiklikten mustarip: Anaakım iktisadın kemer sıkma mitleri ile ortodoks Marksizmin meta-para fetişizmi. Pavlina Tcherneva’nın The Case for a Job Guarantee [İş Garantisi Savunusu] (2020) adlı çalışmasında gösterdiği üzere, hâkim sınıflar işsizliği, işçi gücünü ve ücretleri baskılamak amacıyla bir disiplin aracı olarak kasıtlı biçimde sürdürür, ki bu da, “kıtlığın” iktisadi bir zorunluluktan ziyade siyasal bir inşa olduğunun somut kanıtıdır. Öte yandan, Marx’ın siyasal iktisat eleştirisi (Kapital, Cilt 1, 1867) temel metin olmayı sürdürdüğü için, birçok sosyalist onun emek-değer kuramını yanlış biçimde uygulayarak parayı meta değişimiyle özdeşleştirmekte ve devlet tarafından yaratılan itibari paranın modern gerçekliğini göz ardı etmektedir. Bu kuramsal kargaşa, devrimci potansiyeli felce uğratmıştır.

Kapitalist devletin parasal egemenliği, Stephanie Kelton tarafından Deficit Myth [Bütçe Açığı Efsanesi] (2020) eserinde etraflıca açıklandığı gibi, kemer sıkma politikalarının sınıf savaşımından başka bir şey olmadığını ortaya koyar. Nitekim para basma yetkisine sahip hükümetler, mali değil, fiziksel kaynak kısıtlarıyla karşı karşıyadır (Mitchell, Wray & Watts, Makroekonomi, 2019). Wynne Godley’nin sektörel denge yaklaşımının (Seven Unsustainable Processes, 1999) matematiksel olarak kanıtladığı üzere, politikacılar trilyon dolarlık askeri bütçeleri onaylarken “evrensel sağlık hizmetini karşılayamayız” dediklerinde, muhasebe hatası yapmıyor, sınıf önceliklerini dayatıyorlar. “Ulusal borç” denilen şey ise, gerçekte egemen sınıfa aktarılan reel kaynakların finansal yansımasından ibaret.

Ne var ki, seçim illüzyonlarını doğru şekilde reddeden Marksistler arasında dahi tehlikeli iktisadi yanılgılar varlığını sürdürüyor. Soldaki enflasyon fobisi, sıklıkla Godley’nin temel öngörüsünü, yani fiyat istikrarının soyut para arzından değil, reel üretim ile talep arasındaki dengeden kaynaklandığı gerçeğini, göz ardı eder. Şili oligarşisi Allende’yi devirmek için kasıtlı olarak kıtlık yarattığında, Marx’ın veciz sözünü (“Modern devletin yürütme organı, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir”, Komünist Manifesto, 1848) teyit etmiş oldu. Randy Wray’ın Modern Money Theory [Modern Para Teorisi] (2015, 2024) eseri, itibari paranın değerini herhangi bir metaya bağlı olmaktan değil, devletin vergi toplama ve dayatma otoritesinden aldığını ortaya koyar, yine de bazı sosyalistler hâlâ altın standardını veya emek bonolarını savunmakta, mevcut parasal sistemi ele geçirmek yerine ütopyacılığa sığınmaktalar.

Tcherneva ile Mitchell & Muysken (Full Employment Abandoned, [Tam İstihdamın Terk Edilişi] 2008) tarafından geliştirilen İş Garantisi (JG) önerileri, kapitalizm altındaki reformun diyalektik doğasını açığa çıkarır: Mevcut sistem içinde uygulandığında, JG, basitçe ücret disiplinini dayatmanın bir aracına dönüşebilir [çünkü] ancak işçilerin denetimi altında, işsizler ordusu tamamen ortadan kaldırılabilir. Bu çelişki, MMT’nin tüm içgörülerinin belirleyici özelliğidir – yani bu içgörüler, yalnız ve yalnız sermayenin yapısal gücünü kıracak denli güçlü hareketlerin elinde devrimci bir niteliğe kavuşabilirler. Gramsci’nin kültürel hegemonya kuramı (Hapishane Defterleri, 1935), burjuvazinin kapitalist ilişkileri doğal ve kaçınılmaz göstermek yoluyla denetimi nasıl kurduğunu ve sürdürdüğünü açıklar.

Tarihin dersi açıktır. Wray’in belgelediği gibi, 1930’ların işyeri grevleri, politika belgeleriyle değil, Ulusal Çalışma İlişkileri Yasası imzalanana kadar fabrikaların fiziksel işgali yoluyla kazanılmıştır. Mitchell’in savaş sonrası tam istihdam üzerine yaptığı çalışmalar, tam istihdamın yalnızca militan ve mücadeleci sendikaların grev kapasitesini koruduğu sürece var olabileceğini kanıtlamıştır. Gramsci’nin kültürel hegemonya anlayışını ve Godley’nin sektörel denge analizini içselleştirmiş günümüzün finansallaşmış oligarşisi, artık çok daha rafine baskı biçimlerine başvuruyor: Algoritmik ücret gaspı, finans piyasasına endekslenmiş konut hakkı ve her yere sirayet eden borç köleliği. Kelton haklı, tüm toplumsal ihtiyaçlara yetecek para mevcut; Tcherneva ispatladı, işler derhal yaratılabilir; ve Marx haklıydı, sermaye ayrıcalığını asla gönüllü olarak terk etmeyecek.

Dolayısıyla görevimiz “MMT politikalarını uygulamak” değil, ürettiğimiz artık değeri denetleyebilecek işçi sınıfı gücünü inşa etmektir. Mitchell’in JG modelleri, ancak kendiliğinden grevlerle birleştiği bir durumda devrimci nitelik kazanır. Wray’ın parasal analizi yalnızca kredinin spekülasyondan toplumsal ihtiyaçlara yönlendirilmesi söz konusu olduğunda önem arz eder. Gramsci’nin öğrettiği gibi, hem anlık mücadelelerin “siperlerinde” (kira grevleri, borçların reddi) hem de ideolojinin “katedralinde” (paranın sınıfsal bir silah olarak teşhiri) eş zamanlı savaşmalıyız. Kelton’un bütçe açığı gerçekleri ile Marx’ın artık-değer kuramı tek bir talepte kesişiyor: Mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmek. Seçimlerle falan değil- 1917, 1936 ve 1968’de olduğu gibi sermayeyi tir tir titreten örgütlü bir güçle.

Para, işçilere karşı oynanan hileli bir oyunda burjuvazinin skor tablosudur. Tcherneva’nın JG planları, Godley’nin sektörel denge analizleri ve Wray’ın vergi temelli para teorisi, başka bir dünyanın teknik olarak mümkün olduğunu gösteriyor. Fakat Marx’ın dediği gibi, “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa asıl mesele onu değiştirmektir.” Değiştireceğiz: Grev hatlarımız onların polislerini sayıca aştığında, direnişlerimiz onların rezervlerini tükettiğinde ve dayanışmamız yeni bir kültürel hegemonya haline geldiğinde. Fabrikalar âtıl halde, işçiler hazır bekliyor; bizi engelleyen tek şey sermayenin şiddet tehdidi. O şiddeti tarihin çöplüğüne yollayalım.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Yayınlanma

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.

James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025

Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.

Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.

Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.

İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.

İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.

Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?

Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.

Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.

Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.

Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.

Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.

Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.

Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English