GÖRÜŞ
Netanyahu ve Neo-Con’lar için İran’ı vurmanın dayanılmaz cazibesi
Yayınlanma
Yazar
Ceyda Karan
Tüm dünya Ortadoğu’daki savaş sarmalının adeta rehinesi oldu. Hamas’ın 7 Ekim 2023’te ‘Aksa Tufanı operasyonu’ ile İsrail’e saldırarak fitilini ateşlediği savaş her yeri sarıyor. Gazze’de ve ardından Lübnan’da ağır yıkım ve büyük insani dram yaşanıyor. Bir yıl sonra İsrail, ‘Hamas’ı yok etmek ve rehinelerini kurtarmak’ hedeflerinden uzak görünüyor. Fakat ‘Direniş Ekseni’ liderliği ağır darbeler yedi. İsrail-İran sıcak savaşı eli kulağında. Biden yönetiminin retorikteki ‘itidal’ telkinlerinin aksine hamleleri eşliğinde ‘uçurumun eşiğine’ gelindi.
Gazze’yle destek için Lübnan ve Yemen’le genişleyen cephe karşısında İsrail yönetimi, tırmandırma inisiyatifiyle bodoslama gidiyor. İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, bir yıldır Gazze’de tüm ateşkes girişimlerinden sıyrıldı. Eski statükoya geri dönmemekte hep kararlı oldu. Ötesine geçti ve açılan üç cephenin arkasında gördüğü İran’ın üzerine gitti.
İran yönetimi; 1 Nisan’da Suriye başkenti Şam’da bulunan diplomatik misyonu vurduğunda, zamana yayılan bir füze ve İHA dalgasıyla kalibre edilmiş bir yanıt vermişti. Buna karşılık İsrail, 31 Temmuz’da Tahran’ın göbeğinde Hamas’ın siyasi bürosunun başı İsmail Haniye’yi ekarte etti. Son 2.5 ay ‘Direniş Cephesi’nin komuta kademesi ve liderliğinın ortadan kaldırıldığı bir dalgaya dönüştü.
NETANYAHU ‘GÖKTE ARADIĞINI YERDE BULMUŞKEN’…
Lübnan cephesi kızışırken, 17-18 Eylül’de Beyrut’ta Hizbullah’ın sipariş ettiği çağrı cihazları ve telsizlerin patlatıldığı istihbarat operasyonu geldi. 27 Eylül’de Beyrut’un güneyindeki Dahiye’de Hizbullah’ın Genel Sekreteri Hasan Nasrallah ile birlikte İran Devrim Muhafızları komutanı Abbas Nilfuruşan öldürüldü. İsraillilerin, Hizbullah füzelerinin baskısı altında kuzeydeki evlerine geri dönememelerinden hareketle, 2006 mağlubiyetinden beri neredeyse ‘tabu’ haline gelen Lübnan’ın güneyine adı ‘sınırlı’ diye konan yoklama niteliğindeki ‘kara harekatı’ başlatıldı. Darbe yiyen Hizbullah’ın karadan işgale direnemeyeceğinden hareketle ya Litani ırmağının ötesine ittirilmesi, başarılamazsa ‘geri kaçış seçeneği’ yaratacak şekilde…
Bu silsilede Netanyahu ‘gökte aradığını yerde buldu’. İsrail ordusu tam da Gazze’nin kuzeyini dümdüz etmeye odaklanmışken, Haniye’nin öldürülmesiyle 6 Ağustos’ta yerine getirilen Yahya Sinvar, güneyde Mısır sınırındaki Refah bölgesinde İsrail askerlerinin tesadüf eseri girdiği bir çatışmada öldürüldü. Böylece İsrail 7 Ekim saldırısının asıl mimarını imha etmiş oldu.
Sinvar, İsrail açısından çok işlevsel olan Gazze’deki muhbirlere infazlar eşliğinde Hamas içindeki gücünü konsolide etmiş karizmatik bir isim. İsrail aylardır kendisinin Katar’a kaçıp lüks içinde yaşadığı yahut tünellerde saklandığı ve etrafının rehinelerle çevrili olduğu iddiaları üzerinden psikolojik propaganda yapmaktaydı. Dolayısıyla Sinvar’ın kahramanca savaşırken öldüğünü de ispat eden bizzat İsrail ordusunun yayınladığı görüntüler, herkesi şaşırttı. Belki de kendilerinin de şaşkınlığından… Her koşuda Sinvar’ın bu kutsal davadaki ‘şehitlik’ mertebesinin pekiştiği bir esine dönüştürerek büyük siyasi hata yaptıkları aşikar.
Netanyahu ‘intikamını almış’ görünüyor. Ne ki 7 Ekim’de büyük aşağılanmaya uğramış İsrail ordu ve istihbaratının hamleleri eşliğinde yaşadığı ‘zafer sarhoşluğunu’ gölgeleyen, tam da üzerine üzerine gittiği İran.
‘KAĞITTAN KAPLAN İRAN’DAN ‘KAĞITTAN KAPLAN’ İSRAİL’E…
Devrim Muhafızları; 13-14 Ekim’de Şam’daki diplomatik misyonun vurulmasına misilleme olarak önceden haber vererek 5-6 saate yayılacak şekilde İsrail’i daha ziyade İHA’lar ve az sayıda balistik füze ile vurduğunda, pek çok insan dudak bükmüştü. ‘Şov yaptıkları’ söylendi. Ancak İsrail’in bu salvoyu ABD ve Fransa başta olmak üzere müttefikleriyle ‘savuşturabildiği’ ortadayken askeri uzmanlar İran’ın bu deneyimden ‘çok değerli’ istihbarat sağladığına işaret ediyordu. Buna misilleme olarak İsrail’in 19 Nisan’da Isfahan yakınlarında bir hava üssüne düzenlediği söylenen saldırı doğrusu pek ‘sönük kalmıştı’. Rivayete göre, ABD yönetiminin ‘ölçülü sonu’ getiren arka kanal hamlesi etkili olmuştu.
Ne ki Netanyahu peşini bırakmadı. Mayısta bir helikopter kazasıyla ölen Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin yerine seçilen Mesut Pezeşkiyan’ın yemin töreninden 24 saat geçmeden Hamas lideri İsmail Haniye, misafir olduğu Tahran’da ortadan kaldırıldı. Ve egemenliğinin ihlal edildiğini belirterek sert tepki gösteren İran’dan misilleme beklentisi oluştu. Ancak haftalar geçti, bir türlü gelmedi.
Pezeşkiyan bu durumu daha sonra ‘ABD ve AB’nin Gazze’de ateşkes’ vaadine bağlarken, İran’ın müttefiklerinin öfkesi kulislere yansıyordu. İddiaya göre ağustos ayında – olasılıkla Irak’ta bir yerde – Devrim Muhafızları komutanları Hizbullah heyetinin de yer aldığı ‘Direniş Ekseni’ unsurlarına durumu izah etmeye çalışmıştı. Yumrukların masaya vurulduğu, salonu terk edenlerin rica minnet geri döndürüldüğü bu hararetli toplantı, Tahran’ın tepkisizliğinin Ortadoğu’daki müttefikleriyle yarattığı sıkıntılara işaret ediyordu. Dünyada da ‘kağıttan kaplan’ yakıştırmaları gecikmedi.
Bu arada İsrail eylül ayıyla birlikte hamlelerini Lübnan’a kaydırırken ay ortasında çağrı cihazları ve telsizler üzerinden estirilen terör, biri çocuk ve sağlık görevlilerinin de bulunduğu 37 kişinin ölümünün ötesinde 4 bine yakın Hizbullah mensubunun yaralanmasıyla sonuçlandı. Güvenlik denetiminden geçecek şekilde cihazların içine yerleştirilen patlayıcılarla yapılan bu saldırı İsrail üstlenmese bile doğrusu istihbarat operasyonları tarihine geçecek türdendi.
Ve tüm dünyayı dehşete düşüren bu olayın dumanı tüterken Beyrut’un Hizbullah’ın etkili olduğu güneyine ağır bombardımanlar başladı. Dahiye’yi adeta Gazze’ye çeviren saldırılar büyük sivil kayıplara yol açarken, İsrail 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ı ortadan kaldırmayı başardı. Direniş Ekseni’nin güvenlik zaafiyeti ayyuka çıkmaktaydı.
Nasrallah’ın öldürülmesi ve üstüne Netanyahu’nun son dönemde sandığa ilgisizliği ile yönetime sırtını döndüğü yorumlarına konu olan İran halkına ‘İslami rejimi devirme’ çağrısı yaptığı video bardağı taşırmıştı.
İran 1 Ekim’de İsrail’i nisan ayındakini çok aşan ağır bir saldırı ile vurdu. Hedef esas olarak askeri tesisler olurken, 181 balistik füze ve hatta hipersonik sistemler kullanıldı. İran füzeleri bir bir düşerken, İsrail’in meşhur hava savunma sistemleri Arrow 2-3’ler ve Davut Sapanı’nın yanında bu sefer Batı kalkanının işlevsiz kalmasını dünya ‘canlı yayında’ izledi.
İsrail ordusu ‘hasar fazla değil’ dese de bu kez Financial Times gazetesi İsrail hava savunmasında önleyici füzelerin eksikliğini yazıyordu. Ve bu kez İsrail ‘kağıttan kaplan’ görünümüne büründü. Sebeb-i hikmeti birkaç gün sonra İngiliz devleti ve istihbaratına yakın Daily Telegraph gazetesindeki habere yansıdı.
Daily Telegraph, ‘İran dünyanın en büyük hava savunma sistemini aşabileceğini kanıtladı. Bundan sonra olacaklar yıkıcı olabilir’ başlıklı haberinde; İran’ın İsrail’e saldırısının söylenenden çok daha etkili olduğunu açıkça yazdı.Çıkan uydu görüntüleri Tahran’ın 20 kadar F-35’i imha ettiği iddiasını tam olarak doğrulamaya kafi gelmese bile sadece Necef çölündeki Nevatim üssüne 32 füzenin isabet ettiği belirtildi. Yine Tel Aviv yakınındaki Mossad karargahına evsahipliği yapan Tel Glilot’ta ağır hasar oluştuğu belirtildi.
THAAD VE B-2’LERİN MESAJI
Amerikan yönetimi de 1 Ekim’i ciddiye almış görünüyor. Geçen hafta İsrail’e daha ziyade Kuzey-Güney Kore kriz bölgesinde anılan THAAD (Terminal Yüksek İrtifa Bölgesel Savunma) sistemleri konuşlandırdı. Uzun menzilli balistik füzeleri engellemekte kullanılan bu sistemlerle birlikte 100 kadar Amerikan askeri de İsrail’e gönderildi. Bu sefer İsrail’in kaçınılmaz görünen misillemesi karşısında İran’ın daha güçlü bir saldırıya girişmesi tedirginliği ortada.
Ne ki THAAD’ın İsrail hava savunmasının gediklerini yeterince kapatabileceği tartışmalı. Askeri uzmanlara göre; Lockheed Martin’in 2008’den bugüne kadar üretebildiği sadece 7 batarya ve toplamda 800-1000 önleyici füze bulunuyor. Bu pahalı sistemin yıllık önleyici füze üretimi 50-60 kadar. Bir kısmı Suudi Arabistan ve BAE’de. Suudilerle 44 fırlatıcı ve 360 füze için anlaşma imzalanmış. ABD, İsrail’e var olan 7 bataryadan sadece 1’ini konuşlandırmış durumda.
WSJ’e göre İran’ın balistik füze kapasitesi 3 bini buluyor. Bunların ne kadar İsrail’i etkileyecek menzil ve güçte, bilmiyoruz. Fakat gelen her füzeyi isabetle vurabilmek için iki önleyici füze gerekirken, İran’ın 1 Ekim’de gönderdiği 181 füzeden hareketle İsrail’in kaç saldırı dalgasının karşılanabileceği hesabını yapanlar, THAAD’ın ‘oyun değiştirici’ olamayacağını söylüyor.
Yine THAAD sisteminin aslında gerçek çarpışmada denenmemişliği bir sonun olarak vurgulanıyor. İlk operasyonel kullanımının 2022’de Ensarullah’a karşı olduğu belirtilirken, BAE’nin sadece tekil bir füzenin imha edilebildiğini, kalan füze ve İHA’ların ise sistemi aşarak hasara yol açtığını rapor ettiği belirtiliyor. Amerikalı yetkililer 2019’daki tatbikat vesilesiyle İsrail’e bir THAAD bataryası konuşlandırdıklarını söylemişken, İran’ın 1 Ekim’de X-Band radarını vurduğu iddialarını ekleyelim. Balistik füzelerin hemen hiç önleyici füze görülmeden Nevatim üssünü vurmaları buna bağlanıyor.
ABD’nin Kızıldeniz’deki son hamlesini de not etmeli. Gazze ile dayanışma için dünya ticareti trafiğini altüst eden Yemen’in Ensarullah hareketi karşısında ‘Refah Muhafızı’ operasyonu başarısız bulunan ABD’nin, aniden B-2 Spirit hayalet bombardıman uçağıyla yeraltı mühimmat depolarını hedef alması manidar. İran’ın yeraltında olduğu belirtilen silah ve mühimmatı ile nükleer tesisleri bağlamında ‘caydırıcılık mesajı’ olarak görülebilir.
Dolayısıyla arkasına ABD’yi alıp THAAD’lar için İsrail’e ulaşan Amerikan askerleriyle selfie çektiren Netanyahu’nun düşünecek çok şeyi var.
ASIL FIRSAT VE ‘YILANIN BAŞINI EZMEK’
Ne ki yıllardır İran’ı ABD eşliğinde vurma hesabı yapan Netanyahu’nun pes edeceğini beklememek gerek. Koalisyon ortağı aşırı sağcı bakan Itamar Ben Gvir’in ‘yılanın başını kesme fırsatımız var’ sözleri niyeti yankılamakta.
Haniye ve Sinvar öldürüldü. Hamas ağır yaralı. Nasrallah artık yok. Lübnan’ın güneyi İsrail ordusunu zorlasa da, Hizbullah Genel Sekreter Yardımcısı Naim Kasım, Gazze’de ateşkesin Lübnan’a yansıyacağını açıkça söyledi. İsrailli rehineleri kurtarma imkanı olan Netanyahu, aslında yeni bir seçimle siyasi pozisyonunu bile pekiştirebilir. İran ile tehlikeli ve öngörülemez sonuçlar doğurabilecek bir savaştan kaçınabilir. Ama tüm işaretler durmayacağını gösteriyor. Netanyahu’yla anlaşamadığı söylenen İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant, İran’a saldırılarının ‘şaşırtıcı, kesin ve yıkıcı olacağını’ birkaç kez tekrarladı.
Netanyahu açısından ‘vekil güçlerini koruyamayan’ İran’la hesaplaşma vaktinin cazibesine kapılmasına engel olabilecek tek faktör ABD olabilir. Ancak Pentagon askeri/teknik resmi okusa bile ‘konjonktürün’ Biden yönetiminin Neo-Con’larına* ‘fısıldadıkları’ ihmal edilmemeli.
DİPLOMASİ CEPHESİ, İRAN, KÖRFEZ VE RUSYA FAKTÖRÜ
1 Ekim saldırısı sonrası İran’dan, İsrail’in yanıt vermeye kalkması halinde enerji altyapısı dahil tesislerini hedef seçmekle kalmayıp, ABD’nin Ortadoğu’daki üslerini vurma tehdidi geldi. İran ilişkilerini yeni rayına oturttuğu Körfez’i toprakları veya hava sahalarını kullandırmamaları ve tarafsız kalmaları için uyarıyor. Dışişleri Bakanı Abbas Erakçi’nin Suudi Arabistan ve Mısır’ı da içeren diplomasi turunun özü ‘savaş istemedikleri ancak İsrail diretirse hazır oldukları’… Körfez’in tehlikeyi ciddiye aldığı ABD üzerinde kurdukları baskıdan anlaşılıyor.
Aynı şekilde ‘ılımlı’ Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan da Batılı liderlerle konuştu, ‘çatışma aramadıkları’ mesajını verdi. İran ‘savaşın kapıda olduğunu gören bir ülkenin diplomasisinin’ bütün alametlerini sergiliyor. Daha beteri Netanyahu, İran’ı artık caydırıcılık için açıkça nükleer silah üretmeye itiyor.
Denklemin Rusya ayağı da dikkat çekici. İsrail’in Kiev’deki yönetime desteği eşliğinde Netanyahu’nun geçmişte Putin ile tesis ettiği yakınlık aşınmışsa bile Rusya; ABD’nin aksine İsrail ile de İran ile de temas edebilen bir güç. Ortadoğu’da bir savaş yangını, petrol gelirlerini olumlu etkileyecek olsa da Batı cephesinin hedefindeki Moskova’nın BRICS rüzgarı eşliğinde tüm dünyada yarattığı etki ve çok taraflı düzen çabaları zarar görebilir. Aynı şekilde enerji ilişkileri ve ticaret bağlantıları bakımından Çin için de açık savaş tercih edilecek gibi değil.
Bu koşullarda Rusya’nın İran’a verdiği olası destek spekülasyon konusu olurken, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in geçen hafta Aşkabat’da Pezeşkiyan’la görüşmesinin detayları bilinmiyor. Ama Rusya, İran ile savunma alanı büyük önem taşıyan kapsamlı stratejik ortaklık anlaşması imzalamaya hazırlanıyor.
Krizin jeopolitik görünümü tehlikeli durumu yansıtıyor:
Amerikan başkanlık seçiminin eli kulağındayken, gözünü 2027’de Çin’le savaşa hazırlanmaya dikmiş Pentagon, Ukrayna çatışmasının tükettiği silah ve mühimmat stoklarını yenilemek, donanmasını hazırlamak ve hava savunması teknolojisinin yenilenmesinin derdinde. Amerikan başkentindeki tartışmanın harareti; Associated Press ajansının daha önce Washington Post’ta çıkanı yalanlarcasına ‘Netanyahu’nun Biden’a verdiği İran’ın nükleer ve petrol tesislerine saldırmama sözü mutlak değildir ve koşullar değişebilir” vurgulu haberinden belli.
Tam da Biden’ın İsrail’in İran’a nasıl ve ne zaman saldıracağına dair bilgisi olup olmadığı sorusuna, ‘Evet, evet’ yanıtını verdiği bir sırada, İsrail’in saldırı planlamalarının detaylarının sızdırılması önemli. Ulusal Jeo-Uzamsal-İstihbarat Ajansı ile NSA kaynaklı iki gizli belgenin otantikliği doğrulandı. İsrail’in en az 20 savaş uçağı kullanarak İran’a saldırısını içeren bu belgelerin İran bağlantılı bir Telegram hesabında yayınlanması ABD’yi şoke etmiş görünüyor! ‘İsrail’i engellemek için kim sızdırdı’, sorusu doğuruyor.
ABD içindeki fırtına bakımından; Pentagon’un işi rasyonelliğe çeken tutumuna, seçilirse her şey üstüne kalacak olan Trump’ın tedirginliğini ekleyin. Kamala Haris cephesinde de dört yıl önce ‘sonsuz savaşlar ve rejim değişikliği iyi fikir değil’ temalı kitap yazmış dış politika danışmanı Phil Gordon’ın temsil ettiği kesimi anmak faydalı olabilir.
Ne ki Neo-Con’ların ‘Proje Ukrayna’sı çökerken ve Batı hegemonyasını da sarsarken: Rusya ve Çin öncülüğünde yeni bir çok taraflı düzen için seferber olan BRICS’i baltalama fırsatı baş döndürücü. İran’ı ‘zayıf halka’ gördükleri açık. İranlıların henüz nükleer silah caydırıcılığı yokken bunun gerekliliğine kanaat getirmekte oluşları, Neo-Con’larda ‘elin çabuk tutulması’ gereğini gündeme taşıyor.
İsrail’in varoluşunu ‘sonsuz savaşa’ bağlayan Netanyahu 7 Ekim fırsatının cazibesine kapılmışken; bir savaşı bitirip diğerine göz dikme adetleri olan Neo-Con’lar açısından ‘dayanılmaz cazibe’ bu manzarada gizli.
*Neo-Con: Neo-Conservative. Türkçesi; Yeni Muhafazakar. 1960’larda ABD’de ortaya çıkan siyasi bir hareket. Uluslarası ilişkilerde tek taraflı askeri müdahaleciliği savunur.
İlginizi Çekebilir
-
İsrail’den Şam’a girme tehdidi
-
Beyaz Saray, Ukrayna’ya askeri yardımı durdurduğunu doğruladı
-
ABD Savunma Bakanı’ndan Rusya’ya yönelik siber operasyonları durdurma emri
-
ABD ile Ukrayna arasındaki nadir toprak elementleri anlaşmasına dair bilinmesi gerekenler
-
Gazze’de tatil hayali mi, kriz tarifi mi?
-
Trump Zelenskiy’i ‘desteğini çekmekle’ tehdit etti, Avrupa şokta
GÖRÜŞ
Hint toplumunda Hindu-Müslüman ayrışması – 4
Yayınlanma
17 saat önce02/03/2025
Yazar
Duygu Çağla Bayram
Çeşitliliğin Birliğinden Hindu(tva) Birliğine
Son yıllarda artık Hindistan’da Hindutva etkisi ve Hint toplumunda çeşitliliğin birliğinden Hindu(tva) birliğine dönüşüm hissedilebilir boyutlarda. Bu yalnızca dini olarak değil, etnik ve dilsel olarak da ülkedeki tüm azınlıklar için geçerli olsa da özellikle Hindu-Müslüman ayrışması olarak tezahür ediyor.
(Ki çünkü bugün Hint Müslümanlar Hindistan’daki en büyük azınlık nüfusunu oluşturuyor ve tarihte bölünme deneyimi temelde Hindu-Müslüman ayrışması üzerine gerçekleşmişti.)
2019 yılı Hindistan’da Jammu ve Keşmir’in özel özerkliğinin kaldırılmasından tutun da Vatandaşlık (Değişiklik) Yasası’na kadar cesur kararların peşi sıra alındığı bir yıldı. Bu cesur kararlar Hint toplumunda bir çırpıda değinilip geçilemeyecek kadar yaygın ve derin etki bırakıyor.
Örneğin,
Jammu ve Keşmir, işsizlik oranı ülkedeki en yüksek oranlardan biri. Özel-özerk statüsünün kaldırılması öncesinde Jammu ve Keşmir’in aylarca kapatılması (koronavirüs salgınının etkisi de var) ülke ekonomisine büyük darbe vurdu, binlerce kişi işini kaybetti. Ayrıca özel sektörün olmaması nedeni ile hükümet en büyük işveren ve hükümet işine talep yüksek, alım sınırlı ve güven az. Ekonomideki yavaşlama, diğer pek çok etkinin yanısıra Müslüman hacı adaylarının sayısında keskin bir düşüşe neden oldu. Jammu ve Keşmir’den 2017’de 35 bin kişi hacca gitmek için başvuruda bulunurken bu sayı 2023’te 8 bin 2024’te ise yalnızca 4 bin. Bunda ayrıca BJP hükümetinin 2018’de Hac için sağlanan tüm sübvansiyonu kaldırmasının da büyük payı var ki Haccın tüm maliyeti artık hacılar tarafından karşılanıyor.
Örneğin,
2015’te BJP’nin Hindistan Vatandaşlık Yasası’nda, 31 Aralık 2014’ten önce Hindistan’a Afganistan, Pakistan ve Bangladeş’ten gelen kaçak göçmenlerin Müslüman olmadıkları sürece Hint vatandaşı olmalarına olanak tanıyan değişiklikler yapılması için kampanya başlatması ile Vatandaşlık (Değişiklik) Yasası’nın (CAA) 11 Aralık 2019’da kabul edilmesi, Müslümanlara karşı ayrımcı olarak görüldü ve ülke çapında yaygın protestoları tetikledi. CAA kuralları uyarınca başvuranların 31 Aralık 2014’ten önce Hindistan’a geldiklerini kanıtlayan belgeler sunmaları gerekiyor ve bu üç ülkede yaşayan yalnızca altı gayrimüslim topluluk aftan yararlanabiliyor. Ancak üzerinden beş yıl geçmesine karşın yasa Hindular için de faydalı olmadı. Örneğin Bangladeş’ten gelen bazı Hindu göçmenler Bangladeş hükümeti tarafından verilmiş, ülkelerini kanıtlayan resmi belgelerinin olmadığını söylüyor. Bunun sonucunda çoğu göçmen, vatandaşlık kanıtı olmadan pasaport, devlet işi veya Planlanmış Kast sertifikası başvurusunda bulunurken engellerle karşılaşıyor.
Örneğin,
Hindistan’da artık hemen her gün Ram tapınağı benzeri anlaşmazlıkların gündeme getirilmesi söz konusu oluyor. Ayodhya kararından bu yana toplum, azınlık ibadethanelerini değiştirebileceği mesajını aldı. Ülke genelindeki mahkemelerde Varanasi’deki Gyanvapi camisi, Mathura’daki Shahi Idgah camisi ve Rajasthan’daki Ajmer Sharif dergahı gibi 10 cami ve türbe ile ilgili en az 18 dava devam ediyor. Bu davalardaki Hindu davacılar, bu yapıların eski Hindu tapınaklarını yıktıktan sonra inşa edildiğini iddia ediyor. Üstelik, Yüksek Mahkeme’nin İbadet Yerleri Yasası’na itirazda kaçınması, Hindutva’nın camiler hakkındaki yeni iddialarını güçlendiriyor. Kısa süre önce Yüksek Mahkeme, Uttar Pradesh Mathura’daki Shahi Idgah camisinde caminin bir tapınak üzerine inşa edilip edilmediğini incelemek için bir araştırma yapılmasına izin veren Allahabad Yüksek Mahkemesi’nin emrini durdurmayı reddetti. Bu, araştırmanın yapılmasının önünü açıyor. Veya Varanasi’deki Gyanvapi camisinde benzer bir araştırmanın yapılmasına yeşil ışık yakmıştı. Araştırma daha sonra Hindistan Arkeoloji Araştırması tarafından yürütüldü. Her iki durumda da cami yönetim komiteleri tarafından araştırma çalışmalarına yönelik itirazlar, 1991 tarihli İbadet Yerleri (Özel Hükümler) Yasası’na dayanıyordu. Bu yasa, bağımsız Hindistan’da bir ibadet yerinin dini karakterinde herhangi bir değişikliği özel olarak yasaklar. Bu kanunun anayasaya uygunluğu, 2020’den beri beklemede olan dilekçeler aracılığı ile Yüksek Mahkeme’de itiraz edildi. Ancak bu dilekçelerin beklemede olması ve en yüksek mahkemenin kanuna dayalı araştırma emirlerine itirazı ele almayı reddetmesi, Hindu tarafının hem Varanasi hem de Mathura meselelerinde yasayı etkili bir şekilde atlatmasına olanak tanıyor, alt mahkemeleri yasayı atlatmaya cesaretlendiriyor.
Örneğin,
Geçen yıl BJP hükümeti Parlamento’ya İslami hayır amaçlı vakıfları düzenleyen yasada büyük bütçeli değişiklikler öneren bir yasa tasarısı sundu. Yasa tasarısı, din özgürlüğü ve din işlerini yönetme özgürlüğü gibi hakları ihlal ettiği gerekçesi ile muhalefet karşı çıktı. Ülkedeki Müslüman örgütler de yasa tasarısının vakıf kurullarının “özerkliğini azaltmayı” amaçladığını ve toplumla istişare edilmeden hazırlandığını söylüyor. Vakıf (Değişiklik) Yasa Tasarısı, vakıf kurullarının yetkisini sınırlamayı, hükümet tarafından daha fazla kontrol sağlanmasını, gayrimüslimlerin de kurul üyesi olabilmesine olanak sağlamayı, mülk bağışlarını kısıtlamayı ve vakıf mahkemelerinin işleyiş biçimini değiştirmeyi öneriyor. Değişiklik tasarısını destekleyenler arasında, Vakıf komitelerinin yasadışı yetkileri, bürokratların elindeki güç yoğunlaşması, mütevellilerin veya denetçilerin yolsuzluğu gibi sorunları içermediğini ve ya hükümetin bunlardan haberdar olmadığını ya da Müslümanların kendi aralarında kavga etmeye devam etmesini istediğini söyleyenler de var. Ve Muhalefet liderlerinin itirazları üzerine yasa tasarısı daha detaylı görüşülmek üzere ortak parlamento komisyonuna havale edildi.
Örneğin,
birçok isyan veya kargaşa, Müslümanların karışık demografik özelliklere sahip mahallelerden “gettolara” zorla yerleştirilmesine yol açıyor. Bu yerinden etme girişimleri en azından Aralık 1992’de Ayodhya’da Babri camisinin yıkılmasının ardından çıkan ülke çapındaki isyanlardan bu yana açıkça görülüyor. 2002 Gujarat olayları da bu girişimlerin zirve yaptığı bir başka dönemdi. Yakın örneği, geçen yıl haziran ayında Vadodara’daki bir konut kompleksinin 30’dan fazla sakini, Mukhyamantri Awas Yojana (hükümetin kırsal ve yoksul kesime konut projesi) kapsamında 44 yaşındaki bir Müslüman hükümet çalışanına daire tahsis edilmesine karşı protesto düzenledi. Komplekste bir Müslüman kadın ve genç oğlunun bulunmasının “tehdit ve rahatsızlık” oluşturduğunu iddia ettiler. Benzer Müslüman karşıtı bağnazlık örnekleri Hindistan’ın her yerinde görülüyor. Bir önceki yılın haziran ayında Uttarakhand’daki Purola’da Müslüman tüccarlar tehdit edildi ve dükkanları tahrip edildi, bir düzineden fazla aile kaçmak zorunda kaldı. Vadodara’daki kadın hükümet çalışanı gibi savunmasız Hint Müslümanların devam eden deneyimlerine yerinden edilme ve zorunlu göç merceğinden bakmak önemli. Hindistan’daki Müslüman “gettoları” yalnızca önyargının ürünü değil, zorla yerinden edilmenin de bir sonucu. Ki olay, Hindistan’daki Müslümanlara karşı köklü önyargıyı vurgularken özellikle BJP iktidarındaki son on yılda Hindistan Müslümanlarının karşılaştığı daha geniş bir iç yerinden edilme örüntüsünü yansıtıyor.
Örneğin,
tanrı Ram’ın Ayodhya’ya dönüşünün, iyiliğin kötülüğe karşı zaferinin kutlandığı festival Diwali/Deepavali her ne kadar Hindu inancına özgü olsa da Hindistan’da önceden her inançtan ve kimlikten komşuların ve arkadaşların katıldığı, ışıldayan bir ışık ve neşe festivaliydi. Son yıllarda Hindu kızgınlığının odağı haline gelen hızlı dönüşüm ile birlikte artık yalnızca Hindular tarafından meşru bir şekilde kutlanabilen bir festival olarak yayılıyor. Örneğin birçok WhatsApp grubu, “Diwali Mubarak” selamlamalarını eleştiren saldırgan paylaşımlar içeriyor.
(Bu arada, resmi ideolojinin ötesinde, Hindutva’ya yakın komplo teorileri ve propaganda ekosistemi mevcuttur ve bunlar büyük ölçüde sosyal medya, özellikle de yaklaşık 500 milyon Hint’in kullandığı WhatsApp aracılığı ile yayılır.)
Mubarak, Urduca bir sözcük diye uyarıyorlar. Yani bunu bir Diwali kutlaması için kullanmak, Hindu inancını “İbrahimleştirmek” için sinsi bir teklif anlamına geliyor. Yani Hindular, kendilerini Hintçe gibi “Hint” dilleri ile sınırlamak için titiz olmalılar. Ve bunun yerine “Diwali ki shubh kamnayein” gibi bir şey öneriyorlar.
Benzer bir tartışma 2021’de önde gelen Hint giyim zinciri FabIndia’nın Diwali kıyafet koleksiyonunu Urduca’da “geleneğin kutlanması” anlamına gelen Jashn-e-Riwaaz başlığı altında tanıtması ile de gündeme gelmişti. İslamofobik açıklamaları ile ünlü bir BJP milletvekili, geleneksel Hindu kıyafetleri giymemiş modeller ile bu reklamın Hindu festivallerinin kasıtlı olarak İbrahimleştirilmesi anlamına geldiğini ilan etmişti. FabIndia protestolara dayanamamış ve reklamını geri çekmişti.
Veya Delhi’nin önde gelen Lady Shriram Koleji, Diwali festivallerine Noor 2024 adını verdiğinde (Urduca’da Noor ışık anlamına gelir), sosyal medyada küfürlü bir öfkeye yol açtı. Bunu, Hindu festivallerinin “İslamlaştırılması” olarak tanımlayan kitleler, Kolejin Deepawali’yi Hinduizm’e saygısızlık ederek sahiplendiğini ve hatta bunun Pakistan tarafından desteklenen bir etkinlik gibi göründüğünü iddia ettiler. Bunların, geleneksel Hindu dini uygulamalarını hedef alan ve bu nedenle Hindu duygularını incitmeye yönelik gayrımeşru çabalar olduğunu iddia ediyorlardı.
Gerçek şu ki tüm Hindular Diwali’yi kutlamıyor ve Kuzey ve Güney Hindistan’da farklı. Kuzeyde Diwali, güneyde Deepawali olarak duyduğunuz festivali Kuzey Hintler tanrı Ram’ın 14 yıllık sürgününden dönüşünü kutlar ve inanışa göre Ram aysız bir gecede geri döndüğünden her ev onu karşılamak için lambalar yaktı. Güney Hindistan’da ise Lord Krishna tarafından Narakasura adlı bir iblisin öldürülmesini anmak için şafak vakti kutlanır ki İblisin tövbedeki son dileği, insanların onun ölümünü kötülüğün düşüşü olarak kutlamalarıydı. Ayrıca Bengal’de genellikle Deepavali’den bir gün sonraya denk gelen Kali Puja ana ibadet/kutlama Ve Keralitler çoğunlukla Deepavali’yi kutlamaz ve yerine Lord Vishnu’nun Vamana olarak ortaya çıkışına bağlı Onam’ı tercih ederler, Tamil Nadu ve kuzey ise aynı koruyucunun sonraki enkarnasyonlarını işaret eder. Ve Diwali, kuzeyde Lakshmi Puja olarak da kutlanır çünkü inançlarına göre Dhanteras’ta, kuzeylilerin Diwali kutlamalarından birkaç gün önce, tanrıça Lakshmi ve lord Dhanvantri “Samudra Manthan” (mitolojik “Okyanusun Çalkalanması” olayı ve bunun sonucunda nimetler elde edildi) sırasında okyanustan ortaya çıktılar.
Ve Üstelik, Diwali, Hindistan’da uzun zamandır Hindu olmayanlar tarafından da kutlanır. Tarihi kayıtlar, Delhi tahtında oturan Müslüman hükümdarlardan da Diwali’yi sarayında nezaket ve güzel yemeklerle kutlayanlar olduğunu doğrular. Veya Babür İmparatoru Ekber zamanında, Diwali’ye “Jashn-e-Chiraghan” (ışık festivali) deniyordu ve Ekber bunu Babür sarayında görkemli bir festivale dönüştürdü ve tatlı hediye etme geleneğini başlattı. Ramayana okundu, ardından Ram’ın Ayodhya’ya dönüşünü tasvir eden bir oyun oynandı. Şah Cihan, Hindistan’ın dört bir yanından şefleri davet ederek ve İran’dan malzemeler ithal ederek şenlikleri daha da ileri taşıdı. Ayrıca ilahi ışığı temsil eden 40 metre yüksekliğinde bir direğin üzerinde tutulan dev bir lamba “Akash Diya”yı (gökyüzü lambası) yakma geleneğini başlattı. Hatta Evrengzib dahi Diwali’de soylulara tatlı gönderme geleneğini takip etti. Bahadır Şah Zafer’in zamanında Kızıl Kale’de Lakshmi Puja ile birlikte Diwali temalı oyunlar oynanır ve Delhi’deki Jama Camisi yakınında havai fişekler yakılırdı.
Ancak son yıllarda bu birliktelik festivalini çevreleyen bölünme devam ediyor ve her yıl daha da derinleşiyor. Örneğin geçen yıl Madhya Pradesh’te Diwali’nin yalnızca Hinduların festivali olduğu ve yalnızca Hindu tüccarlardan alışveriş yapılması gerektiği yazılı posterler görüldü. Bu, Diwali sırasında Müslüman tüccarların boykot edilmesi çağrısı anlamına geliyordu.
Benzer boykot olayları Kanwar Yatra (Hinduların popüler Hac yolculuklarından biri) ritüelinde de görüldü. Geçen yıl Uttar Pradesh ve Uttarakhand’daki yerel yönetim ve polis, yıllık Kanwar Yatra hacılarının otoyolu üzerindeki lokanta sahiplerine, dükkanlarına isimlerini belirgin bir şekilde belirten tabelalar koymaları yönünde “tavsiyede bulundu.” Hindistan’ın birçok yerinde isimler dinin ve sıklıkla kastın belirteçleri olduğundan, bu açıkça Müslümanların sahip olduğu işletmeleri tanımlamak için bir araç. Yönetim ayrıca Müslüman dükkan sahiplerine Kanwar Yatra süresince dükkanlarını kapatmalarını ve Hindu dükkan sahiplerine Müslüman çalışanlarını “zorunlu izne” göndermelerini “tavsiye etti”.
Kanwar Yatra, tanrı Shiva’nın müritlerinin yıllık hac ziyaretidir. Bunda, erkekler genellikle safran yelekleri ve şortlar giyer ve genellikle çıplak ayakla, kutsal Ganga’dan su almak için yüzlerce kilometre ötedeki Haridwar’a yürürler. Daha sonra bunu omuzlarına astıkları bir bambu çubuğa asılı toprak kaplarda taşırlar. Bu su, Shiva tapınaklarındaki Shiva lingamının üzerine dökmek için taşıdıkları sudur. 1980’lere kadar bu dini performans genellikle yaşlı erkeklerden oluşan küçük gruplar tarafından gerçekleştirilirken son yıllarda, BJP hükümetleri ve RSS çalışanlarının büyük himayesi ile desteklenen Yatra’ya katılan müritlerin sayısının iki milyona yükseldiği tahmin ediliyor. Yani bu Yatra ölçek olarak artık büyük Kumbh festivalinden sonra ikinci sırada.
Bu devasa dini toplantılar yalnızca Hindutva partileri için oy toplama fırsatı olmaktan çıkarak, ayrıca Kanwar yürüyüşçülerinin 15 gün boyunca akın ettiği otoyolları sıralayan binlerce yiyecek tezgahı, meyve satıcısı ve çay dükkanı için geçim fırsatları oluşturuyor. Geçmişte bazı yiyecek tezgahlarının Müslümanlara, bazılarının Hindulara ait olması veya Müslümanların çok sayıda Hindu çalışanı ve Hinduların Müslüman çalışanı olması hiçbir zaman önemli olmadı. Bu dükkanların sahiplerinin isimlerinin belirgin bir şekilde sergilenmesi yönündeki yeni zorunluluk, Hitler zamanında Almanya genelindeki Yahudi işletmelerini ve profesyonellerini hedef alan boykotu ve Nazi Almanyası’ndaki Yahudi işletmelerinin boykot ve zorla kapatma gibi eylemlere karşı kimliklerinin tespit edilebilmesi için duvarlarına sarı ve siyah renkte Davut Yıldızı’nı belirgin bir şekilde çizme zorunluluğunu hatırlatıyor.
Nazi Almanyası’ndaki Yahudi geçim kaynaklarına karşı yapılan boykotlar ile bugün Hindistan’daki Müslüman geçim kaynaklarına karşı yapılan boykotlar arasındaki en büyük farklardan biri, o dönemde Yahudilerin sayıca az olmalarına karşın (1933’te sayıları yaklaşık 600 bin olan Yahudiler toplam Alman nüfusunun yüzde 1’inden azdı.) Alman kamu yaşamının entelektüel, kültürel ve ekonomik olarak önemli ve etkili bir parçası olmalarıydı. Bunu bugün Hindistan’daki Müslümanlar ile karşılaştırın: Hindistan nüfusunun önemli bir bölümünü, yüzde 15’ini oluşturuyorlar ve sayıları kabaca 200 milyon; ancak Hindistan’daki Müslümanların Hindistan’ın diğer iki en yoksul sosyal grubu olan Dalitler (Dalit, Görece yeni türetilmiş ve anlamsız bir politik ifadedir. Planlanmış Kast içinde yer alır ve Hindistan yerlilerinin torunları olarak anılır ancak bu kanıta değil iddiaya dayanır. Benzer iddiaya dayalı olarak, Güney Hindistan coğrafyasındaki güney yerlileri Dravidler olarak anılır.) ve Adivasiler (Planlamış Kabile içinde yer alır ve Hindistan’ın Dalit/Dravid ve Hint-Aryan öncesi ilk orjinal yerli heterojen kabile sakinleri olarak anılır ancak bu kanıta değil iddiaya dayanır.) ile benzer düzeyde kalkınma eksiklikleri yaşadığı rapor ediliyor. Hindistan hükümetinin 2013 yılında yaptığı bir araştırma ve benzer şekilde 2023’te yapılan Borç ve İşgücü Anketi, Müslümanların Hindistan’daki en fakir dini grup olduğunu ortaya koydu. Ayrıca Hindistan’da Müslümanların yüksek öğrenime kayıtlarda yüzde 8’lik bir düşüş gördüğü gözlemleniyor ki ülkede son yıllarda başka hiçbir sosyal grubun bu kadar mutlak bir düşüş görmediği söyleniyor.
Hindistan’daki Müslümanların boykot edilmesine yönelik tekrarlayan çağrılar, Müslümanların çeşitli suçlarla suçlanması ile rasyonalize ediliyor. Örneğin en tuhaf olanı, koronavirüs salgını sırasında “tükürük cihadı” olarak adlandırılan ve Müslümanların Hindu sakinleri enfekte etmek için sattıkları yiyeceklere tükürdüğü üzerine kurulan komplo teorisi ki bu, Müslüman satıcıların ülke çapında boykot edilmesine yol açmıştı. Bu, Hindistan’da “aşk cihadı” (Hindistan’da Müslüman erkeklerin Hindu kadınları baştan çıkararak onları İslam’a döndürmek ve hatta onları hamile bırakarak Hint Müslüman nüfusunu artırmak için sistematik bir çabayı hayal eden toksik bir Hindutva komplo teorilerinden biri) olarak adlandırılagelen iddianın, Uttarakhand genelindeki sakinlerin Müslümanlara dükkan ve ev kiralamayı ve Müslümanların mallarını satın almayı reddetmeleri çağrısının bahanesi haline gelmesine benziyor. Veya en başat olanı, Hindistan’a karşı kronik sadakatsizlikleri ve Hindu inancına saygısızlıkları iddiası var; bu, ortaçağ Hindistanı’ndaki Hindu tapınaklarının iddia edilen yıkımı ile kanıtlanıyor. Ayrıca Müslüman boykotu kendini Müslüman tüccarların bazı tapınakların yakınında faaliyet göstermesini yasaklayan kararlar ile de gösteriyor.
Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin Ocak 2024’te Hindistan’ın kuzeyindeki Uttar Pradesh Ayodhya’da Ram tapınağının açılışını yapması, Hindistan’ın anayasasında öngörülen laik cumhuriyetten Hinduizmin egemenliği ile tanımlanan bir ulusa dönüşümünün en somut işareti olduğu bir gerçektir. Modi’nin açılıştan kısa bir süre sonraki sözlerine kulak verin: “Bu, Ram biçiminde ulusal bilincin bir tapınağıdır. Ram, Hindistan’ın inancıdır; Ram, Hindistan’ın temelidir; Ram, Hindistan’ın fikridir; Ram, Hindistan’ın yasasıdır.” Bu dönüşümün ve Modi’nin BJPsi’nin gündeminin merkezinde yer alan Hindu milliyetçi ideolojinin Hindutva veya Hinduluk olduğu da bir gerçektir. Ayrıca Hint diasporası diğer tüm ülkelerden daha büyük ve daha etkili. O halde Hindistan’ın da politikasını ihraç etmesi şaşırtıcı değil. Örneğin Modi, Amerika, Birleşik Krallık ve Avustralya’da hayran kalabalıklar için mitingler düzenlediğinde oralardaki yerleşik Hindular ile Güney Asya kökenli Müslümanlar arasında bazı isyan olaylarına tanıklık edildi. Yani Hindu milliyetçi duygu yalnızca Hindistan içinde değil, Hint kökenli büyük göçmen gruplarının yaşadığı diğer yerler için de geçerli.
ANCAK Hindistan genelinde her şey çok da kötü gitmiyor.
Örneğin Ram tapınağı benzeri anlaşmazlıkların sürekli gündeme getirilmesine RSS Şefi Mohan Bhagwat tepki vermiş, ülkede nefretin ve bölücülüğün yaygınlaşmaması uyarısında bulunmuştu.
Örneğin Modi de Ambedkar için ulusal bir anıtın açılışını yaptıktan bir gün sonra, 14 Nisan 2018’de, Ambedkar’ın 127. doğum yıldönümü vesilesi ile konuşurken “toplumun geri kalmış bir kesiminden” geldiği için bugün başbakan olmasının tek nedeninin Ambedkar olduğunu ifade etmişti.
Örneğin Kanwar Yatra güzergahında hem Hindu hem de Müslüman lokanta sahipleri ve çalışanları bağlarının ne kadar çözülemez olduğunu ifade etti; Hindu dükkan sahipleri genellikle Müslüman işçilerin çoğunluğunu işe aldı ve aynı şekilde birçok Müslüman dükkan sahibi Hindu işçileri işe aldı. Her biri birbirine değer verdi. İşyerindeki ve dışındaki bağlarında, dini kimliklerindeki farklılıklar pek önemli değildi.
Veya Uttarakhand’ta “aşk cihadı” üzerine yürütülen Müslümanlara yönelik ekonomik boykot kampanyalarının Mahkeme kanıtları ile aldatmaca olduğu ortaya konuldu.
Ve Kanwar Yatra olayında Hindistan Yüksek Mahkemesi; Müslümanları, mülklerini ve işletmelerini hedef alan bölücü boykota karşı müdahale etti.
AYRICA, Brahminizm asla tek akım olmadı ve ona karşı direniş yüzyıllardır devam ediyor; Gandhi ve Ambedkar ve daha pek çoğu bunu kanıtlıyor.
Ayrıca, Kastçılık genetik değil, bu yüzden doğuştan Brahmin olan herkes aynı mentalitede değil
Ve her Hindu da aynı mentalitede değil
Veya her Hint de …
Yani bu bir anlamda dışlayıcı ve kapsayıcı fikirler arasında bir savaş durumu gibi.
Ancak ışık var … Çünkü çeşitlilik var.
(Okuyucu bunu yazı dizisinden bağımsız olarak kaleme alacağım bir sonraki makalede daha net anlayacaktır.)
Ülkenin büyüyen ekonomisi ve dünya işlerindeki artan önemi, aynı zamanda Hint olmayanlar için de daha önemli hale geleceği anlamına geliyor.
BU NEDENLE okumaların doğru yapılması gerekir.
Bu yazı dizisinin odağı çoğunlukla olumsuz prizmadan yansımış olsa da her şeye karşın özünde son derece çeşitli, laik bir demokrasi yatan Hindistan gibi bir ülkede genellemeye dönük veya sıfır-toplamlı veya da siyah-beyaz bir bakış açısı -pek çok şeyde olduğu gibi- sağlıklı bir yaklaşım olmaz.
(4. Bölüm sonu)

Aksa Tufanı’nın ardından Orta Doğu’da yalnızca İsrail için değil, bölgedeki tüm aktörler için yeni bir dönemin kapısı aralandı. Savaşın getirdiği yıkım ve insani kriz, bölgenin geleceğine dair radikal fikirlerin ortaya atılmasına yol açtı. Bu fikirlerden biri de ABD Başkanı Donald Trump’a ait: Gazze’yi bir tatil beldesine çevirmek.
Trump’ın önerisi, Gazze’deki 2,2 milyon Filistinlinin başka ülkelere yerleştirilmesini ve bölgenin bir turizm merkezi haline getirilmesini öngörüyor.
Topraklarını terk etmek istemeyen Filistinliler’in Gazze’den zorla göç ettirilmeye çalışılması insan haklarına aykırı ve İsrail’in Gazze’de başlattığı soykırımın devamı demektir. Gerçeklerden uzak bu zalim fikir yalnızca politik ve insani açılardan değil, lojistik olarak da büyük soru işaretleri barındırıyor.
Zorunlu göçün gerçekleri
Tarihte büyük ölçekli zorunlu göçler, genellikle belirli bir altyapı ve devlet desteği ile gerçekleştirilmiştir. Örneğin, Hindistan ve Pakistan’ın bağımsızlık sürecinde milyonlarca Müslüman ve Hindu zorla yer değiştirmiştir. Doğu Avrupa’da ise Benes Kararnamesi kapsamında milyonlarca Alman ve Macar, savaş sonrası yeni belirlenen sınırlar içinde farklı bölgelere taşınmıştır.
Gazze’de durum çok farklı. Öncelikle Filistinliler asla vatanlarını terk etmek istemiyor. Dahası, onları götürecek ve barındıracak bir altyapı da mevcut değil.
Gazze’den yürüyerek sadece iki yere gidilebilir: İsrail’in güneyinde yer alan Negev Çölü’nü aşarak Ürdün’e varılabilir. Ürdün, nüfusunun önemli bir kısmı Filistinli olan bir ülke olduğu için Haşimi yönetimi hassas bir denge kurmak zorunda. 2 milyon öfkeli ve evsiz Filistinliyi Ürdün’e zorla göç ettirmek, Ürdün’ü bir anda kaosa sürükler.
Diğer seçenek Mısır ama orada da durum farklı değil. Sina Yarımadası’nı geçmek, yolların bile olmadığı çölü aşmak demek. Mısır zaten kendi nüfusunun gıda ihtiyacını karşılamakta zorluk çeken, dış borçları iyice birikmiş bir ülke. İklim değişikliği ve küresel ticaret krizleri nedeniyle yakında tarımsal ihracat yapamaz hale gelebilirler. Gazze halkını buraya göndermek, onları açlığa mahkum etmek demek. Gazze’den gelen bir nüfus dalgası, hem Mısır’ın ekonomik krizini derinleştirecek hem de bölgedeki güvenlik dengesini bozacaktır.
Gazze’den yeni bir Las Vegas yaratmak
Diyelim ki bütün bunlar mucizevi bir şekilde başarılı oldu, geriye tamamen harap olmuş, Mısır ve İsrail’in ortasında insansız bir bölge kalacak. Burası nasıl Las Vegas’a dönüştürülecek? Kim buraya tatil yapmaya gelecek? Böylesine yıkılmış bir alanın turizm merkezi haline getirilmesi, büyük çaplı yatırımlar ve güvenlik garantileri gerektiriyor. Kimse Irak Savaşı’ndan bile daha yüksek maliyetler gerektiren böyle bir projeye finansman sağlamaya yanaşmayacaktır.
Trump’ın baskısı ve bölgesel riskler
Trump’ın bu planı hayata geçirmek için Ürdün, Mısır ve Suudi Arabistan gibi Arap ülkelerine baskı yaptığı biliniyor. Ancak bu ülkeler, ne Filistinlileri kabul edecek ekonomik ve sosyal kapasiteye sahip ne de bunu siyasi olarak göze alabilecek durumdalar. Eğer Trump, bu baskıyı artırırsa, bölgedeki tüm Arap devletleriyle ilişkileri kopma noktasına getirebilir.
Böylesine bir kriz, bölgedeki güç dengelerini de altüst edebilir. Şu anda Rusya ve İran, Orta Doğu’daki etkilerini büyük ölçüde kaybetmiş durumda. Ancak Trump’ın baskıları, bu iki aktöre, kaybettikleri nüfuzu yeniden kazanmak için mükemmel bir fırsat sunabilir. İran ve Rusya, Trump’ın yarattığı kaostan faydalanarak bölgedeki müttefikleriyle bağlarını güçlendirebilir ve yeni stratejik hamleler yapabilir.
Gerçekçi mi, yoksa felaketin tarifi mi?
Trump’ın Gazze’yi bir turizm cenneti haline getirme fikri, mevcut koşullar göz önüne alındığında uygulanabilir olmaktan çok uzak. Bölgedeki siyasi ve insani dinamikler, bu planın başarılı olma ihtimalini sıfıra indiriyor. Filistinlilerin zorla göç ettirilmesi, lojistik olarak bile mümkün değilken, uluslararası hukukun ve insan haklarının ağır bir ihlali anlamına geleceği için küresel çapta büyük tepkilere yol açacaktır.
Eğer Trump bu planı zorla hayata geçirmeye çalışırsa, Orta Doğu’da yeni ve daha büyük bir istikrarsızlık dalgası tetiklenebilir. Bu da sadece bölgedeki Arap devletlerini değil, ABD’nin de stratejik çıkarlarını olumsuz etkileyecektir. Gazze’yi bir tatil beldesine çevirmek yerine, bölgenin gerçeklerine uygun çözümler üretmek daha akılcı bir yaklaşım olacaktır.
GÖRÜŞ
Transatlantik ilişkiler en karanlık anını yaşıyor
Yayınlanma
6 gün önce25/02/2025
Yazar
Ma Xiaolin
17 Şubat’ta sona eren Münih Güvenlik Konferansı, beklenmedik bir şekilde ABD’nin Avrupa’daki ortaklarını açıkça eleştirdiği bir “hesaplaşma seansı”na dönüştü. Dahası, ABD’nin Avrupa’nın katılımı olmadan Rusya ile Ukrayna’nın geleceği hakkında müzakere etmesi, birçok kişi tarafından transatlantik ilişkilerin “en karanlık anı” olarak görüldü.
1938 yılının eylül ayında, Birleşik Krallık, Fransa, İtalya ve Almanya, Çekoslovakya’yı feda ederek İkinci Dünya Savaşı’nın yolunu açan “Münih Anlaşması”nı imzalamıştı. Bu yılki Münih Güvenlik Konferansı ise birçok Avrupa ülkesi tarafından, ABD’nin transatlantik ilişkileri ihanet ederek bir başka küçük Avrupa ülkesi olan Ukrayna’yı feda ettiği bir “Münih Komplosu” olarak değerlendirildi.
Münih Konferansı’nın tetiklediği ABD-Avrupa iç çatışması henüz yatışmış değil; bu gerilim, özellikle Ukrayna liderleriyle ABD liderleri arasında giderek büyüyen bir söz düellosuna dönüşüyor. Bu bölünme, ABD içinde de değerler ve dış politika konularında derinleşen bir ayrışmaya yol açıyor. 23 Şubat’ta Almanya’da kritik bir parlamento seçimi yapıldı; aşırı sağ ikinci büyük parti olarak çıktı. 24 Şubat’ta Rusya-Ukrayna savaşının üçüncü yıldönümünde, ABD ilk kez BM Genel Kurulu’nda Rusya’yı “saldırgan” olarak kınayan bir karar tasarısını engelledi. Dün Fransa lideri Macron, ciddi şekilde zarar gören transatlantik ilişkileri onarmak için nadir bir acil ziyaretle ABD’ye gitti. Önümüzdeki hafta Birleşik Krallık başbakanın da ABD’yi ziyaret etmesi bekleniyor. Bu arada, Riyad’da gerçekleştirilen dışişleri bakanları düzeyindeki hızlı bir uzlaşma toplantısının ardından, ABD ve Rusya liderleri de muhtemelen şubat ayı sonunda gerçekleşecek bir zirve için hazırlık yapıyorlar.
Tüm bunlar, Donald Trump’ın “güçlü bir dönüş” yapmasının üzerinden yalnızca bir ay geçmiş olmasına rağmen, Avrupa’nın siyasi ve jeopolitik haritasını hızla yeniden şekillendirdiğini, transatlantik ilişkileri köklü bir şekilde dönüştürdüğünü ve küresel güç dengesi ile güvenlik sistemini keyfi bir şekilde yeniden düzenlediğini gösteriyor.
Münih Güvenlik Konferansı öncesinde, yeniden iktidara gelen Trump, ABD-Avrupa ilişkilerine zarar veren ve hatta Avrupalı ortakları kışkırtan davranışlar sergilemeye başladı. Bunlar arasında, Avrupa’nın büyük çabalarla koruduğu Paris İklim Anlaşması, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve UNESCO gibi çok taraflı anlaşmalar ve mekanizmalardan çekilmek; NATO üyesi Danimarka’nın Grönland adasını satın almak istemek; Avrupa’daki ticaret ortaklarını yeni gümrük tarifeleriyle tehdit etmek; Elon Musk aracılığıyla Avrupa ülkelerinin iç işlerini eleştirerek sağcı partilerin iktidara gelmesini teşvik etmek; NATO’nun Avrupa üyelerini savunma harcamalarını GSYİH’nin %5’ine çıkarmaya zorlamak ve Rusya-Ukrayna savaşının bir an önce sona erdirilmesini tek taraflı olarak teşvik etmek gibi adımlar yer alıyordu.
Avrupa ortakları, “Trump 2.0”ın getireceği zorluklara karşı önceden hazırlıklı olmalarına ve tetikte bulunmalarına rağmen, Münih Konferansı sırasında patlak veren siyasi kasırga yine de onları beklenmedik bir şekilde savunmasız yakaladı. Konferansın başkanı Christopher Heusgen, 16 Şubat’taki veda konuşması sırasında gözyaşlarına hakim olamayarak duygusal anlar yaşadı. Her ne kadar bazıları bu görüntülerin konferansla bağlantısını sorgulasa da, Alman medyası, deneyimli diplomatın bu toplantıyı “bir anlamda Avrupa için bir kâbus” olarak nitelendirdiğini aktardı.
Münih’teki “Avrupa kâbusu,” 14 Şubat’taki açılışta ABD Başkan Yardımcısı J.D. Vance’in sert eleştirileri ve sert üslubuyla başladı. Göç, demokrasi ve diğer konulara değinen Vance, Avrupa’nın karşı karşıya olduğu asıl tehdidin Rusya veya Çin gibi dış güçlerden değil, kendi içinde “en temel değerlerinden” sapmasından kaynaklandığını savundu. Ayrıca, ABD ile Avrupa’nın hâlâ ortak bir gündeme sahip olup olmadığını tekrar tekrar sorguladı.
Vance, AB liderlerini ifade ve din özgürlüğünü baskı altına almak, yasa dışı göçü önleyememekle suçladı ve Birleşik Krallık, Almanya, Romanya ve İsveç’i tek tek hedef alarak çeşitli “yönetim hatalarını” eleştirdi. Avrupa’nın mevcut değerlerinin artık ABD’nin savunmaya değer olup olmadığını sorguladı. Vance’in art arda yaptığı sert eleştiriler, salondaki birçok Avrupalı lideri şoke etti, afallattı ve derin bir aşağılanma ile öfke duygusuna sürükledi. Bu gelişmeler, Münih Güvenlik Konferansı’nın alışılmış ritmini ve önceden belirlenen gündemini tamamen altüst etti.
Bununla da kalmadı, ABD’nin yeni atanan Başkan Yardımcısı Vance, Avrupa’ya yaptığı ilk ziyarette temel diplomatik nezaketi hiçe sayarak ev sahibi Almanya Başbakanı ve Sosyal Demokrat Parti (SPD) lideri Scholz’un resmi görüşme davetini reddetti. Bunun yerine, muhalefetteki aşırı sağcı parti Almanya için Alternatif (AfD) lideri Weidel ile 30 dakikalık özel bir görüşme yaptı. Vance’in bu hamlesi, Elon Musk’ın AfD ve Weidel ile okyanus ötesinden yaptığı kamuoyu desteklerinin ardından, ABD’nin Almanya’nın iç işlerine sistematik müdahalesinin kanıt zincirini tamamladı.
Trump’ın göreve başlarken Avrupa ortaklarına sunduğu bu “karşılama hediyesi” o kadar kaba ve sertti ki, Avrupa liderlerini tamamen hayal kırıklığına uğratarak kemiklerine kadar işleyen bir karanlık tünele sürükledi. Liderler, ABD heyetinin dostluk ve işbirliği aramak için değil, sorun çıkarmak ve kavga etmek için geldiğini; transatlantik ilişkileri korumak için değil, sürtüşme ve bölünmeyi artırmak için orada olduğunu; Obama ve Biden’ın özenle koruduğu ABD-Avrupa siyasi mirasını devralmak için değil, geçmişi kazıp her şeyi yıkıp yeniden başlatmak için geldiğini; İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ABD’nin üstlendiği Batı’nın lideri rolünü sürdürmek için değil, yükü Avrupa’ya bırakıp sorumluluktan kaçmak, hatta Avrupa ve tüm Batı’nın çıkarlarını feda ederek “Amerika’yı Yeniden Büyük Yapmak” için burada olduğunu bizzat gördü.
Münih Güvenlik Konferansı’nda tanık olunan Avrupa’nın bu “en karanlık anı”, yalnızca transatlantik ilişkilerin “serbest düşüş” yaşaması ve Avrupa ortaklarının ayaklarının yerden kesilmesi değil; aynı zamanda ABD’nin hızla Rusya ile uzlaşma ve yakınlaşma yoluna girerek Avrupalı ortaklarını geride bırakması ve üç yıldır desteklediği, savaşın harap ettiği Ukrayna’yı da bir “kurban” olarak görmesiydi. ABD’nin bu büyük “U dönüşü”, hızı, şiddeti ve yıkıcı sonuçlarıyla, Avrupa ortakları ve Ukrayna’yı hazırlıksız yakaladı ve yanıt veremez hâle getirdi.
Münih konferansından önce Trump yönetimi, uzun süredir doğrudan temas kuramadığı Avrupalı ortaklarıyla doğrudan diyaloğu sağlamak için Rusya’yı konferansa davet etmişti. Ayrıca ABD, Moskova’yı tek taraflı olarak memnun edecek bir dizi açıklama yaparak ABD-Rusya ve AB-Rusya ilişkilerini yumuşatmaya çalıştı. Bunların arasında, G7 ortaklarını Rusya’yı tekrar aralarına kabul etmeye ikna ederek G8’in yeniden kurulmasını teşvik etmek de vardı. ABD Savunma Bakanı Hegses ise Avrupa ortaklarına, özellikle Ukrayna’ya açıkça 2014’ten sonra kaybettikleri toprakları –Kırım Yarımadası ve Rus işgali altındaki doğu ve güney Ukrayna bölgeleri dahil– geri alma hayaline kapılmamaları gerektiğini söyledi.
Avrupa ortakları hâlâ Vance’in sert sözlerinin yarattığı travmayı atlatmaya çalışırken ve Trump’ın Rusya-Ukrayna politikalarındaki değişimi anlamlandırmaya çabalarken, ABD’nin üst düzey diplomasi ve güvenlik heyeti, Münih’ten 1000 kilometreden fazla uzaktaki Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da, Rus heyetiyle dört saatten fazla süren gizli bir toplantı gerçekleştirdi. Yabancı basına göre, ABD heyetinde Dışişleri Bakanı Rubio, Ulusal Güvenlik Danışmanı Waltz ve Orta Doğu Özel Temsilcisi Whitkov bulunuyordu. Rus heyetinde ise Dışişleri Bakanı Lavrov ve Devlet Başkan Yardımcısı Uşakov yer aldı.
Bu görüşme, Rusya-Ukrayna savaşının patlak vermesinden bu yana ABD ve Rusya arasındaki ilk üst düzey resmi toplantıydı. Aynı zamanda, iki ülkenin doğrudan temaslarının iki yıl boyunca kesilmesinden sonra gerçekleşen ikinci el sıkışmasıydı. ABD’nin, Avrupalı ortakların ve özellikle Ukrayna’nın itirazlarına rağmen, Rusya ile ilişkileri onarmak için başlattığı bu “buz kırma” girişimi, iki taraf arasında şu dört maddelik bir mutabakatla sonuçlandı. Bu, ABD-Rusya ilişkilerinin artık Rusya-Ukrayna savaşını aştığını ve Washington’un bu jeopolitik çatışmanın iki kurbanı olan Avrupa ortaklarını ve Ukrayna’yı terk ettiğini simgeliyordu:
- Taraflar, diplomatik misyonlarının işleyişini normalleştirmek için gerekli önlemleri almak ve bir istişare mekanizması kurmak konusunda anlaştı.
- Taraflar, Ukrayna’daki çatışmayı mümkün olan en kısa sürede, kalıcı, sürdürülebilir ve tüm taraflarca kabul edilebilir bir şekilde sona erdirmek amacıyla üst düzey ekipler görevlendirme konusunda anlaştı.
- Taraflar, Rusya-Ukrayna çatışmasının sona ermesinin ardından yeniden başlayacak iş birliği için bir temel oluşturma konusunda anlaştı.
- Görüşmeye katılan ekipler, müzakere sürecini zamanında ve verimli bir şekilde ilerletmek için temaslarını sürdürecekler.
Başlangıçta Rusya-Ukrayna çatışmasının kilit aktörleri olan Avrupa ülkeleri—özellikle Ukrayna—artık doğrudan kendi kaderlerini etkileyen bu ABD-Rusya anlaşmasının yalnızca seyircileri haline geldi. Hatta denebilir ki, Avrupa yalnızca bir “en karanlık an” ve bir “Münih Komplosu” yaşamakla kalmıyor, aynı zamanda yeni bir “Yalta Anı” ile de karşı karşıya: İki büyük güç, ABD ve Rusya, Avrupa’daki savaş alanının gidişatını kendi çıkarlarına göre belirliyor, savaş sonrası jeopolitik haritayı ve nüfuz alanlarını bölüşüyor ve Avrupa için yeni bir güvenlik düzeni tasarlıyor.
Avrupa liderleri, kısa bir süre içinde ABD’den art arda gelen sert darbelerle ve arkadan vurulmalarla sarsıldı; neye yetişeceklerini şaşırmış hâldeler. Münih konferansının sona erdiği gün—ABD-Rusya toplantısının Riyad’da yapılmasından bir gün önce—başlıca Avrupa ülkelerinin liderleri Paris’te Avrupa güvenliği konusunda acil bir zirve düzenledi. ABD-Rusya görüşmesinin ardından Fransa Cumhurbaşkanı Macron, Avrupa’nın nasıl bir yol izleyeceğini tartışmak üzere bir başka acil zirve daha topladı. Bununla da kalmadı; Macron, İngiltere Başbakanı Starmer’ı da yanına alarak ABD’ye acil bir ziyaret planladı—amaç, durumun tamamen kontrolden çıkmasını önlemek.
Avrupa ve Ukrayna için en temel kırmızı çizgi, Ukrayna’daki savaş ve barışla ilgili herhangi bir müzakerenin dışında bırakılmamaktır. Avrupa ülkeleri, Ukrayna da dâhil olmak üzere, ABD’nin güç diplomasisinin özünde “sofra diplomasisi” olduğunu gayet iyi biliyor: “Ya masada oturursun ya da menüde yer alırsın.” Trump yönetimi için mevcut “sofra diplomasisi” ise artık eşitler arasında karşılıklı anlayış ve uzlaşmayla yürütülen bir pazarlık değil—her şey Beyaz Saray’ın dediği gibi olacak.
Münih konferansı sona erdi, ancak “Münih Komplosu”nun sonuçları hâlâ yankılanmaya devam ediyor. Son günlerde Trump’ın Ukrayna Devlet Başkanı Zelensky’ye yönelik küçümseyici ve saygısız tavrı artık örtbas edilmez bir hâl aldı; eleştirileri doğrudan kişisel saldırılara ve Zelensky’nin başkanlık meşruiyetini sorgulamaya dönüştü. Hatta Trump, üç yıl önceki Rusya-Ukrayna savaşının sorumlusunun Zelensky olduğunu iddia ederek gerçeği ters yüz etti. Daha önce Trump, Zelensky’yi bir an önce ateşkesi kabul etmezse “Ukrayna’nın yok olacağı” yönünde uyarmış; Ukrayna’nın eninde sonunda Rusya’nın bir parçası olacağı imasında bulunmuştu.
Trump’ın Zelensky’ye yönelik saldırıları, yalnızca Avrupa liderlerini şoke etmekle kalmadı; aynı zamanda Ukrayna’daki halkın ve devlet yetkililerinin ulusal gururunu ve vatansever duygularını derinden yaraladı. Ukrayna’nın dört bir yanından insanlar Trump’a sert tepki göstererek Zelensky’ye destek çıktı. Bu tepkiler ise Trump’ın sadık destekçilerini öfkelendirdi. Örneğin, ABD Başkan Yardımcısı Vance, doğrudan Zelensky ve diğer Ukraynalı liderlere seslenerek, “ABD Başkanı’na karşılık vermenin aptalca bir davranış olduğunu” ve bunun kendilerine pahalıya mal olacağını söyledi.
Trump’ın son dönemdeki dış politika hamleleri ve söylemleri, yalnızca Avrupa’daki ortaklarını—özellikle de “küçük kardeş” Ukrayna’yı—küçük düşürmekle kalmadı; aynı zamanda ABD’nin siyasi çevrelerinde, özellikle Demokratlar arasında da sabır taşını çatlattı. Senato Azınlık Lideri Demokrat Chuck Schumer, Trump’ın Zelensky ve Ukrayna hakkındaki adaletsiz yorumlarını şiddetle kınayan sert bir konuşma yaptı ve Trump’ın sözlerini üç kez üst üste “iğrenç” olarak nitelendirdi. ABD Kongresi tarihinde, bir başkanın söz ve davranışlarının bu kadar açık ve doğrudan bir şekilde eleştirildiği başka bir örnek bulmak neredeyse imkânsızdır.
Münih Konferansı’ndan sonra Trump’ın söylemlerinin giderek daha provokatif hâle gelmesinin asıl sebebi, Avrupa’daki ortaklarının ve Ukrayna’nın onun dış politikasını sorgulamasına duyduğu öfkedir. Daha önce Ukrayna, ABD’nin kendi maden kaynaklarını kontrol etme talebini reddetmişti. Münih konferansının açıldığı gün, ABD heyeti Zelensky’ye bir belge sunarak imzalamasını istedi. Bu belge, Ukrayna’nın maden rezervlerinin %50’sinin ABD’ye devredilmesini öngörüyordu—karşılığında ise ABD’nin Ukrayna’ya yaptığı yardımların ödenmesi ve güvenlik garantilerinin sürdürülmesi teklif ediliyordu. Zelensky, belgeyi imzalamayı nazikçe reddetti; gerekçe olarak metni yeterince incelememiş olmasını gösterdi. Ancak gerçekte, ülkesinin maden zenginliğinin yarısını ABD’ye bırakmaya razı değildi.
Trajik olan ise, bu “kaynak karşılığı güvenlik” takasının ilk olarak bizzat Zelensky tarafından önerilmiş olmasıydı. Ancak ABD Hazine Bakanı Bessent’in 12 Şubat’ta sunduğu revize edilmiş ABD versiyonu, o kadar aşırı talepler içeriyordu ki, Zelensky son anda geri adım atmak ve önerisini geri çekmek zorunda kaldı. Çünkü alelacele böyle bir anlaşmayı imzalamak, ulusal onuru zedeleyecek bir teslimiyet belgesi olur ve onu tarihe ülkesini satan bir lider olarak geçirirdi.
Son gelişmeler üzerine The Economist ve TIME dergileri, Trump’ı taç giymiş bir kral olarak tasvir eden kapaklar yayınladı. The Economist kapağında “Yakında Tahta Çıkıyor” başlığını kullanırken, TIME ise “Yaşasın Kral!” ifadesini tercih etti. İlginçtir ki, Trump bu ironik kapakları bir övgü olarak gördü; hem seçim kampanyası ekibi hem de Beyaz Saray’ın resmi sosyal medya hesapları, Trump’ın “taç giydiği” bu kapakları paylaştı. Tüm bu gelişmeler, Trump’ın dış dünyanın ne düşündüğünü umursamayan, bildiğini okuyan liderlik tarzını gözler önüne serdi. Aynı zamanda, önümüzdeki dört—hatta sekiz—yıl boyunca hem ABD’nin hem de dünyanın, Trump’ın iç ve dış politikalarını yeniden şekillendirme çabaları nedeniyle sık sık “depremler” yaşamaya hazır olması gerektiğini gösterdi.
Roma İmparatorluğu, 452 yıllık bir cumhuriyet döneminin ardından MÖ 27 yılında imparatorluk sistemine geçti ve Augustus unvanıyla taç giyen Octavianus, Roma’nın ilk imparatoru oldu. Ancak, kuruluşundan 248 yıl sonra Amerika Birleşik Devletleri, Trump’ın “krallar gibi geri dönüşü” nedeniyle bir “Amerikan İmparatorluğu”na dönüşmeyecek. Yine de, Trump 2.0’ın hem ülke içinde hem de küresel ölçekte yarattığı sarsıntılar, ABD’yi ve dünyayı köklü bir şekilde değiştirmeye devam ediyor. Bu değişimden en çok zarar görecek olan ise, bir asırlık fırtınalara rağmen sarsılmayan transatlantik ilişkiler olacak. Belki de Ukrayna’nın feda edilmesi, yalnızca talihsiz bir başlangıç ve daha büyük tehlikelerin habercisi.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Miçotakis, Tempe için adalet çağrılarına yanıt verdi: ‘Devlet harekete geçmeli’

Yunanistan’da Tempi tren kazasının 2. yıldönümünde genel grev

İsrail’den Şam’a girme tehdidi

Hint toplumunda Hindu-Müslüman ayrışması – 4

Palantir CEO’su Karp’tan Silikon Vadisi’ne: Silah başına!
Çok Okunanlar
-
SÖYLEŞİ2 hafta önce
Alman iktisatçı: Sanayinin askerileşmesi felakete giden yoldur
-
RUSYA2 hafta önce
‘Batılı şirketlerin boşalttığı alanları Türk şirketler doldurdu’
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
ABD’nin Latin Amerika politikası başkan kim olursa olsun kötü olacak
-
AMERİKA1 hafta önce
“Milli muhfazakârlar” konferansı: Elektrikli testere ve “Roma selamı”nın ötesinde
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Zelenskiy’in meşruluk meselesi
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Fransa, Afrika’ya veda ediyor
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ukrayna, Trump’ın Putin’e ‘Sevgililer Günü’ hediyesi mi olacak?
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Batı basını, ABD-Rusya müzakerelerini nasıl değerlendirdi?