GÖRÜŞ
Polonya İzlenimleri
Yayınlanma
Yazar
Ozan Örmeci
17-21 Nisan 2023 tarihlerinde Avrupa Birliği’nin üye ve üyeliğe aday ülkeler kapsamında geliştirdiği Erasmus+ akademik hareketlilik programı burslusu olarak 5 gün süreyle Polonya’da Lublin ve Varşova şehirlerinde bulunarak hem akademik faaliyetler gerçekleştirme, hem de bu ülke tarihi, kültürü, insanları ve siyaseti hakkında daha fazla bilgi edinme şansı yakaladım. Öncelikle ekonomik açıdan zor bir dönemde bunu yapabilmemi sağlayan Avrupa Birliği’nin bu programının ne kadar önemli ve gerekli olduğunu belirtmem gerekiyor. Zira Türk lirasının son yıllardaki muazzam değer kaybı nedeniyle Türkiye’den akademisyenlerin ekonomik açıdan herhangi bir destek almadan artık Avrupa’ya giderek kültür seyahati gerçekleştirmeleri veya akademik temaslarda bulunmaları kolay değil.
Bu yazıda, beğenerek takip ettiğim Harici.com.tr için Polonya izlenimlerimi yazıya dökmek ve bu yeni ve başarılı dış politika portalına farklı bir katkı sunmak istedim. Yazıyı, kendi koordine ettiğim dış politika inisiyatifi olan Uluslararası Politika Akademisi’nden de paylaşarak, bu değerli girişimin tanınmasına katkıda bulunmayı planlıyorum. Hiç şüphesiz ki, 21. yüzyılın küresel Türkiye’sini yaratmak için, dünyadaki siyasi, diplomatik ve ekonomik gelişmeleri daha iyi anlamamıza yardımcı olan bu tarz girişimlere fazlasıyla ihtiyaç var.
Erasmus+ Programı
Avrupa Birliği’nin 2021-2027 döneminde üye ve üyeliğe aday ülkelere yönelik olarak çeşitli projeler aracılığıyla hibe faaliyetleri gerçekleştirmesini sağlayan Erasmus+ programı, yaklaşık 28,4 milyar avroluk bütçesiyle Türkiye ve diğer aday ülkelerden insanlar için çok önemli bir kaynak sunmaktadır. Erasmus+ akademik hareketlilik programı ise, bu doğrultuda yükseköğretim sektöründeki öğrenci, idari personel ve akademik personelin yeterliliklerinin geliştirilmesi ve bu kişilere yurt dışında mesleki gelişim fırsatları sunulmasını amaçlayan bir programdır. Türkiye’deki üniversitelerimiz, son yıllarda Avrupa’daki muhatap kurumlarla iyi ilişkiler geliştirerek pek çok Erasmus+ anlaşması imzalamış ve bu sayede Türk öğrenci ve yükseköğretim personelinin Avrupa’ya gidişlerinde ciddi bir artış yaşanmıştır. Benzer şekilde, Avrupa ülkelerinden öğrenciler ve yükseköğretim personelinin ülkemize gelişlerinde de gözle görülür bir artış yaşanmaktadır.
İşte benim Polonya’da Lublin’deki II. Jean Paul Katolik Üniversitesi veya kısa ismiyle KUL’a gidişimi sağlayan da, Erasmus+ akademik hareketlilik programı kapsamında kazandığım burs olmuştur. Bu ortak proje nedeniyle Avrupa Birliği ve Türkiye’yi kutlamak gerekirken, verilen hibenin (yaklaşık 751 avro) çok yeterli olmadığını ve hayat pahalılığı nedeniyle bu paranın ancak uçak ve otel masraflarına yettiğini, bu anlamda kişinin kendisinin de -ziyaretin hakkını verebilmek ve önemli akademik ve kültürel merkezleri ziyaret edebilmek adına- ciddi bir harcama yapması gerektiğini belirtmek zorundayım. Ancak Türkiye’nin bu programı sürdürmesi bence her şekilde faydalı; zira Türk öğrenci ve akademisyenlerin gelişimi açısından Osmanlı’dan başlayan bir gelenek olan Avrupa’daki ilerlemelerin yakından gözlemlenmesi hususu çok önemli ve dahası gerekli. Bu bağlamda, Brexit süreciyle Avrupa Birliği’nden ayrılan Birleşik Krallık/İngiltere’nin kendi Commonwealth ülkelerine özgü Alan Turing programını başlatması güzel bir girişim olsa da, Erasmus+ programından ayrılmanın Avrupa’daki gelişmelerin takibi açısından ciddi bir dezavantaj yaratacağını da belirtmek gerekir. Umarız Türkiye bu konuda aday statüsünü korur ve Türk öğrenciler ve idari ve akademik personel Erasmus+ programından faydalanmaya devam eder. Ancak bunun yanında, kuşkusuz, çok boyutlu dış politikanın hakkını verebilmek adına Türk dünyası ülkeleri ve keza İslam dünyası ülkeleriyle de benzer programların geliştirilmesi son derece faydalı olabilir.
Lublin ve II. Jean Paul Katolik Üniversitesi
17 Nisan akşamı Varşova’ya inişimden sonra direk geçtiğim Polonya’nın doğusundan Lublin şehri, yaklaşık 350.000 kişinin yaşadığı küçük bir şehir olmasına karşın, akademik faaliyetler ve özellikle de öğrencilik hayatı açısından ideal bir yer. 2023 yılı için Avrupa gençlik başkenti (European youth capital) seçilen Lublin, Ukrayna sınırına yakın olması sebebiyle son dönemde Rusya-Ukrayna Savaşı bağlamında askeri-stratejik açıdan da önem kazanmıştır. Polonya’nın en büyük 9. şehri olduğu ifade edilen Lublin, Polonya’nın doğusundaki en büyük şehir olmasının yanı sıra, Lublin Voyvodalığı’nın da başkenti durumundadır. Sosyal ve ilahi bilimlerde iyi konumda olan KUL ve Maria Curie-Sklodowska Üniversitesi başta olmak üzere tam 5 üniversitenin bulunduğu Lublin, bu anlamda tam bir öğrenci ve üniversite şehridir. Ben de bağlantılarımı kullanarak Türk üniversitelerinin burada yeni bağlantılar kurması ve anlaşmalar yapmasına yardımcı olmaya çalışacağım.
Lublin, demografik anlamda küçük bir şehir olmasına karşın, ülkemiz ve Avrupa’da büyük şehirlerde olan her türlü aktivitenin varlığıyla da dikkat çeken ve beğeni toplayan bir yer. Tipik bir Avrupa kenti olan Lublin, güzel mimarisi, tarihi zenginliği ve hareketli yaşamıyla dikkat çekiyor. Çok sayıda Polonyalı ve uluslararası öğrencinin varlığı şehri çok hareketli hale getirirken, Katolisizm’in yoğun etkisine karşın insanların oldukça özgür olduğu ve diledikleri gibi yaşayabildiklerini de belirtmek lazım. Nitekim içki ve tütün ürünlerinin rahatlıkla bulunabildiği, çok sayıda restoran, eğlence yerleri ve hatta casinoların bulunduğu, bu anlamda gençlere ve turistlere eğlence imkânları sunan Lublin, bunun yanı sıra isteyenler için tarihi kiliseleriyle dindar bir hayat inşa edebilme olanağı da sağlıyor. Türkiye’de de belki de en çok ihtiyacını duyduğumuz şey, insanların birbirlerini hor görmeden ve aşağılamadan özgürce yaşayabilmelerini sağlayacak demokratik bir düzen ve açık bir piyasa sistemi. Bunu Katolik dünyası başarabilmişken, İslam dünyasının geride kalması ise çok üzücü.
18 Nisan günü KUL Üniversitesi’ndeki derslerim ve konferansım için sabah erkenden üniversitenin kapısına geliyorum. Ne mutlu ki, Uluslararası Ofis’ten görevli arkadaşlar beni gayet iyi şekilde karşıladılar ve tüm süreçle yakından ilgilendiler. Benzer şekilde, görevli bir personel sayesinde üniversitenin kampüsü ve tarihçesi hakkında da son derece detaylı ve önemli bilgiler edindim. 1918 yılında kurulan ve 5 yıl önce 100. yıldönümünü kutlayan II. Jean Paul Katolik Üniversitesi veya kısa ismiyle KUL, komünist dönemde çeşitli baskılara rağmen varlığını sürdürebilmiş ve bu nedenle Polonya’da siyasi etkisi güçlü olan bir kurum. Vatikan ve dünya Katoliklerinin siyasi ve ekonomik olarak desteklediği bir özel üniversite olan KUL, buna karşın Polonya’nın komünizmden kurtulması ve demokratikleşmesi yönünde gösterdiği çabalar nedeniyle sonradan devlet üniversitesi statüsü de kazanmış olan farklı ve özel bir yükseköğretim kurumu. Yaklaşık 20.000 öğrencisi olan kurumda, Vatikan ve Katolik Kilisesi’nin burslusu olarak eğitim alan çok sayıda öğrenci de bulunuyor. Papa II. Jean Paul’un geçmişte senelerce bizzat ders verdiği ve bu anlamda özellikle Teoloji alanında önemli bir kurum olan KUL’un bahçesinde, Polonyalı Papa II. Jean Paul’un etkileyici bir heykeli de bulunuyor. 1980’lerin başında aşırı milliyetçi terörist Mehmet Ali Ağca’nın suikast düzenlemeye çalıştığı Jean Paul, Polonya’da ve Katolik dünyasında halen çok sevilen ve sayılan bir isim ve üniversitenin gelişimine de büyük katkı sağlamış. Bu bağlamda, Jean Paul’ün vefatı öncesinde üniversitenin bahçesinde heykelinin dikildiğini de gördüğünü belirtmem gerekiyor.
Bir dönem uzun süre askeri tesis olarak kullanılan üniversite bahçesinin ise manastır havası olan son derece dingin bir yer olduğunu söylemem gerekir. Nitekim öğrenciler de sıcak günlerde bu bahçede ders yapılmasını çok seviyorlarmış. KUL’da Erasmus+ programı ile üniversiteye gelen bazı Türk öğrenciler de mevcutmuş. Ancak benim ziyaretim sırasında Türk öğrencilere rastlayamadım.
Üniversitedeki derslerim ve konferansım gayet başarılı geçerken, Rektör Yardımcısı olan ve daha önce İstanbul’u iki defa ziyaret eden değerli meslektaşım ve arkadaşım Beata Piskorska ile Polonya ve üniversitenin durumu hakkında da görüş alışverişi yapma imkânı buldum. Türkiye ile ilişkiler ve Avrupa Komşuluk Politikası hakkında oldukça bilgi sahibi bir akademisyen olan Piskorska, Uluslararası Politika Akademisi’ne ve editörlüğünü yaptığım uluslararası kitap projelerine de zaman zaman katkı yapıyor. Onun gayretleriyle üniversitede onuruma verilen öğlen yemeği ise tek kelimeyle muhteşemdi. Polonyalı dostlarımız, Türkiye’den gelen misafirlerin alışık olmayabilecekleri domuz eti kokusunu da düşünerek yemekleri tavuk etiyle hazırlamayı dahi düşünmüşlerdi. Konferansta Türkiye’nin Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sürecinde takip ettiği dış politikayı anlatmayı çalıştım. Derslerimde ise Küba Füze Krizi konusunu işledim. Zira kısa bir süre önce 2022 yılı Kasım ayında Lublin şehri dışına iki füze düşmüş ve bu konu ciddi bir krize neden olmuştu. Daha önemlisi, şimdilerde Soğuk Savaş döneminde Türkiye’nin izlediği dış politikaya benzer şekilde Rus tehdidi nedeniyle ABD’ye çok yakın bir politika izleyen Polonyalı dostlarımıza, bunun iyi ve kötü olası etkilerini Türkiye örneğinden yola çıkarak anlatmaya çalıştım. Bu bağlamda, Batı kamuoyunda gördüğüm temel eksiklik, Rusya’nın Ukrayna işgaline yönelik tepkilerin rasyonellik temelinden ziyade duygusallık temelinde gelişmesi. Elbette Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü savunmak en doğal hakkımız ve hatta görevimiz olmalı; ancak önemli bir askeri güç ve hatta bir nükleer süper güç olan Rusya’ya yönelik karşıtlığı mantıksal düzlemden kopmadan götürmek gerekiyor. Ayrıca Rusya’ya olan karşıtlığın Rusya kültürü ve insanına karşı değil, Moskova’nın politikalarına yönelik olduğunun da altını kalınca çizmek gerekiyor. Ancak tarihsel-kültürel sebeplerin de etkisiyle, Polonya’daki Rus karşıtlığının çok güçlü ve duygusal maddi temelleri mevcut. Bu anlamda, ülkede milyonlarca Ukraynalı mültecinin bulunması da bu konudaki duyarlılıkları artırıyor. Nitekim Lublin ve Varşova’da pek çok yerde destek amacıyla asılmış Ukrayna bayraklarını görmek ve Ukraynalı öğrenci ve çalışanlara rast gelmek olası.
Ziyaretim kapsamında Lublin’de kurulmuş olan yeni bir düşünce kuruluşu (think-tank) olan Institute of Central Europe’u (Instytut Europy Srodkowej) da ziyaret etme fırsatım oldu. Hükümet destekli bir düşünce kuruluşu olan kurum, Türkiye’den de Prof. Dr. Hüseyin Bağcı gibi duayen bir isimle ilişkiler geliştirmeyi başarmış ve kendisini daha önce birçok aktivitelerine dahil etmiş. KUL ve Maria Curie-Sklodowska Üniversitesi’nden uzmanları olan kurum, daha çok Avrupa, NATO, Rusya ve Balkanlar konularında uzmanlaşmaya gayret ediyor. Kurumun genel çizgisinin Batıcı ve ABD’ye yakın olduğunu söylemek mümkün. Ayrıca kurumun 2022 yılı içerisinde Türkiye’nin Balkanlar’daki etkisi hakkında bir policy paper yayınlamış olması da takdire değer. Umuyoruz bu kurumla Türkiye’deki düşünce kuruluşları arasında da yakın ilişkiler geliştirilebilir. Zira Polonya ve Türkiye, çok farklı gözükmelerine karşın aslında birbirlerine benzeyen ülkeler. ABD ve Rusya ile ilişkilerdeki zor denklem ve nüfusun bir bölümünün dindar (Katolik vs. Sünni İslam farkına rağmen) olması gibi konularda iki ülkenin ortak özellikleri olduğunu söylemek mümkün.
Lublin’deki son günümde Lublin Kalesi içerisinde oldukça kapsamlı müzeyi de gezme fırsatı buldum. Bana rehberlik eden ve daha önce İstanbul’da ağırladığımız Polonyalı akademisyen dostum Prof. Dr. Krzysztof Motyka’ya da bu vesileyle teşekkür ediyorum. Kale içerisinde Avrupa sanat tarihi açısından önemli sayılabilecek çok güzel bazı portreler ve sanat eserleri gördüğümü belirtmeliyim. Ayrıca müze içerisinde benim “Küçük Ayasofya” adını verdiğim muhteşem bir tarihi şapel de var. Burayı Lublin’e gelen herkes ziyaret etmeli; zira inanılmaz bir akustiği ve etkileyiciliği olan bir yapı. Erasmus ziyaretlerini sadece ders verme ve yeme-içmeden farklı kılan işte bu tip kültürel aktiviteler. Bu nedenle, ülkelerin elitleri ve halkları arasındaki bağları kuvvetlendirmek için, bu gibi aktiviteler daha yoğun yapılmalı ve finansal açıdan daha iyi desteklenmeli. Müzenin özellikle Polonyalı sanatçılar koleksiyonu ise tek kelimeyle muhteşemdi ve daha önce hiç duymadığım bazı ünlü ressamların ve tabloların adlarını ve stillerini öğrenmemi sağladı. Ek olarak, Osmanlı tarihi ders kitaplarında adı geçen Polonya Kralı III. Jan Sobieski’nin de müzede birkaç güzel portresinin bulunduğunu söyleyebilirim.
Sonuç olarak, KUL’a çok yakın olan Maria Curie-Sklodowska Üniversitesi’ni de kısa süre gezme imkânı bulduğum Lublin, gerçekten de tipik bir Avrupa şehri olarak gelişim ve başarı isteyen öğrencileri ve girişimcileri çekmesi muhtemel ve geleceği daha parlak olabilecek bir şehir. Ancak elbette Rusya-Ukrayna Savaşı’nın bazı olumsuz etkilerini de şehirde hissetmek mümkün. Örneğin, çok sayıda Ukraynalı’nın ülkeye gelmesi neticesinde -Polonya’da yaklaşık 1,5 milyon Ukraynalının kaldığı tahmin ediliyor- konut fiyatlarının ve enflasyonun çok artması, göçmen Ukraynalıların yaşadıkları ekonomik zorluklar ve Rusya’nın Ukraynalı nüfus yoğunluğu olan Polonya şehirlerine yönelik istihbarat faaliyetleri yürütmeye başlaması gibi sorunlar gerçekten mevcut. Bu bağlamda, Türkiye’deki Suriyeli sığınmacılar sorununa benzeyen bir sorunun ilerleyen aylarda Polonya’da gelişmesi -ki bu yönde sinyaller başlamış bile- ve aynı Türkiye’deki göçmen karşıtı akımlar gibi Ukraynalı karşıtı eğilimlerin artması riski de mevcut. Ayrıca halkın genel olarak yardımsever olduğu ve çok sayıda öğrenci olması sebebiyle İngilizce konuşmaya alıştığını da söylemek mümkün. Ayrıca şehirde tek tük de olsa Türkler görmek mümkün ki, Türkler genelde gastronomi (kebap) sektöründe iş yapıyorlar.
Varşova
20 Nisan gününü geçirdiğim Varşova ise, Polonya’nın başkenti olarak elbette daha görkemli ve büyük bir şehir. Yaklaşık 1,8 milyon nüfusu olan Varşova, Warszawa Centralna adı verilen Varşova Merkez Tren İstasyonu’ndan çıkar çıkmaz ihtişamlı binalarıyla sizi karşılıyor. İkinci Dünya Savaşı’nda şehrin tamamen yıkılmış olması nedeniyle genelde komünist dönemde yapılan bu binalar, mimari açıdan kuşkusuz harikulade. Şehirde çok güzel kilise ve binalar mevcut. Ayrıca çok sayıda turist ve yabancının gelmesi nedeniyle Lublin’e kıyasla daha büyük oteller var. Ancak ilginç bir şekilde halk İngilizce konuşmak konusunda ya daha isteksiz, ya da daha yetersiz. Zira sokakta adres sorduğum birçok insan yanıt vermekten imtina ediyordu. Ancak özellikle gençlerin İngilizceleri iyi seviyede. Ayrıca tren istasyonundan iner inmez Ukrayna’ya destek amacıyla bağış kampanyası düzenleyen genç kızlar karşınıza çıkıyor. Ukrayna konusunun ülkenin en önemli dış politika sorunu olduğu su götürmez bir gerçek.
Varşova’da yemek yemek ve aileme hediyeler almak için girdiğim Złote Tarasy adlı alışveriş merkezi ise bu tarz modern veya postmodern denebilecek yapıların her yerde aynı olduğunu düşündürdü. Zira İstanbul’daki birçok avm’de de benzer bir iç düzenleme görmek mümkün. Ayrıca bizdeki BiTaksi programına benzeyen Bolt programı burada çok popüler ve oldukça iyi işliyor. Bu sayede hemen ihtiyacınız olan taksiyi çağırabiliyor ve dahası, kilometre hesabına göre ne kadar ödemeniz gerektiğini önceden görerek ve ödemeyi de baştan yaparak içiniz rahat seyahat edebiliyorsunuz. Ayrıca Varşova merkezde bir Türk marketi görünce de mutlu olduğumu belirtmeliyim. Ayrıca hem Lublin, hem de Varşova’da her yerde Zabka marketleri olduğunu söylemeliyim.
Maalesef yalnızca 1 gün geçirebildiğim Varşova’yı keşfetmeyi sonraki seyahatlerime bırakarak 21 Nisan sabahı Türkiye’ye dönmek için yola çıkıyorum. Elbette çok güzel anıları geride bırakarak…
Polonyalılar ve Polonya
Türkiye’de pek bilinmeyen bir halk olan Polonyalılar, Türkiye’ye yönelik olarak özel bir sevgi ya da ön yargısı olmayan bir Katolik Avrupa halkı. Yaklaşık 40 milyon nüfusu olan Polonya’nın Avrupa’nın geleceğinde önemli bir yeri olacağı muhakkak. Ancak elbette Avrupa’nın en gelişmiş veya demokratik ülkesinden söz etmediğimizi de hatırlatmak gerekir. Polonyalılar, Slav ve Avrupa halklarının karışımı olarak değerlendirilebilecek genelde beyaz tenli ve sarışın insanlar. İlk intiba olarak, insanların Türkiye’ye kıyasla biraz daha az sosyal ve kendi işlerine odaklı olduğunu söylemek mümkün. Çok uzun boylu insanlar olduğu gibi, genelde boy ortalaması sanki Türkiye’ye benzer.
Polonya dili benim kulağıma oldukça melodik gelen ve biraz Rusça’yı anımsatan bir dil olsa da, bu dil hakkında çeşitli ön yargı ve şakalar da mevcut. Örneğin, bir meslektaşımın anlattığı fıkraya göre, Polonya dilini duyan yabancılar, bu dili konuşan insanların birilerine suikast planlamaya çalıştığı düşüncesine kapılabilirler! Ülkemizde pek bilinmeyen Polonya tarihini öğrenmek isteyenler kısa süre önce Türkçe’ye çevrilen ve Alfa Yayınları’nca yayımlanan Anna J. Prazmowska imzalı “Polonya Tarihi” adlı kitabı okuyabilirler.
Genelde ırkçılıkla itham edilen bir halk olan Polonyalıların turist ve ülkelerinde yaşayan yabancılardan sanki “Roma’da yaşayacaksan Romalı gibi davranman gerekir” beklentisi içerisinde olduğunu düşünüyorum. Zira eskiden Fransa’da olduğu gibi İngilizce sorulara yanıt vermeme ya da isteksiz davranma durumu sıklıkla gözlemlenebiliyor. Ayrıca ülkede Müslüman, Hintli ve Afrika kökenli öğrenci ve çalışanlar görmek de mümkün ki, bu sayede ırkçılığın azalması da mümkündür. Zira daha birkaç sene öncesinde Legia Varşova maçlarında Afrikalı oyunculara yönelik olarak sahaya muz kabuğu atıldığı günler çok da uzakta değil. Ancak gelişmekte olan bir ülke olan Polonya’nın geleceğinde ırkçılık ve yobazlığın etkisinin daha az olacağı kanaatindeyim.
Rusya-Ukrayna Savaşı’na Bakış ve Ukraynalı Mülteciler
Polonya izlenimlerimin diplomatik açıdan en önemli unsuru, kuşkusuz, Rusya-Ukrayna Savaşı veya daha doğru ifadeyle Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline yönelik bakış konusudur. Polonyalılar, neredeyse tamamen Ukrayna’yı destekleseler, bu ülkenin toprak bütünlüğünü ve halkın haklı direnişini savunsalar da, kuşkusuz, bu politikalarının ne ölçüde doğru olduğunu konusunda bir yandan da kendilerini sorguluyorlar. ABD’ye yönelik yakınlık ve sempati ve dahası tarihsel husumet nedeniyle Rusya karşıtlığı çok yüksek seviyelerde olsa da, NATO’nun genişlemesi yönünde Moskova’ya daha önce verilen sözlerin tutulmadığı yönündeki eleştiriler de burada dikkate alınıyor. Ancak akademik dünyadaki genel kanı, Rusya’nın otoriter siyasi sistemi ve kötü ekonomik düzeni nedeniyle müttefiklerini giderek kaybettiği ve bu ülkelerin Batı dünyası kurumlarıyla (Avrupa Birliği ve NATO) ilişkiler geliştirebilme haklarının olduğu yönünde. Bu anlamda, Polonyalılar, Ukrayna’nın savaşı kazanmasını ve topraklarını geri kazanmasını istiyorlar. Bu bağlamda ABD ve AB’nin desteğine ek olarak Türkiye’nin de sürece aktif katkı sunması da onlar için çok önemli. Nisan ayı sonunda veya Mayıs ayında Ukrayna’nın topraklarını geri kazanmak için Rusya’ya karşı büyük bir taarruz başlatması da beklenen bir gelişme.
Ukraynalı mülteciler konusunda da genel olarak son derece ılımlı ve hoşgörülü bir tavır olsa da, mültecilerin zor yaşam koşulları nedeniyle suça yönelmeleri neticesinde, ilerleyen aylarda/yıllarda savaşın çok uzaması durumunda mülteci/sığınmacı karşıtlığı bu ülkede de artabilir yönünde haklı endişeler mevcut. Nitekim Lublin ve Varşova’da konuştuğum bazı insanlar daha şimdiden Ukraynalılardan şikâyet ediyor ve onların güvenilmez olduklarını ifade ediyorlardı. Oysa elbette burada asıl mesele Ukraynalıların güvenilmezliğinden ziyade mültecilerin içerisinde bulundukları zor koşullar olsa gerek.
Tarihte birçok defa Rus işgaline uğrayan Polonya, bu ülkeye yönelik olarak tarihsel bir husumet besliyor. Bu anlamda, Türkiye’ye benzer şekilde tarihin iki ülke ilişkileri açısından olumsuz bir faktör olduğunu söylemek mümkün. Lakin günümüzde, tarihsel husumetten ziyade Rusya’nın uluslararası hukuka aykırı tutumları daha ön planda. Ayrıca Katolisizm’in tarihsel olarak ve komünizmin yıkılışı sürecinde çok etkin olduğu Polonya’da, Ortodoks Rusya’ya bakış da elbette Katolik halklara yaklaşım kadar yakın olmayabilir. Bu durumu Moskova açısından da söylemek mümkün.
Sonuçta, Polonya’nın Ukrayna konusundaki desteğinin devam edeceği ve bu konuda ABD ve AB ile uyumlu politikalar geliştirilerek, Soğuk Savaş dönemindeki Türkiye’ye benzer şekilde bir anlamda NATO’nun “kanat ülkesi” olunacağı beklenebilir. Bu durumda ise, kuşkusuz, askeri-güvenlik kültürünün artacağı yeni bir dönemi öngörmek yerinde olur. Ancak Lublin’de beklentimin aksine sokaklarda dolaşan eli silahlı askerler ve tanklar görmediğimi de belirtmem gerekiyor. Bu gruplar, şimdilerde daha çok Beyaz Rusya (Belarus) sınırına konuşlanmış durumdaymış.
Türkiye’ye Bakış
Daha önce de belirttiğim üzere, Polonya’da Türkiye’ye yönelik olarak özel bir sempati veya antipatinin olmadığını söyleyebilirim. Polonyalılar, Türkiye’yi önemli bir medeniyetin temsilcisi olarak görüyor ve ciddiye alıyorlar. Tarihsel olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun Lehistan’ın paylaşılmasını tanımaması olumlu bir etken. Günümüzde Türkiye’nin AB üyeliğine yönelik büyük bir beklenti ve desteğin olduğunu ise söyleyemem. Ancak Türkiye’nin Batı kampında tutulması gerektiği yönündeki görüş de bu ülke akademik dünyasında ağır basıyor. Fakat bu bağlamda Türkiye’nin Ukrayna işgaline rağmen Rusya ile yakın ilişkilerini sürdürmeye devam etmesi genelde eleştiriler alıyor. Nitekim konferans ve dersimde en çok sorulan konulardan birisi bu oldu. Ben de, Türkiye’nin enerji bağımlılığı, Rusya’nın daha da saldırganlaşmasını önlemek ve küresel etkileri olabilecek büyük bir gıda krizini “tahıl anlaşması” sayesinde önlemek gibi saiklerle hareket ettiğini ve aslında siyaseten Ukrayna’yı desteklediğini açıklamaya çalıştım.
Bir diğer sorulan konu ise Kürt Sorunu oldu. Tüm Avrupa’da olduğu gibi Polonya’da da Kürt nüfus var ve bunlar genelde Türkiye’deki rejime muhalif ve ülkemizden kaçan insanlardan oluşuyor. Bu bağlamda, Kürt Sorunu’nun Türkiye’ye bakışı Avrupa’da olumsuz etkileyen en önemli konulardan birisi olduğu aşikâr. Polonya üzerinde çok etkili bir ülke olan ABD’nin son yıllarda çok Kürt yanlısı politikalar geliştirmesi de bu konuda Polonyalıları etkiliyor olsa gerek. Ancak yakın zamanda Türkiye’den drone (siha) satın alan Polonya’nın genel anlamda Türkiye ile ilişkileri geliştirmek isteyen bir devlet olduğu söylenebilir.
Elbette sıklıkla sorulan bir diğer konu da 14 Mayıs’taki Cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri oldu. Polonyalı meslektaşlarımız, benim yorumlarımı dikkatle dinlerken, muhalefetin seçimleri kazanabileceği konusundaki şüphelerini de açıkça belirttiler ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın güçlü liderliğine vurgu yaptılar. Ayrıca muhalefetin dış politikaya yaklaşımı ve özellikle de Rusya-Ukrayna Krizi’ne bakışları Polonyalı muhataplarımızın merakını uyandırdı ve ilgisini çekti.
Varşova Gettosu İsyanı’nın 80. Yıldönümü
Gerek Lublin, gerekse Varşova’da bulunduğum süreçte en çok dikkatimi çeken olaylardan birisi de, dindar şekilde giyinmiş olan kalabalık Yahudi topluluklarını görmem oldu. Tarihsel olarak Yahudi nüfusu olan bir ülke olsa dahi, bu kadar yoğun dindar Yahudi toplulukları görmem tam da beni şaşırtacaktı ki, yerel gazetelerden bu yılın Nazi birliklerine karşı 1943 yılında çıkarılan Varşova Gettosu Ayaklanması’nın 80. yıldönümü olduğunu öğrendim. Bu nedenle, birçok kişi, Yahudi halkına destek amacıyla yakalarına sarı renkte özel bir sembol takmışlardı. Çok istememe rağmen, zaman sıkıntısı nedeniyle Lublin’deki Majdanek toplama kampı müzesi ve Varşova’daki Ayaklanma Müzesi’ni ise gezme imkânım olmadı. Bunları inşallah bir sonraki ziyaretimde gezeceğim. Ancak Yahudiler konusunda ülke genelinde epey duyarlılığın olduğunu söylemek mümkün.
Sonuç
Sonuç olarak, 2023 yılı Nisan ayındaki Polonya ziyaretim, benim açımdan oldukça eğlenceli ve öğretici oldu. Bu anlamda tüm öğrenci, akademisyen ve idari personele Erasmus+ programına katılım konusunda daha aktif olmalarını tavsiye ediyorum. Ayrıca Türkiye ile Polonya arasındaki yükseköğretim kurumları arasındaki ilişkileri geliştirmek konusunda da elimden geleni yapacağım ve kişisel bağlantılarımı kullanacağım. Daha iyi ilişkiler konusunda kilit konu ise Rusya’nın Ukrayna politikasına yönelik ortak tepkiler geliştirebilmek olacaktır ki, Rus Devlet Başkanı Vladimir Putin’in seçim öncesinde Akkuyu Nükleer Santrali’nin açılışına katılmasının beklendiği bir ortamda bunun kolay olmadığını da samimiyetle belirtmem gerekiyor.
Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
İstanbul Kent Üniversitesi Öğretim Üyesi
Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü
www.ozanormeci.com / politikaakademisi.org
İlginizi Çekebilir
-
Zelenski Washington’da Biden ile görüşecek
-
Çin akademisinde ŞİÖ’nün genişlemesi üzerine perspektifler
-
Uzmanlar yanıtlıyor: Savaş nasıl bitecek? Bir sonraki nasıl önlenebilir?
-
Putin adaylığını duyurdu, Reuters ‘Batı yaptırımlarının başarısızlığına’ bağladı
-
Avrupalı enerji şirketleri gaz depolamak için Ukrayna’ya yöneliyor
-
“Nükleer Savaş Tehlikesi ABD’den Geliyor”

Yunanistan ile ilişkilerimizde bir uçtan diğerine gidip geliriz. Önce gerginlik olur, sonra tırmanma yaşanır ve ardından hızlı bir ‘yumuşama’ dönemi başlar. İlk aklıma gelen örnek 1999 yılının şubat ayında Öcalan’ın Yunanistan’ın Kenya Büyükelçiliğinin rezidansından çıkarken yakalanıp Türkiye’ye getirilmesi sonrasında yaşananlar oldu. Öncesinde Türkiye-Yunanistan ilişkileri oldukça gergin ve sınamalı dönemlerden geçmişti. Yunanistan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile birlikte onlarca yıl boyunca Ankara’nın bütün uyarılarına rağmen PKK’ya destek vermekten vaz geçmemiş; o yıllarda PKK’yı üzerimize süren Suriye ile yakın ilişkiler geliştirerek Türkiye karşıtı bir bölgesel ittifak oluşturmaya çalışmıştı.
İKİ BUÇUK SAVAŞ SENARYOSU VE AB ALDATMACASI
İki Buçuk Savaş olarak da adlandırılan o senaryoya göre Ege’de Yunanistan’la yaşadığımız krizlerden birisi sıcak savaşa dönüşürse Hafız Esat liderliğindeki Suriye de Türkiye’ye karşı harekete geçecek, Yunan uçakları Suriye topraklarını da kullanarak hava üslerimize taarruzda bulunacak ve PKK ‘buçuk’ cephe açacaktı. NATO üyesi bir Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı o yıllarda Suriye ile işbirliği yapabilmesi kabul edilemez bir durumdu; ama Atina’nın bundan dolayı Amerika’dan veya genel olarak Batı’dan fazlaca bir fırça yediğine şahit olmamıştık. Sonuçta Türkiye önce PKK’yı askeri olarak etkisiz hale getirip (1995-97) ardından Şam yönetimine karşı başlattığı askeri-diplomatik krizde başarılı olup Suriye’yi Türkiye karşıtı politikalarından vazgeçmeye zorlayınca Atina için çanlar çalmaya başlamıştı. İki Buçuk Savaş’ın bir buçuk cephesi çökertilmiş ve Yunanistan Türkiye karşısında tek başına kalmıştı. Üstelik Suriye’den çıkarılan Öcalan’ın, Rusya ve Avrupa’da yaptığı turların ardından Yunanistan’ın Kenya Büyükelçilik rezidansından çıkarken yakalanıp Türkiye’ye getirilmesi Atina’da siyasi bir deprem yaratmış ve Batılı başkentlerin de eleştirilerine maruz kalmıştı. O günlerde Amerika’nın önde gelen gazeteleri bile Atina’nın açıkça teröre destek veriyor olmasının kabul edilemez olduğunu yazarken Ankara’daki üst düzey Amerikan büyükelçilik diplomatlarının ‘o yazıların çıkmasında bizim büyükelçiliğin büyük payı oldu’ dediklerini bugün gibi hatırlarım.
Yunanistan’ın kendisini savunmakta epeyce zorlandığı o günlerde Türkiye’nin önüne atılan zoka AB havucuydu. Olmayacağı biline biline AB üyeliği sanki mümkünmüş gibi başlatılan o süreç 1999 ortalarından itibaren Türkiye’nin bütün dış politikasını ipotek altına almış ve on yılı aşkın bir süreyle bütün dış politika çıkarlarımız hoyratça tartışmaya açılmıştı. O zaman da süreci hızlandırmak için medyada ve diplomatik çevrelerde 1999 yılında önce Türkiye’de bir süre sonra da Atina’da meydana gelen depremler kullanılmış ve kamuoyu önünde yardımlaşma duyguları, iyi komşuluk, benzerliklerimiz vs. gibi her ne varsa öne çıkarılmıştı. Bu sayede Öcalan’ın yakalanmasından (Şubat 1999) hemen sonra başlatılan ve henüz Körfez depremi (17 Ağustos) olmadan aylarca önce Türkiye AB’nin yumruk menziline alındığı için Yunanistan’ın teröre destek verirken suçüstü yakalandığı gerçeği de çoktan unutulup gitmiş hatta Yunanistan ve o zamanki dışişleri bakanı (sonradan başbakan da oldu) Yorğos Papandreu Ankara’ya AB konusunu öğretecek öğretmen gibi sunulmuştu. O yıllarda Türk medyası olmaktan ziyade Türkçe yayın yapan medya olarak adlandırdığım basın ve televizyonlar Yunanistan’ın bu suçlarının unutulmasında büyük rol oynamışlardı.
Oysa Yunanistan’ın tavırlarında ne barışçılık ne de uzlaşma vardı. Sanki Türkiye’yi büyük bir savaşta yenilgiye uğratmış ve her karış toprağını işgal etmiş bir devletmiş gibi isteklerinin tamamını AB belgeleri yoluyla Ankara’ya dikte ettirmeye çalışıyordu ve bunu da başarmıştı. Türkiye bu süreçte resmen kandırılmış/aldatılmış oldu. Kıbrıs Rum tarafının AB’ye üyelik süreci kolaylaştırılmış, o güne kadar Ankara’nın izlediği, Rum tarafının AB’ye tek taraflı olarak alınması halinde KKTC ile birleşme politikası çöpe atılmış ama bu sürecin sonunda sadece ve sadece Türkiye’nin AB’ye alınmayacağı gerçeği ile yüzleşmiştik. Bu gerçekle yüzleşmek için Türkiye’nin bütün dış politika çıkarlarının değersizleştirilmesine ve Kıbrıs gibi milli davalarının ayaklar altına alınmasına hiç gerek yoktu; çünkü bu gerçek gün gibi ortadaydı.
AYNI HATAYA MI DÜŞÜYORUZ?
Bugün de aynı hataya düştüğümüz söylenebilir; çünkü bir yandan AB, Türkiye ilişkilerini yükseltmek/ilerletmek ister gibi davranıyor ve bunun için Yunan-Rum tarafının tezlerini kullanıyor; öte yandan da Atina şubat ayında meydana gelen deprem ve sonrasında yakınlaşmak için çok istekli görünüyor. Peki neden?
Bu soruların cevaplarını genel hatlarıyla doğru tespit edersek yeni başlayan veya başlayacak olan Ankara-Atina yakınlaşmasında var olan veya ortaya çıkacak riskleri daha iyi tespit edebiliriz. Öyle görünüyor ki, Mitsotakis hükümetinin şubat depremleri sonrasında uzlaşmacı gibi görünmeye çalışmasının sebebi Türkiye’nin 2020 yılının sonlarında başlattığı dış politika gözden geçirme süreciyle doğrudan ilgilidir. Yaklaşık on iki yıl boyunca kendi bölgesinde izlediği ideolojik karakterli dış politika ile hemen hemen bütün devletleri kendisine düşman eden Türkiye böyle bir siyasetin sürdürülemez olduğunu epeyce maddi ve manevi kayıp sonrası anlayarak 2020 sonlarında dış politikasını gözden geçirmek zorunda kalmış ve doğru yapmıştı. Önce BAE ve Suudi Arabistan ile başlayan toparlanma süreci Mısır ile ilişkilerin normalleşmesi ile devam etmiş ve bu arada İsrail ile de normalleşme sağlanmıştı. Rusya ile ilişkiler ise olağanüstü bir iyileşme dönemine girmiş; özellikle Ukrayna savaşının başlamasıyla birlikte Moskova’nın Ankara ile ilişkileri ivme kazanırken Atina ve Kıbrıs Rumları ile arasındaki bağların neredeyse tamamı kopmuştu. Üstelik bu arada 2020 yılının eylül sonlarında başlattığı özel askeri operasyon ile Azerbaycan 1990’lı yılların başlarında Ermenistan’a kaptırdığı toprakları geri almayı başarmıştı. Yani Türkiye’nin gücünün hızla yükseldiği bir döneme girilmişti.
Türkiye’nin herkesle (Mısır, İsrail, BAE, Suudi Arabistan, Suriye, Rusya ve Fransa) kavgalı olduğu dönem Yunanistan’a Ege’de askeri olarak şansını deneyebileceği heyecanını bile vermişti. Mısır ve İsrail ile adeta askeri müttefik haline gelen Yunanistan aynı zamanda Suudi Arabistan ve BAE’den de askeri destek alabileceğini ümit ediyordu. Üstelik bunlar boş ümitler de değildi. Söz konusu ülkeler Yunanistan’ın Mısır ve İsrail ile yaptığı askeri tatbikatlara F-15 uçakları göndererek katılmaya başlamışlar; buna karşılık Fransa Yunanistan’a Rafale uçakları satmaya başlamıştı. Kısacası her şey Yunanistan için iyi giderken Ankara’nın 2020 sonlarında başlattığı ve Suriye ayağı eksik kalmakla birlikte komşularla ilişkileri toparlama ve Yunanistan’la askeri işbirliği yapanları Atina’nın yanından uzaklaştırma politikası sonuç vermişti. Hatta Azerbaycan’ın ve Rusya’nın bile KKTC’yi tanıması veya tanımaya yönelik adımlar atmasının adeta önü açılmaktaydı. Böyle bir bölgesel yalnızlaşma ortamı Atina için kabus demekti ve Yunan hükümeti tıpkı 1999 şubat sonrasında yaptığı gibi AB yumruk menzili içerisinde Ankara ile ilişkileri ‘düzeltmek’ mecburiyetinde kalmıştı. Ve şubat depremi bunun için kullanıldı.
ÖNERİLER
Yunanistan ile sorunlar mevcut şartlarda çözülmez. Yunan politik kültürü bunun önündeki temel engeldir. Kendi başına Türkiye ile mücadele edemeyeceğini bilir; ancak Batı dünyasının bir şekilde ya kandırarak ya da bileğini bükerek Türkiye’nin elinden Kıbrıs’ı alıp Yunanistan’a vereceğini düşünür. Ege’de Yunan milli amaçlarını büyük ölçüde elde edeceğini bekler. Başta Amerika ve AB olmak üzere Kolektif Batı’nın gücünün dengelenmekte olduğu çok kutuplu dünya düzeni Yunanistan için bir kabus senaryosudur. Dolayısıyla Yunanistan’la ancak ve ancak sorunlara rağmen ortalama ilişkiler yürütülebilir ve çok kutupluluk bu açıdan Türkiye’nin lehine sonuçlar verecektir.
AB süreci Türkiye için tam bir felaket olur. Mevcut müktesebat ile bu sürecin ilerleyebileceğini düşünmek aşırı iyimserlik ve hatta kötü niyettir; çünkü mevcut çerçeve Türkiye’yi AB üyesi yapmamak; ama olacakmış gibi heveslendirerek başta Kıbrıs, Ege, Ermeni soykırım iftiraları ve PKK bağlantılı konularda Türkiye’den istediklerini almak üzere özel olarak tasarlanmıştır. Kısacası zehirli unsurlarla doludur. Daha önce de defalarca denendiği gibi bu müktesebat Türkiye’yi AB ile müzakere eden bir ülke olarak göstermek suretiyle Türkiye’ye Batı’dan yatırım gelmesini sağlamaya da katkıda bulunmaz. Tam tersine sık sık kriz çıkmasına neden olarak böyle bir ihtimali baltalar.
Yunanistan’ın Türkiye’yi AB’nin yumruk menziline almaya çalışması onun elindeki en büyük stratejik kozudur. Sonuç vermeyen/vermeyecek bu politikaya takılmamak ise Türkiye’nin elinde Yunanistan’a karşı kullanacağı bir kozudur ve çok kutuplu bir dünyada üstelik Yunanistan’ı bölgede yalnızlaştırmışken böyle bir AB politikasını tekrardan kabullenmek büyük hata olur. Öte yandan Türkiye’nin savunma sanayi atılımlarını tamamlamak için zamana ihtiyacı olabilir; ama o zamanı çok kutuplu dünyada elde ettiği/edeceği avantajları elinden çıkarmak için kullanması doğru olmaz. Örneğin şimdi imzaladığımız ve ‘lafzına ve ruhuna uygun hareket etmeyi taahhüt ettiğimiz’ Geliştirilmiş Eylem Planı yüzünden Kıbrıs’ta iki devletli çözümden vazgeçersek çok yanlış olur. Yunanistan’ı Batı ile ilişkilerimizin toparlanmasında temel bir aktör gibi görürsek daha da büyük bir hata olur ve Yunanistan’a büyük paye vermiş oluruz. AB’nin üçüncü sınıf bir ülkesinin bizi AB üyeliğine taşıması mümkün değildir. Veya İsrail ve İsrail lobisini karşımıza alırken Amerika ile aramızdaki sorunları – F16 satışı vs.- Yunanistan üzerinden çözeceğimizi düşünmek oldukça çelişkili olabilir. Kısacası Yunanistan’ı düştüğü yalnızlıktan çıkarmak ve AB cenderesine Türkiye’yi sokmak ciddi yanlışları beraberinde getirebilir. Amaç zaman kazanmak ise bunu, bir yandan söz konusu risklere dikkat ederek ve çok kutuplu dünyanın gerçeklerine uygun politikalarla (örneğin Suriye ile uzlaşmak) elde etmek mümkün olabilir. Aksi takdirde, benim oğlum bina dokur, döner döner yine okur nokatasına gelebiliriz.
GÖRÜŞ
Çin akademisinde ŞİÖ’nün genişlemesi üzerine perspektifler
Yayınlanma
1 gün önce10/12/2023
Yazar
Serdar Yurtçiçek
Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ), temmuz ayında gerçekleşen zirvede İran’ın da katılımıyla üye sayısını dokuza yükseltti. Bu önemli gelişme, örgütün bölgesel ve küresel önemini daha da artırdı. Şu anki üye ülkeler şunlardır: Çin, Hindistan, Pakistan, Rusya, İran, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan. Belarus ve Moğolistan gözlemci statüsünde bulunurken, Ermenistan, Azerbaycan, Bahrain, Kamboçya, Mısır, Kuveyt, Maldivler, Myanmar, Katar, Nepal, Suudi Arabistan, Sri Lanka, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri diyalog partneri olarak katılım göstermektedirler. İran’ın ŞİÖ’ya katılımı ve Rusya-Ukrayna savaşının getirdiği jeopolitik dinamikler, Çin akademik ve politik çevrelerinde ŞİÖ’nun geleceğine dair çeşitli tartışmalara ve farklı görüşlere yol açmıştır. Bu tartışmaların ana başlıklarını şu şekilde özetleyebiliriz:
- Rusya-Ukrayna Savaşı
Çin akademik çevresi, Rusya ve Ukrayna arasında yaşanan çatışmanın, uluslararası arenada derin izler bırakan Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ile Soğuk Savaş’ın ardından dördüncü büyük sistemik değişimi temsil ettiği konusunda genel bir uzlaşıya sahiptir. Bu çerçevede, Rusya’nın sadece Ukrayna’ya karşı değil, aslında geniş anlamda Batı’ya karşı bir pozisyon aldığına dikkat çekilmektedir. Çin’in, Rusya’nın uluslararası arenada zayıflamasına göz yummasının beklenmediği, ancak bu durumun doğru bir şekilde değerlendirilmesi gerektiği vurgulanmaktadır.
Bu bağlamda, iki temel perspektif öne çıkmaktadır:
Rusya’nın Küresel Güç Olarak Zayıflığı: Bu görüşe göre, Rusya’nın küresel bir güç olarak etkinliği sınırlıdır ve sahadaki mevcut durumda ciddi zorluklarla karşı karşıyadır. Savaşın sonucunda, Rusya’nın elde etmek istediği sonuçları alsa dahi, çatışma öncesinde sahip olduğu güçlü konumuna dönemeyeceği belirtilmektedir. Rusya’nın bu müdahalesi, Çin’i uluslararası alanda zor bir pozisyona sokmuş ve stratejik kararlar alma noktasında zorlamıştır.
Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nün (NATO) Yayılmacı Politikaları: Diğer bir perspektife göre, yaşanan savaşın temel nedeni Rusya’nın eylemleri değil, NATO’nun yayılmacı politikalarıdır. Bu yaklaşıma göre, Rusya, bu politikalar nedeniyle savaşa zorlanmıştır. Ayrıca, ABD’nin Çin’e yönelik artan talepleri göz önünde bulundurulduğunda, Rusya’nın bu müdahalesi, dolaylı olarak Çin’in savunma stratejilerine de katkıda bulunmaktadır.
- Avrupa’nın ŞİÖ’nun Genişlemesi ve NATO Dinamikleri Karşısındaki Algısı:
Çin Akademik Perspektifinden Bir Değerlendirme
ŞİÖ’nun genişlemesi ve NATO ile olan ilişkisi, uluslararası ilişkiler ve güvenlik politikaları bağlamında önemli bir tartışma konusudur. Bu tartışma, özellikle Çin akademik çevresinde, Avrupa’nın bu iki örgüt arasındaki dinamiklere dair algısına yönelik iki temel perspektif ile şekillenmektedir:
Avrupa Birliği’nin (AB) Bağımsız Karar Alma Kapasitesinin Sınırlılığı: Bu yaklaşıma göre, AB uluslararası arenada bağımsız kararlar alamamaktadır. AB’nin, kendi çıkarlarına aykırı olmasına rağmen ABD’nin dış politikasını takip ederek Rusya’ya uyguladığı ambargolar, Rusya-Ukrayna savaşında savaşın tarafı olması ve büyük ekonomik kayıplarına rağmen Rusya karşıtlığında ısrar etmesi, bu iddianın temel dayanaklarındandır. Özellikle Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” şeklindeki ifadesine rağmen, NATO’nun etrafında birleşen bir AB görüntüsü, bu örgütün bağımsızlık kapasitesinin sınırlı olduğunu göstermektedir. Bu perspektife göre, AB’yi ikna etme çabaları, stratejik bir perspektiften boşa harcanan enerji olarak değerlendirilmektedir.
AB’nin Bağımsızlık Kapasitesinin Artışı: Diğer bir perspektife göre ise, AB’nin bağımsız kararlar alamadığı iddiası tamamen doğru değildir. AB’nin ABD’ye olan en büyük bağımlılığı savunma sanayi alanında olup, Rusya-Ukrayna savaşının başlamasından sonra AB’nin kendi savunma sanayisini kurma çabaları bu bağımlılığı azaltma potansiyeline sahiptir. Askeri açıdan bağımsız bir AB’nin, ABD dış politikasını tümüyle takip etmekten ziyade daha bağımsız kararlar alabileceği savunulmaktadır. AB’nin gelecekte daha bağımsız kararlar alabilmesine olanak sağlayacak bir savunma sanayisi geliştirmesinin gerekçesinin Ukrayna-Rusya savaşı ile ortaya çıktığı, ancak ABD’den tepki görmemek için Rusya’ya ambargolar koyarak büyük bedeller ödeyerek kendi takvimini takip ettiği ifade edilmektedir. Bu durumun uzun dönemde ABD’nin çıkarlarına aykırı, ŞİÖ’nun çıkarıyla uyumlu olacağı ön görülmektedir. Bu görüşü savunan akademisyenler, AB’nin tarihinde hiç olmadığı kadar birlik görüntüsü verdiğini iddia etmektedirler.
- Orta Asya’da ŞİÖ’nun Genişlemesinin Algılanışı ve Çin-ABD Dinamikleri Üzerine Etkileri
Son yıllarda, uluslararası ilişkilerde Çin ve ABD arasındaki gerilimlerin artması, özellikle Orta Asya bölgesindeki ülkelerin dış politika tercihlerini ve stratejik önceliklerini etkilemektedir. Bu bağlamda, ŞİÖ genişlemesi ve bu genişlemenin bölge üzerindeki etkileri, akademik çevrelerde yoğun bir şekilde tartışılmaktadır.
ABD’nin Trump döneminde Çin mallarına ek vergi uygulaması ve Tayvan’a yönelik diplomatik ve askeri adımları, Çin-ABD ilişkilerini tarihsel bir gerilim noktasına taşımıştır. Bu gerilim, Orta Asya ülkelerinin, özellikle enerji politikaları ve bölgesel güvenlik konularında, dış politika tercihlerini yeniden değerlendirmelerine neden olmuştur.
Orta Asya’da dominant bir aktör olarak görülen Rusya’nın etkisinden bağımsızlaşma arayışı içinde olan bu ülkeler, enerji kaynaklarını daha geniş bir pazar yelpazesine sunarak dış politika esnekliğini artırmayı hedeflemektedir. Orta Asya ülkeleri, enerji kaynaklarını Rusya’ya bağımlı olmadan Çin’e ve Türkiye üzerinden Batı’ya satarak bağımsız karar alma yeteneklerini artırmak istemektedirler. Bu bağlamda, Çin ile kurulan ilişkiler stratejik bir öneme sahip olup, Çin’in Xi’an kentinde düzenlediği toplantı bu stratejik ilişkinin bir göstergesi olarak değerlendirilmektedir.
Ancak, Çin’in ABD ile artan gerilimi ve Rusya-Ukrayna savaşında sergilediği Rusya yanlısı tutum, özellikle Kazakistan gibi ülkelerde endişelere neden olmaktadır. İran’ın ŞİÖ’ya üyeliği, bu endişeleri daha da derinleştirmekte ve bölgesel dengelerin nasıl şekilleneceği konusunda soru işaretleri yaratmaktadır.
Orta Asya ülkeleri, bölgesel ve küresel krizlerden kaçınma eğiliminde olup, bu krizlere neden olan aktörlere karşı mesafeli bir tutum sergilemektedirler. Bu nedenle, Çin’in bölgedeki etkinliğini sürdürebilmesi için bu ülkelerin endişelerini dikkate alması ve bu endişeleri giderici politikalar geliştirmesi gerekmektedir. Bu, hem bölgesel istikrarın korunması hem de Çin’in bölgedeki stratejik çıkarlarının sürdürülebilirliği açısından kritik bir öneme sahiptir.
- ŞİÖ İçerisinde Hindistan’ın Pozisyonu ve Çin-Hindistan Dinamikleri Üzerine Bir Değerlendirme
ŞİÖ içerisinde Hindistan’ın konumu, son yıllarda uluslararası ilişkiler literatüründe ve özellikle Çinli akademisyenler arasında yoğun bir şekilde tartışılan bir konu haline gelmiştir. 2017 yılında Pakistan ile birlikte ŞİÖ’ya katılan Hindistan’ın sergilediği tutum, bölgesel dinamikleri ve özellikle Çin-Hindistan ilişkilerini etkileyen önemli bir faktördür.
Çinli uzmanlar, genel olarak Hindistan’ın ŞİÖ’ya tam anlamıyla entegre olmadığı ve örgüt içerisinde tam üye gibi hareket etmediği konusunda bir konsensüse varmış durumdadırlar. Bu durum, özellikle Hindistan’ın Rusya ile olan yakın ilişkileri göz önüne alındığında dikkat çekicidir. Bazı analistler, Hindistan’ın Rusya’nın davetiyle ŞİÖ’ya katıldığını, ancak Rusya-Ukrayna savaşı sonrası Rusya’nın bölgedeki nüfuzunun azalmasını fırsat bilerek ABD ile daha yakın ilişkiler kurma eğiliminde olduğunu belirtmektedirler.
Çin-Hindistan ilişkileri bağlamında, Çin’in Hindistan’la herhangi bir diplomatik sorunu olmadığına dair inancı, bu iki büyük Asya gücü arasındaki ilişkilerin temelini oluşturmaktadır. Ancak, Hindistan’ın ŞİÖ içerisindeki tutumu ve özellikle G-20 zirvesinde ileri sürdüğü “tek dünya, tek aile, tek gelecek” yaklaşımı, Çinli uzmanlar tarafından eleştirilmektedir. Bu yaklaşımın, Çin’in “İnsanlığın Ortak Kader Topluluğu” politikasıyla uyumlu olduğu kabul edilse de, Doğu-Batı arasındaki sorunların temelinde ABD’nin bölgedeki kışkırtıcı politikalarının yattığına dikkat çekilmektedir.
Sonuç olarak, ŞİÖ içerisinde Hindistan’ın konumu ve bu konumun Çin-Hindistan ilişkileri üzerindeki etkileri, bölgesel dengeler ve uluslararası ilişkiler açısından büyük bir öneme sahiptir. Bu bağlamda, iki ülke arasındaki ilişkilerin geleceği, hem bölgesel hem de küresel dinamikleri şekillendirecek bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır.
GÖRÜŞ
Neo-Trumpizm, Trump’ı da yutacak: Amerikalı muhafazakârın İsrail sorunu
Yayınlanma
4 gün önce07/12/2023
Yazar
Sarp Sinan Hacır
Trump iktidarıyla birlikte Amerikan muhafazakârları ağır bir değişim geçirdi. Bush dönemlerinden aşina olduğumuz şahin Amerikan milliyetçileri, yerini izolasyoncu Amerikan milliyetçilerine bıraktı. “Önce Amerika” sloganı Trump iktidarının belki de en belirgin yapıtaşıydı. Donald Trump, on yıllar boyu devam eden ve Amerikan halkına gram faydası olmayan okyanus aşırı maceraların yarattığı rahatsızlığı oya çevirmeyi başarmıştı.
Trump’ın 4 yılı, diğer başkanlara nazaran sakin olsa da tamamen “izolasyonda” geçmedi. İranlı General Kasım Süleymani Trump yönetimi altında öldürülürken Kudüs ABD tarafından İsrail’in başkenti olarak tanındı. Ancak Trump’ın kitlesi “Önce Amerika” cümlesini o kadar fazla duymuştu ki karnı yeni maceralara toktu, kalkışan kişi çok sevdikleri Trump olsa bile…
İşte bugün Trump’ın yarattığı izolasyoncu muhafazakâr canavarını konuşacağız. Bu kitleye canavar diyorum çünkü artık Trump’ın kontrolünde değiller. Kahramanları İsrail yanlısı olarak tanınsa bile İsrail’i desteklemek istemiyorlar. Bu kırılmayı ABD’nin bazı meşhur muhafazakâr figürleri fark ettiler ve doyasıya üzerine oynuyorlar. Peki, kim bu figürler?
Muhafazakâr medyada İsrail kavgası
Hikâye doğal olarak 7 Ekim’de başladı. Hamas’ın Aksa Tufanı saldırısı sonrası Demokrat Parti’de kıyamet kopuyordu. Malum, Müslüman oylarına ihtiyacı olan Demokratlar, İsrail’den yana tavır alırken kırk takla atıyorlardı. Ancak Cumhuriyetçiler için böyle bir sorun yoktu. Partinin her kesimi İsrail destekçisiydi. Değil mi?
Pek sayılmaz. Evet, Trump’ından Mitch McConnell’ına partinin tüm demirbaşları kayıtsız şartsız destek açıklıyor, Biden’a caydırıcı olmadığı için eleştiride bulunuyorlardı. Ama bir sorun vardı. Kitlede aykırı sesler çıkmaya başlamıştı. Sonuç olarak 1 buçuk yıldır Ukrayna üzerinden kendilerine anlatılan politikaların tam tersi yapılıyordu. Bazıları sordu; “neden İsrail’e para harcıyoruz? Kendi altyapımız bu kadar zayıfken, sınır güvenliğimiz delik deşik olmuşken, gençlerimiz uyuşturucu bağımlılığından sokaklarda sürünürken neden başka ülkelerin sorunlarına odaklanıyoruz ki?”
Bu rahatsızlığı medyada birileri yakalamayı başardı; Tucker Carlson ve Candace Owens. Tucker Carlson’ın ABD’de bir efsane olduğunu söylesek yanlış olmaz. Fox News’da yıllardır yaptığı anchormanlikten ayrılan gazeteci Carlson, yıllar içinde ABD’li liberalin nefret objesine, muhafazakârın ise idolüne dönüştü. Carlson, Trump tipi (ancak Trump’ı sevmeyen) bir muhafazakârdı. ABD’nin çoğu dış politika hamlesini hatalı buluyor, ABD müesses nizamıyla doğrudan kavga ediyordu. FBI’ın Carlson’u takip ettirdiği bile ortaya çıkmıştı.
Carlson, Fox’ta çalıştığı dönemde sadece müesses nizamı eleştirmekle kalmadı, daha ağır konuşan sol merkezli figürleri de ekrana çıkarmaya başladı. Bu size pek şaşırtıcı gelmeyebilir ancak Fox’un muhafazakârların en çok izlediği kanal olduğu düşünüldüğünde sol figürleri orada görmek devrim niteliğinde bir olaydı.
Tucker Carlson ve temsil ettiği fikirler sol-sağ fark etmeksizin müesses nizam nefretinde birleşmişti. Carlson, Fox’tan ayrıldıktan sonra Elon Musk’ın X’inde program yapmaya başladı. Musk’ın da reklamını yaptığı şov izlenme rekorları kırdı. İşte bu Carlson, ufak ufak İsrail desteğine dokundurmaya başladı. “İsraillileri çok severim çünkü kendilerini düşünürler. Biz neden kendimizi düşünmüyoruz?” diyerek ilk kurşunu sıktı. Carlson, ABD’nin onca sorunu arasında başka ülkeleri korumak gibi bir misyonunun olmadığını söylüyordu.
Bu cümleler halkta karşılık bulmuştu. Carlson muhafazakâr camiada tabu bir konuya giriyordu. ABD’nin İsrail’e milyarlarca dolar destek vermesi tartışmaya açık bir konu değildi. Ancak artık pandoranın kutusu açıldı. Hani “Önce Amerika’ydı?”
Asıl kavga ise siyasi yorumcu Candace Owens ile başladı. Owens, İsrail’e muhalefeti bir adım daha ileri taşıdı. Carlson’ın pragmatik bakış açısının ötesinde İsrail’i doğrudan soykırımla suçladı. Konuyla ilgili yaptığı paylaşımda “hiçbir şey bir devlete soykırım yapma hakkı tanımaz” dedi.
Owens, İngilizce Youtube izleyicilerinin “Shapiro feminist üniversitelilere haddini bildiriyor #83” başlıklı videolardan tanıyacağı muhafazakâr fikir önderi Ben Shapiro tarafından topa tutulacaktı. Shapiro, Owens ile aynı kanalda yani Daily Wire’da çalışıyordu. Kendisi bir Yahudi ve açık İsrail destekçisi olan Shapiro, Owens’ın 7 Ekim sonrası yaptığı yorumları “utanç verici” olarak nitelendirdi. Bunun üzerine Owens da Tucker Carlson’ın programına çıkıp Shapiro’ya “duygusal ve kontrolden çıkmış biri” diyerek cevap verdi. Shapiro’nun “Gerçekler, duygularınızı umursamaz” isminde bir kitap yazdığı ve bu cümleyi tüm münazaralarında kullandığı düşünüldüğünde kendisine duygusal denmesi herhangi bir hakaretten daha ağır sayılabilir.
Kitlelerde izolasyonculuğun karşılığı
Candace Owens ve Tucker Carlson gibi popülist karakterlerin böyle politikaları benimsemeleri muhafazakâr kitlelerde bunun bir karşılığı olduğunu gösteriyor. Bu figürler, Trump’ın başlattığı “Önce Amerika’yı” bir adım daha ileri taşıdılar. Trump sonrası muhafazakâr siyaset için örnek oluşturdular. Hemen hemen benzer düşüncelerdeki Elon Musk’ın X’inde kendilerine yer buldular. Bu “Neo-Trumpizm’in” bayrağını kim taşıyacak henüz bilmiyoruz.
Bildiğimiz bir şey var ki Amerikan muhafazakârının kafası karışık. Önceden tamamen İsrail yanlısı bilinen bu kitlede İsrail’e silah verilmesine karşı olanların sayısı yüzde 43’ü buldu. Bu sayı tarih boyu İsrail desteklemiş bir parti için çok yüksektir. Bundan sonra Cumhuriyetçi siyasetçiler ne kadar Yahudi lobi gruplarının desteğini isterlerse istesinler, bu kitleyi görmezden gelerek siyaset yapamazlar. Bunu hisseden siyasetçilerden biri genç başkan adayı Vivek Ramaswamy oldu. Kendisi Trump tipi popülist politikalarla ön seçimlerde Trump’ın arkasında ikinciliğe yerleşti. Ancak bu bayrağı devralabilecek kadar tutunabilecek mi onu göreceğiz. Cumhuriyetçilerin yeni yıldızı olarak parlatılan Ron DeSantis de kısa süre içinde unutuldu gitti.
Tabii bunları düşünmek için çok erken. Hala tahtta oturan bir kral var ve o kral 2024’te zafer ilan etmeye niyetli. Eğer Trump, 2024’te başarısız olursa hemen şimdi, kazandığı takdirde ise 2028’de bu değişimi daha net göreceğiz. Trump 2024 için başkan yardımcısı olarak “Tucker Carlson’ı isterim” demişti. Olur mu olmaz mı bilinmez ancak Carlson ismini bundan sonraki seçimlerde daha sık duymaya hazır olun. Her şekilde Neo-Trumpizm, her savaş başladığında biraz daha büyümeye devam ediyor. Bu da bize gelecekte Trump’ın aksine yarım yamalak olmayan ve gerçekten izolasyoncu politikalar güden bir akımın güçleneceğini söylüyor. Neyse, hele bir 2. Trump devrini görelim, Neo-Trumpizmi o zaman düşünürüz.

Washington Güney Çin Denizi gerginliğinde boy gösterdi

OPEC ülkelerinin fosil yakıt tartışmalarına itirazı COP28 bildirgesinde etkili olacak

Xi, Hanoi’nin ‘ABD kampına kaymasını önleme’ hedefiyle Vietnam’a gidiyor

Scholz sosyal yardımlarda kesinti yapılmayacağını söyledi

Zelenski ile Orban arasında diyalog
Çok Okunanlar
-
AMERİKA2 hafta önce
Kısa Kissinger portresi: Akıllı, gerçekçi, gaddar
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
İran’ın Gazze savaşına doğrudan dahil olmamasının 7 nedeni
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Batı aklının ‘büyülü kurbanı’ Ukrayna
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Filistin’in geleceği – 1
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Filistin’in geleceği – 2
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Filistin’in geleceği – 3
-
SÖYLEŞİ1 hafta önce
‘Gazze’deki çatışma Batı medeniyetinin gerçek yüzünü gösterdi’
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Napoléon Efsanesi