Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Polonya İzlenimleri

Yayınlanma

17-21 Nisan 2023 tarihlerinde Avrupa Birliği’nin üye ve üyeliğe aday ülkeler kapsamında geliştirdiği Erasmus+ akademik hareketlilik programı burslusu olarak 5 gün süreyle Polonya’da Lublin ve Varşova şehirlerinde bulunarak hem akademik faaliyetler gerçekleştirme, hem de bu ülke tarihi, kültürü, insanları ve siyaseti hakkında daha fazla bilgi edinme şansı yakaladım. Öncelikle ekonomik açıdan zor bir dönemde bunu yapabilmemi sağlayan Avrupa Birliği’nin bu programının ne kadar önemli ve gerekli olduğunu belirtmem gerekiyor. Zira Türk lirasının son yıllardaki muazzam değer kaybı nedeniyle Türkiye’den akademisyenlerin ekonomik açıdan herhangi bir destek almadan artık Avrupa’ya giderek kültür seyahati gerçekleştirmeleri veya akademik temaslarda bulunmaları kolay değil.

Bu yazıda, beğenerek takip ettiğim Harici.com.tr için Polonya izlenimlerimi yazıya dökmek ve bu yeni ve başarılı dış politika portalına farklı bir katkı sunmak istedim. Yazıyı, kendi koordine ettiğim dış politika inisiyatifi olan Uluslararası Politika Akademisi’nden de paylaşarak, bu değerli girişimin tanınmasına katkıda bulunmayı planlıyorum. Hiç şüphesiz ki, 21. yüzyılın küresel Türkiye’sini yaratmak için, dünyadaki siyasi, diplomatik ve ekonomik gelişmeleri daha iyi anlamamıza yardımcı olan bu tarz girişimlere fazlasıyla ihtiyaç var.

Erasmus+ Programı

Avrupa Birliği’nin 2021-2027 döneminde üye ve üyeliğe aday ülkelere yönelik olarak çeşitli projeler aracılığıyla hibe faaliyetleri gerçekleştirmesini sağlayan Erasmus+ programı, yaklaşık 28,4 milyar avroluk bütçesiyle Türkiye ve diğer aday ülkelerden insanlar için çok önemli bir kaynak sunmaktadır. Erasmus+ akademik hareketlilik programı ise, bu doğrultuda yükseköğretim sektöründeki öğrenci, idari personel ve akademik personelin yeterliliklerinin geliştirilmesi ve bu kişilere yurt dışında mesleki gelişim fırsatları sunulmasını amaçlayan bir programdır. Türkiye’deki üniversitelerimiz, son yıllarda Avrupa’daki muhatap kurumlarla iyi ilişkiler geliştirerek pek çok Erasmus+ anlaşması imzalamış ve bu sayede Türk öğrenci ve yükseköğretim personelinin Avrupa’ya gidişlerinde ciddi bir artış yaşanmıştır. Benzer şekilde, Avrupa ülkelerinden öğrenciler ve yükseköğretim personelinin ülkemize gelişlerinde de gözle görülür bir artış yaşanmaktadır.

İşte benim Polonya’da Lublin’deki II. Jean Paul Katolik Üniversitesi veya kısa ismiyle KUL’a gidişimi sağlayan da, Erasmus+ akademik hareketlilik programı kapsamında kazandığım burs olmuştur. Bu ortak proje nedeniyle Avrupa Birliği ve Türkiye’yi kutlamak gerekirken, verilen hibenin (yaklaşık 751 avro) çok yeterli olmadığını ve hayat pahalılığı nedeniyle bu paranın ancak uçak ve otel masraflarına yettiğini, bu anlamda kişinin kendisinin de -ziyaretin hakkını verebilmek ve önemli akademik ve kültürel merkezleri ziyaret edebilmek adına- ciddi bir harcama yapması gerektiğini belirtmek zorundayım. Ancak Türkiye’nin bu programı sürdürmesi bence her şekilde faydalı; zira Türk öğrenci ve akademisyenlerin gelişimi açısından Osmanlı’dan başlayan bir gelenek olan Avrupa’daki ilerlemelerin yakından gözlemlenmesi hususu çok önemli ve dahası gerekli. Bu bağlamda, Brexit süreciyle Avrupa Birliği’nden ayrılan Birleşik Krallık/İngiltere’nin kendi Commonwealth ülkelerine özgü Alan Turing programını başlatması güzel bir girişim olsa da, Erasmus+ programından ayrılmanın Avrupa’daki gelişmelerin takibi açısından ciddi bir dezavantaj yaratacağını da belirtmek gerekir. Umarız Türkiye bu konuda aday statüsünü korur ve Türk öğrenciler ve idari ve akademik personel Erasmus+ programından faydalanmaya devam eder. Ancak bunun yanında, kuşkusuz, çok boyutlu dış politikanın hakkını verebilmek adına Türk dünyası ülkeleri ve keza İslam dünyası ülkeleriyle de benzer programların geliştirilmesi son derece faydalı olabilir.

Lublin ve II. Jean Paul Katolik Üniversitesi

17 Nisan akşamı Varşova’ya inişimden sonra direk geçtiğim Polonya’nın doğusundan Lublin şehri, yaklaşık 350.000 kişinin yaşadığı küçük bir şehir olmasına karşın, akademik faaliyetler ve özellikle de öğrencilik hayatı açısından ideal bir yer. 2023 yılı için Avrupa gençlik başkenti (European youth capital) seçilen Lublin, Ukrayna sınırına yakın olması sebebiyle son dönemde Rusya-Ukrayna Savaşı bağlamında askeri-stratejik açıdan da önem kazanmıştır. Polonya’nın en büyük 9. şehri olduğu ifade edilen Lublin, Polonya’nın doğusundaki en büyük şehir olmasının yanı sıra, Lublin Voyvodalığı’nın da başkenti durumundadır. Sosyal ve ilahi bilimlerde iyi konumda olan KUL ve Maria Curie-Sklodowska Üniversitesi başta olmak üzere tam 5 üniversitenin bulunduğu Lublin, bu anlamda tam bir öğrenci ve üniversite şehridir. Ben de bağlantılarımı kullanarak Türk üniversitelerinin burada yeni bağlantılar kurması ve anlaşmalar yapmasına yardımcı olmaya çalışacağım.

Lublin, demografik anlamda küçük bir şehir olmasına karşın, ülkemiz ve Avrupa’da büyük şehirlerde olan her türlü aktivitenin varlığıyla da dikkat çeken ve beğeni toplayan bir yer. Tipik bir Avrupa kenti olan Lublin, güzel mimarisi, tarihi zenginliği ve hareketli yaşamıyla dikkat çekiyor. Çok sayıda Polonyalı ve uluslararası öğrencinin varlığı şehri çok hareketli hale getirirken, Katolisizm’in yoğun etkisine karşın insanların oldukça özgür olduğu ve diledikleri gibi yaşayabildiklerini de belirtmek lazım. Nitekim içki ve tütün ürünlerinin rahatlıkla bulunabildiği, çok sayıda restoran, eğlence yerleri ve hatta casinoların bulunduğu, bu anlamda gençlere ve turistlere eğlence imkânları sunan Lublin, bunun yanı sıra isteyenler için tarihi kiliseleriyle dindar bir hayat inşa edebilme olanağı da sağlıyor. Türkiye’de de belki de en çok ihtiyacını duyduğumuz şey, insanların birbirlerini hor görmeden ve aşağılamadan özgürce yaşayabilmelerini sağlayacak demokratik bir düzen ve açık bir piyasa sistemi. Bunu Katolik dünyası başarabilmişken, İslam dünyasının geride kalması ise çok üzücü.

18 Nisan günü KUL Üniversitesi’ndeki derslerim ve konferansım için sabah erkenden üniversitenin kapısına geliyorum. Ne mutlu ki, Uluslararası Ofis’ten görevli arkadaşlar beni gayet iyi şekilde karşıladılar ve tüm süreçle yakından ilgilendiler. Benzer şekilde, görevli bir personel sayesinde üniversitenin kampüsü ve tarihçesi hakkında da son derece detaylı ve önemli bilgiler edindim. 1918 yılında kurulan ve 5 yıl önce 100. yıldönümünü kutlayan II. Jean Paul Katolik Üniversitesi veya kısa ismiyle KUL, komünist dönemde çeşitli baskılara rağmen varlığını sürdürebilmiş ve bu nedenle Polonya’da siyasi etkisi güçlü olan bir kurum. Vatikan ve dünya Katoliklerinin siyasi ve ekonomik olarak desteklediği bir özel üniversite olan KUL, buna karşın Polonya’nın komünizmden kurtulması ve demokratikleşmesi yönünde gösterdiği çabalar nedeniyle sonradan devlet üniversitesi statüsü de kazanmış olan farklı ve özel bir yükseköğretim kurumu. Yaklaşık 20.000 öğrencisi olan kurumda, Vatikan ve Katolik Kilisesi’nin burslusu olarak eğitim alan çok sayıda öğrenci de bulunuyor. Papa II. Jean Paul’un geçmişte senelerce bizzat ders verdiği ve bu anlamda özellikle Teoloji alanında önemli bir kurum olan KUL’un bahçesinde, Polonyalı Papa II. Jean Paul’un etkileyici bir heykeli de bulunuyor. 1980’lerin başında aşırı milliyetçi terörist Mehmet Ali Ağca’nın suikast düzenlemeye çalıştığı Jean Paul, Polonya’da ve Katolik dünyasında halen çok sevilen ve sayılan bir isim ve üniversitenin gelişimine de büyük katkı sağlamış. Bu bağlamda, Jean Paul’ün vefatı öncesinde üniversitenin bahçesinde heykelinin dikildiğini de gördüğünü belirtmem gerekiyor.

Bir dönem uzun süre askeri tesis olarak kullanılan üniversite bahçesinin ise manastır havası olan son derece dingin bir yer olduğunu söylemem gerekir. Nitekim öğrenciler de sıcak günlerde bu bahçede ders yapılmasını çok seviyorlarmış. KUL’da Erasmus+ programı ile üniversiteye gelen bazı Türk öğrenciler de mevcutmuş. Ancak benim ziyaretim sırasında Türk öğrencilere rastlayamadım.

Üniversitedeki derslerim ve konferansım gayet başarılı geçerken, Rektör Yardımcısı olan ve daha önce İstanbul’u iki defa ziyaret eden değerli meslektaşım ve arkadaşım Beata Piskorska ile Polonya ve üniversitenin durumu hakkında da görüş alışverişi yapma imkânı buldum. Türkiye ile ilişkiler ve Avrupa Komşuluk Politikası hakkında oldukça bilgi sahibi bir akademisyen olan Piskorska, Uluslararası Politika Akademisi’ne ve editörlüğünü yaptığım uluslararası kitap projelerine de zaman zaman katkı yapıyor. Onun gayretleriyle üniversitede onuruma verilen öğlen yemeği ise tek kelimeyle muhteşemdi. Polonyalı dostlarımız, Türkiye’den gelen misafirlerin alışık olmayabilecekleri domuz eti kokusunu da düşünerek yemekleri tavuk etiyle hazırlamayı dahi düşünmüşlerdi. Konferansta Türkiye’nin Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sürecinde takip ettiği dış politikayı anlatmayı çalıştım. Derslerimde ise Küba Füze Krizi konusunu işledim. Zira kısa bir süre önce 2022 yılı Kasım ayında Lublin şehri dışına iki füze düşmüş ve bu konu ciddi bir krize neden olmuştu. Daha önemlisi, şimdilerde Soğuk Savaş döneminde Türkiye’nin izlediği dış politikaya benzer şekilde Rus tehdidi nedeniyle ABD’ye çok yakın bir politika izleyen Polonyalı dostlarımıza, bunun iyi ve kötü olası etkilerini Türkiye örneğinden yola çıkarak anlatmaya çalıştım. Bu bağlamda, Batı kamuoyunda gördüğüm temel eksiklik, Rusya’nın Ukrayna işgaline yönelik tepkilerin rasyonellik temelinden ziyade duygusallık temelinde gelişmesi. Elbette Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü savunmak en doğal hakkımız ve hatta görevimiz olmalı; ancak önemli bir askeri güç ve hatta bir nükleer süper güç olan Rusya’ya yönelik karşıtlığı mantıksal düzlemden kopmadan götürmek gerekiyor. Ayrıca Rusya’ya olan karşıtlığın Rusya kültürü ve insanına karşı değil, Moskova’nın politikalarına yönelik olduğunun da altını kalınca çizmek gerekiyor. Ancak tarihsel-kültürel sebeplerin de etkisiyle, Polonya’daki Rus karşıtlığının çok güçlü ve duygusal maddi temelleri mevcut. Bu anlamda, ülkede milyonlarca Ukraynalı mültecinin bulunması da bu konudaki duyarlılıkları artırıyor. Nitekim Lublin ve Varşova’da pek çok yerde destek amacıyla asılmış Ukrayna bayraklarını görmek ve Ukraynalı öğrenci ve çalışanlara rast gelmek olası.

Ziyaretim kapsamında Lublin’de kurulmuş olan yeni bir düşünce kuruluşu (think-tank) olan Institute of Central Europe’u (Instytut Europy Srodkowej) da ziyaret etme fırsatım oldu. Hükümet destekli bir düşünce kuruluşu olan kurum, Türkiye’den de Prof. Dr. Hüseyin Bağcı gibi duayen bir isimle ilişkiler geliştirmeyi başarmış ve kendisini daha önce birçok aktivitelerine dahil etmiş. KUL ve Maria Curie-Sklodowska Üniversitesi’nden uzmanları olan kurum, daha çok Avrupa, NATO, Rusya ve Balkanlar konularında uzmanlaşmaya gayret ediyor. Kurumun genel çizgisinin Batıcı ve ABD’ye yakın olduğunu söylemek mümkün. Ayrıca kurumun 2022 yılı içerisinde Türkiye’nin Balkanlar’daki etkisi hakkında bir policy paper yayınlamış olması da takdire değer. Umuyoruz bu kurumla Türkiye’deki düşünce kuruluşları arasında da yakın ilişkiler geliştirilebilir. Zira Polonya ve Türkiye, çok farklı gözükmelerine karşın aslında birbirlerine benzeyen ülkeler. ABD ve Rusya ile ilişkilerdeki zor denklem ve nüfusun bir bölümünün dindar (Katolik vs. Sünni İslam farkına rağmen) olması gibi konularda iki ülkenin ortak özellikleri olduğunu söylemek mümkün.

Lublin’deki son günümde Lublin Kalesi içerisinde oldukça kapsamlı müzeyi de gezme fırsatı buldum. Bana rehberlik eden ve daha önce İstanbul’da ağırladığımız Polonyalı akademisyen dostum Prof. Dr. Krzysztof Motyka’ya da bu vesileyle teşekkür ediyorum. Kale içerisinde Avrupa sanat tarihi açısından önemli sayılabilecek çok güzel bazı portreler ve sanat eserleri gördüğümü belirtmeliyim. Ayrıca müze içerisinde benim “Küçük Ayasofya” adını verdiğim muhteşem bir tarihi şapel de var. Burayı Lublin’e gelen herkes ziyaret etmeli; zira inanılmaz bir akustiği ve etkileyiciliği olan bir yapı. Erasmus ziyaretlerini sadece ders verme ve yeme-içmeden farklı kılan işte bu tip kültürel aktiviteler. Bu nedenle, ülkelerin elitleri ve halkları arasındaki bağları kuvvetlendirmek için, bu gibi aktiviteler daha yoğun yapılmalı ve finansal açıdan daha iyi desteklenmeli. Müzenin özellikle Polonyalı sanatçılar koleksiyonu ise tek kelimeyle muhteşemdi ve daha önce hiç duymadığım bazı ünlü ressamların ve tabloların adlarını ve stillerini öğrenmemi sağladı. Ek olarak, Osmanlı tarihi ders kitaplarında adı geçen Polonya Kralı III. Jan Sobieski’nin de müzede birkaç güzel portresinin bulunduğunu söyleyebilirim.

Sonuç olarak, KUL’a çok yakın olan Maria Curie-Sklodowska Üniversitesi’ni de kısa süre gezme imkânı bulduğum Lublin, gerçekten de tipik bir Avrupa şehri olarak gelişim ve başarı isteyen öğrencileri ve girişimcileri çekmesi muhtemel ve geleceği daha parlak olabilecek bir şehir. Ancak elbette Rusya-Ukrayna Savaşı’nın bazı olumsuz etkilerini de şehirde hissetmek mümkün. Örneğin, çok sayıda Ukraynalı’nın ülkeye gelmesi neticesinde -Polonya’da yaklaşık 1,5 milyon Ukraynalının kaldığı tahmin ediliyor- konut fiyatlarının ve enflasyonun çok artması, göçmen Ukraynalıların yaşadıkları ekonomik zorluklar ve Rusya’nın Ukraynalı nüfus yoğunluğu olan Polonya şehirlerine yönelik istihbarat faaliyetleri yürütmeye başlaması gibi sorunlar gerçekten mevcut. Bu bağlamda, Türkiye’deki Suriyeli sığınmacılar sorununa benzeyen bir sorunun ilerleyen aylarda Polonya’da gelişmesi -ki bu yönde sinyaller başlamış bile- ve aynı Türkiye’deki göçmen karşıtı akımlar gibi Ukraynalı karşıtı eğilimlerin artması riski de mevcut. Ayrıca halkın genel olarak yardımsever olduğu ve çok sayıda öğrenci olması sebebiyle İngilizce konuşmaya alıştığını da söylemek mümkün. Ayrıca şehirde tek tük de olsa Türkler görmek mümkün ki, Türkler genelde gastronomi (kebap) sektöründe iş yapıyorlar.

Varşova

20 Nisan gününü geçirdiğim Varşova ise, Polonya’nın başkenti olarak elbette daha görkemli ve büyük bir şehir. Yaklaşık 1,8 milyon nüfusu olan Varşova, Warszawa Centralna adı verilen Varşova Merkez Tren İstasyonu’ndan çıkar çıkmaz ihtişamlı binalarıyla sizi karşılıyor. İkinci Dünya Savaşı’nda şehrin tamamen yıkılmış olması nedeniyle genelde komünist dönemde yapılan bu binalar, mimari açıdan kuşkusuz harikulade. Şehirde çok güzel kilise ve binalar mevcut. Ayrıca çok sayıda turist ve yabancının gelmesi nedeniyle Lublin’e kıyasla daha büyük oteller var. Ancak ilginç bir şekilde halk İngilizce konuşmak konusunda ya daha isteksiz, ya da daha yetersiz. Zira sokakta adres sorduğum birçok insan yanıt vermekten imtina ediyordu. Ancak özellikle gençlerin İngilizceleri iyi seviyede. Ayrıca tren istasyonundan iner inmez Ukrayna’ya destek amacıyla bağış kampanyası düzenleyen genç kızlar karşınıza çıkıyor. Ukrayna konusunun ülkenin en önemli dış politika sorunu olduğu su götürmez bir gerçek.

Varşova’da yemek yemek ve aileme hediyeler almak için girdiğim Złote Tarasy adlı alışveriş merkezi ise bu tarz modern veya postmodern denebilecek yapıların her yerde aynı olduğunu düşündürdü. Zira İstanbul’daki birçok avm’de de benzer bir iç düzenleme görmek mümkün. Ayrıca bizdeki BiTaksi programına benzeyen Bolt programı burada çok popüler ve oldukça iyi işliyor. Bu sayede hemen ihtiyacınız olan taksiyi çağırabiliyor ve dahası, kilometre hesabına göre ne kadar ödemeniz gerektiğini önceden görerek ve ödemeyi de baştan yaparak içiniz rahat seyahat edebiliyorsunuz. Ayrıca Varşova merkezde bir Türk marketi görünce de mutlu olduğumu belirtmeliyim. Ayrıca hem Lublin, hem de Varşova’da her yerde Zabka marketleri olduğunu söylemeliyim.

Maalesef yalnızca 1 gün geçirebildiğim Varşova’yı keşfetmeyi sonraki seyahatlerime bırakarak 21 Nisan sabahı Türkiye’ye dönmek için yola çıkıyorum. Elbette çok güzel anıları geride bırakarak…

Polonyalılar ve Polonya

Türkiye’de pek bilinmeyen bir halk olan Polonyalılar, Türkiye’ye yönelik olarak özel bir sevgi ya da ön yargısı olmayan bir Katolik Avrupa halkı. Yaklaşık 40 milyon nüfusu olan Polonya’nın Avrupa’nın geleceğinde önemli bir yeri olacağı muhakkak. Ancak elbette Avrupa’nın en gelişmiş veya demokratik ülkesinden söz etmediğimizi de hatırlatmak gerekir. Polonyalılar, Slav ve Avrupa halklarının karışımı olarak değerlendirilebilecek genelde beyaz tenli ve sarışın insanlar. İlk intiba olarak, insanların Türkiye’ye kıyasla biraz daha az sosyal ve kendi işlerine odaklı olduğunu söylemek mümkün. Çok uzun boylu insanlar olduğu gibi, genelde boy ortalaması sanki Türkiye’ye benzer.

Polonya dili benim kulağıma oldukça melodik gelen ve biraz Rusça’yı anımsatan bir dil olsa da, bu dil hakkında çeşitli ön yargı ve şakalar da mevcut. Örneğin, bir meslektaşımın anlattığı fıkraya göre, Polonya dilini duyan yabancılar, bu dili konuşan insanların birilerine suikast planlamaya çalıştığı düşüncesine kapılabilirler! Ülkemizde pek bilinmeyen Polonya tarihini öğrenmek isteyenler kısa süre önce Türkçe’ye çevrilen ve Alfa Yayınları’nca yayımlanan Anna J. Prazmowska imzalı “Polonya Tarihi” adlı kitabı okuyabilirler.

Genelde ırkçılıkla itham edilen bir halk olan Polonyalıların turist ve ülkelerinde yaşayan yabancılardan sanki “Roma’da yaşayacaksan Romalı gibi davranman gerekir” beklentisi içerisinde olduğunu düşünüyorum. Zira eskiden Fransa’da olduğu gibi İngilizce sorulara yanıt vermeme ya da isteksiz davranma durumu sıklıkla gözlemlenebiliyor. Ayrıca ülkede Müslüman, Hintli ve Afrika kökenli öğrenci ve çalışanlar görmek de mümkün ki, bu sayede ırkçılığın azalması da mümkündür. Zira daha birkaç sene öncesinde Legia Varşova maçlarında Afrikalı oyunculara yönelik olarak sahaya muz kabuğu atıldığı günler çok da uzakta değil. Ancak gelişmekte olan bir ülke olan Polonya’nın geleceğinde ırkçılık ve yobazlığın etkisinin daha az olacağı kanaatindeyim.

Rusya-Ukrayna Savaşı’na Bakış ve Ukraynalı Mülteciler

Polonya izlenimlerimin diplomatik açıdan en önemli unsuru, kuşkusuz, Rusya-Ukrayna Savaşı veya daha doğru ifadeyle Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline yönelik bakış konusudur. Polonyalılar, neredeyse tamamen Ukrayna’yı destekleseler, bu ülkenin toprak bütünlüğünü ve halkın haklı direnişini savunsalar da, kuşkusuz, bu politikalarının ne ölçüde doğru olduğunu konusunda bir yandan da kendilerini sorguluyorlar. ABD’ye yönelik yakınlık ve sempati ve dahası tarihsel husumet nedeniyle Rusya karşıtlığı çok yüksek seviyelerde olsa da, NATO’nun genişlemesi yönünde Moskova’ya daha önce verilen sözlerin tutulmadığı yönündeki eleştiriler de burada dikkate alınıyor. Ancak akademik dünyadaki genel kanı, Rusya’nın otoriter siyasi sistemi ve kötü ekonomik düzeni nedeniyle müttefiklerini giderek kaybettiği ve bu ülkelerin Batı dünyası kurumlarıyla (Avrupa Birliği ve NATO) ilişkiler geliştirebilme haklarının olduğu yönünde. Bu anlamda, Polonyalılar, Ukrayna’nın savaşı kazanmasını ve topraklarını geri kazanmasını istiyorlar. Bu bağlamda ABD ve AB’nin desteğine ek olarak Türkiye’nin de sürece aktif katkı sunması da onlar için çok önemli. Nisan ayı sonunda veya Mayıs ayında Ukrayna’nın topraklarını geri kazanmak için Rusya’ya karşı büyük bir taarruz başlatması da beklenen bir gelişme.

Ukraynalı mülteciler konusunda da genel olarak son derece ılımlı ve hoşgörülü bir tavır olsa da, mültecilerin zor yaşam koşulları nedeniyle suça yönelmeleri neticesinde, ilerleyen aylarda/yıllarda savaşın çok uzaması durumunda mülteci/sığınmacı karşıtlığı bu ülkede de artabilir yönünde haklı endişeler mevcut. Nitekim Lublin ve Varşova’da konuştuğum bazı insanlar daha şimdiden Ukraynalılardan şikâyet ediyor ve onların güvenilmez olduklarını ifade ediyorlardı. Oysa elbette burada asıl mesele Ukraynalıların güvenilmezliğinden ziyade mültecilerin içerisinde bulundukları zor koşullar olsa gerek.

Tarihte birçok defa Rus işgaline uğrayan Polonya, bu ülkeye yönelik olarak tarihsel bir husumet besliyor. Bu anlamda, Türkiye’ye benzer şekilde tarihin iki ülke ilişkileri açısından olumsuz bir faktör olduğunu söylemek mümkün. Lakin günümüzde, tarihsel husumetten ziyade Rusya’nın uluslararası hukuka aykırı tutumları daha ön planda. Ayrıca Katolisizm’in tarihsel olarak ve komünizmin yıkılışı sürecinde çok etkin olduğu Polonya’da, Ortodoks Rusya’ya bakış da elbette Katolik halklara yaklaşım kadar yakın olmayabilir. Bu durumu Moskova açısından da söylemek mümkün.

Sonuçta, Polonya’nın Ukrayna konusundaki desteğinin devam edeceği ve bu konuda ABD ve AB ile uyumlu politikalar geliştirilerek, Soğuk Savaş dönemindeki Türkiye’ye benzer şekilde bir anlamda NATO’nun “kanat ülkesi” olunacağı beklenebilir. Bu durumda ise, kuşkusuz, askeri-güvenlik kültürünün artacağı yeni bir dönemi öngörmek yerinde olur. Ancak Lublin’de beklentimin aksine sokaklarda dolaşan eli silahlı askerler ve tanklar görmediğimi de belirtmem gerekiyor. Bu gruplar, şimdilerde daha çok Beyaz Rusya (Belarus) sınırına konuşlanmış durumdaymış.

Türkiye’ye Bakış

Daha önce de belirttiğim üzere, Polonya’da Türkiye’ye yönelik olarak özel bir sempati veya antipatinin olmadığını söyleyebilirim. Polonyalılar, Türkiye’yi önemli bir medeniyetin temsilcisi olarak görüyor ve ciddiye alıyorlar. Tarihsel olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun Lehistan’ın paylaşılmasını tanımaması olumlu bir etken. Günümüzde Türkiye’nin AB üyeliğine yönelik büyük bir beklenti ve desteğin olduğunu ise söyleyemem. Ancak Türkiye’nin Batı kampında tutulması gerektiği yönündeki görüş de bu ülke akademik dünyasında ağır basıyor. Fakat bu bağlamda Türkiye’nin Ukrayna işgaline rağmen Rusya ile yakın ilişkilerini sürdürmeye devam etmesi genelde eleştiriler alıyor. Nitekim konferans ve dersimde en çok sorulan konulardan birisi bu oldu. Ben de, Türkiye’nin enerji bağımlılığı, Rusya’nın daha da saldırganlaşmasını önlemek ve küresel etkileri olabilecek büyük bir gıda krizini “tahıl anlaşması” sayesinde önlemek gibi saiklerle hareket ettiğini ve aslında siyaseten Ukrayna’yı desteklediğini açıklamaya çalıştım.

Bir diğer sorulan konu ise Kürt Sorunu oldu. Tüm Avrupa’da olduğu gibi Polonya’da da Kürt nüfus var ve bunlar genelde Türkiye’deki rejime muhalif ve ülkemizden kaçan insanlardan oluşuyor. Bu bağlamda, Kürt Sorunu’nun Türkiye’ye bakışı Avrupa’da olumsuz etkileyen en önemli konulardan birisi olduğu aşikâr. Polonya üzerinde çok etkili bir ülke olan ABD’nin son yıllarda çok Kürt yanlısı politikalar geliştirmesi de bu konuda Polonyalıları etkiliyor olsa gerek. Ancak yakın zamanda Türkiye’den drone (siha) satın alan Polonya’nın genel anlamda Türkiye ile ilişkileri geliştirmek isteyen bir devlet olduğu söylenebilir.

Elbette sıklıkla sorulan bir diğer konu da 14 Mayıs’taki Cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri oldu. Polonyalı meslektaşlarımız, benim yorumlarımı dikkatle dinlerken, muhalefetin seçimleri kazanabileceği konusundaki şüphelerini de açıkça belirttiler ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın güçlü liderliğine vurgu yaptılar. Ayrıca muhalefetin dış politikaya yaklaşımı ve özellikle de Rusya-Ukrayna Krizi’ne bakışları Polonyalı muhataplarımızın merakını uyandırdı ve ilgisini çekti.

Varşova Gettosu İsyanı’nın 80. Yıldönümü

Gerek Lublin, gerekse Varşova’da bulunduğum süreçte en çok dikkatimi çeken olaylardan birisi de, dindar şekilde giyinmiş olan kalabalık Yahudi topluluklarını görmem oldu. Tarihsel olarak Yahudi nüfusu olan bir ülke olsa dahi, bu kadar yoğun dindar Yahudi toplulukları görmem tam da beni şaşırtacaktı ki, yerel gazetelerden bu yılın Nazi birliklerine karşı 1943 yılında çıkarılan Varşova Gettosu Ayaklanması’nın 80. yıldönümü olduğunu öğrendim. Bu nedenle, birçok kişi, Yahudi halkına destek amacıyla yakalarına sarı renkte özel bir sembol takmışlardı. Çok istememe rağmen, zaman sıkıntısı nedeniyle Lublin’deki Majdanek toplama kampı müzesi ve Varşova’daki Ayaklanma Müzesi’ni ise gezme imkânım olmadı. Bunları inşallah bir sonraki ziyaretimde gezeceğim. Ancak Yahudiler konusunda ülke genelinde epey duyarlılığın olduğunu söylemek mümkün.

Sonuç

Sonuç olarak, 2023 yılı Nisan ayındaki Polonya ziyaretim, benim açımdan oldukça eğlenceli ve öğretici oldu. Bu anlamda tüm öğrenci, akademisyen ve idari personele Erasmus+ programına katılım konusunda daha aktif olmalarını tavsiye ediyorum. Ayrıca Türkiye ile Polonya arasındaki yükseköğretim kurumları arasındaki ilişkileri geliştirmek konusunda da elimden geleni yapacağım ve kişisel bağlantılarımı kullanacağım. Daha iyi ilişkiler konusunda kilit konu ise Rusya’nın Ukrayna politikasına yönelik ortak tepkiler geliştirebilmek olacaktır ki, Rus Devlet Başkanı Vladimir Putin’in seçim öncesinde Akkuyu Nükleer Santrali’nin açılışına katılmasının beklendiği bir ortamda bunun kolay olmadığını da samimiyetle belirtmem gerekiyor.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

İstanbul Kent Üniversitesi Öğretim Üyesi

Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü

www.ozanormeci.com / politikaakademisi.org

ozanormeci@gmail.com / ozan.ormeci@kent.edu.tr

GÖRÜŞ

Rusya’da kalkınma: Liberal amentüye karşı işlenen büyük günah – 3

Yayınlanma

Yazar

KÜÇÜK VE ORTA BURJUVAZİ

Yaptırımlar küçük ve orta ölçekli işletmeler üzerinde bir dizi yeni yük yarattı. Rusya’ya ihracat yasakları yabancı ekipman ve yedek parçaya erişimi zorlaştırdı; buna karşılık paralel ithalat listeleri sürekli yenileniyor. Rusya’nın SWIFT’ten ve diğer batılı ödeme sistemlerinden çıkarılmasının yarattığı ödeme güçlüğü Mir kartlarının kullanımını yaygınlaştırarak çözülmeye çalışıldı; ancak ikincil yaptırım tehdidi giderek Mir’le ödemeleri de güçleştiriyor. Batılı ve uydusu limanların Rusya gemilerine yasaklanması lojistik problemini derinleştirdi; bu problem “tarafsız” ve “dost” ülkelerle sınır ulaştırma altyapısının geliştirilmesiyle çözülmeye çalışılıyor ama ikincil yaptırımlar bu çabayı da güçleştiriyor. Facebook ve Instagram’ın Rusya’da yasaklanması küçük ve orta ölçekli işletmelerin reklam ve satış işlemlerini neredeyse hiç etkilemedi; bunlar hızla diğer (yerli) online satış platformlarına kaydı; dolayısıyla bu reklam ve online ticaret alanlarında beklenmedik bir genişleme yarattı. 

Bütün bunlar nesnel sorunlar. Ama bir de öznellik var. Bu öznellik, “mali bloğun”, özel olarak da Merkez Bankası’nın dogmatizmi ve faiz siyaseti. Çatışmanın ilk haftasında MB faizleri yüzde 9,5’ten 20’ye yükseltti. Kaçınılmaz bir tedbirdi bu. Ancak aynı yılın eylül ayına kadar 7,5’e kadar düşürdü. Bu da kaçınılmazdı, aksi takdirde şok, krizi derinleştirecekti. Uzun süre böyle kaldı; ama geçen temmuzdan yıl sonuna kadar gene yüzde 16’ya tırmandı. Politika faizi halen bu seviyede; ancak bankanın yüzde 17-18’e kadar yükseltmeyi amaçladığı biliniyor. Yüksek faiz kredi miktarını, dolayısıyla özellikle küçük ve orta işletmelerde yatırımı düşürüyor, vergi ve harç ödemeleri genellikle gecikiyor, iflaslar artıyor, fiyatlar yükseliyor ve böylece faiz siyaseti sözümona amaçladığının tam tersi bir sonuca yol açıyor: enflasyonu tetikliyor. Ama liberal dogmatizm, tıpkı dini dogmatizm gibi, amentüsünün yanlış olduğunu kabul etmek yerine ona daha sıkı sarılıyor. Başka deyişle, bu siyaset sadece genel kalkınma rakamlarına değil kalkınma stratejisine de zarar veriyor.

Küçük ve orta ölçekli işletmelerde bireysel girişimciler ile tüzel kişiliklerin sayısı arasında genileyen açı, kısmen bunun sonucu. Son 7 yılın eğrileri şöyle:

pastedGraphic.png

Bu grafik kredi başvuru sayısına ve miktarına da yansıyor; 2020’de pandemiyle birlikte tüzel kişilikli orta ve küçük işletmelerin kredi talebi ve miktarında ani bir artış, daha yıl bitmeden daha şiddetli bir düşüşle sonuçlandı; ancak bireysel girişimcilerin kredi talep ve miktarında tedrici bir artış var. Durum, küçük ve orta burjuvazinin imalat değil hizmet ve ticaret alanına yoğunlaştığını gösteriyor. Oysa teşvik siyasetinin öncelikli hedefi imalat ve startup.

“Mali bloğun” hükümete baskısı küçük ve orta burjuvaziyi geliştirme siyasetine zarar veriyor ve bu anlamda risk büyük; ancak savunma sanayisinin özellikle de yoğun olduğu federal bölgelerde bu kesimlerin gelişme dinamikleri gene de çok güçlü. Yani sermaye yatırımları büyüme grafiklerinde görülmeyen savunma sanayisi aslında son derece kritik bir rol oynuyor. Küçük ve orta ölçekli işletmeler devletin savunma işletmelerinden sipariş aldıkları için değil — bu da var ama tali bir faktör; esas neden, savunma sanayisinin istihdam ve ücret artışına neden olması; bu da özellikle hizmet sektöründeki küçük ve orta ölçekli işletmelerin sayısını ve gelirini artırıyor.

Rusya’da kalkınma: Liberal amentüye karşı işlenen büyük günah – 2

İSTİHDAM VE ÜCRETLER

İstihdamın hızla genişlediği, dolayısıyla işsizliğin rekor seviyede azaldığı biliniyor. Her ikisinde de yukarıda özetlediğim sabit sermaye yatırımlarındaki artış belirleyici önem taşıyor. Ancak tıpkı orada olduğu gibi burada da grafiklerde görülmeyen savunma sanayisinin rolünün altını çizmek gerek.

pastedGraphic_1.png

İşgücü talebinde artışın 2024 başındaki gerilemesinde bir mevsimsellik etkisi var; ancak esas neden sermaye yatırımlarının daralması. Bu daralma istihdam üzerinde hızla etkide bulunuyor. Ancak işgücü açığı gene de devam ediyor; Moskova saldırısından sonra yasadışı göçmen işçilerin gönderilmesi de artış eğilimini kısmen perçinleyebilir. Talebi perçinleyecek esas faktörler ise, yukarıda değindiğim “mali bloğun” sermaye yatırımlarına ve küçük ve orta burjuvaziye karşı dogmatik tutumunun olumsuz etkisine rağmen savunma sanayisinin durumu. Bu sektörle ilgili net veriler gizli tutuluyor (aslında 2022 nisanından beri birçok istatistik verisi daha önce olduğu gibi ayrıntılı değil genellemelerle sunuluyor); ancak Putin’in açıklamalarından sektörde 3,5 milyon kişinin çalıştığını biliyoruz. Bu, toplam istihdamın yaklaşık yüzde 5’i yapar; üstelik bu sayı artma eğilimi gösteriyor.

İşgücü kıtlığı ve ücret artışı arasındaki ilişki konusuna geçmeden şunu da belirtmek gerek: burada sorun daha ziyade kalifiye işçi sorunu. Niteliksiz işgücü her halükarda bulunabilir, Orta Asya ülkelerinin emekçileri de bir işgücü ordusu yaratıyor zaten; ama nitellikli işgücü bulmak güç. 

Bilim ve Yüksek Eğitim Bakanı Olga Petrova geçen yıl 915 bin üniversite mezununun yüzde 30’unun sivil ve askeri sanayi alanında çalışmaya başladığını söylemişti. Bunların 50 binden çoğu da doğrudan savunma sanayisine girmişti. Nitelikli işgücü ihtiyacının yakıcılığını anlamak için yeni mezunların ne kadarının istihdam edildiğine bakmak yardımcı olabilir. 2021 verilerine göre üniversite ve yüksekokullarda öğrencilerin sadece yüzde 19’u mühendislik ve teknik bilimler alanında eğitim görüyordu. Demek ki bunların tamamı veya neredeyse tamamından başka diğer öğrenim gruplarından da çok sayıda yeni mezun hızla sivil ve askeri sanayide görev aldı. 

Bütün bunlar aynı zamanda emek yoğun yatırımlardan sermaye yoğun yatırımlara doğru kaymanın boyutunu da gösteriyor; dolayısıyla emek üretkenliğinin artması Rusya’nın devrim sonrası tarihinde hep olduğu gibi en yakıcı sorunlardan biri. Teknolojik egemenlik denilen şey de aslında esas itibariyle bundan ibarettir.

Reel ücretler 2022’de bir önceki yıla göre yüzde 3, 2023’te ise yüzde 7,8 yükseldi. 2020 şubat ayından 2024 şubatına kadar dinamik şöyle:

pastedGraphic_2.png 

Ukrayna harekatı başladıktan sonra yaşanan ani düşüş görülüyor hemen; ama bunu hızlı bir yükseliş takip ediyor. Yükselme dinamiğinin devam ettiği ve dahası, hiç değilse şimdilik, 2022 baharı sonrasında yükselişin mevsimsel dalgalanmalardan uzak bir süreklilik niteliği kazandığı da anlaşılıyor.

Bunun en önemli nedenlerinden biri, bir kez daha, savunma sanayisi. Manturov aynı konuşmasında sadece savunma sanayisinde 2023’te ücretlerin yüzde 30-60 arasında, genel olarak imalat sektöründe ise yüzde 20 arttığını söylemişti. Demek ki devletin savunma sanayisi ücretlerde artış eğiliminde üç noktada kritik rol oynuyor. Birincisi, sektördeki yüksek ücretler genel ücret ortalamasını yükseltiyor. İkincisi, sektörün güçlü olduğu federal bölgelerde özellikle hizmet sektörünü tetikleyerek küçük ve orta burjuvazinin yükselişine neden oluyor. Üçüncüsü de özellikle uzman işgücü savunma sanayisine yöneldikçe diğer sektörler işgücü açığını kapatmak için ücretleri yükseltmek zorunda kalıyor. 

Not olarak düşelim: Rusya’da emekçilerin yarısı özel sektörde, yüzde 43-45 kadarı devlet ve belediyelerde, yüzde 5-7 kadarı ise yabancı şirketler veya bunların iştiraklerinde çalışır. 2022 öncesi on yıl boyunca neredeyse sabit oranlardır bunlar. 2022’den itibaren ise yabancı şirketler ve iştiraklerindeki istihdam hızla düşüyor, doğan farkı çoğu devlet olmak üzere geri kalan işletmeler paylaşıyor.

İşgücünün yüksek ücret talebine katkıda bulunan bir başka faktör daha var: Ukrayna harekatına katılanlara aylık 200 bin ruble ve daha fazla ücret ödeniyor. Harekata katılmış olmanın getirdiği saygınlık, bunlar sivil hayata döndükten sonra düşük ücretler teklif edilmesini güçleştiriyor, onların da 50-60 bin rubleye çalışmayı kabul etmesi mümkün değil. Bu durum ücretlerdeki genel yükselme eğrisini tırmandırıyor.

Bu tempo devam ederse (her şey devam edeceğini gösteriyor) reel ücretlerin bu yıl da yüzde 5’e yakın artması beklenebilir. 

Emek üretkenliği de artıyor: 2022’de yüzde 3,7 artış tespit edilmişti, 2023 verileri ise yayınlanmadı ve hesaplaması güç olduğu için hiç girişmeyeceğim bu işe; ancak özellikle nitelikli işgücünün istihdamındaki artış ve pek çok teşvik, emek verimliliğinde daha önceki yılları aşan bir artışa yol açmış olmalı.

Ama yukarıdaki iki yıllık ücret grafiği siyasi eğilimleri gözlemek açısından yetersiz. Aşağıdaki grafik uzun dönemli eğilimleri gösteriyor. Şimdilik sadece bir not olarak, eğrideki eğimlerin Putin’in reytinginin yükselişiyle eşyönlü olduğunu belirtmek gerek. Bununla birlikte ücretlerdeki düşüşün GSYH’da ani daralmaları epey yumuşatarak yansıttığına dikkat çekmeli; bu Kremlin yönetiminin siyasi tercihidir. Nitekim ücretlerde yükselme eğrisi dönemsel düşüşlere rağmen krizden pek az etkilenecek şekilde devam ediyor.

pastedGraphic_3.png

Ücretler doğal ki sadece emekçileri ilgilendiriyor. Toplam reel gelir ve ücretler arasındaki açı ise 2016’dan sonra görece açıldı; reel gelir 2022 başına kadar aşağı yukarı sabit kalırken ücretler tedricen yükselmeye devam etti. 2022 ortalarından itibaren bu eğilim zayıflasa da devam etti. Demek ki ücretlerin ücret dışı gelirlerden daha hızlı arttığı kabul edilebilir.

TÜKETİCİ DAVRANIŞLARI

İktisadi kriz doğrudan doğruya tüketici davranışlarında yansımasını bulur; emekçilerin öncelikleri değişir, lokantada yemek yerine evinde karbonhidrata talim eder.

Tüketici harcamaları eğrisi genel eğilimleri ve kriz beklentisini eksiksiz yansıtıyor. 

pastedGraphic_4.png

Reel ücretlerde değişimi gösteren eğriye yakın bir eğri bu da, gayet anlaşılır bir şey üstelik: ücretlerde azalma tüketici harcamalarının azaltılmasına yol açar, ücret artışı ise harcamaları artırır. 

Ancak bu sürece biraz daha yakından bakmaya değer. Hangi türden harcamalarda ne tür değişiklikler gözleniyor?

pastedGraphic_5.png

 

Emekçilerin kriz ortamında ekmeğe giyecekten daha çok harcama yapması eşyanın tabiatına uygun; ancak burada daha çok dikkat çeken şey hizmet sektörüne yapılan harcamaların bundan pek az etkilenerek neredeyse doğrudan yükselmekte olması. Sektörün esas itibariyle küçük ve orta burjuvazinin faaliyet gösterdiği bir alan olduğunu dikkate alırsak, bu, küçük mülk sahiplerinin siyasi dalgalanmalara rağmen ayakta kalmayı başarmakta olduğu anlamına gelir. Yaptırımlar yüzünden (daha doğrusu sayesinde — daha Ukrayna krizinden önce Peskov bir brifingi sırasında Türkiye’nin turistik altyapısını örnek alan turistik tesisler kurmayı amaçladıklarını söylemişti) iç turizmin gelişmesinin de bunda payı var; ancak öyle bile olsa devlet desteği olmasa hizmet sektörünün böyle istikrarlı gelişmesi mümkün değil.

Öte yandan grafik başka bir şeye daha işaret ediyor: ücret artışı aynı zamanda pazarı canlı tutarak kalkınmaya da doğrudan etkide bulunuyor. Ancak Merkez Bankası’nın dogmatizmi tüketici harcamalarına da olumsuz etkide bulunuyor; tüketici talebindeki artış eğilimi yüksek faizler yüzünden tasarruf eğiliminin gerisinde kalıyor. Tüketici harcamalarında 2023 sonlarından beri yaşanan düşüş de buna işaret ediyor; Merkez Bankası’nın tüketici kredisini zorlaştıran adımları talebi daraltıyor.

Rusya’da kalkınma: Liberal amentüye karşı işlenen büyük günah – 1

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Neoconlar, Batı militarizmi ve mükemmel fırtına – 1

Yayınlanma

Yazar

İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana -Kore ve Vietnam haricinde- güçsüz ülkelerin işgali, vekil güçlerin işe koşulması ve sınırlı operasyonların ötesinde bir büyük savaşa girmemiş olan ABD, neocon’ların liderliğinde ‘mükemmel fırtınayı’ topluyor.

‘Büyük güç rekabeti’ stratejisi uyarınca, aynı anda ikisi de nükleer silahlı güçler olan Rusya Federasyonu ile Çin Halk Cumhuriyeti’ne yükleniyorlar. Özellikle Ortadoğu’daki yangının tüm dünyayı sarstığı bir ortamda, Amerikan hegemonyasının ilelebet idamesini merkezine alan bloklaşmayı derinleştiriyorlar. İşin aslı hiçbir ayar kalmadı.

Biden idaresinin son bir ayda; Ortadoğu’da kontrolden çıkabilecek bir savaşı, kilit müttefik İsrail’i ‘tırmandırma hakimiyeti ayrıcalığından’ da edecek şekilde önleyip yönetmesi, kimseyi yanıltmamalı. Aksine, 5 Kasım başkanlık seçimine giderken, Amerikan iç siyasetindeki çalkantılara eklenen Ortadoğu kriziyle, oluşturdukları dalganın üzerine binerek Kongre’de ‘savaş partisini’ kurdular.

‘Savaş partisi’; dünyada bitmeyen ABD savaşlarının Kongre’deki iki partili uzlaşmayı simgeleyen adlandırma. Son 30 yıla damga vuran her savaşta olduğu gibi Demokratlar ve Cumhuriyetçiler yine birleşti. Ve Kongre’de toplamı 95 milyar doları bulan ‘Ukrayna, İsrail ile Hint-Pasifik (Tayvan)’ askeri yardım fonlarını ayrı ayrı çıkarmakla kalmadılar. Cumhuriyetçi Michael McCaul’un önayak olduğu ’21. Yüzyılda Güç Yoluyla Barış Yasası’ eşliğinde; Rusya, Çin ve İran’a yaptırımlar, Rusya’nın dondurulan varlıklarını çalma yolunu açan ‘Ukrayna İçin Ekonomik Refah ve Fırsatların Yeniden İnşası Yasası (REPO) ile ‘TikTok yasası’ diye anılan Çin’i 9 ayda popüler bir şirketten ekarte etme hedefli ‘Amerikalıları Yabancı Düşman Kontrollü Uygulamalardan Koruma Yasası’nı da geçirdiler.

Yani; Demokrat Başkan Joe Biden’ın altı ay gecikmeyle kurduğu ‘savaş partisinde’ yok yok. Kapitalizmin sözüm ona özel mülkiyetin kutsallığı ilkesini ihlal ederek küresel mali sistemi sarsma riski taşıyan hamleler bilhassa önemli. Ucu Avrupa’dan Çin’e uzanıyor.

Bu koşullarda neoconların topladıkları ‘mükemmel fırtına’ iyi anlamakta fayda var.

ORTADOĞU’DA KONTROLLÜ KRİZ

Biden idaresi, 2014’de Kiev’deki darbe dizaynından kalma Ukrayna iç savaşını körükleyerek, 2022 Şubat’ında Rusya’yı özel harekata mecbur bıraktığı vekalet savaşını başlattığında, hesaba katmadığı unsur Ortadoğu’ydu. 7 Ekim 2023’de Hamas’ın İsrail’e baskınından bir hafta önce Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan, Ortadoğu’daki suküneti emsal göstermişti. Önceki başkan Donald Trump’ın İbrahim anlaşmalarının üzerine konan Biden idaresi, enerjisini engin kaynaklarına sınırsız erişim arzuladığı Rusya’nın rejim değişikliği ve/veya parçalanması projesine adamıştı.

Ne ki Biden idaresi beklemediği yerden ‘gol yedi’. İsrail, bir günde 1200 vatandaşının öldüğü, onlarcasının kaçırıldığı ortamda hışımla Gazza savaşını başlattı. İsrail’in katliamları ve şehir savaşının yarattığı ağır sivil kayıplarını, ABD’nin dünyadaki medya hakimiyeti bile kaldıramadı. Yedi aylık sürede; ABD BM Güvenlik Konseyi’nde zora düştü, Filistin davası canlandı, İsrail ‘soykırım davalısı’ haline geldi.

Netanyahu yönetimi ise Refah operasyonuna girişme sinyallerinin Batılı müttefiklerde bile alarm yarattığı koşullarda 1 Nisan’da kumarını oynadı. Suriye’nin başkenti Şam’daki İran Büyükelçiliğinin konsolosluk binasını vurdu. Enkaza dönen binada ikisi general yedi İran subayı öldürüldü. Viyana sözleşmesi alenen ihlal edilmişken, Batı Bloku BM Güvenlik Konseyi’nden bir kınamayı bile engelledi.

Ne ki, İsrail’in ya İran’ın geçmişte ‘yanıtsız bıraktığı’ saldırılardan hareketle yahut her koşulda ABD’yi İran’la çatışmaya sokma hesabıyla yaptığı bu saldırı, benzersiz sonuçlar üretti.

İran, İsrail’i 13-14 Nisan’da göstere göstere doğrudan vurdu. ‘Gerçek Vaat’ adı verilen misillemede İHA ve balistik füzeler, 5 saatlik sürede dalgalar halinde fırlatıldı. İsrail’i çok katmanlı savunma sistemine eklenen ABD-Britanya-Fransa üçlüsü koruyabildi. Fakat bu ‘kalkan’, ABD’li kaynakların da teslim ettiği üzere 9, belki de fazla füzenin hedeflerine ulaşmasına engel olamadı. İsrail’in Nevatim ve Ramon askeri üsleri ile rivayet o ki Hermon Dağı’ndaki Mossad üssü vuruldu. 5 saatlik savunmanın İsrail ve müttefiklerine maliyeti 1.3 milyar dolar oldu.

Tahran, ‘görece eski sistemler kullandıklarını’ söyleyip, ‘yenileri de var’ mesajı verirken, İsrail ‘stratejik caydırıcılığını’ bir yıl geçmeden ikinci kez hedef alan bu misillemeye 20 Nisan’da yanıt verdi. Doğrusu İran’ın hesaplı biçimde sınırlandırılmış gövde gösterisini karşılamaktan uzak kaldı. Natanz nükleer tesisinin de bulunduğu İsfahan’daki askeri üssü hedef alan saldırıya dair ABD’li yetkililer Amerikan medyasını örgütledi. O medya ‘İsrail’in başarılı yanıtına’ dair haberler geçti.

İranlılar ise üç İHA’nın hava savunma sistemi tarafından vurulduğunu duyurdu. Ertesi günü İsrail İç Güvenlik Bakanı Itamar Ben Gvir kendi saldırılarının ‘zayıf kaldığını’ X hesabından ifşa ederken, İran Dışişleri Bakanı Abdullahiyan ‘çocuk oyuncağı’ diye andığı İHA’larla verilen bu yanıtı ‘saldırıdan saymadıklarını’ söyledi.

Hakikaten uydu görüntüleri İsfahan’daki üste hasara işaret etmedi. Bu arada İsrail’e ait iki F-35’in Irak hava sahasından saldırı girişimine dair iddialar doğrulanmış değil. Bu krizden Tahran, nükleer tesislerinin hedef alınması halinde ‘barışçı nükleer doktrinini değiştireceği’ vurgusuyla çıktı.

Hesaplaşma boyunca CIA Başkanı William Burns’ün devrede olduğu, Umman’da İranlılarla konuştuğu belirtiliyor. Netanyahu’nun ise Biden ile görüşünce büyük ve sert yanıtı rafa kaldırdığı…

Her koşulda sonuç; sivil kayıplardan kaçınan İran’ın ‘stratejik caydırıcılık’ kapasitesini göğsünü gere gere sergilemesi olurken, İsrail üslerinde ‘çok az hasar olduğu’ anlatısı jeopolitik etkiyi kurtarmıyor.

Fakat Biden yönetiminin ‘realist’ tavrı dikkat çekici. Şüphesiz İran’ın Hürmüz Boğazı’nı kapatarak seçim yılında petrol fiyatlarına tavan yaptıracağı bir çatışma işlerine gelmiyor. Kriz, Ortadoğu’daki kilit müttefikin zayıf görünmesi pahasına yönetildi. Tabii İsrail’in fırsat bulduğunda İran’ı hedef seçmesi hala beklenebilir. Hele Gazze çatışmasının ucu bucağı henüz görünmezken…

BIDEN’IN ASIL SAVAŞI

Krizle birlikte Batı’da İran’ın arkasında ‘Çin ve Rusya’nın olduğu’ analizleri sökün ederken, Biden ekibi asıl savaşlarına kolayca döndü. Aylardır Cumhuriyetçi partinin ‘önce Amerikacı’ kanadı güney sınırındaki göç kriziyle sınır güvenliğini talep ederek ayak diremekteyken, Temsilciler Meclisi’nin Başkanı Mike Johnson, yelkenleri indirdi. Sınır sorunlarını kenara koydu, İsrail için İncil pasajları okudu, ‘istihbaratı dinleyince Ukrayna için ikna olduğunu’ söyledi. Bush döneminden kalma “Xi, Putin ve İran şer ekseni” diye buyurdu.

Johnson’a Florida Mar-a-Lago’da görüştüğü Donald Trump’ın da onay vermesi çarpıcı. ‘Seçilirse 24 saatte Ukrayna savaşını bitirmekten’ söz eden Trump, liberallerin ‘Rusya casusu’ ithamlarına uğramıştı. Sonuçta Rusya Devlet Başkanı Putin’in “ABD’de kimin seçileceğinin kendileri için fark etmeyeceği” saptaması isabetle doğrulanmış oldu.

‘SAVAŞ PARTİSİNİN’ FONLARI

ABD Kongresi’nin onayladığı 95 milyar dolarlık askeri yardımın 61 milyar doları Kiev’e, 9 milyar doları insani yardım olmak üzere 26 milyar doları İsrail’e, 8 milyar doları ise Hint-Pasifik’e (Tayvan) ayrıldı.

ABD ve AB’nin bugüne kadar toplamda yaklaşık 200 milyar dolar fonladıkları Ukrayna için bu kez 61 milyar dolar kimseyi tatmin etmedi. Tüm Batı basını şimdiden ‘çok az çok geç’ diyor. Geçen yıl yaz taarruzu öncesi onca ‘mucize’ silah ve mühimmatın işe yaramamış olmasına rağmen ‘gecikme’ teması işleniyor. Fonlamanın adresi belli.

“Biz niye İsrail gibi korunmuyoruz” diye yakınan Zelenskiy aslında sadece 13.5 milyar dolar alacak. ABD’ye ait bir ‘şirket-devlet’ olarak zaten ödmeyeceği kredi şeklinde sunulan fonun yarısını başkan affedebilecek. Örneğin, 23.2 milyar doları ABD silah stoklarının yenilenmesi için; 11.3 milyar dolar bölgedeki ABD askeri operasyonları için kullanılacak. Ve paranın çoğu ABD askeri-sınai kompleksi ile başkanlık seçiminin kilit kararsız eyaletlerine gidecek. Patriotların üretildiği Arizona, Javelinlerin üretildiği Alabama, top mermilerinin üretildiği Pennsylvania, Ohio ve Texas…  (Askeri paketin içeriği için Brian Barletic’in The New Atlas kanalını öneririm.)

Askeri paketin en önemli unsuru 300 km menzilli ATACMS sistemleri. Donbass cephesinde durum Kiev’in aleyhine dönerken, Zelenskiy’nin ATACMS’lar dahil kimi deniz drone’larıyla Kırım Köprüsü’nü vurma şovu bekleniyor. Askeri uzmanlar, bunun sahada hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini söyleseler de…

Hedef açık; Kiev’in 5 Kasım başkanlık seçimine kadar ‘dayanması’. Artık Fransız askerlerinin çaktırmadan sahaya indiği gibi ABD’nin tıpkı Vietnam/Kore örneğindeki gibi danışmanlarını artırma kisvesi altında savaşa katılımı beklenebilir.

VASAL AVRUPA RAHAT BİR NEFES ALDI

‘ABD’siz savaşı biz karşılayamayız’ diye beyan etmiş Avrupalılar Kongre’nin Kiev’e yeni fonlamasından memnun. Macaristan ve Slovakya dışında ‘müzakere’ diyen zaten yok. Avrupalılar şimdi Rusya’nın sürekli imha ettiği hava savunma sistemlerinden ellerinde kalanları sunmak üzere seferber oldular.

NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg adeta ‘silah/mühimmat bizden, insan kaynağı sizden’ diye buyurmuşken, Kiev’in seferberlik yasası da çıktı. İlk sonucu Banderacı rejimin Avrupa’ya kaçan askerlik yaşındaki Ukraynalılar için konsolosluk hizmetlerine son vermesi oldu. ‘404’ şirket-devletin bu icraatının ‘insan hakları ve hukuku’ işine geldiği gibi yorumlamaya başlayan AB’nin itirazıyla karşılaşmasını beklemek gerçekçi değil.

Yıllardır güvenliğini NATO üzerinden ABD’ye havale edip ‘zenginliğine bakan’ Avrupa, ABD’nin dediğini yapmak zorunda. Yani halklarına ‘savaş pazarlaması’. Bu yüzden Donbass iç savaşında bombalanan Ruslar ve Rusça konuşan nüfusun görmezden gelinmesi ve ‘Putin bizi işgal edecek’ propagandası lazım. Bırakın Avrupa’yı, Ukrayna’nın batısındaki Lvov’la dahi ilgilenmeyen, 1989 öncesi Doğu Avrupa’nın başlarına açtığı dertleri anımsayan bir siyasi liderliğin bulunduğu Rusya’nın ‘Dunkirk sahillerine ulaşacağı’ yönünde fantastik bir tema sunuluyor. Kendine ‘analist’ diyenler, Rusya’nın NATO üyesi olup 5. Madde şemsiyesinde bulunan Baltık ülkelerine yahut Polonya’ya saldıracağını öne sürüyorlar. Haritaya şöyle bir bakmak 30 yıldır kimin nereye yayıldığını gösterirken…

RUSYA, ÇİN VE VARLIK HIRSIZLIĞI

Rusya’nın bu olup bitenlere şaşırdığı söylenemez. Ruslar, Donbass sahasında ilerlerken, ele geçirdikleri Batı’nın ‘mucize silahlarını’ 9 Mayıs Zafer Bayramı öncesinde Moskova’da sergilemekle meşguller. Özel askeri harekatı provokasyonlarla da ilgilenmeden bildikleri gibi sürdürüyorlar. Batı’da bahsi açılan ‘savaş ekonomisi’ onlar için geçerli görünmezken, IMF yaptırımlara rağmen Rusya ekonomisinin yüzde 3’ü aşan büyüme oranlarına atıf yapıyor.

Asıl kritik gelişme, 34 trilyon dolara ulaşan rekor borçlarıyla ilgili krizi çözmek yerine başkalarının rezervlerine el koyarak gelir elde etmeye odaklanan ABD’nin varlık çalma girişimi. Rusya’nın ABD’deki REPO yasası ile çalınabilecek 5 milyar dolarlık dondurulmuş varlığı var. 300 milyar dolara yakın asıl büyük meblağ ise başta Brüksel olmak üzere Avrupa’da. Avrupa Merkez Bankası Başkanı Lagarde dahil kimi finans uzmanları Rusya varlıklarına el koymanın ‘euro’ ve mali piyasalarda yaratacağı sıkıntılara işaret ediyorlar. Avrupa aylardır Rusya varlıklarının işletilmesinden elde edilen faizleri çalma yahut özel tahviller çıkarma tartışmalarıyla paraları Kiev’e aktarmanın ‘hukuki’ icat yollarını tartışıyor. Rusya da dava açmaya ve Rusya’daki Batılı varlıklara el koymaya hazırlanıyor.

Biden yönetiminin Avrupa ile birlikte tasarladığı bu aleni hırsızlığın Çin’le hesaplaşmayı etkilememesi, mali sistem açısından açık emsal teşkil etmesi kaçınılmaz. Kongre’nin ‘TikTok yasasının’ başka Çin şirketleri üzerinde ‘Demokles’in Kılıcı’na dönüşmesi işten bile değilken, Ukrayna’nın yanında Tayvan’ı da fonlayan neocon Biden yönetimi, Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ı Pekin’e göndererek ültimatomlarını da çektiler.

ABD kara birliklerinin geçen şubatta konuşlandığı Tayvan ve Hint-Pasifik’te ikinci bir Ukrayna olmak üzere kışkırtılan Filipinler eşliğinde ABD’de ‘savaşırsak Çin’i yeneriz’ temaları da belirdi. Bu koşullarda Putin’in mayıs ayındaki Pekin ziyareti, dünyayı hızla savaşa taşıyarak ‘mükemmel fırtına’ hazırlayan neocon’lara odaklı olacak. Blinken’ın Çin’e Çin’i tehdit etme ziyareti ve Pekin’in yanıtları ise bir sonraki yazıya…

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Ukrayna’nın yeni 60 milyar doları hazır… Trump’ın fikrini ne değiştirdi?

Yayınlanma

7 ay geçti… Amerikalı yetkililerin “ne kadar gerekiyorsa o kadar” cümlesi, yerini “yapabildiğimiz kadara” bıraktı. Netanyahu bahar alerjisi olsa destek paketi için sabaha karşı röpteşambırıyla koşa koşa gelip kongre sıralarında yerini alacak Amerikalı kongre üyeleri, konu Ukrayna’ya geldiğinde aynı heyecanı gösteremez hale gelmişti. En azından Cumhuriyetçilerin bir kısmı…

Bu malum grup, zamanla kongrenin kalanının epey gözüne batmaya başladı. “Putin’e can simidi oluyorsunuz” dediler. “ABD’nin düşmanlarından yanasınız” dediler. Muhtemelen “askeri endüstrinin karnı acıktı” da dediler ama onu sessiz söylediler. Ancak bu muhafazakâr fraksiyon, Nuh diyor peygamber demiyordu. Biden’la gelecek paketler için anlaşma yapacağını ima etmiş kendilerinden olan meclis sözcüsü Kevin McCarthy’i bile gözünün yaşına bakmadan kapının önüne koymuşlardı. Bu sırada zaman daralıyordu. Ukrayna’nın mühimmatı tükenme noktasına gelmiş, sahada her gün biraz daha geri çekilmeye başlamıştı.

CIA direktörü Burns acı reçeteyi verdi; “bu paket şimdi çıkmazsa Ukrayna 2025’i göremez”.

Bu malum grubun başı bildiğiniz üzere Donald J. Trump’tı. Popülist lider, Ukrayna’ya kayıtsız şartsız verilecek bu paraların sınır güvenliği ve altyapı ihtiyaçları gibi ABD’lileri doğrudan ilgilendirecek meselelere harcanması gerektiğini söylüyordu. Birçokları bu inadın kısa süreli olacağını düşündü. Pentagon, “yeni yıldan sonra Ukrayna mühimmat yokluğunu iyice hissetmeye başlar” demişti. O zaman bir şekilde aralık ayında bu iş çözülürdü değil mi?

Kongre toplantıları epey hararetli geçti. Cumhuriyetçiler sınır güvenliği için ekstra ödenek ve zenginlerden vergi kesintileri istiyordu. İkisi de Demokratların kabul edemeyeceği cinsten taleplerdi. Partisi içinde çokça kavga sonucu gelebilmiş yeni Cumhuriyetçi sözcü Mike Johnson, Biden’ın ayda bir ürettiği paketlere daha gözünü açmadan red damgasını vuruyordu.

Aralık ayı geçti, paketten ses çıkmadı. Şubat’a gelindiğinde Johnson hala yeni tekliflere “ölü doğdu” diyordu. Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelenski, artık şikayetinin tonunu yükseltmişti. Böyle giderse Rusya’nın yapacağı bir yaz taarruzunda ağır bir felaketle karşılaşılabilirdi.

İkna turları

4 yıllık Trump iktidarının rakiplerine öğrettiği bir şey varsa o da Trump’ın bir prensip adamı olmadığıydı. Gerekli şartlar oluşursa eski başkan her şeye ikna edilebilirdi. Önce İsrail meselesiyle başladılar. İsrail’e ve Ukrayna’ya desteği aynı pakete koydular. Ancak kimi kandırıyorlardı ki? İsrail’e desteğe hayır diyecek kaç cesur Demokrat çıkabilirdi? Tabii ki bu Ukrayna desteği karşılığında Cumhuriyetçileri “korkutacak” bir teklif olamazdı. Olmadı da zaten. İsrail’in desteği kongre masalarında pek kırışmadan Beyaz Saray’a ulaştı.

Sınır güvenliği konusu ise Demokratlar için tehlikeli bir maceraydı. Cumhuriyetçilere boyun eğmeleri kendi seçmenlerini üzebilirdi. Zaten İsrail meselesinde Müslümanların oyları kaybedilmişti, Biden bundan fazlasını göze alamazdı.

Artık ortaya çıkan görüntü Biden’ın Ukrayna planları için vahim bir tablo oluşturuyordu. Belli ki Trump’ın niyeti seçimlere kadar bu paketin onaylanması engellemekti. Böylece Biden, sırtında Ukrayna faciasıyla seçime girecek ve kesin olarak yenilecekti.

Sonra bir şey oldu. Önce Mike Johnson’ın dili değişti. Bir anda “Ukrayna’yı ortada bırakırsak neler olur” onu anlatmaya başladı. Meclisin radikal Trumpçısı olarak bilinen Marjorie Taylor Greene (MTG) “ihanetin” kokusunu alınca Johnson’a ultimatomu verdi, “McCarthy’i unutma, sakın ha!”

Ancak MTG’nin aksine Trump bu sefer farklı düşünüyordu. Eski Başkan, “hediye vermekten bıktık. Ukrayna’ya borç vermeyi düşünebiliriz” demişti. Bu yorum bize Trump’ın bir şekilde ikna edildiğini gösterse de yine de kulağa komik geliyordu. Savaş üçüncü yılına girerken Ukrayna’nın ekonomisi yerle bir olmuştu. Askerlerine maaş ödeyebilmek için Batı’dan her ay 8 milyar dolar ödenek alması gerekiyordu. Savaş bugün bitse, ülkenin yeniden inşası için 500 milyar dolara ihtiyaç vardı. Şartlarım böyleyken bir bankaya kredi başvurusunda bulunsam, muhtemelen bana da gülerlerdi. Ancak “Anlaşma Sanatı” isimli kitabın yazarı Donald Trump, bu duruma belli ki ikna olmuş.

Kimi kandırıyorum, tabii ki ikna olmadı. Ancak karşılığında bir şeyler kazanmış olsa gerek. Ama ne?

Trump ne ister?

Biden’ın ve Ukrayna desteğine sıcak bakan Cumhuriyetçilerin artık Trump’a rağmen bir şey yapılamayacağını anladıkları bir dönemdeyiz. Sevseler de sevmeseler de ikna etmek zorunda oldukları bir popülist figür var. Trump’ın ne isteyebileceğini anlamak için bir 5 yıl geri gitmemiz gerekiyor; 2019’da Trump’ın görevden azledilme tartışmalarını başlatan Ukrayna meselesine.

Biden’ın 2020 seçimlerinde aday olacağı konuşulurken Trump eski defterleri karıştırmaya başlamıştı. Meşhur oğul Biden’ın laptop hadisesini bilir misiniz? Hunter Biden, Ukrayna’da bir oligarkın enerji şirketinde çalışıyor ve şirket sahibinin peşindeki savcıdan kurtulmak için o dönemdeki başkan yardımcısı babasının (yani koca ABD’nin) gücünü kullanıyordu. İşte Trump, o dönemde bundan haberdardı ve seçimlerde Biden’ın yüzüne vurmak için planlar yapıyordu.

Bu sırada aynı bugünkü gibi Ukrayna’ya yardım paketleri kongrede bekliyordu. Desteğin boyutu çok daha ufaktı ve kamuoyu ilgisi üzerinde değildi. Ancak sadece Trump istemediği için paket onaylanmamıştı.

Zelenski’ye bir telefon açtı. “Çok adaletli bir savcınız vardı. Yazık olmuş ona” dedi. Zelenski’den Biden’ın peşinden koşacak bir savcı atamasını istedi. Kongrede beklettiği yardımı serbest bırakmasının tek yolu buydu. Olay büyüdü. Bu konuşmadan dolayı Trump’ın azledilme meselesi patlak verdi. Ancak bu bize Trump’ın böyle bir konumdayken ne isteyebileceğini söylüyordu.

Gelelim bugüne. Wall Street Journal, Trump’a bir ayda iki önemli ziyaretin yapıldığını yazdı. Biri, doğal olarak meclis sözcüsü Johnson, diğeri ise Polonya’nın eski Cumhurbaşkanı Andrzej Duda’ydı. Trumpgillerden olarak bilinen bir lider olan Duda, Trump’ın iyi de bir arkadaşıydı. Sağ popülistin dilinden sağ popülist anlar diye düşünmüş olacaklar ki böylesi bir görüşmeyi ayarladılar. Duda, Trump’a vaziyetin vahametini anlattı. Johnson ise daha etkili bir damar buldu.

Sahi, Trump “ben seçileyim, 1 günde barış getiririm” demişti. Ukrayna bugün yenilirse bunu nasıl yapacaktı? Ukrayna, en azından Trump koltuğa oturana kadar dayanmalıydı. Ne hikmetse CIA direktörü William Burns, çıkan paketin Ukrayna’yı 2025’e kadar hayatta tutacağını söyledi. Trump’ın kazandığı takdirde koltuğa oturuşu da ocak ayında olacak.

Unutmadan, bir de Trump’ın şu sıralar devam eden davaları var. Bu davalar sonucu kampanya için ayırdığı paranın tükenebileceği söyleniyor. Trump belki de hem maddi hasardan hem de seçim yolunun tıkanmasından korunmak için Ukrayna üzerinden anlaşma yoluna gitmiş olabilir.

Yani özetle, Trump’ı bugün popüler kılan izolasyoncu ve “Önce Amerikacı” bir ideoloji olsa da kendisi daha çok bireysel çıkarları üzerine politikalarını inşa ediyor. Trump’ın karşı çıkmadığı pakete 101 Cumhuriyetçi destek verirken 112’si hayır oyu verdi. Yani her şeye rağmen izolasyoncu kanat gerektiğinde Trump’ı bile dinlemiyor. Eski başkanın önem sırası şu şekilde; Önce Trump, sonra Amerika, duruma göre İsrail de araya sıkışabilir. İşin ironik tarafı, bu denklemde bile Amerika, Biden’ın önem sırasına kıyasla daha önde.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English