Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Post-Sovyet coğrafyasında milli mesele – 3: Kazakistan

Yayınlanma

Milli meselede Rusya ve Belarus’un durumu yeterince açıktı. Baltık kendi içinde bir bütünlük gösteriyordu, dolayısıyla her bir ülkeyi ayrı ayrı inceleyip uzatmaya gerek yoktu. Ama Orta Asya cumhuriyetleri öyle değil; bu ülkelerde mesele çok daha kompleks, ancak hepsini ayrı ayrı incelemek yazıyı çok fazla şişirecek. Bunun yerine, içlerinden sadece birini ve en önemlisini ele almakla yetineceğim: Kazakistan’ı.

Kazakistan’daki Rus etnisitesinin toplam nüfusa oranı Estonya ve Letonya’daki kadar yüksek değil; bu iki ülkede yüzde 24 kadar olduğu halde Kazakistan’da nüfusun yüzde 15’i. Ne var ki sorun iki açıdan daha derin. Birincisi, Kazakistan’ın toplam nüfusu içindeki payları görece az olsa bile, nüfusları orta halli bir büyükşehri pek az aşan Baltık ülkeleriyle karşılaştırılamayacak kadar çok: 3 milyondan fazla. İkincisi, Baltık ülkelerinde Rus etnisitesinin oranı 1989’dan beri ancak yüzde 5-10 kadar azaltılabildiği halde Kazakistan’da 1989’da yüzde 37,8’den (6,3 milyon) 2022’de yüzde 15’e (3 milyon) düştü. Yüzde 52 azaldı!

Bu ikincisini tetikleyen şey, büyük ölçüde ülkenin tarihidir.

Post-Sovyet coğrafyasında milli mesele – 2: Baltık

Tarih

Bugün artık genellikle hatırlanmıyor. Sovyetler Birliği 1922’de dört cumhuriyet tarafından kurulmuştur: Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti, Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Belarus Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Kafkasya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti. İlkini biliyoruz. İkincisi, aslında daha aralık 1917’de ayrılmış bulunan Ukrayna’da 1919’da ilan edilmişti. Üçüncüsü, Rusya SFSC’nden 1919’da ayrılmıştı. En karmaşık tarihlerden birine sahip olan dördüncüsü ise aslında daha iç savaşın başında ayrılmış olan Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan’ın birleşmesiyle ve Rusya KP(b) MK Kafkas Bürosu tarafından 1921’de ilan edilmişti.

1924-1925’te onlara daha sonra Özbekistan ve Türkmenistan SSC adlarını alacak olan Buhara ve Horezm Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri katıldı. Bunların ilki Rusya SFSC’nden 1920’de, ikincisi ise 1921’de ayrılmıştı. 1924’te Rusya SFSC bünyesinde kurulan Tacikistan Özerk SSC, 1929’da ayrıldı, birkaç ay sonra Tacikistan SSC, yedinci birlik cumhuriyeti oldu. 1936 anayasasıyla birlikte Kafkasya SFSC tekrar kurucu parçalarına ayrıldı ve bunların her biri de birlik cumhuriyeti kabul edildiler. Aynı yıl Kırgızistan ve Kazakistan Özerk SSC’leri Rusya SFSC bünyesinden ayrıldılar ve birlik cumhuriyetlerine katıldılar. Böylece 11 birlik cumhuriyeti ortaya çıktı.

Sonrasına değinmeyeceğim.

Bu tablo bize şunu hiç değilse ima ediyor: eğer 1940’ta ve esas itibariyle Kızıl Ordu’nun bu ülkelere girmesiyle birliğe katılan üç Baltık ülkesi ve Moldova’yı bir kenara koyarsak (öyle olduğu için bunlarda milliyetçi eğilimlerin çok daha güçlü olması beklenir zaten), birliğe en geç katılan iki ülke Kazakistan ve Kırgızistan’dır. Üstelik Kırgızistan daha 1924 gibi erken bir tarihte ilk defa Rusya SFSC bünyesinde özerk bölge haline gelirken Kazakistan ancak 1925’te Kırgızistan’dan ayrılarak gene Rusya bünyesinde özerk SSC ilan edilmiştir.

Demek ki birliğin çekirdek cumhuriyetlerinin en genci Kazakistan’dır.

Sınırlar

Hâkim milletin köklü bir geçmişe sahip olduğu ülkelerde sınırların çizilmesi her zaman problemlidir. Eğer bu ülkeler federasyon oluşturarak merkezi bir devlet idaresi altına girerlerse, sınırların nereye çizildiğinin önemi kalmayabilir; Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi “sınırlar … yüksek derecede merkezileşmiş tek bir ülke çerçevesinde konvansiyonel nitelik” (Putin’in tanımıdır bu) taşıdığı sürece esasen sadece fiktiftir. Putin bu sınır çizimlerini “bolşeviklerin keyfiyeti” diye tanımlar. Tamamen yanlış değildir bu; bolşevikler milli meseleyi çözmek için sınır manipülasyonlarını çokça kullanmışlardır. Ne var ki manipülasyonların amacı da birlik devletini kurmaktır ve başarılı olmuştur.

Özetle. Sovyetler Birliği’nde birliğin güvencesi “SBKP’nin öncü rolüydü” (bu da Putin’in tanımıdır). Bu dizinin ilk bölümünde gördüğümüz gibi, Gorbaçov önderliğinde parti, devleti daha 1989’da işlevsiz hale getirmiş bulunuyordu; zira parti, öncü rolünü kaybetmişti. Böylece, ülke dağıldığında, o eski fiktif sınıflar gerçek haline gelince (bir kez daha Putin’in aslında siyasi bir eylem programı olan, “Rusların ve Ukraynalıların tarihi birliği üzerine” başlığını taşıyan o makalesinden alıntı yapacağım):

“… 1991’de bütün bu topraklar, en önemlisi de buralarda yaşayan insanlar bir anda kendilerini yurtdışında buldular. Ve tarihi vatandan gerçekten de koparılmış oldular.”

Putin parçalanmadan sonra ortaya çıkan bu durumu çözmek için, ayrılma hakkının reddini değil, ayrılma kararıyla birlikte birlik anlaşması da hukuki geçerliliğini kaybettiğine göre her giden ülkenin “gelirken getirdikleriyle” gitmesi gerektiğini söyler. Bu güçlü bir mantıktır; gerçekten de, örneğin Kazakistan’da daha birlik anlaşmasının imzalandığı 1936’da Rusların nüfusunun yüzde 50’yi aştığı kuzey ve doğu oblastleri veya şehirleri ayrılık sırasında yeni sınır tespitine konu olabilirdi. 1926 nüfus sayımına göre bu sırada dört vilayet ve bir okrugdan oluşan Kazakistan özerk SSC’nde Kazak nüfusu toplamın ancak yarısını oluşturuyordu; bir vilayet ve okrugda ise ancak yüzde 30-35 kadardı. Ama (1990’lı yıllarda Rusya’nın tam bir dumur halinde bulunduğuna gözlerimizi kapasak bile) sorun şurada yatar: büyük Sovyet milletinin parçası olarak Kazak milletinin gelişmesi de ancak Sovyet birliği içinde gerçekleşmiştir. Yani kimin gelirken neyi getirdiği tespit edilebilse bile (neredeyse imkânsız bir görev!) 70 yıllık ortak tarih yeni şartlar yaratmıştır. Bütün bunlar mevcut durumu tanımaktan başka bir yol bırakmaz; Putin’in makalesinde de bu vurgulanır.

Yönetim

Kazakistan pek çok açıdan Rusya’dan pek az farklılık taşımıştır. Daha faşist Alman saldırısı sırasında fabrikaların, atölyelerin, taşınabilecek her şeyin işgal bekleyen bölgelerden tahliye edilerek doğuya, esas itibariyle de Kazakistan’a taşınmasından itibaren gitgide hızlanarak işlemiştir bu süreç. Dahası, Kazakistan parti yönetimi de üst düzey parti yönetimi için adeta kadro okulu olmuştur. Kapitalist restorasyon sonrası Kazakistan’ın olanca gerici bonapartist iktidar yapısına rağmen gene de bölgede ciddi bir istikrar adası olarak kalabilmiş olması, belki de bu sayededir.

Kazakistan anayasası, denebilir ki, milli mesele konusunda dünyanın en demokratik anayasalarından biridir, zira devleti bir etnik topluluğa bağlamaz. Adeta Rusya anayasası devlete adını veren etnisite ile diğerleri arasındaki ilişkileri nasıl düzenlediyse, Kazakistan anayasası da onu örnek almış gibidir. Girişinde şöyle denir: “Biz, ortak kaderin birleştirdiği Kazakistan [Kazak değil — H.Y.] halkı, kadim Kazak topraklarında bir devletlilik oluşturarak, kendimizi hürriyet, eşitlik ve rıza ideallerine bağlı barışsever bir sivil toplum olarak tesis ederek … işbu anayasayı kabul ediyoruz.” 7/1’de “Kazakistan Cumhuriyeti’nde devlet dilinin Kazakça olduğu” söylenir ama 7/2’de “devlet teşkilatlarında ve yerel özyönetim organlarında resmi olarak Kazakçanın yanı sıra Rusça da kullandıkları” vurgulanır. 7/3, bu ikisini isimlerini anmadan “Kazakistan halkının dilleri” olarak tanımlar ve devletin “bu dillerin eğitim ve geliştirilmesi için şartları yaratmakla” sorumlu olduğunu da belirtir.

Bunun etnik grupların oranlarından başka son derece nesnel bir temeli daha var: yakın tarihli bir araştırmaya göre Kazakistan’da nüfusun yüzde 84’ü Rusça biliyor ve konuşuyor.

Ruslar

Sovyet geçmişi Rus etnisitesi tarafından ideolojik-siyasi olarak eksiksiz savunuluyor değildir; Kazakistan Rusları da elbette baştan sona komünist değillerdir. Kaldı ki Kazakistan Komünist Partisi 2015’te yasal bir siyasi parti olarak tasfiye edilmiştir. Bununla birlikte Kazakistan yönetimi Baltık’tan çok daha ustadır; burada bir siyasi partinin tasfiye edilmesi, onun yasal siyasi parti olarak kimliğinin sona erdiği anlamına gelir, ama bu bir yasaklama değildir. Kanun karşısında Komünist Partisi yoktur; ama bu hiç de komünistlerin bütün faaliyetlerinin takibat altında tutulacağı ve hele ki komünistlerin baskıya maruz kalacağı anlamına gelmez. Bu, Rus etnisitesiyle ve Sovyet geçmişiyle ilişkili her şeyde de geçerlidir; bunlarla ilgili normatif düzenlemelere gidilmemiştir, Lenin heykelleri sökülmemiştir veya bu siyasi bir kampanya olarak örgütlenmemiş, tekil örnekler olarak kalmıştır, çünkü söküldüğünde bunun ister istemez derusifikasyon da olacağı bilinir.

Ülkenin batısındaki Zıryanovsk’ta (yeni adı Altay) yaşanan tam da budur. Burası, Doğu Kazakistan oblastinin orta halli bir kasabasıdır. Oblast Kazakistan’ın küçük bir resmini andırır; 1989’da nüfusun yüzde 52’si Rus etnisitesindendi; bu oran günümüzde yüzde 36’ya düşmüştür. Altay’da ise oran hâlâ çok yüksektir; 2019 nüfus sayımına göre 66 bin kişilik kasabanın yüzde 77’si Rus etnisitesindendir.

Böyle bir şehirde Lenin heykelinin yıkılması (tamirat sırasında kazayla düştüğü ileri sürüldü yerel idare tarafından) cesareti bile aslında çok şey söyler. Gerilim büyümemiştir, ancak idare olası sonuçların farkındadır. Bu nedenle savcılık tarafından heykelin yıkılmasına karşı hızla soruşturma açılmıştır; suçlama şudur: “devletin koruması altına alınmış tarih, kültür, doğa komplekslerinin yahut tesislerinin bilinçli olarak yok edilmesi yahut zarar verilmesi”. (Cezası 3-7 yıl arasında.)

Sovyet geçmişi Rus etnisitesi tarafından ideolojik-siyasi olarak eksiksiz savunuluyor değildir, bunların tamamı komünist de değildir; ama burada milli meselede en çok dikkat çeken birinci faktör, Kazakistan’daki Rus etnisitesi açısından Sovyet tarihinin Rus milli kimliğiyle artık tamamen örtüşmesidir. Başka deyişle, ideolojik-siyasi değil ama tarihi-duygusal bir bütünlük var. Kazakistan’daki Rus etnisitesinin büyük bölümü, Sovyet tarihini Rusya’da bile olduğundan çok kendi tarihi bilir. Bu nedenle bu ülkede yaşayan Ruslar arasında milli aidiyet duygusu çok daha güçlüdür. Bir önceki yazıda ele aldığım Baltık’ta sorun iktidarın bilinçli provokasyon siyaseti nedeniyle çok daha yakıcı olduğu halde aidiyet duygusu bu boyutta değildir, zira Avrupa kültürü çok daha yoğun nüfuz etmiştir; ama Kazakistan, birçok açıdan Donbass’taki Rusların milli aidiyet duygularını hatırlatır.

Bunun aşınmaya aday olup olmadığı, Kazakistan’a hicret etmiş orta burjuvazinin bu ülkenin yerlisi Ruslar üzerindeki etkisi, şimdilik bir soru işareti.

Denge ve dengesizlik

Demek ki Baltık’ta dekomünizasyon ve derusifikasyon bir ve aynı şeyken, Kazakistan’da bunu teşvike yönelik normatif düzenlemeler değil, tersine, bunu önlemeye yönelik düzenlemeler yapılmıştır. Bunu bonapartist Nazarbayev ustalığı saymak gerek; devlet Nazarbayev’in damgasını öylesine derinden taşımaktadır ki, adeta onun kurumsal sureti haline gelmiştir. Nazarbayev’in tasfiyesi de bu sureti değiştirmiş değildir.

Ancak bu hiç de milli çatışmaları tetikleyebilecek bir Kazak şovenizminin kışkırtılmadığı anlamına gelmez. Bu noktada birçok maddi ve ideolojik faktör rol oynar. En başta (ocak olayları sırasında “Kazakistan’da manzara” başlığıyla yazdığım yazıya atıfta bulunacağım):

“… Sovyetler Birliği’nin çekirdek bölgelerinden biri olması, petrol ve doğalgaz zenginliği, muazzam altyapısı, Sovyetler Birliği sonrası Rusya’yı bile geride bırakan kapitalistleşme, emperyalist sermayenin petrol ve doğalgaz sektörüne yatırımları, bununla birlikte görece istikrar, bonapartist Nazarbayev diktatörlüğünde kimi oligarkların iktisadi ve siyasi sistemden tasfiyesi, bununla birlikte antikomünist baskılar, keza turancılık eğilimleri ve kimi etkili siyasetçilerin Türkiyeli faşistlerle ortaklıkları, son olarak da ülkedeki geniş Rus azınlığa yönelik yer yer pogrom niteliği alan saldırılara rağmen Rusya ile ilişkilerin kopmazlığı …”

Bugün bunlara, deklase olmuş eski navalnıycı orta burjuvazinin kısmi seferberlik sonrası kaçtığı ülkeler arasında Kazakistan’ın özel bir yeri olduğunu eklemek gerek; zira bu burjuvazi mesela güney ve batı hicret merkezlerinde artık iktisadi değil sadece ideolojik bir güçtür (liberal muhalefetin durumunu ele aldığımda önemli durmuştum bunun üzerinde), ama Kazakistan’da aynı zamanda maddi bir güçtür, çünkü bu ülkeyle Rusya arasında yaptırımların etrafından dolanmaya yönelik, iki tarafın da kendi menfaatine saydığı küçük ve orta çaplı ticaret sürüyor.

Turancı faşist eğilimlerin gücünü de küçümsememek gerek. Bu eğilimler Nazarbayev döneminde milli meseleyi kaşıma pahasına ama kontrollü şekilde kullanıldı. Geçen yıl ocak olaylarında da önemli bir rol oynadılar bunlar; özellikle olayların ikinci aşamasında Nazarbayev yanlısı provokasyonlara giriştiler. İçlerinden pek çoğu olayların bastırılmasıyla birlikte tutuklandı. Tokayev’in iktidarını sağlamlaştırdıkça bu turancı eğilimleri tamamen tasfiye etmesi beklenirdi; ama hiç değilse benim izlenimim, tam aksi istikamette: hayır, devlet (demin dediğim gibi) Nazarbayev’in tam bir kişisel sureti, dolayısıyla sınıf ilişkileri, emperyalizmle ilişkiler, şark pragmatizmi (ama şarkta genellikle olduğunun aksine köylü kurnazı değil zekice), ideolojik ilişkiler… bunlar eksiksiz korunuyor. Dolayısıyla, turancı faşist hareket gücünden hiçbir şey kaybetmiş değil.

Üstelik, kabul etmek gerek ki, Tokayev bu iktidar mücadelesini Rusya’nın desteğiyle kazandı. Sadece KGAÖ’nün olayları bastırmak için çağrılmasından ve ardından hızla ülkeden ayrılmasından söz etmiyorum. Benim için çok daha önemli gösterge, geçen yıl şubat ayı başında Rusya hükümeti tarafından Gazprom Yönetim Kurulu’na aday gösterilen Nazarbayev’in damadı Timur Kulibayev’in iki hafta geçmeden (yani 24 Şubat’tan önce) adaylıktan çıkarılması ve yerine Gerhard Schröder’in aday gösterilmesiydi. Neden Schröder sorusunun cevabı bu yazıyı ilgilendirmiyor; ama Kulibayev’den vazgeçilmesinin amacı yeterince açıktı.

Diğer faktörler

Birkaç hafta önce Rusya’nın Alma-Ata Başkonsolosu Yevgeniy Bobrov, aslında konsolosların yapmaktan genellikle kaçındığı bir şey yaptı ve (kuşkusuz bakanlığın onayı ve belki talimatıyla) Kazakistan’da Rusçaya yönelik tutumla ilgili TASS’a beyanat verdi. Uzunca bir alıntı yapmaya değer; şöyle diyordu:

“Rusçanın kullanım ve öğrenim seviyesinde belirgin bir düşüş gözlemleniyor. Bu görüngünün objektif nedenleri var; Rus nüfusun yüzde 15,2’ye düşmesi; ancak Eğitim Bakanlığı’nın devlet müfredatınını Kazakçaya göre değiştirmeye yönelik belli tutumu. … Rusça eğitim veren okullar ve sınıflar son yıllarda azaltılıyor. Kazakça eğitim gören birinci sınıf öğrencilerine yönelik ‘Rusça’ dersinin programdan çıkarılması da toplumda belli bir endişe yarattı. … Pedagoji enstitülerinin Rusça uzman hazırlayan fakültelerinin azaltılması kadro potansiyelinin sınırlanmasına yol açıyor. Bu derslerde genel öğretmen açığı 20 bin kişiyi buluyor.”

Bobrov bunları, ülkedeki Rus etnisitesinin sosyal statüsünün güçlendirilmesi için değil, “Kazakistan milletinin birliğinin güçlendirilmesi için” söylediğini de vurgulamıştı.

Bobrov bu (aslında gayet masum ve makul) açıklamasıyla Kazakistan yönetiminin şimşeklerini çekti; Rusya Bobrov’u geri çağırmak zorunda kaldı.

* * *

Post-Sovyet coğrafyasında milli mesele – 1: Giriş ve Rusya

Bu yazı dizisinin tanıtımında belirttiğim gibi, genel olarak Orta Asya ve özel olarak da Kazakistan meselesi son derece komplekstir. Üzerinde durmaya devam etmek gerek; zira ne tek bir yazıyla anlaşılabilir yahut anlatılabilir, ne de (daha önemlisi) az çok kalıcı bir fotoğrafı çekilebilir; çünkü son derece dinamik ve sürekli değişiyor. Ben burada sadece temel dinamiklerden biri olarak milli mesele üzerinde durdum. Ancak hiç sözünü etmediğim bir dizi başka faktörü de unutmamak gerek:

— Çin-Kazakistan ilişkileri.

— Kazakistan yönetiminin Rusya’nın etrafından dolanırken batıya rusofobi pazarlama ihtiyacı.

— Rusya’nın Kazakistan’dan yaptığı paralel ithalatın boyutu ve geleceği.

— Kazakistan’ın Rusya ile ticarette batıyla irtibatlı spekülasyon niyetinin önüne geçebilecek bir Kuzey-Güney koridorunun yakın zamanda tam kapasite işler hale gelmesi ihtimali.

— Kazakistan yönetiminin kendi etki alanını genişletmek için Rusya’nın etki alanını daraltma ihtiyacı; bu çerçevede petrolden başka (bu, bir de Hazar sorunu yaratıyor) Rusya hububatının spekülatörlüğünü yapmaya yönelik girişimler.

Bütün bu konular, üzerinde özel olarak çalışılmasını bekliyor.

GÖRÜŞ

İran misillemesi şaka değildi: Artık her şey olabilir

Yayınlanma

Yazar

İran’ın beklenen misillemesi 1 Ekim günü beklenmedik bir şekil ve içerikle geldi. Türk medyasının ve özellikle siyasal/selefi İslamcıların alay ederek ciddiye almadıkları, adeta dalga geçtikleri misillemede İran İsrail’i Fettah adını verdiği hipersonik füzelerle vurdu. Bu yazının kaleme alındığı an itibariyle gerek Amerikan ve Batı basını gerekse İsrail Tahran’ın misillemesinin İsrail’e ciddi zarar verdiği konusunda hemfikir görünüyorlardı.

 SİYASAL/SELEFİ İSLAMCILARI MEMNUN ETMEK MÜMKÜN DEĞİL

Türkiye’de ise durum farklı. Özellikle siyasal/selefi İslamcılar hala her şeyin Tahran ile Tel Aviv arasındaki bir danışıklı dövüş olduğunu anlatmaya çalışıyorlar. Orta Çağ mezhepçiliğinin yüzyılımızda o zamandan hiç de az olmayacak derecede etkin olabildiğini görmek gerçekten çok şaşırtıcı. Hamas için yanıp tutuşuyor gibi görünen bu mezhepçi siyasal/selefi İslamcı gruplar kullandıkları ifadelerde Hamas liderlerinden İsmail Heniye için şehit olarak bahsetmeye özen gösterirken Hizbullah lideri Nasrallah’ın adını ya anmamayı veya en kibarından öldürüldüğünü veya ‘elimine edildiğini’ söylemeyi tercih ediyorlar.

Hatta pek çok siyasal/selefi İslamcı Nasrallah için ‘Müslüman katili’ demeye varacak kadar ağır ifadelerden sakınmıyorlar. Aynı çevrelere göre Tahran’ın misillemesi laf ve propagandadan ibaret ve aslında İran içi boş füzeleri fırlatarak İsrail’e yardım ediyor; çünkü yaptıklarına meşruiyet kazandırıyor ve bu devletin önünü açıyor.

Uluslararası ilişkiler tahlilleri açısından tam bir kafa karışıklığının yansıması olarak değerlendirebileceğimiz bu çarpık düşüncelerin normalde hiçbir değeri yok; ama bu hezeyanvari laf kalabalığının gözleri önünde örneğin Hamas ile Hizbullah’ın yakın işbirliği içinde olduğunu dahi görmemesi inanılmaz bir durum. Örneğin şehit sıfatı verdikleri Heniye’nin Tahran yani İran yönetimiyle yakın bir işbirliği yürüttüğünü görmezden gelmeleri gibi… İran’ın misillemesi konusunda Atatürkçülüğü sadece kıyafet ve yiyip-içme laikliği olarak gören/anlayan bir grubun da İran’ın ‘başarılı’ olmasından/görülmesinden memnun olmadıkları hatta rahatsızlık duydukları sonucunu çıkarmak mümkün.

İSRAİL’İN YENİLMEZLİK ALGISI BÜYÜK DARBELER ALIYOR

Bu ideolojik ve kafası karışık grupları bir kenara bırakacak olursak, olayları yalın bir gözle takip eden herkesin ilk gördüğü şey İsrail’in yenilmezlik algısının hızla yıpranması olsa gerek. Bir güvenlik devleti olan İsrail’in toprakları bugüne kadar neredeyse hiç bombalanmamıştı. Örneğin Hayfa veya Tel Aviv gibi önemli şehir merkezleri… İsrail her zaman çatışmalar/savaşlar içinde olur, silahlı kuvvetlerini sıklıkla kullanır ama her defasında karşı tarafları topraklarından sürerek atar ve elde ettiği yerlere de yeni yerleşimciler yerleştirirdi. Araplar mülteci olurlar, komşu ülkelerde önce çadırlarda ve sonra onlara yapılan kamplarda perişan bir şekilde yaşarlar ve böylece nesiller boyu mülteciler olarak hayata tutunmaya çalışırlardı.

Oysa şimdi ilk defa İsrail vatandaşları kendi evlerini terk ederek güvenli bölgelere kaçmak zorunda kaldılar. Önce 7 Ekim 2023 Hamas saldırısının hemen ardından başlayan çatışmalar ve İsrail güçlerinin gerçekleştirdiği soykırım sırasında Gazze’ye komşu yerleşim yerlerinde yaşayan İsrailliler hızla kendi bölgelerinden tahliye edilerek daha güvenli bölgelere nakledilmişlerdi. Hizbullah ile başlayan çatışmalar sonucunda ise İsrail’in resmi açıklamalarına göre altmış bin kişi güvenli olmayan kuzey bölgelerinden hızla tahliye edildiler. Hizbullah’ın son iki haftadır İsrail’e karşı giriştiği etkili füze yağmurlarında yavaş yavaş yerleşim yerlerini de vurmaya başlaması bu rakamları daha da yukarılara itmiş olabilir.

Bütün bunlar şunu gösteriyor: İsrail toprakları artık güvenli değil. Oysa koca koca Arap devletlerine karşı giriştiği büyük savaşlarda İsrail onların hava kuvvetlerini havalanmadan etkisiz hale getirip (1967, Altı Gün Savaşı) sonra da başkentleri başta olmak üzere bütün yerleşim yerlerini hava bombardımanına tabi tutabilmişti. Şimdilerde bu algının neredeyse toptan yok olması İsrail’i en zayıf noktasından vurabilir; insan kaynağı eksikliği.

Gazze’de 7 Ekim Hamas saldırısı ile başlayan çatışmalardan bu yana ciddi sayıda İsrail vatandaşının ülkeyi terk etmiş olduğu anlaşılıyor. Meselenin bir başka tarafı da İsrail’e Yahudi göçü yıllar içinde zaten azalmış olsa da bunu iyice azaltıp tamamen durdurabilir; çünkü güvenli olmayan bir bölgeye/ülkeye insanlar canları pahasına gidip yerleşmezler, hatta tam tersine oradan kaçarlar.

Bölgesel politikalar ve algılar açısından da İsrail ciddi bir darbe yemiş durumda. Şöyle ki, Hamas’a karşı yürüttüğü mücadelede savaş amaçlarının (Rehineleri kurtarmak, Hamas’ı tamamen yok etmek vd.) hiçbirisine ulaşamazken sadece sivilleri topluca katletmek suretiyle bir soykırım yapmış olması öte yandan Hizbullah ve İran’a karşı ciddi bir askeri başarı kazanamaması İsrail’in yenilmezliği algısının yok olmasına giden süreci hızlandırıyor. Tereyağından kıl çeker gibi operasyon yapan (Entebbe operasyonu gibi) bir İsrail algısı hızla ortadan kalkıyor.

Örneğin bugüne kadar Hizbullah’a karşı giriştiği hiçbir savaşta zaten başarılı olamayıp sonuçta geri çekilmek zorunda kalan İsrail 17 Eylül’den bu yana Hizbullah’a karşı müthiş psikolojik operasyonlar yapmış (çağrı cihazları ve telsizlerin patlatılması, Nasrallah dahil lider kadrosunun öldürülmesi gibi) olmakla birlikte alanda başarılı görünmüyor. Örneğin Lübnan’a daha doğrusu Hizbullah’a yönelik kara savaşı kelimenin tam anlamıyla başarısız durumda. Şu ana kadar düzenlediği bütün komanda operasyonları Hizbullah tarafından püskürtüldüğü gibi İsrail’in askeri ve toplumsal olarak kaldıramayacağı büyük kayıplara sebep oluyor.

Hizbullah’a karşı Lübnanlı diğer grupları özellikle Hristiyanları kışkırtma girişimleri de şu an itibariyle sonuç vermiş veya verecekmiş gibi görünmüyor. İsrail’in sıklıkla başvurduğu bu yöntem 2006’da da sonuçsuz kalmıştı. O günden bu yana özellikle Suriye savaşında yaşananlar, Hizbullah’ın savaşa aktif bir şekilde katılarak Suriye yönetiminin ayakta kalmasına yardımcı olması bir manada Hristiyan nüfusu da IŞİD ve benzeri cihatçı terör örgütlerinden kurtarmış oldu. Dolayısıyla İsrail bugünlerde aynı kartı oynayarak Hizbullah’ı bir Lübnan iç savaşına çekmek için ciddi gayretler sarf etmesine rağmen başarılı olamayabileceğine işaret ediyor.

İRAN’IN FÜZE SALDIRISI

İran’ın 1 Ekim günü 180 ila 250 füze fırlatarak İsrail’in önemli hava alanlarını, Mossad karargahını vd. ve önemli hedeflerini vurması Hizbullah ve Direniş Ekseni güçlerine büyük moral verirken İsrail’i de büyük bir ev ödevi ile karşı karşıya bıraktı. İran’ın kağıttan kaplan olmadığı ve elindeki hipersonik füze stoklarıyla İsrail’e büyük zararlar verebileceği ortaya çıktı. Geçtiğimiz hafta Kavir çölünde İran’ın bir nükleer bomba denemesi yaptığı haberleri de İsrail açısından üzerinde dikkatle düşünmesi gereken başlık bir daha oluşturmuş gibi duruyor.

Öncelikle İran’ın hipersonik füzeler yapabilmiş olması kendisi açısından büyük bir başarı. En başarılı modelleri Rusya tarafından geliştirilen (Sarmat, Kinjal vd.) ve Çin’in de güçlü modellerini geliştirdiği bu füze türlerini İran da yapmış görünüyor. Batı dünyasında henüz test aşamasında kalan bu çok süratli füzelerden büyük bir stok oluşturmuş durumdaki İran’a karşı yapılacak bir misilleme kolay olmayacaktır; çünkü İsrail’in Jericho III füzeleriyle yapacağı saldırılara İran misliyle karşılık verebilir ve bu defa daha güçlü savaş başlıklarıyla göndereceği füzelerle örneğin bütün havaalanlarını yerle bir edebilir. İsrail’in nükleer silah kullanma tehdidine aynı şekilde karşılık verebilir. Türkiye’nin iki misli yüzölçümüne sahip İran’ın bütün bu açılardan İsrail’e karşı oldukça avantajlı olacağını söylemeye bile gerek yok gibi.

AMERİKA DEVREYE GİRMEDEN İSRAİL FAZLA BİR ŞEY YAPAMAZ

İsrail’in Amerika tam olarak devreye girmeden İran’a karşı öldürücü darbeler vurabilmesi hemen hemen imkansız gibi. Birbirinden yaklaşık olarak iki bin kilometre uzaklıktaki iki ülke arasında zaten doğru dürüst bir savaş da olamaz. Kara ve deniz kuvvetlerinin hemen hemen hiç işe yaramayacağı ve İsrail’in güçlü yanı olan hava kuvvetlerinin kolaylıkla operasyon yapamayacağı bir savaş…

Örneğin İsrail hava kuvvetleri tanker uçaklarıyla harekete geçse, bunu anında Rusya gelişmiş radarlarıyla tespit ederek İran’a bildirecektir. İsrail hava kuvvetleri İran’a varmadan en az yarım saat önce İran’ın hipersonik füzeleri İsrail’i bu defa feci şekilde vurup, operasyondaki uçaklara dönüşte ineceği hava alanı bırakmayabilir. Kaldı o kadar uzun bir mesafeyi kat ederek İran’a ulaşacak İsrail uçaklarının hiçbir hava savunmasıyla karşılaşmadan işlerini görüp geri dönecekleri beklenmemelidir. Kısacası Amerika savaşa tam olarak katılmadan İsrail’in mevcut şartlarda İran’a ciddi darbeler vurması beklenmemelidir. Psikolojik ve kısmen de askeri değeri olan suikastler vb. operasyonlara devam etmesi mevcut dengeyi büyük ölçüde değiştirmeyebilir.

Rejim değiştirme amaçlı savaşlardan istediğini alamayan, sadece girdiği ülkeleri yakıp yıkan ve milyonlarca insanı öldüren/ölümüne sebep olan Amerika’nın İran gibi güçlü bir devlete karşı savaşı hem de çok kutuplu bir dünyada göze alması düşünülemez. Bu tür savaşlar Amerikan kamuoyundan destek görmezken, rakibin İran olması da ayrıca düşündürücü olacaktır.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen yenilmezlik efsanesi büyük yara almış olan İsrail’in İran’a karşı hiçbir şey yapmadan yediği darbeleri sineye çekmesini beklemek de çok gerçekçi olmayabilir. Seçimlere kadar mevcut Demokrat yönetimden tam destek alması zor görünüyor. Sonrasında tam destek yine kolay olmayabilir. Sınırlı bir operasyon bu durumda daha mantıklı görünüyor ki, savaş istemeyen ve zamanın kendi lehlerine olduğunu düşünen İran ve Direniş Ekseni açısından da böyle bir durum kabullenilebilir; ancak Hizbullah-İsrail savaşının nasıl sona ereceğini öngörmek pek kolay değil.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

İsrail, İran ile vekâlet savaşı yerine doğrudan çatışmaya mı gidecek?

Yayınlanma

Yazar

4 Ekim’de İsrail ve ABD, 1 Ekim’de İran’ın gerçekleştirdiği ikinci füze saldırısına nasıl karşılık vereceklerini tartışıyordu. Özellikle İran’ın petrol tesislerine saldırı yapılması gündemdeydi. İran ise ABD ve İsrail’e, artık “tek taraflı itidalle” sınırlı kalmayacaklarını ve herhangi bir İsrail saldırısının “olağanüstü bir şekilde misilleme” göreceğini açıkça belirtti. Bunun etkisiyle, uluslararası petrol fiyatları üst üste üç gün artarak Brent petrolünün varil fiyatı 75 dolara, Texas petrolü ise 71 dolara yükseldi; bu durum, ağustos ayından bu yana en uzun süren artış olarak kaydedildi.

İsrail’in askeri araçları artık hızla ilerliyor ve ABD Başkanı Biden’ın öneri ve endişelerini umursamıyor, Orta Doğu’daki durumu sürekli tırmandırarak krizi büyütüyor. Hatta dünya enerji arzını tehlikeye atarak küresel ekonomi için büyük bir bedel ödetmekten çekinmiyor. İsrail, İran ile 45 yıldır süregelen vekâlet savaşını sonlandırıp doğrudan çatışmaya girmeye dahi karar verebilir.

Bu yeni dönemde, bir yıllık barışın eşiğindeki Filistin-İsrail çatışmasında, İran, İsrail’e 200 orta menzilli füze fırlattı ve bu, Doğu Akdeniz’den Basra Körfezi’ne uzanan potansiyel bir bölgesel krizi yeniden gündeme getirdi. İran, büyük bir hava saldırısının, Lübnan Hizbullahı lideri Hasan Nasrallah ile İran İslam Devrim Muhafızları (IRGC) Kudüs Gücü Başkan Yardımcısı Abbas Nilfrushan’ın intikamını almak için yapıldığını iddia etti. 28 Eylül’de İsrail Hava Kuvvetleri, Beyrut’un güneyindeki Hizbullah karargâhına en az 80 adet yer altı bombası atarak birkaç binayı anında yerle bir etti ve Nasrallah ile Nilfrushan’ı öldürdü.

Sonrasında yapılan açıklamalarda, Nasrallah’ın cesedinin sağlam ve belirgin bir yara olmadan bulunduğu, büyük patlamanın yarattığı şok dalgaları nedeniyle hayatını kaybettiği görüldü. Bu durum, İsrail istihbaratının Nasrallah’ın yerini ve hareketlerini son derece doğru bir şekilde bildiğini ve hedefe yönelik yoğun bir bombardıman uygulandığını gösteriyor.

2 Ekim’de Lübnan Dışişleri Bakanı Abdullah Habib, CNN’e yaptığı açıklamada, Nasrallah’ın ölümünün ateşkese olumlu yaklaşmasından sonra gerçekleştiğini belirtti. Habib, ABD Başkanı Biden ve Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’ndaki çağrılarının ardından Lübnan hükümetinin Hizbullah ile ateşkesi müzakere ettiğini, Nasrallah’ın 21 gün boyunca ateşkesi kabul ettiğini ve bu durumun ABD ile Fransa’ya bildirildiğini aktardı. İran ise Nilfrushan’ın Nasrallah’a riskten kaçınması için Tahran’a gitmesi gerektiğini söyleyerek öldüğünü iddia etti.

Ağaçlar sessiz olmak istiyor ama rüzgar durmuyor. Eğer Lübnan yukarıdaki açıklamayı doğrularsa, Netanyahu hükümetinin Hizbullah’ın ateşkesi kabul ettiğini ilan ettiğini görmek istemediğini, Hizbullah’a karşı başlattığı “Kuzey Seferi”ni durdurmaya niyeti olmadığını ve bu çatışmayı İran’ı da hedef alacak şekilde daha da tırmandırmaya kararlı olduğunu gösteriyor. Hatta savaş Lübnan, Suriye ve İran’ı da kapsayan topyekûn bir savaşa dönüşebilir. 2 Ekim’de İsrail’in Şam’da bir eve düzenlediği hava saldırısında Nasrallah’ın damadı Hassan Karsi öldürüldü. Nasrallah’ın üst düzey Hamas yetkilileriyle evli iki kızı var ve Nasrallah’ın diğer damadının da er ya da geç İsrail’in ölüm listesinde olması muhtemel, çünkü Netanyahu hükümeti Hizbullah’la ölümüne savaşmaya kararlı.

Hizbullah ateşkes teklifini kabul etti ve Nasrallah öldürüldü. Bu garip bir durum mu? Hayır. 31 Temmuz’da Tahran’da İsrail askeri istihbaratı tarafından öldürülen Hamas lideri İsmail Haniye de bir barış lideriydi ve Gazze’de ateşkes istiyordu. Müzakere ortaklarını ortadan kaldırmak, barış görüşmelerinin yolunu kesmek, süper askeri araçlarla savaşmak, ABD’den sonsuz ekonomik ve askeri yardım ithal ederek sıfır toplamlı bir son elde etmek Netanyahu hükümetinin temel mantığı ve formülüdür.

İran’ın saldırısında stratejik vuruş silahları kullandığı ve İsrail’in Demir Kubbe savunma sistemini kısmen deldiği için, her ne kadar kasıtlı olarak zayiat vermekten kaçınsa da, sonuçta İsrail’in stratejik savunma ve caydırıcılık sistemini kırmış ve İran’ın stratejik sürpriz ve caydırıcılık kapasitesini artırmıştır. Bu durum, İsrail’in büyük bir misilleme yapma olasılığını artırıyor.  İsrail’in dinlenmeyeceği ve misillemenin 18 Nisan sembolik saldırısını aşacağı, İranlı siyasi ve askeri liderlerin, hükümet ve askeri birimlerin, nükleer ve petrol tesislerinin, önemli liman ve havaalanlarının vb. saldırının hedefi haline gelebileceği ve hatta saldırıyı gerçekleştirmek için savaş uçaklarının İran hinterlandının derinliklerine gönderilmesini göz ardı etmemesi bekleniyor. Kısacası, güç gösterisi topu bir kez daha İsrail’in yarı sahasına atılmıştır ve bu karsr Netanyahu ve savaş kabinesine kalmıştır.

Netanyahu hükümeti, “Korkunç İvan” ve “Çılgın İvan”ın bir bileşimi olan gerçek bir savaş kabinesine dönüştü. “Korkunç İvan”, güvensizlik nedeniyle, yaşlı Veliaht Prens de dahil olmak üzere tehdit olarak algıladığı herkesi öldüren Rus İmparatorluğu’nun 4. İvan’ına atıfta bulunur; “Çılgın İvan” ise Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği denizaltılarının, takip edilme riskini atlatmak için ani manevralar yaparak denizde çarpışma riskini göze aldığı taktikleri ifade eder.

Netanyahu hükümeti Gazze’de ateşkes yerine Direniş Ekseni’nin şartlarını reddediyor ve saldırılarını genişleterek, Hamas’tan daha güçlü ve daha esnek olan Hizbullah’ı yok etmeye çalışıyor. Bu durum, bölgesel çatışmayı Üçüncü Lübnan Savaşı’na veya Altıncı Ortadoğu Savaşı’na taşıma riskini göze alarak, İsrail’i uzun süreli bir savaş durumuna sokmak ve ABD ile İran arasında bir savaşı kışkırtmak pahasına gerçekleştiriliyor.

Amerikan siyasetinin haber ağı “Politico” 2 Ekim’de Biden hükümetinin Netanyahu hükümetine karşı etkisiz hale geldiğini, sadece İran’ın nükleer tesislerine doğrudan saldırmaması için Netanyahu’yu ikna etmeye çalıştığını ancak kararlarını etkileme konusunda pek fazla alanlarının kalmadığını açıkladı. Haberde, iki Amerikalı anonim yetkiliye atıfta bulunarak, Biden hükümetinin Orta Doğu’daki etkisinin giderek azaldığı ve geçen bir yılın ardından, durdurmak için çaba gösterdiği durumu—bölgesel savaşı—artık engelleyemediğini kabul ettiğine dikkat çekildi. Şu anki seçenek, İsrail’in yanıtını sınırlamak, ancak eylemlerini tamamen durdurmak değil.

Haberde ayrıca, Netanyahu hükümetinin defalarca Amerikan önerilerini görmezden gelerek Gazze’deki savaş hedeflerini genişlettiği, bu durumun giderek artan insani kriz nedeniyle Biden hükümetine ciddi iç siyasi baskılar yarattığı belirtildi. Bu da Biden’ın Netanyahu’dan uzak durması için yapılan çağrıların daha da güçlenmesine yol açtı. Biden’ın Netanyahu üzerindeki etkisinin zayıflamasıyla birlikte öfkesinin de arttığı, telefon görüşmelerinin giderek daha fazla “yüksek sesli tartışmalara” dönüşmeye başladığı ifade edildi. Biden, yakın arkadaşlarına Netanyahu’nun ateşkese ulaşma niyetinin olmadığını, aksine çatışmayı uzatarak kendi siyasi geleceğini kurtarmaya çalıştığını ve aynı zamanda Kasım’daki seçimlerde Cumhuriyetçi aday Trump’a yardımcı olmaya çalıştığını söyledi.

Netanyahu’nun Trump ve Yahudi damadı Kushner ile güçlü kişisel bağları ve çıkar ilişkisi olduğu biliniyor. Bazı haberlere göre, Netanyahu, Amerika’da eğitim aldığı dönemde Kushner ailesinin evinde kalmıştı. Trump, 2017’de Beyaz Saray’a girdiğinde, İsrail’e ilk resmi ziyaretini gerçekleştirdi; 20 yılı aşkın süredir iki partili hükümetin kabul ettiği politikaları kırarak, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdı; İsrail sağının nefret ettiği İran nükleer anlaşmasını (JCPOA) feshetti; Filistin’in temel çıkarlarını feda eden “Yüzyılın Anlaşması”nı sundu ve dört Arap ülkesini “toprak karşılığında barış” ilkesini bir kenara bırakarak İsrail ile ilişki normalleştirmeye ikna etti.

Buna karşılık, Netanyahu’nun Amerikan Demokrat Partisi ile ilişkisi oldukça hassas ve çalkantılıdır. Biden kişisel olarak İsrail’e ve Yahudi halkına yakın olsa da, Obama hükümeti Filistin-İsrail arasında denge kurmaya çalışmış, Suudi Arabistan ile İran arasında uzlaşıyı teşvik etmiş, İsrail sağının karşı çıkmasına rağmen İran ile nükleer anlaşmaya varmış ve “Şii hilali”ni İran’ın etki alanı olarak görmüş, 2016’nın sonunda görev süresini tamamlamadan İsrail’in yasa dışı yerleşimlerini kınayan 2334 sayılı kararı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde kabul ettirmişti.

Amerikan seçimlerine bir ay kala, Netanyahu hükümeti Orta Doğu savaşının ölçeğini genişletmeye karar veriyor ve bu durum Biden hükümetini ve Demokratları zor durumda bırakıyor, aynı zamanda Trump ve Cumhuriyetçi Parti’ye oy kazandırma şüphesi doğuruyor. Sorun şu ki, Netanyahu bu kadar ileri gitmeye devam ettikçe, Biden ekibi durmak istese de duramıyor; İsrail’in savaş politikalarını bağımlı bir şekilde takip ediyor, sürekli olarak ona silah sağlıyor ve stratejik destek sunmaya devam ediyor. Amerika’nın İsrail’e güvenlik taahhüdünü sürdürdüğü söylenebilir, ancak aslında Amerika’nın Orta Doğu politikası ve ulusal çıkarları tamamen İsrail’in etkisi altına girmiş durumda.

Netanyahu hükümeti, Biden ekibine biraz saygı gösterip İran’ın nükleer tesislerine saldırmayı engellerse nükleer silahlanma riskini azaltmış olur, ama İran’ın petrol tesislerine saldırmayı, petrol gelirlerini kısıtlamayı ve İran halkı ile hükümetinin arasını açma fırsatını kaçırır mı? İran, dünyada önde gelen petrol üreticisi ülkelerden biridir, ABD yaptırımları ve ambargoları altında olmasına rağmen, günlük gerçek üretimi ve gri ihracatının yaklaşık 2 milyon varil civarında olduğu tahmin edilmektedir. Şu an dünya petrol piyasasında arz fazlası durumu oldukça istikrarlı olsa da, İran’ın petrol tesislerinin tahrip edilmesi, gelecekteki enerji arzında büyük bir daralmaya yol açabilir, özellikle de Rusya’nın birkaç yıl içinde normal petrol ve gaz ihracatına yeniden başlaması beklenmiyor.

Daha da önemlisi, İran İsrail’e karşı tekrar nasıl misilleme yapacaktır? Haniye olayından sonra, İran İsrail’den intikam alacağını açıklamıştı, hatta Macaristan aracılığıyla İsrail’e önceden belirlenmiş hedefleri bildirmişti, fakat ikinci hamle hala gerçekleşmedi. Nasrallah ve Nilfrushan’ın öldürülmesi, İran için eski öcün ödenmeden yeni bir nefretin eklenmesi anlamına geliyordu ve İsrail’in bir adım daha ileri gitmesi, İran için büyük bir aşağılamaydı. Bu nedenle, geri çekilmeye hiç şansı kalmayan Tahran, sert bir şekilde yanıt vermek zorunda kaldı ve ilk kez savunması zor ve siyasi anlamı büyük orta menzilli füzeleri kullandı.

Tabii ki, intikamın gerçek olup olmadığına bakmaksızın, propaganda yerine etkilerine bakmak gerekir. Bu kadar büyük ve sarsıcı bir cezalandırıcı hava saldırısı, İsrail’e hiçbir ciddi zarar vermemiş gibi görünüyor, tek onaylanan ölüm ise İran füzelerinin enkazından ölen Batı Şeria’daki bir Filistinli sivildi. Bu, ne kadar büyük bir ironidir!

İran, İsrail ile askeri mücadelesinin sona erdiğini açıklamış durumda, bu da “barış teklifini” yüksek sesle sunduklarını gösteriyor. Soru şu ki, Netanyahu, İran’ın işi büyütmek istemediğini ve Amerika’nın her halükârda İsrail’i destekleyeceğini artık anlamış durumda, bu nedenle ne zaman saldırılacağı ne kadar küçük ya da büyük olacağı tamamen onun kararına bağlıdır. İsrail ile İran arasındaki çatışma ve düşmanlık yapısal ve uzun vadeli bir sorundur. Ya İsrail, Arap topraklarındaki yasa dışı işgalini sonlandırır, ya da İran “İslam Devrimi”nin ihraç edilmesinden vazgeçer; başka bir barış yolu yoktur.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Muhafazakarların kıyamet günü planı: Project 2025

Yayınlanma

Amerikan siyasetinin son bir yılına damgasını vuran bir hadise var; Project 2025. Demokratlar sabah bununla kalkıyor, akşam bununla yatıyor. Liberal çevrelerde öyle bir korku unsuruna döndü ki Demokrat seçim kampanyası neredeyse bunun üzerine kuruldu. Joe Biden, “Project 2025’i googlelayın” diye bir tweet attığından bu yana liberal diskurun vazgeçilmezi haline geldi.

Kısaca özetlemek gerekirse Project 2025, başını muhafazakâr düşünce kuruluşu Heritage Foundation’ın çektiği, sayısı 100’ü geçen muhafazakâr organizasyon ve 400 kadar akademisyenin katkılarıyla hazırlanan, sayfa sayısı 900’ü geçen devasa bir başkanlık değişim planı. Demokratlar, bu planla ABD’nin faşizme sürükleneceğini düşünürken Cumhuriyetçiler konunun abartıldığını söylüyor. Peki Project 2025 gerçekten de liberaller için bir kıyamet günü planı anlamına mı geliyor?

Devletin Muhafazakârlaşması

Detaylara girmeden önce böyle bir plana neden ihtiyaç duyulduğunu anlatmak gerekir. Hepimiz bugüne kadar Amerikan devlet yapısını muhafazakâr bildik. Özellikle Ronald Reagan döneminden sonra ABD, Soğuk Savaş’ta Sovyetlerin komünizmine karşı daha sağda bir tutum belirlemişti. Küresel çapta, özellikle de Güney Amerika’da sağ hareketleri desteklemekten geri durmadı. Doğal olarak bu politikanın temsilcisi de Franklin D. Roosevelt sonrası partiler yer değiştirince kendini muhafazakârlığın temsilcisi olarak bulan “büyük eski parti” (GOP) yani Cumhuriyetçilerdi. 60’lar ve 70’ler bu değişimin perçinlendiği bir dönem oldu. Belki de Obama döneminde kadar Amerikan devletinin bürokrasisinden ordusuna bu muhafazakâr tutumun kalıcı olduğunu gözlemledik.

Obama dönemiyle işler değişti. Amerikan devleti modern çağda daha liberal bir tutumun ulusal çıkarları koruyacağına inanarak bir değişim süreci başlattı. Bugün bu sayede istihbarattan orduya tüm kurumlarda LGBT bayraklı ya da Black Lives Matter sembollü paylaşımlar görüyoruz. Bu sırada muhafazakârlar, uzun süredir kendilerine ait olduğuna inandıkları devletin ellerinden kayıp gittiğini izlediler.

Ne değişecek?

İşte Project 2025, muhafazakârların devleti liberallerden “geri alma” projesi. Tüm kültürel ve ekonomik politikaların yanında, Project 2025, Trump’ın seçilmesiyle birlikte önceden saflarına kattığı binlerce muhafazakârı Amerikan bürokrasisine yerleştirmeyi planlıyor. Tabii Project 2025, ekonomiden sınır güvenliğine pek çok alanda birçok politika önerisinde bulunuyor. Bunların en önemlilerini şöyle bir sıralayalım.

Öncelikle Project 2025’in en çok konuşulan sosyal vaatlerinden başlamakta fayda var. Özellikle Demokrat Parti Kongresi boyunca en çok dile getirilen mesela ulusal çapta bir kürtaj yasağıydı. Project 2025 böyle bir vaatte doğrudan bulunmasa da bazı kürtaj ilaçlarının pazardan toplatılmasını talep ediyor. Dahası, Sağlık Bakanlığı’nın İncil’i temel alan, aile ve evlilik tanımları üzerinden hizmet sunmaları gerektiğini vurguladığı gibi pornonun yasaklanmasını da istiyor. Yasadışı göçü durdurmak metindeki önemli kısımlardan biri. Project 2025, güney sınırındaki duvarın tamamlanması için yeni bir bütçe ayrılması ve Ulusal Güvenlik Bakanlığının diğer sınır güvenliği kurumlarıyla birleştirilerek daha da güçlendirilmesini ön görüyor.

Project 2025, eğitim alanında da büyük değişimler talep ediyor. Okullardaki “woke” eğitimin çocukları yozlaştırdığını, bu sebeple son yıllarda çokça tartışılan LGBT ve kapsayıcılık temelli eğitimlere denetleme getirmeyi planlıyor.

Gelelim Project 2025’in en önemli kısmına; devlet seviyesinde değişimler. Metindeki en büyük vurgu, devlet kurumlarındaki çürüme üzerineydi. FBI için “kibirli ve hukuk tanımaz bir organizasyon” ifadesi kullanılırken Adalet Bakanlığı’nın Başkan’ın kontrolü altına girmesini ve hatta Eğitim Bakanlığı’nın tamamen kapatılmasını istiyor. Tüm bu vaatleri üst üste sıraladığınızda Demokratların neden gerildiğini anlamak zor değil. Burada devletin sadece muhafazakârlaşması değil, bağımsız Demokratik kurumların da tahakküm altına alınması söz konusu.

Trumpizm’in başka planları var

Peki, Trump ne diyor bu işlere? Cumhuriyetçi Parti’nin lideri ve MAGA hareketinin önderi olarak böylesi muhafazakâr bir planı sevinçle karşılamıştır değil mi? Pek sayılmaz.

Joe Biden başta olmak üzere tüm Demokratlar kendisine Project 2025 üzerinden vurmaya başlayınca Trump, davayı “satıverdi”. “Kim yazmış bilmiyorum, bir alakam yok. Nasıl solda kötü insanlar varsa sağda da aşırıcı kötü insanlar var. Desteklemiyorum” dedi ve çıktı işin içinden. Tabii bunun tek sebebi Demokratların Trump’a Project 2025 üzerinden yüklenmesi değildi, asıl sebep bunun işe yaramasıydı.

ABD toplumunun kendisine oy verenler de dahil olmak üzere ciddi bir kısmı bu kadar muhafazakar değil. Trump, böylesi bir projeyi sahiplenerek seçimin kaderini belirleyecek kararsız seçmeni ötekileştirmek istemedi. Böylece ilk fırsatta Project 2025’i kapının önüne koymayı bildi. Tabii böylesi bir proje ne tamamen çöpe atılacak ne de tamamen uygulanmaya çalışılacaktır. Heritage Foundation benzer bir projeyi Reagan için de hazırlamış, sadece küçük bir kısmını hayata geçirmişti.

Bu nedenle Trump’ın kazanması halinde Project 2025’teki bir takım maddelerin hayata geçirilmeye çalışılacağını tahmin ediyorum. Devlet kurumlarının başında liberallerin bulunması, ABD müesses nizamının tamamen Demokratların yana tavır alması, sadece Cumhuriyetçiler için değil Trump için de çok büyük bir sorun. Bunu 2020 seçimleri öncesinde FBI’ın, oğlunun laptop meselesini Biden’dan yana tavır alarak gerçek olmasına rağmen “Rus manipülasyonu” diye açıklamasından biliyoruz. Muhtemelen yeni bir Trump dönemi FBI ve CIA da dahil olmak üzere bir çok ABD kurumunda reformlar getirecektir.

Ancak Trump’ın Project 2025’i dışlaması projeye pahalıya patladı. Heritage Foundation’ın Project 2025’i yöneten üyesi Paul Dans görevinden istifa etti. Tahmin ederim ki Heritage Foundation içinde ortada bırakıldıkları için Trump’a en azından ufak bir kırgınlık oluşmuştur.

Trump ne kadar davayı “satsa da” Project 2025 Amerikan seçimlerine çoktan damgasını vurdu. Anketler büyük oranda iki taraf lehine de gerçeği yansıtmayan sonuçlar verebiliyorlar ancak hepsinin bir ortak noktası var; parti seçimi konusunda cinsiyet giderek daha da belirleyici bir faktör haline geliyor. Kadınlar Demokratlara erkekler ise Cumhuriyetçilere yönleniyorlar. Project 2025 de buna sebep olan faktörlerin başında geliyor. Bu proje, son 15 yılı kasıp kavuran kültür savaşlarının her gün yenisi açılan cephelerinden sadece bir tanesi. Muhtemelen sonuncusu da olmayacak. Ancak mevcut görüntüye bakılırsa Project 2025 Trump’ın kampanyasına faydadan çok zarar getirdi.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English