Hamas’ın 7 Ekim’deki Aksa Tufanı operasyonu 1973’teki Yom Kippur Savaşı’na benzetildi. Kuşkusuz bu benzetmede Yom Kippur’un yıl dönümü olması ve baskın niteliği önemli bir etkendi. Peki Yom Kippur savaşında Mısır ve Suriye ile dayanışma için İsrail’i destekleyen ülkelere karşı petrol ambargosu kararı alınmasına öncülük eden Suudi Arabistan, bugünkü savaş, daha doğru bir niteleme ile İsrail’in katliamları tam gaz sürerken nerede?
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Hamas-İsrail savaşında Suudi Arabistan’ın durduğu yeri analiz ediyor. Texas A&M Bush Hükümet ve Kamu Hizmeti Okulu’nda Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı F. Gregory Gause’un kaleme aldığı analiz, Foreign Affairs’te yayınlandı. Gause, savaştan sonra Gazze’yi kimin yöneteceği ile ilgili tartışmalara da değindiği analizinde Suudiler’den Gazze’de rol oynamasının talep edildiği belirtiyor. Ancak Gause’a göre Riyad’ın ne böyle bir amacı var ne de yeteneği. Suudiler bugün petrol kartını caydırıcılık için kullanmak bir yana Gazze’nin yeniden inşasında bile rol almak istemiyor.
Analizin tamamını dikkatinize sunuyoruz:
***
Gazze’deki Savaş Suudi Arabistan İçin Ne Anlama Geliyor?
İsrail-Suudi Normalleşmesi Beklemede ama Masadan Kalkmış Değil
F. Gregory Gause III
Hamas İsrail’le savaşında çok az zafer kazanabilecek ama şimdiden kazandığı zaferlerden biri, İsrail ile Suudi Arabistan arasında ABD’nin arabuluculuğunda varılan anlaşmaya yönelik ivmenin aniden durmasıdır. İsrail-Suudi anlaşması, iki ülke arasındaki ilişkileri normalleştirecek, Suudi Arabistan’ı ABD güvenlik çemberine daha sıkı bir şekilde dahil edecek ve İsrail’in Filistin meselesine ilişkin taahhütlerde bulunmasını sağlayacaktı. Bu yönüyle çığır açıcı tarihi bir adım olacaktı. Aslında İsrail-Suudi yakınlaşmasına dair korkular Hamas’ın 7 Ekim saldırısının temel nedenlerinden biri olabilir.
Savaş, MBS olarak da bilinen Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ı en azından kısa vadede zor durumda bırakıyor. Suudi Arabistan, ekonomisini çeşitlendirme ve petrol ihracatına olan bağımlılığını azaltma hedefini kolaylaştıracak bölgesel istikrarı arzuluyor. Korkunç şiddet ve şiddetin daha da yayılma tehdidi, onun bu hedeflere ilerlemesini tehdit ediyor. MBS aynı zamanda içeride ve dışarıda birbiriyle rekabet eden baskılarla karşı karşıya: ABD’li ve Avrupalı liderler Suudi Arabistan’ın Hamas sonrası Gazze’de öncü bir rol üstlenmesini istiyor, bölgesel ve yerel gruplar ise Riyad’ı ihtiyaç duydukları anda Filistinlileri daha aktif bir şekilde desteklemeye çağırıyor.
Riyad’a yönelik çekişmede her iki taraf da muhtemelen hayal kırıklığına uğrayacak. Suudi Arabistan’ın savaş sonrası Gazze’ye asker gönderme ya da Gazze’nin yeniden inşasını büyük ölçüde finanse etme gibi ne bir kabiliyeti ne de arzusu var. Ayrıca İsrail ve ABD üzerinde baskı kurmak için petrol üretimini ya da ihracatını kısma gibi elindeki araçları kullanma konusunda da herhangi bir isteklilik göstermedi. Bir İsrail-Suudi anlaşması şimdilik masadan kalkmış olsa da Suudi Arabistan’ı İsrail’i tanımayı düşünmeye iten teşvikler ortadan kalkmış değil. MBS, Suudi Arabistan için belirlediği iddialı ekonomik hedeflere ancak istikrarlı bir Orta Doğu ve ABD ile güçlü ilişkiler sayesinde ulaşılabilir. Bu uzun vadeli gündem, mevcut çatışmadaki hareket tarzını şekillendirecektir.
BİR ADIM İLERİ, İKİ ADIM GERİ
Hamas’ın İsrail’e yönelik sürpriz saldırısı öncesinde Biden yönetimi, Suudilerin İsrail’i tanımasına aracılık etme girişiminde kayda değer adımlar atmıştı. Anlaşmanın önünde önemli engeller vardı, yani üç tarafın farklı çıkarları. Suudiler, İsrail’in Filistin Yönetimi’nin siyasi beklentilerini artıracak, en azından iki devletli çözüme yönelik müzakerelerin önünü açacak somut adımlar atmasını talep ediyordu. İsrail hükümetinin aşırı sağcı yapısı göz önüne alındığında bu tür adımların atılması pek olası değildi. Riyad’ın ABD’den resmi bir güvenlik garantisi ve Washington’un daha önceki ortaklarından talep ettiği güvenlik önlemleri olmaksızın Suudi sivil nükleer altyapısının inşasına yardım da dahil talepleri ise ulaşılması güç taleplerdi. Yine de bir ilerleme olduğu hissediliyordu. Hamas’ın saldırısından üç haftadan az bir süre önce MBS Fox News’e anlaşmaya “Her geçen gün daha da yakınlaşıyoruz” demişti.
Yine de Filistin meselesi her zaman bir engel teşkil edecekti. Körfez ülkelerinde İsrail ile ilişkilere ilişkin tabu son yıllarda yıkılmış olsa da Arap halkları Filistin davasını hâlâ önemsiyor. Sonuç olarak, Arap liderler de en azından aynı şeyi yapıyormuş gibi görünmek zorunda. Savaştan önce bile Suudi Arabistan, İsrail’in normalleşmenin ön koşulu olarak Filistin meselesinde önemli bir şey yapması gerektiğinin sinyalini vermişti. Ağustos ayında, İsrail ile görüşmeler ilerlerken, Suudi Arabistan Filistinlilere ilk büyükelçisini atadı ve bu jest birçok kişi tarafından Riyad’ın Filistinliler adına İsrail’in garantilerini zorlama kararlılığının bir göstergesi olarak yorumlandı. Riyad’la yakınlaşmak için İsrail’in, 2020-21 yıllarında Bahreyn, Fas, Sudan ve Birleşik Arap Emirlikleri ile imzaladığı bir dizi normalleşme anlaşması olan İbrahim Anlaşmaları’nın öncesinde yaptığından daha fazlasını yapması gerekecekti. Bu anlaşmaların bir parçası olarak İsrail, Batı Şeria’nın yüzde 30’unu ilhak etme ve şu anda işgal ettiği topraklar üzerindeki egemenliğini genişletme yönündeki planlarından vazgeçmeyi kabul etmişti; bu, iki devletli çözüm ihtimalini fiilen ortadan kaldıracak bir hareketti.
Bu gibi mütevazı adımlar artık yeterli olmayacak. İsrail’in Gazze’ye yönelik askeri saldırılarının Filistinli siviller üzerinde yarattığı korkunç tahribat bu çıtayı yükseltti. İsrail Gazze ile meşgul olduğu ve Arap kamuoyu Filistinlileri desteklemek üzere harekete geçtiği sürece İsrail-Suudi anlaşması bir işe yaramayacaktır.
Suudi Arabistan’ın İsrail ile bir anlaşmayı düşünmesi bile, dış politikasındaki daha geniş bir değişimi yansıtıyordu. MBS 2015’te babasının tahta çıkmasıyla iktidara geldiğinde, Suudi veliaht prens ülkeyi ekonomik değişim için iddialı bir rotaya soktu ve genellikle ezeli rakibi İran’a karşı koymak amacıyla Riyad’ın bölgedeki ağırlığını artırmaya başladı. Birleşik Arap Emirlikleri ile ittifak halinde Yemen’de İran destekli Husi hareketinin gücünü kırmak için bir savaş başlattı. Hamas da dahil Sünni İslamcı gruplara verdiği destek nedeniyle Katar’a abluka uygulanmasını organize etti. Lübnan Başbakanı Saad Hariri 2017’de Riyad’ı ziyaret ettiğinde MBS, Lübnan’da yaşanacak bir siyasi krizin İran’ın müttefiki Hizbullah’a zarar vereceğini umarak Hariri’yi görevinden istifa etmeye zorladı. (Hariri ülkesine döndükten sonra istifasını geri aldı.) MBS de Tahran’a yönelik söylemini sertleştirdi. “Savaşın Suudi Arabistan’da olmasını beklemeyeceğiz” diyerek İran’ın ülkesindeki İslami kutsal mekanların kontrolünü ele geçirmeye çalıştığını iddia etti: “Savaşın Suudi Arabistan’da değil İran’da olması için çalışacağız.” Amerikalılar için en önemlisi, 2018’DE ABD’de yaşayan Suudi muhalif gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın İstanbul’daki Suudi Konsolosluğu’nu ziyareti sırasında öldürülmesi emrini vermesidir.
MBS’nin agresif uluslararası tutumu birçok yönden geri tepti; düşmanlarına zarar vermekte başarısız olurken uluslararası destekçilerini kendinden uzaklaştırdı; buna 2020’de başkan adayıyken Riyad’ı uluslararası bir “parya” haline getirme sözü veren ABD Başkanı Joe Biden da dahil. Bu tepkinin ardından Riyad son birkaç yılda bölgesel yaklaşımını değiştirerek diyaloğa ve istikrar arayışına ağırlık verdi. Yemen’de Husilerle sağlanan ateşkes bir buçuk yılı aşkın bir süredir devam ediyor. Katar’a yönelik Suudi Arabistan öncülüğündeki boykot 2021’in başlarında sona erdi. En önemlisi, Suudi Arabistan bu yıl İran ile diplomatik ilişkilerin yeniden başlatılmasına aracılık etmesi için Çin’e ulaştı. Tüm bunlar MBS’nin Suudi ekonomisini çeşitlendirmeyi ve petrol ihracatına olan bağımlılığını azaltmayı amaçlayan ekonomik reform programı olan Vizyon 2030 adına yapıldı. Riyad, hedeflediği yabancı yatırım, bölgesel entegrasyon ve ekonomik kalkınmayı teşvik etmek için bölgesel istikrarın gerekliliğini vurguladı. ABD’nin İsrail ve Suudi Arabistan arasındaki arabuluculuğu da bu bağlamda ilerledi.
MESAFELİ
Suudilerin ekonomik kalkınma arayışları çerçevesinde bölgesel istikrara yönelik umutları 7 Ekim’de yerle bir oldu. Riyad, krizi yaratan Hamas’ı pek sevmiyor. Suudiler Arap Baharı sırasında Müslüman Kardeşler’in Mısır, Tunus ve diğer ülkelerdeki siyasi kazanımlarından korkmuş ve bu kazanımlara karşı çıkmıştı; Hamas ise Müslüman Kardeşler’in Filistin kolu. Öte yandan Suudiler, İsrailliler Gazze’deki Filistinlileri ezerken kenara çekilmiş (ya da daha kötüsü İsrail’le müzakerelere devam etmiş) olarak görülemez. Riyad’ın çatışmaların sona erdirilmesi ve İsrail-Filistin meselesinin barışçıl bir çözüme kavuşturulması yönünde ilerleme kaydedilmesinde çıkarı var ancak şu anda bu hedefi gerçekleştirmek için kullanabileceği veya kullanacağı çok az araç var.
ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken ve bazı Amerikalı yorumcular Arap devletlerinin savaş sonrası Gazze’nin yönetiminde rol oynayabileceğini öne sürdüler. Bu doğrultuda diplomatik görüşmeler çoktan başladı. En iddialı öneriler Suudi Arabistan’ın savaştan sonra Gazze’yi yönetmek üzere askeri ve idari personel katkısında bulunmasını öngörüyor. Daha mütevazı önerilerde ise Suudilere Gazze’nin yeniden inşasını finanse etme rolü veriliyor. Ancak Riyad kendisinin Gazze’de İsrail’in pisliğini temizliyor gibi görünmesine izin vermeyecektir. Suudi iç güvenlik güçlerinin kendi sınırları dışında hareket etme deneyimi yok. Suudi ordusunun Yemen’deki kötü performansı, başka bir yerde konuşlandırılması için bir iyi bir deneyim değil. Ve Suudi kuvvetleri hiçbir zaman BM bayrağı altında barış gücü olarak görev yapmadı.
Suudi Arabistan’ın Gazze’de Filistin Yönetimi’nin kontrolünün geri gelmesini sağlayacak BM onaylı bir geçiş yönetiminde mali bir göreve istekli olması mümkün. Ancak bu görev, Suudi Arabistan’ın geçmişte yaptığı ve söz konusu ülkelere nakit aktarımı anlamına gelen yardım anlaşmalarına benzemeyecektir. Riyad nakit sıkıntısı çeken Mısır’la yaptığı son görüşmelerde nakit transferini değil yatırım fırsatlarını tercih ettiğini açıkça ortaya koydu. ABD, Riyad’ın İsrail’le yakınlaşma karşılığında Washington’dan istediği türden diplomatik yardımlarla anlaşmayı tatlandırmaya istekli olmadığı sürece Gazze’ye yaklaşımı da benzer olacaktır.
KÂR SİYASETTEN ÜSTÜN
Yom Kippur Savaşı olarak da bilinen 1973 Arap-İsrail Savaşı’nın ardından Suudi Arabistan ve diğer Arap petrol üreticileri, İsrail’e verdiği destek nedeniyle Washington’u cezalandırmak amacıyla ABD’ye petrol ambargosu uyguladı. Ambargo ve buna eşlik eden Suudiler ve diğerlerinin petrol üretimindeki kesintileri petrol fiyatlarının dört katına çıkmasına neden oldu; bu dönem Amerika Birleşik Devletleri’nde benzin istasyonlarındaki uzun kuyrukların görüntüsüyle hatırlandı. Dünya Bankası, Uluslararası Enerji Ajansı ve aralarında JPMorgan Chase’in CEO’su Jamie Dimon’ın da bulunduğu finans liderleri, 1973-74’teki şoku andıran yeni bir petrol krizinin ufukta belirebileceği uyarısında bulunanlar arasında.
Bu endişeler kısmen 1973’te yaşananların yanlış anlaşılmasına dayandığı için abartılıyor. Etrafındaki efsanenin aksine, övünülen ambargonun çok az etkisi oldu. Büyük petrol şirketleri, Güney Amerika, Batı Afrika ve İran gibi diğer kaynaklardan, tedariki yeniden yönlendirdi. ABD benzin istasyonlarındaki meşhur kuyruklar, ulusal düzeyde önemli bir kıtlıktan ziyade fiyat kontrolleri, tahsis düzenlemeleri ve tüketici paniğiyle ilgiliydi. Petrol fiyatları, 1973’ün son aylarında Arapların üretim kesintilerinin piyasaları ürkütmesi nedeniyle yükseldi, ancak daha sonra dünya petrol arzının önemli ölçüde etkilenmediği anlaşıldı. Arap petrol üreticilerinin güçlerini ortaya koymalarının yarattığı panik, fiyatları yükseltmek için yeterliydi. Dünya petrol arzı ile dünya talebi arasındaki eşit denge, 1979 İran Devrimi ikinci bir fiyat şokuna yol açmadan önce, on yılın geri kalanında fiyatların yüksek kalmasına yardımcı oldu.
Her ne kadar politika yapıcılar ve iş dünyası liderleri ambargo hayaletini akıllarından çıkaramıyorlarsa da bugünkü koşulların 1973’tekinden çok farklı olduğu gerçeği onları rahatlatmalı. O dönemde Suudi Arabistan, İsrail’in Yom Kippur Savaşı’ndaki başlıca düşmanları olan Mısır ve Suriye ile Hamas’la olmadığı kadar yakın bir ittifak içindeydi. 1973’te Suudiler, ülkesinin Riyad’a yönelik düşmanlığına son veren Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat’ı desteklemek için büyük riskler almaya hazırdı. Bugün Suudiler, İran’la müttefik olan Müslüman Kardeşler’in bir kolu olan Hamas’la eşdeğer bir dayanışma duygusu hissetmiyor.
Bazı gözlemciler üretim kesintilerinden endişe duyuyor, ancak Suudiler fiyatları desteklemek amacıyla 2022’nin sonlarından bu yana üretimi günde neredeyse iki milyon varil azalttı. (Bu çabaların çok fazla etkisi olmadı: fiyatlar şu anda yaz aylarında tahmin edilen 100 dolarlık varil fiyatının oldukça altında, 80 ila 85 dolar arasında seyrediyor.) Riyad’ın üretimde daha fazla kesintiye gitmesi, Suudi Arabistan’a herhangi bir avantaj sağlamayacak ve sadece ABD’deki değil Çin’deki tüketicilerle arasını açacaktır. En önemlisi de MBS’nin Suudi Arabistan’ın, siyasetin kârın önüne geçtiği bir ülke olarak algılanmasında hiçbir çıkarı yok- özellikle de asıl amacının ülkesinin ekonomik dönüşümü olduğu düşünüldüğünde. MBS, mevcut kargaşa ortamında bile bu hedefin peşinden gitmeye kararlı olduğunu gösterdi: Ekim ayı sonunda, Gazze’den korkunç haberler gelmeye devam ederken Suudi Arabistan, dünyanın dört bir yanından önde gelen finans figürlerinin katıldığı yıllık Geleceğe Yatırım Girişimi konferansına düzenledi. MBS güvenilir bir ekonomik ortak olarak görülmek istiyor, “petrol silahı” sallayan bir bozguncu olarak değil.
GELECEĞE YATIRIM
Tüm krizler gibi Gazze krizi de sona erecektir. Bu, muhtemelen haftalar değil aylar sürecek ve Orta Doğu’daki diğer diplomatik çabaların askıya alınmasına neden olacak. İsrail askerleri Gazze’de olduğu sürece, Biden yönetiminin arabuluculuk yaptığı dolaylı İsrail-Suudi diyaloğunun yeniden ivme kazanma şansı yok denecek kadar az.
Ancak bu müzakereleri yönlendiren faktörler değişmedi. İsrail Suudi Arabistan ile daha yakın bir ilişki kurmayı çok istiyor. Suudiler de tıpkı Birleşik Arap Emirlikleri’nin İbrahim Anlaşması’nı imzaladığından beri yaptığı gibi İsrail’in dinamik ekonomisinden faydalanma hedefinde. Hem İsrail hem de Suudi Arabistan’ın İran’ı hâlâ bölgesel bir tehdit olarak görmesi, daha yakın ekonomik ilişkiler arayışına stratejik destek sağlıyor. Suudilerin İsrail’den Filistin devletine yönelik bazı somut adımlar atmasını talep etmesi bir engel olarak kalmaya devam edecek, ancak Gazze’deki savaş yeni ve daha esnek bir İsrail hükümetine yol açarsa belki de daha az engel teşkil edecektir. Müzakere masasına dönme ihtimali hiç olmadığı kadar yüksek.
Bu bağlamda, Arapların İsrail ile yaptığı her anlaşmanın özünde ABD ile yapılmış bir anlaşma olduğunu hatırlamak önemli. Bu durum, Mısır’a ABD dış ve askeri yardımının kapısını açan 1979 Mısır-İsrail barış anlaşması; 1990-91 Körfez Savaşı’nda Saddam Hüseyin’e verdiği desteğin ardından Ürdün’ü Washington’ın gözüne yeniden sokan 1994 İsrail-Ürdün barış anlaşması ve Fas’ın Batı Sahra’yı ilhakının ABD tarafından tanınması, ABD’nin Sudan’ı terör destekçisi devlet listesinden çıkarması ve Trump yönetiminin Birleşik Arap Emirlikleri’nin F-35 savaş uçakları satın alabileceğine dair söz vermesini (Bu taahhüdü Biden yönetiminin askıya aldı) sağlayan 2020-21 İbrahim Anlaşmaları için de geçerli. İsrail ve Gazze’de ne olursa olsun bu tür avantajlar elde etme ihtimali Suudi Arabistan için cazip olmaya devam edecektir.
İsrail-Suudi görüşmelerine nihai olarak geri dönülmesi aynı zamanda Riyad’ın istek listesindeki ABD-Suudi müzakerelerine de geri dönülmesi anlamına gelecektir: Washington’un diğerlerine uyguladığı güvenlik önlemlerinin sınırlamaları olmaksızın Suudi nükleer gelişimine ABD desteği ve güvenlik garantisi. Eğer ABD; İsrail-Suudi diplomasisine yeniden odaklanabilirse, İsrail-Suudi normalleşmesinin getireceği ödülün yeni ABD askeri taahhütlerine ve bölgede nükleer silahların yayılma riskinin artmasına değip değmeyeceğini düşünmelidir. Ancak Washington şimdilik bu tür endişeleri bir kenara bırakabilir: Gazze’deki çatışma sürdüğü müddetçe İsrail-Suudi anlaşması buz üstünde kalmaya devam edecek.