Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Rusya, Hindistan’ı kaybediyor mu?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Rusya’nın Ukrayna’ya dönük müdahalesinde Batı’nın seferber edemediği müttefikleri ya da kısmi müttefikleri arasında Hindistan en baştaydı. Halihazırda Moskova ile son yıllarda S-400 tedariki ile ivme kaydeden askeri işbirliği bulunan Yeni Delhi, daha sonra G7’nin Rus petrolüne ambargo uygulamasıyla Rus enerji tedarikçilerinden ucuza petrol almaya başladı.

Esasında savaş Hindistan’ın işine gelmişti ve geçen yılın yaz aylarında hükümetin, şirketlere petrol alımlarını Rusya’dan yapmaları yönünde talimat verdiği bile iddia edilmişti. Fakat Yeni Delhi, güneydoğu Asya’da Washington yönetimi için Çin’e karşı konsolidasyonu sağlamak açısından kritik bir aktör.

Diğer yandan Rusya ile Hindistan arasındaki ekonomik ilişkiler eşitsiz seyrediyor. Hindistan’ın Rusya’dan aldığı ucuz petrolü işleyip pahalı fiyattan Avrupa’ya sattığı tek taraflı kâr getiren ticaret geçtiğimiz aylarda sonlansa da uzun süre devam etti; nihayetinde Rusya’nın elinde, hiçbir işine yaramayacağı bir yığın rupi birikti. Aşağıda tercümesi verilen makale, Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi (RIAC) Akademik Direktörü ve tarih doktoru Andrey Kortunov’un imzasıyla, ilk olarak Hindistan merkezli düşünce kuruluşu Stratejik ve Güvenlik Meseleleri Araştırma Merkezi’nin (NatStrat) internet sitesinde yayımlanarak RIAC’de yeniden okurlara sunuldu.


Rusya, Hindistan’ı kaybediyor mu?

Andrey Kortunov
NatStrat
1 Ağustos 2023

Rusya Hindistan’ı kayıp mı ediyor? 1990’ların başında Sovyetlerin dağılmasından bu yana Rusya ile Hindistan arasındaki ilişkiler üzerine düzenlenen hemen her konferans, çalıştay ya da uzman toplantısında bu soru gündeme getiriliyor. Çoğu zaman, katılımcılar tarafından dile getirilen baskın görüşler, alarm verici olmasa da kötümser.

Evet, Rusya Hindistan’ı kaybediyor ya da bazı dramatik adımlar acilen atılmazsa yakın gelecekte kaybedebilir. Bu tür bir karamsarlık ve alarmizm esasında şaşırtıcı değil; akademisyenler, politikacıların aksine genelde başarılar ve fırsatlardan ziyade sorunlara ve zorluklara odaklanırlar.

Elbette otuz yıldır “Rusya’nın Hindistan’ı kaybetmesinden” bahsediyor olmamız bile bu tür sonuçların en azından erken ve tek taraflı olduğunu gösteriyor. Bununla birlikte, kasvetli öngörüleri mesnetsiz ve savunulamaz olarak kolayca reddetmek pek mümkün değil.

Sorunlu alanlar

Sahiden de Moskova ile Yeni Delhi’nin Ukrayna’dan Afganistan’a, “Kuşak ve Yol”dan Quad’a ve Hint-Pasifik kavramına kadar pek çok önemli Avrasya ve küresel meselede aldıkları tutumlar aynı değil ve bu da bazen şüpheye ve ikili ilişkilerin her zaman sağlam bir temeli olagelen karşılıklı güvenin erozyona uğramasına neden oluyor. Rusya ile Hindistan, 2020 ve 2022’de geleneksel yıllık zirvelerini bile gerçekleştirmedi ve Devlet Başkanı Vladimir Putin ile Başbakan Narendra Modi’nin bir sonraki yüz yüze görüşmelerini ne zaman yapacakları da belli değil.

Her zaman ikili ilişkilerin sarsılmaz temel taşı olarak görülen askeri-teknik işbirliği ciddi bir stres döneminden geçiyor. Son beş yılda Rusya’nın Hindistan’ın savunma ithalatındaki payı yüzde 60’tan yüzde 45’e düştü ve yakın vadede daha da düşmesi muhtemel. Moskova, Batı’nın Hindistan silah pazarlarındaki varlığının hızla genişlemesine ve Hint yönetiminin izlediği mevcut “Made in India” stratejisine karşı koymak zorunda. Bunun da ötesinde, Hindistan’da Rus silahlarının güvenilirliği, Rusya’nın teslimat tarihlerine uyumu ve satış sonrası müşteri hizmetleri ve garantiler konusunda soru işaretleri mevcut.

İki ülke arasındaki ticaret bu oldukça kasvetli tabloda parlak bir nokta gibi görünebilir: 2022’de hızla artarak 35 milyar dolara ulaştı. Fakat bu olağanüstü (2,5 kat!) büyüme neredeyse tümüyle Rusya’nın Hindistan’a ham petrol, kömür ve gübre sevkiyatındaki devasa artış sayesinde mümkün oldu. Batı’nın ağır iktisadi yaptırımları ve Rusya-AB stratejik enerji ortaklığının hızla sona ermesi nedeniyle Moskova, petrolünün büyük bir kısmını Hindistan’a son derece indirimli fiyatlarla satmak zorunda kaldı. Öte yandan, Hindistan’ın Rusya’ya ihracatı geçen yıl boyunca ne toplam rakamlarda ne de yapısında önemli bir değişiklik göstermedi. Sonuç olarak, şu anda Rusya ile Hindistan arasındaki ticarette epey kayda değer bir dengesizlik gözlemliyoruz ki bu da bu alanda son dönemde kaydedilen olağanüstü ilerlemenin sürdürülebilirliğini sorgulatıyor.

Ama Hindistan yükseliyor

Sorunların ve uyarı işaretlerinin listesi uzatılabilir. Elbette ki bunlar her açıdan abartılmamalı.

Moskova, Washington ya da Pekin olsun, birilerinin Hindistan’ı “kaybedebileceği” fikri tamamen mantıksız olmasa da aşırı derecede kibirli görünüyor. Bu ülke hiç kimse tarafından “kaybedilemeyecek” kadar büyük, güçlü ve tüm dünya açısından son derece önemli. Moskova ile Yeni Delhi arasındaki çok yönlü ve verimli işbirliğinin tarihi, bu işbirliğinin geleceğinin son yıllardaki biraz kaygı verici ama beklenmedik olmayan iktisadi veya siyasi gelişmelere bakarak sorgulanmaması için yeterince uzun. Bu işbirliği iki ülkenin uzun vadeli çıkarlarını yansıtıyor ve kalıcı.

Aynı zamanda, modern Hindistan gelişen bir ekonomiye, canlı bir topluma ve hırslı bir liderliğe sahip; mevcut dış politika ve güvenlik portföyü yarım yüzyıl, hatta yirmi yıl öncesine göre çok daha büyük ve çeşitli. Rusya’nın bu portföydeki göreli payının daha mütevazı hale gelmesi şaşırtıcı olmamalı; bunun nedeni Yeni Delhi’nin Moskova ile olan geleneksel dostluğundan kopmaya karar vermesi değil, Hindistan’ın yeni uluslararası fırsatları da keşfetmeye kararlı olması. Yine de Yeni Delhi’nin dış politika portföyünün çeşitlenmeye devam etmesine rağmen iki ülkeyi birleştiren “imtiyazlı stratejik ortaklık”, taraflar bazı belirli konularda “aynı fikirde olmasalar” bile büyük güçler arasındaki ilişkiler açısından bir model olmaya devam ediyor.

Bununla beraber Rusya ile Hindistan arasındaki ilişkilerin durumu hiçbir şekilde rehavete kapılmayı haklı çıkarmaz. Bu ilişkilerdeki sorunlar kurumsal atalet, bürokrasi, hayal gücü eksikliği ya da üçüncü tarafların yıkıcı müdahaleleriyle sınırlı değil. İlişkilerin kapsamlı bir şekilde yeniden değerlendirilmesi zarureti, günümüz dünya siyasetinin gelişimindeki genel eğilimlerin anlaşılmasından kaynaklanıyor.

Çin ve Hindistan’ı idare etmek

Modern dünya, yavaş ve isteksiz de olsa, yeni bir jeopolitik, iktisadi ve teknolojik iki kutupluluğa doğru evriliyor. Bu yüzyılın başlarında çoğumuzun beklediği şey bu değildi ama bu eğilim görmezden gelinemez ve hem Moskova’yı hem de Yeni Delhi’yi etkiliyor.

Rusya her geçen yıl daha da doğuya yöneliyor, Çin ile olan çoklu bağlarını güçlendiriyor ve geliştiriyor. Hindistan her geçen yıl daha da batıya yöneliyor ve ABD ile çeşitli işbirliği biçimlerini artırıyor. Daha fazla ilerlemeden önce kabul etmemiz gereken hakikat budur.

Bu eğilim ciddi riskler içeriyor. Orta vadede devam ederse, iki dost ülke sonunda kendilerini karşıt jeopolitik, iktisadi ve teknolojik bloklar içinde bulabilir. “Ortak Avrasya alanı” fikri boş bir hayal olarak kalacak ve geniş ortak kıtamız belirsiz bir gelecek için Doğu ve Batı arasında bölünmüş olarak kalacaktır. Yirminci yüzyılın Soğuk Savaş sistemi, 21. yüzyılın uluslararası sisteminde bir kez daha dirilecektir. Zaman içerisinde Moskova ile Yeni Delhi’nin ikili işbirliğini derinleştirmek ve genişletmek bir yana, mevcut düzeyde sürdürmeleri bile giderek zorlaşacaktır.

Bugün ne Moskova ne de Yeni Delhi, uluslararası sistemin süregelen evrimindeki bu talihsiz ve yıkıcı eğilimi kökten tersine çevirmek açısından gereken kaynaklara ve fırsatlara sahip. Rusya ile Hindistan ne tek başlarına ne de birlikte sistemin bütünlüğünü yeniden tesis edebilecek konumda. Ancak bu, Moskova ile Yeni Delhi’nin yaklaşmakta olan katı uluslararası iki kutupluluk döneminin pasif gözlemcileri rolüne teslim olmaları gerektiği anlamına gelmez. Rusya ve Hindistan’ın (ve Avrupa ve Orta Doğu’dan Afrika ve Latin Amerika’ya kadar dünyanın dört bir yanındaki pek çok ülkenin) ABD ile Çin arasındaki ihtilafta taraf olmaya zorlanmaları halinde kaybedecekleri çok şey, kazanacakları ise pek bir şey yoktur. Ortaya çıkmakta olan iki kutupluluğa direnmek ve mümkün olan yerlerde, çok taraflı uluslararası işbirliği mekanizmalarını desteklemeye vurgu yaparak, bunun olumsuz yansımalarını hafifletmek ortak çıkarlarına olacaktır.

Mesela Rusya, Hindistan ve Çin BRICS ve ŞİÖ’nün üyeleri. Moskova ve Yeni Delhi, bu kurumların “sıra dışı beyefendiler ligine” dönüşmemesi, bunun yerine en hassas güvenlik ve kalkınma konularında bile ortak bir payda arayışında etkili araçlar haline gelmesini sağlama yönünde ek çaba sarf etmeli. Dahası, Moskova bu tür çok taraflı oluşumlardan “Batı karşıtı kulüpler” yaratma hevesinden de uzak durmalı; böyle bir yaklaşımı Hindistan’a kabul ettirmek zaten mümkün olmayacaktır. Bunun yerine BRICS ve ŞİÖ, Çin ile Hindistan arasında da olmak üzere uzlaşı arayışları için kullanılmalı. Rusya, Hindistan ve Çin’in katılımıyla ayrı bir üçlü koordinasyon mekanizması olan RHÇ [Rusya-Hindistan-Çin üçlüsü] de bu yönde gelişebilir.

Hindistan: Küresel kararsız devlet

Moskova’da, Hindistan’ın sadece gezegendeki en büyük demokrasi olmadığı, aynı zamanda Avrasya’daki büyük ölçekli iktisadi ya da jeopolitik teşebbüslerin başarısı veya başarısızlığını belirleyen en büyük Avrasya ve küresel kararsız devlet olduğu her zaman akılda tutulmalı. Eğer Hindistan OBOR ya da RCEP projelerinin sonsuza dek dışında kalırsa, bu projelerin kıta açısından pratik önemi sınırlı olacaktır. Hindistan ileride bir noktada bunlardan herhangi birine şu veya bu formatta katılırsa, projeler başka bir seviyeye yükselecek ve sadece bölgesel değil, gerçekten kıtasal ölçek ve etki kazanacaktır.

Quad, Pasifik ve Hint okyanuslarında ancak Hindistan’ın aktif katılımıyla sahici bir askeri-politik faktöre dönüşebilir; Hindistan’ın aktif katılımı olmadan Quad, ABD’nin Japonya ve Avustralya ile mevcut ikili askeri-politik bağlarını tamamlamak adına çok az şey yapacaktır. Özetle, Avrasya’nın Hindistan’ın aktif rolü olmadan yeniden birleşmesi beklentisi tamamen boş görünüyor. Avrasya yeniden birleşmeden de yeni ve katı bir küresel iki kutupluluk neredeyse kaçınılmaz görünüyor.

Avrasya’nın geleceği

Nihayetinde Avrasya’nın geleceği büyük ölçüde Çin ile Hindistan arasındaki ilişkilerin geleceğine bağlı. Rusya da dahil olmak üzere hiçbir yabancı aktör Pekin ile Yeni Delhi yerine bu ilişkileri “düzeltemez”. Fakat Rusya da dahil olmak üzere yabancı aktörler, her iki tarafın da üçlü veya diğer çok taraflı formatlarda birbirleriyle etkileşime girmeleri konusunda teşvikler yaratarak bu ilişkilerin “resetlenmesine” katkıda bulunabilirler. Alternatif bir yaklaşım —yani Pekin ve Yeni Delhi’yi birbirlerine karşı dengelemek— Moskova’ya bazı durumsal avantajlar sağlayabilir ama Rusya’nın uzun vadeli stratejik çıkarlarına hizmet etmeyecektir.

Moskova, Hindistan ve Çin’e Kuzey Kutbu’nda, Orta Asya’da ve Rusya’nın Uzak Doğu bölgesinde üçlü işbirliği için yeni fırsatlar sunabilir. İki stratejik ortağını, üç ülkenin birbirini birçok önemli açıdan tamamladığı üçgen bilişim ve siber girişimlere dahil etmeye çalışabilir. Tarım ve gıda işleme endüstrisi çok taraflı işbirliğinin diğer alanları olabilir. İlaç ve biyoteknoloji gibi alanlarda da büyük fırsatlar beliriyor.

Genel manada Moskova’daki karar alıcılar Hindistan ve Çin’e, Rus dış politikasının aralarında bir seçim yapılması gereken veya birbirlerinden ayrı olarak geliştirilmesi gereken iki paralel kolu olarak yaklaşmamalı.

Aksine Pekin ve Yeni Delhi, birbirleriyle aktif bir şekilde çalışma becerileri arttıkça Rusya açısından değeri de artan ortaklar olarak görülmeli. Aynı şekilde Yeni Delhi’deki politikacılar da Rus-Çin işbirliğine stratejik bir meydan okuma olarak değil, Pekin ile olan bazı sorunlarını çözmeye yardımcı olacak bir fırsat olarak yaklaşmalı. Bu, Avrasya’daki uluslararası ilişkiler açısından gerçek bir oyun değiştirici olabilecek “proje temelli çok taraflılığın” formülü.

Bu tür bir değişim, Rusya ile Hindistan arasındaki ilişkiler üzerinde çalışan herkesin çok fazla uzmanlık bilgisi, diplomatik beceri ve siyasi irade göstermesini gerektirecektir. Yine de beklenen getiriler gerekli yatırımı tamamen haklı çıkarıyor. Akıllıca bir şekilde belirtildiği üzere, “değişimin sırrı, tüm enerjinizi eskiyle savaşmaya değil, yeniyi inşa etmeye odaklamaktır.”

DÜNYA BASINI

Avrupa’nın depremi: Popülist bir geri tepme

Yayınlanma

Avrupa’nın depremi

Štefan Auer
Prospect
15 Haziran 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Deprem epey uzun zamandır bekleniyordu. Geniş ölçekte tahmin de ediliyordu. Fakat yaşananlar yine de pek çok kişiyi şaşırttı. Avrupa entegrasyonuna şüpheyle yaklaşan siyasi güçlerin Avrupa Parlamentosu seçimlerinde elde ettiği olağanüstü başarı kıtayı önemli ölçüde değiştireceğe benziyor. AB’nin en üst düzey görevleri için kaotik bir müzakere ve at pazarlığı dönemine girilirken, Avrupa’nın on yıl sonra nerede olacağını tahmin etmek, on gün içinde nasıl bir şekil alacağını tahmin etmekten belki de çok daha kolay görünüyor.

Ayrı kimliklere sahip halklar Avrupa siyaset sahnesine çıkma tehdidinde bulundukça daimî bir birliğin fikri dahi ortadan kalkıyor. “Halklar” ifadesini kasti olarak çoğul olarak kullanıyorum zira birçok Avrupa yanlısı akademisyen ve yorumcunun kabul etmeyi reddettiği bir gerçeği en baştan söylemek istiyorum: Avrupa, ulus devlete benzer bir siyasal yapı teşkil etmiyor. Bunun yerine, 27 ayrı demosu olan 27 üye devletten oluşuyor. Bu durum, Oxfordlu akademisyen Kalypso Nicolaidis tarafından savunulan öncü bir kavram olan “demoikrasi”den farklı bir anlama geliyor. Nicolaidis Avrupa’yı “hem devletler hem de yurttaşlar olarak anlaşılan, birlikte yöneten ama tek olmayan bir halklar birliği” olarak görmek istiyor. Ancak böyle bir Avrupa, nihai otorite sorununu göz ardı ettiği için özellikle kriz zamanlarında işleyemez hale geliyor. Böylesi bir siyasal yapıda egemen kim olacaktır? İstisnaya kim karar verecektir? Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron bu sorulara yanıt olarak gerçek anlamda egemen bir Avrupa’nın yaratılmasını savunuyor. İşte tam da bunun için Macron ve Alman mevkidaşı Şansölye Olaf Scholz mayıs ayında “Avrupa’mız ölümlüdür” ve “Bu zorluğun üstesinden gelmeliyiz” diye yazmışlardı.

Ne var ki bu zorluğun üstesinden gelemediler ve bana kalırsa Avrupa’nın geleceğini şekillendirecek bir konumda da olmayacaklar. Scholz’un iktidardaki Sosyal Demokrat Partisi (SDP) oyların yalnızca yüzde 14’ünü alarak aşırı sağcı ve Avrupa şüphecisi Almanya için Alternatif’in (AfD) ardından üçüncü sırada yer aldı. Fransa’da da Macron’un Rönesans partisi sadece yüzde 15 oy alabildi ki bu oran Marine Le Pen’in Ulusal Birlik (RN) partisinin yarısından daha az bir oy almış olduğu anlamına geliyor. Ancak pek çok açıdan, bu Avrupa seçimleri değil, 27 (ayrı) ulusal seçim demek. Hukukçu Alberto Allemano’nun da ifade ettiği gibi, bu seçimlerde “insanların ulusal adaylar çıkaran, ulusal gündemler sunan ulusal partilere oy verdiğini gördük.”

Allemano teşhislerinde haklı olsa da reçetelerinde yanılıyor. Zira halen Avrupa’nın daha da Avrupalılaştırılması çağrısında bulunuyor. “Seçimleri gerçekten Avrupa düzeyinde yaparsanız, bir Avrupa demosu yaratacak ve bu da bir Avrupa demokrasisinin doğmasına yol açacaktır. Mükemmel olmayacak, tartışmalar devam edecek, ancak insanlar seslerini duyuracak ve Avrupa giderek daha demokratik hale gelecek”, argüman bu şekilde ilerliyor. Oysa bunlar bir işe yaramaz. Avrupa’da demokrasiyi kurtarmak için, siyasal yapılar daha fazla Avrupalılaştırılmamalı, tersine ulusallaştırılmalıdır. Zaten bu durmak bilmeyen Avrupalılaşma süreci bizi şimdi bulunduğumuz yere getirdi: Yalnızca liberalizme karşı değil, demokrasiyi mümkün ve sürdürülebilir kılan temel ilke ve değerlere karşı popülist bir geri tepme.

Önümüzdeki yıllarda bu seçimler Avrupa için önemli bir dönüm noktasını teşkil edecek ve AB’nin kendini uluslarüstü, yarı egemen bir federasyona dönüştürme hedeflerinin sonunu işaret edecek gibi görünüyor. Gittiğimiz Avrupa, sadece Brexit referandumundan önce David Cameron’ın talep ettiğine değil, aynı zamanda mevcut Avrupa Birliği’nin oluşturulmasına karşı çıkan Margaret Thatcher’ın savunduğuna da çok daha yakın olacak. Cameron hem AB dışından hem de içinden gelen göçün daha fazla kontrol edilmesini istemişti, Thatcher ise bilindiği üzere ulus devletler Avrupa’sı için mücadele etmişti. Kendisinin 1988’de Bruges’deki [Avrupa Birliği’ne binlerce bürokrat yetiştirmiş olan] Avrupa Koleji’nde yaptığı bir konuşmada ifade ettiği gibi, “Avrupa, birbirini daha iyi anlayan, birbirini daha çok takdir eden, birlikte daha çok şey yapan fakat ortak Avrupa çabamız kadar ulusal kimliğimizi de yücelten bir milletler ailesi olsun”.

Thatcher’ın mesajı bugün Birlik genelinde -memnuniyetsizliklerini ana akım uzlaşıya karşı çıkan sağ ya da sol partilere oy vererek ifade eden- seçmenler arasında yankı bulacaktır. Bu, seçmenlerin tek tek üye ülkelerdeki kaygıları arasındaki büyük farklılıkları küçümsemek anlamına gelmiyor. Ama Avrupa her zaman farklı halklar için farklı anlamlar ifade etmiştir, ki bu kurucu altı ülke olan Belçika, Fransa, Batı Almanya, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda için dahi geçerlidir. Sadece Fransa ve Almanya arasındaki farklılıkları düşünün. Fransız elitleri Avrupa projesini Fransa’yı büyütmek için bir araç olarak görürken, birçok Alman için Avrupa’nın amacı İkinci Dünya Savaşı esnasında barbarlığa sürüklenen uluslarının itibarını yeniden kurabilmekti. Tam da bu doğrultuda Almanya, gücünü gizleyebilmek amacıyla Avrupa’yı kullandı.

Fransa’daki seçim sonrası gelişmeler, eğer ihtiyacımız varsa, iç politikanın ne denli merkezi olduğunu bize yeniden hatırlatıyor. Sayısız iç soruna rağmen Macron epey yakın bir zamana kadar Avrupa’nın lideri olarak görülüyordu. Partisinin Avrupa Parlamentosu oylamasındaki kötü performansının ardından erken seçim çağrısında bulunması, onun sonunu hızlandıracaktır. Marine Le Pen’in Ulusal Birlik’i Fransa Ulusal Meclisi’nde salt çoğunluğu elde etmesi de ya da buna yaklaşması durumunda, Macron’un sosyal tabanı büyük ölçüde eriyecektir. Bu da demek oluyor ki artık Fransa ve -daha önemlisi- Avrupa açısından güvenilir bir lider olarak görülmeyecektir.

Buna karşılık, İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’nin İtalya’nın Kardeşleri partisi (Fratelli d’Italia – FdI) ulusal oylardaki en büyük payı (yüzde 29) topladı. Bu durum, Avrupa Parlamentosu’ndaki parti grubunun toplam büyüklüğüne (ana akım merkez sağ parti, bir merkez sol parti ve Macron’un Renew Europe partisinden sonra dördüncü sırada yer almasına) rağmen Meloni’nin demokratik itibarını ve demokratik referanslarını daha da güçlendirdi. Böylece Avrupa yenilenecek fakat Meloni ve takipçilerinin bir süredir savunduğu doğrultuda. Yani, Avrupa’yı egemen kılmak yerine, üye devletler ulusal egemenliklerini Avrupa’dan geri kazanmaya çalışacaklar. Hem kolektif olarak hem de tek tek ulus devletler olarak, göç üzerinde daha fazla kontrol sağlamanın yanı sıra ulusal ekonomileri üzerinde (bir miktar) kontrol sağlamak için bastıracaklar.

Brüksel ve diğer Avrupa başkentlerinde Donald Trump’ın olası yeniden iktidarının hayaleti dolaşıyor. Ukrayna’daki durum ise vahametini koruyor. Rusya’nın ülkeyi yok etme konusundaki arzusu azalmış görünmüyor. Ancak yetkilerin bir kısmının kurucu üye devletlere geri verildiği bir Avrupa, Ukrayna için her zaman kötü haber demek değil. Bir bütün olarak AB, zor durumdaki bu ülkeye sürekli bol kepçeden söz verip ama vaat ettiğinin çok altında verdi. Ukrayna’nın kararlı destekçileri genellikle üye devletler ve AB dışındaki ülkeler, yani ABD ve İngiltere olmuştur. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte de bu ülkelerin rolü hem NATO içinde hem de NATO’nun dışında daha da önemli hale gelecektir.

Peki ya egemen Avrupa? Hatırlayın, dünyada kendi çıkarlarını önceleyecek ve savunacak bir Avrupa? Bağımsız, özerk, dirençli, ABD ve Çin de dahil olmak üzere diğer büyük güçlerden bağımsız bir Avrupa? İşte o Avrupa zaten hiçbir zaman gerçekleşmemiş bir gelecek düşüydü. Gücünü ve güvenilirliğini yeniden kazanmak için Avrupa’nın kendi vatandaşlarına karşı daha duyarlı olması gerekiyor. Bunun da ulus-devletler düzeyinde başarılması, oluşmakta olan uluslarüstü bir yönetimden çok daha olasıdır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

WSJ: Biden yönetimi Gazze’de savaş sürerken kuzeydeki sorunu aşmayı umuyor

Yayınlanma

ABD, Gazze’deki başarısız ateşkes diplomasisinden sonra şimdi de gerilimin iyice tırmandığı Lübnan cephesinde yine başarısız olacağı baştan belli bir diplomasi yürütüyor. İsrail ile Hizbullah’ın topyekûn savaşa girmesini engellemek için İsrail, Lübnan ve bölgedeki diğer ülkelerle temasta. Washington, Hizbullah defalarca ilan etmesine rağmen Gazze’deki kriz devam etse de İsrail-Hizbullah krizini çözebileceğini düşünüyor. Tıpkı Kızıldeniz’de bombalayarak Husileri durdurabileceğini umduğu gibi…

***

Biden yönetimi, İsrail ile Hizbullah arasındaki daha geniş bir savaşı önlemek için çabalıyor

Beyaz Saray’ın diplomatik atağı, Gazze’de ateşkes sağlanması için haftalarca süren başarısız baskıların ardından geldi

Michael R. Gordon

ABD’li yetkililer, Biden yönetiminin İsrail ile Hizbullah arasında Lübnan’ın güneyinde giderek kötüleşen sınır çatışmalarını azaltma çabasının, ABD’nin Gazze’de ateşkes sağlamakta karşılaştığı güçlükler nedeniyle büyük zorluklarla karşılaştığını söylüyor.

İki cephe arasındaki bağlantılar, İran’ı da içine çekebilecek ve çatışmaları Gazze’nin çok ötesine taşıyabilecek geniş çaplı bir savaşı önlemeye çalışan Beyaz Saray’ın karşı karşıya olduğu diplomatik çıkmazın altını çiziyor.

Beyaz Saray, İsrail’in kuzey sınırındaki gerilimin azaltılmasının Gazze’de sağlanması zor bir ateşkese bağlı olamayacağı konusunda ısrar ediyor ve Hamas’a güneydeki çatışmaları durdurmayı kabul etmesi için haftalarca süren başarısız baskının ardından kuzeydeki gerilimi yatıştırmak için büyük bir diplomatik çaba sarf ediyor.

Ancak ABD tarafından “terörist” olarak tanımlanan ve Hamas’ın önemli bir müttefiki olan Hizbullah’ın son haftalarda İsrail’in kuzeyine yönelik roket ve insansız hava aracı saldırılarını yoğunlaştırması, tehdidi sona erdirme ve kuzeye tahliye edilmek zorunda kalan 70.000 kadar vatandaşını geri gönderme sözü veren İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu hükümeti üzerindeki baskıyı arttırdı.

Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, bu ayın başlarında Beyrut’tan yaptığı bir televizyon konuşmasında İsrail’i “ülkede hiçbir yer roketlerimizden korunamaz” diye uyardı.

Biden yönetiminden üst düzey bir yetkili çarşamba günü gazetecilere yaptığı açıklamada “Nasrallah’ın mantığı… her şeyin Gazze’ye bağlı olduğu ve Gazze’de ateşkes sağlanana kadar İsrail’e ateşin durmayacağıdır. Açıkçası bu mantığı tamamen reddediyoruz” dedi.

ABD özel temsilcisi Amos Hochstein’ın Hizbullah’ın sınırdan geri çekilmesini de içeren bir anlaşma yapma çabaları şu ana kadar sonuçsuz kaldı.

İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant bu hafta Beyaz Saray, Dışişleri Bakanlığı ve Pentagon yetkilileriyle üst düzey görüşmeler için Washington’da bulunduğu sırada Hochstein ile Lübnan konusunda iki kez görüştü.

Gallant, salı günü gazetecilere yaptığı açıklamada, “İsrail kuzeydeki güvenlik durumunu değiştirecek bir çözüm bulmak istiyor. Savaş istemiyoruz ama her türlü senaryoya da hazırlıklıyız. İsrail sınırında Hizbullah birliklerini ve askeri oluşumlarını kabul etmeyeceğiz. Kuzey toplumlarımıza yönelik tehditleri kabul etmeyeceğiz” dedi.

Hochstein geçen hafta üst düzey yetkililerle görüşmek üzere Lübnan’a yaptığı ziyaret sırasında Netanyahu ile de görüştü.

İsrail ve Hizbullah, İran’a bağlı milislerin Filistinli hareket Hamas’ın Gazze’de savaşa yol açan saldırılarını desteklediği 7 Ekim’den bu yana karşılıklı ateş açıyor. Hem Hizbullah hem de İsrail düşmanlıklarını daha büyük bir çatışmaya dönüştürme konusunda isteksiz davranırken, her ikisi de çatışmayı tırmandırabileceklerinin sinyallerini veriyor.

Bu ayın başlarında Hizbullah, Hayfa’daki İsrail limanı üzerinde uçan bir keşif uçağına ait olduğunu söylediği bir video yayınladı. Bir başka Hizbullah insansız hava aracı da aşağı Celile üzerinde İsrail güçleri tarafından düşürüldü.

İsrail güçleri ise Hizbullah komutanlarına karşı hava saldırıları düzenliyor. Geçen hafta İsrail ordusu Hizbullah’a karşı olası bir askeri operasyon planını onayladı ancak operasyon için hükümetin onayı gerekiyor.

İsrail için Hizbullah’a karşı savaşmak, Gazze’de Hamas’a karşı yürüttüğü savaştan çok daha zorlu bir görev olacak. Uzmanlar Lübnanlı grubun 150.000’den fazla roket ve füzeden oluşan bir cephaneliği olduğunu ve bunların bir kısmının İsrail’in füze savunma sistemlerine rağmen Tel Aviv ve İsrail’in diğer şehirlerine ulaşabileceğini tahmin ediyor.

İsrail ordusuna göre Hizbullah çatışmanın başlamasından bu yana İsrail’e 5.000’den fazla roket, tanksavar füzesi ve patlayıcı insansız hava aracı fırlattı. Grubun açıklamalarına dayanan bir çeteleye göre Ekim ayından bu yana en az 338 Hizbullah savaşçısı öldürüldü. Lübnanlı yetkililere ve Birleşmiş Milletler İnsani İşler Koordinasyon Ofisi’ne göre en az 95 Lübnanlı sivil de öldürüldü.

İsrail’in kuzey sınırına odaklanan ve kâr amacı gütmeyen bir araştırma merkezi olan Alma Araştırma ve Eğitim Merkezi’ne göre, evlerinden olan binlerce kişiye ek, çatışmalar nedeniyle en az 17 İsrail askeri ve dokuz sivil öldürüldü.

Üst düzey ABD’li yetkililer Hizbullah, İsrail ve İran’ın Gazze’deki yıkımı gölgede bırakacak kapsamlı bir savaş istemediklerine inandıklarını söylerken, bazıları da iki taraf arasında tırmanan gerilimin kontrolden çıkmasından korkuyor.

Trump döneminde Dışişleri Bakanlığı’nın Orta Doğu’dan sorumlu üst düzey yöneticisi olarak görev yapan David Schenker, “Yeni bir Hizbullah-İsrail savaşının yıkıcı sonuçlarından ve İran’ın da savaşa katılma ihtimalinden endişe duyan Biden yönetimi, nihayetinde kaçınılmaz olabilecek bir çatışmayı ertelemek için büyük diplomatik çaba sarf ediyor” dedi.

ABD’li yetkililer diplomatik çabalarının durmadığı konusunda ısrarlı.

Üst düzey bir yönetim yetkilisi gazetecilere yaptığı açıklamada “Devam eden bir diplomatik sürecimiz var. İsrailliler, Lübnanlılar ve diğerleriyle oldukça yoğun istişarelerde bulunuyoruz” dedi.

Mevcut ve eski yetkililere göre ABD’nin gerilimi düşürmek için önerdiği fikirler arasında Lübnan Silahlı Kuvvetleri’nden birkaç bin askerin Hizbullah’ın boşalttığı sınır bölgelerine taşınması ve bu askerlerin sınırdan yedi kilometre geri çekilmesi yer alıyor. Schenker buna ek olarak, halihazırda güney Lübnan’da konuşlanmış olan BM barış gücünün de genişletilebileceğini söyledi. Schenker, Hizbullah’ın geri çekilmesi karşılığında İsrail’in de Lübnan üzerinde savaş uçakları ve insansız hava araçları uçurmayı azaltmayı kabul edeceğini söyledi.

Amerikalı yetkililer, gerilimi azaltma anlaşmasına uyması için Hizbullah üzerindeki baskıyı artırmak amacıyla, diplomatik çabaların başarısızlığa uğraması halinde Washington’un İsrail ordusunu geri çekecek konumda olmayacağı uyarısında bulundu.

Üst düzey bir yönetim yetkilisi “İsrail’i ve ulusal güvenlik çıkarlarını… Hizbullah gibi gruplara karşı savunmasını tamamen destekliyoruz” dedi.

Ancak Genelkurmay Başkanı Hava Kuvvetleri Generali CQ Brown pazar günü gazetecilere yaptığı açıklamada ABD ordusunun İsrail’i Hizbullah’ın büyük bir saldırısına karşı, İran’ın balistik füzeler ve insansız hava araçlarıyla saldırdığı Nisan ayında ülkeyi koruduğu kadar başarılı bir şekilde savunamayacağını söyledi.

ABD ve diğer ülkelerin yardımıyla İsrail, İran ve milis müttefikleri tarafından ateşlenen 300’den fazla insansız hava aracı ile balistik ve seyir füzelerinin neredeyse tamamını durdurdu. Ancak Brown, Hizbullah’ın elinde çok sayıda kısa menzilli roket bulunduğunu, bunların ABD tarafından engellenmesinin zor olacağını ve İran’ın tepkisini tetikleyebileceği uyarısında bulundu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Fyodor Lukyanov ile mülakat: Ermenistan-Türkiye ilişkilerinin normalleşmesi ve hatta belki de daha fazlası mümkün

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Ermenistan ile Azerbaycan arasında sınır belirleme çalışmaları nisan ayı sonunda başladı. Bu bağlamda geçen hafta Gazah bölgesine bağlı Bağanis Ayrım, Aşağı Eskipara, Heyrimli ve Kızılhacılı Bakü’nün kontrolüne geçti. Geçen haftalarda buna tepki olarak Ermenistan’da “Vatan Adına Tavuş” hareketi Tavuş kasabasından Erivan’a yürüyüş başlattı. Devamında Erivan’da oturma eylemleri düzenlendi ve hadise çok sürmedi.

Karabağ artık Ermenistan’ın hakimiyetinden çıktı ve talep ettiği “güvenlik kuşağı” defteri kapandı. Aşağıda tercümesi verilen mülakatta Valday Uluslararası Tartışma Kulübü Araştırma Direktörü Fyodor Lukyanov, Erivan ile Ankara arasında yakın zaman içinde pirüpak bir sayfa açılmasını göz ardı etmediğini söylüyor.


Lukyanov: Ermenistan için Avrupa’daki tek seçenek Türkiye

Hayk Halatyan

Verelq.am

21 Haziran 2024

Ermenistan-Rusya ilişkilerindeki mevcut kriz ne kadar ileri gidebilir? Moskova, Ermenistan’ın Batı ile yakınlaşmasına nasıl bakıyor? Rusya ile siyasi ilişkileri yeniden düşünmek ve aynı zamanda Ermenistan açısından son derece faydalı olan iktisadi ilişkileri sürdürmek mümkün mü? Ermenistan açısından Avrupa entegrasyonu ne kadar gerçekçi?

Russia in Global Politics dergisinin genel yayın yönetmeni, Rusya Dış ve Savunma Politikası Konseyi Başkanlık Divanı Başkanı ve Valday Uluslararası Tartışma Kulübü Araştırma Direktörü Fyodor Lukyanov, bu ve daha fazlasını yanıtladı.

Ermenistan-Rusya ilişkilerindeki mevcut kriz nereye kadar gidebilir? Ve Moskova, Ermenistan’ın Batı ile yakınlaşmasına nasıl bakıyor?

Kriz vektörel. Ermenistan yönetiminin net bir yol seçtiğini ve bunu tutarlı bir şekilde sürdürdüğünü kabul etmelisiniz. Bu sadece pratik yönlerle ilgili değil, aynı zamanda sembolizmle de ilgili. Buça ziyareti ve benzerleri, sinyaller açık. Bu açıdan süreç geri döndürülemez görünüyor.

Konuyla çok ilgili olmasam da Rusya’nın şu anda son derece temkinli davrandığını söyleyebilirim. Diplomatik adımlar atıldı, büyükelçi istişareler için geri çağrıldı, açıklamalar yapıldı. Fakat genel manada Rusya’nın benzer durumlarda —Gürcistan, Moldova ya da başka yerlerde— nasıl tepki verdiğini biliyoruz. Şimdiye dek böyle bir şey görmedik, bu nedenle “aktif gözlem pozisyonunun” bir süre daha devam edeceğini düşünüyorum.

KGAÖ’ye gelince, mesele açık görünüyor: Ermenistan’ın bu örgüte ihtiyacı yok. Halihazırda bu sadece Rusya’nın alanına ait olmanın sembolik bir işaretiydi. Fakat kilit nokta, Rusya’nın Ermenistan’daki askeri üssü olacaktır. Ermeni tarafı üssün geri çekilmesini talep ederse Rusya buna uymak zorunda. Bu muhtemelen Ermenistan ile ilişkilerin kayda değer ölçüde yeniden düzenlenmesine yol açacaktır.

Rusya’nın bu tutumunun nedeni nedir? Ukrayna’da Batı ile yaşadığı çatışma nedeniyle Ermenistan ve Güney Kafkasya’daki nüfuzu için mücadele edecek kaynaklara sahip değil mi? Ya da sadece bu nüfuzu elinde tutmak için bir irade eksikliği mi var? Ermenistan’daki pek çok uzman, Rusya’nın Ermenistan’dan ve bölgeden çekilmeye hazır olduğuna inanıyor.

Rusya’nın çekilmeye hazır olduğunu söylemek abartı olur. Elbette şu anda başka öncelikler daha öncelikli. Bunlar gerçekleşmediği sürece diğer her şey ikinci planda kalır. Dahası, Rusya’da Ermenistan’daki süreçlerin vektörel bir şekilde ilerlediği, ancak henüz sonuçlanmadığı yönünde bir his var gibi görünüyor. Bundan sonra ne olacağı sadece Ermenistan’daki gelişmelere değil, aynı zamanda bölgedeki duruma da bağlı: Türkiye’nin ve Avrupa’nın tutumu vb.

Bence Rusya, krizden henüz ciddi bir şekilde etkilenmemiş olan Ermenistan ile iktisadi ilişkilerin daha önemli olduğunu varsayıyor. Şu anda Rusya için tüm iktisadi ilişkiler önemli. Eğer ABD Dışişleri Bakan Yardımcısının son ziyareti iktisadi iş birliği fırsatlarının keskin bir şekilde azalmasına yol açarsa ve Ermenistan, ABD’nin baskısı altında yaptırımları daha sıkı bir şekilde uygularsa, o zaman elbette çıkar sorunu da ortaya çıkar.

Ermenistan makamlarının ve onlara bağlı uzman çevrelerin açıklamalarında, Rusya ile siyasi ilişkilerin yeniden gözden geçirilebileceği, ancak Ermenistan’ın lehine olan iktisadi ilişkilerin sürdürülebileceği fikri sıklıkla dile getiriliyor. Bu ne kadar gerçekçi?

Bunu tahayyül etmek zor. Diğer ülkelerle benzer bir şey yapmaya yönelik önceki tüm teşebbüsler genelde kötü neticelendi. Öte yandan, Rusya’da belli bir yaklaşım değişikliği var gibi görünüyor. Daha önce soyut jeopolitik çıkarlar her zaman ağır basarken, şimdi en azından somut iktisadi çıkarlarla birlikte değerlendiriliyor. Yakın insani bağlar göz önünde bulundurulduğunda Ermenistan, açık provokasyonlara girişmediği sürece Rusya’nın Ermeni tarafına yönelik sert adımlar atmayacağını göz ardı etmiyorum.

Asıl mesele, Batılı ortakların Ermenistan’dan ne talep edeceği. Eğer Rusya ile iktisadi ilişkilerin gerekliliğini anlıyorlarsa, bu bir şeydir. Fakat Amerikalılar ve Avrupalılar, “Eğer Avrupa rotasını takip ediyorsanız, o zaman tutarlı bir şekilde takip edin,” derlerse, o zaman…

Ermenistan makamlarının ve onlara bağlı uzman çevrelerin aktif olarak sözünü ettiği Ermenistan’ın Avrupa’ya entegrasyonu ne kadar gerçekçi?

Ermeni diasporasının bir seçim faktörü olarak önemli bir rol oynadığı Fransa dışında, Avrupa’daki her muhafazakârın Ermenistan’ın Avrupa’ya entegrasyonuna yönelik adımlar atılması gerektiğini anlamadığını düşünüyorum. Bence mesele daha ziyade Ermeni toplumunun, siyasi zümresinin ve bir bütün olarak Güney Kafkasya’nın dinamiklerinde yatıyor. Kesin olarak söyleyebileceğim bir şey varsa o da son on yıllardaki deneyimlerin coğrafi olarak entegrasyon alanından kopuk bir ülkenin entegre olamayacağını gösterdiğidir. Bu işe yaramaz.

Ermenistan için teorik olarak erişilebilir tek Avrupa seçeneği Türkiye’dir. Bu komşu ülke de uzun süredir AB üyeliğine aday. Yalnızca birkaç yıl önce, bunun herhangi bir ihtimali ortadan kaldırdığını söylerdim. Bugün artık böyle düşünmüyorum, zira Erivan’ın yaklaşımının nasıl kökten değiştiğini görebiliyoruz. Bir zamanlar tamamen düşünülemez olarak kabul edilen şey gerçek oldu. Dağlık Karabağ’dan vazgeçilmesi herhangi bir şoka neden olmadı.

Bu nedenle, Avrupa ile entegrasyona doğru gidişin, Ermenistan söz konusu olduğunda Türkiye ile ilişkilerin normalleşmesi ve hatta belki de daha fazlası anlamına geleceği ihtimalini göz ardı etmiyorum. Esasında Ermenistan, bu iktisadi etki alanına girebilir. Tarihi göz önüne alarak bu tamamen düşünülemez gibi görünse de yakın geçmişte düşünülemez gibi görünen pek çok şey artık gerçeğe dönüştü. Ancak bu Avrupa entegrasyonu ile aynı şey değil.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English