DÜNYA BASINI
Rusya, Hindistan’ı kaybediyor mu?
Yayınlanma
Yazar
Emre Köse
Çevirmenin notu: Rusya’nın Ukrayna’ya dönük müdahalesinde Batı’nın seferber edemediği müttefikleri ya da kısmi müttefikleri arasında Hindistan en baştaydı. Halihazırda Moskova ile son yıllarda S-400 tedariki ile ivme kaydeden askeri işbirliği bulunan Yeni Delhi, daha sonra G7’nin Rus petrolüne ambargo uygulamasıyla Rus enerji tedarikçilerinden ucuza petrol almaya başladı.
Esasında savaş Hindistan’ın işine gelmişti ve geçen yılın yaz aylarında hükümetin, şirketlere petrol alımlarını Rusya’dan yapmaları yönünde talimat verdiği bile iddia edilmişti. Fakat Yeni Delhi, güneydoğu Asya’da Washington yönetimi için Çin’e karşı konsolidasyonu sağlamak açısından kritik bir aktör.
Diğer yandan Rusya ile Hindistan arasındaki ekonomik ilişkiler eşitsiz seyrediyor. Hindistan’ın Rusya’dan aldığı ucuz petrolü işleyip pahalı fiyattan Avrupa’ya sattığı tek taraflı kâr getiren ticaret geçtiğimiz aylarda sonlansa da uzun süre devam etti; nihayetinde Rusya’nın elinde, hiçbir işine yaramayacağı bir yığın rupi birikti. Aşağıda tercümesi verilen makale, Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi (RIAC) Akademik Direktörü ve tarih doktoru Andrey Kortunov’un imzasıyla, ilk olarak Hindistan merkezli düşünce kuruluşu Stratejik ve Güvenlik Meseleleri Araştırma Merkezi’nin (NatStrat) internet sitesinde yayımlanarak RIAC’de yeniden okurlara sunuldu.
Rusya, Hindistan’ı kaybediyor mu?
Andrey Kortunov
NatStrat
1 Ağustos 2023
Rusya Hindistan’ı kayıp mı ediyor? 1990’ların başında Sovyetlerin dağılmasından bu yana Rusya ile Hindistan arasındaki ilişkiler üzerine düzenlenen hemen her konferans, çalıştay ya da uzman toplantısında bu soru gündeme getiriliyor. Çoğu zaman, katılımcılar tarafından dile getirilen baskın görüşler, alarm verici olmasa da kötümser.
Evet, Rusya Hindistan’ı kaybediyor ya da bazı dramatik adımlar acilen atılmazsa yakın gelecekte kaybedebilir. Bu tür bir karamsarlık ve alarmizm esasında şaşırtıcı değil; akademisyenler, politikacıların aksine genelde başarılar ve fırsatlardan ziyade sorunlara ve zorluklara odaklanırlar.
Elbette otuz yıldır “Rusya’nın Hindistan’ı kaybetmesinden” bahsediyor olmamız bile bu tür sonuçların en azından erken ve tek taraflı olduğunu gösteriyor. Bununla birlikte, kasvetli öngörüleri mesnetsiz ve savunulamaz olarak kolayca reddetmek pek mümkün değil.
Sorunlu alanlar
Sahiden de Moskova ile Yeni Delhi’nin Ukrayna’dan Afganistan’a, “Kuşak ve Yol”dan Quad’a ve Hint-Pasifik kavramına kadar pek çok önemli Avrasya ve küresel meselede aldıkları tutumlar aynı değil ve bu da bazen şüpheye ve ikili ilişkilerin her zaman sağlam bir temeli olagelen karşılıklı güvenin erozyona uğramasına neden oluyor. Rusya ile Hindistan, 2020 ve 2022’de geleneksel yıllık zirvelerini bile gerçekleştirmedi ve Devlet Başkanı Vladimir Putin ile Başbakan Narendra Modi’nin bir sonraki yüz yüze görüşmelerini ne zaman yapacakları da belli değil.
Her zaman ikili ilişkilerin sarsılmaz temel taşı olarak görülen askeri-teknik işbirliği ciddi bir stres döneminden geçiyor. Son beş yılda Rusya’nın Hindistan’ın savunma ithalatındaki payı yüzde 60’tan yüzde 45’e düştü ve yakın vadede daha da düşmesi muhtemel. Moskova, Batı’nın Hindistan silah pazarlarındaki varlığının hızla genişlemesine ve Hint yönetiminin izlediği mevcut “Made in India” stratejisine karşı koymak zorunda. Bunun da ötesinde, Hindistan’da Rus silahlarının güvenilirliği, Rusya’nın teslimat tarihlerine uyumu ve satış sonrası müşteri hizmetleri ve garantiler konusunda soru işaretleri mevcut.
İki ülke arasındaki ticaret bu oldukça kasvetli tabloda parlak bir nokta gibi görünebilir: 2022’de hızla artarak 35 milyar dolara ulaştı. Fakat bu olağanüstü (2,5 kat!) büyüme neredeyse tümüyle Rusya’nın Hindistan’a ham petrol, kömür ve gübre sevkiyatındaki devasa artış sayesinde mümkün oldu. Batı’nın ağır iktisadi yaptırımları ve Rusya-AB stratejik enerji ortaklığının hızla sona ermesi nedeniyle Moskova, petrolünün büyük bir kısmını Hindistan’a son derece indirimli fiyatlarla satmak zorunda kaldı. Öte yandan, Hindistan’ın Rusya’ya ihracatı geçen yıl boyunca ne toplam rakamlarda ne de yapısında önemli bir değişiklik göstermedi. Sonuç olarak, şu anda Rusya ile Hindistan arasındaki ticarette epey kayda değer bir dengesizlik gözlemliyoruz ki bu da bu alanda son dönemde kaydedilen olağanüstü ilerlemenin sürdürülebilirliğini sorgulatıyor.
Ama Hindistan yükseliyor
Sorunların ve uyarı işaretlerinin listesi uzatılabilir. Elbette ki bunlar her açıdan abartılmamalı.
Moskova, Washington ya da Pekin olsun, birilerinin Hindistan’ı “kaybedebileceği” fikri tamamen mantıksız olmasa da aşırı derecede kibirli görünüyor. Bu ülke hiç kimse tarafından “kaybedilemeyecek” kadar büyük, güçlü ve tüm dünya açısından son derece önemli. Moskova ile Yeni Delhi arasındaki çok yönlü ve verimli işbirliğinin tarihi, bu işbirliğinin geleceğinin son yıllardaki biraz kaygı verici ama beklenmedik olmayan iktisadi veya siyasi gelişmelere bakarak sorgulanmaması için yeterince uzun. Bu işbirliği iki ülkenin uzun vadeli çıkarlarını yansıtıyor ve kalıcı.
Aynı zamanda, modern Hindistan gelişen bir ekonomiye, canlı bir topluma ve hırslı bir liderliğe sahip; mevcut dış politika ve güvenlik portföyü yarım yüzyıl, hatta yirmi yıl öncesine göre çok daha büyük ve çeşitli. Rusya’nın bu portföydeki göreli payının daha mütevazı hale gelmesi şaşırtıcı olmamalı; bunun nedeni Yeni Delhi’nin Moskova ile olan geleneksel dostluğundan kopmaya karar vermesi değil, Hindistan’ın yeni uluslararası fırsatları da keşfetmeye kararlı olması. Yine de Yeni Delhi’nin dış politika portföyünün çeşitlenmeye devam etmesine rağmen iki ülkeyi birleştiren “imtiyazlı stratejik ortaklık”, taraflar bazı belirli konularda “aynı fikirde olmasalar” bile büyük güçler arasındaki ilişkiler açısından bir model olmaya devam ediyor.
Bununla beraber Rusya ile Hindistan arasındaki ilişkilerin durumu hiçbir şekilde rehavete kapılmayı haklı çıkarmaz. Bu ilişkilerdeki sorunlar kurumsal atalet, bürokrasi, hayal gücü eksikliği ya da üçüncü tarafların yıkıcı müdahaleleriyle sınırlı değil. İlişkilerin kapsamlı bir şekilde yeniden değerlendirilmesi zarureti, günümüz dünya siyasetinin gelişimindeki genel eğilimlerin anlaşılmasından kaynaklanıyor.
Çin ve Hindistan’ı idare etmek
Modern dünya, yavaş ve isteksiz de olsa, yeni bir jeopolitik, iktisadi ve teknolojik iki kutupluluğa doğru evriliyor. Bu yüzyılın başlarında çoğumuzun beklediği şey bu değildi ama bu eğilim görmezden gelinemez ve hem Moskova’yı hem de Yeni Delhi’yi etkiliyor.
Rusya her geçen yıl daha da doğuya yöneliyor, Çin ile olan çoklu bağlarını güçlendiriyor ve geliştiriyor. Hindistan her geçen yıl daha da batıya yöneliyor ve ABD ile çeşitli işbirliği biçimlerini artırıyor. Daha fazla ilerlemeden önce kabul etmemiz gereken hakikat budur.
Bu eğilim ciddi riskler içeriyor. Orta vadede devam ederse, iki dost ülke sonunda kendilerini karşıt jeopolitik, iktisadi ve teknolojik bloklar içinde bulabilir. “Ortak Avrasya alanı” fikri boş bir hayal olarak kalacak ve geniş ortak kıtamız belirsiz bir gelecek için Doğu ve Batı arasında bölünmüş olarak kalacaktır. Yirminci yüzyılın Soğuk Savaş sistemi, 21. yüzyılın uluslararası sisteminde bir kez daha dirilecektir. Zaman içerisinde Moskova ile Yeni Delhi’nin ikili işbirliğini derinleştirmek ve genişletmek bir yana, mevcut düzeyde sürdürmeleri bile giderek zorlaşacaktır.
Bugün ne Moskova ne de Yeni Delhi, uluslararası sistemin süregelen evrimindeki bu talihsiz ve yıkıcı eğilimi kökten tersine çevirmek açısından gereken kaynaklara ve fırsatlara sahip. Rusya ile Hindistan ne tek başlarına ne de birlikte sistemin bütünlüğünü yeniden tesis edebilecek konumda. Ancak bu, Moskova ile Yeni Delhi’nin yaklaşmakta olan katı uluslararası iki kutupluluk döneminin pasif gözlemcileri rolüne teslim olmaları gerektiği anlamına gelmez. Rusya ve Hindistan’ın (ve Avrupa ve Orta Doğu’dan Afrika ve Latin Amerika’ya kadar dünyanın dört bir yanındaki pek çok ülkenin) ABD ile Çin arasındaki ihtilafta taraf olmaya zorlanmaları halinde kaybedecekleri çok şey, kazanacakları ise pek bir şey yoktur. Ortaya çıkmakta olan iki kutupluluğa direnmek ve mümkün olan yerlerde, çok taraflı uluslararası işbirliği mekanizmalarını desteklemeye vurgu yaparak, bunun olumsuz yansımalarını hafifletmek ortak çıkarlarına olacaktır.
Mesela Rusya, Hindistan ve Çin BRICS ve ŞİÖ’nün üyeleri. Moskova ve Yeni Delhi, bu kurumların “sıra dışı beyefendiler ligine” dönüşmemesi, bunun yerine en hassas güvenlik ve kalkınma konularında bile ortak bir payda arayışında etkili araçlar haline gelmesini sağlama yönünde ek çaba sarf etmeli. Dahası, Moskova bu tür çok taraflı oluşumlardan “Batı karşıtı kulüpler” yaratma hevesinden de uzak durmalı; böyle bir yaklaşımı Hindistan’a kabul ettirmek zaten mümkün olmayacaktır. Bunun yerine BRICS ve ŞİÖ, Çin ile Hindistan arasında da olmak üzere uzlaşı arayışları için kullanılmalı. Rusya, Hindistan ve Çin’in katılımıyla ayrı bir üçlü koordinasyon mekanizması olan RHÇ [Rusya-Hindistan-Çin üçlüsü] de bu yönde gelişebilir.
Hindistan: Küresel kararsız devlet
Moskova’da, Hindistan’ın sadece gezegendeki en büyük demokrasi olmadığı, aynı zamanda Avrasya’daki büyük ölçekli iktisadi ya da jeopolitik teşebbüslerin başarısı veya başarısızlığını belirleyen en büyük Avrasya ve küresel kararsız devlet olduğu her zaman akılda tutulmalı. Eğer Hindistan OBOR ya da RCEP projelerinin sonsuza dek dışında kalırsa, bu projelerin kıta açısından pratik önemi sınırlı olacaktır. Hindistan ileride bir noktada bunlardan herhangi birine şu veya bu formatta katılırsa, projeler başka bir seviyeye yükselecek ve sadece bölgesel değil, gerçekten kıtasal ölçek ve etki kazanacaktır.
Quad, Pasifik ve Hint okyanuslarında ancak Hindistan’ın aktif katılımıyla sahici bir askeri-politik faktöre dönüşebilir; Hindistan’ın aktif katılımı olmadan Quad, ABD’nin Japonya ve Avustralya ile mevcut ikili askeri-politik bağlarını tamamlamak adına çok az şey yapacaktır. Özetle, Avrasya’nın Hindistan’ın aktif rolü olmadan yeniden birleşmesi beklentisi tamamen boş görünüyor. Avrasya yeniden birleşmeden de yeni ve katı bir küresel iki kutupluluk neredeyse kaçınılmaz görünüyor.
Avrasya’nın geleceği
Nihayetinde Avrasya’nın geleceği büyük ölçüde Çin ile Hindistan arasındaki ilişkilerin geleceğine bağlı. Rusya da dahil olmak üzere hiçbir yabancı aktör Pekin ile Yeni Delhi yerine bu ilişkileri “düzeltemez”. Fakat Rusya da dahil olmak üzere yabancı aktörler, her iki tarafın da üçlü veya diğer çok taraflı formatlarda birbirleriyle etkileşime girmeleri konusunda teşvikler yaratarak bu ilişkilerin “resetlenmesine” katkıda bulunabilirler. Alternatif bir yaklaşım —yani Pekin ve Yeni Delhi’yi birbirlerine karşı dengelemek— Moskova’ya bazı durumsal avantajlar sağlayabilir ama Rusya’nın uzun vadeli stratejik çıkarlarına hizmet etmeyecektir.
Moskova, Hindistan ve Çin’e Kuzey Kutbu’nda, Orta Asya’da ve Rusya’nın Uzak Doğu bölgesinde üçlü işbirliği için yeni fırsatlar sunabilir. İki stratejik ortağını, üç ülkenin birbirini birçok önemli açıdan tamamladığı üçgen bilişim ve siber girişimlere dahil etmeye çalışabilir. Tarım ve gıda işleme endüstrisi çok taraflı işbirliğinin diğer alanları olabilir. İlaç ve biyoteknoloji gibi alanlarda da büyük fırsatlar beliriyor.
Genel manada Moskova’daki karar alıcılar Hindistan ve Çin’e, Rus dış politikasının aralarında bir seçim yapılması gereken veya birbirlerinden ayrı olarak geliştirilmesi gereken iki paralel kolu olarak yaklaşmamalı.
Aksine Pekin ve Yeni Delhi, birbirleriyle aktif bir şekilde çalışma becerileri arttıkça Rusya açısından değeri de artan ortaklar olarak görülmeli. Aynı şekilde Yeni Delhi’deki politikacılar da Rus-Çin işbirliğine stratejik bir meydan okuma olarak değil, Pekin ile olan bazı sorunlarını çözmeye yardımcı olacak bir fırsat olarak yaklaşmalı. Bu, Avrasya’daki uluslararası ilişkiler açısından gerçek bir oyun değiştirici olabilecek “proje temelli çok taraflılığın” formülü.
Bu tür bir değişim, Rusya ile Hindistan arasındaki ilişkiler üzerinde çalışan herkesin çok fazla uzmanlık bilgisi, diplomatik beceri ve siyasi irade göstermesini gerektirecektir. Yine de beklenen getiriler gerekli yatırımı tamamen haklı çıkarıyor. Akıllıca bir şekilde belirtildiği üzere, “değişimin sırrı, tüm enerjinizi eskiyle savaşmaya değil, yeniyi inşa etmeye odaklamaktır.”
İlginizi Çekebilir
-
Gagavuzya lideri Gutsul hakkında 20 gün tutuklama kararı
-
Güney Koreli şirketler Rusya’ya dönmek istiyor
-
Meloni, Trump ile Avrupa arasında seçim yapmayı ‘çocukça’ buluyor
-
ABD, Ukrayna’ya ‘sömürge’ anlaşması teklif etti
-
Macron: Rusya’nın dondurulan varlıkları Ukrayna’nın yeniden inşasında kullanılabilir
-
Rusya, Elon Musk’a Mars görevi için küçük boyutlu nükleer santral teklif etti
DÜNYA BASINI
Signal bir Amerikan hükümeti operasyonudur
Yayınlanma
5 saat önce29/03/2025
Yazar
Emre Köse
Son günlerde Amerikalı gazeteci Goldberg, yanlışlıkla Yemen’deki savaş planlarının tartışıldığı bir mesajlaşma grubuna dahil edildi. Goldberg, yayımladığı “Trump yönetimi bana yanlışlıkla savaş planlarını mesajla gönderdi” başlıklı yazısında, önce ulusal güvenlik yetkililerinin yer aldığı bir Signal grubuna eklendiğini, ardından Hegseth’in bu grupta Yemen’e yönelik askeri operasyonlarla ilgili ayrıntıları paylaştığını belirtti. Goldberg’in aktardığına göre, ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Mike Waltz, 11 Mart’ta Signal üzerinden kendisiyle iletişime geçti ve iki gün sonra Yemen’deki Husilere yönelik saldırıların tartışıldığı sohbet grubuna katılması için davet aldı. Yazısında bu durumu anlatan Goldberg, “ABD ulusal güvenlik yetkilileri beni yaklaşan Yemen saldırılarıyla ilgili bir sohbet grubuna ekledi. Önceleri bunun gerçek olamayacağını düşündüm. Fakat kısa süre sonra bombalar düşmeye başladı,” ifadelerini kullandı.
Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi Sözcüsü Brian Hughes, olayın doğruluğunu teyit etti. ABD Başkanı Donald Trump ise konuyla ilgili kendisine yöneltilen bir soruya, “Bu konuda herhangi bir bilgim yok,” yanıtını verdi. Tartışmalar hala devam ediyor.
Sovyet asıllı Amerikalı gazeteci ve yazar Yasha Levine, bahse konu olan popüler gizlilik odaklı mesajlaşma uygulaması Signal’ın aslında Amerikan hükümeti tarafından yürütülen operasyonu olduğunu söylüyor. Levine’a göre, uygulama CIA’in yan kuruluşu olarak tanımladığı Radio Free Asia’dan (Open Technology Fund aracılığıyla) milyonlarca dolarlık başlangıç fonu alarak kuruldu. Levine, Signal’ın kurucusu Moxie Marlinspike’ın ABD’nin yumuşak güç aygıtlarıyla olan işbirliğine dikkat çekerek, uygulamanın güvenilir olmadığını ve bu konuyu Surveillance Valley adlı kitabında detaylandırdığını belirtiyor.
Signal bir hükümet operasyonudur
Yasha Levine
16 Ocak 2021
Signal, bir CIA yan kuruluşu tarafından yaratıldı ve finanse edildi. Dostunuz değil.
Dünyanın önde gelen kripto uzmanlarının favorisi olan gizlilik odaklı sohbet uygulaması Signal, yeniden gündemde. Twitter ve Facebook’un MAGA Maydan* internet tasfiyesinin (bunu Facebook’un WhatsApp uygulamasından veri çekmeye başlayacağına dair duyurusu takip etti) ardından Signal, gezegende en çok indirilen mesajlaşma uygulaması oldu.
The New York Times bu konuda yazıyor. Edward Snowden bu konuda tweet atıyor ve hayranlarına hayatta kalabilmesinin tek nedeninin Signal olduğunu söylüyor (Rusya’nın güvenlik aygıtı tarafından gece gündüz korunuyor olması gerçeğini değil). Hatta Elon Musk bile insanlara Signal kullanmalarını söylüyor. Uygulamaya o kadar çok insan akın ediyor ki, sistem çöküyor.
Uygulamanın bu kadar popülerleştiği göz önüne alındığında, periyodik kamu hizmeti duyurumu yapmanın tam zamanı olduğunu düşünüyorum: Signal, bir CIA yan kuruluşu tarafından yaratıldı ve finanse edildi. Evet, bir CIA yan kuruluşu. Signal dostunuz değil.
İşte inkâr edilemez gerçekler.
Signal, uzun boylu, sıska, rastalı saçları olan, sörf yapmayı ve teknesiyle denize açılmayı seven kriptograf “Moxie Marlinspike” tarafından yönetilen kâr amacı güden bir şirket olan Open Whisper Systems tarafından geliştirildi. Moxie, Tor’un şimdilerde dışlanmış baş radikal destekçisi Jacob Appelbaum’un eski bir arkadaşıydı ve benzer sahte radikal bir oyun oynadı; ancak Jake’in dolandırıcılık sanatındaki ham yeteneği ve adanmışlığıyla asla boy ölçüşemedi. Yine de Moxie, kendini tehlike ve gizem havasına büründürüyor ve muhabirlere yaşı dahil hiçbir kişisel bilgiyi ifşa etmemeleri konusunda zorluk çıkarıyor. Sürekli Büyük Birader korkusundan bahsediyor ve FBI’daki dosyasıyla ilgili hikayeler anlatıyor.
Peki Moxie, federal hükümet için ne kadar büyük bir tehdit?
Şu kadar büyük: 2011’de şifreleme girişimini Twitter’a sattıktan sonra Moxie, Amerika’nın yumuşak güç rejim değişikliği mekanizmasıyla —Dışişleri Bakanlığı ve Yayın Yönetim Kurulu (şimdiki adıyla U.S. Agency for Global Media) dahil— yurt dışındaki İnternet sansürüne karşı teknoloji geliştirmek üzere işbirliği yapmaya başladı. Bu ilişki, bir sonraki girişimine yol açtı: Hükümet tarafından finanse edilen bir dizi şifreli sohbet ve sesli mobil uygulama. Signal’a merhaba deyin.
Bugün Signal’ın web sitesine bakarsanız, her türden ünlü desteğini bulacaksınız; Edward Snowden, Laura Poitras ve hatta Jack Dorsey… Ayrıca bir ‘bağış yap’ düğmesi bulacaksınız; bu arada, bu butona basmamalısınız zira Signal’ın bugünlerde bol miktarda teknoloji oligarkı parası var. Bulamayacağınız şey ise Signal’ın köken hikayesini açıklayan bir ‘hakkında’ bölümü; bu hikaye, tarihi 1951’e kadar uzanan ve 1970’lerde katı anti-komünist Kore tarikatı Moon ile olan ilişkisi de dahil olmak üzere her türlü tuhaf olayı içeren bir CIA yan kuruluşu olan Radio Free Asia‘dan alınan birkaç milyon dolarlık başlangıç ve geliştirme sermayesini içeriyor.
Signal’ın ABD hükümetinden tam olarak ne kadar para aldığı kestirmek zor, zira Moxie ve Open Whisper System, Signal’ın finansman kaynakları konusunda şeffaf davranmadı. Fakat Signal’ı finanse eden Radio Free Asia kanalı olan Open Technology Fund tarafından kamuya açıklanan bilgileri toplarsanız, Moxie’nin ekibinin dört yıllık bir süre içinde —2013’ten 2016’ya kadar— en az 3 milyon dolar aldığını biliyoruz. Bu, Signal’ın federal casuslardan aldığı minimum miktar.
Üç milyon dolar bugünlerde çok gibi görünmeyebilir, özellikle de Signal operasyonunu sürdürmek için yakın zamanda WhatsApp oligarklarından büyük bir nakit akışı aldığı düşünülürse. Ancak bu erken ABD hükümeti başlangıç sermayesi olmadan bugün Signal’ın olmayacağını bilmek önemli. Ve bu sizi düşündürüyor: Eğer Signal’ın süper kripto teknolojisi gerçekten federal ajanlar ve oligarşimizin gücü için bir tehdit oluşturuyorsa, federal casuslar neden onun yaratılmasını finanse etsin? Ve neden Facebook ve Google onun süper güvenli protokollerini benimsemek için acele etsin? Hımm…
Geçen hafta Parler’ın kapatılma şeklinden de görebileceğiniz gibi, emperyal oligarşimiz bir uygulamayı iptal etmek istediğinde, bunu anında ve intikamcı bir şekilde yapabilir. Fakat Signal, Amerika Birleşik Devletleri’nin her şeye gücü yeten gözetim güçlerine sözde bir tehdit olmasına rağmen yaşamaya ve gelişmeye devam ediyor.
Radio Free Asia ve Open Technology Fund nedir? Ve ABD hükümeti neden Signal gibi kripto teknolojisini finanse etsin? Bunun da ötesinde, kâr amaçlı gözetim üzerine kurulu olan Silikon Vadisi, neden Signal’ın sözde kırılamaz gizlilik teknolojisini benimsesin?
Signal’ın hükümet destekçilerinin geçmişi ve kripto teknolojisinin Amerika’nın emperyal mekanizmasına nasıl entegre olduğu konusunu etraflıca ele aldım. Hatta kitabımda bu konuya tam iki bölüm ayırdım. Bunları burada tekrar yayımlamayacağım. Ancak hikayenin tamamını öğrenmek isterseniz, Surveillance Valley kitabımı yerel kitapçınızdan edinebilirsiniz. Veya yazdığım bazı makalelere göz atabilirsiniz…
(*) Yazar, burada 6 Ocak 2021’deki Kongre binası baskınına atıf yapıyor.

İsrail’in en yüksek mahkemesi Netanyahu’yu durdurabilir mi?
Bibi’nin iki üst düzey yetkiliyi görevden alma hamlesinin ardından büyük hesaplaşma kapıda.
David E. Rosenberg / FP
Önümüzdeki haftalarda, İsrail demokrasisinin geleceğiyle ilgili büyük bir mücadele yaşanacak. Demokratik normları ve hukukun üstünlüğünü temsil eden tarafın bu mücadeleyi kazanacağının hiçbir garantisi yok.
Bir tarafta, devletin diğer organları zayıflatma ve sadık isimleri öne çıkarma hedefiyle geçen hafta iki kilit İsrailli yetkiliyi görevden almaya çalışan Başbakan Binyamin Netanyahu var. Diğer tarafta ise Yüksek Mahkeme yer alıyor. Teorik olarak Netanyahu’nun gündeminin bazı bölümlerini engelleme gücüne sahip olan mahkeme, pratikte ise kararlarını tanımamaya kararlı ve yetkilerini aşındırmaya çalışan bir hükümetle karşı karşıya.
Bu anayasal bir çıkmaza dönüşürse, Netanyahu’nun iktidara dönüşünden bu yana İsrail’i sarsan sokak protestoları yeniden alevlenebilir. Ülkeye dair genellikle temkinli açıklamalarda bulunan bazı etkili İsrailliler bile olası bir iç savaş konusunda uyarıyor.
Bu krizi tetikleyen olaylar, hükümetin son günlerde peş peşe aldığı iki karar oldu: İç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in Direktörü Ronen Bar’ın görevden alınması ve Başsavcı Gali Baharav-Miara’nın görevden alınma sürecinin başlatılması. Netanyahu, Bar’a olan güvenini kaybettiğini ve onu görev için “fazla yumuşak” bulduğunu belirterek kararı savundu. Adalet Bakanı Yariv Levin ise uzun süredir görevden almak istediği Baharav-Miara’yı “uygunsuz davranış” ve hükümetle “önemli ve uzun süredir devam eden görüş ayrılıkları” nedeniyle hedef aldı.
Hem Şin-Bet Direktörü hem de Başsavcı, hükümet tarafından atanan isimler olsa da onları görevden almak basit ve kolay bir prosedür değil.
Normal koşullarda, Şin-Bet Direktörü’nün görevden alınması idari hukuk çerçevesinde ele alınır; kararın gerekçelendirilmesi ve “makul” bulunması gerekir. Başsavcı ise ancak bir danışma komitesi kararıyla görevden alınabilir.
Ancak şu anda koşullar normal değil. Yasal düzenlemeler, hükümetin hem hukuki hem de ahlaki kurallara bağlı kalacağı varsayımıyla hazırlanmıştı. Netanyahu’nun geçmişteki hükümetleri de dahil önceki hükümetler de bu yetkililerle anlaşmazlıklar yaşanmıştı, fakat hiçbir zaman görevden alma yoluna gidilmemişti.
Ancak Netanyahu, tıpkı ABD Başkanı Donald Trump gibi, gücüne sınır koyan bu mekanizmalardan rahatsızlık duyuyor ve siyasi rakiplerini hedef almaktan geri durmuyor. Ve yine Trump gibi Netanyahu da liderlerinin iktidar hırsını kendi toplumlarını yeniden şekillendirmek için kullanan ideologların yardım ve desteğini alıyor.
Baharav-Miara, Yüksek Mahkeme’yi ve yargı organının diğer kurumlarını zayıflatacak “yargı reformu” projesi dahil hükümetin anayasaya aykırı olduğunu düşündüğü eylemlerini ısrarla reddettiği için bir engel olarak görülüyor.
Bar ise normalde hükümetin hedefi olmayacak bir güvenlik bürokratıydı. Ancak Şin-Bet’in görevleri arasında İsrail demokrasisini korumak ve ulusal güvenliğe yönelik tehditleri araştırmak da bulunuyor. Bu görevler onu hükümetle karşı karşıya getirdi.
İsrail’de “devlete sızma” tartışması: “Dün vatan haini ilan ettiniz yarın idam edersiniz”
Netanyahu hükümetinin demokratik normlara karşı açtığı savaş, Baharav-Miara ve Bar’ı görevden alma girişiminden çok önce başlamıştı. İlk adım, 2022 sonunda hükümetin kurulmasının hemen ardından Levin’in yargıyı siyasetin kontrolüne almayı hedefleyen kapsamlı “yargı reformu” planını açıklamasıyla atıldı. Bu reform girişimi, geniş çaplı sokak protestoları, Yüksek Mahkeme’nin iptal kararları ve 2023 Ekim’inde yaşanan Hamas saldırısıyla birlikte rafa kalktı.
Ancak hükümetin yargı reformunu yeniden gündeme getirmeyi beklediği açıktı. Levin uzun süredir yargıyı “yozlaşmış ve solcu” olmakla suçluyor. Hükümetin aşırı sağcı ve dindar ortakları ise Yüksek Mahkeme’yi, İsrail’i daha dindar ve muhafazakâr bir topluma dönüştürme çabalarının önündeki en büyük engel olarak görüyor.
Netanyahu bu görüşleri paylaşmasa da yargı reformu sayesinde hakkında devam eden yolsuzluk davalarından sıyrılma ihtimali vardı. Protestolar, davalar ve savaşın baskısıyla, zamanla o da aşırı sağın bürokratları düşman olarak gören önermesini yavaş yavaş kabul etmeye başladı. Netanyahu eskiden “derin devletin” kendisini yıkmaya çalıştığına dair iddiaları sosyal medyadaki destekçilerine bırakırdı şimdi artık bu ifadeleri bizzat kendisi de kullanıyor.
Netanyahu, Trump’ın izinde: Yargıya ‘derin devlet’ suçlaması
Yargı reformunu yeniden başlatmak için uygun zaman geçen sonbaharda geldi. Hamas, Hizbullah ve İran’a karşı savaşlarda İsrail üstün görünse de savaş atmosferi sokak protestolarını bastırmak için yeterince yoğun bir ortam sağladı. Ayrıca Trump’ın yeniden iktidara gelişiyle birlikte, Beyaz Saray artık demokratik olmayan adımlara ses çıkarmayacaktı.
Ancak bu kez hükümet, yeni protestolara yol açma olasılığı daha düşük olan kademeli bir yaklaşımı tercih etti. Bu ay başında, Meclis yargıçları disiplin altına alan kurulun kontrolünü koalisyon milletvekillerine devreden bir yasayı onayladı. Yargıç atamalarını siyasallaştıracak bir başka yasa tasarısı da şu an Meclis’te. Son adımlar ise Şin-Bet Direktörü ve Başsavcının görevden alınması oldu.
Bu siyasi mücadele, Yüksek Mahkeme’de görülecek görevden alma davalarının arka planını oluşturacak. Ancak davaların içeriği, teknik olarak “çıkar çatışması” olup olmadığı sorusu etrafında şekillenecek.
Bar yönetimindeki Şin-Bet, Netanyahu’nun ofisinden sızdırıldığı iddia edilen gizli belgeler ile Katar’dan Netanyahu’ya yakın kişilere yapılan ödemeleri araştırıyordu. Ayrıca polis teşkilatına aşırı sağcı örgütlerin sızmasını da araştırdığı ortaya çıktı. Muhalifler, Netanyahu’nun Bar’ı görevden almasının yasal açıdan gerekçelendirilebilir görünse de asıl amacının bu soruşturmaları durduracak bir ismi atamak olduğunu savunuyor. Bu nedenle yargı müdahale etmeli.
Aynı durum başsavcı Baharav-Miara için de geçerli. Kendisi, Netanyahu’nun yolsuzluk, rüşvet ve güveni kötüye kullanma suçlamalarıyla yargılandığı davanın başsavcısı. Şu sıralar Netanyahu haftada iki kez Tel Aviv’deki mahkemede ifade veriyor. En azından teoride, sadık bir kişinin bu pozisyonda olması İsrail liderinin mahkumiyetten kaçmasını kolaylaştırabilir.
Yüksek Mahkeme, şimdiden Bar’ın görevden alınmasını durduran geçici bir tedbir kararı aldı ve konuyla ilgili temyiz başvurularını 8 Nisan’da dinleyecek. Mahkeme dört farklı karar verebilir: Temyiz başvurularını tamamen reddedebilir, hükümete kararını yasal çerçeveye uygun şekilde yeniden düzenlemesini emredebilir, Bar’ın birkaç ay içinde istifa etmesini öngören bir uzlaşma önerebilir ya da görevden alma kararını tamamen iptal edebilir. Sonuncusu olursa, büyük bir çatışma başlayacak demektir.
Yüksek Mahkeme Baharav-Miara’nın görevden alınmasına müdahale etmese bile süreç normalde aylar sürecek. Önce hükümetin oluşturduğu bir komitenin karar vermesi gerekiyor. Ancak hükümet, bu süreci hızlandırmak istiyor. Levin, Baharav-Miara’ya istifa etmesi yönünde baskı yapıyor ve son iki yıldır ona yönelik yıpratma kampanyasını sürdürüyor.
Yüksek Mahkeme harekete geçecek mi? Mahkeme Başkanı Isaac Amit kararlı bir isim ve Bar davasına bakan üç kişilik heyet hükümet aleyhine karar verme ihtimali yüksek olan daha liberal yargıçlardan oluşuyor. Öte yandan, Netanyahu, Levin ve hükümet üyeleri uzun süredir mahkemeyi itibarsızlaştırmaya çalışıyor. Onlara göre mahkeme tarafsız olmadığı gibi hükümeti yargılama hakkına da sahip değil. Levin, Amit’in ocak ayında mahkeme başkanı olarak atanmasına karşı çıktı ve o zamandan beri onu boykot ediyor.
Normal şartlarda, Yüksek Mahkeme’nin kararı, ne kadar tatsız olsa da hükümet için bağlayıcı. Ancak bu kez hükümet kararları tanımama sinyalleri veriyor. Geçici tedbir kararının ardından bazı bakanlar, nihai kararın da tanınmayabileceğini açıkladı. Mahkemeyi ya geri adım atmaya zorlayacaklar ya da müdahil olmaktan caydıracaklar.
Bu durumda, hükümet ile yargı arasındaki güç dengesi İsrail halkı tarafından belirlenecek. Eğer anketler doğruysa, halk “derin devlet” argümanına inanmıyor. Yüksek Mahkeme’ye hükümetten daha fazla güveniyor. Geçen hafta sonu ülke genelinde 100 binden fazla kişi Bar’ın görevden alınmasına karşı protesto gösterileri düzenledi.
Ancak bu protestoların etkili olması için çok daha büyük ve uzun süreli olması gerekiyor. Bu da garanti değil. Gazze’deki savaşın yeniden alevlenmesi, aşırı sağcı Itamar Ben-Gvir’in hükümete dönüşü ve protestolara karşı sert polis müdahaleleri, 2023’teki gibi kitlesel protestoların tekrarını zorlaştırabilir. Aylar süren savaşlar ve krizlerin ardından, halk artık yorgun olabilir. Netanyahu’nun umudu da tam olarak bu.
DÜNYA BASINI
Batı medyası ve siyasetinden temkinli İmamoğlu değerlendirmeleri
Yayınlanma
5 gün önce24/03/2025
Yazar
Harici.com.tr
İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından Batı medyası ve siyasetinden ardı ardına değerlendirmeler geliyor.
Medyadaki değerlendirmeler, büyük oranda “jeopolitik dönüşümlerin” Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a açtığı fırsat pencereleri ile ilgili.
Örneğin Politico’da ‘Erdoğan demokratik muhalefeti bastırmak için jeopolitik bir fırsat yakaladı’ başlıklı haberde, “Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan yıllarını demokrasiyi aşındırmak, muhalefeti bastırmak ve ülkenin ordu ve kamu hizmetlerini tasfiye etmekle geçirdi. Şimdi de Türkiye Cumhuriyeti’nin laik kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün mirasını gömmek için bu jeopolitik anı seçmiş gibi görünüyor,” deniyor.
Analizde, Donald Trump’ın özel temsilcisi Steve Witkoff’un Tucker Carlson’a verdiği mülakatta söylediklerine referans veriliyor. Witkoff, geçen hafta Carlson’a verdiği beyanda, iki lider arasında kısa süre önce gerçekleşen telefon görüşmesini “harika” ve “dönüm noktası niteliğinde” olarak nitelendirmişti.
Bloomberg: Erdoğan, NATO’nun Türkiye’ye olan ihtiyacı nedeniyle tutuklamaya ses çıkmayacağına güveniyor
Bloomberg’de yer alan ‘Erdoğan dünyanın Türkiye’deki kargaşayı görmezden geleceğine güveniyor’ başlıklı değerlendirmede ise, İmamoğlu’nun hapse atılmasının ardından Erdoğan’ın, “NATO müttefiklerinin Türkiye’ye, demokrasi kavgasından daha fazla ihtiyaç duyduklarına güvendiğini” öne sürüyor.
Analizde, “Türkiye Cumhurbaşkanı ve NATO’nun en büyük ikinci ordusunun komutanı, dünyanın kendisine, ülkenin demokrasisi için verilen mücadeleye katılma ihtiyacından daha fazla ihtiyaç duyduğuna güveniyor. ABD ve Avrupa güvenlik sorunlarıyla meşgulken, Erdoğan kendisini Ukrayna’dan Orta Doğu ve Afrika’daki çatışma bölgelerine kadar kilit bir güç simsarı olarak konumlandırdı,” deniyor.
Bloomberg, Avrupa başkentlerinden gelen birkaç itiraz dışında, İmamoğlu’nun tutuklamasının ardından uluslararası tepkinin yokluğunun dikkat çekici olduğuna işaret ediyor.
Yazıda, “Erdoğan muhtemelen Türkiye’nin artan stratejik öneminin demokratik eksikliklerinden daha ağır bastığını hesapladı. Yatırımcılar Türk varlıklarını terk ederken ve yabancı parayı ülkeye geri getirme yolunda son dönemde kaydedilen ilerlemeyi geri alma riskini taşırken bile, bu şimdiye kadar siyasi olarak karşılığını veren bir bahis,” ifadeleri kullanıldı.
Ekonomi yayını, özellikle Ukrayna’daki savaşın Avrupa’yı, Türkiye’ye giderek daha fazla bağımlı hale getirdiğini ileri sürüyor.
Economist: Geriye otokrasiye yakın bir yönetim kaldı
Ünlü ekonomi dergisi Economist ise İmamoğlu’nun tutuklanmasını ‘Cumhurbaşkanı Erdoğan rakibini hapse attı ve Türkiye’nin demokrasisini tehlikeye attı’ başlığıyla verdi.
“Türkiye geri dönüşü olmayan bir noktaya yaklaşıyor,” iddiasında bulunan dergi, her şeye rağmen Türkiye’deki seçimlerin ‘çoğunlukla serbest’ kaldığını, ama İmamoğlu’nun tutuklanması ile birlikte “geriye çıplak otokrasiye yakın bir yönetim kaldığını” öne sürdü.
Tutuklamaların Türkiye’nin on yılı aşkın bir süredir gördüğü en büyük protestolara yol açtığına işaret eden Economist, protestolardaki gözaltıları ve polis şiddetini de sayfalarına taşıdı.
Euractiv: Erdoğan jeopolitik değişimi değerlendirerek zamanını iyi seçti
Euractiv’de yer alan değerlendirmede de, “İç siyasi çalkantılara rağmen, Ankara’nın AB ile daha yakın ilişkiler kurması ve bloğun savunma fonlarına erişim kazanması için daha iyi bir zamanlama olamazdı,” deniyor.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘zamanını iyi seçtiğini’ savunan Euractiv, ‘içeride demokratik muhalefeti bastırmak ve dışarıda jeopolitik puan toplamak için jeopolitik değişimi değerlendirdiğini’ yazıyor.
Bir süredir AB-Türkiye ilişkilerinin gergin seyrettiğini hatırlatan Euractiv, ABD’nin Kıta’dan çekilme işaretleri vermesi ve Rusya ile ilişkileri düzeltmek istemesi birlikte büyük bir silahlanma hamlesi başlatan Avrupa’da Türkiye’ye bakışın değişmeye başladığına işaret ediyor.
Bazı AB diplomatlarına göre ABD Başkanı Donald Trump’ın dönüşü ve jeopolitik değişimler Kıta’da Ankara ile daha yakın ilişkilere bakış açısını değiştirdi.
‘Brüksel’de Türkiye’nin benzer düşünen bir ortak ve müttefik olduğu söyleniyor’
Geçtiğimiz haftalarda Türkiye’nin, Avrupa’daki güvenlik zirvelerine giderek daha fazla katılmaya başladığını ve üst düzey yetkililerin de bu konuya ilgi duyduklarını açıkça ifade ettiğini vurgulayan Euractiv, “Brüksel’deki iktidar koridorlarında tekrarlanan bir söylem, Türkiye’nin benzer düşünen bir ortak ve müttefik olduğu ve uzun vadeli güvenlik çıkarlarının birkaç kişinin kısa vadeli çıkarlarının önüne geçmesi gerektiği yönünde,” diye yazıyor.
Ankara’nın, Avrupa’nın savunma planları için kendisine ihtiyaç olduğunu çok iyi anladığını savunan yayın, NATO Genel Sekreteri Mark Rutte’nin de Erdoğan ile daha yakın işbirliği için AB nezdinde lobi yaptığını aktarıyor.
Yazıda şunlar söyleniyor:
“Türkiye’nin stratejik coğrafi konumu, Karadeniz’den Akdeniz’e ulaşımı sağlayan önemli bir nakliye ve ticaret yolu olan ve savaşın ilk günlerinde Rus savaş gemilerine kapatmakta tereddüt etmediği İstanbul Boğazı’nın kontrolünde kilit rol oynuyor. Gelecekte Avrupa savaş gemilerinin Karadeniz’e erişimine ihtiyaç duyulması halinde, anahtar Ankara’nın elinde olacak. Yerli Kırım Tatarlarının Osmanlı İmparatorluğu ile bir dizi tarihi bağı olan Kırım Yarımadası’nda kalıcı bir Rus varlığı Ankara’nın çıkarına olmayabilir.”
Euractiv’e konuşan AB yetkililerine göre Türk askeri teçhizatı, blok dışından temin edilebilecek en ucuz seçenekler arasında yer alıyor ve Ukrayna ve Azerbaycan da dahil olmak üzere savaş bölgelerinde sahada test edildi.
‘AB, Türk askerine Ukrayna’da güveniyor’
Yine habere göre, Gelecekte Ukrayna’da yapılacak bir barış anlaşmasında Avrupalı barış gücü askerlerinin ateşkesi sağlaması halinde Türkiye’nin askeri gücü de işe yarayabilir.
AB savunma fonlarına erişim konusunda, giderek artan sayıda AB diplomatı, Avrupa’nın ‘gerçekleri görmesi’ ve ABD’ye bağımlılığının yerini alacak ortak tabanını genişletmesinin sadece bir zaman meselesi olduğuna inanıyor.
Bir AB diplomatı, AB’nin “bir noktada, hızlı bir şekilde yeniden silahlanma konusunda ciddiysek bu ülkelere ve endüstrilerine ihtiyacımız olduğu konusunda pragmatik bir durum değerlendirmesine varması gerektiğini” söyledi. Euractiv’e göre bu görüşler Brüksel’de giderek daha fazla yankı buluyor.
Bir AB yetkilisi, Fransa’nın savunma konusundaki ‘Avrupalı Satın Al’ rağmen, savunma konusunda Türkiye gibi tüm bu ülkelere yaklaştıklarını söyledi.
Avrupa’nın yeni silahlanma fonuna AB dışından katılım için, üçüncü ülkelerin AB ile savunma anlaşması imzalaması gerekiyor. Öte yandan böyle bir savunma anlaşması için ‘nitelikli çoğunluk’ yeterli olduğundan, Kıbrıs ve Yunanistan’ın itirazlarına rağmen Brüksel ile Ankara arasında böyle bir anlaşmanın imzalanmasının önünde engel yok.
Bu hafta başında masaya yatırılan ve üye devletler tarafından şartları daha da sıkılaştırmak ya da gevşetmek üzere değiştirilebilecek olan taslak metne göre, ikinci anlaşma doğrudan üçüncü ülke ile Avrupa Komisyonu arasında imzalanacak.
Bazı AB diplomatlarına göre, Türkiye’de dengeler değişirse, Polonya’nın AB dönem başkanlığı daha hızlı bir anlaşma için oybirliği arayışından vazgeçebilir.
Yine Euractiv’e göre, Türkiye’nin Rusya’ya karşı Batı’yla aynı safta yer almak arasında ince bir ipte yürümesi ikinci derecede önemli bir mesele gibi görünüyor.
Scholz’un İmamoğlu tepkisine rağmen Berlin, Ankara ile yakın savunma işbirliği istiyor
Dolayısıyla, özellikle Almanya’dan gelen bazı tepkilere rağmen, İmamoğlu’nun tutuklanmasına yönelik Kıta’dan gelecek tepkilerin genellikle “görmezden gelmek” olacağına vurgu yapılıyor.
Dahası, Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un sert eleştirilerine rağmen, Alman yetkililer Berlin’in daha yakın bir savunma işbirliğinin önünde durmayacağını vurgulamakta gecikmedi. Fransız Elysee yetkilileri ise kamuoyu önünde yorum yapmaktan kaçındı.
Üst düzey AB yetkilileri Türk yetkilileri demokratik standartlara uymaya çağırırken, “temel haklara saygı ve hukukun üstünlüğünün AB’ye katılım süreci için elzem” olduğunu belirttiler fakat AB liderlerinin çoğunluğu sessiz kaldı.
Bazı AB diplomatları, stratejik gereklilikler lehine konuyu görmezden gelebileceğine inanıyor. Fakat diğer alanlarda AB-Türkiye ilişkilerinin yakınlaşması konusunda yaşanan siyasi tıkanıklık farklı görünüyor.
Görüşmeler hakkında bilgi sahibi olan kişiler, Ankara’nın yıllardır iki temel talebi olan AB-Türkiye Gümrük Birliği’nin modernizasyonu ve vize serbestisinin, ‘reform eksikliği’ nedeniyle ilerleme ihtimalinin çok düşük olduğunu söylüyor.

Signal bir Amerikan hükümeti operasyonudur

Gagavuzya lideri Gutsul hakkında 20 gün tutuklama kararı

Fransa, savunma sanayisi için 450 milyon avroluk fon kuruyor

Tutuklanmasına rağmen Filipinler’deki ara seçimlerde yarışacak olan Duterte’ye destek artıyor

Güney Koreli şirketler Rusya’ya dönmek istiyor
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Sosyalizmin yeni dünya-sistemindeki yeri – 1
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Suriye federasyona mı gidiyor?
-
ORTADOĞU1 gün önce
Suriye İnsan Hakları Takip Komitesi: Sahil bölgesinde soykırım işlendi
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Avrupa’nın ABD ile ilişkileri stratejik bağımlılıktan stratejik özerkliğe dönüşüyor
-
DİPLOMASİ2 hafta önce
İngiltere, Ukrayna’ya binlerce asker göndermeye hazırlanıyor
-
DÜNYA BASINI5 gün önce
Batı medyası ve siyasetinden temkinli İmamoğlu değerlendirmeleri
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Ekrem İmamoğlu’na gözaltı dünya medyasının gündeminde
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Netanyahu’nun asıl hedefi