Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Savaşın peşini bırakmadığı ülke: Lübnan

Yayınlanma

2024 yılı, Lübnan için zorlu bir dönem olarak tarihe geçti. Ülke, hem İsrail ile Hizbullah arasındaki yoğun çatışmaların hem de derinleşen ekonomik ve siyasi krizlerin etkisi altında kaldı.

İsrail’in düzenlediği hava saldırıları nedeniyle birçok sivil hayatını kaybetti, altyapı büyük ölçüde zarar gördü. Özellikle eylül ve ekim aylarında İsrail’in Hizbullah’ın altyapısını hedef aldığı iddiasıyla düzenlediği hava saldırıları sivil bölgelerde de büyük hasara yol açtı.

8 Ekim 2023 yılında başlayan çatışmalar, uluslararası toplumun baskısıyla Kasım 2024’te geçici bir ateşkesle son buldu. Ancak bu ateşkes, İsrail’in ihlalleri ile sarsıldı. İsrail ordusunun Lübnan’ın güneyine düzenlediği saldırılarda sivil kayıplar meydana geldi, ateşkesin sürdürülebilirliği konusunda endişeler arttı ve kalıcı bir barışın sağlanması konusunda ciddi şüpheler ortaya çıktı.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1701 sayılı kararının uygulanmasını amaçlayan bu ateşkes bittiğinde Amerika Birleşik Devletleri’nde başkan koltuğunda Donald Trump oturuyor olacak. Trump’ın kayıtsız şartsız İsrail yanlısı tutumu İsrail’i cesaretlendirerek ateşkesi bozmasına sebep olabilir.

2006’da İsrail ile Hizbullah arasındaki Temmuz Savaşı da BM’nin 1701 sayılı kararının uygulanması ile sona ermişti. Bu sayede her ne kadar ara sıra küçük çaplı çatışmalar olsa da 2024 yazına dek büyük bir savaş önlenmişti.

Bu askeri gerilimlerin yanı sıra Lübnan, 2019’dan bu yana devam eden ekonomik krizle mücadele etmeye devam etti. Lübnan lirasının değer kaybı, işsizliğin artması ve temel hizmetlerin aksaması, halkın yaşam koşullarını daha da kötüleştirdi. 2024 yılında da hükümetin istikrar sağlayacak bir inisiyatif alamaması ülkede siyasi tıkanıklığın devamına yol açtı.

Mayıs 2022’de yapılan seçimlerden sonra hala bir hükümet kurulamadı ve seçim öncesi görevde olan geçici hükümet devam ediyor. Ekim 2023’te görev süresi dolan Michel Aoun’un ardından hala bir cumhurbaşkanı seçilemedi.

Hizbullah için Kara Yıl 

Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, 1992 yılında Abbas Musavi’nin İsrail tarafından suikastla öldürülmesinin ardından örgütün liderliğine geldi. O tarihten itibaren, özellikle İsrail ile Hizbullah arasındaki gerilim bağlamında, Nasrallah sık sık İsrail’in hedefi oldu.

İsrail, Nasrallah’ı öldürmeyi, Hizbullah’ın operasyonel ve moral açıdan büyük bir darbe alması için kritik bir hedef olarak gördü. İsrail ordusu, özellikle 2006 Lübnan Savaşı sırasında, Nasrallah’ın saklandığı yerleri tespit etmek için yoğun hava saldırıları ve insansız hava araçları kullandı. Ancak, bu çabalar başarısız oldu ve yalnızca Hizbullah’ın alt düzey liderlerine zarar verebildi. İsrail, Nasrallah’ın etkisiz hale getirilmesinin, örgütün liderlik yapısını parçalayacağını ve Lübnan’daki faaliyetlerini ciddi şekilde zayıflatacağını düşündü. İsrail istihbarat servisi Mossad ve askeri operasyon birimleri, Nasrallah’ın öldürülmesi için çeşitli girişimlerde bulundu. Nasrallah’ın hayatta kalması, sadece kişisel güvenlik önlemlerinin değil, aynı zamanda Hizbullah’ın istihbarat ve lojistik yeteneklerinin de bir kanıtı olarak görülmekteydi. Ancak İsrail, 27 Eylül tarihinde düzenlediği hava saldırısı ile Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ı öldürdü. Hizbullah’ın üst düzey komutasının neredeyse tamamını suikastlerle saf dışı bırakmayı başaran İsrail, uzun zamandır planladığı çağrı cihazları ve telsizlerin patlamasını da aktive ederek örgüte büyük kayıplar verdirdi.

Ekonomik krizin yol açtığı zorluklar İsrail’in “human intelligence” kullanarak yıllardır ulaşamadığı istihbarata ulaşmasına ve Hizbullah’ı en içten defalarca vurmasına sebep oldu.

Suriye’deki rejimin yıkılması ile Tahran-Beyrut lojistik koridoru kapandı. Örgütün yeniden yapılanma sürecinde İran’ın desteğinin elzem olması düşünüldüğünde bu Hizbullah için kritik bir gelişme oldu.

2025’te Lübnan’da Ne Bekleniyor?

2025 yılı, Lübnan için belirsizliklerle dolu bir dönem olmaya aday. Ateşkesin sürdürülmesi, bölgedeki tüm tarafların önceliği. Ancak tarafların birbirine olan güvensizliği ve sürekli artan provokasyonlar, ihlaller, ateşkesin bozulma riskini artırıyor. İsrail ve Hizbullah arasındaki çatışmalar, hem yerel hem de bölgesel dinamiklere bağlı olarak yeniden alevlenebilir.

Lübnan ekonomisinin düzelmesi için uluslararası yardımlar ve ekonomik reformlar şart. Ancak 2024’te olduğu gibi, hükümetin siyasi anlaşmazlıklar nedeniyle reformları uygulayamaması durumunda, 2025’te de ekonomik çöküş devam edebilir. Bu durum, sosyal huzursuzlukları artırabilir ve yine kitlesel protestolara neden olabilir. Özellikle, askeri olarak büyük kayıplar veren Hizbullah’ın Lübnan iç siyasetinde de baskı altında olacağı muhtemel.

Lübnan’ın içinde bulunduğu bu zorlu süreçte, kalıcı bir barışın sağlanması ve halkın refahının artırılması için yerel ve uluslararası aktörlerin işbirliği yapması kaçınılmaz bir gereklilik. Aksi takdirde, 2024 yılında yaşanan yıkım ve belirsizlik, 2025’e de damgasını vurabilir.

GÖRÜŞ

Suriye’deki değişim Orta Doğu’nun manzarasını daha da değiştiriyor

Yayınlanma

Yazar

18 Aralık’ta, Suriye’nin başkentinin düşmesinden ve Beşar Esad rejiminin çöküşünden sadece on gün sonra, henüz iktidarı tam olarak ele geçirmemiş olan muhalefet, tüm düşmanlarından ön tanınma ve kabul gördü. Bu nadir rastlanan “siyasi ayrıcalık” göz kamaştırıcı ve bir ölçüde anlaşılması zor bir durum. On gün önce muhalefet güçleriyle doğrudan karşı karşıya olan Rusya ve İran’ın aniden tutum değiştirip eski düşmanlarıyla uzlaşmasını bir kenara bırakalım, Birleşmiş Milletler, ABD ve Avrupa Birliği gibi Heyet Tahrir el-Şam’ı (HTŞ) terör örgütü ilan edenler bile politikalarını tersine çevirerek bu güçlerin uzun süredir işlediği suçları seçici bir şekilde unutup onlarla doğrudan temas kurdular. Şimdi ise BM 2254 sayılı kararı çerçevesinde “Yeni Suriye”nin inşasını kolektif olarak desteklemeye hazırlanıyorlar.

Bir yılı aşkın süredir devam eden yeni Filistin-İsrail çatışması Orta Doğu’nun dengelerini derinden değiştirdiyse, “Suriye Savaşı 2.0” olarak adlandırılan bu durum, Filistin-İsrail çatışmasının “siyah kuğu olayı” olarak, bu dengenin daha da hızla değişmesine yol açacaktır.

Son Filistin-İsrail çatışması geçen yıl 7 Ekim’de patlak vererek “Altıncı Orta Doğu Savaşı”nı tetikledi. Bu savaş, İsrail Başbakanı Netanyahu’nun “Yedi Hat Savaşı” ve benim tanımladığım “Sekizinci Cephe” olarak adlandırılan İsrail’in BM ile olan sivil ve askeri mücadelesini içeren bir hibrit savaş niteliği taşıyor.

Bu savaşa “Altıncı Orta Doğu Savaşı” denmesini onaylıyorum çünkü bu savaşın süresi, kapsamı, katılan güçler, kayıplar ve maddi zararlar ile küresel güvenlik ve istikrara etkileri açısından, 1948 ile 1982 yılları arasındaki beş Orta Doğu savaşından farklı olarak, tam anlamıyla büyük ölçekli bir bölgesel savaş niteliği taşıyor.

İlk beş Orta Doğu savaşı 1948’de Filistin’in bölünmesiyle başladı. O dönemde İkinci Dünya Savaşı yeni sona ermişti ve Soğuk Savaş düzeni henüz oluşmamıştı. Faşist Mihver güçlerini yenerek süper güç statüsüne yükselen ABD ve Sovyetler Birliği, Filistin meselesini kullanarak Osmanlı İmparatorluğu’nun kalıntılarını, İngiltere’yi ve Fransa’yı Orta Doğu’dan çıkarmayı ve yeni bir bölgesel düzen kurmayı hedefliyordu.

Bu sırada, Osmanlı İmparatorluğu’nun kalıntılarından doğan Arap devletlerinin sayısı sınırlıydı ve birlikten yoksundular. Bu durum, Filistin’in zorla bölünmesine ve Yahudilere Avrupa’daki zulüm ve katliamların bir tazmini olarak bir devlet kurulmasına yol açtı. İsrail’in kurulması, Arap halklarına ve Filistinli yerli halklara büyük bir adaletsizlik oluşturdu çünkü Yahudiler yaklaşık iki bin yıldır Filistin’de çoğunluk nüfusu oluşturmuyordu. Ancak büyük güçler, Birleşmiş Milletler adına “İsrail Devleti”ni Araplara, özellikle Filistinli Araplara empoze ettiler.

1956’da Süveyş Kanalı Savaşı patlak verdiğinde, ABD ve Sovyetler Birliği, İngiltere, Fransa ve İsrail’in Mısır’a yönelik ortak işgalini engellemek için işbirliği yaparak, İngiltere’nin Doğu Akdeniz ve Süveyş Kanalı üzerindeki kontrolünü daha da zayıflattılar.

1967 Altı Gün Savaşı, 1973 Yom Kippur Savaşı ve 1982 Lübnan Savaşı, ABD ve Sovyetler Birliği’nin Orta Doğu üzerindeki hakimiyet mücadelesinin vekalet savaşlarıydı. Arap devletleri ya Sovyetler Birliği’ni takip ederek kaybedilen toprakları geri almaya çalıştı ya da kenarda durup tarafsız kalmayı tercih etti. Ancak İsrail her zaman “Orta Doğu’nun öksüzü” olarak kaldı.

“Altıncı Orta Doğu Savaşı”nın tarihi bağlamı ve bu savaşa dahil olan taraflar tamamen dönüşümsel bir değişim geçirdi. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden 40 yılı aşkın bir süre sonra, Sovyetler Birliği’nin halefi olarak Rusya, Ukrayna-Rusya savaş alanına odaklanarak gücünün önemli ölçüde zayıfladığını gördü. Bu arada, ABD önceki üç Orta Doğu savaşında olduğu gibi İsrail’i desteklemeye ve savunmaya büyük çaba harcıyor. Arap ülkelerinin büyük çoğunluğu kenarda kalarak bu yeni, İsrail merkezli savaşa karışmaktan kaçınıyor. Ürdün, Suudi Arabistan ve BAE, nisan ayında İran’ın hava saldırısı sırasında İsrail’in savunmasına bile yardım etti.

“Altıncı Orta Doğu Savaşı”nda İsrail’in ana rakibi artık Arap ülkelerinin koalisyonu değil, pan-Arap milliyetçiliğinden çok daha güçlü bir pan-İslamcı ton taşıyan “Direniş Ekseni”dir. İlk beş Orta Doğu savaşına katılmayan İran’ın Pehlevi hanedanı çoktan tarih oldu. 1979 devrimiyle iktidara gelen İslam Cumhuriyeti, uzun süredir İslami devrim ideolojisi ve Orta Doğu süper gücü olma hedefiyle İsrail ile vekalet ve gölge savaşları yürütüyor. Ancak, İsrail’in Suriye’deki İran diplomatik tesislerini bombalaması ve Tahran’da Hamas liderlerine suikast düzenlemesi, İran’ı açık alana çıkararak doğrudan çatışmaya sürükledi.

1973’ten bu yana Suriye, İsrail ile soğuk bir barış sürdürüyor ve İsrail’le tek başına yüzleşecek kapasiteye sahip değil. Ayrıca, 13 yıl süren iç savaşın ardından Suriye parçalanmış durumdaydı ve yalnızca İsrail-İran çatışmasının savaş alanı olarak pasif bir rol oynayabiliyordu. İran ve Suriye gibi iki devlet aktörünün yanı sıra Filistin’deki Hamas, Lübnan’daki Hizbullah, Yemen’deki Husiler ve Irak’taki Halk Seferberlik Güçleri olmak üzere dört devlet dışı aktör, İsrail’e karşı direnişte ana rolü üstlenerek “Direniş Ekseni”ni oluşturdu.

Aynı zamanda, ABD, Birleşik Krallık ve Fransa, İsrail’i savunmaya devam etti ve İran ile Suriye’yi dizginlemek için yaptırımlar uyguladı. Sınırlı askeri operasyonlarla Yemen’deki Husileri ve Irak’taki Halk Seferberlik Güçlerini hedef alarak etkisiz hale getirdiler, ancak çatışmanın tırmanmasını ve genişlemesini dikkatle önlediler, özellikle Orta Doğu’daki bu yüzyıl tanımlayıcı savaşa sürüklenmekten kaçındılar.

Bu arada, Türkiye’nin desteklediği HTŞ ve Suriye Milli Ordusu (SMO) gibi çevresel aktörler, savaşın ilerleyen aşamalarında fırsat kollayarak bu yeni Orta Doğu savaşına dahil oldular. Başlangıçta kendileriyle doğrudan ilgisi olmayan bu savaştan önemli kazanımlar elde ettiler ve beklenmedik bir şekilde Beşar Esad rejimini devirdiler.

“Altıncı Orta Doğu Savaşı” üç ana aşamada gelişti. İlk aşama, eylül ayına kadar tam bir yıl sürdü ve Gazze, ana savaş alanıydı. İsrail, Filistin’e yönelik “güney seferine” odaklandı. Eylülden kasım ayının sonuna kadar süren ikinci aşamada, İsrail, Lübnan’a yönelik “kuzey seferine” yoğunlaştı, Hizbullah’ın lider kadrosunu ve güçlerini hedef aldı, altyapısını yok etti ve Suriye üzerinden İran’a açılan stratejik hattı kesti.

Kasım ayı sonundan 9 Aralık’a kadar süren üçüncü aşamada, İsrail Hizbullah ile ateşkes sağladı ve Suriye’ye giriş-çıkış kara yollarını tamamen yok etti. Aynı zamanda, İsrail Suriye’nin kuzeybatısındaki askeri cephe hatlarına yoğun bombardıman düzenledi ve zaten zayıflamış ve morali bozulmuş olan Suriye ordusunun çökmesine neden oldu. Bu durum, altı aydır saldırı planlayan karma muhalefet güçlerinin önünü açarak, Şam rejiminin hızla dağılmasını sağladı.

“Altıncı Orta Doğu Savaşı” Esad rejiminin çökmesine yol açtı ve tüm tarafları şaşırttı. Belki de İsrail, muhalefet güçlerini kullanarak Şam rejiminin kontrolünü daha da zayıflatmayı ve “Şii Hilali” ile “Direniş Ekseni”ni kırmayı amaçlamıştı. Muhalefet güçleri, düşmanlarının bu kadar savunmasız olacağını öngörememişti ve Esad’ı destekleyen Rusya ve İran’ın bu denli tükenmiş olmasını beklemiyorlardı. Alternatif olarak, Türkiye ve “Astana Süreci” çerçevesinde üç tarafın zaten bir anlaşma yapmış olması ve nihayetinde Esad rejiminin sonunu getirmek için işbirliği yapmaları da mümkün.

Beşar Esad rejiminin ani çöküşü, hem ABD’yi hem de İsrail’i şaşırttı. Bu nedenle ABD, B-52 stratejik bombardıman uçakları da dahil olmak üzere ağır silahlar kullanarak IŞİD’in kalan güçlerine ve kontrol altındaki bölgelere yoğun hava saldırıları başlattı. Bu arada İsrail, onlarca yıldır hoşgörüyle yaklaştığı Suriye savunma güçlerini tamamen yok etmek için tüm gücünü kullandı ve bu güçlerin yeni rejimin eline geçmesini önledi. İsrail ayrıca Golan Tepeleri’ndeki yasadışı işgalini genişletti ve savunma tampon bölgesini derinleştirmek amacıyla Şam’a daha da yaklaştı.

Sebep oldukça basit – HTŞ, El Kaide’den türemiştir ve ideolojisi “Cihatçı Selefilik” temellidir. ABD ve İsrail, ittifak tarafından “kötülük güçleri” ve tamamen yok edilmesi gereken “yeni haçlılar” olarak görülmektedir. İşgal altındaki toprakları geri almayı amaçlayan Esad rejimi ve Orta Doğu’daki jeopolitik etkisini genişletmeyi hedefleyen İran İslam hükümeti ile karşılaştırıldığında, en tehlikeli ve ölümcül tehdidin kim olduğu açıktır.

“Altıncı Orta Doğu Savaşı” bir dizi zincirleme tepkiyi tetikledi ve “Suriye İç Savaşı 2.0″a yol açtı. Bu durum, El Kaide’nin Suriye kolunun beklenmedik zaferiyle sonuçlandı ve bu küresel düşmanın kazancı şok edici ve ironik bir dönüş oldu. Ancak bu yeni Orta Doğu savaşının tuhaf tarafı, Şam’ı ele geçirip bunu bir “İslami zafer” olarak ilan eden yeni yöneticilerin, İsrail’i düşman olarak görmeyeceklerini açıkça duyurmalarıdır. Yeni çatışmalar başlatma niyetinde olmadıklarını ifade ederek, bunun yerine tüm taraflarla normal ilişkiler kurmaya, istikrara, kalkınmaya ve yaşam koşullarını iyileştirmeye odaklandılar – sanki şeytanlar bir gecede meleklere dönüşmüş gibi.

“Altıncı Orta Doğu Savaşı” sona yaklaşmış görünüyor ve Hamas’ın rehineleri serbest bırakması ve İsrail ile uzun vadeli bir ateşkese varmasıyla sonuçlanabilir. “Şii Hilali” zaten felç olmuş durumda, “Direniş Ekseni” tam anlamıyla geri çekiliyor ve Şam rejimi taraf değiştirmiş durumda. İsrail’in güçlü bir destekçisi olan Trump’ın göreve başlamasıyla, Orta Doğu’ya yönelik medya ilgisi, Filistin-İsrail çatışmasının başladığı Gazze’den Şam’a kayacak. Dünya, yeni rejimin tabanını istikrara kavuşturup kavuşturamayacağını, eski stratejik düşmanları olan ABD, Batı ve İsrail de dahil olmak üzere uluslararası toplumla hızla uzlaşıp uzlaşamayacağını ve BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararı uyarınca kapsayıcı bir geçiş hükümeti kurup kuramayacağını yakından inceleyecek. Amaç, anayasa değişiklik sürecini yeniden başlatmak ve nihayetinde birden fazla etnik grup ve mezhebin bir arada yaşayabileceği, tüm tarafların çıkarlarını dengeleyen yeni bir Suriye inşa etmektir.

Teoride, “parçalanmış” bir Suriye’nin dönüşümü tamamen ya da büyük ölçüde Şam’daki yeni yöneticilerin iradesine bağlı değildir. Bunun yerine, Suriye satranç tahtasında daha önce kenara itilen ancak şimdi yeniden devreye giren ABD, Türkiye, Rusya, İran, İsrail ve Körfez Arap devletleri arasındaki pazarlıklara bağlıdır. Bu durum, küçük ülkelerin kendi geleceklerini bağımsız olarak belirleyemediği tarihsel gerçeği yansıtır. Bu, Orta Doğu’daki büyük güç rekabetinin kaçınılmaz bir sonucudur ve Orta Doğu meselelerinin sistematik olarak çözülememesinin temel bir engelidir.

“Altıncı Orta Doğu Savaşı”nın görünen kazananları, Suriye üzerindeki etkilerini ve kontrollerini genişleten İsrail ve Türkiye’dir. Ancak bu durum aynı zamanda iki ülke arasındaki rekabeti ve sürtüşmeyi artırarak, geleneksel İsrail-Arap ve İsrail-İran çatışmalarına yeni bir İsrail-Türkiye rekabeti boyutu eklemektedir. Uzun vadede bu, her iki ülkenin finansal ve kaynak yükünü kaçınılmaz olarak artıracak ve potansiyel olarak bölgesel genişleme politikalarını bir çıkmaza dönüştürebilir.

“Altıncı Orta Doğu Savaşı”nın görünen kaybedenleri ise Rusya ve İran’dır. Uzun süredir bağımsız bir şekilde nüfuz ettiği ve derinlemesine kontrol ettiği önemli bir Orta Doğu merkezini kaybetmişlerdir. Rusya açısından bu durum, ikinci bir cephe açma konusundaki sınırlamalarını ortaya koyar ve küresel bir güç olarak azalan etkisini vurgular. En azından Orta Doğu’da, Rusya artık birinci sınıf bir oyuncu olmaktan çıkarak, askeri üs varlığını zar zor sürdüren sıradan bir oyuncu rolüne düşmüştür.

İran için bu kayıp, jeopolitik hırslarının ulusal gücünü büyük ölçüde aştığını ortaya koyan ölümcül bir zayıflığı açığa çıkarmaktadır. 40 yılı aşkın bir süredir üzerinde çalıştığı “Şii Hilali”nin batı kanadını kaybetmek ve “Direniş Ekseni”nin zayıflaması, İran’ı etki alanını Dicle-Fırat havzasına geri çekmeye zorlar. Bu, İran’ın Suriye koridorunu yeniden bağlama ve Doğu Akdeniz’e uzanma hedeflerini ciddi şekilde baltalar.

Ancak Rusya için Suriye’yi kaybetmek yıkıcı bir darbe olmayabilir. Bu durum, bir zamanlar birinci sınıf jeopolitik ve diplomatik dayanak noktasının kaybedilmesi anlamına gelir. Rusya bunun yerine Ukrayna savaşına odaklanarak mevcut kazanımlarını korumaya ve ABD ile bir tür denge aramaya çalışabilir. Hatta Rusya, etkisini genişletmek ve yeni bir dünya düzeni inşa etmek amacıyla diplomatik ve stratejik önceliklerini Avrasya ve Küresel Güney’e kaydırabilir.

İran için, hem “Şii Hilali” hem de “Direniş Ekseni” liderliğindeki bu çifte darbe sadece ciddi bir askeri ve diplomatik başarısızlık değil, aynı zamanda iç politik yansımalar yaratma riskini de taşır. Reformcular ve ılımlılar, muhafazakarlar ve sertlik yanlılarını sorumlu tutabilir, bu da halk öfkesini ve memnuniyetsizliği daha da körükler. Bu durum, İran’ın uzun süredir devam eden dış ve stratejik politikalarının rasyonelliğine yönelik benzeri görülmemiş bir meydan okuma anlamına gelir.

Bu anlamda, “Altıncı Orta Doğu Savaşı”nın dalgalanma etkileri Suriye’nin ötesine uzanacak. Bu etkiler, İran’ın siyasi sistemini istikrarsızlaştırabilir ve onu zor bir yol ayrımına itebilir: İran, İsrail’in egemen bir devlet olarak meşruiyetini reddeden on yıllardır süregelen İslami devrim politikasına devam mı etmeli, yoksa ulusal stratejisini kademeli olarak ayarlayıp devrim ideolojisini yumuşatmalı mı? İran, daha pragmatik bir tutum benimseyerek Orta Doğu barış sürecine katılabilir, genel jeopolitik ortamı iyileştirebilir ve nihayetinde İsrail’i işgal altındaki Arap topraklarından çekilmeye zorlayabilir. Bu, kapsamlı bölgesel barış, uzlaşı ve işbirliğine yol açarak karşılıklı istikrar, kalkınma ve refahın önünü açabilir.

Filistin için, özellikle Hamas gibi radikal güçler açısından, bir yılı aşkın süredir devam eden üçüncü büyük felaket Filistin halkına ağır bir darbe vurdu. Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) altında birleşip birleşemeyecekleri ve Pekin uzlaşısı tarafından sunulan fırsatı değerlendirip değerlendiremeyecekleri kritik bir öneme sahip olacak. Samimi müzakereler yoluyla Filistinliler Gazze’yi, Batı Şeria’yı geri alabilir ve Doğu Kudüs’ü paylaşabilir. Bu, 1993 Oslo Anlaşmalarından bu yana Filistin-İsrail çatışmasının çözümü için ikinci tarihi pencereyi temsil eder ve Filistin ulusunun hayatta kalması açısından kritik bir an ve stratejik bir fırsattır.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

İranlı terörizm uzmanı yazdı: Devrim sonrası terörle mücadele

Yayınlanma

Seyyid Mohammed Javad Hasheminejad, terörizm analisti
İran Habilian Derneği Genel Sekreteri

İslam Devrimi’nin başlangıcından bu yana İran’da terör eylemleri sık sık meydana gelmiş, halkını derinden etkilemiş ve ülkenin kolektif deneyiminin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. İran’ın siyasi söyleminde sıklıkla atıfta bulunulan ve devlet yetkilileri tarafından yinelenen istatistikler, 2010’ların başında 17.000’den fazla İranlının terör saldırılarına kurban gittiğini göstermektedir. Bu kurbanlar 30’dan fazla farklı terörist grup tarafından hedef alındı ve bu saldırıların çoğu çalkantılı 1980’li yıllarda meydana geldi. Bu grupların en kötü şöhretlileri arasında Mücahid-i Halq Örgütü (MEK), İran Kürdistanı Komala Partisi, İran Kürt Demokrat Partisi (KDPI), Kürdistan Özgür Yaşam Partisi (PJAK) ve toplumun her kesiminden İranlıların öldürülmesinden sorumlu Cundullah, Ceyş ül Adl, El Kaide ve IŞİD gibi tekfiri gruplar yer almaktadır. Bu terör eylemleri, ayrım gözetmeksizin ateş açma, bombalama, işkence, mayın döşeme, intihar saldırısı ve diğer iğrenç yöntemler de dahil olmak üzere çeşitli acımasız yöntemlerle gerçekleştirilmiştir.

İslam Devrimi’nin başlangıcından bu yana, İran’daki terör eylemlerinin genel sıklığı ve ölçeği, büyük ölçüde İran İslam Cumhuriyeti tarafından alınan çeşitli önlemlere ve uluslararası çabalara atfedilebilecek genel bir düşüş eğilimi göstermiştir. Gelişmiş diplomasi, iyileştirilmiş ve daha etkili güvenlik önlemleri ve İran hükümetinin kararlı eylemleri bu azalmada kritik bir rol oynamıştır. Örneğin son yıllarda İran, ülkenin kuzeybatısındaki ayrılıkçı terörist grupların karargâhlarını bombaladı. Ayrıca Tahran ve Bağdat arasında imzalanan anlaşmalar bu grupların sınır bölgelerinden taşınmasına yol açarak bölgedeki terör faaliyetlerini önemli ölçüde azalttı.

Ancak bu düşüş eğilimi on yıllar boyunca değişiklik göstermiştir. 1980’ler ülkeye yönelik terör faaliyetlerinin zirve yaptığı yıllar olmuştur. 1990’larda ve 2000’lerin başında ise bu tür eylemlerde kayda değer bir düşüş yaşanmış ve terör kurbanlarının sayısında da azalma görülmüştür. Bu azalma kısmen hükümetin o dönemde izlediği, güven artırmaya ve Batılı ülkelerle ilişkileri güçlendirmeye öncelik veren dış politikaya bağlanabilir. Yönetimin benimsediği kültürel söylem ve gerilimi azaltma politikası terörist faaliyetlerin azalmasında kilit rol oynamıştır. Ancak 2000’li yılların başları İran’ın güneydoğusunda Cundullah terör örgütünün ortaya çıkışına tanık olundu. Bu grubun operasyonları, söz konusu on yıl boyunca Sistan ve Belucistan eyaletinde hem askeri personeli hem de sıradan vatandaşları hedef alan terör faaliyetlerinin ölçeğini önemli ölçüde artırdı. 2010’lara gelindiğinde durum bir kez daha değişmeye başladı ve İran’daki terörizm dinamikleri farklı koşullar altında evrildi.

Daha önce de belirtildiği üzere, 2010’ların başında İran’da 17.000’den fazla terör kurbanı kaydedilmişti. Terör olaylarının ölçeği ve sıklığı artık 1980’lerdeki yoğun saldırı dalgasıyla karşılaştırılamaz olsa da, önemli bir soru ortaya çıkıyor: 2010’ların başı ile 2024 arasındaki dönem ne olacak? Bu 14 yıllık süre zarfında hangi terör eylemleri meydana geldi ve bu zaman diliminin daha kapsamlı bir incelemesine ihtiyacımız yok mu? İran’ın terörizm tarihine ilişkin tartışmalarda genellikle göz ardı edilen bu aralık, tüm olayların ve kurbanların daha geniş anlatıda hesaba katılmasını sağlamak için daha yakından incelenmeyi gerektiriyor.

2010’lu yıllar, terörizm manzarasını yeniden şekillendiren ve tekfirci terörist grupların ortaya çıkmasına ve faaliyet göstermesine yol açan önemli bölgesel gelişmelerin damgasını vurduğu yıllar oldu. Bu on yıl boyunca İran uluslararası sahnede, özellikle de IŞİD başta olmak üzere tekfirci ve terörist gruplara karşı aktif bir şekilde mücadele ettiği Suriye ve Irak’ta önemli bir rol oynadı. Bu savaşlarda İran bu gruplara önemli darbeler indirirken çok sayıda askeri personel ve danışmanının ölümü de dâhil olmak üzere önemli kayıplar verdi. Misilleme çabalarının bir parçası olarak, 3 Ocak’ta Kerman’daki Şehitler Mezarlığı’na IŞİD tarafından düzenlenen trajik intihar saldırısında yaklaşık 100 İranlı hayatını kaybetmiş, birkaç yüz kişi de yaralanmış ve İran’ın çağdaş tarihindeki en ölümcül terör saldırılarından biri gerçekleşmiştir.

2010’lu yıllarda İran vatandaşlarını etkileyen diğer önemli olaylar arasında IŞİD’in İran Parlamentosu’na saldırısı, Şiraz’daki Şah Çerağ Türbesi’ne IŞİD tarafından düzenlenen iki ayrı saldırı, Ahvaz’ın Kurtuluşu için Arap Mücadele Hareketi (ASMLA) tarafından Ahvaz’daki askeri geçit törenine düzenlenen saldırı sayılabilir, İsrail rejiminin nükleer bilim adamlarına yönelik suikastları ve İran’ın güneydoğusunda Ceyş ül Adl ve diğer tekfiri terörist gruplar tarafından özellikle Sistan ve Belucistan eyaletinde gerçekleştirilen çok sayıda terör operasyonu vb.

2020’li yıllar İran’da terörizmin değişen doğasına yeni boyutlar getirmiştir. Terör olaylarına ilişkin son raporların analizi bu değişikliklere ışık tutuyor. En son rapor olan İran’ın 2023-2024 yıllık terörizm raporu birkaç önemli bulgu içeriyor. İlk olarak, ülke genelindeki şehirlerde Mücahid-i Halq Örgütü’ne (MEK) atfedilen düzinelerce terör eylemi kaydedilmiştir. Bu eylemlerin başlıcaları kamuya ait afiş ve posterlerin ateşe verilmesinin yanı sıra dini mekanlar ve idari binalar da dahil olmak üzere çeşitli yerlere molotof kokteyli atılmasıdır. MEK bu eylemlerin sorumluluğunu alenen üstlenmiş ve resmi internet sitelerinde her bir olayın fotoğraflı kanıtlarını sunmuştur. Buna ek olarak, faillerin resmi olarak sorumluluk üstlendiği iki siber saldırı vakası yaşandı; biri İsrail rejimi ile bağlantılı Predatory Sparrow adlı bir hacktivist grup tarafından İran benzin istasyonlarına, diğeri ise MEK tarafından İran Parlamentosu’nun web sitesine ve Khaneh Mellat Haber Ajansı’na yönelikti. Bu eylemler can kaybına yol açmamış olsa da, siber saldırılar ve kritik altyapıyı hedef alan sabotaj eylemleri de dahil olmak üzere terörist gruplar tarafından kullanılan yöntemlerde bir güncellemeyi temsil etmekte ve modern çağda terörizmin değişen dinamiklerini vurgulamaktadır.

İkinci önemli bulgu ise terörist faaliyetlerin değişen coğrafi dağılımıdır. Son yıllarda ülkenin batı ve kuzeybatı bölgelerinde bu tür olaylarda önemli bir azalma görülürken, İran’ın güneydoğusu, özellikle de Sistan ve Belucistan eyaleti, terör operasyonları için yeni bir sıcak nokta olarak ortaya çıkmıştır. 2023’te ülke çapında kaydedilen 50 terör saldırısının neredeyse yarısı -22 olay- Sistan ve Belucistan eyaletinde meydana gelmiş ve bu şiddet eylemlerinin değişen odağının altını çizmiştir.

Bu olaylar, 2010’ların başından bu yana kurban sayısını önemli ölçüde artırmış ve İran’ın şu anda 17.000 olan resmi terör kurbanı sayısının güncellenmesi ihtiyacını vurgulamıştır. Bu aciliyet, Dışişleri Bakanlığı sözcüsü tarafından kısa bir süre önce düzenlenen basın brifinginde vurgulanmış ve ülkenin terör kurbanları listesinin gözden geçirilmesi gerekliliği açıkça ifade edilmiştir. Ayrıca yakın bir gelecekte yeni güncellenmiş bir terör kurbanları listesinin açıklanacağı duyuruldu. İranlı terör mağdurlarını temsil eden bir insan hakları STK’sı olan Habilian ve İran Dışişleri Bakanlığı, güncellenmiş terör mağdurları listesinin açıklanması için ortaklaşa bir tören düzenleyecek.

Halihazırda İran’da bazı terörist grupların liderleri yakalanmış ve adalete teslim edilmiştir. Örneğin, Huzistan eyaletindeki çok sayıda bombalı saldırıdan sorumlu Ahvaz’ın Kurtuluşu için Arap Mücadele Hareketi (ASMLA) ve Şiraz’daki büyük bir dini toplantıdaki ölümcül patlamaların arkasındaki İran Krallık Meclisi (Tondar) liderleri yasal işlemlerle karşı karşıya kaldı. Benzer şekilde, silahlı soygun, bombalama eylemleri ve İran polisi ile sivillere yönelik silahlı saldırılara karışan Cundullah lideri de yargılanmıştır. Ancak diğer pek çok grup, özellikle Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri de dahil olmak üzere Batı ülkelerinde cezasızlıkla faaliyet göstermeye devam etmektedir. Mücahid-i Halq Örgütü (MEK) gibi gruplar bu ülkelerin koruması altında İran’a karşı açıkça ofisler açmakta ve operasyonlar planlamaktadır. İran, MEK’in terörist faaliyetlerini ülke içinde ele almak için mahkeme oturumları düzenlemiş olsa da, bu çabalar yeterli olmaktan uzaktır. Bu grupları adalete teslim etmek ve küresel ölçekte hesap verebilirliği sağlamak için acilen koordineli uluslararası eyleme ihtiyaç vardır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Hindistan ‘sessizce’ Kuzey Kore’de

Yayınlanma

Küresel dikkat, Orta Doğu’ya ve Batı’nın Orta Doğu ve Avrupa’daki savaşlara yönelik eylemlerine odaklanmışken Hindistan Güneydoğu Asya ve Kore Yarımadası ile ilişkisine odaklanarak Doğuya Hareket politikasını güçlendirmeye devam ediyor. Şu sıralar dünya özellikle Orta Doğu ile fazlasıyla meşgulken Yeni Delhi bu yolda “sessizce” bir adım attı ve 3,5 yıldan uzun bir aradan sonra Kuzey Kore başkenti Pyongyang’daki büyükelçiliğini yeniden açtı. Bu “sessiz” adımın en önemli itici gücü, Kuzey Kore’nin Rusya, Çin ve İran ile bağlarını güçlendirirken nükleer ve füze yeteneklerini genişletmesi ile stratejik önem kazanması ve daha da önemlisi, Pyongyang’ın Pakistan’a uzanmaması.

Kuzey Kore büyük bir belirsizlik içinde hareket ediyor ve Pyongyang yönetiminin bu opak doğası da Yeni Delhi’nin Pyongyang ile diplomatik ilişkilerini dünyanın geri kalanından habersiz ve sessiz bir şekilde, gölgede sürdürmesine yol açıyor. Temmuz 2021’de de Hindistan, Pyongyang’daki büyükelçiliğini “sessizce” kapatmış ve Büyükelçisi Atul Malhari Gotsurve tüm personeli ile birlikte Moskova üzerinden Yeni Delhi’ye dönmüştü. Ancak Hindistan Dışişleri Bakanlığı, Kuzey Kore ile ilgili çoğu şey gibi, büyükelçiliğin resmi olarak “kapalı” olduğunu ilan etmekten kaçınmış ve gazeteciler tarafından tüm personelin neden geri çağrıldığı sorulduğunda, bu adımın COVID-19 nedeni ile atıldığını söylemişti.

O zamandan beri misyon inaktif kaldı. Yıllar geçti, Pyongyang’daki diplomatik Misyon ile ilgili hiçbir gelişme olmadı ve Eylül 2023’te Atul Malhari Gotsurve’ye Moğolistan Büyükelçisi olarak yeni bir görev verildi. Bir yıl daha geçti ve sonra aniden, bu ayın başlarında, Hindistan Kuzey Kore’deki diplomatik varlığını yeniden etkinleştirmeye karar verdi ve birkaç gün içinde de teknik personel ve diplomatik personelden oluşan bir ekip Pyongyang’a gönderildi. Ancak Kuzey Kore’nin kötü şöhretli ve şeffaf olmayan bürokrasisinden beklenen gecikmeler, yeni bir büyükelçi ve ekibin geri kalanının gönderilen ilk personele katılmasının birkaç ay sürebileceği anlamına geliyor. Elçiliği faaliyete geçirmek için hata ayıklamak ve güvenlik ve casusluk tehlikelerinden temizlemek üzere kapsamlı kontrollerin yapılması gerekiyor ki Kuzey Kore’nin yabancılara karşı kullandığı şüpheli istihbarat yöntemleri ve ev sahipliği yapmayı kabul ettiği elçilikler ile ilişkilerinde kötü niyetli olması ile ünlü olduğu göz önüne alınırsa, bu bir önlem adımı.

Öngörülemez nükleer programının büyük Birleşmiş Milletler yaptırımlarına yol açması ile Kuzey Kore izole edilmiş nükleer silahlı bir ülke. Ancak onlarca yıldır Hindistan’a güvenen bir dost. Kuzey Kore’nin dünyanın en izole ülkelerinden biri olmasına karşın Delhi onlarca yıldır Pyongyang ile yakın ilişki içinde.

Peki, Kuzey Kore Hindistan’a neden güveniyor dersiniz? Bunu anlamak için kısa bir tarih yolculuğuna çıkalım:

1950’de Kore Savaşı çıktı. Çin ve Sovyetler tarafından desteklenen Komünist Kuzey Kore, Amerika tarafından desteklenen Güney Kore’ye karşı savaştı. Çatışma çıkmaza girince Hindistan barışa arabuluculuk etmeye davet edildi. Delhi yönetimi dengeli bir pozisyon aldı ve anti-Komünist bir çizgi benimsemeyi kabul etmedi. Bu, Hindistan’ın denge politikasını ve hem Güney hem de Kuzey Kore ile ilişkileri sürdürmesini sağladı. Yeni Delhi 1970’lerde Kuzey Kore ile resmen bağ kurdu ve Pyongyang büyük bir nükleer silah geliştirme programına giriştiğinde dahi bu ilişkileri sürdürdü. Kuzey Kore’nin nükleer denemeleri ve füze fırlatmaları Asya’nın güvenliğini tehdit ediyor ve bu testler aynı zamanda diplomatik izolasyona da yol açıyor olsa da Yeni Delhi Pyongyang ile teması kesmeyi reddetti.

Pyongyang’da büyükelçiliği bulunan az sayıdaki ülkeden biri olan Hindistan uzun bir süre Kuzey Kore’nin ikinci veya üçüncü büyük ticaret ortağıydı. Kuzey Kore Dışişleri Bakanı 2015 yılında Hindistan’ı ziyaret ederken Hindistan Dışişleri Devlet Bakanı (Hindistan’da Dışişleri Bakanı’na Dışişleri Devlet Bakanı veya daha düşük rütbeli Dışişleri Bakan Yardımcısı yardımcı olur.) General Vijay Kumar Singh de 2018’de Kuzey Kore’ye gitti. Böyle bir olayın ne kadar nadir olduğu dikkate alınınca, VK Singh’in ziyareti özellikle uluslararası ilgi gördü. Oysa Amerika 2017’de Delhi’den Kuzey Kore ile diplomatik temaslarını azaltmasını istemişti ama Hindistan Dışişleri Bakanı Sushma Swaraj bunu reddederek Delhi’nin iletişimi açık tutabileceğini belirtmişti.

Hindistan ayrıca Kuzey Koreli diplomatları eğitmeye de devam etti. Dahası, 2016 yılında Birleşmiş Milletler, Dehradun’daki bir enstitünün yıllardır Kuzey Koreli nükleer bilim adamlarına eğitim verdiğini ortaya çıkardı. Yeni Delhi’nin aynı zamanda başka kritik yardımları da oldu: 2022’de Kuzey Kore sel felaketinin mahsulünü mahvetmesinin ardından Hindistan’dan pirinç istemişti.

Peki, Hindistan neden dünyanın en opak doğaya sahip en izole ülkelerinden biri ile ilişki kuruyor? Bunun yanıtı şaşırtıcı değil:

Yeni Delhi’nin ilgisi, Kuzey Kore’nin nükleer programı ve Pakistan ile olan bağlantılarıdır. Pakistan nükleer teknolojisi yıllarca Kuzey Kore’nin kendi nükleer silahlarını geliştirmesine yardımcı oldu. Ayrıca Kuzey Kore Pakistan’ın füze geliştirmesine yardım etti. Hindistan, Pakistan ile Kuzey Kore arasındaki bu bağlantılar hakkında uluslararası topluma sürekli bilgi verdi. Ve doğrusu kendi güvenlik çıkarlarına Kuzey Kore’nin saygı duymasını sağlamak için Pyongyang ile birlikte çalışıyor. VK Singh’in 2018 ziyareti sırasında Pyongyang, Delhi’nin güvenliğini tehlikeye atmayacağına dair açıkça söz verdi. Kuzey Kore Çin’e son derece yakın olsa da Pekin ile ilişkilerinde gergin bir dinamik var. Dolayısıyla Delhi ayrıca ona Çin dışında bazı seçenekler sunmak için de Pyongyang rejimi ile temasa geçiyor. Ancak Hindistan ve Kuzey Kore ilişkisi de sınırlı; Yeni Delhi, Kuzey Kore’den çok Amerika ve Güney Kore’ye yakın. Ayrıca Kuzey Kore’nin pervasız nükleer ve füze denemelerini de rutin olarak kınadı. İkili arasında son 5 yılın üzerinde herhangi bir üst düzey görüşme de gerçekleşmedi.

Kısa bir Güney Kore arası:

Bu arada Güney Kore bu yıl Ulusal Günü’nü Yeni Delhi’deki geniş Jawaharlal Nehru Stadyumu’nda kutladı. Hindistan’daki büyükelçiliğinin, -Hindistan’daki çoğu büyükelçiliğin ulusal günlerinde yaptığı gibi-, avizeli salonlarda rutin kokteyl resepsiyonlarından uzaklaşması ile binlerce genç Delhili açık alanda K-pop’a (Kore pop müziği) ritim tuttu. Seul, Hindistan ile ilişkilerine çok uzun vadeli bakıyor ve bağları toplumlar aracılığı ile sağlamlaştırmak istiyor. Singapur gibi —1991’den beri uyguladığı bir strateji olarak ekonomisinin ikinci bir kolunu Hindistan gibi gelişmekte olan pazarlar aracılığı ile geliştirme politikası. Ancak son yirmi yılda hızlı ilerlemeler kaydeden Delhi ve Seul arasındaki ekonomik ilişkiler zora girdi ve bunun bir nedeni Güney Kore ekonomisinin yavaşlaması ki tekrarlanan siyasi kargaşalar büyük ölçüde hükümet desteğine bağlı olan ülkenin makroekonomik faaliyetlerini etkiledi ve en ciddisi Cumhurbaşkanı Yoon Suk Yeol’ün sıkıyönetim ilan etme girişiminin başarısız olması ve ardından görevden alınmasıydı.

Hindistan ayrıca Güney Kore’nin Amerika, Japonya, Hindistan ve Avustralya’dan oluşan bir güvenlik ve ticaret grubu Quad’a davet edilmesi çağrılarına soğuk davrandı. Ve üst düzey ziyaretler sıklıkla gerçekleşirken artık düzensiz. Başbakan Narendra Modi, 2019’un başından beri Seul’ü ziyaret etmedi. Güney Kore Cumhurbaşkanı’nın Yeni Delhi’ye yaptığı son ziyaret ise Modi’nin gezisinden bir yıl önceydi. Her iki ülkenin dışişleri bakanları daha sık bir araya geldi ancak aralarındaki alışverişin sıklığı, örneğin Dışişleri Bakanı Subrahmanyam Jaishankar’ın Birleşik Arap Emirlikleri veya Singapur’dan mevkidaşı ile etkileşiminin düzenliliği ve dinamizminden yoksundu.

Kuzey Kore’ye geri dönüyoruz:

Kore yarımadasındaki gelişmeler bugün Hindistan için dört yıl öncesine göre daha büyük stratejik öneme sahip. Askeri olarak, Kuzey Kore nükleer cephaneliğini istikrarlı bir şekilde artırırken aynı zamanda hipersonik füzeler, taktik silahlar, kısa, orta ve uzun menzilli füzeler gibi teknolojiler üzerinde gayretle çalışıyor. Hindistan için, Pyongyang’da bulunmak ve bu tür teknolojilerin Pakistan’a veya öngörülemez elementlerine ulaşmaması için bağlar kurmak önemli. Ayrıca son birkaç yılda Kuzey Kore, Rusya, Çin ve İran ile bağlarını da derinleştirdi. Bu aks birçok kişi tarafından Quad’a karşı bir eksen olarak görülüyor. Bu da Hindistan’ın diplomatik olarak ele alması gereken önemli bir öncelik.

Yeni Delhi’nin Moskova ile zaten çok güçlü bağları var. Ayrıca Tahran ile de iyi diplomatik ilişkileri var. Hindistan ve Çin aynı zamanda Asya’da kalıcı barışı sağlamak için farklılıkları gidermeye çalışıyor. Geriye Pyongyang kalıyor; Delhi’nin şu ana kadar büyük bir dikkatle yürüdüğü bir ilişki. Bu arada Kuzey Kore Rusya ile ticaret ilişkilerini de artırdı ve hatta Rus askerleri ile birlikte savaşmak üzere Ukrayna’ya asker gönderdi. Yeni Delhi Kuzey Kore’nin Moskova ile artan bağlarını kendi genel güvenlik paradigmasına göre ayarlamak istiyor. Dolayısıyla Hindistan, Pyongyang’ın Asya’daki büyüyen statüsünü ve etkinliğini göz önünde bulundurarak, küresel bakış açısına ve hedeflerine uygun olarak diplomatik bağları geliştirmeyi amaçlıyor. Kuzey Kore böylece Delhi için stratejik olarak giderek daha önemli hale geliyor ve Pyongyang’daki büyükelçiliğin yeniden açılması bir iletişim kanalının yeniden kurulmasının ilk adımı olarak görülüyor.

Prensipte Hindistan şubat ayında Pyongyang dinleme istasyonunu yeniden açmaya karar verdi ki Kuzey Kore’de bir dinleme noktası Delhi için önemli bir kazanç. Delhi’nin girişimi, Donald Trump’ın Amerika başkanlık seçimlerini kazanmasının ardından kasımda aciliyet kazandı. İlk başkanlık döneminde Trump ve Kuzey Kore lideri Kim Jong Un üç kez bir araya geldiler ki bu daha önce görülmemiş bir durumdu. Bu zirveler somut sonuçlar vermese dahi Trump’ın Beyaz Saray’a döndüğünde Kim ile zirve diplomasisini yeniden canlandırması muhtemel. Pyongyang’da yetkili bir büyükelçinin bulunduğu bir dinleme üssü, Hindistan Dışişleri Bakanlığı’nın merkezi Güney Blok için önemli bir stratejik varlık anlamına gelir.

Kuzey Kore’de, yıllardır süren diplomatik izolasyonun ardından, İsveç ve Polonya’nın sırasıyla eylül ve kasım aylarında kapatılan temsilciliklerini yeniden açan ilk Batılı ülkeler olmasının sonrasında, şimdi de Hindistan’ın Pyongyang’daki büyükelçiliğinin faaliyetlerini yeniden başlatması söz konusu oluyor. Tüm dünyanın Orta Doğu ve Avrupa’daki çatışmaları çözmeye öncelik verdiği bir zamanda, Kuzey Kore’nin stratejik önemi son yıllarda belirgin şekilde artarken Rusya, Çin ve İran ile bağlarını güçlendirmesi ve bunun da birçok kişi tarafından Quad’a karşı bir denge unsuru olarak görülen yeni bir Asya ittifakını çağrıştırıyor olması, Moskova ve Tahran ile yakın ilişki ve Pekin ile yeniden normalleşme içinde olan Yeni Delhi için Pyongyang ile ilişki kurmayı diplomatik bir zorunluluk haline getiriyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English