ABD başkanlık seçimlerinde öne çıkan iki aday, Donald Trump ve Kamala Harris, İsrail, Suudi Arabistan ve İran’la ilişkileri farklı şekillerde yönetecek. Yeni başkan, bu üç ülkeyle güçlü siyasi, güvenlik ve ekonomik bağları devralacak ve dünya genelinde yaşanan jeopolitik değişimlere yanıt vermek zorunda kalacak.
Paul Salem, Al Majalla
ABD başkanlık seçimlerinde yarışan iki adayın, İsrail, Suudi Arabistan ve İran ile olan ilişkilerine bakmanın en basit yolu üç anahtar kelimeyi dikkate alıyor: Müttefik, ortak ve düşman. Kasım ayında yapılacak seçimleri kim kazanırsa kazansın, bu etiketleri ve ülkelerle olan bu sıralı ilişkileri miras alacak.
Ocak ayında göreve başlayacak olan yeni başkan, bu üç ülkeyle süregelen siyasi, güvenlik ve ekonomik ilişkileri devralacak. Ancak 2025’e girerken, dünya genelinde yaşanan büyük jeopolitik değişimler ışığında önemli kararlar alması gerekecek.
Bu yazıda, her ülkenin Washington’la olan ilişkilerinin nasıl ve neden geliştiği analiz ediliyor ve yeni yönetimin karşılaşabileceği zorluklar inceleniyor.
İsrail: Müttefik
Washington ile Tel Aviv arasında resmi bir savunma anlaşması bulunmasa da iki ülke on yıllardır yakın müttefikler olarak hareket ediyor. ABD, resmi bir anlaşma olmaksızın İsrail’e 150 milyar doları aşan askeri yardımda bulundu. Özellikle 7 Ekim’deki Hamas saldırılarının ardından bu ittifak hızla devreye girdi. O günden bu yana, milyarlarca dolarlık askeri destek İsrail’e, Gazze ve Lübnan’a yönelik operasyonları boyunca aktarıldı.
Bu ittifak, Soğuk Savaş döneminde Türkiye ve İran ile olan stratejik ortaklıklara benzer şekilde başlamış olsa da günümüz dünyasında ABD ile İsrail arasındaki bağın daha güçlü bir sebebi var: Amerikan siyaseti, Kongre ve medyanın büyük bir bölümü, İsrail’in güvenliğine yönelik kesintisiz bir destek sunuyor.
Fakat bu destekte bir değişim sinyalleri de gözlemlenebilir. ABD’de genç bir nesil, Amerika’nın İsrail’e olan mutlak bağlılığını sorgulamaya başlıyor. Bu yeni sesler özellikle Demokrat Parti’nin genç üyeleri arasında yükselse de bu hareketin siyasi arenada daha büyük bir etkisi olması için muhtemelen birkaç on yıla daha ihtiyaç var.
Suudi Arabistan: Ortak
ABD’nin Suudi Arabistan’la olan ortaklığı, kökleri 1945 yılına kadar uzanan stratejik bir ilişkiye dayanıyor. Başkan Franklin D. Roosevelt ile Kral Abdülaziz arasında yapılan görüşme, bu ortaklığın temelini attı. Soğuk Savaş döneminde, ABD ile Suudi Arabistan, Sovyet gücüne karşı birlikte çalışmış ve bu süreçte iş birliği bazı ittifak unsurlarını içermişti. 1980’de Başkan Carter tarafından ilan edilen Carter Doktrini, ABD’nin, Arap dünyasındaki bu önemli dostunu korumaya yönelik taahhüdünü somutlaştırdı. Nitekim, ABD, 1991 yılında Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgaline karşı harekete geçmiş ve Suudi Arabistan’ın petrol sahalarını korumak için askeri müdahalede bulundu.
Ancak zamanla, ABD’nin enerji bağımsızlığını kazanması ve Suudi Arabistan’ın ABD içinde İsrail gibi güçlü bir iç desteğe sahip olmaması nedeniyle Washington’un Riyad ile yakınlığı zayıflamaya başladı. Örneğin, 2019’da Suudi petrol tesislerine düzenlenen saldırılarda ya da İran destekli Husi milislerinin Suudi Arabistan’a füze ve İHA saldırıları gerçekleştirdiği dönemlerde, ABD’nin tepkisi oldukça sınırlı kaldı.
Yine de hem Cumhuriyetçi hem de Demokrat yönetimler, Suudi Arabistan’ın ABD’nin kritik bir ortağı olduğunu kabul ediyor. Bu ortaklık, küresel enerji piyasalarının yönetimi, enerji geçiş süreci, aşırılık ve terörizmle mücadele gibi önemli alanlarda kendini gösteriyor. Ayrıca ABD, Suudi Arabistan’ı, küresel ekonomik istikrarın korunması, ABD dolarının egemenliğinin sürdürülmesi, Çin ile stratejik rekabetin yönetimi ve İran’ın etkisinin kontrol altında tutulması gibi konularda da kilit bir ortak olarak görüyor.
Bunun yanı sıra Suudi Arabistan, Arap-İsrail çatışmasında gerilimin azaltılması ve Filistin sorununa iki devletli bir çözüm bağlamında İsrail ile normalleşme çabalarının destekçisi konumunda. Bu bağlamda, Suudi Arabistan, ılımlı Arap ve Orta Doğu ülkelerinden oluşan bir bloğun lideri olarak ABD için önemli bir role sahip.
Gelecek yıllarda, hangi yönetim Beyaz Saray’da olursa olsun, ABD ile Suudi Arabistan arasında resmi bir savunma anlaşmasının yeniden gündeme gelmesi bekleniyor. Hem Trump hem de Harris’in, ABD, Suudi Arabistan ve İsrail arasında üçlü bir anlaşma peşinde koşacağı öngörülüyor. Suudi Arabistan, özellikle savunma alanında resmi bir anlaşmanın bu üçlü iş birliğinin bir parçası olmasında ısrar ediyor. Bu da Suudi Arabistan-ABD ilişkilerini, bir ortaklıktan ittifaka dönüştürebilecek bir gelişme olarak değerlendiriliyor.
İran: Düşman
ABD ile İran arasındaki düşmanlık, 1979’daki İslam Devrimi’nden bu yana tam 45 yıldır devam ediyor. Bu düşmanlık, büyük ölçüde Tahran’ın tercih ettiği bir tutum olarak şekillenmiş durumda. Amerikalı diplomat Henry Kissinger bir zamanlar ABD ile İran’ın ulusal çıkarları doğrultusunda doğal müttefikler olması gerektiğini ifade etmişti. Ancak İran yönetimi için düşmanlık, 1953 yılında Başbakan Muhammed Musaddık’ın ABD destekli bir darbe ile devrilmesinden bu yana tarihi bir mirasa dayanıyor.
Daha sonra İran-Irak Savaşı sırasında ABD’nin Saddam Hüseyin’e verdiği destek, İran’a yönelik yaptırımlar ve İslam Cumhuriyeti’nin İsrail karşıtı tutumu, ilişkileri daha da kötüleştirdi. ABD içinse bu düşmanlık, 1979-1981 yılları arasında yaşanan rehine kriziyle başladı ve İran’ın radikal örgütlere verdiği destekle pekişti. 2023 yılı itibarıyla İran’ın Orta Doğu’daki vekil ağları üzerinden İsrail’e yönelik koordine saldırıları, iki ülke arasındaki gerginliği daha da artırdı. Ayrıca İran’ın Donald Trump’a yönelik suikast planlarına karıştığına dair haberler de ABD kamuoyunda büyük yankı uyandırdı.
Washington’da, medya, Kongre ve her iki parti nezdinde İran karşıtı tutum oldukça güçlü ve köklüdür. İran’ın bölgesel nüfuzunu genişletme çabaları ve teröre verdiği destek, ABD’nin İran’ı bir tehdit olarak görmeye devam etmesine neden oluyor. Bu düşmanlığın yakın vadede çözülmesi beklenmiyor.
Nüanslı yaklaşımlar
Trump ve Harris, Orta Doğu’daki İsrail, Suudi Arabistan ve İran ile olan ilişkilerde farklı yaklaşımlar sergileyeceklerdir. Bu üç ülke, “müttefik, ortak ve düşman” parametreleri altında değerlendirilse de her iki başkan adayı, iç politikaları ve küresel öncelikleri doğrultusunda bu ilişkileri farklı şekillerde yönetecekler.
Öncelikle, her iki lider için de dış politika, iç politika önceliklerinin gerisinde kalacaktır. Amerikan kamuoyunun ilgisi, Asya ve Avrupa gibi bölgelere daha fazla yoğunlaşmış durumda. Bu da Orta Doğu’nun, özellikle ABD başkanlarının acil politika gündemlerinde, daha düşük öncelik taşıyacağı anlamına gelir. Dolayısıyla, Orta Doğu politikası, Trump ve Harris’in başkanlığı altında süreklilik arz eden bir stratejik ilgi görmeyecek; daha çok diğer bölgelerdeki gelişmelere bağlı olarak ikinci planda ele alınacaktır.
Son yıllarda, Orta Doğu’daki gelişmeleri büyük ölçüde Hamas-İsrail ve İran-İsrail gerilimleri şekillendirdi. Biden yönetimi döneminde, ABD’nin bu olaylara tepkisi genellikle pasif kaldı ve bölgedeki gelişmeler büyük oranda Washington’un dışındaki güçler tarafından belirlendi. 2024’te Suudi Arabistan ile İran, Çin’in arabuluculuğuyla ilişkilerini normalleştirirken, Türkiye de bölgedeki ülkelerle – Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır ile – ilişkilerini yeniden kurmaya başladı.
Netanyahu şoför koltuğunda
Binyamin Netanyahu, Ocak 2025’e kadar Orta Doğu’daki dinamikleri şekillendiren en önemli lider konumunda olacak. Gazze, Batı Şeria, Lübnan ve İran’la olası bir savaş mı yaşanacak, yoksa bu çatışmaların ardından bir düzen mi kurulacak? İsrail Başbakanı’nın bu süreçte alacağı kararlar, Trump veya Harris’in devralacağı Orta Doğu’nun nasıl bir görünüm sergileyeceğini doğrudan etkileyebilir. Özellikle, iki devletli bir çözümü sürekli reddeden Netanyahu’nun tutumu, ABD’nin Orta Doğu politikasını derinden etkilemeye devam edecek. Kongre’de 50’den fazla kez ayakta alkışlanan Netanyahu’nun, Washington siyasetinde önemli bir etkisi olduğu aşikâr.
Trump
Trump için dost ve düşman arasındaki çizgi keskin ve net. İsrail’i ve özellikle sağcı hükümetini güçlü bir şekilde destekleyecek, Filistin haklarını ise büyük ölçüde göz ardı edecektir. Trump, Suudi Arabistan’ı da sıkı bir şekilde destekleyecek; özellikle silah ticareti ve yüksek teknoloji sektörlerindeki ekonomik bağları güçlendirecektir.
İran konusunda Trump, başkan olduğu takdirde maksimum ekonomik baskı politikasına geri dönecektir. Tahran’ın kendisine karşı gelmesi durumunda güç kullanmaktan çekinmeyeceğini de belirtecektir. İlk başkanlık döneminde, İranlı General Kasım Süleymani’ye yönelik suikast, Trump’ın bu kararlılığını gösteren bir örnekti. Ayrıca, Trump’a yönelik İran kaynaklı bir suikast planı olduğu bilgisi de Trump’ın İran’a karşı daha saldırgan bir tutum sergilemesine yol açabilir.
Fakat Trump, dış politikadaki ana odağını farklı bir yere kaydırabilir: O da Çin. Trump, Vladimir Putin’in Rusya’sını düşman olarak görmüyor. Ukrayna’daki savaşı büyük ölçüde Rusya’nın şartlarına göre çözmeyi ve Moskova ile ilişkileri yeniden inşa etmeyi tercih edebilir. Trump ayrıca, ekonomik yaptırımların yaygın kullanımına özellikle Amerikan dolarının küresel rezerv para birimi olarak gücünü zayıflattığını savunarak karşı çıkmıştı. Bu çerçevede, İran ve Rusya’ya yönelik ekonomik yaptırımlara karşı eleştirilerini daha da artırabilir.
Sonuç olarak, Trump, İran’a karşı baskıyı arttıracak, tehditler savuracak, ancak İran’ın müzakere masasına gelmesi durumunda anlaşma yapmaya açık olacaktır.
Harris
Harris, Orta Doğu’ya daha nüanslı bir yaklaşım getirecektir. Trump’ın “dost ve düşman” üzerine kurulu siyah-beyaz yaklaşımının aksine, Harris daha dengeli ve ince bir politika izleyecektir. Harris, İsrail’e güçlü bir destek vermeye devam edecektir, ancak İsrail’in Gazze, Batı Şeria ve Lübnan’daki saldırgan tutumlarını eleştirmekten de çekinmeyecektir. İki devletli çözümü yeniden canlandırmak için İsrail’e baskı yapmaya çalışacak ama bu çabanın başarılı olup olmayacağı belirsiz.
Harris’in Suudi Arabistan’la ilişkisi de Trump’la kıyaslandığında daha mesafeli olabilir. ABD’nin Suudi Arabistan’a verdiği desteği devam ettirecek olsa da insan hakları ve demokrasi konularında daha sert bir söylem benimsemesi muhtemel. Ancak, küresel enerji piyasalarındaki dengeyi ve bölgesel güvenliği sağlama konusunda Suudi Arabistan’la iş birliği sürecektir.
İran konusunda Harris, nükleer anlaşmayı yeniden canlandırmak ve diplomatik çözüm yollarını önceliklendirmek isteyecektir. Trump’tan farklı olarak, Harris’in doğrudan askeri müdahalelere başvurma olasılığı daha düşük. Bunun yerine, diplomasi ve yaptırımları bir arada kullanarak İran’ı kontrol altında tutmayı tercih edecektir.
Harris yönetimi muhtemelen İsrail, Suudi Arabistan ve İran ile ilişkilere daha nüanslı bir yaklaşım getirecektir. Trump’ın benimsemeye eğilimli olduğu siyah-beyaz bakış açısından yoksun olacaktır. Harris İsrail’e güçlü bir destek verdi ve vermeye de devam edecektir. Ancak muhtemelen İsrail’in Gazze, Batı Şeria ve Lübnan’daki aşırı saldırgan eylemlerini eleştirerek bunu yumuşatacak ve iki devletli bir çözüm için müzakerelere geri dönmeleri için İsraillilere baskı yapmaya çalışacak, bu da muhtemelen başarısız olacak.
Suudi Arabistan’ın sağlam bir ortağı olacak ve Başkan Joe Biden’ın ABD, Suudi Arabistan ve İsrail arasında üçlü bir anlaşma sağlama çabalarını sürdürmeye çalışacaktır. Fakat Harris’in Suudi ve diğer Körfez liderleriyle Trump’ın sahip olduğu sıcak ve güçlü kişisel ilişkilere sahip olması beklenmiyor.
İran konusunda, Biden döneminde öne çıkan yaptırımların kısmi olarak uygulanmasını sürdürecek ve ortaya çıkmaları halinde diplomatik atılımlar peşinde koşmaya devam edecektir.
Bağlayıcı olmayan açıklamalar
Seçimin son haftalarında hem Harris hem de Trump, kendilerinden önce pek çok adayın yaptığı gibi, dış ve iç politikayı kapsayan pek çok konuda muğlak kalacak gibi görünüyor. Her iki aday da göreve geldiklerinde ellerini kollarını bağlayabilecek herhangi bir şey söylemekten kaçınacak ve mümkün olduğunca seçmenleri ya da seçmen kitlelerini yabancılaştırmamaya dikkat edecektir.
Ve kim kazanırsa kazansın, seçimden sonra hangi yönetim kurulursa kurulsun üst düzey pozisyonlara kimin atanacağı hala belli değil. Washington’da bunun neden önemli olduğunu ortaya koyan bir deyiş vardır: “Personel politikadır.” Trump için bu özellikle önemli bir soru zira dış politika danışmanlarının çoğu kendisinden çok daha geleneksel muhafazakâr ve şahin.
Dış politikasını ne ölçüde şekillendirecekleri ve kararların ne kadarının başkanın kendisi tarafından alınacağı son derece önemli olabilir. Trump’ın kafasına estiği gibi davranması ve öngörülemez olmaktan gurur duyması, ana etkiyi kendisinin elinde tutacağına dair bahse girebileceğim anlamına geliyor.
Harris’in başkanlığında hem küresel hem de Orta Doğu’daki yaklaşımlar daha öngörülebilir olacaktır.
Trump kazanırsa, öngörülemezliği bir nimet mi olacak yoksa zaten istikrarsız olan Orta Doğu’ya yeni bir istikrarsızlık unsuru mu ekleyecek?