Bizi Takip Edin

Dünya Basını

“Trump’ı unutun! Ateşkes Netanyahu’nun kendi hesabıydı”

Yayınlanma

netanyahu

Gazze savaşı, İsrail’de hükümet, ordu ve toplum için bir yük haline geldi. Trump, Netanyahu’ya sadece azaltması için bir bahane verdi.

Meron Rapoport / +972 Magazine

İsrail ve Hamas’ın Gazze’de ateşkes konusunda anlaştığının duyurulmasının hemen ardından uluslararası ve İsrail medyasında bir fikir birliği oluştu: İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun Mayıs 2024’ten bu yana masada olan bir anlaşmayı nihayet kabul etmesinin nedeni seçilmiş Başkan Donald Trump’ın baskı ve tehditleriydi. Trump’ın Orta Doğu temsilcisi Steven Witkoff’un cumartesi sabahı (Batı) Kudüs’e gelerek Netanyahu’ya kendisiyle konuşmak için Şabat’ın sonuna kadar beklemeye niyeti olmadığını bildirmesiyle ilgili hikâye hızla efsaneleşti.

Haaretz muhabiri Chaim Levinson çarşamba günü attığı tweet’te “Büyük ve kudretli Donald Trump, Netanyahu’nun elini tutup kolunu arkasından bükmeseydi, sonra biraz daha bükmeseydi, sonra biraz daha bükmeseydi, sonra kafasını masaya itmeseydi, sonra kulağına birazdan testislerini tekmeleyeceğini fısıldamasaydı anlaşma olmazdı” diyerek genel hissiyatı özetledi: “Biden’ın bunu uzun zaman önce fark etmemiş olması çok yazık.”

Witkoff ve Netanyahu arasındaki görüşmede tam olarak ne konuşulduğunu bilmiyoruz. Trump’ın Netanyahu’yu tehdit etmiş olması ve İsrail Başbakanı’nın seçilmiş Başkan’ın gazabından korkmuş olması mümkün. Ancak daha yakından bakıldığında işin içinde farklı dinamikler olduğu ortaya çıkıyor. Gerçekte ateşkes anlaşmasını kabul etme kararının Trump’tan ziyade İsrail içinde değişen savaş algısıyla ilgisi var gibi görünüyor.

Başa saralım: 7 Ekim’deki Hamas saldırısından sonra İsrail’e yaptığı ilk ziyaretten döndükten hemen sonra Başkan Biden İsrail’i Gazze’yi yeniden işgal etmemesi konusunda uyardı. Ayrıca “İsrail’in masum sivilleri öldürmemek için elinden gelen her şeyi yapacağına” inandığını ve Gazze halkının ilaç, gıda ve suya erişiminin sağlanacağından emin olduğunu söyledi. Biden ayrıca İsrail’i, ABD’nin 11 Eylül sonrasında yaptığı hataları tekrarlamaması ve “adaleti sağlama” arzusunun kontrolden çıkmasına izin vermemesi konusunda da uyardı. Netanyahu tüm bunları dinledi, sonra da tam tersini yaptı.

Savaş boyunca İsrail, geçen mayıs ayında Refah’ı işgal etmeden önce ve son aylarda Gazze’nin kuzeyini açlığa mahkûm ederken olduğu gibi, silah sevkiyatını durdurmaya yönelik açık tehditlerin eşlik ettiği durumlarda bile Amerika’nın uyarılarını özetle görmezden geldi. Trump’ın Netanyahu’yu Biden’dan daha fazla korkutması mümkün olsa da şunu sormalıyız: Netanyahu bu anlaşmayı reddetseydi, Trump silah sevkiyatlarını durdurur veya BM’deki İsrail karşıtı kararlara yönelik ABD vetosunu kaldırır mıydı?

Trump’ın ABD’nin İsrail Büyükelçisi olarak seçtiği Mike Huckabee, İsrail aşırı sağının toprak taleplerini destekliyor ve “işgal” kelimesine inanmıyor. Trump yönetimi gerçekten de daha önce hiçbir Amerikan yönetiminin yapmadığı bir şeyi yapar mı? Dolayısıyla, Trump’ın baskısı şüphesiz önemli olsa da İsrail içinde neler olduğuna bakmalıyız.

Lübnan’daki ateşkesten kısa bir süre önce tahmin ettiğim gibi: “Kuzeydeki savaşın sona ermesi kaçınılmaz olarak İsrail kamuoyunun dikkatini Gazze’deki savaşa geri getirecek ve savaşın devam edip etmeyeceğine dair sorular yeniden gündeme gelecektir. Trump Gazze’deki etnik temizliğe devam edilmesine yeşil ışık yaksa bile bunun İsrail kamuoyunu ikna etmeye yeteceği kesin değil. İsrail istese de istemese de Lübnan’daki savaşın sona ermesi Gazze’deki savaşın sona ermesini hızlandırabilir.” Benim okumama göre tam da böyle oldu.

Bazıları bu anlaşmanın, Hizbullah’ın ateşi durdurma kararı ve Suriye’de Esad rejiminin çöküşünün ardından İsrail savaş makinesiyle baş başa kalan Hamas’ın düşünce yapısındaki değişimin bir ürünü olduğunu iddia edecektir. Ancak Hamas, Hizbullah’ın saldırılarını yoğunlaştırma tehdidinin İsrail’i Gazze’de istediğini yapmaktan alıkoyacağına inanmışsa (ki gerçekten inanıp inanmadığı tartışılır), Refah’ın işgali muhtemelen aksini kanıtladı. Ayrıca Esad rejimi Hamas’a düşmandı ve Suriye’deki yeni rejim -Katar Başbakanı’nın Şam’a yaptığı son ziyaretin de gösterdiği gibi- daha sempatik olabilir.

Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben Gvir’in Netanyahu’ya uyguladığı siyasi baskının geçen yıl boyunca anlaşmayı defalarca engellediği iddiasından şüphe duymak için hiçbir neden yok. Hamas’ın Netanyahu’nun inatçılığı nedeniyle tüm taleplerinden vazgeçtiği için anlaşmanın sağlandığı düşüncesi “güzel bir hikâye ama doğru değil. Aslında gerçeğin tam tersi” diye yazan İsrailli gazeteci Ronen Bergman, ABD ve Hamas’ın sekiz ay önce anlaşmaya varmasının ardından Netanyahu’nun bizzat anlaşmayı nasıl sabote ettiğini defalarca ortaya koydu.

ABD Ulusal Güvenlik İletişim Danışmanı John Kirby’nin, İsrail’in Kanal 12 televizyonunda Hamas’ın sadece eski lideri Yahya Sinvar’ın İsrail tarafından öldürülmesi nedeniyle geri adım attığını ve ateşkesi kabul ettiğini açıklaması neredeyse utanç vericiydi. Çünkü Dışişleri Bakanı Antony Blinken, birkaç gün önce The New York Times’a verdiği bir röportajda Sinwar’ın öldürülmesinin aslında müzakereleri önemli ölçüde zorlaştırdığını söylemişti. Washington, tek bir yalan üzerinde karar verip kendi içinde koordinasyon sağlamış olsa daha iyi olurdu.

Giderek popülerliğini yitiren savaş

İsrail içinde Gazze’deki savaş hükümet, ordu ve tüm toplum için bir yük haline geldi. Son zamanlarda yapılan tüm anketlerde, yüzde 60 ila 70 arasında, hatta daha yüksek bir çoğunluk savaşın sona erdirilmesini destekliyor. Beklenenin aksine, Lübnan’daki savaşın sona ermesi aslında Gazze’deki savaşın sona erdirilmesi arzusunu güçlendirdi.

Bunun çeşitli nedenleri var. Rehinelerin aileleri tarafından her hafta düzenlenen gösteriler, Eylül ayında Hamas tarafından öldürülen altı rehinenin cesetlerinin bulunmasının ardından patlak veren protestoların boyutuna ulaşmamış olabilir, ancak hükümete karşı oluşturdukları meydan okuma azalmış değil. Aksine, daha önce hiç bu kadar çok İsrailli bu kadar büyük protestolarda sahneye çıkmamış ve İsrail savaşı sürdürürken savaşın sona erdirilmesi için bu kadar açık bir şekilde çağrıda bulunmamıştı.

Bu protestolardan birinde, oğlu Matan, Gazze’de esir tutulan önde gelen aktivistlerden Einav Zangauker, İsrail heyeti Katar’daki ateşkes görüşmeleri için yola çıkarken yaptığı konuşmada, heyetin Hamas’ın savaşı durdurma talebiyle döneceğini ve Netanyahu’nun Hamas’ın pozisyonunu sertleştirdiğini iddia edeceğini öngördü. Kalabalığa “Bu yalanlara kanmayın” dedi.

Ordu da yorgunluk belirtileri gösteriyor. Ekim başından bu yana Gazze’nin kuzeyini etnik temizliğe tabi tutmak için büyük çaba sarf etmesine rağmen Hamas yenilmekten çok uzak ve İsrail ordusuna kayıplar verdirmeye devam ediyor. Daha geçen hafta Beyt Hanun’da -ordunun 14 ay önce kara harekatının başlangıcında işgal ettiği bir bölge- 15 asker öldürüldü.

Askerlerin de ifade ettiği gibi rehineleri kurtarma görevi imkânsız görünüyor. Geriye sadece Gazze’nin kuzeyinin yıkımı kalmış durumda. Gazze’de 200 günden fazla görev yapmış bir yedek subay, askerler arasında hâkim olan havanın, savaşın bir yere gitmediği yönünde olduğunu söyledi. Bunun nedeni ahlaki bir karşı çıkış değil (aChord Center’ın son anketine göre İsraillilerin %62’si ‘Gazze’de masum yoktur’ ifadesine katılıyor), hedeflerin belirsiz olması.

Daha da önemlisi, Netanyahu’nun savaşı sona erdirmekle kazanacağı hiçbir şey olmadığı ve sadece kaybedeceği fikrini yeniden değerlendirmeye başlamış olması muhtemel. İsrail medyasının neredeyse tamamının İsrail’in Lübnan, Suriye, İran ve Gazze’deki ezici zaferleri olarak tanımladığı gelişmelerin ardından Netanyahu’nun popülaritesinin artması beklenebilirdi. Gerçekte ise tam tersi oldu. Son anketler Netanyahu’nun koalisyonunun 49 sandalyeye gerileyerek (toplam sandalye sayısı 120) 7 Ekim’den hemen sonraki durumuna yaklaştığını, merkez sol bloğun ise Meclis’teki Filistinli partiler olmadan bile çoğunluğu oluşturabileceğini gösteriyor.

Görünen o ki, ordu her ceset torbasında rehine getirdiğinde daha da alevlenen rehine ailelerinin protestoları, ordu içindeki yorgunluk ve motivasyon kaybı, savaşın popülerliğini yitirmesi ve Netanyahu’nun anketlerdeki düşüşü Başbakan’ı savaşı süresiz olarak devam ettirmenin bir yıl 10 ay sonra yapılması planlanan bir sonraki seçimleri kazanma şansını yok denecek kadar aza indireceği sonucuna götürmüş olabilir.

Sonuç olarak Netanyahu artık zararın neresinden dönülürse kârdır diye düşünmüş olabilir. Ben Gvir ve Maliye Bakanı Bezalel Smotrich hükümeti düşürmeye karar verse bile Netanyahu’nun bir elinde Sinvar ve Nasrallah’ın kellesi, diğer elinde geri dönen rehineleri kucaklayarak erken seçimlerde başarılı olma şansı oldukça yüksek.

Mükemmel bir bahane

Eğer durum buysa, gerçek ya da abartılmış olsun Trump’ın baskısı Netanyahu’nun “tam zafer” söyleminden neden vazgeçtiğini destekçilerine açıklamak için mükemmel bir bahane işlevi görüyor. Netanyahu’nun propaganda kanalı Kanal 14, Netanyahu ile Witkoff arasındaki “sert görüşmeyi” haber yapıyorsa, bu bilginin kaynağının Amerikalılar değil Başbakanlık Ofisi olduğu düşünülebilir. Netanyahu’nun bu anlatıyı güçlendirmekte açık bir çıkarı var: bu şekilde, Biden yönetimindeki “solculara” karşı cesurca savaştığını ancak Mar-a-Lago’nun öngörülemeyen ve kolayca öfkelenen Cumhuriyetçisine karşı çaresiz kaldığını iddia edebilir.

Hem savaşın hem de savaşın durdurulmasının İsrail’in iç meselesi olduğunun kanıtı muhtemelen 42 gün sonra, anlaşmanın ilk aşaması sona erdiğinde ve İsrail’in Gazze’den tamamen çekilmesini gerektiren ikinci aşama başladığında ortaya çıkacak. Anlaşmanın Katar’da imzalanmasının ardından Trump, bunun yönetiminin Orta Doğu’da “barış arayacağının ve anlaşmalar müzakere edeceğinin” kanıtı olduğunu söyledi ve bu ateşkesin savaşa son vermesini beklediğini ima etti. İkinci aşamaya yönelik müzakerelerin ilk aşamanın 16. gününde başlayacağını ve bu müzakereler devam ettiği sürece ateşkesin yürürlükte kalacağını öngören anlaşmanın lafzı da aynı yöne işaret ediyor.

Ancak Smotrich hükümette kalma kararını, anlaşmanın birinci aşaması tamamlandıktan sonra İsrail’in savaşı yeniden başlatmasına, Gazze’yi tamamen ele geçirmesine ve insani yardımları ciddi şekilde kısıtlamasına bağlıyor. Anlaşmanın onaylandığı cuma günkü kabine toplantısında Netanyahu, Trump’tan ikinci aşama öncesinde müzakerelerin başarısız olması halinde savaşa devam etme güvencesi aldığını söyledi. Görünüşe göre bu Trump’ın iradesine aykırı, ancak sağdan gelen baskı altında Netanayhu savaşın yeniden başlamasını kabul edebilir- yani “büyük ve güçlü” Trump’ın yönetiminde bile Amerikan baskısının bir sınırı var.

Dünya Basını

INSS: İran dış tehdide karşı kenetlenmiş görünüyor

Yayınlanma

İsrail’in güvenlik bürokrasisine yakınlığıyla bilinen, Tel Aviv Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren yarı resmî düşünce kuruluşu INSS (Ulusal Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü), İsrail-İran savaşının gidişatına dair bir değerlendirme yayımladı. İsrail ordusunda 20 yıldan fazla İran uzmanı olarak görev alan, INSS İran ve Şii Ekseni Araştırma Programı Direktörü Dr. Raz Zimmt tarafından kaleme alınan analiz, Tahran’ın savaşta geldiği kritik eşik, İran’ın nükleer altyapısına ve komuta sistemine verilen zarar, İran yönetiminin dayanıklılığı ve önündeki seçeneklere odaklanıyor.

“İran’a Karşı Kampanya: Durum Değerlendirmesi, İkilemler ve Sonuçlar” başlıklı analizde Zimmt, savaşın nasıl sona erebileceğine dair üç olası senaryo üzerinde duruyor. Analiz, hem İran’ın kırılganlıklarını hem de İsrail’in askeri kazanımlarını sürdürme konusunda karşı karşıya olduğu stratejik riskleri ortaya koyarken, ABD’nin pozisyonunun belirleyici rolüne dikkat çekiyor. INSS, savaşın sona erme biçiminden bağımsız olarak İsrail’in uzun vadeli bir “İran tehdidine” karşı hazırlıklı olması gerektiğini vurguluyor.

Makaledeki değerlendirmelerin büyük ölçüde İsrail’in resmî güvenlik bakış açısını yansıttığı ve ülkede uygulanan askeri sansür nedeniyle, İran saldırılarının İsrail’e verdiği zararın kapsamının olduğundan düşük gösterilmiş olabileceği göz önünde bulundurulmalı.

***

İran’a karşı yürütülen savaş: Durum değerlendirmesi, ikilemler ve olası sonuçlar

Dr. Raz Zimmt

İsrail ile İran arasındaki çatışmaların başlamasından üç gün sonra, İran kritik bir dönüm noktasına yaklaşmış durumda. Bu durum, İsrail’in İran’ın stratejik varlık ve kabiliyetlerine ciddi zararlar veren yoğun ve sürekli saldırılarının ardından gelişti. Tahran açısından tablo karmaşık ve çok boyutlu. Bir yandan, İran’ın üst düzey askeri liderliğini hedef alan saldırılarla ciddi bir darbe aldığı görülüyor. Bu saldırı, sadece stratejik bir sürpriz ve ulusal bir aşağılanma olmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’in İran rejiminin güç merkezlerine sızma yeteneğini de bir kez daha gözler önüne serdi. İran Genelkurmay Başkanı, Devrim Muhafızları Ordusu (IRGC) komutanı, istihbarat ve operasyon birimlerinin başkanları ile IRGC Hava-Uzay Kuvvetleri komutanının öldürülmesi, Tahran’ın bu askeri kampanyayı etkin biçimde yönetme kapasitesini geçici olarak sekteye uğrattı.

Son günlerde, İsrail Hava Kuvvetleri İran’ın nükleer programına yönelik saldırılarla operasyonel başarılar elde etmeyi sürdürdü. Bu saldırılar Natanz zenginleştirme tesisine kısmi (tam değil) zarar verirken, nükleer silah geliştirme programıyla bağlantılı olduğu düşünülen ve bu programın gelişiminde kilit rol oynayan ondan fazla bilim insanının hedef alınıp öldürülmesini de kapsıyor. Ayrıca, İran’ın askeri ve güvenlik altyapısı da İsrail tarafından hedef alındı: komuta merkezleri, füze ve hava savunma sistemleri, IRGC’nin istihbarat ağı ve bazı stratejik enerji tesisleri. Saldırıların devam etmesi, İran’ın komuta-kontrol sistemini zayıflatabilir ve rejimin iç sorunları yönetme kabiliyetini giderek aşındırarak genel istikrarını tehdit edebilir.

Öte yandan, İranlı yetkililer sınırlı da olsa bazı kazanımlara işaret edebiliyor. Her ne kadar nükleer program zarar görse de bu zarar henüz kritik düzeyde değil, özellikle de Fordow zenginleştirme tesisinin hâlâ sağlam. Ayrıca rejimin iç istikrarı açısından şu an ciddi ve acil bir tehdit söz konusu değil. İran liderliği dış tehdide karşı birlik, kararlılık ve canlılık mesajı vererek kenetlenmiş görünüyor. Rejime yönelik halkın duyduğu memnuniyetsizlik inkâr edilemez ancak bu aşamada halktan rejime yönelik aktif bir direniş gözlenmiyor. İsrail saldırılarında zarar gören yerleşim bölgelerine ait yıkım görüntüleri ise paradoksal biçimde iç dayanışmayı artırarak milli birlik duygusunu pekiştirmiş görünüyor.

Ayrıca İran, İsrail’in iç cephesine de sınırlı düzeyde zarar vermeyi başardı. Her ne kadar bu zarar kapsam açısından büyük olmasa da İran hükümeti ve medyası bu saldırıların belgelerini kullanarak psikolojik direnç ve uzun vadeli stratejik denge anlatısını güçlendirmeye çalışıyor. Bu söylem, İslam Cumhuriyeti’nin hem direnme hem de zamanla İsrail’e zarar verebilme kapasitesine sahip olduğunu vurguluyor.

İran liderliğinin bu savaş sonrası dönemde bazı temel kazanımları korumayı hedeflediğini değerlendirmek makul olur:

-Rejimin hayatta kalması; iç ve dış tehditlere karşı en öncelikli mesele olarak görülüyor;

-Nükleer programın devamlılığı; rejimin varlığını sürdürmesi için bir tür “sigorta poliçesi” olarak algılanıyor;

-Gelecekteki güvenlik tehditleriyle mücadele edebilmek için gerekli olan füze sistemleri, istihbarat altyapısı ve komuta-kontrol ağları gibi stratejik varlıkların muhafazası.

Tahran’ın bu temel hedefleri sürdürebilme yetisi, önümüzdeki haftalarda savaşın nasıl yönetileceği, ne zaman sona erdirileceği ve savaş sonrası bir düzenlemeye gidilip gidilmeyeceği ya da nükleer stratejide bir değişiklik yapılıp yapılmayacağı gibi kararları belirleyecek.

Şu an itibariyle İran, savaşın yürütülmesine odaklanmış durumda; İsrail saldırılarının etkisini en aza indirirken İsrail’e azami zarar vermeye çalışıyor. Ancak savaş devam edip kayıplar arttıkça, Tahran liderliği önünde birkaç önemli seçenek bulacak:

-Mevcut çatışma biçimini sürdürerek İsrail’i uzun bir yıpratma savaşına çekmek;

-Politik bir düzenlemeyle savaşı sonlandırmaya çalışmak;

-Gerilimi daha da tırmandırarak Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’ndan (NPT) çekilmek ya da gizli bir tesiste nükleer silah geliştirme hamlesine girişerek uluslararası müdahaleyi tetiklemek ve bu yolla savaşı durdurmak.

Savaşı sürdürmek İran’a İsrail’in iç cephesini hedef almaya devam etme fırsatı tanıyabilir, fakat aynı zamanda giderek ağırlaşan bir tahribatı da göğüslemesini gerektirir ki bu da stratejik varlıklar, kritik altyapı ve nükleer kabiliyetlerin başka unsurlarını tehlikeye atabilir. Zamanla bu tür kayıplar, İran’ın savaş sonrası korumak istediği başarıları güvence altına alma kapasitesini zayıflatabilir. Ayrıca İran’ın mevcut füze ateşleme temposunu sürdürebilme kapasitesi belirsizliğini koruyor. Eğer özellikle de İsrail’in operasyonları kabiliyetlerini daha da aşındırdıkça “savaş ekonomisine” geçmeye zorlanırsa İran’ın İsrail’in hava savunma sistemlerine anlamlı bir tehdit oluşturma gücü azalabilir ve bu da yalnızca zaman zaman yapılacak dağınık saldırılara indirgenebilir.

İran’ın savaşı sona erdirme ve müzakerelere dönme yönünde bir karar alması, İsrail’in ateşkese onay vermesine ve muhtemelen ABD’nin Tahran’ın belirli şartlarını kabul etmesine bağlı olacak. Ancak, İran’ın şu anda bu konuda esneklik ve hazırlık gösterme niyetinde olup olmadığı şüpheli. Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi her ne kadar genel bir ateşkes olasılığına açık olduklarını dile getirmiş olsa da İran Dışişleri Bakanlığı ABD ile görüşmelere yeniden başlamanın faydasız olduğunu belirtti; çünkü Tahran, İsrail’in bu saldırıları bağımsız olarak değil, ABD’nin işbirliğiyle ya da en azından Washington’un zımni onayıyla gerçekleştirdiğine inanıyor.

NPT’den çekilmek ki bu adım İran Meclisi’ndeki bazı üyeler tarafından halihazırda önerildi, ya da nükleer bir çıkış girişiminde bulunmak, uluslararası müdahaleyi tetiklemek için baskı taktikleri olarak kullanılabilir. Ancak İran’ın bunu gizlice gerçekleştirme kapasitesi oldukça kuşkulu; çünkü nükleer programına yönelik istihbarat sızıntıları ve İran hava sahasında süren yoğun İsrail saldırıları bu olasılığı sınırlandırıyor. Ayrıca böyle bir hamle büyük riskler taşır: Doğrudan ABD askeri müdahalesini kışkırtabilir ki bu, İran’ın kaçınmaya çalıştığı bir senaryo. Bu ayrıca İsrail’in önleyici saldırısı sonrasında elde ettiği uluslararası meşruiyeti de baltalayabilir.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Amerikalı profesör Stephen Walt: İsrail Hegemon Olamaz

Yayınlanma

Uluslararası İlişkiler teorilerinde realist yaklaşımın öne çıkan isimlerinden, Harvard Üniversitesi Profesörü Stephen M. Walt, Foreign Policy için kaleme aldığı makalede İsrail’in neden bölgesel hegemon olamayacağını tartışıyor.

İsrail Hegemon Olamaz

İsrail hükümeti, bölgesel hakimiyet için hamle yapıyor; ancak bu büyük ihtimalle başarılı olmayacak.

Stephen M. Walt, 16 Haziran 2025

İsrail’in İran’a yönelik kapsamlı saldırısı, bölgesel rakiplerinin her birini ortadan kaldırma veya zayıflatma kampanyasının son turudur. Ekim 2023’teki Hamas saldırısının ardından, Filistin halkını anlamlı bir siyasi güç olarak yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütmüştür; bu çaba, önde gelen insan hakları kuruluşları ve çok sayıda akademik uzman tarafından soykırım olarak tanımlanmıştır. Hava saldırıları, tuzaklı cep telefonları ve diğer yöntemlerle Lübnan’daki Hizbullah liderliğini yok etmiştir. Yemen’deki Husilere saldırmış ve Esad sonrası Suriye’de silah depolarını yok etmek ve tehlikeli gördüğü güçlerin orada siyasi etki kazanmasını engellemek için bombalamalar gerçekleştirmiştir. İran’a yönelik son saldırılar ise yalnızca bu ülkenin nükleer altyapısına zarar vermeyi ya da onu yok etmeyi değil, daha fazlasını amaçlamaktadır. En azından, İsrail İran’ın nükleer programı üzerindeki müzakereleri sona erdirmek; üst düzey İranlı liderleri, askeri yetkilileri, diplomatları ve bilim insanlarını öldürerek İran’ın karşılık verme kapasitesini felç etmek; mümkünse ABD’yi savaşa daha fazla çekmek istemektedir. En uç noktada ise rejimi çöküşe sürükleyecek kadar zayıflatmayı ummaktadır.

Tüm bu eylemler en azından kısa vadede kısmen başarılı olduğuna göre, artık İsrail’i bölgesel bir hegemon olarak mı düşünmeliyiz? Eğer böyle bir devlet, “belirli bir bölgede tek büyük güç” olarak tanımlanıyorsa ve “başka hiçbir devlet (veya devletler kombinasyonu) tümüyle bir askeri güç sınavında ciddi bir savunma yapamayacaksa”, İsrail bu tanıma uyuyor mu? Eğer öyleyse, komşularının da tıpkı diğer hegemonlarla karşı karşıya kalanların yaptığı gibi hareket etmesi mi beklenmelidir: “Üstün gücünü tanıyıp, hegemonun hayati çıkarları konusunda ona boyun eğmek”?

İlk bakışta, bu olasılık gerçek dışı görünüyor. Nüfusu 10 milyondan az olan (ve bunların sadece %75’i Yahudi olan) bir ülke, birkaç yüz milyon çoğunluğu Müslüman Arap ve 90 milyondan fazla Pers’in yaşadığı geniş bir bölgeyi nasıl egemenliği altına alabilir?

Ancak, İsrail’in komşularına kıyasla birçok avantajı olduğunu düşündüğümüzde bu fikir daha makul hale geliyor. Vatandaşları daha iyi eğitimli, son derece vatansever ve genellikle Arap muadillerinden daha etkili liderler tarafından yönetilmiştir. Zengin ve siyasi olarak etkili bir diasporadan cömert ve tutarlı destek alır, geçmişte ise Büyük Britanya ve Fransa gibi büyük güçlerden paha biçilmez yardımlar görmüştür. Çoğu Arap rakibi iç bölünmeler, isyanlar veya darbelerle karşı karşıya kalmış ve Araplar arası rekabetle bölünmüştür.

Ayrıca modern askeri gücün artık sayısal üstünlükten çok teknolojik hakimiyet, eğitim ve yetkin komuta becerilerine dayandığı için, İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) daima karşı karşıya kaldığı güçlerden çok daha yetenekli olmuştur. Savaşlar giderek daha pahalı ve sofistike silahlara bağımlı hale geldikçe bu avantaj daha da artmıştır. Hizbullah ve Hamas zamanla daha yetenekli hale gelmiş olsa da, hiçbiri İsrail’in varlığını tehdit edememiş veya İsrail’in onlara verebileceği zararla boy ölçüşememiştir. İsrail’in geniş nükleer silah cephanesi ve övülen istihbarat yetenekleri, konumunu daha da sağlamlaştırmıştır.

En önemlisi, İsrail Amerika Birleşik Devletleri’nden büyük ve büyük ölçüde koşulsuz destek almaktadır. ABD hükümeti ne yaparsa yapsın İsrail’i desteklemekte ve İsrail’in “niteliksel askeri üstünlüğünü” sürdürme konusunda resmen taahhütte bulunmuştur. Bu yardım olmasaydı, yaklaşık 10 milyon İsrailli kendi topraklarını savunabilir—nükleer silahları olduğunu unutmayın—ama çevre bölgeye hükmetme şansları pek olmazdı.

Tüm bunlar göz önüne alındığında, İsrail’in daha geniş Orta Doğu’yu egemenliği altına alma fikri o kadar da saçma değildir. Ancak İsrail’i gerçek bir bölgesel hegemon olarak görmek bir hata olur.

Birincisi, bölgesel bir hegemon, komşularına kıyasla o kadar güçlüdür ki artık onlardan ciddi bir güvenlik tehdidiyle karşılaşmaz ve yakın zamanda gerçek bir rakibin ortaya çıkacağı konusunda endişelenmesine gerek yoktur. Bu, ABD’nin 20. yüzyılın başında ulaştığı konumdu: Diğer büyük güçler Batı Yarımküre’den çekilmişti ve bölgede hiçbir ülke veya ülke kombinasyonu, Amerika’nın ekonomik gücü ve askeri potansiyelini yakalayamazdı. Küba füze krizi hariç—ki bu da dış bir gücün (Sovyetler Birliği) yarımküreye nükleer başlıklı füzeler göndermesiyle olmuştu—ABD 19. yüzyıl sonundan bu yana yarımküre içinden ciddi bir askeri tehdit yaşamamıştır. Bu ayrıcalıklı konum, Washington’un dış ve savunma politikalarını Avrasya’ya odaklamasını sağlamıştır; amacı başka hiçbir gücün stratejik önemi olan bir bölgede benzer bir konuma gelmesini engellemekti.

Bugün İsrail bu standardı karşılamıyor. Örneğin Husiler hâlâ meydan okuyor ve IDF, Gazze’de büyük bir yıkım gerçekleştirmesine rağmen hâlâ orada bataklığa saplanmış durumda. İsrail, Hizbullah ve Hamas’ı ciddi şekilde zayıflatmıştır ama bunlar devlet dışı aktörlerdi ve hiçbiri İsrail’in varlığına yönelik varoluşsal bir tehdit oluşturmamıştı. Bugün hiçbir Arap devleti ya da koalisyonu İsrail’e denk değil, ancak hem Türkiye hem de İran önemli askeri güçlere ve çok daha büyük nüfuslara sahip; tümüyle bir savaş durumunda kaybetseler bile inandırıcı bir savunma yapabilirler. Bu da İsrail’in onları hesap dışı bırakamayacağı ya da bu devletlerin ona boyun eğeceğini varsayamayacağı anlamına gelir. İran’ın süregelen direnişi bunu açıkça göstermektedir: Son saldırılara karşılık olarak verdiği yanıt maruz kaldığı zarardan az olsa da hiç de önemsiz değildir ve çatışma sona ermemiştir. Tahran’ın, bu son karşılaşmayı kaybetse bile, gönüllü olarak çıkarlarını İsrail’e tabi kılacağına dair hiçbir işaret yoktur. Bu tek başına bile İsrail’in bölgesel hegemon olmadığını gösterir.

Ayrıca, son saldırıların tüm gerekçesi İran’ın bir gün nükleer silah edinme ihtimaliydi. Risk, İran’ın İsrail’e nükleer saldırı düzenlemesi değildi—bu intihar olurdu—ama bir İran bombası, İsrail’in bölgede cezasız güç kullanma kapasitesini sınırlardı. İsrailli liderlerin bu ihtimali—daha temkinli hareket etmeye mecbur kalma ihtimalini—bir tehdit olarak görmesi, ABD’nin uzun süredir sahip olduğu türden “serbest güvenlik”ten yoksun olduklarını gösterir.

İsrail’in son savaş alanı başarıları, İsrail’in kontrol ettiği topraklarda nüfusun yaklaşık yarısını oluşturan Filistinliler sorununu da çözmüş değildir. Üstün askeri ve istihbarat kapasitesi, Hamas’ın 2023 Ekim’inde yüzlerce İsrailliyi öldürmesini engelleyememiştir ve buna karşılık İsrail’in 55.000’den fazla Filistinliyi öldürmesi, bu çatışmaya siyasi bir çözüm getirmeye de yardımcı olmamıştır. Aksine, İsrail’in küresel imajını ciddi şekilde zedelemiş ve uzun süredir müttefik olan çevrelerde bile desteği zayıflatmıştır.

En önemlisi, İsrail hâlâ Amerikan desteğine kritik ölçüde bağımlıdır; komşularına saldırmak için ihtiyaç duyduğu uçakların, bombaların ve füzelerin çoğunu ABD sağlar ve sürekli diplomatik koruma sunar. Gerçek bir bölgesel hegemon, komşularına hükmetmek için başkalarına güvenmek zorunda kalmaz ama İsrail kalıyor. ABD desteği onlarca yıldır sarsılmazdı; bunun sebebi güçlü bir yerli çıkar grubunun etkisidir, ancak bu ilişki son yıllarda bazı gerilim işaretleri göstermiştir ve Amerika’nın küresel güç konumu gerilerken sürdürülmesi daha zor hale gelecektir. Eğer bu son çatışma ABD’yi içine çekerse, Trump’ın barışı koruyacağını düşünen MAGA yanlıları da dahil olmak üzere daha fazla Amerikalı, bu “özel ilişki” için ödenen bedelin ne kadar ağır olduğunu fark edecektir.

Son olarak, kalıcı bölgesel hegemonya, komşu ülkelerin hegemonun baskın konumunu kabul etmesini (ve bazı durumlarda memnuniyetle karşılamasını) gerektirir. Aksi takdirde hegemon, sürekli olarak yeni bir muhalefet doğmasından endişe eder ve bunu önlemek için sürekli eylemlerde bulunmak zorunda kalır. Ayrıcalıklı konumunu başkalarına kabul ettirebilmek için kalıcı bir hegemon, belirli bir hoşgörüyle hareket etmelidir; eski ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’in Latin Amerika’ya karşı “iyi komşuluk” politikasını benimsemesi gibi. Napolyon Fransası, Nazi Almanyası veya İmparatorluk Japonya’sı gibi hegemonyaya aday ülkelerin bir süreliğine baskın konum elde ettiklerini ama bu kazanımları pekiştiremediklerini ve sonunda daha güçlü karşı koalisyonlara yenik düştüklerini hatırlamak gerekir.

Komşulara karşı hoşgörüyle davranmak İsrail’in güçlü yönlerinden biri olmamıştır ve ülkedeki sağcı güçlerin ve dini aşırılık yanlılarının artan etkisi bunu daha da olanaksız kılmaktadır. Tüm bunlar bir araya getirildiğinde, İsrail’in bölgesel hegemon olmaktan çok uzak olduğu açıktır. Liderlerinin bu statüyü elde etmeyi istememesi için hiçbir neden yoktur—kim istemez ki—ama bu konum onlara daima ulaşılmaz kalacaktır. Ve bu da İsrail devletinin uzun vadeli güvenliğinin, komşularıyla, özellikle de Filistinlilerle kalıcı bir siyasi anlaşma yapmasına bağlı olduğunu gösteren bir başka hatırlatmadır. Kalıcı güvenliğin yalnızca güçle değil, esasen siyasetle sağlandığını bir kez daha hatırlatır.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Savunma sanayiinde ‘Amerikan malı’ baskısı geri tepiyor

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız makale, Amerikan dış politikasının savunma sanayii çıkarlarıyla kurduğu karmaşık ve çoğu zaman çelişkili ilişkiye dair kritik bir analiz sunuyor. Defense One gibi, ABD ulusal güvenlik aygıtına yakın ve savunma bürokrasisiyle iç içe geçmiş bir platformda yayımlanmış olması, yazının içeriğini yalnızca aktardıklarıyla değil, aynı zamanda aktarmadıklarıyla da düşünmeyi gerektiriyor. Makale, “Avrupa’nın savunmada özerkliği” söylemini benimserken, bunu Amerikan silah satışlarına zarar vermeyecek biçimde yeniden çerçeveleyerek hem stratejik otonomi fikrini daraltıyor hem de emperyal savunma piyasasının sınırlarını tartışmadan kabul ediyor.

Bu yönüyle metin, ABD’nin küresel hegemonyasını koruma refleksleri ile müttefikler arası çıkar çatışmalarının güncel bir tezahürünü yansıtsa da bu çelişkilerin yapısal kökenlerine inmeden, çözümü daha “akıllı” bir Amerikan yönetişiminde arıyor.


“Amerikan satın al” baskısı geri tepiyor

Emma Ashford
Defense One
6 Haziran 2025
Çev. Leman Meral Ünal

Hiç şüphe yok ki ABD Başkanı Donald Trump, ABD savunma sanayisinin büyük bir hayranı. “Dünyanın en iyi füzelerine sahibiz” demişti yakın zamanda gazetecilere verdiği demeçte, “Dünyanın en iyi denizaltıları bizde. En iyi tanklar, en güçlü silahlar da.” Hatta 79. doğum gününde Washington’da Amerikan silahlarını sergilemek için bir askerî geçit töreni düzenlemeyi bile planlıyor.

Ancak Trump’ın Amerikan silahlarına ve dışarı silah satışına olan bu tutkusu, bazı diğer politika hedeflerini giderek daha fazla riske atıyor.

Trump yönetimi, Avrupa’da birbiriyle çelişen iki politika izliyor: Bir yandan Avrupa devletlerinin savunma harcamalarının artırmasını ve kendi güvenliklerine daha fazla yatırım yapmasını isterken, diğer yandan bu kaynakların ABD menşeli silahlara harcanmasında ısrar ediyor. Bu ikili tutum, Avrupa siyasi elitlerinin tepkisini çekiyor ve kıtanın savunma alanında özerkleşme sürecini yavaşlatma, hatta raydan çıkarma riski taşıyor. Oysa uzun vadede, kendi savunmasını yapabilen güçlü bir Avrupa, savunma sanayi kârlarından feragat edilse bile ABD için önemli bir kazanım olabilir.

Trump yönetimi, Avrupa’nın savunma kapasitesinin artırılmasını istediğini açıkça ifade etti. Savunma Bakanı Pete Hegseth’in bu yılın başlarında NATO müttefiklerine hatırlattığı gibi, “Avrupa’nın güvenliğini sağlamak, öncelikle Avrupalı üyelerin sorumluluğu olmalı”. Bu söylem, Ukrayna’ya verilen askeri desteğin geçici olarak azaltılması ve Avrupa ülkelerinin savunmaya GSYİH’nın yüzde 5’ine varan oranlarda kaynak ayırması yönündeki baskılarla da destekleniyor.

Ve nihayet Avrupa, ABD’nin “yük paylaşımı” konusundaki söylemlerini ilk kez ciddiye alıyor gibi duruyor. Almanya’daki yeni hükümet nisan ayında, “borç freni”ni gevşeterek savunma harcamalarını artırmayı kabul etti; bu, birkaç yıl öncesine kadar düşünülemez bir adımdı. 23 NATO üyesi artık savunmaya GSYİH’larının yüzde 2’sini ayırıyor. Avrupa Komisyonu ise ortak savunma alımlarını koordine etmek için “Avrupa’yı Yeniden Silahlandır” (ReArm Europe) girişimini başlattı.

Ancak Trump yönetimi, bu süreçte müttefiklerini hem kendileri hem de Ukrayna için ABD yapımı silahlar satın almaya zorlamaya devam etti. Dışişleri Bakanı Marco Rubio, Avrupalı yetkililerle yaptığı bir toplantıda, ABD savunma şirketlerinin Avrupa yatırımlarından dışlanmasının “Washington’da olumsuz karşılanacağını” söyleyerek AB’nin ReArm projesine açık bir uyarı yapmış oldu.

Bu, ABD’nin Avrupa’ya yönelik uzun süredir devam ettirdiği bir politika. 2019 yılında ilk Trump yönetimi, AB’nin ortak savunma sanayi girişimi PESCO kapsamında yabancı silahlara getirilecek kısıtlamalara karşı çıkmış, hatta Avrupalı silah üreticilerine misilleme yapmakla tehdit etmişti.

Bu tutum, Trump’ın küresel politikalarıyla da uyumlu. Nitekim gümrük savaşlarından Körfez ülkelerine yapılan ziyaretlere kadar pek çok hamle, ABD şirketlerinin yurtdışı silah satışlarını artırma odaklıydı. Trump’ın ilk döneminde, Beyaz Saray yeni silah satış anlaşmalarını büyük başarılar olarak lanse etmiş; Dışişleri Bakanlığı’nı ABD müttefiklerine “Amerikan satın almaya” zorlamayı teşvik etmişti.

Ne var ki bugün, Avrupa’yı “Amerikan satın al” baskısı altında tutmak sorun yaratıyor. Bu tür bir dayatma, Avrupa ülkeleri arasında Amerikan ürünlerini satın almaları mı yoksa Avrupa içinde yatırım yapmaları mı gerektiği konusunda bölünmelere yol açarak ortak bir konsensüs oluşturmayı zorlaştırıyor. Örneğin, Almanya’nın F-35 alım kararı, Fransız yetkilileri öfkelendirdi; zira bu kararın Avrupa’nın ortak savaş uçağı projesi FCAS’ı (Geleceğin Muharebe Hava Sistemi – Future Combat Air System) baltalayacağı düşünülüyor.

Fransızlar kısmen haklı: Avrupalıları sadece Amerikan silahları satın almaya yönlendirmek, kıtanın savunma sanayi tabanını zayıflatabilir ve Trump yönetiminin desteklediğini söylediği “özerk Avrupa savunması” hedefini baltalayabilir. Belki daha da önemlisi, savunma harcamalarını artırma gibi siyasi açıdan popüler olmayan kararlar, kamuoyuna “yerli yatırım” olarak satılamazsa, Avrupa liderleri bu adımları hiç atamayabilir.

Yine de bazı durumlarda ABD silahlarını satın almak mantıklı olabilir. Avrupa savunma şirketleri hızla büyüse de (sadece 2023 yılında yüzde 17’lik bir artışla) hâlâ üretemedikleri veya seri üretime geçiremedikleri sistemler var. Ve şayet Avrupa ülkeleri önümüzdeki yıllarda sahiden GSYİH’nın yüzde 5’ini savunmaya ayırırlarsa, kıtanın savunma sanayisi bu talebi kısa sürede karşılayamayacaktır.

Bu nedenle, ABD’nin Avrupa’ya silah satışlarının önümüzdeki yıllarda da devam edeceğine pek şüphe yok. Ne var ki ABD’nin kendi savunma sanayii bile ordu ve müttefiklerinin ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanıyor. Güçlü bir Avrupa savunma endüstrisi, transatlantik savunma ekosistemini entegre ederek ortak güvenlik ihtiyaçlarını karşılamada stratejik bir avantaj sağlayabilir.

Karar vericiler, “şimdi ne alınmalı” (hava savunma sistemleri gibi acil ihtiyaçlar) ve “uzun vadede neye yatırım yapılmalı” (füze teknolojileri gibi) soruları dikkatle değerlendirmeli. Bu, ABD liderlerinin kısa vadeli silah satış kazançlarını değil, uzun vadeli stratejik çıkarları gözetmesini gerektiriyor.

Trump yönetimi, NATO müttefiklerini savunma harcamalarını artırmaya ikna etmede büyük adımlar attı. NATO’nun kurulduğu günden bu yana neredeyse her yönetimi hayal kırıklığına uğratan bir mücadelede en azından bir miktar zafer elde edildiğini iddia edebilirler.

Ancak bu kazanımın sürdürülebilmesi için silah satışları konusunda daha dengeli bir yaklaşım benimsenmeli: ABD, kritik satışları desteklerken Avrupalı müttefiklerine her koşulda “Amerikan satın al” demekten vazgeçmeli. Uzun vadede bu hem Amerika hem de Avrupa’nın yararına olacaktır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English