Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Ukrayna’da barış için iki çizgi mücadelesi: Batı ve Küresel Güney

Yayınlanma

Batı kamuoyunda Rusya-Ukrayna, Moskova’da ise Rusya-Kolektif Batı (ABD, AB, NATO) Savaşı olarak adlandırılan güç mücadelesi nasıl sona erecek? Bu konuda iki farklı çizgi mevcut. Bu çizginin ilkini temsil eden Batı dünyası son olarak İsviçre’nin Bürgenstock kasabasında 15-16 Haziran tarihlerinde resmi adıyla “Ukrayna’da Barış Zirvesi” düzenlendi.

Zirveye ihtilaflı tarafın yani Rusya’nın çağrılmaması Batı’nın Ukrayna’da barışa müzakereler ve tavizler yoluyla değil, rakip ülkenin tam mağlubiyeti ile ulaşmayı arzuladığını gösteriyor. Ukrayna’da Barış Zirvesi’nin hemen öncesinde Rusya’nın dondurulan mal varlıklarından elde edilecek gelirin Ukrayna’ya aktarılması ve Rusya’nın Ukrayna sahasından Batı’nın istihbarat ve mühimmat desteği ile vurulmasına verilen onay da bu nedenle tesadüf değil.

Önümüzdeki günlerde NATO toplantısından çıkacak Ukrayna’ya uzun vadeli ve kurumsal destek kararını göz önünde bulundurursak İsviçre’deki etkinliği “Ukrayna’da Barış Zirvesi” yerine “Rusya’yı Teslim Alma Girişimi” olarak adlandırmak daha doğru olacaktır.

Rusya’ya diz çöktürmek: Teorik açıdan kusurlu, pratikte imkansız

Rusya’yı diz çöktürerek barışı tesis etme girişiminin teorik ve pratik açıdan çıkmazı bulunuyor. Batı dünyasında efsanevi bir siyasi zeka olarak kabul edilen eski ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Henry Kissinger savaşlarda bir tarafı tam teslimiyet koşulları altında masaya oturtmanın gerçek bir barışı değil gelecekteki daha büyük savaşı hazırlayacağı konusunda uyarıda bulunmuştu. İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanan yıkımın tohumlarının Birinci Dünya Savaşı’nda atıldığını hatırlamak bu nedenle isabetli olacaktır.

Batı’nın teorik olarak oldukça tehlikeli bu yaklaşımının pratikte de bir karşılığı bulunmuyor. Zira yaptırımlarla teslim alınması beklenen Rus ekonomisi uluslararası kurumları şaşırtacak derecede dayanıklılığını kanıtlarken, Rus ordusunun Ukrayna sahasındaki ilerlemesi devam ediyor.

Savaşı uzatan Barış Zirvesi

Batılıların “day dream (gündüz düşü)” dediği uyku ile uyanıklık arasındaki hayallerle tertip edilen Ukrayna’da Barış ya da doğru ifadesi ile Rusya’yı Teslim Alma Girişimi’nin nasıl sonuçlandığını anlamak içinse Putin’in açıklamalarına bakmak yeterli olacak. Rusya lideri Putin, G7 ve Barış Zirvesi’nin arasına denk gelecek şekilde yaptığı açıklamada Moskova’nın çatışmaların sona ermesi için yeni şartlarını kamuoyuna duyurdu. Buna göre; Rus ordusu kontrol sağladığı topraklardan çıkmayacağı gibi yeni kazanımlar elde edildiği takdirde barış müzakereleri yeni gerçeklikler ışığında güncellenecek.

Rusya, ABD’li New York Times gazetesinin açıkladığı belgelere bakılacak olursa 2022’de İstanbul’daki müzakerelerde toprak konusunda daha az talepkar olmasıyla dikkat çekiyordu. İstanbul’da barışın kıyısına kadar gelindiğini ancak bunun dış müdahaleler ile akamete uğratıldığını dönemin Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da “NATO’ya bağlı ülkelerin içinde savaş devam etsin arzusunda olanlar var. Savaş devam etsin, Rusya daha zayıflasın diye” sözleri ile özetlemişti.

Gelinen noktada Batı’nın her barış konferansı düzenlediğinde savaşın biraz daha uzayacağını görmek sürpriz olmayacak. Böylesine bir tablonun Ukrayna’da Rusya için Afganistan benzeri bir “Sonsuz Savaş” arzulayan ABD’ye hizmet ettiğine ise şüphe yok. Washington yönetimi bu sayede stratejik özerklik arayan Avrupalı devletleri kendi yanında rahatlıklar hizalarken, asıl rakip olarak gördüğü Çin’i kuşatmak için de gerekli politik atmosferi inşa ediyor.

Küresel Güney’in itiraz ve planı

İsviçre’de düzenlenen zirveye katılmayan ya da katılıp da imza atmayan ülkelerin toplamı Ukrayna’da barış için farklı bir alternatifin olgunlaştığını gösteriyor. Rusya ve İran’ın davet edilmediği zirveye Çin ve Mısır temsilci göndermedi. Güney Afrika, Brezilya, Hindistan, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ise zirvede yer aldığı halde sonuç bildirgesini imzalamadı. Bu ülkelerin toplamı BRICS olarak adlandırılırken daha geniş planda bakıldığında Küresel Güney’in de Batı’nın çözüm/çözümsüzlük planına ilgi göstermediği dikkat çekiyor. Nitekim Türkiye ve Katar dışında Orta Doğu ülkelerinin büyük kısmı bildirgeye destek vermezken, Orta Asya’nın tamamı, Latin Amerika ve Afrika’nın ezici çoğunluğu da oyunun dışında kalmayı tercih etti.

BRIICS ülkelerinin oluşturduğu alternatifin çatısını Çin ve Brezilya’nın duyurduğu 6 maddelik çözüm planı oluşturuyor. Planın Batı’dan farkı yaptırım siyasetine,  bloklaşmalara karşı olması ve Rusya ile Ukrayna’yı aynı anda masaya oturtma hedefi. Müzakerelerin nerede tertip edileceğine dair şu anda resmi bir öneri olmasa da Çin ve Suudi Arabistan’ın adı öne çıkıyor. Ukrayna krizinin yıldönümünde 12 maddelik yol haritası hazırlayan ve bunu Ukrayna ile Avrupa başkentlerinde müzakere eden Çin’e Rusya’nın initiyatif vermesi muhtemel. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, daha önce yaptığı açıklamada Çin’in organize edeceği bir sürece müdahil olacaklarını duyursa da Batı krizin tarafı olmakla suçladığı Pekin yönetiminin uhdesindeki müzakerelere sıcak bakmayacaktır. İsviçre’deki konferansın başarısızlıkla sonuçlanmasının faturasını Çin’e kesen NATO Genel Sekreteri yaptırım sinyalleri verirken, Ukrayna lideri Zelenski daha düşük bir tonla uğradığı hayal kırıklığını “Biz Çin’in dostluğunu bekliyoruz” diyerek ifade etti.

Çin-Brezilya koordinasyonu ile ilan edilen ve yakın tarihli olmasına karşın 20’nin üzerinde destek verdiği çözüm sürecinde Suudi Arabistan da müzakerelere ev sahipliği yapabilir. Nitekim Suudi Arabistan, Ağustos 2023’te Ukrayna konulu bir zirveye ev sahipliği yapmış Rusya’nın katılmadığı zirvede Ukrayna Cumhurbaşkanlığı Ofisi Başkanı Andriy Yermak tarafından temsil edilmişti. Rusya’nın müdahil olmadığı zirve bildirisine imza atmama kararı alan Suudi Arabistan son hamlesi ile Moskova nezdinde itibarını artırırken, Riyad yönetiminin elinde Batı’yı ikna etmek için bir dizi enstrümanı bulunuyor. Bunlar; Batı dünyası ile geleneksel ilişkileri, petrol kartı, Körfez liderliği, Filistin krizindeki özel konumu olarak sıralanabilir. Son yıllarda dış politikasını Çin açılımı ve İran barışı ile çeşitlendiren Suudi Arabistan’ın bir sonraki müzakerelerde adres olabileceğini İsviçre Dışişleri Bakanlığı Uluslararası Güvenlik Dairesi Başkanı Gabriel Lüchinger da dile getirdi.

Ateşkes bir ihtimal kalıcı barış uzakta

Çin-Brezilya yol haritası ABD-NATO hattının savaşın devamı yöndeki politikalarına rağmen krizi dondurmayı başarabilir mi? Bunu ilerleyen aylarda öğrenmek mümkün olsa da uzun vadede kalıcı bir barışın tesis edilmesi zor gözüküyor. Zira bunun için öncelikli olarak Batı’nın “barışın diz çöktürene kadar savaşmaktan geçtiği”  yönündeki inancı terk etmesi ve savaşın nedenlerine odaklanması gerekli. Bu konuda Çin, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından NATO’nun Rusya sınırlarına doğru genişlemesini yanlış güvenlik mimarisi olarak tanımlarken, güvenliğin bölünmezliğine vurgu yapıyor. Bir ülkenin ya da ittifakın güvenliğinin bir diğer ülkenin meşru çıkarlarını tehdit etmemesi yönündeki yaklaşımı bugünlerde Asya’ya doğru genişleme çabasındaki NATO için elbette kabul edilebilir değil.

Öte yandan kalıcı barış istikametindeki diğer zorlu görev ise Çin’in tanımladığı şekliyle “karmaşık tarihsel arka plana” sahip Rusya-Ukrayna ilişkilerini yeniden nasıl kurgulanacağı. Çin de dâhil olmak üzere krize çözüm bulmak isteyen ülkeler Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü, egemenliğine ve sınırlarına vurgu yapsa da Moskova ve Kiev arasında özellikle deniz sınırları alanında referans kabul edilebilecek anlaşmalar artık güncelliğini korumuyor.

GÖRÜŞ

İsrail, Lübnan’ı rahat bırakmıyor

Yayınlanma

Yazar

Lübnan’ın çeşitli bölgelerinde hatta Suriye’de Hizbullah mensuplarına ait çağrı cihazları ertesi gün ise telsizler eş zamanlı olarak patlatıldı. Daha önce rastlamadığımız çapta organize edilen bu yeni nesil saldırılar sadece Lübnan’da değil tüm dünyada şaşkınlık ve dehşet uyandırdı. İsrail bu konuda herhangi bir açıklama yapmasa da Hizbullah bu saldırılardan İsrail’i sorumlu tuttu ve misilleme yapacaklarını açıkladı.

İstihbarat örgütleri tarafından daha önce benzer yöntemlerle suikastlar düzenleniyordu ama hiçbiri Hizbullah mensuplarına karşı yapılan saldırılar kadar büyük çaplı değildi.

Uluslararası hukuk kurallarını hiçe sayan ve birçok sivilin yaralanmasına ve hatta ölümüne yol açan bu saldırının yarattığı psikolojik tahribat da düşünüldüğünde bu saldırılar bir terör eylemi olarak nitelendirilebilir. Öyle ki, bu eylemler, ülkemiz dahil dünyanın dört bir yanında ciddi bir dehşet hissi uyandırdı.

Artık sadece Lübnanlılar değil dünyanın her yerindeki insanlar hayatlarının ayrılmaz bir parçası olan cep telefonu, tablet, bilgisayar hatta bebek monitörlerini bile kullanırken çekinir hale geldiler.

İsrail bu saldırıları özellikle üstlenmiyor. Öncelikle, sivil ya da savaşçı ayrımı yapmadan insanları hedefleyen bu eylem İsrail gibi hukuk tanımaz bir ülke için bile sorun teşkil edebilecek bir saldırı. Her ne kadar olağan şüpheli olsa da kanıtlar ile İsrail’i bu saldırılarla ilişkilendirilmek mümkün olmayabilir.

Hizbullah, 8 Ekim’de Gazze’ye destek için Lübnan’ın güneyinden İsrail’in kuzeyine yeni bir cephe açmıştı. Neredeyse bir yıldır devam eden karşılıklı saldırılarda her iki tarafta da can ve mal kaybı giderek artıyor. Şimdiye kadar İsrail’in tüm kışkırtmalarına rağmen Hizbullah çok dikkatli ve özenli davranarak direnişini sert bir şekilde sürdürürken büyük çaplı bir savaştan kaçındı.

Peki 8 Ekim tarihinden bu yana günlük konvansiyonel saldırı ve suikastlardan imtina etmeyen İsrail, yeni nesil saldırılarla neyin peşinde?

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, iç ve dış politikada baskı altında. Netanyahu içeride, hükümet üzerindeki kontrolünü artırmayı hedefleyen yargı reformları nedeniyle kitlesel protestolarla karşı karşıya. İsrail’deki birçok kesim, Netanyahu’nun yargının bağımsızlığını zayıflatma çabalarını otoriter bir eğilim olarak görüyor. Bu süreçte geniş çaplı protestolarla karşılaştığı için dış politikadaki başarılar, özellikle Hizbullah ile başa çıkma kabiliyeti, onun içerideki popülaritesini artırmak için kullanabileceği bir koz haline geliyor. Netanyahu, İsrail’in İran ve Hizbullah karşısında zayıf görünmesini istemiyor. Hizbullah ve İran tehdidine karşı güçlü bir lider imajı ile İsraillilere somut bir başarı göstermek istiyor. Tam da 7 Ekim’de Hamas’ın düzenlediği Aksa Tufanı Operasyonu ile aldığı ağır darbe ve önleyici bilgi toplama zaafının yıldönümü yaklaşırken ihtiyacı olan gövde gösterisini gerçekleştirmiş oldu.

Hizbullah’a karşı düzenlenen yeni nesil saldırılar, Netanyahu’nun hem istihbarat kapasitesini göstermek hem de içerideki eleştirileri savuşturmak için kullandığı stratejik bir hamle. Bu operasyonlar ile Netanyahu, İsrail halkına, hükümetin bölgesel tehditlere karşı caydırıcı ve etkili bir politika izlediğini göstermeye çalışıyor. Netanyahu, içerideki siyasi baskıları hafifletmek ve dışarıda güçlü bir lider olarak kalabilmek için bu tür saldırıları stratejik bir araç olarak kullanıyor. Ancak, bölgedeki durum daha da tırmanırsa, İsrail’in Lübnan’a kara harekâtıyla girmesi de bir seçenek olarak masada kalmaya devam edecek.

Bu saldırıların belki de en önemli nedenlerinden biri Lübnan toplumunu hedef alarak Hizbullah’a olan desteği eritip karşı grupların elini güçlendirmek. Çok mezhepli yapısı ve bildiğimiz anlamda milletleşemeyen Lübnan toplumunun dış tehditler karşısında birlik olmak yerine kaosa sürüklenme olasılığı ciddi. Kuşkusuz, böyle bir senaryoda ise Hizbullah’ın İsrail ile daha yoğun veya uzun bir mücadeleye girmesi zorlaşır ve direnci kırılabilir.

İsrail’in yüksek teknoloji kullanarak Hizbullah’ı hedef alması, çatışmanın yeni bir aşamaya geçtiğini gösteriyor. Bu tür operasyonlar, daha büyük bir savaşın ön adımı mı yoksa çatışmayı geniş çaplı bir savaşa dönüştürmeden kontrol altına alma çabası mı, henüz belli değil. Netanyahu’nun stratejisi hem iç hem de dış tehditlerle başa çıkmaya odaklanmış durumda, ancak bu gerilimlerin daha geniş çaplı bir bölgesel savaşa evrilme riski de hala masada.

İsrail bu saldırılarından sonra Hizbullah’ın sert bir misilleme yapmasını bekliyor olabilir. Çünkü Hizbullah’ın aynı şekilde yeni nesil saldırı ile cevap vermesi güç olduğu için daha ağır konvansiyonel bir tepki vermek isteyebilir. Böyle bir durumda, özellikle sivil kayıpların olacağı bir Hizbullah saldırısında, İsrail kolaylıkla Aksa Tufanı Operasyonu sonrasında yaptığı gibi kendini kurban olarak lanse edebilir. İsrail, böyle bir kurguya çoktan teşne olan ABD ve Avrupa ülkelerine ‘kendini müdafaa hakkını’ kullandığını söyleyerek Lübnan’a yapacağı daha büyük bir saldırının ya da kara harekâtının taşlarını döşeyebilir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Sovyet basınında 12 Eylül – 3

Yayınlanma

Yazar

Bütün bu haberlerin en önemlisi, dahası, bütün bu haberlerin aslında gazetecilik kaygılarının değil (öyle olsa, ve karşımızda Pravda yahut İzvestiya değil de başka, mesela batılı ilerici bir yayın organı olsa, nesnel kaynaklara erişemedikleri için “yerel gazetelerin” yazdıklarını aktarmakla yetindikleri düşünülebilirdi) ama (baştan beri altını çizmeye çalıştığım) bir ideolojik-siyasi anlayışın sonucu olduğunu gösteren önemli bir “perspektif yazısı” var, 30 Ekim tarihli Pravda’nın sayfasını işgal eden. Gene Filippov imzalı bir haberle karşı karşıyayız; darbe idaresiyle ilgili izlenimlerini geçmiş. İlginç bir üslupla yapmış bunu; adeta darbe yönetiminin tezlerini marksist sosa bulayarak ülkedeki duruma dair az çok nesnel bir analizle karıştırmak ister gibi; ne var ki doğal olarak bu şekilsiz lapadan çıka çıka faşist darbenin aklanması çıkmış. Uzun bir alıntı yapmaya değer:

“Askerlerin sahnenin önüne çıkması ülkede meydana gelen belli iç siyasi durumla ilişkili. Türkiye Cumhuriyeti son yedi yıldır uzatmalı bir kriz yaşıyordu. Kiminde Demirel liderliğinde Adalet Partisi kiminde Ecevit liderliğinde Cumhuriyet Halk Partisi tarafından birbiri ardınca kurulan hükümetler muhtelif burjuva-toprak ağası kesimlerin menfaatlerini yansıtıyordu ve kriz durumunu aşma gücüne sahip değildi. Bu partilerin hiçbiri parlamentoda mutlak çoğunluk kazanamıyordu. Sonuçta… en yüksek yasama organı paralize olmuştu. Örneğin partiler arası çekişmeler içindeki parlamenterler beş ay boyunca bir cumhurbaşkanı seçememişlerdi. Başlıca iki burjuva grubunun iktidar mücadelesini sertleştiren siyasi istikrarsızlık, sağ milliyetçi ve maocu aşırı solcu örgütlerin terörüyle iyice derinleşiyordu. … Terörün vurucu gücü küçük tüccarların, kırdaki kulakların ve deklase olmuş şehirli gençliğin menfaatlerini ifade eden neofaşist Milliyetçi Hareket Partisi’ydi. … Erbakan liderliğindeki dinci Milli Selamet Partisi devletin laik niteliğine karşıydı, medeni kanunun daha ilk Cumhurbaşkanı Atatürk tarafından reddedilen şeriat kurallarıyla değiştirilmesini talep ediyordu. … Aşırılıkçı çıkışlar Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı ağır iktisadi kriz… ortamında gelişiyordu. … Bu ortamda ordu yönetimin dizginlerini eline aldı, Milli Güvenlik Konseyine göre Türkiye’yi krizden çıkaracak bir tedbirler programı açıkladı. Aynı zamanda askeri yönetim iktidarının geçici nitelik taşıdığı da açıklandı. … Güvenlik kuvvetleri ve askeri birlikler örgütlü terör dalgasını kırdılar. Basın, neofaşist Milliyetçi Hareket Partisi tarafından kurulan yıkıcı terörist çetelerin geniş ağının tasfiye edildiğini bildiriyor. … Dinci Milli Selamet Partisi’nin ve sol aşırılıkçı grupların faaliyetleri de soruşturuluyor. … Dernek ve sendikaların aktivistlerinden oluşan bir grup da serbest bırakıldı. Askeri yetkililer faaliyetlerini sadece temizlik ve önleyici tedbirlerle sınırlandırmıyor; yasama reformları da ilan ettiler. Yeni anayasa kabul edilecek. … İktisadi alanda yönetimin faaliyetleri esasen bir önceki hükümet tarafından getirilen tedbirlerin devamına dayanıyor. Öncelikle özel sektörün geliştirilmesi siyaseti devam ediyor. İktisadi planlar daha önce olduğu gibi batıdan yabancı sermayenin ve geniş mali-iktisadi yardımın çekilmesi hesaplarıyla yapılıyor. … yeni yönetim, daha önceki hükümet tarafından IMF’nin baskısıyla sosyalist ülkelerle ticari ilişkilere getirilen bir dizi ciddi sınırlamayı da kaldırdı. … Hükümet programında sosyal nitelikli teminatlar da var: halkın hayat seviyesinin yükseltilmesi, 3 milyonu aşan işsizlikle mücadele, tarımsal reformlar gerçekleştirilmesi. Dış siyasete gelince… Türkiye’nin bugünkü yöneticileri komşularıyla ve bu meyanda Sovyetler Birliği’yle de ilişkileri iyileştirmeye özel bir önem vereceklerini açıklıyorlar. … Türk toplumu milli bayramını… kutlarken ülkenin mevcut güçlüklerin üstesinden başarıyla geleceği umudunu ifade ediyor.”

Sovyet basınında 12 Eylül – 2

Alabildiğine tepetaklak, alabildiğine çarpık, sübjektif, yanlış; ama derdini eksiksiz anlatıyor.

İzvestiya 31 Ekim’de Ecevit’in CHP genel başkanlığından istifa ettiğini duyurmuş. 3 Kasım’da ise Konsey genel sekreteri Haydar Saltık’ın açıkladığı “Türkiye’nin demokratik düzene geçiş programını” haberleştirmiş. Ayrıntılarını bildiğimiz şeyler (kurucu meclis, yeni anayasa, yeni siyasi partiler ve seçim kanunu). Ertesi gün Pravda’da Filippov da yazmış aynı şeyleri, ancak bir farkla: tıpkı 30 Ekim’deki benzersiz perspektif yazısında olduğu gibi burada da yeni anayasanın “kabul edileceğini” vurgulamış. Kehanet değilse eğer (olmadığını düşünmek için her türlü sebep var) kabul edilmeme alternatifi olmadığını bildiği için.

İzvestiya ertesi gün SSCB bakanlar konseyi başkanı N. Tihonov’un 29 Ekim bayramı vesilesiyle Başbakan Ulusu’ya gönderdiği tebrik telgrafını ve Ulusu’nun cevabını yazmış; her ikisinde de “SSCB ve Türkiye arasındaki ilişkilerin gelecekte de iyi komşuluk ve karşılıklı yarara dayanan işbirliği ruhuyla sürdürüleceği umudu” dile getirilmiş. Aynı haberi bir gün gecikmeyle (sabah baskısı yaptığı için bu gecikme) Pravda da veriyor. Başlıca saiki antikomünizm olan bir faşist cunta yönetiminin dünya komünizminin başı saydığı Sovyetler Birliği yönetimiyle resmi ilişkilerinde sıraladığı saygı ifadelerindeki ikiyüzlülük şaşırtıcı doğrusu. Aynı ikiyüzlülük 11 Kasım’da gene İzvestiya’da yayınlanan Evren’in devlet başkanı sıfatıyla SSCB Yüksek Sovyet Prezidyumu başkanı Leonid Brejnev’e gönderdiği Ekim Devrimi tebrik telgrafında da var. Faşist darbenin lideri şöyle diyor:

“Büyük Ekim Devrimi’nin 63’üncü yıldönümü vesilesiyle Türk halkı ve kendi adıma siz ekselanslarına en samimi tebriklerimi… gönderiyorum. Bu vesileyle… Türkiye ve Sovyetler Birliği arasındaki iyi komşuluk ve dostça işbirliği ilişkilerinin bundan sonra da ülkelerimizin esenliği ve bütün dünyada barış için gelişmeye devam edeceği umudumu ifade ediyorum.”

Pravda’da Filippov 14 Kasım’da Hürriyet’e dayanarak TİKP’in (Aydınlıkçılar) Ankara’daki genel merkezinde arama yapıldığını ve “Pekin’le sıkı ilişkiler içinde bulunduklarına” dair çok sayıda belge ve malzeme bulunduğunu yazıyor. Hürriyet’e göre ayrıca MHP genel merkez ve şubelerinde yapılan aramalarda da bu örgütün katliam ve şiddet eylemlerindeki rolünü aydınlatacak ek bilgiler ortaya çıkmış.

Bu Aydınlık meselesi önemli. Filippov (Pravda) 21 Kasım’da tekrar dönmüş ona ve “maocu TKİP’in elebaşı Perinçek ve aktif aşırılıkçı suç ortaklarının tutuklandığını” yazmış. Demek ki izlek şu: cunta neofaşistlerle maocu aşırılıkçıları tutukluyor — böylece Pravda da faşist darbecilerin “aşırı sola da aşırı sağa da” eşit mesafede bulunduğu, hem zaten bir grup sendikacıların serbest bırakıldığı, dolayısıyla solun demokratik faaliyetleri açısından büyük bir engel bulunmadığı yanılgısını hiç şüphesiz bilinçli olarak destekliyor ve bunu yaparken TKP dışındaki bütün solu (TKP’nin faşist darbeyle ilgili henüz bir açıklaması yok zaten veya varsa bile Pravda da İzvestiya da bunu aktarma gereği duymamış) ne varsa TİKP torbasına dolduruyor. Aydınlık meselesinin önemi tam da burada. Oysa Aydınlık bugün olduğu gibi o zaman da kendi meşrebine en yakın olanlar dışında Türkiye solunun her kesimiyle çatışıyordu ve solun büyük bölümü tarafından sol olarak dahi kabul edilmiyordu. Oysa Pravda büyük bir yetenekle bütün bu solu Aydınlık’la eşleştiriyor.

Hem Pravda hem de İzvestiya bütün bu süre boyunca Türk basınında cesaret edip çıkan tek tük anti-Amerikancı seslerin etkisini abartmış. Bir örnek: İzvestiya 19 Kasım’da “Kararlı bir uyarı” başlığı altında “etkili Türk gazetesi” Günaydın’ın “ABD’nin Ortadoğu bölgesinde Türkiye’yi barış davası için tehlikeli olacak askeri hazırlıklara çekme girişimlerine karşı kararlı bir uyarı yayınladığını” yazıyor. Bu muhtemelen Teoman Erel’in bir yazısı (Filippov da biraz gecikmeli olarak, belki o gün başka bir yazı konusu bulamadığından, 30 Kasım’da aynı yazıyı haberleştirmiş). Erel bu yazısında “Türkiye’nin aynı zamanda Kuzey Atlantik paktı üyesi olarak lideri ABD olan bu paktın Ortadoğu’da bir ‘acil müdahale kuvveti’ meydana getirir ve Amerikan basın organları Türkiye’nin, askeri teçhizat ve araçların depolanacağı en iyi üs ve NATO füzeleri için en iyi fırlatma rampası olarak düşünülmesi gerektiği yönünde yayınlar yaparken uyanık olması gerektiğini” söylemiş. Teoman Erel’in yazısı öngörülüymüş gerçekten; İzvestiya şöyle özetlemiş: “Günaydın’a göre bu bahanelerle Türkiye’yi devre dışı bırakma amacı gizleniyor; bunun meyvelerinden de bütün Avrupa yararlanacak. Günaydın, Türkiye’nin NATO müttefiklerinin demokratik bir Türkiye mi görmek istediklerini yoksa Avrupa’nın dışında fakir ve muhtaç bir devlet olarak Sedat tipi bir ileri karakol olarak mı bırakmak istediklerini soruyor.” Ne var ki İzvestiya (ve Pravda) bu dönemde her kim olursa olsun Türkiye’nin ABD oryantasyonuna çıkan hiçbir sesin “askeri yönetim” tarafından ciddiye alınmayacağını ve dahası bu seslerin mümkün olan en kısa sürede susturulacağını düşünmemiş, düşünememiş. Sovyetler Birliği tarihi boyunca Türkiye ile ilgili muazzam hesapsızlıklardan bir diğeri daha.

Belki de hesapsızlıktan daha fazlası. Pravda 25 Kasım’da Milliyet’in başyazısında Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile iyi ilişkilerini geliştirmesi gerektiği ifadelerini aktarıyor. Türkiye’nin “bir önceki hükümetin IMF ve batılı tekellerin baskısıyla aldığı” Sovyetler Birliği ile dış ticaretin sınırlanması kararını iptal etmesi, Sovyet yönetimi tarafından herhalde faşist darbecilerin ülkenin bağımsızlığına sahip çıkma kararlılığı olarak görülüyor ve Milliyet’in Sovyetler Birliği ile iyi ilişkilerin geliştirilmesi gerektiği çıkışı da bunun delili sayılıyor. Pravda 4 Aralık’ta gene aynı telden çalıyor: bu defa Ankara’da yayınlanan Barış gazetesinin “ünlü yazarı” Ahmet Şükrü Esmer’in yazısını özetlemiş; buna göre Esmer, IMF ve diğer batılı tekelci örgütlerin Türkiye’nin güçlüklerinden yararlanarak kapılarını yabancı sermayeye geniş bir şekilde açmasını dayattığını, keza ABD’nin “yardım” karşılığı askeri üsler istediğini, oysa SSCB’nin herhangi bir dayatmada bulunmadan ve milli bağımsızlığa zarar vermeden teknik-iktisadi yardımda bulunmakta olduğunu yazmış.

“Askeri yönetimin” İsrail ile diplomatik ilişkileri kesme çıkışı da aynı şekilde kavranıyor; Filippov 3 ve 7 Aralık’ta iki defa yazmış bunu. 7 Aralık yazısı, tıpkı Günaydın’da Teoman Erel’in yazısında olduğu gibi, basındaki sesleri iktidarın eğilimlerinin işareti sayma gafletinin bir başka örneği; bu defa da Hürriyet’e dayanarak darbe yönetiminin İsrail ile diplomatik ilişkileri dondurma kararının ABD Kongre’sindeki “siyonist çevrelerin” öfkesini çektiğini ileri sürüyor. Hürriyet’e göre: “Türkiye’nin dış siyasetine karşı çıkan Amerikan siyonistleri aceleyle bir Türkiye karşıtı koalisyon kurmaya giriştiler.” Ancak: “Halkın geniş kesimlerinin duygularını yansıtan Türk basını yönetimin İsrail’le ilişkileri dondurma çizgisini destekliyor.” Pravda yorumsuz aktarıyor bunları; belli ki aynı düşünceleri paylaşıyor.

Bu arada hem İzvestiya’nın hem de Pravda’nın faşist cuntadan reklamlar serisi devam ediyor. İzvestiya 2 Aralık’ta Türkeş’in yargılanmasına tekrar başlandığını bildiriyor. MHP’nin “anarşi ve terörün yayılmasında önemli derecede sorumluluk taşıdığını” vurgulamış; “askeri yönetim” bu eylemleri soruşturma konusu yaptığına göre darbeciler olumlu bir tutum takınıyor olmalı. MHP davası Sovyet yönetiminin darbecilere yaklaşımında kendince bir tür turnusol kâğıdı olmuş belli ki; 9 Aralık’ta Pravda’da Filippov da “İkinci Dünya Savaşı yıllarında Alman istihbaratının casusu olan nefofaşistlerin elebaşı Türkeş’in” mahkeme karşısına çıkarıldığını yazıyor. Darbecilerin “hem aşırı sağa hem aşırı sola karşı” olduğu demagojisini aynen yansıtmaya devam ediyor; siyasi terörün sorumlusu olarak (MHP’yle birlikte) “maocu aşırılıkçıları” da sayıyor. Pravda bundan bir gün önce de başbakan Ulusu’nun askeri yönetimin faaliyetleriyle ilgili basın toplantısını yazmış, en ufak yorum katmadan. Ulusu’ya göre “örgütlü terörün beli büyük ölçüde kırılmış”. Ulusu ekonomideki krizi aşmak için bir takım adımlar atıldığını, ancak enflasyon ve işsizlikle mücadelenin bir numaralı sorun olduğunu da söylemiş. Keza Türkiye’nin dış siyasette geniş uluslararası işbirliğinden yana olduğunu vurgulamış, NATO’ya bağlılığının altını çizmiş ama bununla birlikte SSCB ve diğer sosyalist ülkelerle işbirliğini geliştirmek istediğini söylemiş.

Başka deyişle faşist darbeye karşı hayırhah tutumda hâlâ hiçbir değişiklik yok.

Pravda’da Filippov 13 Aralık’ta bir başka farsa daha imza atmış. Türkiye’de özel sektörde, özellikle de metalurji, tekstil ve cam işçiliğinde işçilerin temel haklarının sistematik olarak çiğnendiğini yazmış; ama şu ifadeye bakınız: “Bu sektörlerde patronlar MGK’nın… talimatlarını ihlal ederek her türlü bahaneyle işçiler ve memurlarla toplu iş sözleşmeleri imzalamayı reddediyor, mesai ücretlerini ödemiyor ve sanayide istihdam edilen insanların çalışma şartlarını iyileştirmekle ilgilenmiyor.” Öyle ki yaklaşık yarım milyon insanı temsil eden Türk-İş “işletmecilerin yaptığı kanunsuzlukların sona ermesini kararlılıkla talep etmiş”. Düşünebiliyor musunuz, MGK’nın “talimatlarını” çiğneyerek! Eğer bu “talimatlar” çiğnendiyse “askeri yönetim” muhakkak elindeki sopayı kullanacaktır — belli ki beklenti bu yönde. İzvestiya sadece 12 gün sonra DİSK’in “anayasal düzeni yıkmak demek olan proletarya diktatörlüğü tesisine yönelik faaliyetleri” yüzünden yasaklanması davasını haberleştirmiş; ama (hayali sohbetimize devam etmiş olsaydık eğer) herhalde gene Nasır Mısır’ını örnek gösterirlerdi.

Birkaç haber daha var, ama onlar nispeten önemsiz, yazıyı uzatmaktan başka bir anlam da taşımayacak. Ancak bütün bu üç buçuk aylık dönemin en eğlenceli yazısı, Filippov’un 20 Aralık tarihli kısa haberi. Filippov, Washington’un Türkiye’de bulunan Amerikan askerlerine üsleri dışında bulundukları sırada sivil kıyafetler giymeleri talimatı verdiklerini yazıyor. “Amerikan kaynaklarına” göre bu “Türkiye’de anti-Amerikancılığın yükselmekte oluşuyla” ilgiliymiş.

12 Eylül’de anti-Amerikancılığın yükselişini bulmak için ne olmak gerek, bilmiyorum.

SONUÇ

Hiçbir siyasi sistem cennet vaat edemez ve her siyasi sistem kendi meşrebince hatalarla maluldür. Sovyetler Birliği’nin dış siyaseti kurucu ideolojinin bir parçası olarak enternasyonalizmle devlet olarak varlığının ürettiği pragmatizm arasında daha kuruluşundan itibaren (ikincisinin zamanla belirleyici ağırlık kazanmaya başladığı) bir sarkacı andırıyordu. Bunda anlaşılmayacak bir şey yok; devlet olmakla enternasyonalizm arasında böyle bir açı vardır ve bundan sonra da olacak. Bununla birlikte sarkaç her şeye rağmen düzgün ayarlanabilirdi ve bunun için sadece değerlendirmelerinde objektif olmak, “somut şartların somut analizini yapmak” gerekirdi; oysa pragmatizmin tayin edici olduğu dönemlerde (hiç değilse Türkiye söz konusu olduğunda) bu pragmatizm nesnel analizler üzerine değil sübjektif kanaatler üzerine kurulmakla kalmadı, üstüne üstlük marksizm sosuyla da ıslandı.

Evet, devir değişti artık, bugün başka bir dünyada yaşıyoruz. Sovyet dış siyaseti kâğıt üstünde “ideolojik” bir siyasetti: proletarya enternasyonalizmine dayanıyordu; ama (bu enternasyonalizmden özellikle Afrika ülkelerinde 1990’a kadar hiçbir zaman tamamen vazgeçmemiş olsalar bile) gerçekte Türkiye’de faşist darbede halkçı bir eğilim arama pragmatizmine varmıştı. Muazzam bir siyasi yanılgı!

Rusya Federasyonu’nun dış siyaseti ise resmen pragmatist olarak tanımlanır; bu siyaset Rusya’nın “milli menfaatlerini” esas alır. Bununla birlikte (Ukrayna meselesinde açık seçik görüyoruz ki) bu siyaset aynı zamanda muhatabının hukuki meşruiyeti üzerine kurulur; meşruiyet ise anayasal düzendir. Anayasal düzenin ilga edildiği yerde hukuki meşruiyet kalmaz; dış ilişkiler de (hiç değilse prensip olarak) buna göre yeniden şekillenir.

Sovyet yönetiminin Türkiye’de askeri faşist darbe karşısında düşünmediği şey yani — düşünmedi, çünkü Türkiye’ye yönelik bütün siyasi yaklaşımı baştan ayağa yanlıştı.

Çağdaş Rusya yönetiminin pragmatist dış siyasetinin sonuçları hoşunuza gitmeyebilir; ancak bu “realpolitikin” temelinde yatan sübjektif inançlar değil objektif analizlerdir; bu, onu geç dönem Sovyet yönetiminin Türkiye yaklaşımından ayıran başlıca özelliği.

Sovyetler Birliği’nde ve çağdaş Rusya’da da Türkiye’ye dair tarihçilerin görüşleri pek nadiren yanlışlanmış, siyaset bilimcileri ve yorumcuların görüşleri ise pek nadiren doğrulanmıştır. Sovyetler Birliği’nde bu ikinci grupla Kremlin çoğu zaman aynı şey olduğundan özellikle 1960’lardan itibaren Kremlin’in Türkiye’ye dair görüşleri de pek nadiren doğrulanmıştır. Çağdaş Rusya’da ise Kremlin’in Türkiye’ye dair görüşleri pek nadiren yanlışlanır.

Ama soru şu: dış siyasette “milli menfaatler” başka ülkelerin (ve halkların) milli menfaatleriyle örtüştüğünde ne olur?

Kemalist dönemin (kabaca 1922 ile 1937 arasına tarihleyelim bunu) dış siyaseti alabildiğine pragmatistti, ancak bu pragmatizm bir dizi düşman karşısında var olma mücadelesinin sonucunda kesinlikle ilericiydi ve birçok başka halkın milli menfaatleriyle bütünüyle örtüşüyordu. Üstelik bu pragmatizm ister istemez (bu kelimenin en olumlu anlamıyla) ideolojik bir anlam kazanmıştı; çünkü ortak düşmana karşı şu veya bu ölçüde ortak mücadele kaçınılmazdı.

Sovyet basınında 12 Eylül – 1  

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Çin-Afrika Zirvesi ve Kolektif Batı: Eyvah Çin Afrika’yı da kaptı

Yayınlanma

Yazar

Çin’in son bir yıl içerisindeki diplomatik hamleleri Kolektif Batı’da alarm zillerinin çalmasına sebep oluyor. Önce geçen yıl Beijing yönetiminin (Mayıs 2023) Körfez’in iki yakasında bulunan ve onlarca yıldır kavgalı ilişkiler içindeki İran ile Suudi-Arabistan ve diğer Arap ülkeleri arasındaki normalleşmeyi sağlaması büyük bir diplomatik başarıydı, her ne kadar Batı dünyası bu büyük sükseyi hafife almaya çalışmış olsa da… Çünkü ABD’nin yakın dostu Şah zamanında İran Körfez’in bir tarafında ve Suudi Arabistan ile Arap ülkeleri öbür tarafında olmak üzere bu devletlerin neredeyse hepsi birden Amerika’nın müttefikleriyken (Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak hariç) Vaşington yönetimleri bu dostlarını/müttefiklerini uzlaştıramamış hatta bunu doğru dürüst denememişti bile…

ABD stratejileri devletleri uzlaştırarak kaynakları hakkaniyet ilkelerine uygun bir şekilde paylaşmak esaslı olmadığı için bunu Türkiye-Yunanistan arasında da denemediler. Gerek Körfez’de gerekse Ege ve Doğu Akdeniz’de kendi müttefikleri arasındaki çelişkileri kullanmak Amerika’nın jeopolitik mantığına daha uygundu. Türkiye ile Yunanistan arasında bunu hala uygulamakta olduklarını yakından görebiliyoruz.

Çin’in bölgesel diplomasi başarıları bununla sınırlı kalmadı. Bu yılın (2024) mayıs ayında Çin ile Arap Ligi ülkeleri dışişleri bakanları düzeyinde Beijing’de bir araya geldiler. Bu toplantıya başta Mısır olmak üzere bazı Arap devletleri liderler düzeyinde katıldılar. Çin’in Arap ülkelerine ve özellikle Filistinlilere ‘mazlum millet’ olarak hitap etmesi onların kalplerini kazanmaya yetmiş gibiydi. İsrail ve Kolektif Batı’nın Gazze günahlarının Çin tarafınca şiddetli eleştiriye tabi tutulması hem bugüne kadar izlediği politikalarla uyumlu bir çizgiyi temsil ediyordu hem de Arapların tamamının kalbini kazanmaya katkıda bulunmuştu. Ayrıca Çin’in Filistin meselesine Arap tarafının penceresinden bakması, kendisine ait bir gizli gündeminin olmaması bu diplomatik girişimlerini hem mümkün kılabiliyor hem de sonuç almasını/alınmasını sağlıyordu.

Yaklaşık iki ay sonra (23 Temmuz 2024) Çin’in bu defa da başta El Fetih ve Hamas olmak üzere toplamda on dört Filistin direniş örgütünü bir araya getirerek aralarındaki farklılıkları bir kenara bırakma ve ortak mücadele konusunda uzlaştırdığı haberi geldi. Hatta medya tabiriyle haber gündeme bomba gibi düştü. Bunların hiçbirisini Amerika veya bir Batılı ülke yapamazdı/yapamadı; çünkü Arapların/Filistinlilerin meşru haklarına Amerika hiçbir zaman saygı duymadığı gibi her zaman Arapları/Filistinlileri zorlama veya aldatma düşüncesiyle hareket ettiği düşünüldüğü için Vaşington’un böyle bir başarıya imza atabilmesi hemen hemen imkânsız(dı).

AFRİKA ZİRVESİ KOLEKTİF BATI’NIN HUZURUNU KAÇIRDI

Bütün bu başarılı diplomatik hamlelerin üzerine gelen Çin-Afrika İşbirliği forumu (FOCAC – Forum on China-Africa Cooperation) başta Amerika olmak üzere eski sömürgeci Batılı ülkelerin huzurunu kaçırmışa benziyor. Aslında söz konusu zirve 2000 yılından bu yana tam sekiz kere toplanmış yani bu defa Beijing’de yapılan (4-5 Eylül 2024) dokuzuncusu. Bu zirveyi medyada bu kadar ön plana çıkaran sebeplerin başında çok kutuplu sistemin oturmaya başlamasının Kolektif Batı üzerinde yarattığı olağanüstü stres ve Amerika liderliğindeki tek kutupluluğun önlenemez bir şekilde sona erdiği gerçeği olduğuna hiç şüphe yok. Bir diğer sebebi de çok kutuplu dünya düzeninde belirleyici bir role sahip olacak olan Çin’in yukarıda bahsettiğimiz sonuç alıcı diplomatik hamleleri olsa gerektir.

Açıkça söylemek gerekirse son otuz yılı aşkın sürede Kolektif Batı’nın hem Çin hem de Afrika analizleri ve varsayımları tamamen yanlış çıktı. Bir Amerikan hükümet programıyla yaklaşık bir aylığına Amerika’ya ilk defa gittiğim 1996 yılında Çin ve Afrika hakkında bizlere söylenenler bugünlerde yaşananları gayet güzel anlatır gibi… Bir hafta Vaşington, bir hafta o zamanlar çok meşhur ve önemli olan Silicon Valley’nin başkenti San Jose, derken beş gün kadar Minnesota ve beş gün New York’tan oluşan gezimizin bütün ayaklarında gerek resmi kurumlarda gerekse düşünce kuruluşlarında ve aynı zamanda lobi şirketlerinde aldığımız brifinglerde Afrika’nın Batı’nın radarında olmadığı ve Çin’in çorap, tekstil, tişört vs. üreten bir ülke olduğu; serbest Pazar ekonomisiyle kalkınmaya devam etmesi halinde çok büyük değişim ve dönüşümler yaşayacağı, mevcut planlamacı ekonomik sistemi sürdüremeyeceği anlatıldı.

Oysa aradan geçen otuz yılda ne Çin onların beklediği gibi ucuz tekstil ve çocuk oyuncakları üreten bir ülke olarak kaldı ne de Afrika dünyanın radarı dışında kendi halinde debelenmeye devam etti. Özellikle Çin’in Afrika’da yaptığı yatırımlar ve Afrika ülkeleriyle başlattığı ekonomik ve ticari ilişkiler bu kıtayı dünyanın radarına soktu. Çünkü kaynaklarına eski sömürgeci ülkeler Fransa ve İngiltere tarafından büyük ölçüde çökülen, bu devletlerin desteklediği bir diktatörden diğerine gidip gelen rejimlerle yönetilen Afrika devletleri Çin’in kendilerine sunduğu yeni imkanlar ve yapmadığı siyasi baskılar dolayısıyla yeni bir uluslararası ticaret ve ekonomi pratiği ile tanışmış oldular.

Bu arada basit tekstil ve hafif sanayi ürünleriyle uğraşması beklenen ve bu arada etnik olarak parçalanabileceği düşünülen Çin dünyanın devasa bir ülkesi haline geldi. Üretim ve ihracata dayalı ekonomik ve planlama esaslı kalkınma programı ülkeyi sadece dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline getirmekle kalmadı; aynı zamanda yüksek teknoloji üretimi ve inovasyonunda Çin’i dünya lideri haline getirdi. Pek çok uzmanın söylediği gibi Çin’in Amerika ve Avrupa ile bir rekabeti artık söz konusu değil; çünkü bu yarışı Çin açık ara göğüslemiş durumda.

Afrika’da Batılı devletlere karşı Çin’i öne çıkaran en önemli unsurlardan birisi Beijing yönetiminin bu devletlere kredi verirken veya onlara alt yapı tesisleri kurarken siyasi taleplerde bulunmaması. Dahası Batılıların her zaman yaptığı gibi devletler arasındaki uzlaşmazlıklar ve çelişkileri onlara karşı kullanmaması ve her devlet içindeki azınlıkları örgütleyerek demokrasi, insan hakları, özgürlükler gibi bahanelerle bunları kendi devletlerine karşı kışkırtmaması. Kolektif Batı içinde yer alan devletler dışında her yerde başvurulan bu kirli yöntemler birçok ülkeye büyük maliyetler getirdi hatta bazılarının parçalanmasına giden kargaşalara sebep oldu.

Çin’in her yerde olduğu gibi bir medeniyet ve kültürün diğerlerinden üstün olduğunu ima eden Batılıların aksine medeniyetler arası işbirliği, halklar arasında yoğun temaslar kurulması ve her medeniyetin diğer(ler)inden bir şeyler öğrenmesi gerektiği tezi Afrikalıların da beğenisini topluyor. Orta Doğu’daki girişimlerinde Çin’in üst üste başarılı sonuçlar almasının arkasında yatan en önemli unsurlardan birisi olan bu Medeniyetler İnisiyatifi Çin Lideri Şi’nin geliştirdiği Küresel Güvenlik İnisiyatifi ve Küresel Kalkınma İnisiyatifi ile birlikte ele alındığında Beijing’in Afrika’da neden Kolektif Batı’ya karşı tam üstünlük sağladığı daha iyi anlaşılıyor.

DOKUZUNCU FORUM

Bu yıl dokuzuncusu yapılan Çin-Afrika İşbirliği forumu (FOCAC) kıtada on binlerce kilometre yol ve binlerce kilometre demiryolu, çok sayıda okul, hastane ve fabrika yapmış bulunan Beijing’in yeni açılımlarına da sahne oldu. Örneğin Çin Afrika’ya elli milyar dolarlık yeni yatırım/finansman ayırdığını açıkladı. Öte yandan Afrika’nın ve dünyanın en fakir ülkelerinin Çin’e sıfır gümrükle ürünlerini satmasına izin vereceklerini açıkladı ki, her ikisi de gerçek ekonomiye ciddi yatırım anlamına geliyor ve Çin-Afrika arasındaki işbirliği alanlarının artarak derinleşeceğine işaret ediyor.

Amerikan Derin Devleti’nin yönlendirdiği ve büyük ölçüde İsrail lobisinin kışkırttığı savaşlarda son otuz yılda demokratikleştirme hikayeleriyle Afganistan’dan Irak’a oradan Libya ve Suriye başta olmak üzere pek çok ülkeye kan kusturan Vaşington kendi kaynaklarını çarçur edip trilyonlarca doları sokaklara saçarken nasıl güçlü, kalkınmış ve bütünlüğünü konsolide etmiş bir Çin ortaya çıktıysa, bu dönemde Çin’in girişimleriyle Afrika devletleri de alternatifleri olduğu gerçeğini keşfettiler. Çin’e ilaveten bir yandan Rusya öte yandan da Türkiye gibi devletlerin nüfuz alanı oluşturmaya çalıştığı Afrika muhtemeldir ki, artık dünyanın radarına oturdu ve çıkmayacaktır.

Fakat bu radara girme meselesi ‘Afrika bizim radarımızda değil’ diyen Kolektif Batı’nın tepeden bakan tavrını dışlayan bir şekilde olacaktır. Zambialı bir analistin gayet veciz bir şekilde anlattığı gibi Amerikalı yetkililer Çin’in inşa ettiği havaalanına uçaklarıyla inip, Çin’in yaptığı yollardan arabalarıyla geçip yine Çin’in yaptığı bir binada toplantı düzenleyerek Afrikalılara neden Çin ile işbirliği yapmamaları gerektiğini anlatıyorlar. Artık dünyanın radarına oturmuş durumdaki Afrikalı halklar demokrasi, özgürlükler vs. propagandasını özellikle de İsrail’in Gazze’de yapmakta olduğu soykırım karşısında üç maymunu oynayan Batılıların ağızlarına tıkıp Çin ile gerçek ekonomi alanlarında işbirliğini artan bir hacim ve hevesle sürdürecekler gibi görünüyorlar.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English