Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

‘Washington’ın yapamadığını bölgesel anlaşma yapabilir’

Yayınlanma

Washington’un dış politikasına etkileriyle öne çıkan ABD Dış İlişkiler Konseyi’nin (Council on Foreign Relations-CFR) yayın organı Foreign Affairs‘te yayınlanan İran-Körfez normalleşmesiyle ilgili bir makale, normalleşme sürecinin İran’ın nükleer programının dizginlenmesiyle sonuçlanmasının nasıl mümkün olabileceğini masaya yatırıyor. Makale, öncellikle ABD’nin İran’ı nükleer anlaşmaya döndürmede başarılı olamadığı tespitini yapıyor: “Müzakereler yeniden başlasa bile KOEP’nin kurtarılması pek mümkün görünmüyor. İran’ın programı bu anlaşmayla kontrol altına alınamayacak kadar ilerlemiş durumda ve Batı’daki siyasi iklim anlamlı müzakereler için elverişli değil.”  Çünkü, “reçeteleri genellikle son yirmi yıldır İran’ın nükleer ilerlemesini dizginlemekte tamamen başarısız olan aynı politikalar; yaptırımlar ve uluslararası izolasyon, askeri tatbikatlar ve askeri tehditler.”

Makale ABD ve Avrupa’nın yeni bir yaklaşıma ihtiyacı olduğunu savunuyor: “Neyse ki Orta Doğu’da yaşanan son olaylar bunun için bir fırsat yarattı. Bir ABD-İran anlaşması mümkün olmayabilir, ancak Basra Körfezi’ndeki Arap monarşileri Tahran’la daha iyi ilişkiler kurdukça, bir zamanlar imkânsız olan, İran’ın Arap Yarımadası’na müdahalesini ve nükleer programını aynı anda ele alan bölgesel bir anlaşma, şimdi kesinlikle düşünülebilir.”

Makale İran’ın nükleer programının bölgesel anlaşmalarla dizginlenmesinin Washington ve müttefikleri için hangi avantajları sunacağını ele alıyor ki bunlardan biri “(ABD’nin) büyük güç rekabeti gibi önemli siyasi meselelere daha fazla odaklanmasını sağlayacak.”

 Makalenin tamamı:

***

Yeni İran Anlaşmasına Giden Yol

Washington’ın Başarısız Olduğu Yerde Bölgesel Bir Anlaşma Başarılı Olabilir

Eski ABD Başkanı Donald Trump’ın İran’la 2015 yılında imzalanan nükleer anlaşmadan çekilmesinin üzerinden tam beş yıl, şimdiki ABD Başkanı Joe Biden’ın anlaşmayı yeniden tesis etmek hamlesinin üzerinden ise iki yıldan fazla zaman geçti. Ancak büyük umutlara rağmen Biden, Kapsamlı Ortak Eylem Planı’nı (KOEP) canlandırmayı başaramadı. Bu kısmen yönetimin başarısızlığıdır; ilk müzakerelerde Biden, kendi iç gündemi için desteğine ihtiyaç duyduğu Kongre’yi tartışmalı bir dış politika girişimini desteklemeye zorlamakta tereddüt etti. Bu başarısızlık aynı zamanda İran inatçılığının da bir sonucudur. Görüşmeler uzadıkça Tahran barikatlar kurdu ve bir sonraki ABD yönetiminin anlaşmadan bir daha çekilmeyeceğine dair garanti de dahil Washington’un karşılayamayacağı birçok talepte bulundu. Sonuç olarak Eylül 2022’den bu yana müzakerelerde neredeyse hiçbir ilerleme kaydedilmedi. İki taraf bir anlaşmaya varmaktan çok uzak.

Ancak Tahran’ın nükleer programı şu anda hiç olmadığı kadar ilerlemiş durumda. Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’na göre İran uranyumu yüzde 84 oranında zenginleştirdi ki bu silah üretimi için gerekli orandan çok az eksik ve birkaç bombaya yetecek kadar malzeme depoladı. Pentagon yetkililerine göre ülke birkaç ay içinde operasyonel bir nükleer silah üretebilir. Sonuç olarak, Trump’ın stratejik hatası sayesinde İran fiilen nükleer bir devlet: nükleer yeteneklerini silaha dönüştürmekten bir adım ve siyasi bir karar kadar uzakta.

Müzakereler yeniden başlasa bile KOEP’nin kurtarılması pek mümkün görünmüyor. İran’ın programı bu anlaşmayla kontrol altına alınamayacak kadar ilerlemiş durumda ve Batı’daki siyasi iklim anlamlı müzakereler için elverişli değil. İran’daki yaygın, hükümet karşıtı toplumsal protestolar ve Tahran’ın buna verdiği sert karşılık, Washington ve Avrupa başkentlerinde İran’a yönelik yaptırımların kaldırılmasına yönelik her türlü hevesi öldürdü ki bu da anlaşmanın gerekli bir parçası. İran’ın Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline verdiği destek de benzer şekilde Batı kamuoyunda tiksinti yarattı. Washington KOEP’ye geri dönmek için kuyruğunu kıstırıp birçok yaptırımı kaldırmaya istekli olsa bile, İran’daki radikal liderlerin iki yıldan kısa bir süre içinde görevden ayrılabilecek bir yönetimle herhangi bir anlaşmayı sonuçlandırmakla gerçekten ilgilendikleri net değil.

KOEP’nin hemen hemen kesin olarak sona ermesi üzerine devam eden ağıtın bir parçası olarak, politika yapıcılar bir B Planı oluşturmaya çalışıyorlar. Ancak reçeteleri genellikle son yirmi yıldır İran’ın nükleer ilerlemesini dizginlemekte tamamen başarısız olan aynı politikalar; yaptırımlar ve uluslararası izolasyon, gizli eylem, askeri tatbikatlar ve askeri tehditler. Beyaz Saray, ABD’nin yaptırımlarının çoğunu koruduğu, ancak Tahran’ın nükleer programının üst düzey zenginleşme gibi en sıkıntılı yönlerini dondurması karşılığında kısmi bir rahatlama sunduğu bir tür “daha azına karşılık daha az” anlaşmasıyla ilgileniyor gibi görünüyor. Ancak şimdilik Tahran, bu tür bir düzenlemeyle ilgilenmediğini açıkça belirtti.

Eğer ABD ve Avrupa İran’ın nükleer silah sahibi bir devlet olmasını istemiyor ve bu programı durdurmak için İran’a saldırıp savaş çıkarma tehlikesini göze almıyorlarsa, yeni bir diplomatik yaklaşıma ihtiyaçları var. Neyse ki Orta Doğu’da yaşanan son olaylar bunun için bir fırsat yarattı. Bir ABD-İran anlaşması mümkün olmayabilir, ancak Basra Körfezi’ndeki Arap monarşileri Tahran’la daha iyi ilişkiler kurdukça, bir zamanlar imkansız olan, İran’ın Arap Yarımadası’na müdahalesini ve nükleer programını aynı anda ele alan bölgesel bir anlaşma, şimdi kesinlikle düşünülebilir. KOEP’nin aksine, bu tür bir anlaşma, İran’a yakın ülkelerin katılımını sağlayacak ve bu da anlaşmayı çok daha sürdürülebilir kılacak. İran’a daha anlamlı ve kalıcı bir ekonomik rahatlama sağlayacak. İran’ın nükleer programını geçici olarak değil kalıcı olarak kontrol altına alabilir ve Tahran’ın bölgedeki sorunlu milislere verdiği desteği azaltabilir. Böylesi bir anlaşma, dünyanın şiddetle ihtiyaç duyduğu bir bölgesine daha fazla istikrar getirebilir.

YA BÜYÜK OYNA YA DA EVE DÖN

Batı, İran ile yürüttüğü nükleer diplomaside dar kapsamlı, işlemsel anlaşmalar peşinde koştu. Örneğin KOEP’nin pek çok hükmü zaman içinde aşamalı olarak ortadan kalkacaktı ve anlaşma İran’ın silahlı grupları finanse etmesi gibi bölgesel sorunları kasıtlı olarak görmezden geldi çünkü Batılı politika yapıcılar aynı anda hem bir nükleer anlaşma yapıp hem de diğer gerilimleri ele alamayacaklarına inanıyorlardı. İlk olarak İran’ın nükleer programını dondurmaya odaklanmanın daha iyi olacağına karar verdiler. Gelecekteki müzakereciler daha sonra diğer konuları ele alabileceklerdi.

Ancak bu dar yaklaşım artık geçerli değil. İran’ın nükleer programı, geçici kısıtlamalar ve şeffaflık önlemlerinin Batı ve İsrail’in endişelerini gideremeyeceği kadar ilerlemiş durumda. ABD de sözüne sadık kalamayacağını gösterdi ve Batı’nın İran’a istediği türden etkili ve sürdürülebilir ekonomik faydalar sağlamasını imkânsız hale getirdi. Avrupalılar ise ABD’nin onayı olmadan İran’a verdikleri ekonomik vaatleri yerine getiremeyeceklerini kanıtladılar. Ve KOEP’nin başarısızlığı, başarılı bir nükleer anlaşmanın aslında İran’ın komşularıyla gerginliği azaltmasını gerektirebileceğini gösterdi. KOEP 2015’te tamamlandığında Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri anlaşmayı İran’ın Arap meselelerine daha fazla müdahil olmasına ve balistik füze programını daha da genişletmesine olanak tanıyacak açık bir çek olarak gördü. Sonuç olarak, anlayışlı Trump’ı anlaşmadan vazgeçmeye teşvik ettiler. O da yanlış bir şekilde kabul etti.

Yıllar sonra, bu ülkeler anlaşmayı feshetmenin büyük bir hata olduğunu anladılar. KOEP’nin sona ermesi kindar İran’ı daha da saldırgan hale getirdi ve Tahran’ın artık sınır tanımayan nükleer faaliyetlerini endişe edilmesi gerekenler listesine ekledi. Ancak Körfez ülkeleri nükleer anlaşmayı yeniden canlandıramasa da İran’la ilgili endişeleri paradoksal bir şekilde daha büyük, bölgesel bir anlaşmayı gerçek bir olasılık haline getirdi. Zira Körfez ülkeleri, İran’ın kendi topraklarına yönelik saldırılarını engellemek amacıyla, 2000’li yılların başından bu yana yapmadıkları şekilde İran’la temasa geçtiler. Geçen Ağustos ayında Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri İran’la tam diplomatik ilişkilerini yeniden kurdu ve Mart ayında İran ve Suudi Arabistan, Çin’in aracılık ettiği bir anlaşmayla yedi yıllık bir kopukluğun ardından ilişkilerini normalleştirdi. Bu anlaşmalar, Orta Doğu’nun en güçlü devletlerinin (İsrail hariç) İran’la bölgesel bir diyalog başlatmasının artık mümkün olduğu anlamına geliyor. Bu diyalog, tüm katılımcıların arzu ettiklerini iddia ettikleri şeylere ulaşmayı amaçlıyor: güvenliğin artması, ticaretin gelişmesi ve Körfez’in nükleer silahlardan arındırılması.

Bu hedefe ulaşmanın olmazsa olmazı İran’ın Arap Yarımadası’nda devlet dışı aktörleri mali veya askeri olarak desteklememe taahhüdü gibi bölgesel güç projeksiyonu konusunda güvence vermesidir. Bunun karşılığında bu ülkeler de İran’ı istikrarsızlaştıran grupları desteklemeyeceklerini taahhüt edeceklerdir. Bu yaklaşım aynı zamanda İran da dahil Körfez’in kenarındaki tüm devletlerin, nükleer gelişme konusunda sıkı kontrolleri kabul etmelerini gerektirecektir. Örneğin bu ülkeler uranyumu yüzde beşin üzerinde zenginleştirmekten kalıcı olarak vazgeçebilir, plütonyumun yeniden işlenmesinden sonsuza kadar vazgeçebilir ve Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’nın Ek Protokolü’nü onaylayabilir ki bu protokol BM müfettişlerine beyan edilen ve şüphelenilen tüm nükleer tesislere geri dönüşü olmayan, güçlendirilmiş erişim hakkı sağlar. Bu gereklilikleri yerine getirmek için İran mevcut yüzde 20 ve yüzde 60 saflıkla zenginleştirilmiş uranyum stokunu yüzde beşin altına indirebilir ya da bunları sevk edebilir. Tüm imzacılar ayrıca Arjantin ve Brezilya’nın 1981’de yaptığı gibi nükleer enerji, nükleer emniyet ve güvenlik konularında ortak denetim ve ortak girişimleri kabul edebilirler.

Bu nükleer hükümler İran’ın Arap komşuları için düşük maliyetli olacak, zira Suudi Arabistan’ın nükleer hırslarını saymazsak hiçbiri, şu anda vazgeçmeleri gerekecek yerli bir nükleer enerji programına sahip değil. Ayrıca İran için de tolere edilebilir bir maliyeti olacak. KOEP’nin aksine, bu hükümler İran’ın altyapısını dağıtmadan ya da nükleer programları geçici kısıtlamalara tabi olmayan Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması üyesi diğer devletlere uygulanan kuralın istisnası olarak muamele görmeden nükleer programı üzerinde uzun vadeli kısıtlamaları kabul etmesine izin verecek. Bu aynı zamanda ABD ve İsrail’in İran’ın nükleer programı nedeniyle saldırıya geçme riskini de ortadan kaldıracak ki bu tali hasara uğramamak için Körfez Arap ülkelerinin de kaçınmak istedikleri bir şey.

Aslında ABD ve Avrupalı müttefikleri böyle bir anlaşmayı aktif olarak destekleyebilir ve desteklemeliler. İran-Körfez serbest ticaret anlaşmasını yaptırımlardan muaf tutarak anlaşmanın tüm tarafları arasında ekonomik büyüme için güçlü bir yol açmalılar. BM Güvenlik Konseyi bu anlaşmayı KOEP’nin halefi olarak onaylayabilir ve ihlallere yönelik cezai yaptırımlar öngörebilir; bu yaptırımlar arasında anlaşmayı ihlal eden ülkelere BM Yabancı Hakem Kararlarının Tanınması ve İcrası Sözleşmesi kapsamında dava açılmasına izin verilmesi de yer alabilir. Washington, İran-Körfez ticaret anlaşmasını yaptırımlardan muaf tutmayı kabul ettikten sonra yaptırım uygularsa, bu ülkelerden biri de ABD olabilir. Nükleer anlaşmanın bölgesel bir çerçeveye oturtulması ABD’nin yaptırımları yeniden uygulamasını da zorlaştıracak zira 2018’dekinin aksine Washington geri adım atmaya kalkarsa Körfez’deki Arap dostlarının direnişiyle karşılaşacak. O halde İran için bu anlaşma, KOEP’nin asla sunmadığı türden garantili, uzun ömürlü olacak ve bu, anlaşmanın en önemli eksikliklerinden birini giderebilir.

YEREL VE KÜRESEL

Geniş kapsamlı bir bölgesel anlaşma, ABD ve Avrupa’daki İran şahinlerinin muhalefetiyle karşılaşacaktır; zira bu şahinler bunu aylardır süren protestoların ardından ipleri elinde tuttuğunu düşündükleri İran rejimine bir can simidi olarak görebilirler. Yine de İran’ın komşularıyla (ve Batı’yla) samimi ilişkilerin 1979’da Şah rejiminin çöküşünü engellemediğini hatırlamakta fayda var; bugün de halk nezdinde meşruiyeti olmayan bir rejimi kurtarmayacaktır. Bir anlaşma bölgedeki tüm temel gerilimleri çözecek sihirli bir değnek de olmayacaktır. Ne de olsa pek çok Avrupa ülkesi ekonomilerini Rusya ile bütünleştirdi ve bu durum Moskova’nın Ukrayna’yı işgal etmesini engelleyemedi.

Ancak daha güçlü ekonomik bağlar istikrarı garanti edemese de Tahran’ın komşularına zarar vermesini daha maliyetli hale getirecektir. İran ile ekonomik karşılıklı bağımlılık arttıkça, zengin Körfez Arap ülkeleri Tahran üzerinde daha fazla baskı kuracak ve saldırgan politikaları caydırıcı hale getirecektir. İran da ekonomisini yeniden inşa etme fırsatına sahip olacaktır. Bu avantajlar Umman, Katar, Suudi Arabistan ve hatta İran’daki politika yapıcılarla yaptığımız görüşmelerde böyle bir anlaşma önerdiğimizde neden olumlu geri dönüşler aldığımızı açıklıyor. Körfez ülkeleri yetkilileri, ABD tarafından desteklenmesi halinde bir anlaşmaya özellikle sıcak bakacaklarını belirttiler.

Washington ve müttefikleri için geniş kapsamlı bir bölgesel anlaşmanın başka avantajları da olacak. Hem kriz yönetimi görevi görecek, İran’ın daha fazla nükleer gelişiminin önüne geçilmesine yardımcı olacak hem de Tahran’ın nükleer programı üzerinde kalıcı kısıtlamalar ve şeffaflık önlemleri getirerek İran’ın komşuları arasında Tahran’ın nükleer teknolojisiyle boy ölçüşmeyi hedefleyen bir yarışı önleyecek. Başka bir deyişle, bu anlaşma KOEP’den çok daha dayanıklı ve güçlü bir anlaşma olacak. Ve eğer bu anlaşma İran ve komşuları arasındaki gerilimi azaltırsa, ABD’nin iklim değişikliği ve büyük güç rekabeti gibi önemli siyasi meselelere daha fazla odaklanmasını sağlayacak.

Her şeyin ötesinde -ve yenilenmiş bir KOEP’nin aksine- bu anlaşma gerçekten hayata geçebilir. İddialı ama Ortadoğu’ya kalıcı istikrar getirmek istiyorsa dünyanın nükleer ve bölgesel meseleleri birlikte ele alan bir düzenlemeye ihtiyacı var; hırs gerekli. Bazen çetrefilli bir sorunu çözmenin en iyi yolu onu büyütmektir.

DÜNYA BASINI

FT: Suudi Arabistan Trump’ın İsrail politikalarını dengeleyebilir

Yayınlanma

Trump-selman

Financial Times’tan Andrew England’ın kaleme aldığı bu makale, Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemine dair bölgesel beklentileri ve endişeleri ele alıyor. Trump’ın İsrail yanlısı politikalarını dengelemede Suudi Arabistan’ın kilit rol oynayabileceği değerlendiriliyor. Makaleye göre Trump’la yakın ilişkisi ile bilinen Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın diplomatik manevraları, Filistin meselesinin çözümünde merkezi rol oynayabilir. Riyad, Filistin devletine giden bir plan olmadan İsrail ile normalleşmenin mümkün olmayacağını açıkça deklare etmesine rağmen İsrail’in bu çözüme giden yolu kapamış olması ise Trump’ın önündeki en büyük engel…

***

Orta Doğu, Trump’ı dizginlemesi için Suudi Arabistan’a güveniyor

Andrew England

Trump’ın aşırı İsrail yanlısı bir gündem izleyeceğinden korkan Arap ülkeleri, Donald Trump ile ilişkisini ve bölgedeki siyasi ağırlığını kullanarak Suudi Arabistan’ın, Trump’ın Ortadoğu politikalarını dengelemesini umuyor.

Trump’ın kilit pozisyonlara bir dizi ateşli İsrail yanlısı ve İran karşıtı şahin aday atamasının ardından Arap yetkililer yeni yönetimin İsrail’in işgal altındaki Batı Şeria’yı ilhak etme, Gazze’yi işgal etme ya da Tahran’la gerilimi tırmandırma hamlelerini onaylayabileceğinden endişe ediyor.

Ancak yetkililer, Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın Trump ile olan ilişkisini, başkanın finansal anlaşmalara olan ilgisini ve Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki ilişkilerin normalleşmesine yol açacak “büyük pazarlık” yapma arzusunu kullanarak, yeni yönetimin bölgedeki politikalarını yumuşatabileceğini umuyor.

Bir Arap diplomat, “Bölgedeki kilit aktör, Trump’la bilinen ilişkileri nedeniyle Suudi Arabistan, dolayısıyla ABD’nin yapmaya karar verebileceği herhangi bir bölgesel eylemin kilit noktası olacak” dedi.

Bir başka Arap yetkili de Prens Muhammed’in Trump’ın İsrail’in Gazze’de Hamas’a karşı yürüttüğü savaşı sona erdirmeye yönelik politikalarını ve daha geniş anlamda Filistin meselesini etkilemede “kilit” rol oynayacağını ve İsrail’le normalleşme potansiyelini bir koz olarak kullanacağını söyledi.

Yetkili, “Suudi Arabistan, Trump’ın Gazze ve Filistin’le nasıl başa çıkacağını büyük ölçüde etkileyebilir. Bölgedeki pek çok ülke bundan sonra ne olacağı konusunda endişeli” dedi.

Trump’ın ilk başkanlık döneminde, Suudi Arabistan onun “alışveriş odaklı” yönetim tarzını ve bölgesel rakibi İran’a karşı yürüttüğü “maksimum baskı” kampanyasını destekledi. Suudi ajanların 2018’de gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı öldürmesinin ardından diğer Batılı liderler Krallığın fiili liderine soğuk davranırken Trump, Prens Muhammed’in yanında durdu.

Trump, İsrail-Filistin çatışmasını çözmek için “nihai anlaşmayı” yapacağını da iddia etmişti. Ancak damadı Jared Kushner tarafından yürütülen bu planlar başarısız oldu. Filistinliler ve Arap devletleri, önerilerin İsrail lehine fazlasıyla taraflı olduğunu düşündü. Trump ayrıca Filistin’e yardımı kesti, Washington’daki diplomatik misyonlarını kapattı, ABD Büyükelçiliği’ni statüsü tartışmalı olan Kudüs’e taşıdı ve işgal altındaki Golan Tepeleri üzerindeki İsrail egemenliğini tanıdı. Öte yandan, Trump, BAE ve üç Arap ülkesinin İsrail ile ilişkilerini normalleştirdiği “İbrahim Anlaşmaları”na da aracılık etti.

Trump geçen ay bir Suudi televizyon kanalı olan El Arabiya’ya verdiği demeçte başkanlığı döneminde ABD ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin büyük harflerle “MÜKEMMEL” olduğunu söyledi.

“Kral’a büyük saygı duyuyorum, Muhammed’e de büyük saygı duyuyorum; gerçekten harika bir iş çıkarıyor, o tam bir vizyoner” dedi.

ABD Başkanı Joe Biden göreve geldikten sonra Riyad, Trump ile bağlarını sürdürdü. Veliaht Prens Muhammed’in başkanlık ettiği Suudi Arabistan Kamu Yatırım Fonu (PIF), Kushner’in kurduğu özel sermaye fonuna 2 milyar dolar yatırım yaptı.

PIF’in yöneticisi Yasir al-Rumayyan, hafta sonu New York’ta düzenlenen bir UFC dövüşünde Trump ile ön sırada oturdu. Ayrıca, Trump’a ait golf sahaları, PIF’in en dikkat çeken spor girişimlerinden biri olan LIV Golf etkinliklerine ev sahipliği yaptı.

Ancak Prens Muhammed, Biden’ın göreve gelmesinden bu yana Suudi Arabistan’ın bölgesel politikalarını yeniden ayarladı. Riyad, 2023 yılında İran ile diplomatik ilişkileri yeniden kurdu özellikle Hamas’ın 7 Ekim 2023 saldırısının bölgede bir dizi çatışmayı tetiklemesinin ardından sürdürdüğü yumuşama politikası izlemeye devam etti.

Biden yönetiminin, Suudi Arabistan ile ABD arasında bir savunma anlaşmasını içeren üçlü bir anlaşma kapsamında İsrail ile ilişkilerin normalleşmesini hedefleyen planı, savaş nedeniyle sekteye uğrasa da ABD, Suudi Arabistan’ı krize yönelik herhangi bir bölgesel çözümde kritik bir aktör olarak görmeye devam ediyor.

Ancak Riyad, Filistinlilerin ölü sayısı arttıkça İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun aşırı sağcı hükümetine yönelik eleştirilerini sertleştirdi.

Ekim ayında Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Faysal bin Ferhan, Riyad’da düzenlenen bir basın toplantısında, İsrail ile normalleşmenin, “Filistin devletine dair bir çözüm bulunana kadar gündemde olmadığını” söyledi.

Prens Muhammed de geçen hafta Riyad’da düzenlenen Arap ve İslam zirvesinde İsrail’i Gazze’de “soykırım” yapmakla suçlarken, Lübnan’da Hizbullah’a karşı yürüttüğü savaşı ve İran’a yönelik saldırılarını kınadı.

Diplomatlar ve analistler, Veliaht Prens Muhammed’in konuşmasını, Müslüman dünyasının İsrail’in askeri saldırılarını kınamada ve bir Filistin devleti kurulmasına destek verme konusunda birleştiği mesajı olarak yorumladı. Salı günü Riyad, “İsrail’in Batı Şeria üzerinde egemenlik kurmaya yönelik aşırılık yanlısı açıklamalarını” da kınadı.

Trump seçim kampanyası sırasında Orta Doğu’ya barış getirme ve savaşı sona erdirme sözü vermişti. Ancak İsrail Büyükelçisi olarak seçtiği Mike Huckabee ve Orta Doğu temsilcisi olarak atadığı emlak kralı Steven Witkoff da dahil adaylarının çoğu ateşli birer İsrail yanlısı.

Trump, buna rağmen İbrahim Anlaşmaları’nı genişletmek istediğini belirterek Al-Arabiya’ya şunları söyledi: “Çerçeve zaten hazır, tek yapılması gereken bunu yeniden devreye sokmak ve bu çok hızlı gerçekleşebilir. Eğer kazanırsam bu kesinlikle bir öncelik olacak… sadece Ortadoğu’da barışı sağlamak… Bu olacak” dedi.

İbrahim Anlaşmaları’nın genişletilmesinde Suudi Arabistan kilit bir rol oynayabilir. Ancak Arap yetkililer, Trump’ın bunu ancak Netanyahu’ya, Filistin devleti kurulmasına yönelik tavizler vermesi için baskı yaparak başarabileceğine inanıyor. Bu, İsrail Başbakanı’nın şiddetle karşı çıktığı bir mesele.

Bir diğer Arap diplomat ise, “Trump’ın şu anda Ortadoğu’da Suudi Arabistan’dan daha çok ihtiyaç duyduğu başka bir aktör yok. Trump, kendisine sunulmuş hazır anlaşmalardan kredi almayı seven biri. Eğer Muhammed bin Selman ona bir anlaşma sunarsa, bu bir olasılık olabilir, hatta tek olasılık olabilir” yorumunda bulundu.

Arap yetkililer de Gazze’deki yıkımın neden olduğu öfkenin, Filistin davasını yeniden bölgesel gündemin en üst sırasına taşıması nedeniyle Trump’ın Filistinlileri göz ardı etmesinin daha zor olacağını umuyor. Liderler çatışmanın kendi halklarının bazı kesimlerini, özellikle de Prens Muhammed’in ana seçmen kitlesi olan gençleri radikalleştirmesinden endişe ediyor.

İlk Arap diplomat “Trump’ın Gazze’deki savaşı sona erdirmesi gerekecek ve bunu yapmak için de ertesi günü ele alması gerekiyor” dedi: “Filistin meselesine odaklanmadan bölgesel çözüm işe yaramaz. Suudi Arabistan açıkça belirtti ki, bir Filistin devleti kurulmadıkça normalleşme bir seçenek değil.”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat: Rusya’dan hangi karşılık beklenebilir?

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: ABD Başkanı Joe Biden’ın Rusya topraklarına yönelik uzun menzilli füzelerin kullanılmasına izin verme kararı, Rusya’nın olası tepkilerini gündeme taşıdı. İsviçre Genelkurmay Başkanlığı’ndan emekli yarbay ve siyasi ve askeri strateji analisti Ralph Bosshard, Rusya’nın tepkisinin genelde ihtiyatlı ve kademeli olacağını, ancak uluslararası sulardaki veya üçüncü ülkelerdeki İngiliz ve Fransız hedeflerinin vurulabileceğini belirtiyor. Buna karşın, NATO’nun 5. Maddesi’ni devreye sokacak bir saldırının pek olası olmadığı ifade eden Bosshard, Ukrayna’nın Batı’dan aldığı silahlarla elde edebileceği askeri başarıların sınırlı kalacağını, çünkü Rusya’nın buna yönelik hazırlık yaptığını söylüyor. Ayrıca, Rusya’nın komuta merkezlerini sık sık yer değiştirdiğini ve geniş lojistik ağını koruma kapasitesine sahip olduğunu vurgulayan uzman, Batı’nın uzun menzilli silahlarının, savaşın seyrini kökten değiştirme potansiyelinin olmadığını, asıl belirleyicinin Rusya ve Çin liderlerinin kararları olduğunu ifade ediyor. Bosshard’a göre, Biden’ın bu kararını görev süresinin sonunda alması, Trump yönetimini zora sokma ve kendi dönemini daha güçlü bir şekilde kapatma çabası olarak yorumlanabilir. Moskova’nın şu ana kadar temkinli hareket ettiğini belirten Bosshard, Kremlin’in Batı’ya temkinli mesajlar verdiğini ve bu gerilimin medya üzerinden yönetildiğini dile getiriyor.


Rusya’dan nasıl bir askeri karşılık bekleyebiliriz? İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat

Éva Péli, NachDenkSeiten

Görev süresi sona ermekte olan ABD Başkanı Joe Biden, ABD’nin uzun menzilli füzelerinin Rusya topraklarındaki hedeflere karşı kullanılmasına izin verdi. Bu kapsamda, daha önce uygulanan kısıtlamalar kaldırıldı ve Beyaz Saray da bunu resmî olarak teyit etti. İsviçreli askerî uzman Ralph Bosshard, bu kararın muhtemel sonuçlarını NachDenkSeiten’a değerlendirdi.

Éva Péli: Joe Biden’ın bu açıklaması askerî açıdan nasıl değerlendirilmeli? Rusya’dan beklenen askerî tepki nedir ve bu tepki kimlere (ABD, İngiltere, Fransa ya da Ukrayna) yönelebilir?

Ralph Bosshard: Ruslar, Ukrayna topraklarındaki hedeflere dönük saldırıların yanı sıra, uluslararası sularda, denizaşırı varlıklarda ya da üçüncü ülkelerde bulunan İngiliz ve Fransız askerî hedeflerini vurma alternatifine de sahip. Fakat üçüncü ülkelerdeki operasyonlar büyük ihtimalle bazı kısıtlamalarla karşılaşacaktır. Şu ana kadar çatışan taraflar birbirlerinin uydularını hedef almaktan kaçındılar, zira bu durum Pandora’nın kutusunu açabilir. Uydu hedefleme şu an için bir tabu gibi görünüyor. Bu konuda silahlanma kontrolü müzakereleri için fırsatlar bile olduğunu düşünüyorum.

Batı tarafından Ukrayna’ya şu ana kadar sağlanan kısa ve orta menzilli silahlarla Ukrayna, mevcut en acil askerî sorunlarını çözmeyi deneyebilir.

Bu sorunlardan biri, Rusya’nın FAB adı verilen ağır uçak bombalarının, iyi inşa edilmiş saha tahkimatlarını imha etmek için kullanılması. 2014-2022 yılları arasında inşa edilen ve betonla güçlendirilmiş bu tahkimatlar artık Ruslar tarafından her yerde aşılmış durumda. Şimdi ise Ukrayna birlikleri, özellikle yerleşim yerlerinde bu tahkimatları savunarak pozisyonlarını korumaya çalışıyor. FAB bombaları yönlendirme modülleriyle donatılmış olup yaklaşık 70 kilometre uzaklıktan bırakılabiliyor. Ruslar bu bombaları artık oldukça hassas bir şekilde kullanıyor. Bu bombaların taşıyıcıları, taktik bombardıman uçaklarıdır ve bu uçaklar 170-200 kilometre derinlikteki hava üslerinden operasyon düzenler. Eğer bu hava üsleri, Batı menşeli uzun menzilli silahların menziline girerse, Ruslar daha gerideki üslerden operasyon yapmaya başlayacaktır. Moskova’daki Genelkurmay Akademisi’ndeki eğitimim sırasında Su-24 tipi cephe bombardıman uçaklarını hesaba katarak planlama yapıyorduk. Bugün kullanılan Su-34 uçaklarının menzilinin Su-24’lerden çok daha fazla olduğunu söyleyebilirim. Geriye çekilerek operasyon düzenlemek Ruslar açısından sorunsuz olacaktır.

Rusya’nın lojistik destek hatlarını ve cepheye asker taşınmasını kesintiye uğratmak, yalnızca belirli hedef kategorilerine karşı yoğun ve sistematik saldırılarla mümkün. Bunlar, mesela mühimmat veya yakıt depoları gibi tesisler ya da demir yolu ağı olabilir. Ruslar, lojistik tesislerini geniş bir alana yayabilir ve Donbass’taki sıkı demir yolu ağından faydalanabilir. Ayrıca bu ağ, ek demir yolu hatlarıyla daha da güçlendirilebilir. Bu görev, Rusya ordusunda bulunan demir yolu birliklerine ait. Ukraynalıların bu ağı kesintiye uğratması için ciddi bir çaba göstermesi ve çok sayıda füze kullanması gerekecektir. Fakat Ukrayna’nın savaş uçakları ve roketatarlarıyla cepheye ne kadar yaklaşabileceği belli değil.

Bununla beraber yer hedeflerine yönelik saldırılar da karmaşık bir hedefleme süreci gerektirir. Ruslar, geçerli operasyon prosedürlerine göre, komuta merkezlerini günlük olarak değiştirir. Son zamanlarda Rusya’nın komuta merkezlerinin imha edildiğine dair neredeyse hiç haber duymadım.

Temel olarak Rusya ordusunun operasyon prosedürleri, düşman tarafından kısa ve orta menzilli silahların kullanılmasını öngörüyor. Ruslar bu tür bir duruma hazırlanmış durumda ve eğitimlerini buna göre aldılar. Dolayısıyla, Batı tarafından tedarik edilen kısa ve orta menzilli silahlarla Rusya Silahlı Kuvvetlerine baskı uygulanması ancak geçici bir etki yaratacaktır.

İlave olarak, Ukraynalılar, askerlerin moralini artırmak amacıyla sembolik açıdan önemli hedeflere saldırabilirler. Ancak bu tür saldırıların kalıcı bir askerî etkisi olmayacaktır. Bunun aksine, yalnızca askerî hedeflere yönelik saldırıların Ukraynalıların moraline etkisi sınırlı kalacaktır.

Bütün bu süreçte hedeflerin kontrolü Batı’nın –özellikle de ABD’nin– elinde. Ukraynalılar, saldırıların gerçekleşmesi için gerekli olan seyrüsefer, iletişim ve istihbarat araçlarına doğrudan erişime sahip görünmüyor. Özellikle en yeni sistemler için üretici firmalardan teknik destek alınması gerektiği de anlaşılıyor. Bu araçların kullanımıyla Biden, Rusya’nın ilerleyişini yavaşlatabilir ve muhtemel bir çöküşü –en azından Trump’ın göreve başlamasına kadar– erteleyebilir. “Benim gözetimimde olmadı,” anlayışı burada geçerli gibi görünüyor.

Bu kararlar ışığında müzakereli çözüm şansı nasıl değerlendirilebilir?

Bu kararların müzakereli çözüm şansını ciddi ölçüde etkileyeceğini düşünmüyorum. Ukrayna’daki savaşın nasıl ve ne zaman sona ereceğini Batı’nın silah sevkiyatları belirlemeyecek. Batı’nın “mucize silahları” olarak lanse edilen sistemler, Şubat 2022’den bu yana savaşın gidişatında kayda değer bir değişiklik yaratamadı. Daha önce belirttiğim üzere ATACMS, Storm Shadows ve diğer benzeri sistemler de bu savaşın kaderini kökten değiştiremeyecek. Bu savaş, Şi Cinping ve Vladimir Putin’in “tamam yeter” dedikleri zaman sona erecek. Genel manada, Rusya veya Çin ile Batı adına bir savaşa girmeye hazır olan herkesin uyarıyı almış olması gerektiğini düşünüyorum.

Eylül ayında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Batı’nın uzun menzilli silahlarını Rusya’ya karşı kullanmasının, NATO ülkelerinin Ukrayna’daki çatışmaya doğrudan katılımı anlamına geleceğini söylemiş ve şu uyarıda bulunmuştu: “Eğer savaşı Ukrayna topraklarından Doğu’ya taşırlarsa, savaş orada sona ermeyecek; zira savaş Batı’yı da içine alacak.”

NATO’nun, Putin’in öngördüğü bu muhtemel tepkiye nasıl hazırlanacağı büyük bir soru işareti. Şu anda Fransızlar ve İngilizler açısından, Bab el-Mandeb Boğazı ya da İran kıyıları civarındaki sularda savaş gemilerini konuşlandırmaktan bir süreliğine kaçınmak daha uygun olabilir. Hatta diğer deniz bölgelerinden de uzak durmaları gerekebilir. Bunun yanı sıra, Batı Avrupa’daki deniz tabanında bulunan tesislere karşı dikkatli olunması gerektiğini özellikle vurgulamak isterim.

Almanya’nın kendi topraklarına dönük bir saldırı beklentisi içinde olmadığını, sivil savunma alanında neredeyse hiçbir tedbir alınmamış olmasından anlayabiliriz. Halka, evlerinin bodrumlarını temizlemeleri ve kendilerine bol şans dilemeleri yönünde tavsiyeler dışında, Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius’un (SPD) elle tutulur bir hazırlık sunmadığı aşikâr. Oysa, bir ülkeye ve halkına zarar vermek için artık çok daha farklı araçlar mevcut.

Uzun zamandır Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un daha akıllı bir strateji izlediğini düşünüyorum. Kendisi, gereksiz yere ve erken bir dönemde risk alarak öne çıkmaktan kaçınıyor. Ancak ne yazık ki etrafında zayıf bir hükûmet ekibi var. Geçtiğimiz yıl Federal Meclis’te eleştirdiğim Ulusal Güvenlik Stratejisi, son derece zayıf bir metindi. Ama o zaman bile CDU/CSU muhalefetinin sunacak daha fazla aklı yoktu.

ABD Başkanı Joe Biden, daha önce bu tür füzelerin Rusya’daki hedeflere karşı kullanılmasına izin vermeyeceğini belirtmişti, zira bunun üçüncü dünya savaşına yol açabileceğinden endişe duyuyordu. Fakat görev süresinin sonlarına yaklaşırken, Biden’ın artık böyle bir senaryodan korkmadığı anlaşılıyor. Peki, bu süreçte ne değişti?

Biden’ın bu kararı, Trump ekibi ile Putin yönetimi arasında halihazırda yapılmış olması muhtemel anlaşmayı bozmayı amaçlıyor. Bu stratejiyle, Putin’in öyle bir tepki vermesi hedefleniyor ki, bu tepki Trump’a savaşın devam etmesinden başka bir seçenek bırakmasın. Şu anki durumda Ruslar, Amerikan tesislerine veya birliklerine saldırmaktan kaçınıyor; böyle bir adımın Trump yönetimiyle ilişkileri doğrudan etkileyebileceğini biliyorlar.

Fransa ve İngiltere’nin bu denkleme dahil edilmesi, savaşın Trump’ın göreve gelmesinden sonra da devam etmesini garanti altına alma stratejisinin bir parçası. Biden, bu noktada Fransa ve İngiltere’nin büyük güç olma heveslerini ustaca kullanıyor. Ancak hem Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron hem de İngiltere Başbakanı Keir Starmer, Rusya’nın muhtemel misilleme hamlelerinin, Trump’ın göreve başlamasından sonra özellikle onları hedef alacağının farkında. Bu nedenle, durum ciddileştiğinde İngiltere ve Fransa’nın, deyim yerindeyse, “görünmezlik moduna geçeceğini” düşünüyorum.

Rusya’nın mevcut stratejisinde NATO’nun 5. Madde’sini (bir üyeye yapılan saldırının tüm NATO üyelerine yapılmış sayılmasını öngören madde) devreye sokacak bir durumdan kaçınması önemli. Bu nedenle Rusya, NATO topraklarında herhangi bir hedefe saldırmayacaktır. Bunun yerine, İngiltere ve Fransa’nın ana vatanı dışındaki tesislere saldırılar düzenleyerek, bu ülkelerin güçlerini koruyamayacaklarını göstermeye çalışabilir. Nitekim, Rusya’nın birkaç gün önce Ukrayna’daki hedeflere dönük kombine füze ve drone saldırılarını yeniden başlatması, Moskova’nın misilleme yeteneğini açıkça ortaya koyuyor. Üstelik bu saldırılar, iyi korunan hedeflere karşı dahi başarılı bir şekilde yapılabiliyor. Bu da Rusya’nın mevcut gelişmeleri önceden öngördüğünü ve buna hazırlıklı olduğunu gösteriyor.

Açık konuşmak gerekirse, ABD’nin Rusya’ya, belirli saldırılardan önce uygun kanallar aracılığıyla uyarılarda bulunması bile beni şaşırtmaz. Bu tür bir iletişim, savaşı daha büyük bir tırmanıştan koruma amaçlı bir tedbir olabilir.

Genel olarak Kremlin’in her zamanki gibi, temkinli ve ihtiyatlı bir şekilde tepki vereceğini düşünüyorum. Ancak Putin’in basında zaman zaman “nükleer tehdit” kartını oynaması, Biden’ı başarısız bir lider gibi gösterme stratejisinin bir parçası. Bu durum, Biden’ın sırf egosu uğruna, görev süresinin son anlarında bir nükleer savaşı riske atmış bir başkan olarak algılanmasına neden olabilir. Öte yandan Trump, bu retoriği kullanarak kendisini barışın ve gerilimi düşürmenin mimarı olarak sunabilir. Bu da Trump’ın söylemsel bir üstünlük elde etmesine yol açabilir. Lütfen, benden Biden’ın liderlik becerilerine övgüler dizmemi beklemeyin. Bu bağlamda, onun kararlarının stratejik etkisi tartışmaya aşikâr.

Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy’in, ABD Başkanı Joe Biden’ın uzun menzilli füzelerle ilgili kararını medyada duyurmasından rahatsız olduğu iddiaları basında geniş yankı buldu. Uzmanlar, bu açıklamayı ABD yönetiminin Rusya’yı saldırılardan önce bilgilendirerek bir tırmanışı önleme çabası olarak yorumluyor. Peki, bu durum nasıl değerlendirilmeli?

Burada Zelenskiy için “isteğe göre bir menü” hazırlanmadığını açıkça görebiliyoruz. Ukrayna’nın lideri, kendisine sunulan yardımı olduğu gibi kabul etmek zorunda. “Büyük aktörler” sahnede kararları alırken, Ukrayna ancak bu oyunun bir parçası olabilir. Biden, bir yandan gerilimi artıracak bir açıklama yaparken, diğer yandan tansiyonu düşürme çabası içinde görünüyor. Kararını kamuoyuna duyurarak, esasen Rusya’ya dolaylı bir uyarı göndermiş ve onları bir nebze rahatlatmış oldu. Biden, bu saldırıların Zelenskiy’in istediği gibi sürpriz bir şekilde gerçekleştirilmesine izin verebilirdi; fakat bu, şu anki stratejiyle uyuşmuyor.

Bu durum, günümüz savaşlarının “medya savaşı” karakterini bir kez daha gözler önüne seriyor. Batı, medya hakimiyetinin her savaşta üstünlük sağlayacağını varsayıyor. Bu anlayış büyük ölçüde, ABD’nin Vietnam Savaşı’ndan kalma travmasına dayanıyor. Ancak bu medya savaşı içinde, Ukrayna lideri Zelenskiy’in stratejik kararlarının Rusya’nın lehine olabilecek etkiler doğurabileceği bir gerçek. Örneğin, Çernigov oblastına (Ukrayna ordusunun Kuzey Harekât Komutanlığı’nın önemli bir merkezi) asker kaydırılması, mevcut durumu Zelenskiy açısından daha da kötüleştirebilir.

Bu aşamada Ukrayna’nın, moral artırıcı bir başarıya ihtiyacı var. Bunun için Rusya’ya birkaç füze saldırısı gerçekleşebilir ve bu saldırılar daha sonra stratejik zaferler olarak lanse edilebilir. Ancak bu hamlelerin kalıcı bir askerî etkisi olup olmayacağı belli değil. Öte yandan, Trump ve Kuzey Kore güçleri hakkındaki spekülasyonlarla bir “ihanet hikayesi” hazırlığının şimdiden yapılmış olması dikkat çekici.

Biden’ın kararını basın yoluyla duyurması, aslında planın en kritik parçalarından biriydi. Bu ilan, Biden’ın başkanlık dönemi boyunca elde ettiği zayıf başarı karnesini toparlama çabasının bir parçası. Kabil’deki kaotik çekilme sonrası yaşanan utanç verici süreç, Biden’ın hanesine yazılmıştı. Buna rağmen, 2021’in aralık ayında Rusya’nın sunduğu güvenlik garantileri teklifini küçümseyip reddetme cesaretini göstermişti. Şubat 2022’den itibaren ise, ABD’nin Kiev’deki müttefikinin darbeler almasına seyirci kalmak zorunda kaldı. Şimdi, kalan iki aylık görev süresinde, bu tabloyu tersine çevirmek ve daha iyi bir izlenim bırakmak için çabalıyor.

Fakat Biden’ın, dünyayı bir nükleer savaşa sürükleme gibi bir niyet taşımadığı bariz. Bu, Biden’ın planlarının bir parçası değil. Bilakis, mevcut hamleleri hem içeride hem de uluslararası arenada itibarını artırmaya yönelik bir girişim olarak okunmalı.

Biden’ın uluslararası sahnedeki zayıflığı, yakın zamanda Peru’daki zirvede daha da belirgin hale geldi. Aile fotoğrafında Biden’ın arka ve dış köşelere yerleştirilmesi, sembolik olarak onun düşen önemini gözler önüne serdi. Üstelik, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in, Trump ile iyi bir şekilde çalışabileceğini söylemesi, Biden’a dolaylı bir mesaj göndererek onunla artık çalışmak istemediğini ima etmişti. Bu durum, Biden’ın uluslararası alandaki pozisyonunu daha da zayıflattı.

Biden, görev süresinin kalan iki ayında daha fazla aşağılanmak istemiyorsa, şimdi hızlı ve etkili hamleler yapmak zorunda. Kendi döneminin, özellikle Jimmy Carter’ın başkanlığının son dönemine benzeyen bir şekilde sona ermesini istemediği belli.

Biden’ın ABD’nin uzun menzilli silahları için genişletilmiş hedeflerine ilişkin kararını hangi biçimde aldığına dair bilginiz var mı? Bu bir başkanlık kararnamesi, resmi bir hükümet kararı ya da yalnızca Kiev’e (ve kiminle) yapılan bir telefon görüşmesi şeklinde mi? Ve bugüne kadar silahların menzil sınırlaması nasıl sağlandı, yalnızca teknik bir yöntemle mi yoksa bir emirle mi?

Bu tür detayları elbette yalnızca doğrudan taraf olanlar bilir. Ancak kararın uygulanmasının üçlü bir işbirliğiyle gerçekleştirilmesi muhtemel. Amerikan, İngiliz ve Fransız askerleri saldırıları muhtemelen birlikte planlayacak. NATO kurumlarının bu süreçte pek bir etkisinin olacağını düşünmüyorum. Zira tecrübelere göre, büyük devletler stratejik varlıklarını paylaşmayı tercih etmez; bu, genelde herkesin kendi önceliğine göre hareket ettiği bir alan. Bu kapsamda özel harekât birlikleri, stratejik silahlar, uydu ve istihbarat bilgileri gibi yalnızca hükümet düzeyinde erişilebilen araçlar yer alır. Dolayısıyla, bu tür bir işbirliğinin halihazırda kurulmuş olması pek muhtemel değil. Belki bu süreç sıfırdan oluşturulmak zorunda kalabilir.

Şimdi bir hedefleme süreci başlatılması gerekiyor. Bu süreç, durum değerlendirmesinden hedef seçimine ve etkinlik analizine kadar uzanıyor. Bunun içinde istihbarat toplama, iletişim ve navigasyon uyduları yer alıyor. Bu uyduların bazıları muhtemelen doğru yörüngeye henüz yerleştirilmiş değil. Hazırlık çalışmalarına elektronik harp alanındaki tedbirler de dâhil. Geçtiğimiz ay Rusya’nın birkaç şehrinde bizzat şahit oldum ki, Ruslar GPS sinyallerini engelliyor ve hatta zaman zaman yanıltıcı sinyaller yayıyor. Yani, GPS cihazları yanlış konumlar tespit ediyor. Bu sapmaların 15 kilometreye kadar ulaştığını gözlemlemiştim.

Tüm bu süreç, devlet başkanlarının ya da başbakanların –Biden, Starmer ve Macron’un– silahlı kuvvetlerin başkomutanı sıfatıyla verdiği bir planlama talimatını gerektiriyor. Ön hazırlıkların, yani muhtemel planların ne kadar ilerlemiş olduğuna bağlı olarak, oldukça uzun sürebilecek bir planlama sürecinin başlatılması gerekebilir. Hangi hedeflere saldırılacağı konusunda Ukraynalılar belki önerilerde bulunabilir ama son söz büyük ihtimalle Amerikalılar, İngilizler ve Fransızlara ait olacaktır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Gideon Levy: Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız İsrail’in en köklü gazetelerinden Haaretz’de yayınlanan köşe yazısında İsrail’in Gazze’deki katliamları karşısında İsrail toplumunun etik ve ahlaki olarak nasıl dönüştüğü/dönüştürüldüğü anlatılıyor:

***

Siyonistlerin yeni ideali: Gazze Savaşı’ndan utanmayan bir İsrailli nesil

Gideon Levy

“Teachers for Change” (Değişim İçin Öğretmenler) adlı bir kuruluşun CEO’su ve eğitimci olan Yair Weigler, yedek kuvvetlerdeki uzun süreli görevinden yeni döndü.

“Gazze Şeridi’ndeki çeşitli mahallelerde ve mülteci kamplarında faaliyet gösterdik, biraz da plajlarında vakit geçirdik, ardından Lübnan’da göreve devam ettik… Aramızda yerleşimciler, Tel Avivliler, 2005’te [Gazze Şeridi’ndeki] Katif Bloğu’ndan tahliye edilenler vardı; silah arkadaşlarıydık, eğitimciler ve yüksek teknoloji çalışanlarıydık… tek bir tank bölüğüydük” dedi şiirsel bir dille, sanki ordudan sonra yurtdışında bir geziye çıkıp dönen genç bir adam gibi, ziyaret ettiği yerleri övüyordu. Ah, Şucaiye, ah, ne birlik ama. Ne ordu ne halk.

Eski Başbakan Naftali Bennett, eğitimcinin sözlerini paylaşmakta gecikmedi: “İsrail’de bir aslanlar kuşağı doğdu. Hiç şüphem yok ki bu çocuklar, savaşçılar ve yedekler, sivil hayata daha idealist, daha merhametli insanlar olarak dönecekler ve önümüzdeki 50 yıl boyunca bu ülkeyi yeniden inşa edecek insanlar onlar olacak. Umut var!”

Eğer Bennett’ın küçük örme kipasıyla sergilediği aşırı duygusallığı bir kenara bırakırsak bile, şaşkın ve çaresiz gözlerimizin önünde cereyan eden kaostan dehşete düşmemek elde değil. Yedi yirmi dört. Etnik temizlik ve toplu katliam artık birer ideal; savaş suçları ise daha değer odaklı ve “iyi” siviller yaratıyor. Bennett’ın anlayışında umudun anlamı işte bu.

İnanmakta güçlük çekiyor insan. İsrail’de bir öğretmenin yedek görevindeki son derece sorunlu deneyimlerini böyle ifade ettiğini, ılımlı sağ kanadın liderlerinden alternatif için umut olan birinin ise bu şekilde tepki verdiğini okuyoruz. 2024 İsrail’inde, ordunun Gazze ve Lübnan’da yaptıklarıyla ilgili bir özeleştiri işareti görmek şöyle dursun artık suçlar ve vahşet birer ideal düzeyine yükseltiliyor. Vatandaşlık derslerinde artık, on binlerce kadın ve çocuğun katledilmesinin nasıl bir “değer” haline geldiği tartışılacak. İşte bir toprak parçasını yok edip İsraillileri daha iyi vatandaşlar haline getirmenin yolu budur. Soykırım, bir eğitim atölyesi olarak sunuluyor.

Suçluluk duygusu, bir hesaplaşma veya etik sorgulamalar bekleyen herkes tam tersini buluyor. Yaptıklarından dolayı travma yaşayan, bitmek bilmeyen kâbuslar gören, işlediği vahşetler yüzünden uykusunda çığlık atan bir nesil bekleyenler, ulusal gururla karşılaşıyor. Siyonist ideal artık Gazze’de süren savaş. Uluslararası mahkemelerde tanımlanmayı bekleyen korkunç bir suç, tüm dünyanın haklı olarak dehşetle izlediği bir savaş, şimdi bir “değer” olarak yüceltiliyor. Burada bir aslanlar kuşağı doğdu.

Bu aslanlar kuşağı, bir an bile yaptıklarıyla yüzleşmeye cesaret edemeyecek kadar korkak. Bastırma ve inkârı anlamak mümkün. Sonuçta bunlar olmadan, böylesine anlamsız ve dizginsiz bir savaş sürdürülemezdi. Ancak İsrail bunu daha akıl almaz bir noktaya taşıdı.

Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı. Subaylar kameraların önünde Gazze’deki yıkıntılar arasında göğsünü kabartarak yürüyor. Etrafında, tüm bu yıkımın anlamını sorarak mesleğinin itibarını kurtaracak tek bir muhabir bile yok. Bunun amacı neydi, yasal dayanağı neydi, ahlaki boyutu neydi? Bize böyle bir yıkımı gerçekleştirme yetkisini veren neydi? Toprak yolda, koltuk değnekleriyle, tekerlekli sandalyelerde, açlıktan bitap düşmüş eşeklerin çektiği arabalarla gidip gelen, TV muhabiri Ohad Hamo’nun soracağı herhangi bir soruya bir damla su karşılığında yanıt vermeye hazır insanların oluşturduğu konvoylar var ve bu, Hamo’nun mesleki gururunu destekleyen bir gazetecilik başarısı olarak adlandırılıyor.

Rus televizyonunun Ukrayna’dan böylesi utanç verici bir görüntüyü yayınlamaya cesaret edebileceği şüpheli. Belki orada utanç buna engel olabiliyor. Burada ise utanma hissi yok. Ne Hamo, ne Kanal 12, ne medya, ne Weigler ne de Bennett’in söylediklerinde…

Mesele sadece İsrail’in utanma duygusunu kaybetmiş olması değil. Yaptıklarıyla gurur duyuyor. İsrailliler savaşı sadece gerekli bir kötülük olarak görmüyor, bizi bununla yaşamaya mahkûm eden bir durum olarak değerlendirmiyor. Şimdi savaş, bir değer modeli – pedagojik bir şiir olarak sunuluyor. Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki sürgün ve güneyindeki katliam birer ulusal miras olarak tanıtılıyor, yakında fotoğraf albümleri ve müzelerle birlikte gelecek. Bunu telafi etmek çok daha zor olacak.

Bennett, vicdanı ve pusulası olmayan bu aslanlar kuşağının önümüzdeki 50 yıl boyunca ülkeyi inşa edeceğini vaat ediyor. Hayal edin. Bekleyip göreceğiz.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English