Dünya Basını
‘Washington’ın yapamadığını bölgesel anlaşma yapabilir’

Washington’un dış politikasına etkileriyle öne çıkan ABD Dış İlişkiler Konseyi’nin (Council on Foreign Relations-CFR) yayın organı Foreign Affairs‘te yayınlanan İran-Körfez normalleşmesiyle ilgili bir makale, normalleşme sürecinin İran’ın nükleer programının dizginlenmesiyle sonuçlanmasının nasıl mümkün olabileceğini masaya yatırıyor. Makale, öncellikle ABD’nin İran’ı nükleer anlaşmaya döndürmede başarılı olamadığı tespitini yapıyor: “Müzakereler yeniden başlasa bile KOEP’nin kurtarılması pek mümkün görünmüyor. İran’ın programı bu anlaşmayla kontrol altına alınamayacak kadar ilerlemiş durumda ve Batı’daki siyasi iklim anlamlı müzakereler için elverişli değil.” Çünkü, “reçeteleri genellikle son yirmi yıldır İran’ın nükleer ilerlemesini dizginlemekte tamamen başarısız olan aynı politikalar; yaptırımlar ve uluslararası izolasyon, askeri tatbikatlar ve askeri tehditler.”
Makale ABD ve Avrupa’nın yeni bir yaklaşıma ihtiyacı olduğunu savunuyor: “Neyse ki Orta Doğu’da yaşanan son olaylar bunun için bir fırsat yarattı. Bir ABD-İran anlaşması mümkün olmayabilir, ancak Basra Körfezi’ndeki Arap monarşileri Tahran’la daha iyi ilişkiler kurdukça, bir zamanlar imkânsız olan, İran’ın Arap Yarımadası’na müdahalesini ve nükleer programını aynı anda ele alan bölgesel bir anlaşma, şimdi kesinlikle düşünülebilir.”
Makale İran’ın nükleer programının bölgesel anlaşmalarla dizginlenmesinin Washington ve müttefikleri için hangi avantajları sunacağını ele alıyor ki bunlardan biri “(ABD’nin) büyük güç rekabeti gibi önemli siyasi meselelere daha fazla odaklanmasını sağlayacak.”
Makalenin tamamı:
***
Yeni İran Anlaşmasına Giden Yol
Washington’ın Başarısız Olduğu Yerde Bölgesel Bir Anlaşma Başarılı Olabilir
Eski ABD Başkanı Donald Trump’ın İran’la 2015 yılında imzalanan nükleer anlaşmadan çekilmesinin üzerinden tam beş yıl, şimdiki ABD Başkanı Joe Biden’ın anlaşmayı yeniden tesis etmek hamlesinin üzerinden ise iki yıldan fazla zaman geçti. Ancak büyük umutlara rağmen Biden, Kapsamlı Ortak Eylem Planı’nı (KOEP) canlandırmayı başaramadı. Bu kısmen yönetimin başarısızlığıdır; ilk müzakerelerde Biden, kendi iç gündemi için desteğine ihtiyaç duyduğu Kongre’yi tartışmalı bir dış politika girişimini desteklemeye zorlamakta tereddüt etti. Bu başarısızlık aynı zamanda İran inatçılığının da bir sonucudur. Görüşmeler uzadıkça Tahran barikatlar kurdu ve bir sonraki ABD yönetiminin anlaşmadan bir daha çekilmeyeceğine dair garanti de dahil Washington’un karşılayamayacağı birçok talepte bulundu. Sonuç olarak Eylül 2022’den bu yana müzakerelerde neredeyse hiçbir ilerleme kaydedilmedi. İki taraf bir anlaşmaya varmaktan çok uzak.
Ancak Tahran’ın nükleer programı şu anda hiç olmadığı kadar ilerlemiş durumda. Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’na göre İran uranyumu yüzde 84 oranında zenginleştirdi ki bu silah üretimi için gerekli orandan çok az eksik ve birkaç bombaya yetecek kadar malzeme depoladı. Pentagon yetkililerine göre ülke birkaç ay içinde operasyonel bir nükleer silah üretebilir. Sonuç olarak, Trump’ın stratejik hatası sayesinde İran fiilen nükleer bir devlet: nükleer yeteneklerini silaha dönüştürmekten bir adım ve siyasi bir karar kadar uzakta.
Müzakereler yeniden başlasa bile KOEP’nin kurtarılması pek mümkün görünmüyor. İran’ın programı bu anlaşmayla kontrol altına alınamayacak kadar ilerlemiş durumda ve Batı’daki siyasi iklim anlamlı müzakereler için elverişli değil. İran’daki yaygın, hükümet karşıtı toplumsal protestolar ve Tahran’ın buna verdiği sert karşılık, Washington ve Avrupa başkentlerinde İran’a yönelik yaptırımların kaldırılmasına yönelik her türlü hevesi öldürdü ki bu da anlaşmanın gerekli bir parçası. İran’ın Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline verdiği destek de benzer şekilde Batı kamuoyunda tiksinti yarattı. Washington KOEP’ye geri dönmek için kuyruğunu kıstırıp birçok yaptırımı kaldırmaya istekli olsa bile, İran’daki radikal liderlerin iki yıldan kısa bir süre içinde görevden ayrılabilecek bir yönetimle herhangi bir anlaşmayı sonuçlandırmakla gerçekten ilgilendikleri net değil.
KOEP’nin hemen hemen kesin olarak sona ermesi üzerine devam eden ağıtın bir parçası olarak, politika yapıcılar bir B Planı oluşturmaya çalışıyorlar. Ancak reçeteleri genellikle son yirmi yıldır İran’ın nükleer ilerlemesini dizginlemekte tamamen başarısız olan aynı politikalar; yaptırımlar ve uluslararası izolasyon, gizli eylem, askeri tatbikatlar ve askeri tehditler. Beyaz Saray, ABD’nin yaptırımlarının çoğunu koruduğu, ancak Tahran’ın nükleer programının üst düzey zenginleşme gibi en sıkıntılı yönlerini dondurması karşılığında kısmi bir rahatlama sunduğu bir tür “daha azına karşılık daha az” anlaşmasıyla ilgileniyor gibi görünüyor. Ancak şimdilik Tahran, bu tür bir düzenlemeyle ilgilenmediğini açıkça belirtti.
Eğer ABD ve Avrupa İran’ın nükleer silah sahibi bir devlet olmasını istemiyor ve bu programı durdurmak için İran’a saldırıp savaş çıkarma tehlikesini göze almıyorlarsa, yeni bir diplomatik yaklaşıma ihtiyaçları var. Neyse ki Orta Doğu’da yaşanan son olaylar bunun için bir fırsat yarattı. Bir ABD-İran anlaşması mümkün olmayabilir, ancak Basra Körfezi’ndeki Arap monarşileri Tahran’la daha iyi ilişkiler kurdukça, bir zamanlar imkansız olan, İran’ın Arap Yarımadası’na müdahalesini ve nükleer programını aynı anda ele alan bölgesel bir anlaşma, şimdi kesinlikle düşünülebilir. KOEP’nin aksine, bu tür bir anlaşma, İran’a yakın ülkelerin katılımını sağlayacak ve bu da anlaşmayı çok daha sürdürülebilir kılacak. İran’a daha anlamlı ve kalıcı bir ekonomik rahatlama sağlayacak. İran’ın nükleer programını geçici olarak değil kalıcı olarak kontrol altına alabilir ve Tahran’ın bölgedeki sorunlu milislere verdiği desteği azaltabilir. Böylesi bir anlaşma, dünyanın şiddetle ihtiyaç duyduğu bir bölgesine daha fazla istikrar getirebilir.
YA BÜYÜK OYNA YA DA EVE DÖN
Batı, İran ile yürüttüğü nükleer diplomaside dar kapsamlı, işlemsel anlaşmalar peşinde koştu. Örneğin KOEP’nin pek çok hükmü zaman içinde aşamalı olarak ortadan kalkacaktı ve anlaşma İran’ın silahlı grupları finanse etmesi gibi bölgesel sorunları kasıtlı olarak görmezden geldi çünkü Batılı politika yapıcılar aynı anda hem bir nükleer anlaşma yapıp hem de diğer gerilimleri ele alamayacaklarına inanıyorlardı. İlk olarak İran’ın nükleer programını dondurmaya odaklanmanın daha iyi olacağına karar verdiler. Gelecekteki müzakereciler daha sonra diğer konuları ele alabileceklerdi.
Ancak bu dar yaklaşım artık geçerli değil. İran’ın nükleer programı, geçici kısıtlamalar ve şeffaflık önlemlerinin Batı ve İsrail’in endişelerini gideremeyeceği kadar ilerlemiş durumda. ABD de sözüne sadık kalamayacağını gösterdi ve Batı’nın İran’a istediği türden etkili ve sürdürülebilir ekonomik faydalar sağlamasını imkânsız hale getirdi. Avrupalılar ise ABD’nin onayı olmadan İran’a verdikleri ekonomik vaatleri yerine getiremeyeceklerini kanıtladılar. Ve KOEP’nin başarısızlığı, başarılı bir nükleer anlaşmanın aslında İran’ın komşularıyla gerginliği azaltmasını gerektirebileceğini gösterdi. KOEP 2015’te tamamlandığında Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri anlaşmayı İran’ın Arap meselelerine daha fazla müdahil olmasına ve balistik füze programını daha da genişletmesine olanak tanıyacak açık bir çek olarak gördü. Sonuç olarak, anlayışlı Trump’ı anlaşmadan vazgeçmeye teşvik ettiler. O da yanlış bir şekilde kabul etti.
Yıllar sonra, bu ülkeler anlaşmayı feshetmenin büyük bir hata olduğunu anladılar. KOEP’nin sona ermesi kindar İran’ı daha da saldırgan hale getirdi ve Tahran’ın artık sınır tanımayan nükleer faaliyetlerini endişe edilmesi gerekenler listesine ekledi. Ancak Körfez ülkeleri nükleer anlaşmayı yeniden canlandıramasa da İran’la ilgili endişeleri paradoksal bir şekilde daha büyük, bölgesel bir anlaşmayı gerçek bir olasılık haline getirdi. Zira Körfez ülkeleri, İran’ın kendi topraklarına yönelik saldırılarını engellemek amacıyla, 2000’li yılların başından bu yana yapmadıkları şekilde İran’la temasa geçtiler. Geçen Ağustos ayında Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri İran’la tam diplomatik ilişkilerini yeniden kurdu ve Mart ayında İran ve Suudi Arabistan, Çin’in aracılık ettiği bir anlaşmayla yedi yıllık bir kopukluğun ardından ilişkilerini normalleştirdi. Bu anlaşmalar, Orta Doğu’nun en güçlü devletlerinin (İsrail hariç) İran’la bölgesel bir diyalog başlatmasının artık mümkün olduğu anlamına geliyor. Bu diyalog, tüm katılımcıların arzu ettiklerini iddia ettikleri şeylere ulaşmayı amaçlıyor: güvenliğin artması, ticaretin gelişmesi ve Körfez’in nükleer silahlardan arındırılması.
Bu hedefe ulaşmanın olmazsa olmazı İran’ın Arap Yarımadası’nda devlet dışı aktörleri mali veya askeri olarak desteklememe taahhüdü gibi bölgesel güç projeksiyonu konusunda güvence vermesidir. Bunun karşılığında bu ülkeler de İran’ı istikrarsızlaştıran grupları desteklemeyeceklerini taahhüt edeceklerdir. Bu yaklaşım aynı zamanda İran da dahil Körfez’in kenarındaki tüm devletlerin, nükleer gelişme konusunda sıkı kontrolleri kabul etmelerini gerektirecektir. Örneğin bu ülkeler uranyumu yüzde beşin üzerinde zenginleştirmekten kalıcı olarak vazgeçebilir, plütonyumun yeniden işlenmesinden sonsuza kadar vazgeçebilir ve Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’nın Ek Protokolü’nü onaylayabilir ki bu protokol BM müfettişlerine beyan edilen ve şüphelenilen tüm nükleer tesislere geri dönüşü olmayan, güçlendirilmiş erişim hakkı sağlar. Bu gereklilikleri yerine getirmek için İran mevcut yüzde 20 ve yüzde 60 saflıkla zenginleştirilmiş uranyum stokunu yüzde beşin altına indirebilir ya da bunları sevk edebilir. Tüm imzacılar ayrıca Arjantin ve Brezilya’nın 1981’de yaptığı gibi nükleer enerji, nükleer emniyet ve güvenlik konularında ortak denetim ve ortak girişimleri kabul edebilirler.
Bu nükleer hükümler İran’ın Arap komşuları için düşük maliyetli olacak, zira Suudi Arabistan’ın nükleer hırslarını saymazsak hiçbiri, şu anda vazgeçmeleri gerekecek yerli bir nükleer enerji programına sahip değil. Ayrıca İran için de tolere edilebilir bir maliyeti olacak. KOEP’nin aksine, bu hükümler İran’ın altyapısını dağıtmadan ya da nükleer programları geçici kısıtlamalara tabi olmayan Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması üyesi diğer devletlere uygulanan kuralın istisnası olarak muamele görmeden nükleer programı üzerinde uzun vadeli kısıtlamaları kabul etmesine izin verecek. Bu aynı zamanda ABD ve İsrail’in İran’ın nükleer programı nedeniyle saldırıya geçme riskini de ortadan kaldıracak ki bu tali hasara uğramamak için Körfez Arap ülkelerinin de kaçınmak istedikleri bir şey.
Aslında ABD ve Avrupalı müttefikleri böyle bir anlaşmayı aktif olarak destekleyebilir ve desteklemeliler. İran-Körfez serbest ticaret anlaşmasını yaptırımlardan muaf tutarak anlaşmanın tüm tarafları arasında ekonomik büyüme için güçlü bir yol açmalılar. BM Güvenlik Konseyi bu anlaşmayı KOEP’nin halefi olarak onaylayabilir ve ihlallere yönelik cezai yaptırımlar öngörebilir; bu yaptırımlar arasında anlaşmayı ihlal eden ülkelere BM Yabancı Hakem Kararlarının Tanınması ve İcrası Sözleşmesi kapsamında dava açılmasına izin verilmesi de yer alabilir. Washington, İran-Körfez ticaret anlaşmasını yaptırımlardan muaf tutmayı kabul ettikten sonra yaptırım uygularsa, bu ülkelerden biri de ABD olabilir. Nükleer anlaşmanın bölgesel bir çerçeveye oturtulması ABD’nin yaptırımları yeniden uygulamasını da zorlaştıracak zira 2018’dekinin aksine Washington geri adım atmaya kalkarsa Körfez’deki Arap dostlarının direnişiyle karşılaşacak. O halde İran için bu anlaşma, KOEP’nin asla sunmadığı türden garantili, uzun ömürlü olacak ve bu, anlaşmanın en önemli eksikliklerinden birini giderebilir.
YEREL VE KÜRESEL
Geniş kapsamlı bir bölgesel anlaşma, ABD ve Avrupa’daki İran şahinlerinin muhalefetiyle karşılaşacaktır; zira bu şahinler bunu aylardır süren protestoların ardından ipleri elinde tuttuğunu düşündükleri İran rejimine bir can simidi olarak görebilirler. Yine de İran’ın komşularıyla (ve Batı’yla) samimi ilişkilerin 1979’da Şah rejiminin çöküşünü engellemediğini hatırlamakta fayda var; bugün de halk nezdinde meşruiyeti olmayan bir rejimi kurtarmayacaktır. Bir anlaşma bölgedeki tüm temel gerilimleri çözecek sihirli bir değnek de olmayacaktır. Ne de olsa pek çok Avrupa ülkesi ekonomilerini Rusya ile bütünleştirdi ve bu durum Moskova’nın Ukrayna’yı işgal etmesini engelleyemedi.
Ancak daha güçlü ekonomik bağlar istikrarı garanti edemese de Tahran’ın komşularına zarar vermesini daha maliyetli hale getirecektir. İran ile ekonomik karşılıklı bağımlılık arttıkça, zengin Körfez Arap ülkeleri Tahran üzerinde daha fazla baskı kuracak ve saldırgan politikaları caydırıcı hale getirecektir. İran da ekonomisini yeniden inşa etme fırsatına sahip olacaktır. Bu avantajlar Umman, Katar, Suudi Arabistan ve hatta İran’daki politika yapıcılarla yaptığımız görüşmelerde böyle bir anlaşma önerdiğimizde neden olumlu geri dönüşler aldığımızı açıklıyor. Körfez ülkeleri yetkilileri, ABD tarafından desteklenmesi halinde bir anlaşmaya özellikle sıcak bakacaklarını belirttiler.
Washington ve müttefikleri için geniş kapsamlı bir bölgesel anlaşmanın başka avantajları da olacak. Hem kriz yönetimi görevi görecek, İran’ın daha fazla nükleer gelişiminin önüne geçilmesine yardımcı olacak hem de Tahran’ın nükleer programı üzerinde kalıcı kısıtlamalar ve şeffaflık önlemleri getirerek İran’ın komşuları arasında Tahran’ın nükleer teknolojisiyle boy ölçüşmeyi hedefleyen bir yarışı önleyecek. Başka bir deyişle, bu anlaşma KOEP’den çok daha dayanıklı ve güçlü bir anlaşma olacak. Ve eğer bu anlaşma İran ve komşuları arasındaki gerilimi azaltırsa, ABD’nin iklim değişikliği ve büyük güç rekabeti gibi önemli siyasi meselelere daha fazla odaklanmasını sağlayacak.
Her şeyin ötesinde -ve yenilenmiş bir KOEP’nin aksine- bu anlaşma gerçekten hayata geçebilir. İddialı ama Ortadoğu’ya kalıcı istikrar getirmek istiyorsa dünyanın nükleer ve bölgesel meseleleri birlikte ele alan bir düzenlemeye ihtiyacı var; hırs gerekli. Bazen çetrefilli bir sorunu çözmenin en iyi yolu onu büyütmektir.
Dünya Basını
Sınıfsız modern para teorisi muhasebedir

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız, Steven D. Grumbine tarafından kaleme alınan metin, teknik terimlerin ve nötralize edilmiş kavramların egemenliğindeki iktisat yazınında, paranın sınıfsal doğasını ve politik işlevini görünür kılarak iktisadı “yeniden” siyasileştirme çağrısı yapıyor. Grumbine bu kısa makalesiyle, Modern Para Teorisi’nin devletin sınıfsal karakterinden soyutlanarak araçsallaştırılmasına karşı, parasal egemenliğin ancak ve ancak sınıf mücadeleleri içinden devrimci bir imkâna dönüşebileceğini anımsatarak, teknik iktisat jargonu ardına gizlenmiş sınıf savaşımını teşhir ediyor. Kemer sıkma politikalarının, işsizliğin ve enflasyon korkularının nesnel değil, ideolojik ve sınıfsal tercihlerle inşa edildiğini göstermesi bakımından, akademik nötralitenin ötesine geçen ve hâkim iktisat anlayışlarına doğrudan meydan okuyan bir nitelik taşıyor.
Sınıf Mücadelesinden Yoksun Modern Para Teorisi, Muhasebeden İbarettir
Steven D. Grumbine
Real Progressives
11 Haziran 2025
Çev. Leman Meral Ünal
Solun iktisat eğitimi uzun süredir iki ölümcül eksiklikten mustarip: Anaakım iktisadın kemer sıkma mitleri ile ortodoks Marksizmin meta-para fetişizmi. Pavlina Tcherneva’nın The Case for a Job Guarantee [İş Garantisi Savunusu] (2020) adlı çalışmasında gösterdiği üzere, hâkim sınıflar işsizliği, işçi gücünü ve ücretleri baskılamak amacıyla bir disiplin aracı olarak kasıtlı biçimde sürdürür, ki bu da, “kıtlığın” iktisadi bir zorunluluktan ziyade siyasal bir inşa olduğunun somut kanıtıdır. Öte yandan, Marx’ın siyasal iktisat eleştirisi (Kapital, Cilt 1, 1867) temel metin olmayı sürdürdüğü için, birçok sosyalist onun emek-değer kuramını yanlış biçimde uygulayarak parayı meta değişimiyle özdeşleştirmekte ve devlet tarafından yaratılan itibari paranın modern gerçekliğini göz ardı etmektedir. Bu kuramsal kargaşa, devrimci potansiyeli felce uğratmıştır.
Kapitalist devletin parasal egemenliği, Stephanie Kelton tarafından Deficit Myth [Bütçe Açığı Efsanesi] (2020) eserinde etraflıca açıklandığı gibi, kemer sıkma politikalarının sınıf savaşımından başka bir şey olmadığını ortaya koyar. Nitekim para basma yetkisine sahip hükümetler, mali değil, fiziksel kaynak kısıtlarıyla karşı karşıyadır (Mitchell, Wray & Watts, Makroekonomi, 2019). Wynne Godley’nin sektörel denge yaklaşımının (Seven Unsustainable Processes, 1999) matematiksel olarak kanıtladığı üzere, politikacılar trilyon dolarlık askeri bütçeleri onaylarken “evrensel sağlık hizmetini karşılayamayız” dediklerinde, muhasebe hatası yapmıyor, sınıf önceliklerini dayatıyorlar. “Ulusal borç” denilen şey ise, gerçekte egemen sınıfa aktarılan reel kaynakların finansal yansımasından ibaret.
Ne var ki, seçim illüzyonlarını doğru şekilde reddeden Marksistler arasında dahi tehlikeli iktisadi yanılgılar varlığını sürdürüyor. Soldaki enflasyon fobisi, sıklıkla Godley’nin temel öngörüsünü, yani fiyat istikrarının soyut para arzından değil, reel üretim ile talep arasındaki dengeden kaynaklandığı gerçeğini, göz ardı eder. Şili oligarşisi Allende’yi devirmek için kasıtlı olarak kıtlık yarattığında, Marx’ın veciz sözünü (“Modern devletin yürütme organı, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir”, Komünist Manifesto, 1848) teyit etmiş oldu. Randy Wray’ın Modern Money Theory [Modern Para Teorisi] (2015, 2024) eseri, itibari paranın değerini herhangi bir metaya bağlı olmaktan değil, devletin vergi toplama ve dayatma otoritesinden aldığını ortaya koyar, yine de bazı sosyalistler hâlâ altın standardını veya emek bonolarını savunmakta, mevcut parasal sistemi ele geçirmek yerine ütopyacılığa sığınmaktalar.
Tcherneva ile Mitchell & Muysken (Full Employment Abandoned, [Tam İstihdamın Terk Edilişi] 2008) tarafından geliştirilen İş Garantisi (JG) önerileri, kapitalizm altındaki reformun diyalektik doğasını açığa çıkarır: Mevcut sistem içinde uygulandığında, JG, basitçe ücret disiplinini dayatmanın bir aracına dönüşebilir [çünkü] ancak işçilerin denetimi altında, işsizler ordusu tamamen ortadan kaldırılabilir. Bu çelişki, MMT’nin tüm içgörülerinin belirleyici özelliğidir – yani bu içgörüler, yalnız ve yalnız sermayenin yapısal gücünü kıracak denli güçlü hareketlerin elinde devrimci bir niteliğe kavuşabilirler. Gramsci’nin kültürel hegemonya kuramı (Hapishane Defterleri, 1935), burjuvazinin kapitalist ilişkileri doğal ve kaçınılmaz göstermek yoluyla denetimi nasıl kurduğunu ve sürdürdüğünü açıklar.
Tarihin dersi açıktır. Wray’in belgelediği gibi, 1930’ların işyeri grevleri, politika belgeleriyle değil, Ulusal Çalışma İlişkileri Yasası imzalanana kadar fabrikaların fiziksel işgali yoluyla kazanılmıştır. Mitchell’in savaş sonrası tam istihdam üzerine yaptığı çalışmalar, tam istihdamın yalnızca militan ve mücadeleci sendikaların grev kapasitesini koruduğu sürece var olabileceğini kanıtlamıştır. Gramsci’nin kültürel hegemonya anlayışını ve Godley’nin sektörel denge analizini içselleştirmiş günümüzün finansallaşmış oligarşisi, artık çok daha rafine baskı biçimlerine başvuruyor: Algoritmik ücret gaspı, finans piyasasına endekslenmiş konut hakkı ve her yere sirayet eden borç köleliği. Kelton haklı, tüm toplumsal ihtiyaçlara yetecek para mevcut; Tcherneva ispatladı, işler derhal yaratılabilir; ve Marx haklıydı, sermaye ayrıcalığını asla gönüllü olarak terk etmeyecek.
Dolayısıyla görevimiz “MMT politikalarını uygulamak” değil, ürettiğimiz artık değeri denetleyebilecek işçi sınıfı gücünü inşa etmektir. Mitchell’in JG modelleri, ancak kendiliğinden grevlerle birleştiği bir durumda devrimci nitelik kazanır. Wray’ın parasal analizi yalnızca kredinin spekülasyondan toplumsal ihtiyaçlara yönlendirilmesi söz konusu olduğunda önem arz eder. Gramsci’nin öğrettiği gibi, hem anlık mücadelelerin “siperlerinde” (kira grevleri, borçların reddi) hem de ideolojinin “katedralinde” (paranın sınıfsal bir silah olarak teşhiri) eş zamanlı savaşmalıyız. Kelton’un bütçe açığı gerçekleri ile Marx’ın artık-değer kuramı tek bir talepte kesişiyor: Mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmek. Seçimlerle falan değil- 1917, 1936 ve 1968’de olduğu gibi sermayeyi tir tir titreten örgütlü bir güçle.
Para, işçilere karşı oynanan hileli bir oyunda burjuvazinin skor tablosudur. Tcherneva’nın JG planları, Godley’nin sektörel denge analizleri ve Wray’ın vergi temelli para teorisi, başka bir dünyanın teknik olarak mümkün olduğunu gösteriyor. Fakat Marx’ın dediği gibi, “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa asıl mesele onu değiştirmektir.” Değiştireceğiz: Grev hatlarımız onların polislerini sayıca aştığında, direnişlerimiz onların rezervlerini tükettiğinde ve dayanışmamız yeni bir kültürel hegemonya haline geldiğinde. Fabrikalar âtıl halde, işçiler hazır bekliyor; bizi engelleyen tek şey sermayenin şiddet tehdidi. O şiddeti tarihin çöplüğüne yollayalım.
Dünya Basını
Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.
James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025
Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.
Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.
Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.
İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.
İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.
Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.
Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.
Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.
Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.
Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.
Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
Dünya Basını
INSS: İran dış tehdide karşı kenetlenmiş görünüyor

İsrail’in güvenlik bürokrasisine yakınlığıyla bilinen, Tel Aviv Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren yarı resmî düşünce kuruluşu INSS (Ulusal Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü), İsrail-İran savaşının gidişatına dair bir değerlendirme yayımladı. İsrail ordusunda 20 yıldan fazla İran uzmanı olarak görev alan, INSS İran ve Şii Ekseni Araştırma Programı Direktörü Dr. Raz Zimmt tarafından kaleme alınan analiz, Tahran’ın savaşta geldiği kritik eşik, İran’ın nükleer altyapısına ve komuta sistemine verilen zarar, İran yönetiminin dayanıklılığı ve önündeki seçeneklere odaklanıyor.
“İran’a Karşı Kampanya: Durum Değerlendirmesi, İkilemler ve Sonuçlar” başlıklı analizde Zimmt, savaşın nasıl sona erebileceğine dair üç olası senaryo üzerinde duruyor. Analiz, hem İran’ın kırılganlıklarını hem de İsrail’in askeri kazanımlarını sürdürme konusunda karşı karşıya olduğu stratejik riskleri ortaya koyarken, ABD’nin pozisyonunun belirleyici rolüne dikkat çekiyor. INSS, savaşın sona erme biçiminden bağımsız olarak İsrail’in uzun vadeli bir “İran tehdidine” karşı hazırlıklı olması gerektiğini vurguluyor.
Makaledeki değerlendirmelerin büyük ölçüde İsrail’in resmî güvenlik bakış açısını yansıttığı ve ülkede uygulanan askeri sansür nedeniyle, İran saldırılarının İsrail’e verdiği zararın kapsamının olduğundan düşük gösterilmiş olabileceği göz önünde bulundurulmalı.
***
İran’a karşı yürütülen savaş: Durum değerlendirmesi, ikilemler ve olası sonuçlar
Dr. Raz Zimmt
İsrail ile İran arasındaki çatışmaların başlamasından üç gün sonra, İran kritik bir dönüm noktasına yaklaşmış durumda. Bu durum, İsrail’in İran’ın stratejik varlık ve kabiliyetlerine ciddi zararlar veren yoğun ve sürekli saldırılarının ardından gelişti. Tahran açısından tablo karmaşık ve çok boyutlu. Bir yandan, İran’ın üst düzey askeri liderliğini hedef alan saldırılarla ciddi bir darbe aldığı görülüyor. Bu saldırı, sadece stratejik bir sürpriz ve ulusal bir aşağılanma olmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’in İran rejiminin güç merkezlerine sızma yeteneğini de bir kez daha gözler önüne serdi. İran Genelkurmay Başkanı, Devrim Muhafızları Ordusu (IRGC) komutanı, istihbarat ve operasyon birimlerinin başkanları ile IRGC Hava-Uzay Kuvvetleri komutanının öldürülmesi, Tahran’ın bu askeri kampanyayı etkin biçimde yönetme kapasitesini geçici olarak sekteye uğrattı.
Son günlerde, İsrail Hava Kuvvetleri İran’ın nükleer programına yönelik saldırılarla operasyonel başarılar elde etmeyi sürdürdü. Bu saldırılar Natanz zenginleştirme tesisine kısmi (tam değil) zarar verirken, nükleer silah geliştirme programıyla bağlantılı olduğu düşünülen ve bu programın gelişiminde kilit rol oynayan ondan fazla bilim insanının hedef alınıp öldürülmesini de kapsıyor. Ayrıca, İran’ın askeri ve güvenlik altyapısı da İsrail tarafından hedef alındı: komuta merkezleri, füze ve hava savunma sistemleri, IRGC’nin istihbarat ağı ve bazı stratejik enerji tesisleri. Saldırıların devam etmesi, İran’ın komuta-kontrol sistemini zayıflatabilir ve rejimin iç sorunları yönetme kabiliyetini giderek aşındırarak genel istikrarını tehdit edebilir.
Öte yandan, İranlı yetkililer sınırlı da olsa bazı kazanımlara işaret edebiliyor. Her ne kadar nükleer program zarar görse de bu zarar henüz kritik düzeyde değil, özellikle de Fordow zenginleştirme tesisinin hâlâ sağlam. Ayrıca rejimin iç istikrarı açısından şu an ciddi ve acil bir tehdit söz konusu değil. İran liderliği dış tehdide karşı birlik, kararlılık ve canlılık mesajı vererek kenetlenmiş görünüyor. Rejime yönelik halkın duyduğu memnuniyetsizlik inkâr edilemez ancak bu aşamada halktan rejime yönelik aktif bir direniş gözlenmiyor. İsrail saldırılarında zarar gören yerleşim bölgelerine ait yıkım görüntüleri ise paradoksal biçimde iç dayanışmayı artırarak milli birlik duygusunu pekiştirmiş görünüyor.
Ayrıca İran, İsrail’in iç cephesine de sınırlı düzeyde zarar vermeyi başardı. Her ne kadar bu zarar kapsam açısından büyük olmasa da İran hükümeti ve medyası bu saldırıların belgelerini kullanarak psikolojik direnç ve uzun vadeli stratejik denge anlatısını güçlendirmeye çalışıyor. Bu söylem, İslam Cumhuriyeti’nin hem direnme hem de zamanla İsrail’e zarar verebilme kapasitesine sahip olduğunu vurguluyor.
İran liderliğinin bu savaş sonrası dönemde bazı temel kazanımları korumayı hedeflediğini değerlendirmek makul olur:
-Rejimin hayatta kalması; iç ve dış tehditlere karşı en öncelikli mesele olarak görülüyor;
-Nükleer programın devamlılığı; rejimin varlığını sürdürmesi için bir tür “sigorta poliçesi” olarak algılanıyor;
-Gelecekteki güvenlik tehditleriyle mücadele edebilmek için gerekli olan füze sistemleri, istihbarat altyapısı ve komuta-kontrol ağları gibi stratejik varlıkların muhafazası.
Tahran’ın bu temel hedefleri sürdürebilme yetisi, önümüzdeki haftalarda savaşın nasıl yönetileceği, ne zaman sona erdirileceği ve savaş sonrası bir düzenlemeye gidilip gidilmeyeceği ya da nükleer stratejide bir değişiklik yapılıp yapılmayacağı gibi kararları belirleyecek.
Şu an itibariyle İran, savaşın yürütülmesine odaklanmış durumda; İsrail saldırılarının etkisini en aza indirirken İsrail’e azami zarar vermeye çalışıyor. Ancak savaş devam edip kayıplar arttıkça, Tahran liderliği önünde birkaç önemli seçenek bulacak:
-Mevcut çatışma biçimini sürdürerek İsrail’i uzun bir yıpratma savaşına çekmek;
-Politik bir düzenlemeyle savaşı sonlandırmaya çalışmak;
-Gerilimi daha da tırmandırarak Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’ndan (NPT) çekilmek ya da gizli bir tesiste nükleer silah geliştirme hamlesine girişerek uluslararası müdahaleyi tetiklemek ve bu yolla savaşı durdurmak.
Savaşı sürdürmek İran’a İsrail’in iç cephesini hedef almaya devam etme fırsatı tanıyabilir, fakat aynı zamanda giderek ağırlaşan bir tahribatı da göğüslemesini gerektirir ki bu da stratejik varlıklar, kritik altyapı ve nükleer kabiliyetlerin başka unsurlarını tehlikeye atabilir. Zamanla bu tür kayıplar, İran’ın savaş sonrası korumak istediği başarıları güvence altına alma kapasitesini zayıflatabilir. Ayrıca İran’ın mevcut füze ateşleme temposunu sürdürebilme kapasitesi belirsizliğini koruyor. Eğer özellikle de İsrail’in operasyonları kabiliyetlerini daha da aşındırdıkça “savaş ekonomisine” geçmeye zorlanırsa İran’ın İsrail’in hava savunma sistemlerine anlamlı bir tehdit oluşturma gücü azalabilir ve bu da yalnızca zaman zaman yapılacak dağınık saldırılara indirgenebilir.
İran’ın savaşı sona erdirme ve müzakerelere dönme yönünde bir karar alması, İsrail’in ateşkese onay vermesine ve muhtemelen ABD’nin Tahran’ın belirli şartlarını kabul etmesine bağlı olacak. Ancak, İran’ın şu anda bu konuda esneklik ve hazırlık gösterme niyetinde olup olmadığı şüpheli. Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi her ne kadar genel bir ateşkes olasılığına açık olduklarını dile getirmiş olsa da İran Dışişleri Bakanlığı ABD ile görüşmelere yeniden başlamanın faydasız olduğunu belirtti; çünkü Tahran, İsrail’in bu saldırıları bağımsız olarak değil, ABD’nin işbirliğiyle ya da en azından Washington’un zımni onayıyla gerçekleştirdiğine inanıyor.
NPT’den çekilmek ki bu adım İran Meclisi’ndeki bazı üyeler tarafından halihazırda önerildi, ya da nükleer bir çıkış girişiminde bulunmak, uluslararası müdahaleyi tetiklemek için baskı taktikleri olarak kullanılabilir. Ancak İran’ın bunu gizlice gerçekleştirme kapasitesi oldukça kuşkulu; çünkü nükleer programına yönelik istihbarat sızıntıları ve İran hava sahasında süren yoğun İsrail saldırıları bu olasılığı sınırlandırıyor. Ayrıca böyle bir hamle büyük riskler taşır: Doğrudan ABD askeri müdahalesini kışkırtabilir ki bu, İran’ın kaçınmaya çalıştığı bir senaryo. Bu ayrıca İsrail’in önleyici saldırısı sonrasında elde ettiği uluslararası meşruiyeti de baltalayabilir.
-
Görüş1 hafta önce
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?
-
Asya2 hafta önce
Huawei kurucusu: Çiplerimiz ABD’nin bir nesil gerisinde
-
Ortadoğu5 gün önce
İsrail’de hangi ‘halk’ yaşıyor?
-
Diplomasi1 hafta önce
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Dünya Basını2 hafta önce
Mevcut jeopolitik değişiklikleri anlamak: Sergey Karaganov ile mülakat
-
Avrupa5 gün önce
Merz: İsrail hepimizin kirli işlerini yapıyor
-
Amerika2 hafta önce
ABD’de göçmen isyanı büyüyor: Deniz piyadeleri Los Angeles’ta
-
Dünya Basını1 hafta önce
İran’la savaş kapıda mı?