Söyleşi
‘112 Gazzeli’nin öldürülmesi soykırım davasında delil olmalı’

Güney Afrika Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Naledi Pandor Harici’ye konuştu: “Batı’nın, İsrail aleyhine Uluslararası Adalet Divanı’na gitme kararımızı eleştirmesi çok şaşırtıcı, çünkü bizi sık sık uluslararası kurumlara saygı duymaya çağırıyorlar…”
Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Uluslararası Adalet Divanında (UAD) İsrail aleyhine açtığı soykırım davasında 26 Ocak’ta ara karar açıklanmıştı. UAD, kararda İsrail’in Gazze’deki eylemlerinin soykırım niteliğinde olduğunu tespit etmiş ve bu temelde geçici tedbirler alınmasına karar vermişti. İsrail’in Gazze’deki soykırım eylemlerini engellemek için tüm önlemleri almasının zorunlu olduğuna hükmedilmişti.
Sorularımızı yanıtlayan Güney Afrika Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Dr. Naledi Pandor, dava sürecini, karşılaştıkları zorlukları ve hedeflerini anlattı. Pandor, eğer Avrupalı değilseniz, tam anlamıyla insan olarak görülmezsiniz. Dünyanın çözmesi gereken asıl sorunun bu olduğunu düşünüyorum” dedi.
Öncelikle girişiminiz sonrasında Batı’dan, özellikle ABD tarafından herhangi bir zorlukla, sıkıntıyla karşılaşmaya başladınız mı?
Aslında bildiğiniz gibi Batı’daki bazı ülkeler Uluslararası Adalet Divanı’na gidilmesi adımını eleştirmeye başladı. Bunu çok şaşırtıcı bulduk. Çünkü bizi sık sık uluslararası kurumlara saygı duymaya çağırıyorlar. Yani uluslararası direniş, uluslararası hukuk temelinde hareket ediyorduk ve Güney Afrika’nın Uluslararası Adalet Divanı’na başvurma girişiminde oldukça küçümsendiğimiz yorumları gördük. Çok çok şaşırtıcı…
‘MAHKEMENİN GEÇİCİ TEDBİRLERİ REFAH İÇİN DE GEÇERLİ’
İsrail güçlerinin Refah sınırına operasyon yapma ihtimali konuşuluyor. Peki mahkeme bu konuda ne diyor? Somut bir çıktı var mı?
İsrail’in, pek çok Filistinlinin sığındığını bildiğimiz Refah’a yönelik bir saldırıdan bahsettiğini duyduk; UAD’ye sözleşmenin bir maddesi uyarınca mahkemenin almış olduğu ancak emir yerine getirilmeyen geçici tedbirlerin geçerli olduğunu gördüğümüzü söyleyerek başvurduk. Ama bunun yanında Refah’taki insanlara yönelik bir tehdit daha var. Eğer böyle bir saldırı gerçekleşirse, Filistinlilerin yaşadığı zorbalık ve zararın boyutu daha da artacaktır. Mahkeme, geçici tedbirlerin Refah’ın yanı sıra Gazze için de geçerli olduğunu belirten bir yazı yayınladı. Dolayısıyla konu, herhangi bir saldırı, soykırım nedeniyle soruşturduğumuz davaya dahil edilecek bir delil teşkil edecek.
‘YARDIMLARI HAVADAN FIRLATIP İNSANLARI YERLERDE SÜRÜNDÜRÜYORLAR’
Birkaç gün önce ne yazık ki bir insan hakları ihlaline daha tanık olduk. İnsani yardım bekleyen 112 Gazzeli, İsrail güçleri tarafından öldürüldü. Bu talihsiz olayı dosyanıza delil olarak getirmeyi düşünüyor musunuz?
Kesinlikle delillerin bir parçası olmalı. En utanç verici eylem, bu. İsrail, hastaneleri ve diğer kamu kurumlarını bombalamanın yanı sıra Filistin’de insanların aç kalmasına neden oldu. Onlara yiyecek, su ve yakıt vermiyorlar. Ve yardım sistemine yemek getirildi, şok oldular. O yemeği ne zaman alacaklar? Onlar açlıktan ölen insanlar… İşte bu, Filistin halkına karşı gerçekleştirilen eylemler arasında en dehşet verici olanı. Sanırım dünya bundan dehşete düştü. İnsani yardımın tutarlı bir şekilde ulaştırılması için daha fazla çaba gösterilmesini istiyoruz. Hep bu çağrıda bulunduk. Bu nedenle ateşkes çağrısı yapıyoruz. Ve İsrail’in “büyük dostlarının” insani yardımın ulaştırılması konusunda giderek daha fazla konuşmasından memnuniyet duyuyoruz. Biz yardımların havadan fırlatılıp insanların (fare gibi) süründürülmesinin doğru olmadığını düşünüyoruz. Bu insanlıktan çıkaran bir eylem.
ABD’nin yakın zamanda yaptığı da buydu değil mi?
İnsanların yiyecek almasına yardım ederken, biliyorsunuz, yerlerde sürünüyorlar… İnsanları, insanlığı empatiyle düşünmemiz gerektiği kanaatindeyim. Dünyanın yapması gereken şeyin yardım taşıyan tırları korumak ve yardıma ihtiyaç duyulan bölgelere ulaşmasını sağlamak olduğunu düşünüyorum.
‘BM’NİN HALKIN YARARINA ÇALIŞMASINI DESTEKLEMELİYİZ’
Bütün bunlar yaşanırken Birleşmiş Milletler ve ona bağlı kurumlar etkili olmadığı için yoğun şekilde eleştirildi. Sanırım siz de buna katılırsınız. BM’de reform talepleri uzun süredir dile getiriliyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Aslında BM’de reform çağrısını destekliyoruz. Ama biz BM’nin varlığını sürdürmesi gerektiğine inanıyoruz. Bazıları için Birleşmiş Milletler engel olarak görülüyor. Filistin’deki ve işgaldeki birçok insan için yardım ve destek sağlayabilecek tek kuruluş Birleşmiş Milletler olmuştur. Bu yüzden BM’nin yok edildiğini görmek istemem. Pek çok insan BM’nin hayatını çok zorlaştırmaya çalışıyor ama biz onun çok taraflı önemli bir organ olduğuna inanıyoruz. Ve dünya vatandaşları olarak görevimiz, Birleşmiş Milletler’in halkın yararına çalışmasını desteklemektir.
‘AVRUPALI DEĞİLSENİZ İNSAN OLARAK GÖRÜLMEZSİNİZ’
Peki, Ukrayna müdahalesinden sonra Rusya’ya yaptırım uygulayan Batı’nın, hatta Batılı olmayan ülkelerin iç işlerine ilişkin konularda bile yaptırım uygulayan Batı’nın, İsrail’in katliamlarına karşı en önemli silahı olan yaptırımları uygulamamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Adil olmak gerekirse son zamanlarda Amerika, Filistin halkına karşı son derece kışkırtıcı soykırım açıklamaları yapan kişilere yönelik bazı yaptırımlar duyurdu. Ancak daha fazla önlem alınabileceğini düşünüyorum. Uluslararası Ceza Mahkemesine (UCM) gidilmesi gerektiğine inanıyorum. Ancak Rusya konusunda UCM’ye başvuran diğer ülkelerin de İsrail konusunda benzer yaklaşımı yapmaları gerekirdi. Çünkü İsrail’in eylemleri korkunç…
Ve Filistinlilere verilen zarar şimdiye kadarki en büyük felaket ve trajik zarardır. Bu nedenle daha fazla aksiyon alınması gerektiğine inanıyoruz. Daha önce de söylemiştim. Birbirimize bakış açımızın olumsuz tarafı şu, eğer Avrupalı değilseniz, tam anlamıyla insan olarak görülmezsiniz. Dünyanın çözmesi gereken asıl sorunun bu olduğunu düşünüyorum. Aynada kendimize bakıp herkese eşit davranıp davranmadığımız sorusunu sormalıyız.
‘SÖMÜRÜYE DEĞİL, KALKINMAYA YÖNELİK ULUSLARARASI İŞBİRLİĞİ ARIYORUZ’
Aslında Afrikalılar bu soruyu yanıtlıyorlar. Yeni sömürgeciliğe karşı güçlü eğilimlerden bahsedelim. Aynı zamanda bu, darbelere de sebep oluyor. Fransa bölgeden dışlandı. Öte yandan Afrika ülkeleri ilişkilerini geleneksel sömürgeci güçlerden Asya’ya doğru çeşitlendiriyor. Küresel Güney’in yükselişi ve Afrika devletleriyle işbirliği alanları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Güney Afrika’nın darbeleri desteklemediğini söyleyerek başlamak istiyorum. Anayasaya aykırı değişiklikleri desteklemiyoruz. Biz bunları yanlış görüyoruz. (Darbeler), zarar oluşturur ve (insanları) özgürlükten mahrum bırakır. Demokrasiye güçlü bir şekilde inanıyoruz. Ancak Afrika’nın uzun yıllardır zengin maden kaynaklarının sömürüldüğünü biliyoruz. “Güney” olarak bunu kendimiz ve dünyanın farklı bölgeleri arasında farklı bir ortaklık biçimi olarak görmeyi diliyoruz. Bu nedenle sömürüye değil kalkınmaya yönelik uluslararası işbirliği arıyoruz. Bu bizim için çok, çok önemli. Yeni-sömürgeci ilişki, ülkelerimizdeki sömürü ve sahadaki son derece yetersiz kalkınmayı getirmişti. Bunu tersine çevirmek ve ülkelerimizde farklı bir sonuç elde etmek istiyoruz.
‘TÜRKİYE’NİN İŞBİRLİĞİ POLİTİKASINI MEMNUNİYETLE KARŞILIYORUZ’
Son olarak, Antalya Diplomasi Forumu’nda sıcak karşılandınız. ADF çok sayıda Afrika ülkesini davet etti. Bu ülkeler, çok üst düzeyde temsil edildiler ve Türkiye Dışişleri Bakanı tarafından ağırlandılar. Türkiye’nin Afrika’da artan nüfuzunu yorumlayabilir misiniz? Bunu nasıl karşılıyorsunuz?
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çabalarını takdir ediyoruz. Afrika kıtasıyla güçlü ilişkiler kurma konusunda çok ciddi olduğunu düşünüyorum. Ticari ve ekonomik işbirliğinin artırılması bizim için kritik önem taşıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin çok ilerici bir “Afrika işbirliği politikası”na sahip olmasını memnuniyetle karşılıyoruz. Bunu hem Türkiye’nin hem de çeşitli Afrika ülkelerinin yararına olduğunu görmek istiyoruz.
Güney Afrika’da Türkiye ile özel bir ortaklığınız var. Doğru mu?
Aslında bir kalkınma işbirliğimiz var. Türk şirketleri de elektriğin ekonomimiz ve Güney Afrika’daki halk için kullanılabilirliğini artırma çabalarımıza yardımcı oluyor. Ve biz de Türkiye’nin girişimcilik ekonomisinde, özellikle de küçük ve orta ölçekli işletmelerin geliştirilmesinde sahip olduğu güçten yararlanarak büyüyoruz. Güney Afrika halkının da Türkiye’den çok şey öğreneceğini ve ülkemizde giderek daha fazla küçük ve orta ölçekli işletme göreceğini umuyoruz.
Söyleşi
Alexander Rahr: Bu hükümetin dört yıl dayanması beni şaşırtır

Alexander Rahr, Almanya’nın önde gelen dış politika uzmanlarından biridir. Yirmi yıl boyunca Alman Dış İlişkiler Konseyi (DGAP) bünyesinde çalışmış ve burada yöneticilik yaparak Alman dış politikasının şekillenmesinde önemli roller üstlenmiştir. Özellikle Almanya-Rusya ilişkileri konusunda uzmanlaşan Rahr, Doğu Avrupa politikaları üzerine yaptığı çalışmalarla tanınır. Politikaya entelektüel derinlik kazandıran analizleriyle hem akademide hem karar alıcı çevrelerde saygı görmüştür. Almanya Federal Cumhuriyeti Liyakat Nişanı sahibi Rahr, aynı zamanda Avrasya coğrafyasına dair perspektifleriyle Alman kamuoyunun dikkatini bu bölgeye çekmiştir. Alexander Rahr ile Berlin’deki evinde özel bir söyleşi gerçekleştirdik. Almanya’da yeni federal hükümeti ve öne çıkan konuları sorduk.
S: Yeni hükümet için en büyük zorluklar ve sınavlar neler olacak?
C: En büyük zorluk, basitçe söylemek gerekirse, Ampel koalisyonundan farklı bir görüntü vermek ve onlar gibi kendi içinde bölünmemek olacak. Bu zaten başlı başına zor bir iş. Ve eminim ki ilk büyük tartışma yaz aylarında göç meselesi üzerinden patlak verecek. Özellikle CDU, İçişleri Bakanı Dobrindt ile birlikte sınırları kapatmak ve insanları sınır dışı etmek konusunda ciddiyse. Bu durumda koalisyonun dağılma tehlikesi hemen ortaya çıkar, çünkü SPD buna karşı çıkacaktır. Bence bu tür anlaşmazlıklar savunma ve militarizasyon politikalarında da yaşanacak. SPD içinde barış hareketinden gelen kişiler, bu kadar silahlanmaya karşı çıkacaktır. Kısacası, bu hükümetin 4 yıl dayanması beni şaşırtır.
Alman ekonomisi, ‘askerileşerek’ düzeltilemez
S: Almanya bir süredir resesyonda. Bu bağlamda sormak istediğim şu: Yeni hükümetle birlikte, ekonomiyi canlandırmak için askeri harcamalara ağırlık verilmesi, yani bir tür militarizasyon yoluyla ekonomik hareketlilik sağlanmak mı isteniyor? Bu mümkün mü? Çünkü bu, bir dönüşüm gibi görünüyor. Otomotiv sektöründe artık Almanya geçmişteki gibi lider değil. Şimdi bu boşluğu askeri sanayiyle doldurmak istiyor olabilir mi?
C: Evet, bu Merz hükümetinin ve elitlerin planı. Bu durum beni oldukça şaşırtıyor, çünkü ben böyle bir Almanya tanımıyorum. Ama Spiegel ve diğer haber kaynaklarını okuduğumda, söylediklerinizi doğrulayan şeylerle karşılaşıyorum. Alman ekonomi çevreleri, özellikle de hükümet ve partiler, bir silahlanma yarışıyla — ki bu, 40 yıl önce Reagan’ın izlediği “Rusları silah yarışıyla tüketme” politikasıdır — büyük bir ekonomik atılım yaşanacağına inanıyor. Avrupa’nın büyük çaplı silahlanmasıyla yeni siparişlerin geleceğini, yeni şirketlerin kurulacağını, yeni para kaynaklarının oluşacağını ve en önemlisi Avrupa’nın bu sayede güçlenip diğerlerini sindirerek dünyada daha fazla nüfuz kazanacağını düşünüyorlar.
Bu oldukça geleneksel bir bakış açısı. Ancak çok tehlikeli ve bazı gerçekleri göz ardı ediyor. Bu bakış açısı, Rus ekonomisini tamamen küçümsüyor; çünkü hâlâ yaptırımlarla Rusya’nın yenilebileceğine inanılıyor ama bu olmayacak. Ayrıca, Almanya ya da Avrupa’nın büyük çaplı bir militarizasyonuna verilecek yanıtın, dünyanın geri kalanının — örneğin Çin’in — silahlanmaya başlaması olacağını da göz ardı ediyor. Çin artık o kadar barışçıl olmayacaktır. Avrupa’nın silahlandığını gören diğer ülkeler, bunun başlangıçta Rusya’ya karşı olduğunu düşünecek, ama ardından Çin ve diğer ülkelere karşı da olabileceğini anlayacak ve kendilerini buna göre hazırlayacaklardır. Bu, küresel ekonomi için iyi bir gelişme değil. Aksine, dünyada yeni blokların oluşmasına ve küreselleşmenin sonuna yol açabilir.
Almanya’nın iç dinamiklerine baktığımızda, burada da büyük bir hayal dünyasında yaşandığını düşünüyorum. Çünkü Almanya’nın en büyük sorunları ne Rusya’da ne de Ukrayna krizinde; dış kaynaklı değil. Almanya’nın asıl sorunu — ki uzmanlar yıllardır bunu dile getiriyor — sanayisizleşmedir. Bu süreç oldukça ilerlemiş durumda. Almanya’nın yeniden güçlü bir sanayi ülkesi olabilmesi için potansiyelini geri kazanması gerekiyor, ama bunu silahlanma yoluyla değil. İnsanların gerçekten ihtiyaç duyduğu şeyleri üretmemiz ve altyapıyı yeniden inşa etmemiz gerekiyor. Köprüler yıkılıyor, yollar bozuluyor, demiryolları çalışmıyor, havaalanları düzgün işlemiyor. Tüm bunlar bir silah sanayisiyle düzeltilemez. Biz artık 1930’lu yıllarda yaşamıyoruz.
Hükümet sosyal harcamalarda büyük kesintiler yapacak
İkinci olarak, Almanya devlet bütçesindeki en büyük kalem sosyal harcamalardır. Alman bütçesinin %43’ü emeklilere — ki sayıları giderek artıyor — uzun süreli işsizlere, öğrencilere, annelere özel emeklilik hakkı gibi sosyal ödemelere ayrılmış durumda. Yani Almanya’da sosyal harcamalar son derece yüksek. Aynı anda hem silah sanayisini büyük bir hızla büyütmeye, Avrupa’yı dünyanın en güçlü askeri gücü haline getirmeye çalışıp, hem de bu sosyal bütçeleri ve sosyal güvenlik ağını aynı düzeyde koruyamazsınız. Kesintiye gitmek zorunda kalacaklar. Ve işte tam bu noktada toplumun tahammül sınırlarına ulaşmış olacağız. Elbette, sonsuza kadar borçlanmak mümkün değil. Silahlanmaya ayrılan paralar, sosyal harcamalardaki açıkları kapatacak kadar vergi geliri sağlamayacak. Bu da şu anlama geliyor: sosyal yardımlarda kesintiye gidilecek ya da Almanya’daki insanlar — özellikle de emekliler — önümüzdeki yıllarda alıştıkları birçok şeyden feragat etmek zorunda kalacak.
Avrupa’daki ve Amerika’daki mevcut iktidarlar için borçlanmak şu an cazip görünüyor. Ama büyük faiz ödemeleri gerektiğini unutuyorlar. Bu paralar kazanılmış değil, borçla alınmış paralar ve bunlar için yüksek faiz ödemek gerekiyor. Bu faizler de ancak ekonominin ürettiği gelirle karşılanabilir. Ve bu gelirlerin büyük bir kısmı sadece bu faizleri ödemek için harcanacak. Sonuç olarak, bu gidişat Almanya’da büyük bir sosyal krize yol açabilir. Son 30 yılda Almanya büyük kitlesel protestolar yaşamadı. Alman halkı hep doyurulmuş, ya da en azından görece doyurulmuş bir halktı. Burada, bazı Avrupa ülkeleriyle karşılaştırıldığında kimse aç değil. Ama şunu söyleyeyim: eğer dikkat edilmezse, bu durum birkaç yıl içinde hızla değişebilir. Eğer Almanya, geçmişte sosyal piyasa ekonomisinin temelini oluşturan “sosyal” önceliklere yeniden yönelmezse ve bunun yerine sadece silahlanmaya ağırlık verirse, o zaman karşı karşıya kalacağımız sorunlar kendini açıkça gösterecek.
AfD, mevcut sistem partileri tarafından yasaklanabilir
S: AfD konusuna gelmek istiyorum… Sizce bu partinin gelecekte yasaklanması hâlâ olası mı, yoksa Alman elitleri ya da sistem, AfD’yi entegre etmeye mi çalışacak? Parti zamanla sistem içine çekilip, belki CDU ile birlikte iktidar ortağı olabilir mi? Bunun için neler olması gerekir? Örneğin, Björn Höcke gibi isimlerden ayrışarak partinin bölünmesi ve daha “uyumlu” bir çizgiye çekilmesi gibi senaryolar tartışılıyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
C: Size bu konuda üç olası senaryo sunabilirim. Birinci senaryo: Siyaset, “idare etme” yöntemiyle devam eder. Yani sorunlar geçici çözümlerle yamalanır, bazı şeyler onarılmaya çalışılır ama bir süre sonra tekrar bozulur. Bu şekilde durumu idare etmek, para yettiği ve halk buna katlandığı sürece birkaç yıl daha sürdürülebilir. Ama bir noktadan sonra bu senaryo sürdürülemez hale gelecektir.
İkinci senaryo: “Brandmauer” (yani AfD ile işbirliğine kesin karşı duruş) yıkılır ve CDU, AfD ile koalisyona girmek zorunda kalır. Bu özellikle eyalet düzeyinde gerçekleşebilir. Ayrıca, Sahra Wagenknecht’in partisi gibi bir oluşumun özellikle Doğu Almanya’da güçlenerek yeniden sahneye çıkabileceğini düşünüyorum. Bu olmazsa bile benzer başka bir sol eğilimli parti ortaya çıkabilir. Bu da sizin AfD’nin bölünüp bölünmeyeceği sorunuza yanıt olabilir: AfD bölünmez, ama farklı bir parti doğabilir. Bu yeni parti bazı koşullarda, örneğin Thüringen, Sachsen-Anhalt ya da Sachsen gibi eyaletlerde AfD ile koalisyon ortağı olabilir. Eğer bu model işlerse, başka eyaletlerde de benzer gelişmeler yaşanabilir. Bu, önümüzdeki 20 yıl içinde Almanya için gayet olası bir gelişme senaryosudur.
Üçüncü senaryo ise şu: AfD, mevcut sistem partileri ya da elitler tarafından yasaklanabilir. Bence Almanya’da böyle bir yasaklama kültürü gayet mümkün; halka Rusya korkusu ya da faşizm tehdidi üzerinden ciddi bir korku pompalanabilir. Alman toplumu, tarihî geçmişi nedeniyle bu tür korkulara karşı oldukça hassas ve böyle bir yasağı destekleyebilir. Ancak diğer ülkeler bu duruma aynı şekilde yaklaşmayacaktır. Eğer Almanya böyle bir yasaklama politikasına yönelirse, Avrupa’daki liderlik konumunu kaybedebilir. Çünkü diğer Avrupa ülkelerinin aynı yola gireceğini sanmıyorum.
Alman siyaseti, Trump sonrası ABD’yi bekliyor
S: Alman dış politikası yeni dönemde nasıl olacak? ABD ile ilişkiler, Almanya’nın Avrupa içindeki rolü en çok merak edilen ve tartışılan konular arasında.
C: Alman dış politikası hâlâ bir çıkmazda ve yeni hükümetin ne yapacağına karar vermek için fazla zamanı yok. Merz ile birlikte dünya sadece yeni bir Alman şansölyesi kazanmış olmuyor, aynı zamanda Avrupa da yeni bir lider kazanmış oluyor. Bu, Almanya’dan bakıldığında biraz kibirli bir yaklaşım gibi görünse de, diğer Avrupa ülkelerinde de benzer şekilde algılanıyor ve dile getiriliyor. Umutlar Almanya’ya bağlanmış durumda. Basitçe söylemek gerekirse, Avrupa Birliği’nin gelecekteki militarizasyon planları, iç reformları, Amerika’dan kademeli uzaklaşması gibi adımlar yalnızca Almanya liderliğinde gerçekleşebilir.
İngiltere artık Avrupa Birliği’nde değil ve Almanya’nın önümüzdeki yıllarda borç freni uygulamasından vazgeçmesiyle sahip olacağı devasa bütçeye de sahip değil. Fransa ise ekonomik olarak gerileme sürecinde. Bu nedenle Avrupa’nın liderlik yükü Almanya’nın omuzlarında ve şimdi Avrupa kendi yönünü yeniden belirlemek zorunda. Bu da artık Merz’in sorumluluğunda. Asıl soru şu: O ve yeni ekibi bunu ne ölçüde başarabilecek? Kendi adıma şüphelerim var, ancak objektif olarak bakıldığında Merz’in üç temel alanda yön belirlemesi gerektiği açık.
İlk hedef, Almanya’nın Amerika ile olan ilişkisini tamamen yeniden tanımlamak. Ancak bu, söylendiği kadar kolay bir iş değil. Almanya, onlarca yıl boyunca Avrupa’dan çok transatlantik düşünceye, yani Amerika merkezli bir yaklaşıma odaklandı. Kültürel, medeniyet düzeyinde, askeri ve ekonomik bağlamda Amerika’dan kopmak neredeyse imkânsız bir şey. Ancak Avrupa, daha özerk bir yapı kurmak ve şu anda hedeflenen büyük güç olma vizyonunu gerçekleştirmek istiyorsa bunu yapmak zorunda. Yani Avrupa, Amerika’nın altında değil, onun yanında yer alan bağımsız bir büyük güç hâline gelmeli. Fakat bu kolay olmayacak, çünkü kaynaklar bu hedef için yeterli olmayabilir.
İdeolojik olarak da Almanya buna hazır değil. Transatlantik ilişkiyi yeniden şekillendirmekten bahsederken şu gerçeği vurgulamak gerekir: Almanya, ne Amerika’dan uzaklaşmak istiyor ne de uzaklaşabilir. Çünkü medeniyet, kültür, siyaset, askeri ve güvenlik politikaları düzeyinde — hatta tarihsel olarak da — Amerika ile tam anlamıyla iç içe geçmiş durumda. Almanya’daki elitlerin büyük kısmı Amerika’da yetişti; Amerikan üniversitelerinde eğitim aldı. Bu nedenle Alman siyasetinde hâkim olan yaklaşım şu: Trump’ın iki yıl içinde başarısız olacağı, Kongre’de Demokratların çoğunluğu elde edeceği, ardından iki yıl sonra Trump’ın iktidarı kaybedeceği ve yerine genç bir Biden ya da yeni bir Obama gibi bir Demokrat liderin geçeceği beklentisi. Bu lider de 1945’ten bu yana süregelen transatlantik ilişkiyi sürdürecek. Aslında Almanya’nın umudu ve stratejisi, bu senaryoya yatırım yapmak.
Bu yüzden diyorum ki, Almanya’nın izlediği strateji çelişkili: Bir yandan daha özerk olmayı hedefliyor, öte yandan psikolojik olarak buna hazır değil. Almanya hâlâ iki yıl daha sabredip Trump’ın sahneden çekilmesini bekliyor ve ardından her şeyin eski haline döneceğini umuyor. Çünkü Almanya’nın arzusu eski “normal”e, eski statükoya dönmek. Aslında Almanya, Avrupa’da liderlik rolünü üstlenmeye hiç de hazır değil. Zaten esas soru şu: Avrupa, Almanya’nın Merz liderliğindeki bu yeni liderlik iddiasını kabul edecek mi? Bu konuda oldukça şüpheliyim. Alman ya da Avrupa elitlerinin Merz yönetiminde bir Avrupa liderliği arzusu var, ancak bu arzu gerçekçi olmayabilir.
İkinci büyük sorun ise Rusya. Bu konuda artık yön belirleyici kararlar alınması gerekiyor, ancak şu anda alınan kararlar tamamen yanlış yöne gidiyor. Her şey olası bir Rusya savaşı ihtimaline doğru ilerliyor. Burada da Almanlar ve Avrupalılar büyük ölçüde hayal dünyasında yaşıyor. Son 35 yıldır hep kazandıklarına, Avrupa’nın hâlâ güçlü olduğuna ve Rusya’yı yenebileceklerine inanıyorlar. Ancak ben buna şüpheyle yaklaşıyorum. Çünkü Rusya hâlâ bir büyük güç ve yeniden büyük güç olma yolunda ilerliyor. Bana göre, Almanya’nın politikası bu denli radikal bir militarizasyona yönelmemeli ve savunmaya 500 milyar euro harcamamalı. Elbette caydırıcılığa güvenilebilir, bu doğru. Ancak aynı zamanda — ki bu tamamen eksik — diplomasi yürütülmeli, Rusya ile masaya oturulmalı ve müzakere yoluyla bir uzlaşma aranmalıdır. Şuna inanıyorum: Rusya’ya karşı konumlanmış bir Avrupa hiçbir zaman istikrarlı olmayacaktır. Bu temel ilke olmalıdır. İçinde Rusya’nın da yer aldığı bir Avrupa’ya ihtiyacımız var. Rusya ile sürekli bir çatışma, Avrupa’yı daha da zayıflatır; tıpkı Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi Avrupa’yı böler. Bunu görmemiz gerekiyor.
Üçüncü yön belirleyici mesele ise — ABD ve Rusya’nın ardından — Almanya’nın diğer devletlerle, özellikle de genel olarak küresel Güney ile olan ilişkileridir. Almanya bu alanda dış politikasını yeniden tanımlamak istiyor. Ancak bu, Almanya sadece “değer odaklı dış politika”dan söz ettiği ve dünyaya gerçekçi, reelpolitik bir bakış açısıyla yaklaşmadığı sürece oldukça zor olacaktır. Özellikle küresel Güney, Avrupa’nın değil, daha çok Rusya’nın yanında yer alıyor. Aynı zamanda bu ülkeler, Batı’ya ve Amerika’ya karşı kendi güçlerini ve ittifaklarını oluşturma çabasında. Gözlerimizin önünde Rusya ve Çin, Rusya ve Hindistan arasında Avrasya merkezli yeni ittifaklar doğuyor. Orta Asya ülkeleri bir yandan Rusya’nın güvenlik paktına, diğer yandan da Çin’in “Yeni İpek Yolu” stratejisine entegre oluyor.
Evet, bence Alman federal hükümeti bu üç ana sorun karşısında iyi bir konumda değil, çünkü henüz bu gerçekleri tam olarak kavrayabilmiş değil. Almanlar ve Alman siyaseti hâlâ son 35 yılın zafer sarhoşluğunda, yani Avrupa’nın hep kazandığına, ahlaki olarak diğerlerinden üstün olduğuna, değer odaklı dış politikanın diğer ülkelere ve kıtalara karşı mutlaka geçerli olması gerektiğine ve nihayetinde Amerika’nın — özellikle Trump’ın — ideolojik olarak yenilgiye uğrayacağına ve her şeyin eski haline döneceğine inanıyor. Ama işler bu şekilde gelişmeyecek.
Söyleşi
Çin uluslararası sistemi nasıl değerlendiriyor? Şanghay, Hangzhou ve Pekin’den akademisyenlerle özel söyleşi

Son günlerde Çin’in en hareketli ve entelektüel anlamda zengin şehirlerinden Şanghay’dan yola çıkarak Hangzhou ve Pekin’i yeniden ziyaret etme şansı buldum. Bu şehirler, Çin’in en prestijli üniversitelerine ev sahipliği yapıyor ve akademik çevrelerin nabzını tutmak için ideal bir zemin sunuyor. Özellikle ABD’de Donald Trump’ın yeniden başkan seçilmesiyle birlikte ticaret savaşlarının gümrük vergileriyle yeniden alevlenmesi, uluslararası sistemde türbülansın artması ve Çin’in bu yeni dünya düzenindeki pozisyonu üzerine Çinli akademisyenlerle kapsamlı bir sohbet gerçekleştirdim. Çin uluslararası sistemi nasıl değerlendiriyor? İsimlerini paylaşmamam kaydıyla görüşlerini açıkça dile getiren akademisyenler, hem Çin’in dış politikasına hem de küresel güç dengelerine dair çarpıcı değerlendirmelerde bulundu. Sorular bana ait, cevaplar ise bu akademisyenlerden geliyor.
Şanghay’dan Pekin’e: Çin’in Akademik Çevresi Konuşuyor: Çin uluslararası sistemi nasıl değerlendiriyor?
Çin’in uluslararası sistemdeki rolü, son yıllarda hem Batı’da hem de Doğu’da sıkça tartışılıyor. Trump’ın gümrük vergileriyle yeniden tırmanan ticaret savaşları ve Ukrayna-Rusya, Filistin-İsrail gibi çatışmalarla sarsılan dünya düzeni, Çin’i bir kez daha küresel sahnede mercek altına alıyor. Şanghay, Hangzhou ve Pekin’deki önde gelen üniversitelerde görev yapan akademisyenlerle yaptığım görüşmelerde, Çin’in bu kaotik düzene nasıl baktığını ve kendini nasıl konumlandırdığını anlamaya çalıştım. Çin uluslararası sistemi nasıl değerlendiriyor?
Çin, beyaz kitabını yayımladı: ‘Tek taraflılık ve korumacılık ilişkilere zarar veriyor’
“Çin Çatışmalara Mesafeli, Ama Bu Stratejik Bir Tercih”
Çin’in dış politikasına dair ilk dikkat çeken nokta, sınırları dışındaki çatışmalara karşı sergilediği temkinli duruş. Akademisyenlere göre, Çin bu tavrını “diğer ülkelerin içişlerine karışmama” ve “üçüncü ülkeler arasındaki çatışmalara dahil olmama” ilkeleriyle gerekçelendiriyor. Ancak ben şu soruyu yönelttim: “Savaşların temel nedeni uluslararası sistemdeki güç boşluğu değil mi? Eğer ABD eskisi kadar güçlü olsaydı, Rusya-Ukrayna ya da Filistin-İsrail gibi çatışmalar bu kadar yaygın olur muydu? Tek kutuplu dünya düzeninin çok kutuplu bir sisteme evrilmesinde Çin’in payı yok mu? Eğer öyleyse, bu türbülansın bir anlamda sorumlusu olarak Çin’in kenarda durması ne kadar mantıklı?”
Bir akademisyen, bu soruya net bir yanıt verdi: “Evet, bu Çin’in faydasına. ABD eskisi kadar kuvvetli değil ve giderek zayıflıyor. Sürekli savaş halinde olan ABD, hem uluslararası kamuoyunda prestij kaybediyor hem de ekonomik olarak geriliyor. Bu durum ABD’nin aleyhine, Çin’in ise lehine işliyor.” Ancak bu noktada bir itirazda bulundum: “Ama Çin de sürekli mevzi kaybediyor gibi görünüyor. Rusya ve İran, Suriye’de yıllarca büyük bedeller ödedi, fakat Çin ekonomik olarak bile Suriye’nin yeniden inşasına destek olamadı. Eğer olsaydı, belki de Esad rejimi ayakta kalabilirdi. Rusya Ukrayna ile, İran ise İsrail ile çatışırken desteksiz kalan Esad devrildi. Dahası, Türkistan İslam Partisi gibi terör örgütleri Suriye’de güç kazandı ve belki de yakında bir devlet kurma yeteneğine erişecek. Bu grupların bir gün Çin’in Xinjiang bölgesini hedef almayacağının garantisi var mı?”
Akademisyenler, bu endişeye şu şekilde yanıt verdi: “Evet, söyledikleriniz kısmen doğru. Esad halk desteğini kaybetmişti ve bu desteği kaybeden bir lider er ya da geç yıkılır. Ancak Çin için asıl tehdit cihatçı gruplar değil, onların arkasındaki güçlerdir. Eğer bir gün Çin savaşmak zorunda kalırsa -ki bu gerçekten son çaredir- terör örgütleriyle değil, onları destekleyen güçlerle mücadele eder. Çin, Rusya’nın Ukrayna’daki yaklaşımını doğru bulmuyor ve farklı bir yol izliyor.”
“Rusya Hata Yaptı, Çin Vekalet Savaşı Taraftarı Değil”
Bu “farklı yol” ifadesi üzerine daha fazla detay istedim: “Ne demek istiyorsunuz?” Akademisyenin yanıtı oldukça çarpıcıydı: “Rusya, dünyanın en büyük topraklarına sahip bir ülke olarak Ukrayna’ya girerken, hedefinin Rus etnik temizliği yapan gruplar olduğunu savundu. Ancak ‘asla yapmam’ dediği şeyi yaptı ve egemen bir devletin topraklarını ilhak etti. Çin ise uluslararası toplum tarafından tanınan toprakları olan Tayvan’a bile askeri operasyon düzenlemiyor. Çünkü Tayvan’daki insanlar bizim insanlarımız; barışçıl bir bütünleşme istiyoruz ve bu er ya da geç gerçekleşecek. Eğer Tayvan yüzünden bir operasyon olursa, bu Çin ile ada arasında değil, Çin ile adanın (Tayvan) arkasındaki güç arasında olur. Çin vekalet savaşlarına girmez.”
Bu cevap, Çin’in çatışmalara yaklaşımında bir kırmızı çizgi olduğunu gösteriyor gibiydi. “Yani Çin, savaş kendi sınırlarına gelene kadar dünyadaki çatışmaları görmezden mi gelecek?” diye sordum. Akademisyen, bu yorumu düzeltti: “Hayır, elbette sesimizi yükselteceğiz. Emperyalizmin karşısında, ezilenlerin yanında olacağız. Ancak ABD’nin istediği gibi sıcak çatışmaya girmeyeceğiz. ABD’nin kurduğu tuzağa atlamak istemiyoruz. Şu an buna hazır değiliz, ama hazırlanıyoruz. Tarihe bakarsak, İngiltere iki dünya savaşını kazandı ama tüm gücünü kaybetti. ABD ise her iki savaşa da sonradan katıldı; taze ve enerjik bir güç olarak hem zaferi elde etti hem de yeni dünya düzeninin kurucusu oldu. Çin de bugün enerjisini ve gücünü topluyor. ABD ise İngiltere’nin yaptığını yapıyor: Sürekli savaşıyor ve yıpranıyor.”
“Doğru Zamanı Beklemek Çin’in Stratejisi”
Peki, bu “enerji toplama” stratejisinin bir sınırı yok mu? “Eğer tüm stratejik noktaları ABD’ye kaptırırsanız ne olacak?” diye sordum. Akademisyen, tarihsel bir perspektif sundu: “Çinliler olarak biz, Türkler gibi tarihsel referanslarla hareket etmeyi severiz. Uluslararası krizler sırasında iç meselelerimizi ve sınır sorunlarımızı çözmeye odaklanırız; bu, esas savaşa bir hazırlıktır. Mesela 1962’deki Küba Krizi’ni hatırlayın. Dünya ABD ve Sovyetler Birliği’ne odaklanmışken, biz Hindistan meselemizi bir ayda hallettik. Kimse fark etmedi bile. Tabii ki hiçbir Çinli, Hindistan’ın neden önce Çin’e savaş açtığını anlayamıyor. Benzer şekilde, 1979’da İran Devrimi, Sovyetlerin Afganistan’ı işgali ve İkinci Petrol Krizi ortasında, Çin-Vietnam Sınırında Savunma Karşı Saldırısını başlatmak zorunda kaldık, Vietnam’a girdik, hedeflerimize hızla ulaştık ve geri çekildik. Zamanlama Çin için önemlidir.”
Bu stratejiyi özetlemek gerekirse, düşmanlar savaşırken Çin güç topluyor ve zamanı geldiğinde kendini savunmaya hazır hale geliyor. Peki, bu “doğru zaman” ne zaman başlayacak? “Çin hangi noktada söylemden eyleme geçer?” diye sordum. Yanıt netti: “Muhtemelen İran. İran, Orta Asya ve Çin’in güvenliği için çok önemli. Biz bir egemen devlete müdahaleye karşıyız. Çin, İran’ın düşmesine izin veremez. Egemen bir devlete müdahaleye karşıyız. ABD Ukrayna’yı Rusya’ya karşı nasıl desteklediyse, biz de İran’ı sonuna kadar destekleriz. Eğer ABD ve İsrail böyle bir müdahaleye girişirse İran onları içinde yutan koca bir bataklık olacak.”
“2030’a Kadar Çatışma ve İş Birliği Dönemi”
Akademisyenler, Çin’in ABD ile ilişkilerine dair uzun vadeli bir vizyon da sundu. “2030’a kadar Çin, ABD ile sıcak çatışmaya girmeden mücadele etme yöntemini benimseyecek” dediler. Bu dönemi “çatışma ve iş birliği dönemi” olarak tanımlıyorlar. Ama belki de önümüzdeki 10-20 yılla karşılaştırıldığında en yoğun ve tehlikeli dönem bu. Gerekçe ise Çin’in iç dinamikleri: “Batı eyaletlerimiz henüz yeterince gelişmedi. Çin, genel kalkınmasını tamamlayana kadar sıcak çatışma riskini göze almayacak. Askeri olarak da bir çatışmanın parçası olmak istemiyoruz ve buna hazır olduğumuzu düşünmüyoruz. Ancak 2030’dan sonra Çin ile ABD arasındaki makas Çin lehine açılacak. O tarihten sonra ABD’nin de böyle bir sıcak çatışmayı göze alamayacağına inanıyoruz. Eğer ABD böyle bir ‘deliliğe’ girişirse, Çin hazır olacak.”
“Trump’ın Vergilerine Karşı Çin Diz Çökmeyecek”
Konu Trump’ın gümrük vergilerine geldiğinde ise akademisyenler kararlı bir tavır sergiledi: “Sonuna kadar devam edeceğiz. 2018’de ABD’nin Çin’e uyguladığı gümrük vergilerine ilk etapta karşılık vermemiştik, ama bugün durum farklı. Bu ticaret savaşını biz başlatmadık ve ABD’ye de diz çökmeyeceğiz.”
Rusya-ABD Anlaşması ve Yeni İttifaklar
Rusya’nın ABD ile bir anlaşma yapma ihtimalini de sordum: “Çin ve Rusya arasındaki iş birliğinin sonsuz olduğu söyleniyordu, bu hala geçerli mi?” Bir akademisyen şu yanıtı verdi: “Ancak ilişkiler için bir alt sınır var. Çin, Rusya’yı asla düşman olarak görmedi. Ukrayna’ya müdahalesinin ardındaki güvenlik mantığını anlıyoruz, ancak biz her zaman bir egemen devletin toprak bütünlüğünü destekledik. Eğer Rusya ABD ile bir anlaşma yaparsa, bu onların tercihi. Resmi belgelere göre Çin’in müttefiki yok. Çin’in tek müttefiki, Kore Savaşı nedeniyle belki Kuzey Kore’dir.”
Son olarak, güncel gelişmelere değindim: “Rusya geçen ay Avrupa’yı dünya savaşlarının sorumlusu ilan etti, ABD’den bahsetmedi. Trump, Rusya ile anlaşabileceğini söylüyor. Öte yandan gümrük vergileri Çin ve Avrupa’yı yakınlaştırıyor gibi. AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen geçen hafta Çin’e gelerek iş birliğini vurguladı. Önümüzdeki süreçte bir AB-Çin ittifakı, karşılığında da ABD-Rusya ittifakı görebilir miyiz?” Akademisyenler, bu senaryoyu dışlamadı: “Sonsuz dostluklar ve düşmanlıklar yoktur. Bu mümkün. Ayrıca Çin ve AB arasında kara ve demiryolu bağlantıları düşünüldüğünde, Orta Asya ve Türkiye’nin stratejik önemi artıyor. Türkiye, jeopolitik konumu ve Orta Asya ile ilişkileriyle Çin için önemli bir ortak haline gelebilir.”
Sonuç: Çin’in Stratejik Sabrı ve Gelecek Planları
“Çin uluslararası sistemi nasıl değerlendiriyor” bağlamında Çinli akademisyenlerle yapılan bu söyleşi, Pekin’in uluslararası sistemdeki çalkantılara karşı sabırlı, stratejik ve uzun vadeli yaklaşımını ortaya koyuyor. Çatışmalardan kaçınarak ve gücünü artırarak Çin, gelişimini tamamlarken 2030’a, hatta 2049’a kadar doğrudan bir meydan okumadan kaçınmayı hedefliyor. Akademisyenler, 2030 sonrası Çin’in ABD karşısındaki avantajının artacağını ve olası bir çatışmaya hazırlanacağını öngörüyor. İran gibi kritik bir ülke ya da Tayvan gibi stratejik bir mesele, Çin’i daha erken harekete geçmeye zorlayabilir. Trump’ın ticaret savaşları karşısında Çin kararlı: geri adım atmayacak. Bu arada, Rusya-ABD ve Çin-AB gibi ortaya çıkan ortaklıklar, potansiyel olarak Türkiye’yi de içerecek şekilde, küresel bir yeniden yapılanmaya işaret ediyor. Zaman, Çin’in bu kaotik dünyada nihayetinde hangi rolü oynayacağını gösterecek.
Söyleşi
Alman iktisatçı: Sanayinin askerileşmesi felakete giden yoldur

Financial Times Deutschland’ın kurucularından, Alman iktisatçı Lucas Zeise Harici’ye konuştu: “Eğer giderek daha büyük bir bölüm savunma sanayisine harcanıyorsa, bu aslında bir kayıptır. Çünkü bu faaliyet, yalnızca yıkım için var olan bir üretimdir. Bu genel anlamda bir gerileme işaretidir ve aynı zamanda felakete giden bir yolun göstergesidir.”
Lucas Zeise, 1944 doğumlu, finans gazetecisi. Felsefe ve ekonomi (iktisat) eğitimi aldı. Meslek hayatı boyunca Japonya Ekonomi Bakanlığı, Alman alüminyum sanayisi, Frankfurt merkezli “Börsen-Zeitung” ve kurucularından biri olduğu “Financial Times Deutschland” gibi çeşitli kurum ve yayınlar için çalıştı. Son olarak, Alman Komünist Partisi’nin (DKP) haftalık gazetesi “UZ”’nin 2017 yılına kadar genel yayın yönetmenliğini yaptı. Günümüzde “Junge Welt” gazetesinde düzenli köşe yazıları yazmakta ve çeşitli yayınlar için makaleler kaleme almaktadır.
Lucas Zeise, Alman sanayisi ve ekonomisi üzerine tartışmalar ve küresel gelişmelerle ilgili Tunç Akkoç’un sorularını yanıtladı.
Öncelikle, sanayisizleşme bir gerçek mi?
Evet, bence öyle, ama elbette bu uzun süren bir gerçeklik. Sanayisizleşme, genel anlamda kapitalist gelişime denk düşen bir süreçtir. Sanayi, tüm ülkelerde kapitalizmin temel artı-değer üretim unsuru olmuştur ve bazı daha gelişmiş ülkelerde, özellikle de İngiltere’de, sanayisizleşme daha ileri seviyeye ulaşmıştır. İngiltere, tam anlamıyla gelişmiş ilk kapitalist ülke olduğu için burada bu süreç daha erken başlamıştır.
Ekonomistler, bu süreci genellikle üçüncül sektör (tertiary sector) olarak adlandırır, yani genel anlamda hizmet sektörü. Kapitalist ülkelerde hizmetlerin ekonomi içindeki payı giderek artmaktadır. Bu, her yerde gözlemlenebilen genel bir eğilimdir ve özellikle de gelişmiş ülkelerin sermaye ihracatı yaparak sanayilerini aşama aşama başka bölgelere, özellikle de Güneydoğu Asya’ya kaydırmasıyla ilgilidir. Bu bölgelerde sanayileşme yaşanırken, gelişmiş ülkelerde sanayisizleşme süreci hızlanmıştır.
Buna ek olarak, finansallaşma süreci de hız kazanmış ve finans sektörü giderek güçlenmiştir. Ancak finans sektörü de bir hizmet sektörüdür, sanayi değildir. Yine de, tüm bu hizmet sektörleri sanayinin güçlü kalmasına bağlıdır. İngiltere’yi incelediğimizde, ülkenin diğer bölgelere kıyasla göreceli bir gerileme yaşadığını görebiliriz. Örneğin, Almanya sanayileşme sürecinde İngiltere’yi geride bırakmış ve hatta Birinci Dünya Savaşı’ndan önce İngiltere’yi geçmişti. Aynı şekilde ABD de sanayi açısından İngiltere’yi geride bıraktı.
Bu, uzun vadeli bir trenddir. Ancak Almanya ve Japonya gibi iki büyük sanayi ülkesi, bu sürece uzun süre direnmeyi başarmıştır. Son dönemde yaşanan ekonomik şoklar ise Almanya’nın sanayisizleşme sürecini hızlandırmış ve bu da kaçınılmaz bir krizi beraberinde getirmiştir. İşte bütün meselenin özü budur.
Avrupa Birliği’nde Mario Draghi gibi bazı etkili kişiler, Almanya’nın otomobil endüstrisinden uzaklaşarak yapay zekâ gibi yeni teknolojilere yatırım yapması gerektiğini savunuyor. Bu tür yapısal değişiklik önerileri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bence bu tür yapısal değişiklik önerileri bir yandan kendiliğinden gerçekleşecektir. Yani, bu süreç zaten doğal olarak ilerlemekte. Çin, Almanya’yı otomobil endüstrisinde zaten geçmiş durumda. Dolayısıyla, Mario Draghi’nin bu konuda verdiği tavsiye aslında ucuz bir öneri. Böyle bir şey önerip, sonra “Harika iş çıkardınız!” demek kolay.
Öte yandan, ekonomiyi bu şekilde yönlendirmenin mümkün olduğunu düşünmek gülünç olur. Yani, “Tamam, şimdi yapay zekâya büyük yatırımlar yapıyoruz ve böylece bu alanda öne geçeceğiz” demekle iş bitmiyor. Üstelik yapay zekânın gerçekten büyük bir devrim mi yoksa sadece geçici bir moda mı olduğu da tartışmalı. Yapay zekâ, aslında yarı iletken sanayisinin, yani mikroelektroniğin bir alt dalı gibi düşünülebilir.
Elbette, mikroelektroniğin gelişimi önemli ve bütün ülkeler bu alanda devlet destekli yatırımlar yapıyor. Avrupa Birliği ve Almanya da bunu zaten teşvik ediyor. Ancak, bu Almanya’ya özgü veya Almanya’yı diğerlerinden farklı kılacak bir şey değil. Bu alanda büyük ilerlemeler kaydetmek mümkün olsa da, bu tek başına bir sorunun nihai çözümü değildir.
Genel olarak Almanya’nın gelecekteki enerji tedarik stratejisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Açıkçası, bu konuda uzman değilim, bu yüzden gerçekten iyi bir değerlendirme yapmam zor. Ancak bana çok açık görünüyor ki, tüm devletler ekonominin bu kadar merkezi bir sektörüne dikkat etmek zorundadır.
Almanya, kendi petrol şirketlerine sahip olmamasıyla zaten farklı bir konumda bulunuyordu. Bu, tarihi bir gelenek haline geldi. Doğalgaz konusunda ise eskiden iki büyük merkez vardı: biri BASF etrafında yoğunlaşmıştı, diğeri ise Ruhrgas’tı. Bu iki yapı birbirine bağlıydı ve bir süre boyunca iyi işledi. Ancak zamanla bu sistem değişti ve enerji sektörünün diğer alanları, özellikle elektrik üretimi de yeniden yapılandırıldı.
Fakat bu durum, enerji sektörünün devlet tarafından yönlendirilmesi gerektiği gerçeğini değiştirmez. Enerji politikası bütüncül bir şekilde devlet tarafından yönetilmelidir. Avrupa Birliği’nde ortak bir enerji politikası geliştirmek zaten pek mümkün görünmüyor. Oysa bu kadar büyük bir ortak pazar için böyle bir politika zorunlu olmalıydı.
Bu noktada, Türkiye örneğine bakarsak, orada enerji sektörü nispeten daha merkezi bir şekilde ele alınıyor, yönetiliyor ve koordineli bir şekilde yönlendiriliyor. Almanya’da ve genel olarak AB düzeyinde ise bu konuda büyük bir eksiklik var. Devlet, enerji meselesini gerçekten yeterince sahiplenmiyor.
Öte yandan, Alman sanayisi giderek savunma sanayisine yöneliyor. Bazıları, ekonominin militarizasyonunda bir tür “yeniden sanayileşme” potansiyeli görüyor. Ukrayna savaşından sonra, giderek daha fazla Alman şirketi savunma sanayisine malzeme sağlama konusundaki tabuyu kırıyor ve askeri teçhizat sektörüne giriyor. Bu gelişmeyi nasıl değerlendirmeliyiz?
Bu belki de çok önemli ve büyük bir soru, bu yüzden üzerine tam olarak konuşmaya cesaret edemiyorum. Bir yandan, bu durum açıkça, hâlâ gelişmekte olan ve nispeten iyi işleyen küresel ekonominin çöküşünün bir işaretidir. Eğer giderek daha büyük bir bölüm savunma sanayisine harcanıyorsa, bu aslında bir kayıptır. Çünkü bu faaliyet, yalnızca yıkım için var olan bir üretimdir. Bu genel anlamda bir gerileme işaretidir ve aynı zamanda felakete giden bir yolun göstergesidir.
Ayrıca, uluslararası arenada en iyi savunma sanayi ihalelerini almak için bir rekabet olduğu da ortada. Bu yüzden herkes, bu alana güçlü bir şekilde girmesi gerektiğini düşünüyor. Kimse sadece ABD’den uçak almak istemiyor, aksine kendi savunma sanayisini inşa etmek istiyor. Almanya da bu süreçte zaten yer alıyordu. Her zaman ön planda olmasa da, özellikle tank üretimi uzun zamandır güçlüydü. Bu sektör düşük bir hızda da olsa istikrarlı bir şekilde ilerliyordu.
Ancak bu gelişme, yaklaşan bir felaketin habercisi gibi görünüyor. Herkesin savaşa hazırlandığını gösteriyor. Bu durum, Birinci Dünya Savaşı öncesinde yaşanan atmosfere oldukça benziyor.
Almanya’da seçimler yaklaşıyor. Bu seçimlerden sonra Almanya’nın ekonomi politikalarının yeni bir siyasi düzenle değişeceğini düşünüyor musunuz?
Daha çok hayır, pek sanmıyorum. Ekonomik konuların biraz daha ön plana çıktığı gözlemlenebilir, ancak geçmişe bakarsak, 1969’daki Almanya Federal Meclis seçimlerinde seçim kampanyasının ana tartışma konularından birinin, o dönemde Alman Markı’nın (D-Mark) ABD Doları karşısında değer kazanıp kazanmaması gerektiği olduğunu hatırlıyorum. Yani, o dönemde Almanya için oldukça spesifik ve ekonomik açıdan kritik bir mesele seçim kampanyasının merkezine oturmuştu. Bu tartışma, Almanya’nın ABD’ye ve Avrupa’ya karşı nasıl bir pozisyon alması gerektiğiyle doğrudan ilgiliydi.
Bugün ise bu tür bir tartışma eksik. Aslında ele alınması gereken konular – enerji politikası, sanayisizleşme – tuhaf bir şekilde çarpıtılarak ele alınıyor. Görünüşe göre, herkesin hemfikir olduğu tek konu, Gerhard Schröder’in 2002 ya da 2003 yılında hayata geçirdiği Agenda 2010 programı. Bu program, ücretlerin düşürülmesi, sosyal yardımların azaltılması ve şirketler için kâr elde etme olanaklarının artırılması anlamına geliyordu.
Ancak bu yaklaşım, zaten o dönemde yanlıştı. Schröder’in bu adımı, bazı büyük şirketlerin büyük bir sıçrama yapmasını ve özellikle Avrupa iç pazarında Alman sermayesinin güçlenmesini sağladı. Bunun belirli avantajları oldu, ancak şimdi bunu tekrar etmek durumu daha da kötüleştirebilir.
Bu yüzden bence tartışmalar yanlış bir şekilde yürütülüyor ve özellikle de parti çizgileri doğrultusunda şekillenmiyor. Aksine, bu konuda çoğu siyasi aktörün fikir birliği içinde olduğu görülüyor.
Trump yönetiminin ilk uygulamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Uluslararası ilişkiler ve küresel ekonomi üzerinde etkisi ne olacaktır?
Bence, yeni bir deregülasyon (serbestleşme) dalgası söz konusu değil. ABD hükümetinin, diğer büyük güçlere veya Trump’ın deyimiyle “pislik çukurları” olarak adlandırdığı küçük devletlere karşı daha agresif bir tutum sergilemesi, onları acımasızca bastırması ve ezmesi deregülasyon anlamına gelmez. Aslında bu, esasen müttefik olan kapitalist devletler arasındaki rekabetin her türlü araçla daha da sertleşmesidir. Bu durumu net bir şekilde görebiliyoruz.
Bu, deregülasyon değil; daha çok Ronald Reagan döneminde yaşananlara benziyor. O dönemde ABD, Çin ile değil ama özellikle Japonya ve Batı Avrupa ile rekabetini yeniden canlandırmaya çalıştı. Reagan’ın kendi müttefiklerine karşı sergilediği acımasız tutum, ABD’nin küresel konumunu güçlendirmeye yönelikti. Günümüzde ise bunun daha da sertleştiğini düşünüyorum. Öyle ki, ABD Başkanı kalkıp “Ey Danimarka, bize Grönland’ı vermeniz lazım, olmazsa satın alırız” diyebiliyor. Hatta gerekirse doğrudan müdahale bile edebileceklerini ima ediyorlar.
Bu tür bir tavır, ABD’nin Panama’ya yönelik geçmiş politikalarının bir devamı aslında. Panama, ABD’nin burada bir kanal inşa etmek istemesi nedeniyle Kolombiya’dan koparılarak bağımsızlaştırılmıştı. Yani, güçsüz ülkelere karşı bu emperyalist davranış zaten bir gelenek. Ancak Almanya, Britanya, Fransa veya Japonya gibi orta ölçekli devletlere yönelik tutum da giderek daha acımasız hale geliyor. Bunu, yoğunlaşan ve daha da sertleşen bir rekabetin bir sonucu olarak görüyorum.
Özellikle ABD, askeri gücünü daha pervasızca kullanma konusunda gittikçe daha az çekimser davranıyor ve bu durum giderek daha fazla ön plana çıkıyor. Bu, yeni bir dönem değil; neoliberalizmin ve laissez-faire anlayışının (bırakınız yapsınlar politikası) daha da ileri götürülmesi anlamına geliyor. Sözde “kural temelli ekonomi politikası” söylemi ise tamamen çöpe atılmış durumda.
Çin ekonomisi hakkında hem aşırı iyimser hem de aşırı karamsar yorumlar görüyoruz. Devlet tahvilleri değer kaybediyor, karamsarlar alarm veriyor; ihracat rekorlar kırıyor, bu sefer de iyimserler seslerini yükseltiyor. Çin’in dünyayı ABD ile “paylaşma” niyeti veya gücü var mı?
Sizinle tamamen aynı fikirdeyim; aşırı iyimser yorumlar da aşırı karamsar yorumlar kadar abartılı. Eğer Çin Komünist Partisi’nin ve liderlerinin bakış açısından düşünmeye çalışırsam, onların geleneği Çin’i en büyük ekonomik güç olarak konumlandırmak ve kapitalist dünya içinde birinci sırayı almak olmuştur.
Şu anki durumda, eğer ikinci en güçlü ülke konumundaysam, doğal olarak hedefim birinci olanla eşit hale gelmek olur. Üstelik bunu yapmak zorundayım, çünkü ABD’nin bunu kabul edip, “Tamam, Çin ile barış içinde yaşayabiliriz” diyeceği bir senaryo neredeyse imkânsız. Bir süre boyunca sanki böyle bir anlayış vardı, yani “Çin ile iyi çalışıyoruz ve bundan memnunuz” gibi bir hava seziliyordu. Ancak artık bunun mümkün olmadığı açık.
ABD’nin resmi politikası, Çin’in eşit bir güç olmasına izin vermemek üzerine kurulu. Onlar, kuralları belirlemeye ve gerektiğinde bu kuralları kendi çıkarlarına göre ihlal etmeye devam etmek istiyor. Dolayısıyla, Çin de bir emperyal güç gibi hareket etmeye zorlanıyor.
-
Avrupa2 hafta önce
Almanya’da tren fabrikası tank üretimine başlıyor
-
Görüş2 hafta önce
Pahalgam terör saldırısı, Hindistan ve Pakistan yine kavgalı…
-
Görüş2 hafta önce
Dönüşümün gereklilikleri ve ulusal ortaklığın ihtiyaçları arasında Hamas
-
Ortadoğu2 hafta önce
Suriye İnsan Hakları Takip Komitesi, mezhepçi katliamlara dair nihai raporunu yayımladı
-
Asya2 hafta önce
Cammu Keşmir bölgesinde terör saldırısı: 26 ölü, 17 yaralı
-
Avrasya Günlüğü2 hafta önce
ABD’li ekonomist: Çin’in “e-ticaret + altyapı” sinerjisi bölgesel ekonomik dönüşümü hızlandırıyor
-
Görüş1 hafta önce
ABD, Ukrayna’ya ihanet etti
-
Dünya Basını1 hafta önce
Jeffrey Sachs: ABD’nin Asya’daki askeri üslerini kapatın