GÖRÜŞ
2023 değerlendirmesi: Batı merkezli neoliberal paradigmanın kırılma alametleri
Yayınlanma
Yazar
Ceyda Karan2023; Batı merkezli neoliberal paradigmanın kırılma alametlerinin, belki de en güçlü biçimde belirdiği yıl oldu. Batı’nın siyasi, ekonomik ve askeri hegemonyasını sürdürmek yolunda üretmiş olduğu ‘kabul ve rıza mekanizmaları’ ile dengelerin dünya çapında görülmemiş düzeyde sarsıldığını söylemek abartı olmaz.
Yıl boyunca Avrupa’dan Ortadoğu’ya, Asya’dan Afrika’ya ve Latin Amerika’ya pek çok bölgede bu durumun tezahürleri görüldü. Rusya Federasyonu ile Çin Halk Cumhuriyeti’nin gelişmekte olan ülkeleri giderek daha fazla yanlarında görerek Batı hegemonyasını zorladıkları, BRICS ve Yeni Kalkınma Bankası’nın şimdilik heyecan yarattığı ‘çok kutuplu dünya düzenine yönelim’ ana temayı teşkil etti. Batı’nın buna karşılık koyduğu ‘demokrasi-otoriterlik’ dikatomisi ağır darbeler aldı. 2023’ün; neoliberal ekonomik model ile bu modelin liberal siyasi anlatısı ve ‘değerler’ illüzyonu açısından hayli talihsiz geçtiği söylenebilir.
2023’ün uluslararası ilişkilerde öne çıkan temaları ve kriz başlıklarına bakmak yeterli…
UKRAYNA ÇATIŞMASI VE LİBERALLERİN BÜYÜK YANILGISI
2022; ABD’nin Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı sonrası tesis ettiği ve Sovyetler Birliği’ni ekarte ettikten sonra giriştiği yayılmacılığın en ciddi meydan okumasıyla karşılaştığı yıl olmuştu. BM Güvenlik Konseyi’nin 2202 sayılı kararını ihlalle geçen 8 yılın ardından Rusya Federasyonu’nun Aralık 2021’de ABD ve NATO’ya sunduğu anlaşma önerilerinin de reddiyle, Ukrayna çatışmasının ateşi yakılmıştı. Batı; çatışmanın daha başında Mart 2022’de İstanbul’da beliren anlaşma fırsatını da bloke etmişti. Ne ki, 2023; NATO’nun vekil güce çevirdiği Ukrayna’yı kullanarak Rusya Federasyonu’nu mağlup etme girişiminin hüsrana uğradığı yıl oldu. Rusya’nın kısa sürede çökeceğine inanan liberal cephenin yanılgısı büyük oldu.
ABD öncülüğündeki Batı, 2023’ü Kiev’in taarruz seferberliğiyle açtı. Ukrayna Temas Grubu’nda önce ‘tank krizi’ çıktı. Almanya Savunma Bakanı Christine Lambrecht istifa ederken, yerini bir zamanların Almanya-Rusya Dostluk grubu üyesi Boris Pistorius alıyordu. Ancak Olaf Scholz yönetimi ABD’nin kendi Abrams tanklarını vereceğini sadece duyurması karşılığında yelkenleri indirerek kendi savunma sanayisinin gözbebeği Leopard tanklarını cepheye sürmeye ikna oldu. Art arda askeri yardım paketleri, Batı’nın gelişmiş silah sistemleri ve mühimmatları ile Kiev’in taarruzu planlandı. AB’nin neocon’ları ‘Avrupa Barış Fonu’ aracılığıyla ölüm saçan silahlar sundular. Beklenen bahar taarruzu bir türlü gelmezken, Kiev için darbe 20 Mayıs’ta Donbass’taki Bakhmut/Artyomovsk cephesi düşüverdi. Bu kayıp Batı kamuoyundan saklanmaya çalışıldı. Kiev’in taarruzu 4 Haziran’da başladı. Kısa sürede Rusya ordusunun Donbass’ın güneyinde tesis ettiği çok katmanlı savunma hatlarına tosladı. Ve sonrasında yoğunlaştırılan yıpratma savaşı Ukrayna ordusuna pahalıya mal oldu. Cephede ABD’nin Abrams’ları yoktu ama Alman Leopard’ları cayır cayır yanıyordu. İngilizler sessizce Challenger’larını geri cepheye çekiyordu. Batı medyası taarruz fiyaskosunu ancak yıl sonuna doğru teslim etmek zorunda kaldı.
Mağlubiyet, Batı blokunun savaşın finansmanı tartışmalarını kızıştırdı, siyasi bölünmüşlüğe yol açtı. 2023 sonu itibarıyla ABD Kongresi, Biden yönetiminin 61 milyar dolarlık ek paketine onay vermezken, AB de başta Macaristan ve Slovakya gibi ülkelerin itirazlarıyla 50 milyar euro’luk yardımı çıkaramadı.
Bu arada Rusya Federasyonu’na karşı 12 yaptırım paketi büyük ölçüde etkisiz kaldı, petrole konan 60 dolarlık tavan fiyat çöktü. 2023 sonunda ucuz Rusya enerjisinden olmuş Avrupa’da başta Almanya olmak üzere öne çıkan gündem, ekonomik kriz oldu. Almanya’nın 2023 büyüme beklentisi yüzde 0.4, Rusya’nın ise onca yaptırıma rağmen yüzde 3.5 ile ifade ediliyor. Rusya’nın Çin ve Hindistan’la ticareti katlanırken, Batı’nın tecrit iddiasının altı boşaldı. Yeni yılda BRICS’in dönem başkanlığını devralacak olan Rusya Federasyonu, ulusal para birimleriyle ticareti artırmak, ortak para birimi mekanizmaları için hazırlık ve verili uluslararası mali kurumlarda dengeleme için kolları sıvayacak.
2023’de Batı’nın Ukrayna anlatısının ‘değerler’ ayağı da sarsıldı. Kiev’de 2014’deki darbeyi, dünyaya ‘Avrupa demokrasisi arzusu’ diye sunanlar, bu süreçte İkinci Dünya Savaşı’nın nazi işbirlikçisi Banderacılığı devletin resmi ideolojisi kılmış siyasi yapıyı ‘aklamaya’ çalışmıştı. 21’inci yüzyılda ‘azınlık hakları’ şampiyonluğunu kimselere bırakmayan, dünyaya ‘özerklik’ ve ‘ana dil hakkı’ pazarlayan Batı, Ukrayna’nın Rusları ve Rusça konuşan nüfusunu ‘silivermiş’, bir anda ‘egemenlik’ alanına çekilivermişti. Liberal Batı’da etkili ve yetkili şahsiyetler dahil ‘Rusya ve kültürüne’ yönelik aleni ırkçılık sıradanlaştırılmaya çalışılmıştı.
Anlatı 2023 Eylül sonlarında Kanada’da patladı. 22 Eylül’de Banderacılığı maskelemekte işlevsel kılınmış Yahudi asıllı Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy’nin Kanada parlamentosunu ziyaretinde… Tarihe kanlı katliamlarıyla mal olmuş Galiçya Tümeni’nde (14. SS Waffen) görev yapmış 98 yaşındaki Yaroslav Hunka özel davetli olarak boy gösterdi. Hatta bu nazi, ‘Ruslara karşı Ukrayna’nın bağımsızlığı için savaştığı’ iddiasıyla övüldü! Yahudi Zelensky, Hunka’yı selamladı. Olay büyük yankı yaratınca Kanada Parlamento Başkanı Anthony Rota özür dileyerek istifa etmek zorunda kaldı. Liberal Başbakan Justin Trudeau tarih cehaletine sığınarak “Bilmiyorduk” diyordu. Bu vesileyle ABD ile birlikte Kanada’nın eski Nazi savaş suçlularına vaktiyle nasıl kucak açtığı, haklarındaki davaları nasıl sümen altı ettiği bir süre yazılıp çizildi. Tüm nazi sembolleriyle liberal kanatlar altına alınmış Kiev’in resmi devlet ideolojisi deşifre oldu.
2023 sonu itibarıyla Ukrayna; büyük asker kaybına karşın ABD Başkanı Joe Biden ve neocon’larının Rusya’yı ezme saplantısına dönüşmüş durumda. Sıradaki ‘mucize silah’ F-16’lar. Banderacı yönetim engelliler ve kadınlar dahil tüm nüfusu cepheye sürecekleri bir seferberliğe soyundu. Gündem bir yandan ‘savunmaya geçme’ diğer yandan ‘krizi dondurma’ arayışı. Son 30 seneyi Rusya Federasyonu sınırına yığılarak çevrelemekle geçirenler “Rusya Avrupa’ya saldıracak” paniği yaymaya çalışıyor.
Diğer yandan Biden yönetimi geri tepmiş ekonomik yaptırım savaşı karşısında Rusya’nın dondurulmuş 300 milyar dolar civarındaki varlığını çalarak Kiev’i finanse etme derdine düştü. Ancak bu varlığın yaklaşık yüzde 3’ünün ABD kontrolünde olduğu belirtilirken, büyük kısmının bulunduğu Avrupa kanadının bu hırsızlık için seferber edilmesi gerekiyor. Nobel ödüllü ekonomistler ve finans çevrelerinin Amerikan küresel mali hegemonyasının yüzü suyu hürmetine bundan vazgeçilmesi ikazları eşliğinde hangi adımların atılacağını 2024’te göreceğiz.
ÇİN DIŞ POLİTİKASI; ABD, RUSYA VE ORTADOĞU
2023’te Batılı elitlerin Rusya obsesyonu mütemadiyen Çin Halk Cumhuriyeti’ne bağlandı. ‘Rusya yenerse asıl hasım Çin cesaretlenecek’ teması işlendi. Çin’i Rusya karşıtı tavır alması için baskılama çabaları sonuçsuz kalmış, Pekin yönetimi Ukrayna çatışmasının ‘karmaşık siyasi ve tarihsel koşullarını’ sürekli vurgulamıştı. Zaten eski ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi’nin Ağustos 2022’deki ‘korsan Tayvan ziyareti’ Çin’in gardını yükseltmesine yol açmıştı. Çin, bu eylem sonrasında ABD ile askeri iletişimi tümden kesmişti. 14 Kasım 2022’de Çin Devlet Başkanı Şi Jinping’in ABD Başkanı Joe Biden ile görüştüğü Bali zirvesini izleyen temkinli yumuşama havası çok kısa sürdü.
2023 yılı, Amerikan semalarındaki ‘casus balon’ kriziyle açıldı. ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın Pekin’de ağırlanması beklenirken, 28 Ocak-4 Şubat tarihlerinde Çin’in ısrarla sürüklendiğini belirttiği bir meteoroloji balonu üzerinden koparılan fırtınaya aklı başında herkes şaşırdı! ABD Hava Kuvvetleri, sonunda Biden’ın ‘vurun’ talimatıyla meteoroloji balonunu Atlantik kıyılarında pahalı füzelerle imha etti. Amerikan kamuoyunda ‘Çinliler tepemizde’ paniği estirilirken, Blinken Pekin ziyaretini iptal etti. ABD, bunun gerçekten meteoroloji balonu olduğunu ancak yaz başında sessiz sedasız teslim etti. Ancak ‘balondan yalanlar’ Çin’e Trump sonrası Biden yönetimiyle sıkıntıların bitemeyeceğini bir kez daha gösterdi.
Şi Jinping, Mart sonunda Moskova’daki tarihi zirvede bambaşka bir portre çiziyordu. Çin Devlet Başkanı Şi Jinping ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, 21 Mart’taki iki ortak bildiriyle dünyanın önüne siyasi, ekonomik, askeri ve ideolojik planda ittifak ilişkilerini somutlayan bir alternatif koydular. Şi’nin, Putin’e veda ederken, “Yüzyıldır gerçekleşmeyen bir değişim geliyor. Ve bu değişimi birlikte yönlendiriyoruz” sözleri yankılanıyordu. Öyle ki ABD yönetimi sözcülerinin dilinden bir süre ‘Dünyanın lideri biziz’ söylemi eksik olmadı.
Bu arada Çin-Rusya ilişkileri 2023’te ekonomik, siyasi ve askeri açıdan görülmemiş düzeyde bir yoğunluk kazandı. Şi, 17 Ekim’de Kuşak ve Yol Forumu’nda bu kez Putin’i ağırladı. Rusya lideri Çin’i Avrupa pazarına en kısa yoldan bağlayan Kuzey Denizi rotasını vurguluyordu. Yıl sonunda Pekin’de Rusya Başbakanı Mişustin ağırlanırken, Rusya Çin’in bir numaralı petrol tedarikçisi haline gelmiş, iki ülke ticaret hacmi hedeflenen 200 milyar doları aşarak 218 milyar dolara çıkmıştı. 2023 aynı zamanda Rusya ile Çin arasında askeri stratejik ilişkilerin, ortak tatbikatlar ve devriyelerle derinleştiği yıl oldu.
Yine 2023; Çin diplomasinin küresel çapta ağırlığını koymaya başladığı ve dinamizm kazandığı yıl oldu. İran ile Suudi Arabistan 10 Mart’ta yedi yıl sonra ilk kez diplomatik ilişkileri tesis eden anlaşmaya vardıklarında arabulucuları Çin’di. Pekin, iki ülke temsilcilerini gizli görüşmelerde buluşturmuş, ve bu iş sızmamıştı! Çin yönetimi Körfez bölgesiyle enerji ilişkilerinin ötesinde Ortadoğu diplomasisinde adeta ABD’ye ‘nanik yapıyordu’.
Ulusal paralarla ticaret ve dolara alternatif arayışında Rusya ile birlikte Çin odak haline gelirken, Ağustos sonunda Güney Afrika’da toplanan BRICS zirvesinde de grubun genişlemesi ilan edildi. Yeni üyeler arasında Ortadoğu’dan İran ile birlikte Suudi Arabistan, BAE ve Mısır ile Etiyopya da vardı.
Amerikan diplomasisi balon olayının ardından yeniden Çin’le daha yakın iştigale girişirken Blinken’ın Pekin ziyareti 18 Haziran’da yapılabildi. Bunu temmuz başında Hazine Bakanı Jenet Yellen izledi. Onun derdi Amerikan devlet tahvilleriydi. Bu arada Amerikan teknoloji şirketlerinin yöneticileri, Henry Kissinger gibi ilişkilerin mimarı olmuş isimlerin ziyaretlerinin katkısıyla bir yıl sonra yeni bir zirve mümkün oldu. Şi, Biden ile APEC zirvesi marjında 15 Kasım’da San Francisco’da görüştü. Tarafların açıklamalarında yeni bir şey yoktu, Tayvan başta olmak üzere pek çok konuda makas kapanmış değildi. Biden görüşme sonrası bir soru üzerine dayanamayıp Şi’ye yeniden ‘diktatör’ dedi. Şi ise Amerikan işadamlarının yemeğinde ayakta alkışlanarak ‘şovunu’ yaptı. San Francisco zirvesinin tek somut sonucu, askeri iletişimin yeniden tesisi oldu. ABD Genelkurmay Başkanı General Charles Brown 21 Aralık’ta Çin Halk Kurtuluş Ordusu’ndan mevkidaşı General Liu Zhenli’yle görüştü. Çin Dışişleri Sözcüsü Wu Qian, ‘samimi ve derinlemesine görüş alışverişinden’ söz etse de, ilişkilerin gelişmesi için ‘eşitlik temelinde somut adım atılması beklentisinin’ altını çiziyordu.
Biden yönetiminin son dönemde Filipinler’i odağına alan askeri hamlelerinin Çin’i tetikte tuttuğu aşikar. Tıpkı geçen yıl gibi 2024’ün ilk ayları riskli. Zira Tayvan’da 13 Ocak’ta seçimler var ve ABD yanlısı Demokratik İlerleme Partisi (DPP) ile Çin anakarasıyla yakın ilişkilere sahip Kuomintang arasındaki kapışmanın sonuçları ‘balondan yalanlardan’ daha önemli kırılmalara yol açabilir.
2023’te teknoloji cephesi de doğrusu Biden yönetimi için pek iç açıcı geçmedi. Biden yönetimi Çin’i özellikle gelişmiş çip teknolojisinden men etmek için uğraşıp didinmişti. Pelosi’nin Tayvan ziyaretinin bir teması da adadaki gelişmiş çip teknolojisini ABD’ye kanalize etmekti. Biden Tayvan çip üreticisi TSMC’yi Arizona’ya davet edip teşvik sunmayı vaad etmişti. Ancak bu proje işgücü ile ilgili sorunlarla sıkıntıya düşmüş görünüyor. Büyük sürprizi ise yaptırımlarla kolu kanadı kırıldı diye düşünülürken, eylülde 7 nanometrelik çiplerin yer aldığı akıllı telefonla sahneye çıkan Çin’in Huawei şirketi yaptı. Batı medyası hararetle dikkatten kaçırılan Çin’in yerli çip üreticisi Semiconductor Manufacturing International Corp’u (SMIC) tartışmaya başladı. Yine yıl sonunda Batılılar Çin’in elektrikli otomobil piyasasındaki yükselişine bakıp hayıflanmaktaydılar.
‘ŞAPKADAN ÇIKAN KRİZ: ORTADOĞU’
Bu yıl Biden yönetimi belki de en büyük darbeyi ‘en çalışmadığı yerden’ aldı: Ortadoğu. Rusya ve Çin ile mücadele için çarşaf çarşaf stratejim planlamaları bulunan Biden yönetimi açısından Hamas’ın 7 Ekim’deki İsrail baskınının tetiklediği savaş, 2023’ü daha da zorlu hale getirdi. İsrail bir günde 1200 insanını yitirerek tarihinin en ölümcül saldırısını yaşadı. Daha sonra 100 kadarı 24 Kasım-1 Aralık’taki insani mola ile bırakılan 240 kişi de rehin alındı. İsrail’in Hamas’ı yok etmek hedefli ağır misillemesi büyük bir insani dram yarattı.
Oysa 7 Ekim’den sadece 8 gün önce Biden’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan The Atlantic etkinliğinde konuşmuş ve “Orta Doğu bölgesi bugün son 20 yılda olduğundan daha sakin” diyerek iyimserliğini dile getirmişti. Dünyada yılın son çeyreğine damgasını vururken, ABD’nin askeri gücüne yönelik meydan okumalara eşlik eden diplomatik tecrit hali ve değerler sunumunu altüst eden bir krizle baş başa kaldılar.
Ortadoğu’da liberal müdahaleciliğin gözde aygıtı siyasal İslam, İhvancılığın Filistin kolu üzerinden dönüp dolaşıp ABD’nin vazgeçilmez müttefiki İsrail’i vurmuş durumda. Kriz büyük. Ve Biden yönetimi 2023 boyunca İsrail’de çıkan ‘yargı reformu’ krizinde ters düştüğü Başbakan Benyamin Netanyahu ile aşırı sağcı ve dincilerden oluşan koalisyonuna siper olmak durumunda. İsrail, Gazze Şeridi’ne ekim ortalarında başlattığı kara harekatı ve ağır bombardımanlarla üç ayda 22 binden fazla insanın ölümüne, 55 binden fazlasının yaralanmasına yol açtı. Okullar, hastaneler, BM tesisleri göstere göstere vuruldu. Kent savaşının koşullarında İsrail ordusu da ağır kayıplar verdi. İsrail önce sivil nüfusu Gazze’nin güneyine sürmeye çalıştı. Ardından Gazze’nin güneyine de operasyonları yoğunlaştırdı. İsrail hükümeti ve kamuoyu yılı açık açık Filistin nüfusunun Mısır’a tehcirini konuşarak kapattı.
Bu koşullarda Biden yönetiminin ‘insan hakları ve özgürlüklerin savunucusu’ görüntüsü büyük bir darbe yedi. İsrail yönetimi Hamas’ı ‘sivilleri canlı kalkan’ olarak kullanmakla suçluyor. Ancak Netanyahu’nun bakanları Gazze’ye nükleer bomba atmaktan söz eder, İsrail askerleri ‘öldürecek bebek aradıklarını’ söyledikleri videoları tiktok’a yüklerken, dünyayı ikna edemiyorlar. ABD, BM Güvenlik Konseyi’nde ateşkesi veto ederken, kısmen ‘insani yardım’ temalı tasarılarla denge kurmaya çalıştı. BM Genel Kurulu’ndaki oylamalar ise dünyadaki eğilimi yansıtıyor. Ve Güvenlik Konseyi’nin eğilimi de aleyhte değişiyor. Biden yönetimi diplomatik açıdan dünya örgütünde tecrit oldu. ABD medyasına, Biden’ın Netanyahu’dan Gazze’deki ‘işini bir an önce bitirmesini istediği’ iddiaları yansıdı.
Ancak çatışmanın 2024 başında durdurulması bir tarafa, Lübnan ile ABD’nin askeri varlıklarının da hedef olduğu Irak ve Suriye sahalarında alevlenmesi riski yabana atılır gibi değil. Nitekim ABD yönetimi 7 Ekim’in hemen ardından Ortadoğu’ya iki uçak gemisi grubu konuşlandırdı. Kasım ayı ortasında ise asıl sürprizi Yemen’deki Ensarullah hareketi yaptı. Şiiliğin Zeydi kolundan Husiler, Gazze’ye destek için İsrail gemilerini ve İsrail limanlarına uğrayacak gemileri Bab-ül Mendeb boğazında hedef alarak kriz başka bir boyuta taşıdı. Uluslararası deniz nakliye şirketlerini Kızıldeniz rotasından eden bu gelişme küresel ticareti etkiler hale geldi. Bu koşullar altında Biden yönetimi 18 Aralık’ta ‘Refah Muhafızı Operasyonu’nu duyurdu. Ancak katılımı açıklanan 20 ülkenin yarısı bilinmezken, Avrupa kanadında İspanya, İtalya ve Fransa ‘gönülsüz’. Husiler Rusya gemilerine geçit verirken, bölgede Cibuti’de donanma güçleri bulunan Çin İsrail gemilerinin yardım çağrılarını yanıtsız bıraktı. Biden yönetimi ise doğrudan Yemen’i hedef almaktan kaçınarak ticari gemilere eskortluk yaparak Husilerin fırlattığı İHA ve roketleri pahalı füzelerle avlıyor. ABD’de Husilerin arkasındaki aktör olarak gösterilen İran’a saldırı çağrıları yükseliyor.
‘YÜRÜRKEN SAKIZ ÇİĞNEYEBİLEN ABD’
2023; ‘Amerikan liderliği’ iddiasının, NATO’nun askeri üstünlüğünün, ABD ve Avrupa’nın ‘Batılı değerler’ başlığının giderek daha tartışmalı hale geldiği bir yıl oldu. BM hukukunun yerine ikame edilen ‘kurallara dayalı dünya düzeni’ argümanının iyice sırıttığı manzara netleşti. Buna karşılık Çin ve Rusya; uluslararası ilişkiler sistemini ‘demokratikleştirmek’ hedefiyle, ‘egemen ulusların çatışmadan kaçınarak ticaret yapması, eşit ve saygılı işbirliği tesis etmesi ve kültürel etkileşim kurması’ çerçevesi konmuş durumda.
2023’te öne çıkan başka başlıkları da var elbette. En başta Batı dünyasında yine yükselen ‘sığınmacı’ teması. ABD’nin güney sınırı sığınmacı akınına uğrarken, bu sorun iç siyasette belirleyici hale geldi. Britanya sığınmacıları Ruanda’ya sürme planlarını verili sığınmacı hukukunu alt üst edecek biçimde tartışırken, AB yeni göç yasasıyla sığınmacı akınına set çekmeyi hedefliyor. Kültürel uyumsuzluk ve ekonomik sorunlar karşısında yükselen göçmen düşmanlığı ve aşırı sağ en büyük kaygı. Ne ki liberal anlatının eski temaları realiteye tozluyor.
2023’te Afrika kıtasındaki en çarpıcı gelişme ise Fransız sömürgeciliğine veda oldu. Resmen sömürgecilik bitmiş görünse de yeni vasıtalarla altın, değerli madenler ve enerji kaynakları sömürülen Batı Afrika’da Fransa’ya dur diyen Burkina Faso, Nijer ve Mali oldu. Batı bağlantılı yolsuz siyaset sınıfını ekarte eden askeri yönetimler kendi kaynaklarını kontrol ederek aralarında dayanışmaya yöneldi. Bölgede altyapı yatırımları bilinen Çin’in yanı sıra Afrika zirvesine ev sahipliği yapan ve en yoksul Afrika ülkelerine bedava tahıl ile gübre gönderen Rusya Federasyonu’nun da etkisini artırma çabası öne çıktı.
Kafkasya’da ise Azerbaycan 30 yıl sonra Ermenistan’la toprak anlaşmazlığında 2020 savaşında sağladığı kazanımları Eylül 2023’teki kısa süreli askeri hamlesiyle pekiştirdi. Dağlık Karabağ meselesine Ermenistan’ın ‘gönüllü feragati’ eşliğinde nokta kondu. Azerbaycan uluslararası planda tanınmış topraklarına kavuştu. 2024’e nihai barış umuduyla giriliyor.
2024 yılı; Rusya, Avrupa ve ABD’deki kritik seçimlerin gidişatı etkileyeceği bir yıl olacak. Batı’nın hegemonya yitimine bu kez ayna tutan kriz alanlarında kolay çözümler görünmüyor. Biden yönetimi yetkililerinin son dönemde ‘ortak ve müttefiklerine’ atfen sıkça tekrarladığı ‘yürürken sakız çiğneyebilen ABD’ asıl 2024’te görülecek. Gelen yılın gideni aratmaması umuduyla tüm okurlara iyi seneler…
İlginizi Çekebilir
-
Meloni: Trump düşman değil, ‘pragmatik’ bir AB yaklaşımı gerek
-
Reuters: Ukrayna’ya askeri yardım koordinasyonunu ABD yerine NATO üstlendi
-
‘İkinci Trump döneminin en büyük zorluklarından biri Çin olacak’
-
İsrail’den Suriye ve Gazze’de uzun süreli işgal sinyali
-
İsviçreli Büyükelçi Buch: Rusya’yı zayıflatmış olabilirler, ama aynı zamanda tüm Batı’yı da zayıflatmış oldular
-
Kirillov suikasti, olası sonuçlar
Ne oldu?
Rusya silahlı kuvvetleri radyoaktif, kimyasal ve biyolojik savunma birlikleri (RHBZ) komutanı İgor Kirillov, 17 Aralık günü evinin önüne park edilen bir scootere yerleştirilmiş patlayıcının uzaktan kumandayla infilak ettirilmesi sonucu yardımcısı İlya Polikarpov ile birlikte öldürüldü. 1970 doğumlu olan Kirillov 2017’den beri bu görevdeydi.
Olağan şüpheli doğal olarak Ukrayna istihbaratıydı (SBU). Kiev rejimi başkanlık ofisi müsteşarı Podolyak, rejimin saldırıda dahli olduğu iddialarını reddetti; bununla birlikte Bild, Reuters, The New York Times gibi rejimin destekçisi uluslararası ajanslar ve yayın organları saldırının Kiev istihbaratı tarafından örgütlendiğini yazdılar (örneğin Reuters, SBU içindeki “kaynağına” dayanarak şöyle yazdı: “SBU Moskova’daki özel operasyonda general İgor Kirillov’u öldürdü), dahası rejimin yarı resmi haber ajansı Ukrinform da “SBU operasyonu” diye verdi. (Ukrinform’un haberi de şöyleydi: “SBU’daki gelişmeleri bilen bir kaynağın bildirdiğine göre, Kirillov bir savaş suçlusu ve tamamen meşru bir hedefti, zira Ukrayna ordusuna karşı yasaklanmış kimyasal silahların kullanılması emirlerini… vermişti.”)
Kirillov daha Ukrayna harekâtı başlamazdan beri Savunma Bakanlığı’nda yaptığı açıklamalarla sık sık gündeme gelmiş bir isimdi. Rusya Dışişleri sözcüsü Zaharova suikastin ardından yaptığı açıklamada özellikle Britanya’ya işaret etti: “Kirillov uzun yıllardır sistematik ve eldeki olgulara dayanarak Anglosaksonların suçlarını ifşa ediyordu: NATO’nun Suriye’de kimyasal silah provokasyonları, Britanya’nın yasaklanmış kimyasal maddelerle ilgili manipülasyonları ve Solsbery ve Amesbury’deki provokasyonları, Amerikan biyolojik laboratuvarlarının Ukrayna’daki ölümcül faaliyetleri ve daha pek çok şey.”
Gerçekten de Kirillov’un, özellikle Ukrayna harekâtının ardından Ukrayna topraklarında gizli Pentagon laboratuvarlarıyla ilgili bir dizi açıklaması dikkat çekmişti. Kirillov, bu açıklamaların en önemlilerinden birinde, daha 2022 martında, Ukrayna’da biyolojik laboratuvarların siparişçilerin 7’sinin Pentagon ve ordu, üçünün de ABD Dışişleri, Demokratik Parti ve USAID, bunların yatırımcılarının ise Soros ve (ABD başkanının oğlu — özel yazışmalarında babasının pedofil olduğunu yazdığı ortaya çıkmıştı) Hunter Biden olduğunu söylemiş, Rusya ordusunun ele geçirdiği Biden’in şirketiyle Pentagon arasındaki bu faaliyetin “Ukrayna’nın Rusya’dan kültürel ve iktisadi bağımsızlığına yardımcı olmak” için yapıldığını gösteren belgeye işaret etmişti. Kirillov’a göre Rusya’nın harekâtının arifesinde bütün patojenler özel bir uçakla ABD’ye gönderilmiş, harekât günü de (24 Şubat) Ukrayna sağlık bakanlığı bütün izlerin silinmesi talimatı vermişti.
Terör saldırısı mı?
Uluslararası hukukta terörün tanımıyla ilgili pek az belge var. Tek tek eylemlerin (gemi ve uçak kaçırma, diplomatik temsilciliklere ve kişilere saldırı, rehin almalar, nükleer malzemelerin çalınması, vb.) terör şeklinde tanımlandığı bir dizi sözleşme mevcut, bununla birlikte, terörün kesin bir tanımının yapıldığı tek bir sözleşme var: BM Genel Kurulu tarafından 9 Aralık 1999’da kabul edilen “Terörizmin finansmanıyla mücadele uluslararası sözleşmesi”. Bu sözleşmenin ikinci maddesinin b fıkrası, diğer ilgili uluslararası sözleşmelerle tanımlanandan başka, terör eylemini şöyle tanımlar:
“Niteliği veya kapsamı itibariyle, bir halkı korkutmak, ya da bir hükümeti veya uluslararası örgütü herhangi bir eylemi gerçekleştirmeye veya gerçekleştirmekten kaçınmaya zorlamak amacını gütmesi halinde, bir sivilin veya bir silahlı çatışma durumunda muhasemata doğrudan katılmayan herhangi bir başka kişiyi öldürmeye veya ağır şekilde yaralamaya yönelik diğer tüm eylemler.”
Bu durumda sorulması gereken soru, Kirillov’un neden hedef alındığı. Ukrinform’un SBU’ya dayandırdığı “haberinde” Rusya ordusunun Ukrayna’da kimyasal silah kullandığı için hedef alındığı ileri sürülüyor; oysa bunu teyit edecek hiçbir soruşturma, hiçbir belge yok. Dolayısıyla eylemin amacı bu olamaz. Dahası, Kirillov çatışma alanında değil, “muhasemata” doğrudan katılıyor değil; saldırı da doğrudan doğruya “bir halkı korkutmak” amacını güdüyor. Dolayısıyla, eğer uluslararası hukuk belgeleri ciddiye alınacak olursa (aslında çok nadiren ciddiye alınır bunlar) saldırının bir terör eylemi olduğu açık.
Öyle anlaşılıyor ki Kirillov, koruma yetersizliği yüzünden gerçekleştirilebilir bir cinayet olduğu için hedef alındı, ve sadece bu nedenle hedef alındı.
Ama saldırının tedhiş ve korkutma amacıyla yapılmış olması, tedhiş ve korkutmanın altında bir mantık örgüsü olmadığı anlamına da gelmez.
Ateşkes girişimleri
Macaristan başbakanı Orbán geçtiğimiz günlerde Trump’la malikânesinde yüz yüze buluşmanın hemen ardından Rusya devlet başkanı Putin ile telefon görüşmesi yaptı. Orbán bu görüşmede, hiç kuşkusuz Trump’ın talimatıyla, iki öneride bulundu: 1) Geniş kapsamlı bir esir takası, 2) Noel’de ateşkes.
Rusya’nın takas listelerinin Kiev tarafından kabul edilmediği ve esir takasının sınırlı tutulduğu uzun zamandır biliniyordu. Dolayısıyla ilk önerinin Kiev’den itiraz göreceği veya fiilen kabul edilmeyeceği belliydi, ancak önerinin gündeme getirilmesi, öyle anlaşılıyor ki, Trump’ın çatışmaya son vermeye yönelik bir “iyi niyet” gösterisi olarak planlanmıştı.
Rusya yönetiminin ikinci öneriye ne cevap verdiğini kesin olarak bilmiyoruz; ancak daha sonraki gelişmelere bakılırsa mevcut temas hattında Noel’le sınırlı bir ateşkes üzerinde çalışılabileceğini söylemişti. Ne var ki Ukrayna’nın başındaki (anayasaya dayanan hukuki meşruiyeti de bu yılın 22 Mayıs’ında görev süresi dolmuş olmasına rağmen koltuğunda kalarak ortadan kalkmış olan) komedyen başkan, aynı gün, Orbán’ın (yani Trump’ın) teklifini büyük bir öfkeyle geri çevirdi.
Amerikan yönetiminin Rusya’nın derinlerine saldırı onayı vermesinin ardından ilk ATACMS ve Storm Shadow saldırıları, Kiev rejiminin Noel ateşkesi teklifini reddi ve füze saldırılarının devam etmesi (bunların en son ve en önemlisi, görüntülere bakılırsa ciddi bir hasar vermemiş olsa bile, geçtiğimiz hafta Taganrog hava üssüne yapıldı) tek bir şeyi gösteriyor: Trump’ın yemin töreninin ardından yeni Amerikan yönetiminin ateşkes ve “çözüm” iddiasını şimdiden baltalamak için mümkün olduğunca çok provokasyonlar örgütlemek. Bunların sahadaki durumu değiştirip değiştirmeyeceğinin bir önemi yok, önemli olan tek şey, Rusya’yı simetrik cevap vermeye zorlayarak Trump’ın vaatlerinin gerçekleşmesine engel olmak.
Soğukkanlılığın sınırı
Rusya yönetimi epey bir süredir sahadaki gelişmeler ne olursa olsun soğukkanlılığını korumaya ve stratejik planlarını hiçbir şeyden etkilenmeden hayata geçirmeye çalışıyor. Askeri ve diplomatik siyaset simetrik değil asimetrik cevaplar üzerinden tanımlanıyor. Putin bunu ilk defa 2022 güzünde, en sert yaptırım dalgaları karşısında Dışişleri Bakanlığı’nın bütün bunlara simetrik cevap verme kararlılığına bir eleştiri olarak doğrudan Lavrov’un yüzüne karşı söylemiş, her şeye simetrik cevap vermenin anlamsız olduğunu, hatta her şeye cevap da verilmeyebileceğini, zira temel kaygının “milli menfaatlerin” korunması olması gerektiğini vurgulamıştı.
Bu dikkat çekici bir mantık örgüsüydü ve gerçekten de, kırmızı çizgilerin birer birer aşınmasına rağmen hem diplomatik hem de sahadaki durumu kendi stratejik taarruz programına göre, karşı tarafın tahriklerine pabuç bırakmadan uygulamaya çalıştı.
Bugün Rusya yönetimi belli ki, Trump’ın başkan seçilmesinin ardından ABD’nin yeni yönetiminin tutumunu görmek istiyor ve sahada taarruzuna devam ederken siyasi gelişmelerde Trump’ın elini zayıflatacak adımlar atmaktan kaçınmaya çalışıyor. Ancak Kirillov’un öldürülmesi, Kiev’deki karar alıcıların hedef alınmasını giderek kaçınılmaz kılıyor olabilir. Suikastlerle kışkırtılan olası bir misilleme kapsamında Kiev rejiminin askeri altyapısının yok edilmesinin ötesinde askeri saldırılarda bulunulması hiç şaşırtıcı olmaz.
Ateşkes olur mu?
Kiev rejiminin Orbán’ın (yani Trump’ın) esir takası ve geçici ateşkes teklifini aşağılayarak reddetmesi, devam eden ATACMS saldırıları ve Kirillov suikasti (keza Duma savunma komitesi başkanı Kartapolov’un aracına bomba yerleştirilmesi) açık bir şekilde rejimin olası ateşkes girişimlerini engellemek için provokasyon örgütlemeye çalıştığını gösteriyor. Rejim bağımsızlığını koruduğu için değil, Ukrayna bir yenösömürgenin bütün karakteristik niteliklerini taşıyan ideal bir yenisömürge olduğundan böyle. Bir yenisömürge her şeyden önce sömürgedir. En uç sınırlarına vardırılmış bir yenisömürge olarak Ukrayna’da yönetimin hiçbir siyasi inisiyatifi olamaz ve iktidar içi çatışmalar gerçekte sömürgeci devletlerin arasındaki gerilimlerin yansımasıdır.
Rejim eğer Trump’ın teklifini geri çeviriyorsa, bunun tek anlamı, geri çevirmesini isteyen başka güçler bulunduğudur. Rejimin “cesaretinin” birinci dayanağı Amerikan yönetimindeki neoconlar ve bunlar Trump görevi devraldıktan sonra da zayıflamayacak. Ve ikinci dayanak, bu neoconların (henüz) kuklası değilse bile ideolojik ve ekonomik ortağı Avrupalılar, en başta da Londra hükümetidir.
Bunlara rağmen, Trump’ın yemin töreninin ardından temas hattında geçici bir ateşkes ilan edilmesini Rusya yönetimi de öngörüyor olabilir. Yeni Amerikan yönetimi bir takım sözler verdiği takdirde Kremlin’in ateşkes teklifini kendisi için en avantajlı sayacağı şartlarda kabul etmesi kaçınılmaz görünüyor, zira bu aynı zamanda, küçük bir ihtimal bile olsa, düşman cephesindeki siyasi yarılmayı derinleştirmenin vasıtası olabilir.
Trump’ın eline geçireceği yetkiye, varsa iradesine ve temsil ettiği kesimlerin arzularına rağmen bunlara direnebileceğini, “çözüm” girişiminin başarıya ulaşacağını beklemiyorum; hatta tam tersine, yeni Amerikan yönetiminin bu yöndeki olası bütün girişimlerinin ve hatta çabalarının sert engellere çarpacağını ve darmadağın olacağını, ve bizatihi bu yönetimin de bir noktadan sonra yeni provokasyonlara girişeceğini ve böylece mevcut temas hattında geçici bir ateşkes ilan edilse bile ardından çatışmanın daha da tırmanacağını düşünüyorum.
Bunlar elbette şimdilik varsayım ve öyle ani gelişmeler yaşanabilir ki bu varsayımlar en gerçekçi göründüğü ve hayata geçirilmeye hazırlanıldığı bir anda hesaplar çökebilir. Nereye varacak, yakın zamanda göreceğiz. Ama bir şey var ki neredeyse şüphe götürmüyor: Kiev’deki komedyen başkanın miadı anlaşılan doldu ve yerine tatlı bir geçiş hazırlığında herkes. Trump’ın hiç değilse bu konudaki iradesi, biraz da kişisel yapısı gereği (rejimin eski yönetimle akçeli ilişkileri ve Trump’ın altını oymak için aktif çabası) herhalde bu sonuca yol açacaktır.
GÖRÜŞ
Bir milletin trajedisi: Beşar’ın parlak günleri ve yıkıma giden yol
Yayınlanma
1 gün önce17/12/2024
Yazar
Ma Xiaolin9 Aralık’ta Rusya, Suriye’nin eski Devlet Başkanı Beşar Esad ve ailesine sığınma hakkı tanıdığını resmen duyurdu. Aynı gün, Rusya’daki Suriye büyükelçiliği, yarım yüzyıldan uzun süredir dalgalanan “Suriye Arap Cumhuriyeti”nin iki yıldızlı üç renkli bayrağını indirip muhalefetin üç yıldızlı üç renkli bayrağını çekti. Böylece Rusya, Suriye muhalefet hükümetine sorunsuz şekilde geçiş yapan ilk büyük güç oldu. Aynı zamanda, Suriye’nin uzun zamandır müttefiki olan İran da yeni Şam rejimini tanıdığını kamuoyuna duyurdu. Beşar’ın mücadelesinde yanında duran “stratejik müttefikler” Rusya ve İran, bir gecede eski düşmanlarına kucak açarak eski müttefiklerinin gözyaşlarını görmezden gelen soğukkanlı bir pragmatizm sergiledi. Bu tutum hem kafa karıştırıcı hem de tedirgin ediciydi.
Ancak gerçek, her zamanki gibi acımasız ve açıktır. Politika kalpsizdir ve ulusal çıkarların savunulması ve peşinden koşulması çıplak, merhametsiz ve şeffaftır. Beşar rejimi artık bir yük ve güvenilmez bir ortak haline geldiğinde, terk edilmesi kaçınılmaz hale gelmişti. Rusya ve İran kendi sorunlarına odaklanmak zorunda kalınca, Beşar’ı terk edip taraf değiştirmek, zarar kontrolü ve kayıpları durdurmak için son dakika çabası olarak görüldü.
Beşar rejiminin ani çöküşü, en gelişmiş istihbarat ve bilgi ağlarına sahip tarafları bile şaşkına çevirdi. Aksi takdirde İsrail’in Suriye askeri hedeflerini süpüren bombardımanını ve daha fazla toprak işgalini, ya da ABD’nin Suriye’de kalan IŞİD hedeflerine yönelik geniş çaplı hava saldırılarını nasıl açıklayabiliriz? Bu eylemler, İsrail ve Batı’nın Beşar rejiminin bu kadar hızlı ve tamamen çökeceğini öngörmediğini gösteriyor. Dahası, İsrail ve Batı için daha büyük tehdit oluşturan muhalif güçlerin, özellikle “Suriye’nin Kurtuluşu” ittifakının, Suriye’nin kalbini bu kadar kolay ele geçirip ülkenin tüm savaş makinelerini kontrol altına almasını beklemiyorlardı.
Beşar rejiminin hızlı ve yıkıcı yenilgisinin derinlemesine incelenmesi büyük değer taşımaktadır. Bu, otoriter hükümetler için yönetişim ve karar alma mekanizmalarına dair önemli dersler sunarken, tüm ülkeler için diplomatik ittifakların nasıl sürdürülmesi ve geçerliliklerinin hangi şartlara bağlı olduğuna dair içgörüler sağlar.
Suriye’deki bu tarihi değişimin birincil nedeni, Beşar rejiminin kendisi veya daha geniş anlamda Suriye’yi 50 yıldan fazla bir süre kontrol eden Esad ailesi ve çevresindeki elit kesimlerdir. Ana çıkarım şudur: savaşın girdabında sıkışıp kalan rejim, duruma uyum sağlayamamış, savaş ve barış hakkında doğru kararlar alamamış veya ulusal bütünleşme çabalarını sürdürememiştir. Bunun yerine rejim, topraklarını, egemenliğini ve iktidarını korumak için aşırı derecede dış güçlere bağımlı kalmıştır. Nihayetinde, bu bağımlılık rejimi, yabancı savaş makinelerinin bir parçası haline getirmiştir. İşlevsiz hale geldiğinde ise terk edilmesi ve değiştirilmesi kaçınılmaz olmuştur.
Suriye’nin yükselişi ve düşüşü, modern Ortadoğu’nun savaş ve barış tarihinin daha geniş bir yansımasıdır; bu karmaşık sürecin bir mikrokozmosu ve canlı bir müzesidir. 1948 yılından itibaren, Arap milliyetçiliği idealleriyle hareket eden Suriye, Filistin’in bölünmesine karşı koyma çabalarına aktif olarak katıldı. Bu durum, Suriye’yi İsrail ile uzun vadeli bir çatışma rotasına soktu ve Batı ile sürekli bir düşmanlığa yol açtı. Sonuç olarak Suriye, Sovyetler Birliği ile ittifak kurmaya, ardından Rusya ve İran ile sıkı bağlar geliştirmeye mecbur kaldı; bu, hayatta kalma ve kalkınma mücadelesinin bir parçası oldu.
Esad ailesi, Şii İslam’ın bir alt kolu olan Alevi mezhebine mensup bir azınlık olarak uzun süre baskı, ayrımcılık ve dışlanmaya maruz kaldı. Fransız sömürge döneminde, Alevi erkeklerinin geçimlerini sağlamak için orduya katılmaktan başka seçenekleri yoktu. Bu zorluk, farkında olmadan Alevi mezhebinin Suriye ordusunda güçlü bir konuma yükselmesini sağladı. Aleviler, Faysal monarşisini devirmede merkezi bir rol oynadı ve Arap Sosyalist Baas Partisi’nin temel direklerinden biri oldu. Sonunda Aleviler, akışı tersine çevirdiler ve Suriye’nin kaderini ellerinde tutan yönetici aile olarak öne çıktılar.
1967 yılında, istihbarat şefi Moskova tarafından etkisi altına alınan Suriye, Sovyetler Birliği tarafından yanıltıldı ve “İsrail’in bir saldırı başlatacağı” yönündeki sahte istihbarata inandırıldı. Mısır ile birlikte Suriye savaşa hevesle hazırlandı; bu durum, büyük bir baskı altındaki İsrail’i önleyici bir saldırı düzenlemeye itti. İsrail, yalnızca kendi gücüyle Suriye, Mısır ve Ürdün’ü mağlup etti; Filistin’in Mısır kontrolündeki Gazze Şeridi’ni, Ürdün Haşimi Krallığı’nın elindeki Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü ele geçirdi ve ayrıca Mısır’dan Sina Yarımadası’nı, Suriye’den ise Golan Tepeleri’ni aldı. Bu savaş, Suriye’nin işgal ve saldırı mağduru imajını pekiştirdi, onun “cephe hattı devleti” rolünü güçlendirdi ve Esad ailesinin, çoğunluğu Sünni Müslüman olan halk üzerinde meşruiyetini artırdı.
6 Ekim 1973’te, Suriye ve Mısır, Yom Kippur Savaşı olarak bilinen büyük bir ani saldırı düzenledi. II. Dünya Savaşı’ndan bu yana görülen en büyük blitzkrieg (yıldırım saldırısı) olan bu savaşta, Suriye Golan Tepeleri’ni neredeyse geri aldı ve İsrail’i çöküşün eşiğine getirdi. Ancak ABD’nin desteğiyle İsrail karşı saldırı düzenleyerek Golan Tepeleri’ni yeniden ele geçirdi. Bu savaş, İsrail’in yenilmezlik efsanesini yıktı ve Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad’ı, Mısır Devlet Başkanı Sedat ile birlikte çağdaş bir Arap kahramanı olarak yükseltti. Her ikisi de Arap milliyetçiliğinin yeni sembolleri oldular.
Ancak, 7 Ekim 2023’te, Filistin İslami Direniş Hareketi olan Hamas, Yom Kippur Savaşı’nın 50. yıldönümünde İsrail’e sürpriz bir saldırı başlattı. Trajik bir şekilde, bu olay, nihayetinde Suriye hükümetinin çökmesine ve Esad ailesinin iktidarının tamamen sona ermesine yol açtı—sanki tarih büyük bir şaka yapıyordu. Yine de Suriye’nin mevcut trajedisi, Yom Kippur Savaşı sonrasında izlediği yanlış yola kadar uzanıyor.
Yom Kippur Savaşı’nın “zaferi”, Sedat’a siyasi sermaye ve tarihi bir fırsat sundu. Böylece Sedat, Filistin çatışmasından geri çekilerek yönünü değiştirdi. Mısır zaten büyük bir bedel ödemişti—100.000 kayıp, yüz milyarlarca dolarlık maddi zarar ve barış ve kalkınma odaklı 40 yıllık kayıp. Sedat, Camp David Anlaşmaları aracılığıyla Sina Yarımadası’nı tamamen geri almayı başardı ancak bunun karşılığında Suriye, Ürdün ve Filistin’i terk etti.
Mısır’ın bu “ihanetine” uğrayan Suriye, Libya ve Irak ile bir araya gelerek Arap milliyetçiliği bayrağını yükseltti ve Arap direniş hareketinin merkezi haline geldi. Esad, Kaddafi ve Saddam Hüseyin, doğal olarak Arap dünyasının “üç güçlü adamı” olarak ortaya çıktılar. Hem İsrail karşıtı direniş güçlerini desteklediler hem de Arap dünyasında liderlik için birbirleriyle rekabet ettiler.
Ancak Esad’ın Suriye’si, barışın savaşla ya da bağımsız direnişle sağlanmasını imkânsız kılan içsel zayıflıklara sahipti—bu trajik rol, Beşar Esad döneminde de devam etti. Suriye’nin sınırlı toprakları, küçük nüfusu ve karmaşık etnik yapısı, çoğunluk olan Sünni Müslüman halkı laikleşmeyi savunan Alevi elitlerinin yönetimi altında bıraktı. Öte yandan, İsrail’in yalnızca 60 kilometre uzaklıktaki başkent Şam’ın boğazına dayanan stratejik Golan Tepeleri’ni elinde tutması, Esad’ın zorlu durumunu daha da kötüleştirdi.
Bu durum Esad rejimini zorlu ve bölünmüş bir duruma soktu: İçeride, Arap Sosyalist Baas Partisi’nin “tek millet, tek parti, tek lider” ideolojisine dayanarak, İsrail işgaline direniş söylemi altında otoriter yönetimi sürdürdü; dışarıda ise daha fazla yıkımdan kaçınmak için İsrail ile askeri çatışmadan kaçındı ve yarım yüzyıl süren “soğuk barışı” koruyarak, nispeten istikrarlı bir ortamda yavaş bir ulusal kalkınma sağladı.
Irak’taki Baas Partisi ile Arap milliyetçiliğinin meşruiyeti ve liderliği için rekabetin yanı sıra, Alevi elitlerinin Sünni çoğunluktan duyduğu korku nedeniyle Esad, 1979-1988 İran-Irak Savaşı sırasında kesin bir şekilde İran’ın yanında yer aldı ve geniş Arap topluluğunu arkasında bıraktı. Şubat 1982’de, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali ve İran İslam Devrimi’nin başlattığı İslami uyanıştan ilham alan Suriye Müslüman Kardeşler örgütü, Suriye’nin “kafir rejimini” devirmek amacıyla Hama’da silahlı bir ayaklanma başlattı. Bu isyan acımasız bir şekilde bastırıldı. Bu tarihi olay, 2011 Arap Baharı sırasında Hama’nın muhalefeti desteklemesinin zeminini hazırladı ve Suriye savaşında yerel halkların isyancı güçlere büyük saldırılar düzenlerken ya işbirliği yapmasına ya da pasif kalmasına yol açtı.
1982 Lübnan Savaşı’ndan sonra Golan Tepeleri’ni zaten kaybetmiş ve Lübnan’ı nüfuz alanının bir parçası olarak gören Esad rejimi, İsrail ile doğrudan yüzleşecek güce sahip değildi. Bunun yerine, kaybedilen toprakları geri alma ulusal sorumluluğunu, İran tarafından yeni silahlandırılan ve yetiştirilen Hizbullah’a devretti. Bu durum, İran’ın Arap topraklarına batıya doğru genişlemesine kapı açtı ve Suriye’yi kademeli olarak “Şii Hilali” olarak adlandırılan oluşuma entegre etti. Bir bakıma, bu durum Esad rejiminin, Mısır’ın yaptığı gibi cesurca İsrail ile barış arayarak kalkınmaya, demokrasiye, halkın refahına ve sivil haklara odaklanmak yerine, Suriye’nin ulusal kaderini ve kendi iktidarını üçüncü bir tarafa emanet etmesi anlamına geliyordu.
1991 Körfez Savaşı’nın ardından Orta Doğu, umut verici bir barış on yılına girdi. Kuveyt’i işgal ederek İsrail’in geri çekilmesini sağlamayı amaçlayan Saddam Hüseyin’in bir milyondan fazla elit askerden oluşan ordusu, Birleşmiş Milletler tarafından yetkilendirilen ve ABD liderliğindeki koalisyon tarafından ezildi. ABD Başkanı George H. W. Bush, “Çöl Fırtınası Operasyonu”nu başlattı ve ardından Rusya (Sovyetler Birliği’nin halefi), Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve İspanya ile birlikte Madrid Barış Sürecini başlattı. İsrail, alışık olduğu “düşmanları birer birer alt etme” stratejisinden vazgeçmek zorunda kaldı ve Suriye, Lübnan, Ürdün (Filistin temsilcileriyle birlikte) ile aynı çatı altında “toprak karşılığı barış” görüşmelerini müzakere etti.
Beklenmedik bir şekilde, Esad ikinci ve üçüncü Arap ihanetiyle karşılaştı. İsrail’e karşı Suriye ile birlikte hareket etme sözü veren Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ve Ürdün, İsrail ile ayrı anlaşmalar yaptı. FKÖ, 1993 yılında gizli müzakereler yoluyla Filistin’e geçici özerklik tanıyan Oslo Anlaşmalarını imzalarken, Ürdün 1994 yılında İsrail ile ilişkilerini normalleştirdi. Bu noktadan itibaren Esad, Filistin ve Ürdün liderlerini birer yabancı, hatta düşman olarak görmeye başladı ve tüm ilişkileri kesti.
Esad’ın asıl veliahtı Beşar değil, 1962 doğumlu en büyük oğlu Basil idi. Ancak, Esad’ın yaşlandığı ve Basil’in kişisel itibarının yükseldiği bir dönemde, rejimi devralmaya hazırlanan Basil, 1994 yılında gizemli bir trafik kazasında hayatını kaybetti. Bu olay, Suriye tarihini yeniden yazdı. Aslen göz doktoru olmayı planlayan Beşar, derhal Suriye’ye geri çağrıldı. Hızla orduya katıldı, rütbeleri tırmandı ve veliaht olarak yetiştirildi; böylece Esad hanedanının devamı sağlandı.
Eğer Esad daha uzun yaşasaydı, Beşar belki bir barış mirası devralır ve farklı bir yol seçebilirdi. Eğer ağabeyi Basil ölmeseydi, Beşar muhtemelen uluslararası alanda oldukça saygı duyulan bir doktor, hatta belki de Nobel Tıp Ödülü sahibi olurdu. Ne yazık ki, kraliyet ailelerinin bazı üyeleri kendi geleceklerini seçebilirken, diğerleri bunu yapamaz; bu, Doğu ve Batı kültürel gelenekleri arasındaki büyük bir tezatı yansıtır.
1999 yılının sonunda, Golan Tepeleri ile ilgili müzakereler bir anlaşmaya oldukça yaklaşmıştı, ancak Orta Doğu tarihini ve Suriye’nin kaderini tamamen değiştiren beklenmedik bir olay nedeniyle tamamen çöktü. 1999 yılının sonlarında, Ürdün Kralı II. Hüseyin hayatını kaybetti. Olağanüstü duygusal zekâsı ve geniş diplomatik bağlarıyla tanınan kralın Amman’daki cenazesi, çok sayıda dünya lideri ve devlet yetkilisinin katılımıyla büyük bir diplomatik buluşmaya dönüştü.
Muhtemelen ömrünün sonuna yaklaştığı için yumuşayan kalbinden, o anki baskıdan ya da açıklanamaz bir hatalı karardan dolayı, sağlığına rağmen Esad, geleneği yıkarak Kral Hüseyin’in cenazesine bizzat katıldı. Amman’daki cenazeden sonra İsrail, Golan Tepeleri müzakerelerini askıya aldığını aniden duyurdu. İsrail parlamentosu, Golan Tepeleri’nin geleceğini etkileyen herhangi bir politikanın Knesset’te üçte iki çoğunlukla onaylanmasını ve ardından ulusal bir referanduma sunulmasını zorunlu kılan bir kararı kabul etti.
Yıllar sonra, güçlü İsrail istihbarat örgütü Mossad’ın, Esad’ın Amman’daki cenaze töreninde kullandığı geçici tuvaleti gizlice değiştirdiği ve Esad’ın idrarını analiz ettiği ortaya çıktı. Yapılan analiz, Esad’ın kanserin son evresinde olduğunu ve ömrünün az kaldığını doğruladı. İsrail Güvenlik Kabinesi, o dönemde henüz 30’larının başında olan Beşar’ın iktidarını sağlamlaştıramayacağından endişe etti. Eğer Golan Tepeleri geri verilirse ve Şam rejimi Arap milliyetçileri ya da İran yanlısı güçlerin eline geçerse, bu durum İsrail için adeta kendi boynuna ilmek geçirmek anlamına gelecekti. Böylece, barış görüşmeleri kalıcı olarak donduruldu.
Altı ay sonra Esad vefat etti. İsrail hükümeti, düşman ve savaş halinde olan bir ülke olmasına rağmen, Suriye halkına, hükümetine ve Esad’ın ailesine başsağlığı dileyerek, onu barışa sadık bir lider olarak tanımladı. Beklendiği gibi Beşar Esad iktidarı devraldı ve rejimini sağlamlaştırdı. Ancak, Golan Tepeleri’ni barışçıl yollarla geri alma fırsatını sonsuza dek kaybetti. Bunun yerine, Suriye’yi “Şii Hilali” ve “cephe hattı devleti” olmak üzere iki farklı araca bağlanmaya zorladı ve nihayetinde “Direniş Ekseni”nin merkezi haline gelerek her taraftan sömürüldü. Bu anlamda Beşar’ın Suriye’si, Batı Roma İmparatorluğu’na benziyor; kuzey barbarlarının son darbeleri altında çökmüştü. Ya da Doğu Roma İmparatorluğu gibi, bin yıllık hayatta kalmanın ardından savaşlar ve kuşatmalarla yıpranmış, Dördüncü Haçlı Seferi sırasında işgal edilip parçalanmasının ardından nihayet Osmanlı İmparatorluğu tarafından mezara gönderilmişti.
Beşar, hiçbir zaman Suriye’nin meleği ya da reform kahramanı olmayı arzulamadı. 2000 yılında iktidarı devraldıktan sonra hemen reform yapmayı denedi, kısıtlamaları gevşetti ve geçici olarak canlı ve övgüye değer bir “Şam Baharı” başlattı. Ancak, liberalizasyon ve demokratikleşme eğilimlerinin siyasi dönüşümü tehdit etmeye başlamasıyla birlikte, Beşar, güçlü muhafazakâr güçlerin ve kökleşmiş elitlerin yoğun baskısı altında kaldı—ve bu süreci sürdürecek gücü ve siyasi zekâsı olmadığından—yalnızca iki yıl sonra reform kapısını ani bir şekilde kapattı. Bu, tarihi, İran’ı ve Şii Hilali’ni geride bırakıp Golan Tepeleri’ni ayrı müzakereler yoluyla geri alma fırsatının kaçırıldığı an oldu. Beşar, böyle bir riski göze alamadı; toprak karşılığı barış arayışında olan Sedat’ın, hayatıyla ödediği kaderini tekrar etmekten korkuyordu.
2005 yılında, Suudi destekli Lübnanlı Sünni Başbakan Refik Hariri’nin suikaste uğraması, Suriye istihbaratını ve Hizbullah’ı işaret etti. Bu durum, İslam dünyasındaki mezhepsel çatışmaları ve Lübnan üzerindeki mücadeleyi gözler önüne serdi. Bu olay, “Beyrut Baharı” ya da “Sedir Devrimi” olarak adlandırılan hareketi tetikledi ve Suriye’yi, Lübnan’daki 30 yıllık askeri varlığını sonlandırmaya zorlayarak Lübnan’ın bağımsızlığını daha da pekiştirdi.
2011 Arap Baharı, Tunus’un “Yasemin Devrimi” ile başladı ve Akdeniz’in kuzeybatısındaki birçok otoriter Arap hükümetinin çökmesine yol açtı. Bu devrim dalgası, nihayetinde doğudaki Suriye’ye ulaştı. Güneydeki Dera kasabasında öğrencilerin protestolarına yönelik sert müdahaleler, daha geniş çaplı bir ayaklanmaya yol açtı ve huzursuzluk, Alevi karşıtı geleneksel kalelerden biri olan Hama gibi şehirlere yayıldı. Beşar, iktidardaki on yılının ardından ilk büyük sınavıyla karşı karşıya kaldı ancak kötü bir performans sergiledi. Özür dilemek ve yolsuzluk ile kötü yönetimi ele almak yerine, Batı’yı “renkli devrim” planlamakla suçladı ve diyalog kapısını kapattı. Bu durum, ülkeyi kaosa sürükleyen yaygın memnuniyetsizliği körükledi.
Kritik bir anda, Suudi Kralı Abdullah Beşar’ı arayarak, 20 milyar dolarlık bir ekonomik destek paketi teklif etti. Bu yardımın amacı, istihdam yaratmak, ekonomiyi istikrara kavuşturmak ve rejimin devamlılığını sağlamaktı. Ancak bunun şartı, Şam’ın İran ve Şii Hilali ile olan stratejik bağlarını koparmasıydı. Beşar, Suudi Arabistan’ın sunduğu bu ilacı bir zehirli hap olarak gördü; çünkü Alevi azınlık rejimi, hayatta kalmak için Şii ittifakına bağımlıydı. Ayrıca, Golan Tepeleri’ni geri alma çabası, İran ve Hizbullah’ın desteğine ihtiyaç duyuyordu. Suudi Arabistan’ın uzattığı zeytin dalı reddedildi. Bunun üzerine Suudi Arabistan, Arap Ligi’ni harekete geçirip Batılı ülkelerle iş birliği yaptı ve sivilleri koruma ve insan haklarını savunma bahanesiyle Suriye iç işlerine müdahale etti. Böylece, Suriye İç Savaşı başlamış oldu ve muhalefet güçlerine dış finansman ve destek sağlandı.
Rejimin çöküşün eşiğine geldiği bir noktada, Rusya devreye girdi. ABD ve NATO ile Ukrayna üzerinden jeopolitik bir mücadeleye girişmiş olan Rusya, baskıyı azaltmak ve Orta Doğu’daki son Sovyet dönemi nüfuz alanını, özellikle Suriye’deki Akdeniz deniz üssünü korumak istedi. Bu doğrultuda Rusya, Çin ile birlikte BM Güvenlik Konseyi’nde Arap Ligi ve Batı’nın desteklediği Suriye tasarılarını veto ederek, Libya’daki rejim değişikliği senaryosunun Suriye’de tekrarlanmasını engelledi. Terörle mücadele altında, Hizbullah ve on binlerce Şii milis sınırları geçerek rejime destek oldu. Böylece Beşar’ın hükümeti, kaybettiği toprakların büyük kısmını ve önemli nüfus merkezlerini geri aldı. Mart 2020’de muhalefetle imzalanan ateşkes anlaşması, on yıllık bir dönemde ilk kez istikrar sağladı. Ancak bu durum, ülkeyi bölünmüş halde bırakarak iç savaşın köklerini ve parçalanmayı devam ettirdi.
Beşar, muhalefeti ortadan kaldırmanın önemini biliyordu; ancak Suriye, kuzeybatıda Türkiye tarafından korunan isyancıları ve kuzeydoğu ile doğuda ABD tarafından desteklenen Kürt güçlerini bertaraf edecek güce sahip değildi. Rusya ve İran da Beşar’ın birleşme hedefini gerçekleştirmek için Türkiye veya ABD ile doğrudan bir çatışmaya girmeyi göze alamadı. Defalarca Beşar’a istikrarı kabul etmesini ve müzakereler yoluyla bir koalisyon hükümeti kurmasını önerdiler—ancak Beşar bu teklifi reddetti. Temelde Suriye, Rusya ve İran’ın jeopolitik çıkarları için bir pazarlık kozu olmaya devam ediyor. Onlar için önemli olan, Şam’da kimin iktidarda olduğu değil, kendi ulusal çıkarlarının korunmasıdır. Aksi takdirde, neden Rusya, İran, Hizbullah ve Iraklı milisler, Beşar’ın son anında onu yüzüstü bıraktı?
Beşar, aslında “kendi haline bırakılmış” bir figürdü. Dindar olmamasına rağmen, Hangzhou’daki Asya Oyunları sırasında Lingyin Tapınağı’nı ziyareti, onu bir internet sansasyonuna dönüştürdü ve birçok tartışmayı ve temelsiz spekülasyonu ateşledi. Belki de artık bir sürgün lider olarak Beşar, 24 yıldır taşıdığı ağır yüklerden sonunda kurtulabilir—bu yükler, onun taşıyamayacağı kadar ağırdı. O, sıradan bir insana veya eski mesleği olan tıbba geri dönebilir. Ancak yarım yüzyıldır ameliyat masasında olan Suriye, hâlâ parçalanmış ve kanamakta. Onu bu ıstıraptan kim kurtaracak?
Beşar rejimini devirmek ve Baas Partisi’nin kalıntılarını ortadan kaldırmak, Suriye’nin onlarca yıllık kanlı tarihini sona erdirmek yerine, Saddam Hüseyin rejiminin 20 yıl önceki yıkılışında olduğu gibi, yeni çatışmaların ve acıların başlangıcı olabilir.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Şu sıralar bütün ilgimiz Suriye üzerinde. Aslında belki de son on dört yıldır 2011 yılından bu yana dış politikada odaklandığımız en önemli konu galiba Suriye oldu, daha doğrusu Esat yönetiminin devrilmesi. Olağanüstü kaynaklar boşa harcanıp ‘diktatör’ adını verdiğimiz Esat yönetimini Orta Doğu’daki pırıl pırıl demokrasiler (!) ve Amerika, Batı dünyası ile birlikte yıkmaya çalıştık. Diktatör gitti, şimdi de temiz yüzlü, iyi niyetli (!) (her ne kadar eskiden cihatçı terör örgütü olarak terör örgütü listelerimizde yer almış olsalar da…) gençlerle Suriye’yi yeniden yapılandırmaya soyunmuş durumdayız. İnşallah arabasına bindiğimiz bu idealist gençler (!) bizi dolmuşa bindirmezler.
Orta Doğu’da bir yönetimi ‘diktatör’ diyerek suçlamaya kalkıştığınızda bunun bir anlamı olmadığını bilmeniz gerekir; zira cevap rahatlıkla ‘eee ne varki…’ şeklinde olabilir. Kayseri’ye gidişlerimin birisinde beni ağırlayan arkadaşlar güzel bir şey söylemişlerdi. Pastırma yerken ağzımız kokar endişesiyle çok sevdiğim halde biraz isteksiz biraz da dikkatli yiyordum galiba. Masadakilerden birisi yüzüme bakarak ‘hayırdır Hoca, niye gayretli değilsin’ deyince ben de ‘ama kokar’ diyecek oldum. Bunun üzerine ‘Hocam korkma, bizim Kayseri’de pastırma kokmaz’ dedi. Yani en azından o yıllarda – şimdilerde mevcut ekonomik krizde mümkün mü bilemiyorum – Kayseri’de herkes pastırma yediği için kimse birbirine kokmuyordu anlaşılan.
Şam’daki diktatör devrildi. HTŞ merkezli devirme operasyonu sırasında ve hemen sonrasındaki günlerde başlayan Esat’ın ülkeyi bırakıp kaçmasının ardından zirve yapan kutlamalar yerini bir miktar ihtiyatlı hatta bana sorarsanız endişeli bekleyişe bırakmış görünüyor. Türkiye’nin beklentileri Suriye’nin fazlaca gevşek olmayan bir federal yapıda bir arada tutulması gibi görünse de bunun mümkün olmaması ihtimali aksine ihtimalden oldukça yüksek. En azından bu aşamada durum böyle görünüyor.
IRAK’TAN SURİYE’YE DÜŞÜNCELER…
Suriye’de olması muhtemel gelişmelerin laboratuvarı Irak’ta Amerika’nın 2003 işgali sonrasında yaşananlardan görülebilir. Zaten yeterince milletleşememiş durumdaki Irak toplumu millet kavramından tamamen çıkartılarak etnik ve mezhebi bir anayasal yapıya dönüştürüldü. Iraklılık bilinci oluşturma çabası daha önceki yönetimlerde de yeterince dikkatle ele alınmamıştı; ancak Amerikan işgalinden sonra böyle bir ihtimal tamamen ortadan kaldırıldı. Cumhurbaşkanının mutlaka Kürt, başbakanın şii ve parlamento başkanının sünni olması ve kuzeyde tam otonom bir Kürdistan bölgesi kurulması gibi düzenlemeler Iraklılık bilincine vurulan son darbeler oldu. Çünkü bu tür etnik/mezhebi kotalar üzerine inşa edilen bir anayasal yapı toplumda liyakatı yok eder, devlete mensubiyet duygularını aşındırır ve aşiret veya benzer sosyal yapıları ön plana çıkarır.
Orta vadede Irak’ta yaşayan herkesi kapsayacak bir milletleşme sürecinin gelişmesini beklemek mevcut şartlarda aşırı iyimserlik olur. Öte yandan Irak’ta İslami bir yönetim kurularak devletin üniter bir çatıda toparlanması ihtimali de aynı derecede imkansız; çünkü böyle bir girişime baştan itibaren olduğu gibi kuzeydeki Kürt gruplar kendilerinin toplumsal yapılarının laik/seküler olduğunu söyleyerek itiraz edip kabul etmeyeceklerdir. Kısacası Irak’taki bu bölünmüş yapı dünyada ve bölgede olağanüstü gelişmeler yaşanmadığı takdirde aynen devam edecektir. Bu arada Orta Doğu’nun pek çok başka ülkesinde olduğu gibi, Hristiyan Araplar Batı’ya göç ederek orta vadede Irak coğrafyasından silinebilirler. Amerikan işgalinden bu yana sayıları epeyce azaldı zaten…
Suriye ise Irak’a göre çok daha renkli. Ciddi bir Sünni nüfus olmasına karşın, hiç de azımsanmayacak bir Alevi ve Dürzi nüfus da bulunuyor. Ayrıca Hristiyanların toplam nüfusa oranı Arap ülkeleri içerisindeki en yüksek olanlardan… Öte yandan en büyük grubu oluşturan Sünniler hem etnik hem de devlet anlayışı olarak parçalı bir yapıya sahip… Araplar, Kürtler ve Türkmenler Sünni nüfusun unsurlarını oluşturuyor. Aynı zamanda ülkenin büyük şehirlerinin Sünni nüfusunun önemli bir kısmı arasında laik/seküler devlet ve toplum anlayışı epeyce yer etmiş durumda. Bunların hepsinin üniter bir devlet yapısında bir arada tutulması hiç de kolay olmayacaktır. Kaldı ki, bu gruplardan bazıları zaten Amerika ve İsrail’in koruması altında görünüyorlar. Örneğin Batı’nın ‘Kürtler’ diye tanımlamakta ısrar ettiği Fırat’ın kuzey doğusunu etnik temizlik yoluyla büyük ölçüde kontrolleri altına almış bulunan PKK/PYD doğrudan Amerika, İsrail ve Kolektif Batı’nın uzantısı gibiler.
Böyle bir Suriye’de ‘demokratik ve çoğulcu’ ve büyük ölçüde ‘üniter’ bir anayasal yapı oluşturmak pek kolay olmayacaktır. Mevcut HTŞ yönetimi ve bileşenleri birazcık İslami bir yönetim – kaldı ki, gayet sert karakterli bir dini yönetim dayatmaya kalkışmaları da oldukça muhtemel – getirmeye kalkıştıklarında başta PKK/PYD olmak üzere Alevilerin, Dürzilerin ve Hristiyanların itirazıyla karşılaşacaktır. Ve Amerika ile İsrail ve diğer Batılı ülkeler aynı anda hem HTŞ ve bileşenlerinin dini bir yönetim dayatmasına hem de diğerlerinin itiraz etmelerine farklı farklı enstrümanlarla kolayca destek verebilirler. Ve sonuç anayasa yapma sürecinde veya sonrasında kaosa sürüklenebilir.
TÜRKİYE’NİN ÖNCELİKLERİ
Aslında İsrail’in yaptıklarına baktığımız zaman böyle bir kargaşa sürecinin yaklaşmakta olduğunu görebiliriz. Tel Aviv yönetimi Suriye’yi devletsizleştirmek için elinden geleni yapıyor. Askeri tesisleri, mühimmat depolarını, ordu üslerini vs. yani Suriye’nin bütün teçhizatını bombalayarak yok ediyor. Haberlere bakılırsa sivil kurumlar da bu ağır bombardımandan nasibini alıyor. Öyle ki, Suriye’de bir devlet otoritesi teşkil edilmesini önlemeye yönelik ne gerekiyorsa yapıyor.
Bu yaptıkları Suriye halkı için yeni felaketlerin habercisi olsa da İsrail açısından normal ve ulusal çıkarlarıyla tam örtüşen işler. İsrail’in resmen kurulduğu 1948 Mayıs ayından bu yana bir tek kurşun atmadan elde ettiği en büyük başarıdan söz edilebilir. Daha önceki dönemlerde de İsrail Arap devletlerine karşı ‘başarılı’ savaşlar yapmış (1948, 1967) ve Mısır ile Suriye’nin ilk defa senkronize bir şekilde başlattığı ve ilk haftasında 1967 savaşında işgal ettiği toprakları kaybetmesiyle sonuçlanan 1973 savaşını ise Amerika’nın da büyük yardımlarıyla berabere bitirmeyi başarmıştı. Fakat onların hepsinde ciddi ciddi savaşmak zorunda kalmıştı. En İsrail karşıtı rejimler olan Irak işini Amerika’ya hallettiren İsrail şimdilerde çok az gayretle Suriye’nin de istediği gibi at oynatabileceği bir alan haline gelmesini maksimum faydaya çevirmeye çalışıyor. HTŞ lideri Colani’nin ise İsrail’in bütün bu yaptıklarından hiç mi hiç rahatsızlık duymadığı yaptığı açıklamalarda bariz bir şekilde görülebiliyor.
Türkiye’nin de benzeri bir mantıkla hareket etmesinde fayda olacağı aşikar. Libya örneğinde de yaşamıştık. Tobruk merkezli generalin kuvvetlerini Trablus merkezden kovalayınca bütün Libya bizim oldu zannetmiştik. Daha sonra bunun böyle olmadığını/olmayacağını fark etmek biraz zaman aldı. Şimdi de Suriye’nin bizim olduğunu veya zaten olması gerektiğini düşünerek hareket edersek ciddi sorunlarla karşılaşabiliriz. Birinci Dünya Savaşını kaybetmeseydik buralar zaten bizim olurdu tezine Ruslar Bolşevik İhtilali olmasaydı İstanbul, Boğazlar ve mücavir alanlar bizim olacaktı diye karşılık verebilir. Başka devletler de başka şeyler söyleyebilirler. Tarihçilikte ‘öyle olmasaydı ne olurdu’ diye bir tartışmanın yeri yoktur.
Şu anda Suriye’de, esas önceliklerimiz olan sığınmacıların gönderilmesi, Fırat’ın kuzey doğusunda yuvalanmış bulunan PKK/PYD’nin yok edilmesi ve Suriye’de uluslararası bir tanınma elde edecek ilk hükümetle (muhtemelen Colani liderliğinde) deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşması imzalamaya odaklanmalıyız. Hatta PKK/PYD konusunda hızlı adımlar atarak Trump gelmeden evvel bu işi bitirmeyi değerlendirmek mantıklı olabilir. Trump geldiğinde ekibiyle birlikte siyaset planlaması yaparken Fırat’ın kuzey doğusunda böyle bir örgütün olmaması yeni denklemde gayet iyi sonuçlar verebilir. Sığınmacılar konusunu acil gündem yapmak gerektiğini söylemeye bile gerek yok.
Bu şekilde ulusal çıkar odaklı davranmak yerine bütün mesaimizi Suriye’nin iç işlerine hasreder ve içerdeki gruplar arasındaki muhtemel mücadelenin parçası olursak bir sonraki adımda sığınmacıları göndermek ve PKK/PYD’ye karşı etkili mücadele etmek için uygun ortamı bulmakta zorlanabiliriz. Olumsuz dış etkilerle hareket edecek bir Suriye hükümeti bizimle deniz yetki alanları anlaşması imzalamayı da istemeyebilir. Veya dış etkiler o şekilde karar almaya zorlarlar.
Meloni: Trump düşman değil, ‘pragmatik’ bir AB yaklaşımı gerek
Reuters: Ukrayna’ya askeri yardım koordinasyonunu ABD yerine NATO üstlendi
İsveç’ten “enerji kablosu” projesine Alman elektrik reformu şartı
‘İkinci Trump döneminin en büyük zorluklarından biri Çin olacak’
İsrail’den Suriye ve Gazze’de uzun süreli işgal sinyali
Çok Okunanlar
-
ORTADOĞU1 hafta önce
Eski Beyaz Saray yetkilisi Doran: Suriye’de İsrail ve Türkiye’nin çıkarları örtüşüyor
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Bir kere daha girdiğimiz çıkmaz yol
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 1
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Suriye’de kim kazandı?
-
RUSYA1 hafta önce
Rusya’nın Suriye’deki üslerinin akıbeti ne olacak?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 2
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Esad rejimi neden sadece 12 günde çöktü?
-
GÖRÜŞ6 gün önce
Suriye hezimeti ve Rusya: Birkaç soru ve yanıt