Bizi Takip Edin

ORTADOĞU

7 Ekim’in mimarı işgale direnirken hayatını kaybetti

Yayınlanma

Hamas’ın lideri, 7 Ekim’in mimarı 61 yaşındaki Yahya Sinvar, Gazze’nin işgaline direnirken hayatını kaybetti. İsrail’in bir yıldır tüm kaynaklarını seferber etmesine rağmen yerini tespit edemediği Sinvar’ın çıkan çatışmada hayatını kaybettiği şans eseri öğrenildi.

İsrail’in yoğun çabalarına rağmen bir yıldır işgal ettiği Gazze’de yerini bir türlü tespit edemediği Sinvar, İsrail’in Refah’a yönelik saldırısında İsrail askerleri ile girilen bir çatışmada hayatını kaybetti. İsrailli askerler, saldırıda hayatını kaybeden kişilerden birinin Sinvar olabileceğini düşünerek cansız bedeni İsrail’e götürdü. Yapılan incelemelerin ardından bedenin Sinvar olduğu anlaşıldı.

İsmail Heniyye’nin Tahran’da düzenlenen suikastta hayatını kaybetmesinden sonra Hamas’ın siyasi büro liderliğine getirilen 61 yaşındaki Yahya Sinvar Sinvar, uzun yıllar örgütün Gazze’deki lideriydi.

Heniyye gibi aslen 1948’de İsrail’in işgal ettiği topraklarda kalan Askalan (Aşkelon) kentinden olan Sinvar, yüksek öğrenimini Gazze İslami Üniversitesi Arap Dili ve Edebiyatı Bölümünde tamamladı.

İsrail tarafından, ilk defa 1982 yılında tutuklanan ve 4 ay hapis yatan Sinvar, 1985 yılında “gizli bir örgüt kurmak” suçundan ikinci kez tutuklandı.

Sinvar, 1988’de İsrail tarafından tutuklandığında 4 kez ağırlaştırılmış hapis cezasına mahkûm oldu ve 23 yıl hapis yattıktan sonra serbest bırakıldı.

Hamas’ın Mısır aracılığıyla İsrail ile 11 Ekim 2011’de yaptığı esir takası anlaşması çerçevesinde serbest kalan Sinvar, Hamas’ın siyasi bürosuna üye oldu.

Sinvar, 2017’de Hamas’ın Siyasi Büro Başkanı seçilen İsmail Heniyye’nin yerine Hamas’ın Gazze’deki Siyasi Büro Başkanı görevine geldi.

Hamas’ın askeri kanadı İzzeddin el-Kassam Tugayları’nın ilk kurucularından sayılan Sinvar, aynı zamanda Hamas’ın güvenlik ve davet teşkilatı olarak isimlendirilen Mecd Gücü’nün de kurucusu.

Hamas’ın güvenlik sorumluluklarını üstlenen Sinvar, basında çokça yer almayan isimlerinden biri olarak biliniyor.

İsrail, Sinvar’ı 7 Ekim’deki Aksa Tufanı operasyonunun “bir numaralı sorumlusu” olarak gösteriyor.

Yeniden Meşal dönemi mi?

Hamas’ın eski siyasi büro başkanı ve şu an yurtdışı sorumluluğunu yürüten Halid Meşal’ın yeniden örgütün liderliğine getirilmesi bekleniyor.

1997’de İsrail’in suikast girişiminden kurtulması Meşal’i dünyada tanınır hale getirdi.

Meşal, suikast girişiminin hedefi olduğunda Ürdün’ün başkenti Amman’daydı. Kanada pasaportuyla ülkeye giren İsrailli ajanlar, Meşal’e iğneyle zehir enjekte etti. Dönemin Ürdün Kralı Hüseyin’in, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun talimatıyla gerçekleştirildiği söylenen suikast girişimine tepkisi sert oldu. Hüseyin saldırıyı düzenleyen ajanları asacağı ve panzehir verilmediği taktirde Ürdün ile İsrail arasındaki barış anlaşmasını iptal edeceğini söylemesi üzerine dönemin ABD Başkanı Bill Clinton devreye girdi ve Netanyahu, panzehiri vermek zorunda kaldı.

Sinvar’ın öldürüldüğü iddia edildi: İsrail “canlı kalkan” tezini kendi çürüttü

ORTADOĞU

Sinvar’ın öldürüldüğü iddia edildi: İsrail “canlı kalkan” tezini kendi çürüttü

Yayınlanma

İsrailli rehineleri canlı kalkan olarak yanında tuttuğu iddia edilen Hamas lideri Sinvar’ın Gazze’de bir binada İsrail askerleri ile girdiği çatışmada öldürüldüğü iddia ediliyor. Sinvar’ın öldürüldüğü söylenen binada bir tane bile İsrailli rehine olmaması dikkat çekiyor.

İsrail ordusu Gazze’de bir çatışmada öldürdüğü üç kişiden birinin Hamas lideri Yahya Sinvar olma ihtimalini araştırdığını açıkladı.

New York Times, ABD’li yetkililere dayandırılarak İsrail’in Sinvar’ın öldürülmüş olma ihtimalini ABD’ye bildirdiğini yazdı.

İsrail ordusundan yapılan açıklamada ise “Şu anda teröristlerin kimliği teyit edilemiyor” denildi. Ordu, üç kişinin öldürüldüğü bölgede rehine bulunmadığını belirtti. İsrailli yetkililer ve İsrail basını Sinvar’ın rehineler arasında saklandığı ve onları canlı kalkan olarak kullandığını iddia ediyordu.

Kanal 12’de yayınlanan haberde ise İsrailli askerlerin dün bir binanın zemin katında bulunan bir grup “teröriste” ateş açtığı belirtildi, daha sonra askerlerin binaya girdiklerinde ölen üç kişiden birinin Sinvar’a çok benzediğini fark ettikleri aktarıldı.

İsrail basınında kesin kimlik tespitinin birkaç saat alacağının tahmin edildiği belirtiliyor.

Yahya Sinvar, Hamas’ın siyasi büro başkanı İsmail Heniyye’den sonra iki numaralı adamı olarak görülüyordu. Ancak hem Gazze’de bulunması hem de 7 Ekim’i planlayan ekibin başında olması nedeniyle örgütün fiili lideri konumundaydı. Heniyye’nin Tahran’da öldürülmesinin ardından bu fiili liderlik resmi liderliğe dönüştü. Sinvar, Hamas’ın siyasi büro başkanı oldu.

İrail’in ‘devlet düşmanı’ ilan ettiği Sinvar, İsrail ordusunun arananlar listesinde ilk sıralarda yer alıyor. 2015 yılında da ABD’nin aranan uluslararası teröristler listesine girdi.

Sinvar, uzun yıllar boyunca İsrail hapishanelerinde kaldı.1988’de tutuklanmasından 2011 yılında büyük mahkum takası anlaşmasına kadar, 23 yılını İsrail hapishanelerinde geçirdi. İsrail Hamas’ın beş yıl rehin tuttuğu askeri Gilat Shalit’in serbest kalması için 1.027 mahkûmu salıverdi. Bu mahkumlardan biri de Sinvar’dı.

Okumaya Devam Et

ORTADOĞU

UNIFIL’e katkı veren AB ülkelerinden İsrail’e “diplomatik baskı” kararı

Yayınlanma

Birleşmiş Milletler (BM) Lübnan Geçici Barış Gücü’ne (UNIFIL) katkı veren Avrupa Birliği (AB) üyesi ülkelerin savunma bakanları, UNIFIL üslerini vuran, misyonda görevli askerlerin güvenliğini riske atan saldırıları şiddetle kınadı.

İsrail’in Lübnan’ın güneyindeki UNIFIL karargahlarını vurması sonrası İtalyan Bakan Guido Crosetto ile Fransız mevkidaşı Sebastien Lecornu’nun girişimiyle UNIFIL’e katkı veren 16 AB ülkesinin savunma bakanları video konferans toplantısında Lübnan’daki gelişmeleri ele aldı.

İtalya Savunma Bakanlığından yapılan yazılı açıklamada toplantının amacının, Güney Lübnan’daki son gelişmeler ışığında Avrupa’nın UNIFIL misyonuna katkısına yönelik “ortak eylem tanımlama hedefi” olduğu belirtildi.

İsrail’e BM askerini vurmak bile serbest

Açıklamada, “Toplantıda tüm bakanlar, bölgedeki duruma dair ortak endişelerini ifade ettiler, UNIFIL üslerini vuran ve BM misyonunda görev alan askeri personelin güvenliğini riske atan saldırıları şiddetle kınadılar. UNIFIL’in görev yetkisinin tam olarak yerine getirilmesi ve personelin korunmasının önemine vurgu yapıldı ve uluslararası topluma sürekli ve kararlı bir taahhütte bulunmaları çağrısında bulunuldu” ifadeleri kullanıldı.

Açıklamada ayrıca, “Toplantının katılımcıları, BM Güvenlik Konseyi’nin 1701 sayılı kararının uygulanmasının eksik kalmasının veya kısmen uygulanmasının hiçbir şekilde UNIFIL güçlerine yönelik saldırıları haklı çıkaramayacağını yinelediler. UNIFIL’in daha etkili ve güvenli bir şekilde faaliyet göstermesine olanak sağlamak amacıyla angajman kurallarının gözden geçirilmesi ihtiyacı da güçlü bir şekilde belirtildi” değerlendirmesi yer aldı.

Toplantıda 16 AB ülkesinin, UNIFIL misyonunun geleceğine ilişkin her türlü kararın BM’de toplu biçimde alınması gerektiğinin altını çizdiği, Lübnan’da istikrarlı bir varlığın sürdürülmesinin önemi üzerinde mutabık kaldığı kaydedildi.

Netanyahu UNIFIL’i tehdit etti: BMGK “endişeli”

Bakanlık açıklamasında şu ifadelere yer verildi: “Toplantıda ortaya çıkan bir diğer temel nokta ise İsrail’e daha fazla olayın yaşanmaması için azami siyasi ve diplomatik baskı uygulanması yönündeki ortak arzuydu. Aynı zamanda Hizbullah’ın çatışma bağlamında UNIFIL personelini kalkan olarak kullanamayacağı da açıkça ortaya konuldu. Ayrıca 16 ülke, Lübnan Silahlı Kuvvetlerinin, güvenilir bir güç haline gelebilmesi ve UNIFIL’in desteğiyle bölgenin istikrarına katkıda bulunabilmesi için yeterli eğitim desteği ve uluslararası finansman yoluyla güçlendirilmesi gerektiği konusunda mutabakata vardı.”

Bu arada, Bakan Crosetto, İtalyan Rai kanalında dün akşam saatlerinde katıldığı programda da cuma günü Ürdün ve Lübnan’a gidecek İtalya Başbakan Giorgia Meloni’nin UNIFIL misyonundaki bin kişilik İtalyan birliğini ziyaret etmesinin, güvenlik riski nedeniyle mümkün olmadığını söyledi.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

İsrail’in ilk apartheid savaşı

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makalede Oren Yiftachel, İsrail’in 7 Ekim sonrası yürüttüğü soykırım ve savaşların bir stratejiye dayanmadığı yönündeki yaygın analizlere itiraz ediyor. Yiftachel, İsrail’in Gazze, Batı Şeria ve Lübnan’da attığı adımların aslında Filistinliler üzerindeki Yahudi üstünlükçülüğünü pekiştirmeye yönelik uzun vadeli plan çerçevesinde olduğunu belirtiyor. Yiftachel, İsrail’in bir apartheid düzeni kurma çabalarının, barış ve uzlaşı umutlarını nasıl zedelediğine dikkat çektiği yazısında son dönemde iyice unutulmaya yüz tutmuş ancak bir dönem oldukça revaçta olan bir çözüm modelini yeniden gündeme getiriyor. Makaledeki “şiddetsiz çözüm” ve “7 Ekim felaketi” gibi ifadeler ve dile getirilen çözümün ne kadar gerçekçi olduğu yazarın kendisini bağlamakla birlikte makalenin özünü oluşturan İsrail’in üstünlükçülük projesinin analizi dikkate değer:

***

Bu İsrail’in ilk apartheid savaşı mı?

İsrail’in siyasi bir stratejiye sahip olmadığı düşüncesi gerçeği yansıtmıyor; aslında onlarca yıldır nehir ile deniz arasında kurduğu üstünlükçü projesini pekiştirmek için savaşıyor.

Oren Yiftachel

Geçen yıl boyunca pek çok kişi, ülke tarihindeki en büyük sivil katliamı olan 7 Ekim felaketinin, kalıcı işgal statükosunun çöküşünün bir işareti olduğunu savundu. Başbakan Binyamin Netanyahu yönetimindeki İsrail, Filistin topraklarındaki işgal ve yerleşimini güçlendirirken, parçalanmış Filistin direnişini kontrol altına almak için uzun vadeli bir “çatışma yönetimi” politikası yürütüyordu. Bu, bazı İsrailli liderlerin “bir varlık” olarak gördüğü “caydırılmış” bir Hamas’ı finanse etmeyi de içeriyordu.

Bu stratejinin bazı yönlerinin 7 Ekim’in ardından çöktüğü doğru. Özellikle de Filistin ulusal projesinin ezilebileceği ya da Hamas ve Hizbullah’ın herhangi bir siyasi anlaşma olmaksızın kontrol edilebileceği yanılgısı. Yahudi yerleşiminin İsrail’in sınırları boyunca güvenliği garanti edebileceği düşüncesi de- uzun süredir devam eden bir Siyonist efsane- paramparça oldu; düzinelerce Yahudi sınır topluluğunun yaşadığı derin travma ve kederin ötesinde, Yeşil Hat içindeki 60’tan fazla bölgeden yaklaşık 130.000 İsrailli yerinden edildi ve çoğu hala öyle.

Diğer uzmanlar İsrail’in Gazze ve şimdi de Lübnan’daki savaşının “ertesi gün” için siyasi stratejiden yoksun olduğunu ve sadece Netanyahu’nun siyasi geleceği için yapıldığını iddia ediyorlar. Ancak popüler görüşün aksine, son yıllarda yaşananlar, İsrail’in bu savaşta açık bir stratejik hedefi sürdürdüğünü gösteriyor: Ürdün Nehri ile Akdeniz arasında Filistinliler üzerinde Yahudi üstünlüğünü korumak ve derinleştirmek. Bu açıdan, son 12 ay en iyi şekilde İsrail’in “ilk apartheid savaşı” olarak anlaşılabilir.

Önceki sekiz savaş, yeni coğrafi ve siyasi düzenler oluşturmayı hedeflerken ya da belirli bölgelerle sınırlı kalırken mevcut savaş, İsrail’in tüm toprakları üzerinde kurduğu ve 7 Ekim saldırısının temelden meydan okuduğu üstünlükçü siyasi projeyi pekiştirmeyi amaçlıyor. Bu nedenle, Filistinlilerle herhangi bir uzlaşıyı veya en azından ateşkesi reddetme kararlılığı da gözlemleniyor.

İsrail’in bir zamanlar “yavaş yavaş ilerleyen” ve son zamanlarda “derinleşen apartheid” olarak adlandırılan üstünlükçü düzeninin tarihsel kökleri vardır. Bu durum, son yıllarda sözde barış süreci, “geçici işgal” vaatleri ve İsrail’in müzakere edecek “bir ortağı olmadığı” iddialarıyla gizlenmeye çalışıldı. Ancak, apartheid projesinin gerçekliği son yıllarda, özellikle Netanyahu’nun liderliği altında giderek daha belirgin hale geldi.

Bugün İsrail, üstünlükçü amaçlarını gizlemek için hiçbir çaba sarf etmiyor. 2018’deki Yahudi Ulus-Devlet Yasası, “İsrail Devleti’nde ulusların kendi kaderini tayin hakkının Yahudi halkına özgü olduğunu” ve “devletin Yahudi yerleşiminin gelişimini ulusal bir değer olarak gördüğünü” ilan etti. Bunu bir adım daha ileri götüren mevcut İsrail hükümetinin manifestosu (temel ilkeler olarak bilinir) 2022’de gururla “Yahudi halkının İsrail Toprakları’nın tamamı üzerinde özel ve devredilemez bir hakkı olduğunu” ki bu İbranice sözlükte Gazze ve Batı Şeria’yı da kapsıyor ve “İsrail Toprakları’nın tüm bölgelerinde yerleşimi teşvik etme ve geliştirme” taahhüdünde bulundu.

Bu temmuz ayında Knesset ezici bir çoğunlukla Filistin devletinin kurulmasını reddetti. Ve Netanyahu iki hafta BM’de konuştuğunda gösterdiği haritalar bu vizyonu açıkça tasvir ediyor: Nehir ile deniz arasında bir Yahudi devleti, Filistinliler ise Yahudi egemenliğinin altında ikinci veya üçüncü sınıf sakinler olarak var olmaya mahkûm.

İronik ve trajik bir şekilde, Hamas ve ortaklarının son otuz yıldaki terör saldırıları ve İsrail’in varlığını inkâr eden ve nehir ile deniz arasında gelecekteki İslam devletini savunan söylemleri, İsrail’in işgali ve Filistinlilere yönelik baskısı için bir bahane olarak kullanıldı. Dolayısıyla 7 Ekim katliamları sadece suç teşkil eden ve son derece ahlaksızca bir eylem olarak değil, aynı zamanda Filistin halkına karşı acımasız şiddet uygulamak için geri dönen ve onların sömürgecilikten kurtulma ve kendi kaderini tayin etme yönündeki haklı mücadelelerini ciddi şekilde baltalayan bir “bumerang isyanı” olarak da eleştirilebilir. Hizbullah’ın kuzeydeki saldırısı, bumerang isyanının ateşini daha da körükledi ve bu da faillerini yakıyor.

Filistinlileri bastırmak ve Yahudi üstünlüğünü pekiştirmek

İsrail 75 yılı aşkın bir süredir Filistinlilere şiddetle hükmediyor, onları sürüyor ve işgal altında tutuyor. Ancak bu zulüm tarihi, geçen yıldan beri Gazzeliler üzerinde yaratılan ve pek çok uzmanın soykırım olarak nitelendirdiği yıkımın gölgesinde kalıyor.

İsrail’in “bağlantıyı kesme” ve Hamas kontrolündeki bölgeye 17 yıl boyunca uyguladığı sıkı abluka sonrasında Gazze, İsraillilerin gözünde Filistin egemenliğinin çarpıtılmış bir versiyonunu sembolize eder hale geldi. Dolayısıyla, militanlarla savaşmanın ya da 7 Ekim’in intikamını almanın çok ötesinde, İsrail’in yoğun bombardımanı, etnik temizliği ve hastaneler, camiler, endüstriler, okullar ve üniversiteler de dahil Şerit’in sivil altyapısının çoğunu yok etmesi Filistin’in sömürgeden kurtulma ve egemenlik olasılığına doğrudan bir saldırıdır.

Gazze’ye yönelik bu saldırının gölgesinde, Batı Şeria’daki sömürgeci işgal de son bir yıl içinde hız kazanmış durumda. İsrail yeni idari ilhak önlemleri aldı; yerleşimci şiddeti ordunun desteğiyle daha da yoğunlaştı; Filistinli toplulukların sürülmesine katkıda bulunan düzinelerce yeni karakol kuruldu; Filistin şehirleri boğucu ekonomik ablukalara maruz kaldı ve İsrail ordusunun özellikle Cenin, Nablus ve Tulkarem’deki mülteci kamplarında silahlı direnişe yönelik şiddetli baskısı, İkinci İntifada’dan bu yana görülmemiş seviyelere ulaştı. Daha önce A, B ve C Bölgeleri arasında var olan ince ayrım tamamen ortadan kalktı: İsrail ordusu tüm bölgede serbestçe hareket ediyor.

Aynı zamanda İsrail, Yeşil Hat içindeki Filistinlilere yönelik baskıyı ve ikinci sınıf vatandaş statüsünü derinleştirdi. Artan gözetim, tutuklamalar, işten çıkarmalar, uzaklaştırmalar ve tacizler yoluyla siyasi faaliyetlerine yönelik ciddi kısıtlamaları yoğunlaştırdı. Arap liderler “terör destekçisi” olarak yaftalanıyor ve yetkililer daha önce benzeri görülmemiş bir ev yıkım dalgası gerçekleştiriyor- özellikle de 2023’te yıkım sayısının (3.283’e ulaşarak rekor kırdığı) tüm eyaletteki Yahudilerin sayısından daha fazla olduğu Negev/Naqab’da. Aynı zamanda polis, Arap topluluklarındaki ciddi organize suç sorunuyla mücadele etmekten neredeyse vazgeçti. Dolayısıyla, İsrail’in Filistinlileri bastırmak ve Yahudi üstünlüğünü pekiştirmek için kontrol ettiği tüm topraklarda ortak bir strateji izlediğini görebiliriz.

Lübnan’da Hizbullah’ın kuzey İsrail’e karşı 12 ay süren saldırısını püskürtmek adına başlatılan ancak şimdi tüm Lübnan’a yayılan büyük saldırıları ve İran’la karşılıklı darbeler, savaşın yeni ve bölgesel bir aşamasının habercisi gibi görünüyor. Amerikan imparatorluğunun jeopolitik gündemiyle bağlantılı olduğu açık olan bu savaş, aynı zamanda dikkatleri Filistinlilere yönelik derinleşen baskıdan uzaklaştırmaya da hizmet ediyor.

Apartheid savaşının bir diğer cephesi de barış ve demokrasi için mücadele eden Yahudi İsraillilere karşı yürütülüyor. Netanyahu hükümetinin yargının (zaten sınırlı olan) bağımsızlığını zayıflatmaya yönelik devam eden girişimleri, şu anda İsrail’in şimdiye kadar gördüğü en sağcı koalisyondan oluşan yürütme organının gücünü artırarak daha fazla insan hakları ihlaline yol açacak.

İsrail’in otoriter bir yönetime doğru sürüklenmesinin etkilerini şimdiden görüyoruz. Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben Gvir’in özellikle Batı Şeria’daki yerleşimlerde ya da sınır bölgelerinde yaşayan Yahudi üstünlüğünü destekleyenlere on binlerce tüfek dağıtma kararı sayesinde ülke silah istilasına uğradı. Kendisi de radikal bir yerleşimci olan Maliye Bakanı ve fiili Batı Şeria valisi Bezalel Smotrich yerleşimci projelerine büyük miktarlarda kamu fonu tahsis etti. Ve hükümet, İsrail’in suç teşkil eden savaşına yönelik her türlü eleştiriyi etkili bir şekilde susturdu: Hükümet ve savaş karşıtı göstericilere polis şiddeti uyguladı, akademik kurumlara, entelektüellere ve sanatçılara karşı kışkırtmalar yaptı ve solcu “hainlere” karşı zehirli ve suçlayıcı söylemleri sertleştirdi.

Apartheid savaşının özellikle mide bulandırıcı bir boyutu da hükümetin Hamas tarafından kaçırılan İsrailli rehineleri yüzüstü bırakmasıdır ki bu rehinelerin geri dönmelerinin 7 Ekim fiyaskosunu daha da açığa çıkararak hükümeti tehdit etme ihtimali bulunuyor. Aynı şekilde, rehinelerin Hamas tünellerinde bulunması, hükümetin Gazze’deki suç teşkil eden ve büyük ölçüde etkisiz olan “askeri baskısını” sürdürmesine olanak tanıyarak rehinelerin canlı dönme şansını tehlikeye atıyor. Böylece hükümet, rehinelerin ailelerinin acılarını ve yaşadıkları şoku istismar ederek 7 Ekim katliamlarına yol açan ihmallerle ilgili resmi bir soruşturma açılmasını engelleyen olağanüstü halin devam etmesini sağlıyor.

Yeni bir siyasi ufuk

İleriye baktığımızda, apartheid’in sadece ahlaki bir çöküş ve insanlığa karşı bir suç olmadığını, aynı zamanda kimseyi teğet geçmeyen sonsuz şiddet ve ekonomi ile çevreye verilen geniş kapsamlı zararla karakterize edilen istikrarsız bir rejim olduğunu hatırlamakta fayda var.

İsrail’deki ve yurtdışındaki Yahudilerden ve skandal bir şekilde cezasız kalmasını sağlayan Batılı hükümetlerden aldığı büyük desteğe rağmen İsrail rejimi ilk apartheid savaşında galip gelmekten çok uzak. Karşı çıkan güçler yalnızca Filistinliler ve komşu Arap ülkeleri arasında değil, aynı zamanda diasporadaki Yahudiler ve Küresel Kuzey ve Güney’in geniş halk kitleleri arasında da artıyor. Apartheid İsrail ahlaki savaşı çoktan kaybetti, ancak hükümeti uluslararası ittifaklarını, ticari bağlantılarını, ekonomik beklentilerini ve kültürel ve akademik bağlarını kaybetmek Yahudi üstünlüğü için verdiği savaşı durdurmaya zorlayabilir.

Ancak bu kaçınılmaz bir sonuç değil. Bu, uluslararası hukuku uygulamak için önemli bir küresel seferberliğin yanı sıra, yasal ayrılık, tecrit ve ayrımcılıktan oluşan apartheid düzenine meydan okuyacak ve onu parçalayacak Yahudi-Filistin ortaklığını da gerektiriyor. Gereken mücadele sivil ve şiddet içermiyor: Kuzey İrlanda, Amerika Birleşik Devletleri’nin güneyi, Kosova veya Güney Afrika gibi dünyanın dört bir yanındaki apartheid rejimlerine karşı verilen benzer mücadeleler, sivilleri hedef alan şiddeti terk edip sivil, siyasi, hukuki ve ahlaki kampanyalara odaklandıklarında başarıya ulaştı.

Bu mücadele aynı zamanda nehir ile deniz arasındaki toprakların bölünmesi konusundaki ısrarlı başarısızlığa yanıt verecek bir siyasi ufuk gerektiriyor. İsrail-Filistin ortak girişimi olan “Herkes İçin Toprak: İki Devlet Tek Vatan” barış hareketi, bireysel ve kolektif eşitliğe dayalı böyle bir vizyonu dile getiriyor. Hareket özgürlüğüne, ortak kurumlara ve ortak bir sermayeye sahip iki devletten oluşan bu konfederasyon modeli, derinleşen apartheid’dan bir çıkış yolu sunabilir ve uzlaşı ve barış dolu bir geleceğe doğru bir ufuk çizmeye yardımcı olabilir. Yalnızca bu tür vizyonların benimsenmesi, ilk apartheid savaşının aynı zamanda son olmasını da garanti edebilir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English